Kategori arşivi: Yazılar

12 Eylül 2008 Haftası

“Bir Aradayız, Hepsi Bu”, hayata tırnaklarıyla tutunanların karşılaşıp ‘kendilerini gerçekleştirmeleri’ ve vicdanın en saf halini, iyilik yapmanın anlamını, hilesiz sevgiyi, seksin – aşkın güzelliğini keşfetmeleri üzerine, soğuk mevsimde geçen bir sımsıcaklık: Randevularınızı iptal edip her psikiyatri seansınızı bu çok gerçek filmi izleyerek geçirmenizi öneririm.

“Çıkış Yok”ta, geçen yıl İstanbul Festivali’nde “Edmond” adlı tuhaf – karanlık filmini izlediğimiz Stuart Gordon, bir trafik kazası olayı çevresinde, insanların insanlıklarından çıkarak rekabetçi sistem içinde nasıl duygusuz birer ‘yaratık’ haline geldiklerine dair sert şeyler söylüyor: ‘Zengin’ ABD ülkesinin asıl yüzüne bakmak için bir fırsat!

“KADINLAR Hakkında her şey…”, yaşama koşulları anlamında türlerinin şanslıları arasında yer alan bir grup kadının, kendine güvenip -karşı cins ve rakibeleri karşısında- ayakları sağlam basarak ‘dik durma’yı öğrenme sürecini, komik diyalogların – durumların – hareketlerin hakkını vererek anlatıyor: Hayatınız boyunca izleyeceğiniz -belki de- tek erkeksiz film; figüranlar dâhil erkek sayısı sıfır (en sondaki ‘masum mu masum’ sürpriz hariç)!

“Oyum Kime?”, haritada bile yer almayan bir kasabada, ‘vasatın da altı’ yaşamıyla kimsenin umurunda olmayan bir baba ile onun duyarlı / akıllı küçük kızının ilişkisini merkeze alarak, ilginç bir gelişmeyle bu adama son derece önemli bir yurttaş sorumluluğu yükleyen ve bu noktadan sonra da malzemesi bol bir komedi olarak güldüren, bazı anlarda ise acıtan bir öykü içermekte: Tek bir kişinin tercihinin bile dünya için değerli olabileceği ‘beylik mesaj’ını da vermekten geri durmayan filmde, ustaların yanında parmak ısırtan bir oyun çıkartan küçük oyuncu Madeline Carroll, mucizenin ta kendisi!

“Sihirli Orman”, boş zamanlarında ‘Tabiat Ana’yı tahrip eden insanoğlunun üç kötü örneğine karşı -mecburen- savaş açan ağaçlar ve hayvanların yanında yer almasını istiyorsanız çocuklarınızın, muhakkak götürün: Eğer ‘ceset giyenler’den değilseniz size de son derece keyif vereceğini düşündüğüm bu İspanya yapımı bilgisayar animasyonu, hem kendi dalında, hem de şarkıda GOYA ödülü sahibi.

“The X Files: İnanmak İstiyorum”da, umudu kaybetmeden mücadele etmek ve ‘vazgeçmemek’ temel fikir olarak alınmış, karanlıklardaki sırlara ulaşma yolunda bir kez daha kendilerini sorgulayan iki eski ajanın araştırmaya başladıkları olaylar silsilesi eğreti kalsa da… Yaradılış çerçevesinde ahlakı ve bağışlanmayı sorgularken, sadece ‘inanmak istemenin’ bile hayatları nasıl değiştirebileceğine işaret ediyor. Dizinin yaratıcısı sinema filmini ‘bizzat’ yönettiğinden daha ‘felsefi’ takılmış. Bir ihtimal hayranlar sıkılacak!

TEK CÜMLE EKSTRA

Cingöz kitap! *

Minimalist sinema, başka bir tanımla yalın, vakur, içten bir tür sinema, bir de yürekliyse, filmler defalarca izleyebileceğiniz küçük küçük başyapıtlar olarak başucunuzda durur. Yeter ki samimiyetine inanın. “Tatil Kitabı”nda, Silifke’de yaşayan 10 yaşındaki Ali’nin tatil süresince yaşadıkları gibi hikâyeler de iyi bir çıkış noktasıdır… Sert mizaçlı – sürekli iş ve para kazanmayı düşünen babası, anlayışlı – sevecen annesi, askeri okuldan ayrılıp sivil yaşama geçmek için gerekli tazminatı dert edinmiş ağabeyi ve kentte ‘deneyip başarısızlığa uğramış’, yine dükkâna dönmüş amcası ile geçirdiği o yaz, büyüklerin dünyasına ciddi bir giriş yaptığı da yazdır. Otorite ile iyice tanıştığı… İşte tam da bu noktada, bir tür kurnazlık devreye giriyor. Öyle ki, aslında eleştirmen olarak önerme yapmanızın bir anlamı yok! Çünkü , ‘masum öykü’de öyle bir şey yok! Ne mi? Filmdeki çerçevelerin içine giren ve gayet net algıladığınız ‘daha geniş anlamda bir otorite’nin varlığı! Finalde, Antonioni’nin “Professione: reporter” adlı filminin yine finalinden esinlemiş olduğunu düşündüğüm, yalnız burada ters yönde yapılan kamera hareketi, Ali’nin yakın planından çok yavaş geriye kaydırma ile genel plana ulaşıyor; iyice belirginleşen ‘otorite’ simgesi, esas vurguyu göze sokuyor.

Kuşku yok ki, sinema -sık sık vurgulamanın önemli olduğunu düşündüğüm gibi- alabildiğine özgürdür, dünya ve evrendeki her atom (felsefi anlamda atom) eleştirilebilir. Ama yeteneğiniz kısıtlı ise ve açıkgözlüğe başvurursanız bu itici olur. İşte bu ‘alt niyet’ dolayısıyla bu film bana hiç sevimli ve üstelik Silifke gibi cennetimsi bir yerde geçmesine rağmen cazip gelmedi. Dünyanın hemen hemen her ülkesindeki küçük yerleşim birimlerinin sınırları içinde geçen yaşamlar ve bazen bu yaşamlardan kurtulmak için zincirlerini (burada baba otoritesi) kırmak isteyen bireyler konu edilir. Bu genelde, bahsettiğim ‘küçük bir sinema’ anlayışı ile gerçekleştirildiğinde -ki amaca uygundur- çok zevk verir. Ama burada küçük bir çocuk üzerinden aile bireylerine uzanan öyküde, kadrajın içindeki her bir öğenin tesadüf olamayacağı ve yönetmen tarafından düzenlenmesi gerektiği temel koşul olan bu profesyonel sinemada, ‘büyük otorite’ vurgusu beni rahatsız etti. Rahatsız eden vurgulanan değil, bu yaptığım önermenin rahatlıkla çürütülecek olabilirliği. Yani “öyle bir vurgu yok” dense kalakalırsınız. Ancak o zaman da mizanseninden sorumlu olmayan bir yönetmenin “yönetmen” olarak varlığı kabul edilemez: Aynen oyuncu yönetiminde tam anlamıyla ‘çuvallaması’ gibi. Profesyonel, yarı amatör ve amatör kadronun yönetilmesinde bir sorun daha doğrusu yönetilememesi gibi bir sorun söz konusu. Örneğin, babayı oynayan bir adamcağız var, metni zor ezberlemiş, zar zor konuşuyor, sahne ‘düşüyor’, berbat oluyor, yönetmen ortada yok! Yani hiç kimse mi uyarmıyor? Hiç mi yeniden alınmıyor? Uzatmak gereksiz.

Ben genç yönetmenlerin daha cesur, söyleyecekleri bir şey varsa daha net söylemelerinden yanayım. Yoksa “Ulak” gibi (üstelik bu filmde yönetmenin kafası da karışıktı), “Tatil Kitabı” gibi her yana çekilebilecek ve kusura bakılmasın izleyeni -yaratıcıları öyle düşünmese bile- pek de akıllı yerine koymayan filmlerden çekeceğimiz var. Kişisel arzum, Türkiye’deki ve AB ülkelerindeki festivallere, aşiret – cemaat – tarikat gibi bir yığın büyük otoritenin egemenliğinin de sorgulandığı filmlerin katılması.

* “cinedergi.com”da da yayımlanmıştır.

(10 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bunları Yazmak Gerek 1: Moviemax’in Hastasıyım!

Türkiye’de TV yayımcılığı – yayıncılığında devrim kabul ettiğim Digiturk Platformu’ndaki üyeliğimin sekiz yılını geride bıraktım. Digiturk öncesi, dublajlı, sansürlü ve oto – sansürlü, reklam arası filmlerden dolayı ‘Televizyonda Sinema’ izlemekten nefret edip tamamen unutmuştum. Şimdi ise Digiturk’te izlemenin, ama özellikle yeni filmleri ilk keşfetmekten ötürü Moviemax’in hastasıyım! Öyle ki, aylık program yapıyor ve arkadaş, eş – dost görüşmelerimi buna göre ayarlıyorum… Sinemaya saygı böyle oluyor işte: Reklamsız, dileyenin dublaj, dileyenin orijinal – altyazılı seçebileceği, jeneriklerin de filmin bir parçası olduğunu ve bazen görüntülerle de desteklenen müzikle etkiyi sürdürmeyi amaçladığını kabul eden bir anlayışla -bazı filmlerde hızlandırılsa da- sonuna kadar gösterildiği bir seyir zevki, isterseniz HD kalitesi…

Ve Moviemax, sinemayı diğer her tür ‘aşağı düzey’ yayınla bir tutan, 7. sanat lehine değiştirilmesi gereken RTÜK yasasının sınırlarını aşmayan ve ‘kraldan çok kralcı’ da olmayan bir denetimle ulaştırmakta filmleri. Daha ne istenebilir ki? Lütfen, bana CNBC-e’den bahsetmeyiniz. Geçen yıl büyük sanatçı Aleksandr Sokurov’un “Molokh” filmini izlerken, araya nasıl reklam girdiklerini anımsıyorum da: Bir Sokurov sahnesi düşünün, vakur, ruhsal anlamda odaklandığınız, inanılmaz bir sessizlik anı… KÜT! Saliseler sonra, ‘showman’lerimizden birinin adeta bağırıp çağıran sesiyle bilmem ne telefonu reklamı. Bunu ayarlayan ve denetleyen yayın sorumlularının estetikten nasiplenmiş olabilmeleri olası değildir… Film boyunca sürekli tekrarlanan bu korkunç durumdan sonra CNBC-e kanalını unuttuğumu belirteyim. İşte Moviemax’te bu hataya düşülmedi. Yönetim, filmlerin başına yerleştirdiği reklamları, sinemadaki gibi zevkle izlememizi sağlayarak akıllıca davrandı / davranmakta… Evet, her filmden önceki reklam kuşağını özellikle izliyorum! Biliyorum, oraya reklam verenler de bu saygıyı duyuyor; beni filmden kopartmıyor; seyredilmeyi de hak ediyorlar.

Bunlar sadece benim değil, çevremde Moviemax bağımlılığı olan bir grup dostumun da görüşleri… Aman sevgili okur, yanlış anlama, Digiturk’le sinema yazarı olmam nedeniyle bir ilgimin olduğunu sanma, yok ve olmayacak! Ama iyi şeyler yazılmalıdır, sadece kötüler görülmemelidir, bu platform da sinemaya titiz yaklaşımından ötürü övülmeyi hak etmektedir. Mesela, her ay 20–30 civarında yeni filmi programa alan Moviemax’te, bazen arka arkaya öyle filmler yayımlanıyor ki, sinefiller için katıksız bir ziyafete dönüşüyor… Bu yayın politikasını sürdürdüğü sürece kendi adıma Moviemax hastalığından kurtulmaya hiç niyetim yok!

(06 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Modern Zamanların Sinema Seyyahı

Atlanta, Brüksel, Casablanca, Johannesburg, Hong Kong, Kingston, Paris, Petersburg, Sao Paulo, Singapur, İstanbul… Sinemanın kalbinin attığı, can bulduğu her yerde İsmail Ertürk’ün nefesi var. Ertürk bir sinema, daha doğrusu sanat aşığı. Bu yüzden tüm sanat dallarını kucaklayan sinema ona yakın gelmiş… Bu yakınlığını ve onca yıllık sinema seyyahlığını Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Perde’li Düşünceler -Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema- adlı kitabı ile taçlandırdı. Ertürk’ün kısa İstanbul ziyaretinde paylaştıklarımız…

Sanata ve özellikle sinemaya çocukluğunuzdan beri büyük ilgi duyuyorken ekonomi okumak sizi sıkmadı mı?

Aslına bakarsanız, benim yetiştiğim yıllarda sinema okumak kolay bir iş değildi. (gülerek) Ekonomiyi de isteyerek, severek okudum. Ekonomi benim için dünyada olup bitenlerle bağ kurduğum bir alan. Ama beni daha çok çeken, insan ve toplum bilimleriydi. Bu yüzden ekonomi okurken felsefe bölümünden de ders aldım.

Sinemaya nasıl vakit ayırıyordunuz bu yoğunlukta?

Üniversite sevdiğiniz aktivitelere vakit ayırmak için bulunmaz bir ortam. O yüzden zor olmadı. Üstelik günde 3 film izleyebiliyordum.

Film yapmak geçmedi mi hiç aklınızdan ya da bir sinema okuluna gitmek?

İnsanın aklından geçiyor tabii film yapmak. (gülerek) Diğer taraftan sanatı üniversitede öğrenmenin kısıtlayabileceğini düşünüyordum. Okulda verilen kitapları okumak, başkalarının size sunduğu şeyleri okumak demek. Bunu yapmak istemedim. Sanat ile uğraşacaksam özgür olmalıydım. Zaten birçok sanatçıya da baktığınız zaman başarıyla uyguladıkları sanatlarını okulda öğrenmediklerini görürsünüz.

“Sinema sanatını, sinema salonundan bağımsız düşünmek olanaklı değil” diyorsunuz. Oysa Türkiye’de sinemayı, sinema salonu ile düşünmek olanaksız olmaya başladı. Yurt dışında durum nasıl?

Yurt dışında da videonun çıktığı dönemde, bir düşüş oldu. Ama sektör bu durum için hemen alternatifler üretmeye başladı. Sinema salonlarını daha canlı hale getirdiler meselâ. Eskiden tek perde varken şimdi birçok sinema salonunda on perde var. Imax teknolojisi ile olan deneyimi başka bir yerde yaşayamazsınız. Yani onlar bunun hesabını kitabını çok iyi yapıyor. Mısır ve içeceğe verilen ücret bile bilet parasını geçiyor. Filmleri, büyük perdede ve karanlık sinema salonlarında izleme tadının ne denli önemli olduğunun ayrımında sinema endüstrisi. Hem ticari sinema hem de sanat sineması, izleyiciler için sinema salonlarının önemini biliyor. Bunun için de sürekli teknoloji ve pazarlama açılarından kendini yeniliyor.

Sinema diğer sanat dallarını da içinde barındırabilme özelliğine sahip. Kitabınızda da bundan sık sık bahsediyorsunuz. Bu, sinemaya neler katıyor sizce?

Bu yüzden sinemayı salt diyalogdan ibaret görenler sinemanın potansiyelini iyi kullanamazlar. Sinemayı en şekilde yapmak resim, müzik, edebiyat, felsefe… gibi alanlara da hakim olmayı gerektirir. Beni en çok çeken de bu sanıyorum. Sinema diğer sanat dallarıyla iç içe olmamızı sağlıyor.

Bu kadar çok işareti kontrol altında tutabilmek çok zor değil mi?

Umberto Eco, sinemanın göstergebilim açısından bu kadar çok işareti barındıran tek sanat olduğunu söyler. Yine bir Fransız yazar, Julien Gracq, bu konuda; “Bir yazar kitabını yazarken her sözcüğü kendisi seçer, bir ressam da aynı şekilde her renge kendisi karar verir. Ama film yaparken her şeyi siz seçemezsiniz”, diyor. Bu çok önemli bir nokta.

Her ayrıntıyı kontrol etme kaygısı, filmleri stüdyoda çekmeye itiyor öyleyse…

Tabii. Yani stüdyoda değilseniz, mutlaka sizin kontrolünüz dışında gelişen durumlar olacaktır. Meselâ Francis Ford Coppola “One from the Heart”ı tümüyle stüdyoda çekmiştir.

Tiyatro gibi… Ne kadar gerçekçi olabilir ki bu şekilde?

Alman dışavurumcu sinema bu kaygıyı çok yaşamıştır. Görüntüler gerçeklikten oldukça uzaktır bu yüzden.

Godard, “Herkes film yapabilir” demişti. Tüm bunları göz önüne alacak olursak, film yapmak ciddi birikim gerektiriyor. Herkes film yapabilir mi yani?

Godard politik bir yönetmen. Ama ucuz politika yapmıyor. Yani kameranın kullanılış biçimi politik mesela… Godard’ın “jumpcut” anlayışı, Hollywood’un “jumpcut” anlayışını yıktı. Ne anlattığınız da önemli fakat içerikteki politiklik ile biçimdeki politiklik örtüşmeli.

Bu anlamda Michael Moore eleştiri alıyor, katılıyorsunuz öyleyse…

Moore çıkıp bir senatöre, “Oğlunuz neden Irak’a gitmedi?” diye soru soruyor. Senatörlerin çocuklarının Irak’a gitmediğini hepimiz biliyoruz zaten. Politikacıların iki yüzlüğünün göstermek istiyorsan bunu daha yaratıcı şekilde yapabilirsin. Yani ben salt politik kaygıyla yapılan filmleri vasat buluyorum. Bir üst düzey yönetmen, hem bu konularla uğraşıp hem de sinema dilini iyi kullanandır bence.

Politik sinema yaparken iki kaygıyı da taşıyan, beğendiniz bir yönetmen var mı?

Brian De Palma var. “Redacted” filmini örnek verebilirim bu anlamda. O da politik film. Irak’taki Amerikan askerlerinin bir genç kızın ırzına geçmesini ve onun mahkemesini konu edinir. Bahsettiğim her iki noktaya da önem veren bir film. Yani daha akıllıca, üzerinde düşünülmüş ve sinemanın hakkı verilerek yapılmış bir film.

Bir de Amerika’da politik olmak ile Avrupa’da politik olmak çok farklı değil mi?

Elbette. Amerikan basınında politik olmak adına hiçbir şey bulamayabilirsiniz. Böyle bir yerde yetişen birinin politik olması, Avrupa’daki birinin politik olmasından çok daha dikkat çekici. Amerika’da çıta daha düşük. En küçük bir adım, büyük ses getirebiliyor bu yüzden.

Woody Allen’i neden beğenmiyorsunuz?

Hepimizin sevdiği, seçtiği yönetmenler vardır. Allen benim için onların arasında değil. Federico Fellini de Pier Paolo Pasolini’nin iyi bir yönetmen olmadığına inanır. Sırf bu yüzden Pasolini’yi sinema tarihinden çıkartıp atamayız. Öncelikle Woody Allen’in şu bakımdan hakkını vermek lâzım; New York’ta, Hollywood sistemi dışında başarılı olmuş bir yönetmen. Bu çok önemli. Hem sinema yapış biçimi hem de tüm set ekibiyle olan sıcak ilişkisi açısından önemli bir yönetmen. Hollywood’da kuramayacağınız ilişkiler bunlar. Amerika’da düşündüren film yapmak da zor. Onu da yapıyor. Ama onun konuları, beni çekmiyor. Yani iki filmini izledikten sonra üçüncü filminde fazla bir şey bulamadığım bir yönetmen. Godard’ın bir lâfı var ve ben ona tapıyorum: “Psikanaliste giden bir adamdan yönetmen çıkmaz.” (gülerek)

Allen, Harlem ve Bronx’daki kadınlardan cinsellik dersi alsaydı, ruh çözüm seanslarına gitmekten kurtulur ve belki de film yapmaktan vazgeçerdi diyorsunuz…

Allen’i Amerika dışında izlediğiniz zaman, onun New York’u temsil ettiğini düşünüyorsunuz. Ben bu durumu Sex And The City’e benzetiyorum. Manhattan’da oturan 4 tane güzel, beyaz kadını anlatıyor. New York’ta Latin, Zenci kadınlarda var. Onların cinsellik anlayışı çok farklı.. Biliyoruz ki Allen için cinsellik önemli. Ama Allen’in, Bronx ve Harlem’deki cinselliği atlaması önemli bir eksiklik.

Müziklerinden bağımsız düşünemeyeceğimiz filmler var… Bu sinemanın yaratıcılığını kısıtlamıyor mu sizce?

Önemli olan müziği iyi kullanmak. Müziğin, görüntünün altyazısı gibi kullanılmasına karşıyım. Ayzenştayn ile Stravinski örneğinden başlayarak, müzikçi ile yönetmenin ortak çalışmasının başarılı örnekleri var sinemada. Peter Greenaway ile Michael Nyman da uzun süre başarılı bir biçimde çalıştı. Tarkovski’de ses ve müziği konusunda çok titizdir. Godard ve Resnais, yeni dalga yönetmenlerdir fakat müziğin kullanımında çok farklı düşünürler. Yani müziği, film estetiklerine, filmle düşünme biçimlerine başarıyla eklemliyorlar. Önemli olan müziğin görüntüyü zenginleştirmesi ve filmin organik bir parçası olmasıdır.

Yurt dışında olmak, sinemasal anlamda size neler kattı?

Önceleri Türkiye’de son çıkan sanat filmlerini izlemek, bağımsız sinemayı takip etmek için tek çözümdü. Yurtdışında sinematek, cep sinemaları, repertuar sinemaları çok daha fazla film görmemi sağlıyordu. Artık Türkiye’de görmek istediğiniz bir filmi görememek gibi bir sorun yok. Ancak sinema eleştirisi konusunda halen yurtdışında olmak daha fazla olanak sağlıyor. Bir de filmlerin yapıldığı kültürel ve toplumsal çerçeveyi daha yakından tanıdığınızdan, filmleri anlamlandırmak, eleştirel bakmak daha kolay olabiliyor. New York’ta yaşadığım için Meksika, Brezilya, Zimbabwe, Güney Afrika ve Karayiplere gittiğim için Woody Allen’ın Manhattan’a sıkışmış bakış açısını dar bulabiliyorum. Haneke’nin “Piyano Öğretmeni” filmindeki şiddet ve cinsellik sorunsalının ne denli Avrupa merkezli olduğunun ayrımına varabiliyorum. Hong Kong’u iyi bildiğim için Wong Kar – Wai’ın filmlerindeki ayrıntıları ve karakterleri daha iyi değerlendirebiliyorum. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)

(05 Eylül 2008)

Gizem Ertürk

05 Eylül 2008 Haftası

“Anamorf”, esas anlamın sadece tek açıyla görülebildiği, o açı dışında bozuk / şekilsiz gibi duran resimleri -cinayet kurbanlarını kullanarak- yaratanın kimliğini inanılmaz bir merakla öğrenmek isteyen ve zekâsını kullanmak isteyen seyirciye özel, klâs bir polisiye gerilim. Psikiyatrinin çoklu kişilik bozukluğu alanında ve New York’ta, kendinizi yalnız, solgun, korunmasız hissedeceksiniz.

“Aşkın İngilizcesi”, insanın ‘hayat arkadaşını – aşkı’nı bulup ona sahip olabilmesi için ‘bazen’ kendi iç dünyasını değiştirip düzenlemesi gerektiğini -‘şanssız’ genç kadın karakter gibi- hala öğrenememişler varsa, işte tam onlar için: Yeraltı sinemasının büyük ustası ‘müteveffa’ John Cassavetes’in kızı yönettiği için merak edenler olabilir ama vasatı aşamayan bir film olduğunu söyleyelim.

“Beni Aya Uçur”, insanoğlunun aya ilk seyahatinde yer alan üç davetsiz maceraperest sinekle birlikte, tüm bir yolculuğa adım adım dâhil olmak, eğlenmek ve bilgilenmek için, özellikle 3D/3 Boyutlu sürümünü önerebileceğim, tam da ‘çocuklar için ideal’ tanımına uygun bir animasyon: Sizin için ise çocuğunuzla birlikte yeniden masum düşlerinize dönme fırsatı, bir psikiyatri seansı yerine koyabileceğiniz bu 85 dakika.

“Dağların Hâkimi”, avların insanlar, avcıların silahlı sürpriz tipler olduğu açık hava gerilimi olarak bir yere kadar merakla izlense de, giderek yeknesaklaşıyor: Şiddeti eğlenceli kılan ve insan canı almayı oyunlar halinde sunan endüstrilerin günahları üzerine düşünmek için bir fırsat sunduğunu belirtmek gerek.

“Dante 01”, uzayın -tabii ki dünyaya göre- diplerindeki koyu karanlıkta ve ‘Araf’ta gibi’ konuşlanmış gemide deney objesi olan karakterlerin gerilimini, izleyene mükemmel bir klostrofobi ve delilikle geçiriyor: Uyaralım, teoloji ve tarih bilgilerinizi zorlayarak distopyayı yorumlamaya çalıştıkça iyileşebilirsiniz ki, hiç tavsiye etmem!

(03 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kare As ve Yeni Kenarları, ya da Orhan Günşiray

1957 yılında Lejyon Dönüşü (Orhon Murat Arıburnu) ile başlayan sinema serüveninde, Kıtıpiyoz (yahut MİT çalışanı Çetin) rolü ile Fosforlu Cevriye (-lerde) ünlenmeden önce Hayat Cehennemi’nde (Aydın Arakon – 1958) bir bestekârı oynayan Orhan Günşiray sonraki yıllarda avantür ağırlıklı filmlerin aranılan oyuncusu oldu. Fosforlu Cevriye (Arakon – 1959) Neriman Köksal’a yeni bir erkeksi tipleme kazandırırken, Günşiray’a da mizah ve avantürü birlikte yaşatan filmlerin kapısını açacaktır. Dolandırıcılar Şahı (Atıf Yılmaz – 1960) ve Tatlı Belâ (Atıf Yılmaz – 1961) Günşiray’ın başrol oynadığı filmlerdi. Her iki filmde de küçük rolleri bulunan bir oyuncu da Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney 1959’da Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları ve Ala Geyik filmlerinde oynamıştı. Ama bir süre sinemaya ara vermek durumunda kalınca, yeni başrol oyuncuları ön plâna çıkar. Yıllar sonra, sinemada artık Çirkin Kral ünvanını taşıyan Yılmaz Güney başrolünü oynadığı (ve bir kısmını da yönettiği) İbret (1971) filminde senaryoyu da yazmıştır. Senaryodaki bir karakterin rolünü genişleterek (uzatarak) bu rolü -yıllar önce yanında ufak roller oynadığı– Orhan Günşiray’a verir.

Sinemamız zaman zaman yabancılarla ortak yapımlar yapmıştır. Ortak yapım yapılan ülkelerden biri de Yunanistan’dır. Komşu olmamıza rağmen Yunan filmleri sinemalarımızda ender görülür. Bu filmlerden biri de, gösterildiği zaman hayli ilgi gören Aliki Vuyuklaki’nin başrolünü oynadığı Dayak Cennetten Çıkmadır’dır. Filmin gördüğü ilgi üzerine Vuyuklaki’nin oynayacağı bir ortak yapım yolları aranır. Çevrilen ortak yapımı Yunanlı Alekos Sakalarios yönetir, Sıralardaki Heyecanlar adındaki filmde Aliki Vuyuklaki’nin karşısında Orhan Günşiray oynar. Ayrıca Şaziye Moral, Sedat Demir, Muallâ Kavur, Rıza Tüzün, Kenan Büke, Fatma Kara, Haydar Karaer ve Zeki Dinçsoy da oynar. Ama bu bizim gördüğümüz filmdir. Yunanistan’da gösterime çıkan film ise farklılıklar gösterir, Vuyuklaki’nin karşısında Orhan Günşiray’ın oynadığı sahneler Yunanlı bir oyuncunun oyunu ile yeniden çekilir –bu diğer oyuncular içinde geçerli olacaktır, sanırım.

Dolandırıcılar Şahı, Vedat Türkali’nin Gogol’ün Müfettiş oyunundan çıkardığı bir senaryodan çekilir, Günşiray kendini “ünlü” bir futbolcu gibi göstererek bir kısım adamları dolandırır ve dolandırdıklarından kaçarak gittiği kasabada kendini “müfettiş” diye tanıtarak o güne kadar yapmadığı işler yapar ve komşu kasaba ile yapılan maçta futbol bile oynar.

Günşiray, Türk James Bond’u olarak anılıyor. Bond “majestelerinin gizli servis ajanı”, Günşiray’ın canlandırdığı Murat Davman ise bir gazeteci. Ümit Deniz’in bir roman kahramanı üretir: Murat Davman. Romanlardan dördü filme alınır, Ölüm Perdesi (1960) ve Azrailin Habercisi (1963) uyarlamalarını Atıf Yılmaz yönetir ve Davman’ı Günşiray oynar. Diğer iki uyarlama Sessiz Harp (L. Ö. Akad – 1961) ve Yakut Gözlü Kadın (N. Saydam – 1966) filmlerinde Davman’ı birincide Müşfik Kenter, ikinci de Cüneyt Arkın oynar.

Günşiray, Atıf Yılmaz ile birlikte kurdukları Yerli Film adına senaryosunu Safa Önal’ın bir öyküsünden Vedat Türkali’nin yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği Allah Cezanı Versin Osman Bey (1961) filminde oynadıktan sonra, Osman Fahir Seden’in senaryosunu yazdığı ve Mehmet Dinler’e yönettirdiği Erkeklik Öldü mü Atıf Bey? (1962) filminde de oynayacak (oynatılacak) ve sinemamız için ilginç bir zıtlaşma örneğini örneği olması yanında, filmlerin –diğer bir– ortak noktasını da oluşturacaktır.

Günşiray, yapımcılığını da yaptığı Oğlum Oğlum (Mehmet Dinler – 1965) filminde yıllar sonra ağırlıklı olarak tiyatroyu seçecek, fakat sinemada da oynayacak olan oğlu Mahir Günşıray’ı da oynatacaktır.

Yeşilçam dönemindeki kadın oyuncular arasında kare as diye -hemen herkesin hem fikir olduğu- Girik / Şoray / Akın / Koçyiğit dörtlüsü gibi bir dörtlüyü (kare as’ı) erkekler için -herkesin kabûl edebileceği bir şekilde– kurmak olası değil gibi gözüküyor. Kadın oyuncular söz konusu olunca yukarıda verdiğimiz kare as’a Muhterem Nur ve Belgin Doruk’u da sokmak istiyoruz, ama o zaman kare’yi de bozuyoruz. Erkekler için, dediğimiz gibi hayli zor. Işık / Hakan / Kolçak / Arsoy’u söyleyebiliriz ama Yeşilçam’ın tamamını düşünürsek, bu kareye Günşiray / Hun / Günay / Tibet’i koyanlarda olacaktır. Güney kimlerle hangi kareye girecektir; dönemin sonuna yetişen İnanır / Akan’ı da sayarsak, dönem için genel kabûl gören bir kare as kurmak zorlaşır ama karelerden oluşacak bir küb’e dönüşüm içinde Günşiray mutlaka yer alacaktır.

*****

“AŞK – I MEMNU” Aman Dikkat (Özen)

Bir gecede “iki film birden” gibi peşi peşine “diziler” yayınlayan Kanal D, bitirdiği dizilerinin arasını boş bırakmayarak yeni dizilere başlıyor. Bu dizilerden biride yıllar önce Halit Refiğ’in Halit Ziya’nın romanından uyarladığı -ve bana göre bunca dizi filmlerin içinde, halâ aşılamamış- Aşk-ı Memnu’yu yeniden çekip yayınlayacakmış. (İş nedeni ile yaptığım seyahatlerde, yanımda devamlı kitap bulundurur ve fırsat düştükçe okurum. Yıllar önce yine böyle bir seyahatte Aşk-ı Memnu’yu okuyordum. Yanımda oturan genç bir delikanlı “ne okuduğu mu” sordu, kapağını da göstererek söyledim. Bana kendisinin artık roman okumadığını, okumayı bıraktığını ve -artık- kendisinin yazmaya başladığını söyledi. Kimdi, ne yazmıştı, yazdıklarını bitirdi mi ve onları okuyan biri oldu mu bilmiyorum, bilmekte istemiyorum. Aşk-ı Memnu’ya karşı böyle cevap veren birinin, böyle tepki gösteren birinin yazdıkları beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor.)

Refiğ bir sinema filmi gibi çektiği Aşk-ı Memnu’yu, sonradan yeniden kurgulayarak sinema için de bir versiyon hazırlar, ama asıl olan doğal olarak dizi olan halidir. Refiğ, güncel bir roman (1900) olarak yazılan Aşk-ı Memnu’yu bir “çağ filmi” televizyona uyarlar. Refiğ, Uşaklıgil’in 1924’de yayınladığı Kırık Hayatlar’ı 1965’de sinemaya uyarlarken, zamanına bağlı kalmaz ve güncelleştirir. Şimdi Kanal D’nin yapmayı düşündüğü de Aşk-ı Memnu’yu adını değiştirmemesine rağmen –eğer yanlış öğrenmedi isem- güncelleştirerek uyarlayacakmış. Dünya sineması da bir çok “çağ romanını” güncelleştirerek veya zamanı ileri veya geri alarak uyarlamıştır. Sinemamız, bir çok yabancı romanı ve filmi toplumuza (çevrildiği güne) uyarlamıştır, bir çok yerli romanı da.

Reşat Nuri’nin hem oyun hem roman olarak yazdığı Yaprak Dökümü, fazla hacimli olmayan bir yapıdadır, bir ailenin dağılışını anlatır. Televizyon için yapılan üçüncü uyarlaması ise bu yılı da bitirdi, gelecek yılda devam edecekmiş, geliştikçe geliştirilmiş hali ile. Eğer Aşk-ı Memnu da güncelleştirmenin yanında böyle geliştirilecek ise hiç yapılmasın derim. Ve bu konuda “yanılmış” olmayı dilerim.

(30 Ağustos 2008)

Orhan Ünser

29 Ağustos 2008 Haftası

“9,90 YTL”, tükettikçe mutsuzlaşan bireylerle acımasızca ‘oynayan’ reklâm sektöründen bir mutsuz adamın öyküsünden hareketle, dünyayı iliklerine kadar emen ve ‘Kâr – Para Tanrısı’na taparak semizleyen açgözlü şirketler düzenini keskince eleştiriyor; bunu çağdaş sinemanın tüm anlatım olanaklarını sonuna dek kullanarak gerçekleştiriyor. Tükenişe dair son uyarılardan biri ve sinema da böyle bir şey işte: Zeki, eğlenceli ve muhalif!

“Akıllı Ol”, Bond tadında aksiyonu delice komiklikler içinde izlemek isterseniz diye… Sadece ama sadece, stresinizi bir süreliğine emanete verebilmeniz için!

“Kayıp Yüzük”, aslında hep tek bir yüreğe ait olma ve son bir dileğin yaklaşık yarım asır sonra yerine getirilmesi ekseninde, sabır, fedakârlık, dostluk sınavlarının başarıyla verilmesinin, tam bir senaryo matematiği ile saat gibi işleyen hikâyesi: Abartısız bir hüzne sahip bu usta işi film, çok farklı kuşaklardan gelen, farklı yöntemlerin oyuncularını bir araya getirdiği için de dikkat çekici.

(28 Ağustos 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Fatih Hacıosmanoğlu Röportajı, Yedinci Gemi’de!

Türk Sineması’nda son dönemlerde artış gösteren deneysel ve düşük bütçeli filmlerden biri olan Taş Yastık’la ilk uzun metrajına imza atan Fatih Hacıosmanoğlu, Yedinci Gemi’nin sorularını yanıtladı. Hacıosmanoğlu filmin çıkış sürecini anlattıktan sonra, filmdeki yoğun simgesellikle ilgili ipuçları da verdi.

Söyleşi

Yedinci Gemi: Öncelikle sizin için çok kişisel olan bu çalışmanın ortaya çıkış hikâyesi nedir? Projeye nasıl başladınız ve böyle bir film çekme projesini tetikleyen etken neydi?

Fatih Hacıosmanoğlu: Kişisel bir çalışma gibi görünüyor olsa da aslında yaşadığımız dünyada olan bitenin mikro boyuta indirgenmiş hali. Sanırım senaristi ben olduğum ve ana karakterlerden birini ben oynadığım için bu şekilde algılanıyor.

Proje Chicago’daki üniversite yıllarımda kafamda şekillenmeye başladı. Tiyatro eğitimi ile başladım ve daha sonra sinema eğitimi ile birleşince yavaş yavaş ivme kazandı. Son yıllarda ressam arkadaşlarımla geçirdiğim günler, ayrıca doğup büyüdüğüm yer olan Üsküdar’ın İmrahor ve Salacak semtleri ve çocukluk arkadaşlarım ve benim için onlar kadar canlı olan Boğaz’ın kendisi projeyi harekete geçiren ana etkenlerdi sanırım.

7G: Taş Yastık’ı bir anlamda sizin anılarınıza yaptığınız psikanalitik bir yolculuk hikâyesi olarak da tanımlayabilir miyiz?

F. H.: Evet, kısmen öyle olduğu söylenebilir ama aslında kolektif bilincin anılarına psikanalitik bir yolculuk demek sanırım daha doğru olur.

7G: Filmde simgesel bir dille birlikte pek çok da gönderme var. Bunlardan en önemlisi Hamlet olsa gerek. Ama Hamlet filmde, Şekspiryen yorumunun haricinde Homeros’un Odessa’sındaki Ithaka’ya benzer bir metafor olarak sunuluyor gibi. Hem yolculuğa başlamanın bir tetikleyicisi hem de yolculuğun sonundaki varlığıyla, yolculuğun bitiş noktası…

F. H.: Evet bir paralellik var, her ne kadar bilinçli olmasa da. Eğer derinlere dalmaya kalkarsanız bir yerlerde Homeros ile hemşeri olduğunuzu size hatırlatan bir çok güzellikle yeniden tanışma fırsatı buluyorsunuz. Sevgili Shakespeare’in Hamlet’i de içinde anlam çıkarmaya çalıştığımız insanlık serüveninde bize ışık tutan ender karakterlerden olduğu için, her ne kadar ondan arınmaya çalışıp özgün bir anlatı tasarlamış olsam da, o yine geldi ve öykümde kendi yerini aldı.

7G: Filmin anlatım yapısını oluşturan bir diğer önemli referans kaynağı da Edgar Allen Poe. Özellikle Poe’un “Rüya İçinde Rüya” şiiri kanımca Taş Yastık’ı en iyi özetleyen dizeleri de içinde barındırıyor. (Hayalde, ya da hiçbirinde / Peki kaybımdan eksilen ne? / Rüya içinde bir rüyadır. / Hep gördüğümüz, göründüğümüz.) Poe’nun filmin anlatım yapısındaki ağırlığı için ne diyebilirsiniz?

F. H.: Poe’nun rolü oldukça büyük. Özellikle “Eldorado” şiiri bana kılavuzluk etti diyebilirim. Ayrıca rüya içinde rüya da da birbirimize çok benziyoruz.

7G: Taş Yastık gerçekle düşün sentezinin yanında, büyümenin engellenemez bir şekilde insanlar üzerindeki baskısının ve anılara kaçışın da bir anlatımı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

F. H.: Her insan, tıpkı bir ağaç gibi köklerinden beslenir, yani anılarından. Ama bizim bir türlü anlamak istemediğimiz şey hayatın hep şimdide tezahür ettiğidir. Biz kararlarımızı alırken ya geçmiş yada gelecek belirler atacağımız adımı.

Söyleşinin devamına Yedinci Gemi’den ulaşabilirsiniz…

Bu röportaj Yedinci Gemi sitesi adına, Barış Saydam tarafından yapılmıştır. sadibey.com’a yayınlanması için Barış Saydam tarafından gönderilmiştir.

(21 Ağustos 2008)

Barış Saydam

http://www.yedincigemi.com

22 Ağustos 2008 Haftası

“Aynalar”, dördüncü bir boyuta açılan kapı olarak tarih boyunca efsanelere konu olmuş bu ‘sırlı ve cilalı’ camları korku unsuru olarak kullanan, görsel kaliteyi üst düzeyde sunan ve en az iki sahnesi ‘kapalı mekân korkuları’ antolojisine rahatlıkla girebilecek düzeyde olan bir hınzır film: Isaac Albeniz’in, piyano için bestelediği ama gitar sürümü ünlenen, zor ve ‘yankılı’ konçertosu “Asturias” temaya bu kadar mı iyi uyar / uyarlanır; enfes olmuş!

“Ca$h”, sevimli – üçkâğıtçı – çekici – hırsız – yakışıklı/güzel – dolandırıcı bir grup erkek ile kadının yeni numaralarında, birbirinden gösterişli, hoş, iç açıcı mekânlarda dolaştırırken izleyeni, sürprizini sona saklıyor: Tabii seleflerinin izini takip etse de, satranç oyunu gibi ‘soygun filmleri’ pek kolay yazılıp çekilemediğinden ortalamanın üzerine çıkamamış.

“Kediler Şehri”, türlerin eşitlik içinde yaşaması gerektiğine dair mesajını, hayli zor takip edilen, yer yer sert ve çocuklar için sakıncalı sayılabilecek bazı unsurlar içeren bir öyküleme ile veriyor: Macaristan, kuşku yok ki, canlandırma sinemasının (kukla özellikle) öncüsü ülkelerden biri ve buradan gelen çizgi filmin farklılığı da ‘herkes için’ olması.

“Ruhuma Asla”, tamamen ‘yalnız’ ve ‘çıplak’ kalmasına rağmen yaşama tekrar tekrar tutunabilen gencecik kızın hikâyesi üzerinden, değişimin sancılarını hala yansıyan bir toplum ve ülkeye acı bir gülümsemeyle bakış: 1928 doğumlu yönetmenin Orta Avrupa’nın yirminci yüzyıldaki muazzam tarih serüveninden süzülüp gelen olgunluğunun oldukça dinamik bir anlatımla birleştiğini söylemek gerek.

“Üç Hanedan: Ejderin Dirilişi”, yaklaşık 4000 yıllık Çin tarihinin en karanlık dönemlerinden birine ve parçalanıp bütünleşmelerle geçen döngüsüne işaret ederken asla bir tarih dersi vermiyor, ana kahramanının ‘iç gözlem ve hesaplaşması’ yoluyla savaşların sonucundaki ‘hiçlik’ duygusunu, seyredenin yüreğine yerleştiriyor. Bu film, yüksek estetik stili ve şu sözü ile hep anımsanacak: “Savaşlar zalimdir ancak askerler masumdur!”

(19 Ağustos 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ruhuma Asla

Yaşlı kurtların fırınlarından çıkmış filmleri izlemek çok keyifli. Artık taşa dönmüş filmlerini bile taparak izliyoruz ve ilk günkü sıcaklıklarındaymış gibi tat alabiliyoruz. Sinemanın ustalarının, yılların deneyimleriyle çektikleri yeni filmleri de tam bir şölen havasında geçiyor. 80’ine dayanmış Peter Bacso’nun son filmi -orijinal adıyla Majdnem Szüz şölen tadındaki filmlerden biri…

Güzel bir müzik eşliğinde, ritmik bir şekilde akan paralar… Ve biraz sonra o paralarla buluşacak, ağzının suları akmış ve gözleri paraları izlemekten şaşı olmuş küçük Boroka ile tanışıyoruz. Sanırım Bacso, ülkesini hızla saran Kapitalist düzene bir gönderme yaparak hikâyesine başlamayı yeğlemişti.

Annesi tarafından bebekken terk edilen Boroka, reşit olduğu gün, devletin kendisine yeni bir hayat kurması için verilen paranın suyunu çektirmekle meşgûl. Birkaç günlüğüne de olsa erkek arkadaşı ile birlikte kuş tüyü yataklarda uyumak, birilerinin ona hizmet etmesinin tadına varmak istiyor. Kendi deyimiyle insan muamelesi görmek için böyle bir tercih yapıyor. Yani içinde bulunduğu sistem ona insan muamelesi görmek için lüks bir suitte gitmeye zorluyor.

Henüz 18’inde olmanın bütün zaaflarını taşıyor Boroka. Toy, saf, aşık, diri, güzel, masum, yalnız… Gittiği her yerde de bakışları üstüne çekiyor. Yaşlı ve zengin para babalarının rüyalarını süslüyor. Çok geçmeden durumun farkına varan, kurnaz sevgilisi Janos, paralar suyunu çekmeye başlayınca Boroka’yı o adamlardan biriyle para karşılığı yatmaya zorluyor. Üstelik kılıfını da öyle güzel hazırlıyor ki… “Bedenin orada olacak hayatım, ruhun benimle…” sözleriyle bir güzel paketleyip satıyor Boroka’yı. Oysa ruhunun da ne kadar yara alacağını hiç hesaba katmıyor. Zaten umurunda da değil. Boroka’yı kaldığı yurttan evine taşınmasına sağlayan Janos eve her gece başka bir erkekle geliyor ve Boroka’yı acımasızca satmaya devam ediyor. Zavallı Boroka gençliğinin ve aşkın verdiği zaafla çaresiz göz yumuyor olanlara. Ancak en büyük darbe Janos’un bir motosiklet uğruna, Boroka’yı bir kadın tüccarı Ronolda’ya satmasıyla iniyor. O andan sonra film daha da trajik bir boyuta doğru ilerliyor.

Ronolda onu yol kenarında jartiyerler, topuklu ayakkabılar eşliğinde küçük bir fahişeye dönüştürüyor. Boroka’nın para karşılığı, otoban kenarından birlikte olanlara bir de Türk tırı katılıyor. Tırı sağa çekmiş, altın kolyeli, kafaları oldukça iyi, bir grup Türk ile karşılaşıyoruz. Üstelik bir de yolun kenarında -sanırım- kuzu çeviriyorlar. Ve tıpkı ilk insanlar gibiler… Yani bu niye böyle bir tipleme bir anlam veremedim. Bilmiyorum belki de vermeliyiz. Çünkü filmdeki o detay beni oldukça utandırdı ve üzdü. Sanırım bize uzak bir tablo da değildi… Bir an Boroka’nın sonunun barış gelini Pippa Bacca’ya benzeyeceğini ve filmin oracıkta biteceğini düşünerek dehşete kapıldım.

Tüm bu olanlardan sonra, film çok daha trajik boyutlara doğru ilerleyecekmiş gibi görünürken Boroka’nın Morics adlı bir gençle tanışmasıyla film oldukça keskin bir viraj alıyor. Bambaşka bir yöne doğru ilerliyor.

Ülkesini hızla saran kapitalist sisteme göndermeler yapan, kadın ticaretine işaret ederken, kadın bedenin sadece cinsel bir obje olarak görülmesine feminist bir duyarlıklıkla yaklaşan, seks işçilerinin de devlet tarafından korunması gerektiğini gündeme getiren çok yönlü bir film Ruhuma Asla. Pastel renkleri, müzikleri harika bir uyum içinde. Júlia Ubrankovis’in harika performansı da göz ardı edilmemeli. Oldukça zor bir rolün altından başarıyla kalmış.

(13 Ağustos 2008)

Gizem Ertürk

15 Ağustos 2008 Haftası

“Annemin Yeni Sevgilisi”, ‘tamamen eğlendirmeye yönelik çekilmiş hoş güldürü’ gibi düz bir tanımdan fazlasını hak etmiyor.

“Star Wars: Klon Savaşları”, serinin tüm fanatiklerine özel, ikinci ile üçüncü bölümler arasında yeni bir cephe açan ve entrika çözülene kadar da hiç durmadan akan bir serüven – aksiyon: Animasyon olarak ise, Uzakdoğu’daki sanatçıların devreye sokulduğu, biraz ‘ucuzcu’ bir yapıya sahip.

“Zohan’a Bulaşma”, saçma / uçuk kaçık / çılgın film türünün en iyilerinden… Politik olarak söyledikleri, ciddi bir filmin işaret ettikleri denli dikkat çekici… Sinema sanatının (genel anlamda sanatın) nasıl sınırsız bir hoşgörü ve özgürlük ikliminde var olması gerektiğine dair de önemli bir örnek. Asla kaçırmayınız!

(13 Ağustos 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

………………………… (Bu Yazının Adı Yok)

Günler geçiyor, bir yılın daha sonuna yaklaşıyoruz, yeni yılın ilk günlerinde bitirdiğimiz yılın olayları yazılırken, önemli olaylar sayılanacak, yitirdiklerimiz anılacak. Yitirdiklerimiz… Müzik ve televizyon dünyasından, sinemaya da bulaşmış Osman Yağmurdereli siyasi kişiliği nedeni ile de kalabalıklarca uğurlandı. Gazete sütunları arasında kaybolmuş bir haberde, aslında tiyatrocu ama sinemada da birkaç filmde oynamış, başrollere hiç çıkmamış Sevim Çalışgir de geçtiğimiz günlerde yitirdiklerimizden, duyulmadan, duyulsa da -çoğunlukça- kim olduğu bilinmeden, yakın çevresince anılarak aramızdan ayrıldı.

Sonraki günlerde bir sabah televizyonda bir zamanların Peri-Han’ının da ayrılış haberini izledim. Kimsesiz, yoksulluk ve yoksunluk içinde… Eski bir sinema oyuncusu idi, ilk filmi Peçeli Efe’de (Faruk Kenç) başrol oynamıştı, daha sonraki rollerinde -daha çok- olumsuz kadın tiplerinde seyrettik O’nu… Yeşilçam 30 yıla yaklaşan bir süreçte, kitleleri sinemalara doldurdu, başlangıç günlerinde 50’lerde dolaşan film sayısı gün geldi 300’lere ulaştı. Yıldızlar, karakter oyuncuları -ne demekse- figüranlar yetiştirdi, kimi uzun süreli, kimi kısa süreli, tek filmlileri bile var.

Başlangıcından sonra geçen zaman içinde ülkeler, kendi sinemalarını oluşturdu. Bunlar içinde sınırları dışına rahatça çıkan -tüm dünyayı pazarı olarak gören- Hollywood ve oyunu daha küçük oynayan bazı ülke sinemaları kendi düzenlerini kurdular. Sinematek’in yayınladığı “Yeni Sinema” Dergisi’nin 1. (veya 2.) sayısında yıllardır film çeken Polonya’da -başlangıçtan beri- 200. filmin çekildiği ve bunun kutlandığı yazıyordu, o yıl (1965) ise Yeşilçam 215 film çekiyordu. 43 yıl sonra film sayılarımız hayli gerilerde kaldı, Yeşilçam bitti, hiçbir zaman sermayesi olmayan / oluşmayan Yeşilçam “krallığının” çilekeş emekçilerinin çoğu sessiz sedasız aramızdan ayrılıyor. Bazıları hâlâ ayakta, çalışanlar bile var. Bu güne kadar 7000’e yakın -belki de fazla- film üretmiş sinemamızda bu “krallığın” çalışanlarının, artık çalışmadıkları günlerde -ve ilerlemiş yaşlarında- ki “sosyal güvenceleri” yeterince sağlanmış mıdır? Mevcut kuruluşların çalışmaları yeterli midir? Bu gün için dahi, çalışıldığı günlerde de -yukarıdakiler hariç- yeterince ekonomik güce kavuşamamış, o eski-lerden yardıma / bakıma muhtaç kaç kişi vardır ki öldüklerinde -o da duyulursa- anılırlar, yahut cenazelerini belediyeler kaldırır.

Peri-Han’ın sessiz sedasız ayrılışını görsel basından öğrendikten sonra, ağırlık olarak müzik dünyamızın bir duayeninin de haberi geldi. Ahmet Sezgin de tedavisini gördüğü kolon kanserine yenik düştü. Sezgin de popülerliğinin tırmandığı günlerde bir çok meslektaşını perdeye taşınması gibi sinemanın misafiri olmuş ve Türker İnanoğlu’nun Mirasyedi (1965) filminde Filiz Akın ile oynamış, oyunculuğu da denemişti. Müzik dünyamızın bu ünlü ismi arkasında da bir Yeşilçam anısı da bırakmıştı.

Haber: Bu Defa Kitap (Özellikle “Sinema”) Café

Epey zaman oldu, (sırf) “sinema” kitapları yayınlayan ES Yayınları, yeni bir atılımda bulunuyor. Evrensel Sanat Kitap Café açıldı. Yayınevinin bulunduğu, Kadıköy, Osmancık Sokak, No: 7’de bulunan, trafiğe kapalı sokağa da taşan kitap café, şimdilik ağırlıklı olarak sinema kitaplarına öncelik veriyor. Bu yelpaze genişleyecek, ayrıca okurların da katılabileceği sohbetler de önümüzdeki sezonda gündeme alınacak.

(11 Ağustos 2008)

Orhan Ünser

08 Ağustos 2008 Haftası

“Bonneville”, biricik aşkınızı kaybetseniz de mutlu olmaya devam edebilmenizin sırrına ereceğiniz, salt nefes alıp vermenin ötesinde hayatı damıtanlar için keyifli bir yolculuk: Şu sıralar, bu filmdeki üç kadın oyuncu dışında hiçbir şey bana bu denli keyif veremez.

“Ölüm Kapanı”, standart dışı olanların -otistik bir kızın örneğin-, nasıl farklı bir paralel dünya ve ‘karanlık’la ilişkide olabileceğine dair öyküsü ile psikiyatrinin ilgi alanına, keskin stili ile de modern korkuların estetiğine sahip: Müzisyen Lordi abartmamış, gerektiği kadar ve şekilde yer almış.

“Resimdeki Hayalet”, mağdur (zaten mağdur olmayan hayalet çok azdır) bir hayaletin öyküsü olarak tam ama tam dozunda korkutuyor ve sağlam stili sayesinde sıkıcı olmaktan kurtuluyor: İnsan ruhunun kötülüğü karşısında da -tuhaftır- şaşırmamızı sağlıyor.

“Uyurgezer” halinizden ve bir gün gelip yaşamınız boyu sizi takip etmiş geçmiş zaman gölgelerinden kurtulup hesaplaşmaya kalkışırsanız, dikkat edin, hoyratlık en yakın dostunuz (!) olabilir: Oradan oraya savrulmuş hayatların özgürleşmesi üzerine bir öykü olan film, hiç beklemediğiniz gelişmelerle şaşırtıyor, üzüyor, tedirginlik veriyor ama gerçeklikten ayrılmıyor.

“Ziyaretçiler”, şiddetin illa da anlamlı bir nedene ihtiyacı olmadığını bir defa daha örneklerken, gerçek bir gerilim yaratmasını biliyor: O kadar ki, gerilirken tırnaklarınızı koltuğa geçirebilirsiniz!

(07 Ağustos 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Film Yönetmenliği Kampı

Geleceğin Yıldızları’nın düzenlediği film yönetmenliği kampından bu hafta döndüm. Bu 15 günlük kamp süresince oldukça eğlendim, bir o kadar da öğrendim ve tecrübe kazandım. İleride sinemayı meslek olarak düşündüğüm için benim için iyi bir deneyim oldu.

Geleceğin Yıldızları her yaz 13 – 16 yaş arasındaki gençlere Uludağ’da 15 gün bu kampı sunuyor, bu süre içerisinde 1 gün film eğitimi veriliyor, ikinci gün gruplar kuruluyor, senaryolar yazılıyor ve her grup kendi filmini koçların yardımıyla çekmeye başlıyor. Kampın bir güzel yanı ise koçlarımızın genç ve her an bizlerle birlikte olmaları hatta filmlerimizde rol bile almalarıydı. Bu durum bizim ortamı daha çok sevmemizi sağladı ve bu kamp boyunca film çekmenin o kadar da kolay bir şey olmadığını anladım. Uzun metrajlı filmler de kimbilir ne zorluklarla çekiliyordur. Artık film izlerken eskisinden daha objektif bakıyorum ve filmlerde çalışan insanların emeklerini de göz ardı etmiyorum.

Yaptığımız filmler bittikten sonra ise bir gala gecesi düzenlendi. Öyle bir ortam vardı ki kendimizi Oscar törenine gider gibi hissettik. Yere kırmızı halı serilmişti, herkes en şık kıyafetlerini giymişti ve salona girerken Geleceğin Yıldızları’nın diğer aktivitelerine giden kampçılar tarafından coşkuyla karşılandık. Geleceğin Yıldızları’nın aynı zamanda İngilizce, Fiziksel Gelişim ve Uluslararası İlişkiler kampları da var.

Gala gecesinde 4 grup olarak yarışıldı ve diğer aktivitelere giden kampçılar filmlerimizi oyladı. Yarışmayı kazanamadık, birinci ise Geçmişe Dair adlı psikolojik bir filmdi ama En İyi Görüntü ödülünü de bizim grup aldı. Bu kampın esas amacı ödül almak değil, takım çalışmasını öğretmekti, bunu da başardığına inanıyorum.

Sadece film çekmekle yetinmedik, Bursa gezisi yaptık, sinemaya gittik, İskender Kebap yedik, bowling oynadık, ayrıca akşamları da kampçılar için disko düzenlendi. Kampımızın baş koçu olan Olgu Baran Kubilay son kısa metrajlı filmi olan Hayal’de türban konusunu bir solcunun gözünden anlatmıştı. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla çekilen Hayal başarılı bir kısa filmdi, umarım ileride bizler de böyle işler yapabiliriz.

Bu arada şu sıcak günlerde güzel bir Uludağ havası da iyi geldi, orada kazakla geziyordum İstanbul’a vardığımda da bunaltıcı bir havayla karşılaşmak beni üzdü. Akşamüstünden önce dışarı çıkamıyorum, yine soğuk sinema salonlarına başlayacağım gibi görünüyor.

13 – 16 yaşlarında sinemaya meraklı arkadaşlarım gelecek yaz bu kampı kaçırmasın derim.

(03 Ağustos 2008)

Emir Batuş

Suna Bulaner’den Başlarsak

Can Yoldaşı (1952 / Talat Artemel) filminin oyuncularını sayarken Agâh Özgüç, Suna Pekuysal’ın da adını veriyor, doğru ama, afişlerde Pekuysal’ın adı Suna Bulaner diye geçmektedir. (Her ne kadar son günlerde Pekuysal ile ilgili haberlerde gerçek soyadının ‘Belener’ olduğu belirtiliyorsa da, Suna, sinemada oynadığı ilk filmde annesinin soyadını kullanır “:Bulaner”. Annesi “Hadiye Bulaner” de babası ile birlikte -o zamanlar- Şehir Tiyatrosu “figürasyon” oyuncu kadrosundadır.)

Tiyatro eğitimi alacak olan Suna Pekuysal, tiyatronun yanında sinemada da oyunculuk yapacaktır. Yeşilçam döneminde “afişlerde adları küçük harflerle yazılı” olan sinemamızın “gerçek” omuzlayıcıları arasında yerini alır Pekuysal. Filmin starının arkadaşı olur, mahallenin delişmen kızı olur. Otobüs Yolcuları’nda her sabah bindikleri belediye otobüsünde çantasından defteri çıkarır gibi rahatlıkla bir kurukafa çıkarır -Tıp Fakültesi’nde öğrencidir- yanındaki yolcuyu -her halde her günkü yolculardan değildir- yerinden sıçratır. 1964’de -yine- Sadık Şendil’in senaryosundan Yılmaz Atadeniz’in çektiği Yedi Kocalı Hürmüz’de başrol oynar. (Bildiğim tek başrolü, başka varsa benim eksiğim. Ne yazık bu filmi göremedim. Şendil’in tiyatroda da oynanan, oyununu da yazdığı bu konu, sonraki yıllarda Şoray’ın oynadığı Atıf Yılmaz versiyonunu da yazacaktır. Tiyatroda Ayfer Feray, Ayten Gökçer’in, sinemada Şoray’ın oynadığı Hürmüz, Şendil’in oyun / senaryosu tarihsel bir dönemde geçen bir komedidir; Pekuysal’ın oynadığı Yedi Kocalı Hürmüz’de bu tarihsel dönemde mi geçiyor, filmi göremediğim için bilemiyorum ama merak ediyorum.)

Pekuysal, bir çok rolün altından rahatlıkla kalktı, sinemada (Yeşilçam’da) kendisine biçilen roller -zamanla değişse de- belirli kalıplar içinde idi. Her seferinde -yeniden- seyredilmesini kâbul ettirdiği roller… Şehir Tiyatroları kadrosunda -dile kolay- 54 yıl, bir oyuncu için bundan büyük ödül olur mu? Rahatsızlığı nedeni ile vücudunun aldığı eğimi, rolünü ulaştırdığı düzey ile gözlerden uzaklaştırabiliyordu. Lüküs Hayat’ın uzun yaşamında katkısı olduğu kaçınılmaz. Operetin sıradan şarkılardan biri olan “Berelim” şarkısını -benim seyrettiğim birkaç gösteride- Sezai Alptekin ve Zihni Göktay ile birlikte “en az” “üç” kez söylemeleri, hele bir defasında -diğerleri ile birlikte- soluk soluğa kalmış Sezai Alptekin’in “yorulduk, izin verin biraz dinlenelim” demesi, şarkı kadar ilginçti. Lüküs Hayat ilk gösterisinde Halide Pişkin’in oynadığı rolü oynarken Pekuysal, rolün dışına çıkarak, diğer oyunlar (ve filmlerle) Pişkin’in günümüzdeki temsilcisi (ama kendisi) olduğunu da her ikisini seyretme mutluluğuna erenler teslim edeceklerdir. Pekuysal’ın -şimdilik- “kadınlar için pek kolay bir tarz olmayan: komedi”de, birçok başarılı (ve yetenekli) meslektaşı arasında bir ardılı yoktur. Adını sayabileceğimiz birkaç komedyen kadın’dan, hepsi için herkesin hemfikir olması her zaman mümkün olmayabilir.

Zihni Göktay’ın “O’ndan çok şey öğrendim” demesi, uzun süre karşılıklı oynamalarının bir eğitime dönüşmesi -bu kendiliğindendir- eğitime katılan başkalarının olmasına da yardım edecektir.

Yukarıda da değindiğimiz vücudunun rahatsızlığı, sinemadan son yıllarda uzak kalmasına neden olmuştur demek kolay gibi görünse de yeterli değildir. Pekuysal –sinemada- Yeşilçam’ın bir biçim biçtiği oyuncu idi, bitmesi ile bu biçilmiş kaftanlar artık gardıroba kaldırıldı. Ama bu unutuldukları anlamına gelmez, Ömer Vargı’nın İnşaat filminde “pencerede oturan kadın” olarak, aklıma geliyor, film 2003 yapımı, 2008 yılındayız, beş yıl geçmiş, kendini -bu ufacık rolle bile- hatırlayabiliyoruz, az şey mi? Oyunlardaki rollerini bilmem ama, ekranlarda oynayan filmleri oldukça, hiç değilse zamanında seyretmiş olanları -yeniden- heyecanlandıracak, (belki yeni görenleri de şaşırtacak.)

*****

Fess Barker Wanted

İkinci, üçüncü sınıf serüven filmlerinin oyuncusu Fess Barker’ın oynadığı bir filmdi, adı -yanılabilirim- Nehir Korsanları olabilir, kahramanımız bir meyhanede biri ile “nişancılık” konusunda iddiaya girer, bir kişinin başındaki bardağa ateş edilecektir. Bahsin diğer tarafı ateş eder ve hedefi vurur, sıra kendisine gelen kahramanımız (!) meyhanenin içinde bir tur atar ve bazı şeyleri, bir tavayı, bir gaz lâmbasının aynasını -şimdi anımsayamadığın 2, 3 şeyi daha- düzeltir ve namlusu arka tarafa gelecek şekilde tüfeğini omzuna koyar ve eline aldığı aynadan nişan alarak ateş eder. Misket şeklindeki mermi, tavaya, lâmba aynasına ve diğer şeylere çarpıp sektikten sonra arkadaşının başındaki bardağı vurur. Çok gülmüştüm. Film de benzeri eğlenceli olaylarla ilerleyen bir komedi / serüven filmi idi.

Fess Barker’in benzer bir iki filmini daha görmüştüm. Şimdi Wanted’ı seyrettim. Finalde sıradan bir kişi iken, babasını öldürmek için üretilen kahramanımız çevresinde bir halka oluşturan hepsi profesyonel nişancılar, dramatik söylevden sonra kadın vurucunun dairesel bir yol izleyen kurşunu ile sıra ile ölürler ve en sonunda ateş eden kişi de. Hiçbir kurşun düz bir yol izlemez ama filmde, finalde gösterildiği -ve daha önce sözü edildiği ve gösterildiği gibi- bir yol da izlemez ve -filmdeki gibi- en az beş, altı insan başına girip çıkarak bu yolu izlerse… Bu kez, Fess Barker’in filmindeki kadar gülemedim.

Son dönemlerde sinema, gelişen teknolojisi ile seyri güzel ama hızlı temposu nedeni ile -saçmalığı- gözden kaçan gösterilerine “yeni” boyutlar katmaya devam ediyor.

Teknolojik bir gösteri değildi ama, Butch Cassidy and the Sundence Kid filminde bir tren sahnesinde, soyguna uğrayan trenden şerif ve arkadaşları hazırlanmış oldukları vagondan dolu dizgin çıkarak “Buch Cassidy ve Sundance Kid’in” peşine düşerler. Bu filmin çekilişi sırasında hazırlanmış The Making of Buch Cassidy and Sundence Kid filminde, bu sahnenin çekilişi gösterilir. Kapalı bir vagondan peşi peşine 7 – 8 kişinin doludizgin çıkmaları mümkün değildir. Ama çekim sırasında, çekilen filmin kamerası, asıl filmin kamerasının görmediği bir noktadan, vagonun çıkış kapısının karşısındaki ikinci kapının dışına konan bir rampayı ve -vagon- dışında bekleyen atlıları gösterir. Soyguncuların peşine düşülmesi için öndeki kapı açılınca, vagon dışındaki atlılar peşi peşine “doludizgin” vagona girerek -filmin kamerasının gördüğü açıdan- “doludizgin” dışarı çıkarlar… Hep bilinen şeyleri “yeniden” şunun için yazdım. Ben geçen yüzyılın ilk yarısından kalma bir sinema meraklısıyım, film (sinema) eninde sonunda film’dir. Gözümüzün “bir” kusuruna dayanan, bir teknik gösteriden geliştirilen bir sanat. Ama gelişmesinin bir aşamasında ulaştığı Fess Barker’in filmindeki esprili “atış numarası”nın, bugün Wanted’da eriştiği (gösterdiği) numaralar -teknolojik üstünlüğüne rağmen- daha keyifli değil. Karşılaştırdığım her iki film de, esprili serüven filmleri, eğlencelik şeyler, seyircisi çok filmler ama benim tarzlarım değil…

(01 Ağustos 2008)

Orhan Ünser

Bombalar Altında

Her şeyden önce kaygılı bir film Bombalar Altında. Dünyada olup bitenlere karşı kaygı duyan, rahatsızlığını dile getiren, dertli – tasalı, duyarlı bir film. Ne anlatmak istediğini çok iyi bilen, kendinden emin… Bir taraftan siyasi sinema yapma misyonunu üstlenirken, diğer taraftandan da sanatsal anlayıştan taviz vermiyor.

Sundance Film Festivali Özel Seçkisi olarak dikkatleri üzerine toplayan film, bugün itabiriyle ülkemizde de viyona giriyor. Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı filmi ile aynı gün vizyona girecek olan film, ne kadar ilgi görür, hatta görür mü, ne yazık ki şüpheliyim. Hatta Bombalar Altında vizyona girdiğinde Kara Şövalye fırtınası biraz dinse de rüzgârı hafiften esmeye devam edecektir. En azından filmin lâyığını bulmasını ve mümkün olduğunca fazla kişiye ulaşmasını temenni ediyorum. Çünkü gerçekten buna değer Bombalar Altında.

Film gerçek bir olayı, “12 Temmuz – 14 Ağustos 2006” yılında yaşanan İsrail – Lübnan çatışmasını mercek altına alıyor. İsrailli askerlerin, Hizbullah tarafından rehin alınması ve bir kısmının öldürülmesi sonucu patlak veren savaşın yıkımları tüm gerçekliğiyle perdeden yansıtılıyor. Daha doğrusu İsrail’in, Lübnan’a yerleşen Hizbullah örgütüne bombalar yağdırmasını.

Filmin hikâyesine gelince; aslında Lüblanlı olan ama kocasının işi sebebiyle Dubai’ye yerleşmiş Zeina adında genç bir kadınla tanışıyoruz. Kocasıyla boşanma arifesinde olan bu kadın, sorunlarını oğlu Karim’a yansıtmamak amacıyla onu Lübnan’daki kız kardeşinin yanına, yani memleketi Kherbet’e göndermiş. Bu sırada patlak veren savaş yüzünden apar topar Lübnan’a gitmeye çalışıyor genç kadın. Çünkü oğlu “Bombaların Altında”. Uzun yıllardır ülkesine gelmemesi sebebiyle de kültüründen bir hayli uzaklaşmış. Buna da dikkat çekiyor film aynı zamanda. Zeina’nın görüntüsü “nereye geldiğinin pek de farkında değil” imajı çiziyor. Derin dekolteli mavi elbisenin içinde savaştan yakılıp yıkılmış bir ülkeye değil de bir partiye katılmak üzere gibi… Tabi ülkeye adım atar atmaz tüm gerçeklerle yüzleşiyor. Yüzleştiği gerçek, 33 gün boyunca aralıksız devam eden ve ardında 1189 sivil ölü bırakan savaşın kalıntıları…

Ablasının ölüm haberi ile yıkılan kadın, bu kez oğlunu aramaya başlıyor her yerde. Zeina’ya eşlik eden taksi şoförü Tony’nin arabası gözümüz oluyor… Tony şehri turladıkça, biz de etraftaki yıkıma ve vahşete tanık oluyoruz. Savaşın tozu dumanı arasında yeşeren bir de aşk var… Tony ile Zeina’nın itiraf etmeye çekindikleri aşkları. Ülkede savaş çıkmış. Binlerce ölü var. Kocasıyla boşanmak üzere olan, ablasını kaybetmiş ve oğlunu arayan bir kadın profili var karşımızda. Pervasızca aşkın kollarına atamıyorlar kendilerin elbette. Ama istiyorlar belli. Kim için, ne için olduğunu bilmedikleri bir savaş, umurlarında bile değil. Hiçbirimizin değil aslında…

Zeina, savaşın acımazsızlığına karşı sessiz kalmıyor, sorguluyor ve isyan ediyor. Aslında hepimizin söylemek istediklerini, haykırıyor: “Bu benim savaşım değil.”

Zeina’nın çığlığı tüm sivillerin ortak mesajı. Evet, savaşlar biz sivillere ait değil. Çünkü bizler sebebi ne olursa olsun, savaşlar ile ilgilenmiyoruz. Savaşların kutsallığıyla falan da ilgilenmiyoruz. Çünkü hiçbiri kaybedilen bir anneden, babadan, kardeşten ya da dosttan daha önemli değil. Hiçbir savaş yok olan bir hayattan daha önemli değil. Ne uğruna olursa olsun…

(01 Ağustos 2008)

Gizem Ertürk