Kategori arşivi: Yazılar

Bunları Yazmak Gerek 6: Hay Sansürler Götürsün Sizi!

Bu konuyu sıkı takip eden biri olarak yazmaktan, konuşmaktan sıkıldım, bıktım… Bu nedir ya? 2008 yılındayız. Belediye Başkanı gururla ilan ediyor, festivale 10 milyon YTL ayırdık diye… Uluslararası festivalmiş! Bakanlık büyük destek veriyor vs. Tatil yapan, göbek atan uluslararası oyuncular falan… Zannedersiniz ki Türkiye film üretme merkezi olmuş (bu konuyu yazacağız ileride). Öte yandan, aynı ülkede, Bakanlık bürokratları, resmen, yazılı olarak sansür içeren “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” üzerinde değişiklikler yapmamakta diretiyor. Kaç yıldır da tuhaf uygulamalar devam ediyor. Şimdilerde birkaç Türk filmine yanlış yaş sınırlandırması getirildi diye ilgili şirketler veryansın başlattı. E, ne diyelim: “GÜNAYDIN!”

Başka şirketlerin canı, yabancı filmlerle ilgili yanarken seslerini çıkartmayanlar şimdi “bu ne rezalet!” demeye getiriyorlar. Oysa hem yapımcıların, hem de ithalâtçıların birlikleri / dernekleri var. Baskı grubu oluşturabilirler. Bu yönetmelikteki bazı maddeler ve ikisi ehil olmayan üç üyeden oluşan alt kurulun yapısı değişmediği sürece, daha çok acayip kararlar alınacak.

Kâğıt üzerinde sansür yetmiyormuş gibi başımıza bir de “kraldan çok kralcılar”ın sansürü çıktı. Son Kumsal adlı belgeselin başına gelenleri biliyorsunuz. “Başbakanına haksızlık yapıldığına inandığı için tepki gösterdiğini söyleyen” bir belediye başkanı sansür tarihine geçmişti!

İsviçre’de düzenlenen Culture Scopes Festivali’nde gösterilecek GİTMEK filminin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Yazar’ın kişisel inisiyatifiyle sansürlendiği iddiasına dayanan yeni olay ise -neredeyse- “sözün bittiği yer”!

Filmi izlemeyen İbrahim Yazar’ın “Bir Türk kızı Kuzey Iraklı bir Kürt’ e âşık olamaz, bu filmin gösterilmesi Türkiye açısından negatif bir propagandaya yol açabilir,” diyerek filmin festival programından çıkartılmasını istediği ve aksi takdirde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından festivale yapılacak 400 bin Avro para yardımının yapılmayacağı, festival yöneticisi Jurriaan Cooiman tarafından açıklanmış…

Tam olarak buysa sansür öyküsü (ben yalanlama geldiğini okumadım), “vah, vah”! Bir ülkenin Kültür Bakanlığı kimlere emanet!

Sinemamızda gördüğüm “en nefes alıp veren filmlerden” olan “Gitmek”te iyi ki âşık olmuş Türk kızı Kürt’e… Aşklar sansürsüz, engelsiz yaşansın ki, gelecek kuşakların Kültür Bakanlıklarında görev alanlar o aşkların güzelliğini yaşayan/yaşatan insanlardan oluşsun, filmlerin rengârenk bir dünyada izleyicilerle buluşmaları için yüreklerini koysunlar ortaya. Vallahi, bu dünyada bir Türk kızı Kürt’e âşık olabileceği gibi, bir Kürt kızı da Afrika-Mali’ye, Nijer Deltası’na -meselâ araştırmacı olarak- gider ve Dogon halkından (GEO Dergisi Ekim sayısında okuduğum için aklıma geldi) birine âşık olabilir. Ya da Aborjin erkek, Afgan kıza vurulur! Aşk bu ya, engel mi tanır, sansür mü dinler?

Not: Ali Murat Güven, “değerlendirme ve sınıflandırma” ile ilgili ayrıntılı bir yazı kaleme almış. Mutlaka okuyunuz (http://yenisafak.com.tr/Sinema/?t=29.10.2008&i=146830).

(06 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

07 Kasım 2008 Haftası

“Quantum of Solace 007”, hız, hareket, dövüş, ülke-mekân zenginliği açısından en dolgun ve doygun Bond filmi olabilir, en gerçekçi zeminde ilerleyen öyküye sahip ve en ‘Bond gibi olmayan Bond’ olanı da! Sonuç: Kaçırmayınız!

“Issız Adam” ile ilgili eleştiri hakkımı saklı tutmak kaydıyla sadece şunu söylüyorum: “Ulak” adlı ‘piyes’ten sonra Çağan Irmak doğru bir karar alıp ‘aslına rücu etmiş’, “mala davara hayrı olmasa” da, birazcık uzun ama sıkılmadan izlenebilen bir filme imza atmış.

“Güneşin Oğlu”, “Polis” ile sevip daha da farklı filmler beklediğimiz Onur Ünlü’nün, bir miktar mitolojiden beslenen tinsel bir fantastik öykü yazıp bunu kâğıt üzerinde bırakacakken -ne yazık ki- bir sinema filmine dönüştürme talihsizliğine düşmesi üzerine katlanmak zorunda kaldığımız işkencenin adı: Keşke senaryoyu e-postayla gönderseydi de, okuyup kafamızda kendi komik filmlerimizi çekseydik!

(05 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kurucu Baba’mızı Canı Gönülden Sevmemiz İçin Pek Çok Nedenimiz Vardır

Kitaplar (Latife Hanım / İpek Çalışlar) yazılıyor, filmler (Mustafa / Can Dündar) çekiliyor. Çekilmeyen filmlerin senaryoları (Gazi ile Latife / Halit Refiğ) yayınlanıyor. Cumhuriyetimizin Kurucu Baba’sının kendisine hakim olmak isteyen, kendisi üzerinde egemenlik kurmak isteyen ve O’nu herkesin yanında “Kemal! Kemal!“ diye azarlayan çok kıskanç genç bir kadınla yürütemediği evliliği odak ya da arka plân alınarak bir dönem gündeme getirilmeye çalışılıyor. Yukarıda sözünü ettiklerim tamamen Türkiye pazarı için üretilen eserler.

Bu arada Kurucu Baba’mıza dünya çapında bir ilgi de yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. Dünya çapında kitapları çok satan bir romancı (“Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini”nin yazarı 1954 doğumlu Louis de Bernieres) O’nu 2004 yılında yayınlanan kitabının (Birds Without Wings – Kanatsız Kuşlar / Altın Kitaplar Yayınevi; Türkçeye çeviren: Bahar Ö. Düzgören) baş köşesine oturtuyor ve ana karakterlerinden biri olarak seçiyor. Üstelik bu romancı dünyanın en iyi yazarlarından Charles Dickens’la kıyaslanan, A+ bir sanatçı, yaratıcı, dahi, düşünür.

Böylece Türk ve Kürt yazarlarımızın bir türlü hayatını, eserlerini, başarılarını, mirasını, iç dünyasını, düşüncelerini konu etmediği ya da nedense konu etmeye fırsat bulamadığı Kurucu Baba’mıza uluslararası bir ilginin milâdı 2004 yılı oluyor.

Kurucu Baba’mız hakkındaki biyografilere daldığınızda O’nun kendisine tapınılmasını asla istemeyecek bir lider olduğunu anlıyorsunuz. “Beni hatırlayınız” sözü de O’na yakışıyor. Ancak sadece hayatındaki facialarla, felâketlerle, fiyaskolarla değil.

Kurucu Baba’mızın başarıları ve eserleri henüz lâyığınca anlatılmadı.

Ne yazık ki durum böyle.

Hataları yok mu? İzmir Suikast girişimi bahane edilerek muhalefet kalıntılarının üzerine “yargısız infaz” anlamına da gelen İstiklâl Mahkemeleri gibi orantısız bir kuvvetle demir yumruk indirilmesini kimse savunmamalı. Eski maliyeci Cavit Beyin suikast girişimiyle bir alâkası olmadığı halde canının alınması vicdanlara sığabilecek bir karar değil.

Nazım Hikmet ve Kemal Tahir’in düşünce suçlusu olarak uzun yıllar hapislerde süründürülmesi de, İnönü döneminde Sabahattin Ali’nin öldürülmesi de çok yanlış uygulamalar.

Kötü niyetli değiliz ve başka örnekler vermeyeceğiz.

Ancak, bunca yıl sonra, kurban edilenlerin ve hakları yenenlerin itibarını iade etmek yapılan haksızlıkları telâfi etmese de gereklidir.

Peki bizler Kurucu Babamızı yeterince anlamayı denedik mi? O’nu anlamaya çalıştık mı? Mirasyedi gibi mi davrandık? Görmemiş, görgüsüz bir hovarda gibi mi mirasını harcadık? O’nun değerini ve kıymetini bilmeyi başarabildik mi?

O’nun en büyük başarıları henüz yeterince anlaşılmamış, yeterince anlatılmamıştır ve anlatılamamıştır.

Bunlar nelerdir?

Kadınlara erkeklerle eşit haklar vermiş ve onları bir çeşit kölelikten kurtarmıştır.

Osmanlı’nın Dolmabahçe Sarayını yaptırmak gibi nedenlerle tefecilerden aldığı ve yüksek faizler işletildiğinden dağlar gibi olan dış borçlarını tümüyle kapatmış ve kendi dönemi boyunca dışa borçlanmamaya, dışa bağımlı kalmamaya özen göstermiştir.

Din ve devlet işlerini birbirinden ayırması nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke için çok önemli bir devrimdir. Bu uygulaması Müslüman dünyada bir ilktir. Ancak İsmet İnönü dahil kendisinden sonra gelen idareciler giderek dozu artan bir şekilde karşı devrimcilere tavizler vermişlerdir.

Savaş acılarını, felâketlerini tattığı için, macera aramamış, mimarı olduğu devleti ve onun vatandaşlarını savaş rüzgârlarının dışında tutmayı ilke edinmiş ve mirasçısı İnönü’yle birlikte Türkiye’ye uzun bir barış dönemi armağan etmiştir.

Özellikle Sovyetler Birliği ve İran gibi güçlü komşularla iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır.

Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın, iyi taraflarını almamız ve o ülkelerin gelişmişliğini, sanayileşmesini, kalkınmasını yakalayabilmemiz için büyük adımlar atmışır ve büyük çabalar harcamıştır.

Çağdışı bir kurum olan monarşiyi sonlandırarak Türkiye’yi bu açıdan İngiltere ve Japonya’nın bile önüne geçirmiştir.

Örnekleri çeşitlendirmeyelim; isteyen tarih kitaplarında daha başka başarılarını da bulabilir.

Bu vatanda yaşayan herkesin nefes alıp verdikçe Kurucu Baba’mızı gönülden sevmesi için pek çok nedeni vardır. O’na minnettarız ve O’na yaşadığımız sürece borçlu kalacağız.

Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun kırk parçaya ayrılmasından O’ndan başka herkes sorumludur. Bunun için hiçbir şekilde O suçlanamaz ve suçlanmamalıdır.

Kurucu Babamız kısa yaşamına “Tek Adam” olarak pek çok başarı sığdırmayı başarmıştır. O’nun ölümünden yedi yıl sonra 1945’te Avrupa, Sovyetler Birliği, Japonya, hatta kısmen Japon işgâlindeki Çin savaş nedeniyle bir baştan bir başa enkaz haline gelmişti. Japon ordusu yüzbinlerce Çinliyi süngü eğitiminde katletmişti. Amerika Birleşik Devletleri ise İkinci Dünya Savaşı sonunda savaş harcamalarından dolayı tamamen ekonomik iflâsın eşiğine ulaşmıştı. O savaşta ölen insan sayısı 70 milyonu geride bırakmıştı.

İspanya, Portekiz, İsveç, İsviçre ve Türkiye gibi ülkeler savaşın dışında kalmayı başarmışlardı. Savaşta harabeye dönen ülkeler çok kısa sürede kalkınmışlık ve gelişmişlik açılarından savaş rüzgârlarının sadece yaladığı Türkiye’ye misli misli fark atmayı başardılar. O ülkelerle aramızdaki farkın dramatik bir şekilde açılmasından ise Kurucu Baba’mızın hiçbir sorumluluğunun olmadığını O’nu sevmeyenler, O’ndan nefret edenler bile kabûl etmek zorundadır. O’ndan sonra gelen tüm idarecilerimiz ekonomik krizden krize savrulmamızdan az ya da çok sorumludurlar.

(05 Kasım 2008)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Milletçe “3 Maymun”u Oynamaktan Artık Vazgeçmeliyiz

Türkiye’deki 700 engelli ve kimsesiz çocuğun sığınağı bir yetimhanedeki Nazi toplama kamplarını andıran koşulları bizlere ve tüm dünyaya gösteren İngiliz kadına teşekkür edeceğimize kızanlarımız var. Türkiye’nin imajını zedeliyor deniyor.

Kadının sergilediği görüntülerden bizim yetimhanelerimizin Charles Dickens adlı büyük yazarın romanlarında anlattığı 19. yüzyıl İngiltere’sindeki yetimhanelere çok benzediği anlaşılıyor. Ancak bir problem var: Biz 21. yüzyıldayız ve iki yüzyıl önceki ilkel ve insanlık dışı koşullara insanlarımızı mahkûm ediyoruz.

İngiliz kadına kızacağımıza, ne kadar kötü yönetildiğimizi bir kere daha anlamımıza neden olan bu tür olağandışı göz atma ve sergilemelerden dersler çıkararak, çocuklarımıza insan onuruna yakışır yaşam koşulları sağlamanın yollarını bulmamız gerekiyor.

30 yıl kadar önce de milletçe öfkeleniyor ve dövünüyorduk. Esrarkeşin biri Türk cezaevlerine düşmüş ve başına da gelmeyen kalmayınca önce bir kitapla sonra da bir sinema filmiyle bunları bütün dünyaya duyurmuştu. Tabii ki cezaevlerimiz beş yıldızlı otel konforunda olmamalıydı, suçlular buralara düştükleri için mutlu olmamalıydı. Ancak cezaevine düşen hiç kimse kanunların ve yargı temsilcilerinin kendisine verdiği ceza dışında bir eziyeti ve zulmü görmemeliydi. Cezaevlerindeki bazı mahkûmlar diğer mahkûmlar üzerinde egemenlik kuramamalıydı.

40 yıl kadar önce de Arapların Osmanlı askerlerine karşı ayaklanarak kan dökmelerini beyazperdeye taşıyan bir İngiliz’e (David Lean) diş biliyorduk. Adamcağız sadece tarihi gerçekleri yansıtmaktan başka bir suç işlememişti.

Bizler aynalara kızarak onları kıracağımıza, yetimhanelerimize ve cezaevlerimize çeki düzen vermek zorundayız. Hastahanelerimize de, okullarımıza da, tren istasyonlarımıza da, umumi tuvaletlerimize de, yolcu gemilerimize de, otobüs garlarımıza da çeki düzen vermek zorundayız.

Avrupalılar buraları denetlese de denetlemese de… Gerçeklerden memnun değilsek onları değiştirmeye çalışmalıyız. Halının altına süpürmekten, görmezden gelmekten, duymazdan gelmekten kısaca milletçe 3 Maymun’u oynamaktan artık vazgeçmeliyiz.

Önemli not: Dünya ekonomik krizinin yaşandığı ve uzun yıllar daha yaşanacağı bir zaman diliminde denizaltılara dört milyar dolar harcamaya hazırlanan bir devletin ve milletin kaynaklarının sınırlı olduğunu ne olur kimse bana söylemesin.

(04 Kasım 2008)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Bunları Yazmak Gerek 5: Sızıldanmayın, Sendikanızı Destekleyin!

Mesleğimiz salt ‘film eleştirmenliği’ değil malum, sinema yazarlığı! Dolayısıyla sinema başlığı altındaki her konu ilgi alanımıza giriyor. Bir süredir rahatsız olduğum bir konuyu açmak istiyorum. Sinema sektöründeki emek sömürüsü! Özellikle süreleriyle ilgili sırrı çözemediğim (öyle ya kim izler reklâmlar dâhil iki saat civarında bir dizi bölümünü, insan fenalaşır falan yahu!) dizilerde çalışanların şikâyetlerini sağda solda duyuyoruz; ya da koca koca yıldızların yakınmaları: “Yapımcı paramı vermedi” vs. diye. İş magazine yansımış, yazılıyor çiziliyor; oysa “kelin merhemi olsa başına sürecek”. Magazin, basındaki emek sömürüsünü, sendikasızlığı falan yazsa ya! Oysa sinema emekçilerinin 30 yıllık, önemli başarılara imza atmış bir sendikası var! Adı, Sine – Sen (Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası). Genel Başkan Yusuf Çetin’i tanıdım; çok dinamik bir insan. Ve en az onun kadar aktif Genel Sekreter Ahmet Keskin de, herkese her an yardımcı olmaya hazır. Yeter ki sendikaya destek olunsun, gelinsin ve güç birliği yapılsın! Türkiye’deki yaklaşık altı bin çalışandan yarısı üye olsa da maalesef sendikanın etkin olması için gayret gösteren üye sayısı çok değil. Oysa Batı’da sendikasız bir sinema çalışanı bulmak pek olası değildir.

Hem mesleki tanımlamaların doğru yapılıp kalifiye olmayan elemanların ayıklanması yani sendika üyesi olmayanların çalıştırılmaması, hem ücret sömürüsüne meydan verilmemesi, hem yasal çalışma saatlerine uyulmasının sağlanması, hem de disiplin içeren ilkelerin sektöre yerleşmesi için, herkesin bir araya gelmesi şart! Öyle birkaç kişi toplanıp mızıldanmakla hakların elde edilmediğini bilmek gerek. İş yasası, çalışanların lehine bir dizi madde içeriyor. İşveren sömürüyorsa herkes sendikasını destekler ve parayı ellerinde tutanlar da hizaya gelir! Bu iş bu kadar basittir. Sine – Sen’in kapısı açık. Gidin, başvurun, sömürtmeyin kendinizi. Ama sendikanızı yalnız bırakıyorsanız da, lütfen sesinizi kesin o zaman; sömürülmeye devam edin… Hani, kırmızı halılarına kadar, Hollywood’dan taklit ettiklerimiz çoktur ya! Belki etkilenirsiniz diye kısaca IATSE adlı birlikten bahsedeceğim (dikkatli seyircinin jeneriklerde logolarını gördüğü IATSE’nin sitesinden -zahmet etmeyin diye- sizin için derleyip özetledim bilgileri). Lütfen dikkatle okuyun; bakınız üyelere nasıl vurgu yapılıyor. Üstelik bunu taklit etmeye gerek yok. Sine – Sen’e tam destek verin yeter!

IATSE

The International Alliance of Theatrical Stage Employes (Uluslararası Sahne Çalışanları Birliği)

IATSE, sinema teknisyenlerini, oyuncuları ve ilgili meslekleri icra edenleri kapsıyor.

Amerikan İşçi Federasyonu tarafından 1893 yılında kurulmuş olan bu birlik Kanada’yı da içine almaktadır.

115 yıldan beri varlığını sürdüren ve gelişme gösteren birlik, 1995 yılında şu anda kullanılan ismini almıştır.

Kurulduğundan beri çok farklı sektörler de birliğe üye olmuştur: Sinema, TV yapımlarının yanı sıra, ürün tanıtımları, şovlar, kongreler, casino, bilgisayar, grafik v. s.

Birliğin en temel gücü, tüm üyeler ile birlikte tam bir bütünlük ve uyum içinde hareket edilmesinden gelmektedir.

Sendika üyeleri, Kuzey Amerika’nın en iyi çalışma şartlarına sahipler. Yerel ve bölgesel kontratlar genel ofis kontrolünde ciddi bir şekilde yürütülmektedir.

Teknolojik gelişmeleri gecikmeksizin takip etmek, üzerinde durulan en önemli konulardan biridir. Bu sayede birliğin gücü muhafaza ediliyor ve yapılan ikili görüşmelerde birlik güçlü kılınmış oluyor.

Geçmiş zaman süresince, hem hakların korunması hem de yeni üyelerin kazanılması en öncelikli konulardı. Ancak bu yeterli değildi. Son yıllarda, birliğe üye olmayan çalışanların organize edilmesinde de adımlar atılmıştır. Hem yerel hem de uluslararası sorumluluktaki birimler, sendika taahhütlerini sektördeki tüm çalışanlara iletmektedirler.

Birliğe katılım ve birlik içindeki demokrasi, en önemli yapı taşlarıdır. Tüm yerel sendikalar kendi bünyesinde bağımsızdırlar ve bu, önemli yapı taşlarını daha da iyiye taşımaktadır. Yerel sendikalar bünyesinde üye olan kişiler, seslerini rahatlıkla duyurabilmeleri için, uluslararası birlik birimlerinden de destek görmektedirler. Birliğin amacına ulaşmasının en itici gücü üyelerdir… Lokal ve uluslararası sendikaların işleyiş sistemleri tüm detayları ile kanunlarda belirtilmiştir…

Tüm bu zaman içinde başarılı bir organizasyon, birliğin en önemli kazanımıdır ve bu şekilde devam etmesi hedeflenmektedir.

(02 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Tekrar Tekrar Yazmayacağım

Bu sütunlar sinema yazıları için, ama sayın Sadi Bey’den beni mazur görmesini dileyerek, yine televizyon uyarlamalarından söz edeceğim. Yaprak Dökümü ve Dudaktan Kalbe dizilerini izlemediğim için, onlar hakkında yazmak istemiyorum. Her ikisinin de daha önceden iki kez sinemaya, birincisi iki, ikincisi ise bir kez televizyona uyarlandığını belirtmekle yetineceğim. Aşk-ı Memnu’nun sinema uyarlaması yok ama yayınlanan dizinin başlamasının arifesinde TRT kendi yapıtını arşivlerden çıkardı, yayınladı. Gurbet Kuşları dizisinin yayınının başlamasından sonra yine TRT, 2. kanalında bu kez, filmi yayınladı. Bazı magazin sayfalarında, yayınlanan filmin “onüç dakika” sansür edildiği bildirildi ve yine kaynak eser olarak Orhan Kemal’in romanı gösterildi.

Bir yapımcı, bir yönetmen, bir film veya bir dizi yaparken, adı duyulmuş, bilinen bir yazarın eserinden hareket edebilir ve filminin tanıtımında bu yazarın adını kullanabilir (kullanmalıdır da). Her edebiyat yapıtının (yazın) sinemaya (görsel) uyarlanabilineceği tarzındaki düşüncemiz, konunun açılımını yaptıktan sonra, hiç bir edebiyat yapıtının sinemaya uyarlanamayacağı şeklinde değişmişti. Bir edebiyat yapıtından yapılan bir uyarlama, uyarlamayı yapanların (senaryoyu yazanın, yönetenin -alt birimde-, görüntüleyenin, kurgulayanın, oynayanların, müzikçisinin) yapıtıdır, tanıtımında yazarın adı anılsa da, sanırım -şimdilerde yayınlanan Aşk-ı Memnu’da yapıldığı gibi- TV dizisi “Halit Ziya Uşaklıgil’in –ölümsüz- eseri Aşk-ı Memnu” diye sunulmamalıdır. Diziyi seyrediyorum, kitabı tekrar okudum, yayınlanan “şey” Hilal Saral’ın dizisi. (Hilal Saral’ın Aşk-ı Memnu’su, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su değil.)

Aşk-ı Memnu, dizileşirken genişlemiş, romanda olmayan kişilikler, olaylar, cep telefonları eklenmiş -ama niye televizyon yok!- Kayıklar, deniz motoruna dönüşürken, matmazel, yarı Türk, yarı Fransız’a evrimleştirilmiş, Habeş olan Beşir’in bu özelliği kaldırılmış. Konuyu ekstradan yan olayların eklenmesi, ne kadar dizinin gerektirdiği bir mantık olabilir, daha devam ettiği için karar veremiyorum ama, bu değişiklikler diziyi Uşaklıgil’den Saral’a taşıyor. (Dizi 8. bölümüne geldi, hâlâ esere adını veren “aşk-ı memnu”dan haber yok. Romana sadık kalan Refiğ, dizisini altı bölümde bitirmişti.)

Aynı şey -jeneriğinde “Eser: Orhan Kemal” yazan- Gurbet Kuşları için de geçerli. Yine geliştirme, genişletme, yeni kişiler, entrikalar, olaylar ekleme, Refiğ’i filminden, Orhan Kemal’in senaryosundan ve hatta Özakman’ın “Ocak”ından uzaklaştırıyor.

Her iki dizide de, gerek romanda (Aşk-ı Memnu) gerek filmde (Gurbet Kuşları)Gurbet Kuşları romanından hiç söz etmiyorum, o tamamen yanlış bir bilgi, tanıtım- yapılan değişikliklere bir diyeceğimiz yok. Tekrar edeceğim, “hareket noktası olarak” alındığı belirtilebilir, ama “dizileri” Uşaklıgil’e ve Orhan Kemal’e mal etmeyin. Diziler, -ve filmler- hakkındaki bu “ön kabûl ediş”, -aidiyetlerinin yapanlara ait olduğu- yapılan her türlü uyarlama için geçerlidir, velev ki esere “çok daha fazla” sadık kalınmış olsa dahi. (Bu dizi de üç hafta, final diye nitelenen bölümle ile yayından kaldırıldı, (?) çünkü bölüm sonu dizinin finali olamazdı, ancak yeni entrikaların başlangıcı olabilirdi.)

/ Madame Bovary’nin kaç sinema uyarlaması var, hepsi Flaubert’in adını da belirtiyor, kaç tane Anna Karenina uyarlaması var hiç biri Tolstoy’u unutmuyor, Hamlet’in western, hem de spagetti-western uyarlaması bile var; demek ki -önceden yapılmış bir eserden kalkarak- yeni düzenlemeler yapmak mümkün. Can Yücel, Romeo Jülliet’i yeniden yazmadı mı? Yeni bir yorumla ele almak başka, alınan öyküye -oldukça ilginç bir şekilde anlatılırken- çok başka açılımlara kayabilecek “eklentiler” yapmak başka. (Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi.) /

(02 Kasım 2008)

Orhan Ünser

“Mustafa” Hakkında Her Şey mi?

Uzunca bir süredir merakla beklediğimiz projelerin başında geliyor Mustafa ve ilk gösterimin heyecanıyla erken saatlerde AKM salonundaki yerimizi alıyoruz.

Dündar’ın bir süre önce basında yer alan “Bu, benim Atatürk’üm…” sözlerini bir an için ıskalayıp, izlediğimiz şeyin bir belgesel olma iddiası taşıdığını hatırlıyoruz. Dolayısıyla belgesel sinemanın evrensel kıstaslarının, yönetmenlerin kendi bakış açısını sunma yolunda bir platform kurmaya müsait olmadığını da… Olguya böyle bir perspektiften bakmak; filmi daha başlangıçta ‘gerçekçi olmak’ gibi bir kaygı gütmeyen -ve gütmek zorunda da olmayan- kurmaca eserlerden farklı bir konuma sürüklüyor. Resmi ya da gayrı resmi, her türden öznel/genel kaygıyı bir kenara bırakıp, önyargılardan uzak, objektif bir tutumla izlemeye başladığımız Mustafa, daha ilk dakikalardan itibaren şaşırtıcı bir seyir izliyor. Karşımızda, -yönetmenin deyişiyle- “topraksız bir çocuğun yurt kurma serüvenini” anlatan bir film var… Sözcüklerin şiirselliği bir kenara bırakılırsa, bu bakış, bütün bir tarihsel süreci hafife alan, gerçeğin dışına iten; bir ulusun, dönemin emperyalist güçlerine karşı olanaksızlıklar içinde verdiği savaşımı örgütlemeyi yaşamının en temel amaçlarından biri sayan bir kişinin ideallerini olabilecek en basit söyleme sığdıran bir yaklaşım içermiyor mu?… Devam ediyoruz: Dündar’a göre, genç Mustafa Kemal’in asker olma nedeni de hayli basit: “Baba ocağında aradığı sıcaklığı, asker ocağında bulmak…” (İlginçtir; bu ifadeden sadece bir kaç dakika sonra, Mustafa’nın politik bilincinin tam olduğu, hatta kimi olumsuz gelişmeleri kısa sürede kavraması sonucunda “Padişahım çok yaşa!” temennisine artık katılmadığından dem vuruluyor. Baba sevgisi arayan bir genç için fazla hızlı bir gelişme!…) Objektifliği hayli tartışmalı hale getiren bir girişin ardından, Samsun’a çıkma hazırlıklarını sürdüren Mustafa Kemal’e, Vahdettin tarafından söylendiği öne sürülen “Paşa, biz yapamadık; ama sen devleti kurtarabilirsin!” sözleri, filme dair ilk anda oluşan kanıyı iyice kuvvetlendiriyor. Doğrusu, şimdiye kadar, belli çevrelerce yönlendirildiği malûm olan bir rivayetten öteye gitmeyen bir yaklaşımın bu kadar açık bir anlatıma dönüştürüldüğüne hiç tanık olmamıştık. Aralarında İngilizlerinki de dahil, tam tersi bir kanıyı pekiştirecek (Vahdettin imzalı Kuvva-yı İnzibatiye’nin kuruluş emirlerinden idam fermanlarına) pek çok belge olmasına karşın, Dündar’ın böylesi bir yaklaşımı (en azından karşı görüşleri vurgulamaya gereksinim dahi görmeden) sergilemesi anlaşılır gibi değil…

Tarihi çarpıtmadan, resmi ideolojiye mahkûm kılmadan, bilinmeyeni aktarmak iddiasıyla yola çıkan Mustafa, Cumhuriyet’in ilânı sonrasında çizdiği Atatürk portesiyle de belgeci yaklaşımın uzağında duruyor. Bu dönemde bir paranoya içine girdiği (İstanbul’u sekiz yıl sonra ziyaret ettiğinde ‘gün gelir bu kalabalık bizi linç etmek için toplanır’ sözleri), en yakın dostlarının dahi ondan uzaklaştığı, kendisini (yine yönetmenin deyişiyle sığınak ve tuzak olan Çankaya’da) bir yalnızlığa hapsettiği türünden ifadeler, çeşitli dönemlerde öne sürülen iddialardan öte bir anlam taşımıyor. Tıpkı Vahdettin örneğinde olduğu gibi bir çok karşı belge ve yaklaşım olmasına karşın, her nedense hiç birine yer verilmeden, sadece bir arkadaşına söylediği varsayımına dayalı ‘özerklik’ tartışması da buna dahil… (Bu süreçte kudretini yitirmiş ve herşeyden elini eteğini çekmiş olarak resmedilen Mustafa Kemal’in, hemen sonra Hatay sorununun üzerine kararlılıkla gitmesi ve İnönü’yü azletmesi filmin havada kalan yönlerine işaret ediyor.)

Karanlıktan korkan, yapayalnız ve filmin neredeyse üçte birini kapsayan Çankaya günlerinde elinden alkolü eksik etmeyen bir Atatürk profilinin çocuklara çok daha yakın gelebileceğini savunabilir Can Dündar… Ne var ki; yaşamının büyük bölümünü savaş cephelerinde geçirmiş (filmde de belirtildiği gibi, çarpan bir yüreği olmasına rağmen sevmeye dahi vakit bulamamış), sözgelimi Kütahya-Eskişehir muharebelerinin ardından makamını gözünü kırpmadan terkederek yeniden cepheye koşmakta tereddüt etmemiş bir Mustafa Kemal’e gözlerini kapamamak, kendisinin de vurguladığı gibi ‘artık okumayan bir kuşak’ adına çok daha anlamlı ve bilgilendirici olabilirdi.

Sonuçta resmi söylemin uzağında bir Atatürk belgeseli yapmak hedefiyle yola çıkan; ancak ne hikmetse, konuya duyarlılığın doruğa ulaştığı 29 Ekim gibi resmi bir günde gösterime giren Mustafa, bir yandan ticari başarıyı getirecek kapıları birer birer aralarken, diğer yandan da güleryüzlü bir tonla, yakın tarihimizin kimi tartışmalı konularını masaya yatırıp, adeta kendi gayrı resmi tarih söylemini inşa etmeyi deniyor. Biraz da bu yüzden, filmden geriye kalan en önemli şey, yönetmenin yorumlarına ihtiyaç bırakmayan anlarda, daha önce hiç karşılaşmadığımız Atatürk görüntüleri oluyor.

(31 Ekim 2008)

Tuncer Çetinkaya

Fatih Hacıosmanoğlu: Festivaller Beni Seçsin Diye Film Yapmıyorum

Fatih Hacıosmanoğlu, Türkiye’de sanata ve sanatçıya verilmeyen desteği ve kendine En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Taş Yastık filminin zorlu yapım sürecini anlattı, eleştirilere cevap verdi.

İşletme okumak için Amerika’ya gitmişsiniz ama sinema okumuşsunuz. O hikâyeyi biraz anlatır mısınız?

Evet ilk etapta öyleydi. 1987 yılında gittim. Aslında oraya gitmeden önce İstanbul’daki arkadaşlarım çok sıkı bir tiyatro çalışması içine girmek üzereydiler ve benim aklım burda kalmıştı. Sanatla çok içiçe büyüdüm. Oraya da işletme okuyacağım diye gittim ama ordaki okullar çok sanatla iç içeydi. Özellikle tiyatro ve sinema bölümleri. Önce tiyatro oyunculuğuyla başladım. Sonra da sinema eğitimi.

Eğitim açısından daha avantajlı olduğunu düşünüyor musunuz?

Daha iyi demek istemiyorum ama dünyaya farklı bir pencereden, farklı bir açıdan bakıyorsunuz. Burdaki yetişme tarzınız ve dünyaya bakışınızla, oradaki alışkanlıklarınız, hocalarla olan diyaloğunuz size daha da bir kontrast katıyor. Dolayısıyla eğitim açısından daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

Orada önce tiyatro eğitimi ile başladınız ama sinema daha ağır bastı sanırım…

Üniversite yıllarımdan beri zaten sinema ile ilgileniyordum. Senaryolar yazıyorum, hikâyeler yazıyorum ve bu yazdıklarımı hayata geçirmeyi seviyorum ama tabii tiyatroyu da seviyorum.

Yurtdışında tiyatro ve sinema oyunculuğu da yapmışsınız…

Evet, yaptım. Tiyatrolardan, Batı Yakası Hikâyesi, A Christmas Carol ve Trio’yu sayabilirim. Sinemada ise ilk tecrübemi Jack Nicholson’ın oynadığı, Danny DeVito’nun yönettiği Hoffa’da yaşadım. Sonra Fugitive’da çalıştım, orda da başrolde Harrison Ford vardı. Sinema öğrencisi ve bir oyuncu olarak iyi bir deneyim oldu. Onlar herşeyi çok görkemli yapıyorlar, saatlerce bekliyorsunuz. Büyük bütçeli işler tabii. Orda her işin mutlaka bir bileni var.

Yurtdışında böylesi görkemli deneyimler yaşadıktan sonra Türkiye’deki şartlarla kıyaslayabilir misiniz?

Türkiye’de öyle değil malesef. Öyleymiş gibi görünüyor ama öyle değil. İşini çok iyi yapan insanlar var ama bunun sayısı çok az.

Peki o zaman biraz sizin filminize gelelim. Taş Yastık’ın yazım ve yapım aşamasındaki süreç nasıl geçti?

Uzun yıllar önce bu filmi kafamda tasarlamıştım. Oturup senaryosunu yazmak oldukça uzun bir süreçti. Senaryo bittikten sonra bir yapımcı aradım kendime ama önce bulamadım, sonra bazı firmalar yardımcı oldu. 4 yıl önce su altı sahnelerini çektim. Haluk Cecan sağolsun yardım etti bana. Bir sene sonra Amerika’daki sahneleri çektim. Sonraki sene de İstanbul sahnelerini çektim. Onlar bittikten sonra montajı da oldukça uzun sürdü ve yaklaşık 5 senede bitti.

Beş sene oldukça uzun ve zorlu geçmiş ama ben şunu çok merak ediyorum. Taş Yastık’a yazan-yöneten ve oynayan olarak resmen baş koymuşsunuz. Ve sizin ilk uzun metrajlı filminiz. Sizin için yazan, yöneten ve oynayan olmanın verdiği avantaj ve dezavantajlar ne idi?

Bence sanatçı hayal ettiğini yapabilmeli. Dolayısıyla yapım ve yönetimde ben olduğum için kimse benim hayal gücüme müdahale etmedi. Başımda parayı ortaya serip bana müdahale eden biri olmadı. Ama tabii filmi paketleyip festivale göndermek, uçak bileti almak, montaj gibi işleri de ben yaptım. Aslında bu işler yapımcının işi. Ben bütün enerjimi filmin yaratıcı kısmına ayırabilecekken bu tarz işlere de koşturdum. Oturup insanlarla para konuştum. Sanatçı, sanatçıyla para konuşmamalı. Bunlar da dezavantajı işte. Benim de hiç sevmediğim bir şey.

Ya hikâye? Yazıp, yönetip, oynayan Fatih Hacıosmanoğlu’nu unutun. Sizin yaşam öykünüze baktığımızda, filmin kahramanı Lodos’la ortak yaşanmışlıklar var. Fatih Hacıosmanoğlu gerçekte bu hikâyenin neresinde?

Aslında öyle gibi gözüküyor ama pek öyle değil. Sizin elinizdeki para değil. Sizin hazineniz; aileniz, doğup büyüdüğünüz mahalledir, anılardır. Bu hazineden faydalanıyorsunuz. Dolayısıyla bu plâtformda filmimi yazdım. Benim hayat hikâyemle benzeşiyor. “Ben Lodos’um” diyebilirim ama aslında film metaforlarla dolu. Bugün yaşadığımız dünyanın mikro boyuta indirgenmiş hali. Doğu ile batının çatışması, aile içi çatışma, yaşadığımız dünyada bize rahatsızlık veren sorunlar zaten önce bizim içimizde yaşadığımız çatışma ile başlıyor, sonra aile içinde yaşadığımız çatışma ile devam ediyor ve sonra yaşadığımız dünyaya yansıyor. Dolayısıyla biz de özellikle batı normlarında yetişmiş ama doğudan gelen bir kültür olarak bu çatışmayı içimizde barındırıyoruz. Hepimiz batının çok etkisi altındayız ve doğuya yine çok fazla sırt dönmüş durumdayız.

Biraz kızgınsınız galiba?…

Yaptığımız filmin anlaşılmayacağını biliyorduk. Filmin dünya prömiyerini Çin’de yaptık. 5000 yıllık kültür bizi davet etti ama doğup büyüdüğümüz bu ülkede Ankara Film Festivali dışında başka bir festival davet etmedi. Aslında Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Çok kızgın değilim. İster istemez üzülüyor insan. Festivaller bir basamaktır sadece. Festivaller beni seçsin, beğensin, değerlendirsin diye ben film yapmıyorum. Yapmak istediğim için yapıyorum. İnsanlarla paylaşmak için yapıyorum.

Hazır bu beğenip beğenmeme, seçip seçmeme konularına gelmişken bazı eleştirilerden bahsetmek istiyorum. Filminizin hikâyesinin bir bütünlüğü olmadığına, oyuncuların sanki bir tiyatro sahnesindeymiş izlenimi verdiğine dair bir takım eleştiriler yazıldı, çizildi… Bu tarz eleştiriler sizi besliyor mu?

Aklı başında, düzeyli eleştiriler olsa bunlar beni besler. Bir saldırı şeklinde yazılmış şeyler bazıları. Japonya’da beni 88 yaşındaki bir kadın anlayabiliyorsa, Kazakistan’da Tarkovsky’nin mezun olduğu okulun profesörü bana ödül veriyorsa, diğerleri benim için önemli değil. Ama insan doğup büyüdüğü topraklarda bu şekilde eleştirildiği zaman üzülüyor ister istemez. Taş Yastık’ta sinemaya 50 yıl emek vermiş insanların emeği var. Maddi imkânsızlıklara rağmen yıllarca emek verilmiş bir filmin bazı insanlar tarafından bu kadar basitçe, iki kelimeyle eleştirme hakkını kendinde bulduğunu zannetmesi çok acı.

Peki ya Kültür Bakanlığı? Bildiğim kadarıyla yapım aşamasında destek alamadınız…

Evet yapım sürecinde alamadık.

Ama sonra uluslararası bir festivalden en iyi yönetmen ödülü aldınız. Kendi ülkenizin bakanlığı sizi desteklemedi ama dışarda alkışlandınız…

Kültür Bakanlığı yapım sonrasında arşivlerine bir kopyasını aldı. Az da olsa bir desteklediler ama film zaten bitmişti. Tabii gönül isterdi ki öncesinde destek versin. Mısır’a, Çin’e, Kazakistan’a, Polonya’ya gidip bizi temsil etmek çok güzel ve sevindirici. O bağlamda filmin en azından diplomatik yollarla gönderilmesi için hem Kültür Bakanlığı, hem Dışişleri Bakanlığı destek verdi. Ama keşke yapım aşamasında destek alsaydık.

Ben filme dönmek istiyorum biraz. Ernest Hemingway, Ömer Hayyam ve Edgar Alan Poe’dan izler var Taş Tastık’ta. Biraz önce doğu-batı çatışmasından bahsettiniz. Bu bağlamda doğu ve batı edebiyatı da filmdeki çatışmanın içinde diyebilir miyiz?

Özellikle üniversite yıllarında Shakespeare ile ilgilenmeye başladım, Shakespeare üzerine dersler aldım. Kişisel olarak edebiyata çok ilgim var. Sinemada da elimden geldiğince analiz etmeye çalışıyorum. Etkisi altında da kalıyorum. Şiiri çok seviyorum, dolayısıyla Shakespeare çok şiirsel bir tarzı var ve sanırım filmiminde anlaşılmasını güç kılan bu şiirsel anlatımdır. Ben filmimi zaten bir şiir gibi tasarladım.

Hazır edebiyata değinmişken Hamlet’e gelelim. Kitapçı dükkanından Hamlet çalınıyor, sonra Lodos’un annesinin kedisi Hamlet kayboluyor. Bir Hamlet’tir gidiyor. Sizin ve Lodos’un, Hamlet’le alıp veremediğiniz nedir?

Dediğim gibi Taş Yastık metaforlarla dolu bir film. Batı kültürünün Hamlet’e bir saplantısı var. Dolayısıyla filmde batıyı temsil eden ve aynı zamanda bende de oluşmuş olan bu saplantıyı irdelemek istedim. Filmin bir yerinde Lodos şöyle diyor: “Hiç yaşamamış, hiç gerçek acılar çekmemiş bir karaktere neden herkes böyle saplanmış?” Dolayısıyla bu saplantı kendinde de oluşmuş. Belki o Hamlet’in çok karmaşık kaotik ruh halinde birisi olarak bu işin içinden çıkmaya çalışıyor. Lodos içinde ‘Hamlet’ diyebiliriz aslında. Kitapçı dükkânında Hamlet’in çalınması, eve geldiğinde annesinin kedisi olması… Nereye gitse Hamlet’i görüyor.

Peki, yeni proje var mı?

Henüz bitmiş bir senaryo yok ortada ama kafamda tasarladığım bir şeyler var.

Çekimler Türkiye’de mi yapılacak?

Evet, şimdilik öyle gözüküyor.

Türk sinemasını bir yönetmen olarak nasıl görüyorsunuz?

Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz gibi geliyor. Sadece Türk sineması için söylemiyorum, sanatın her dalı için geçerli bu söylediklerim. Bu ülkeden çok muhteşem yönetmenler, balerinler, baletler, yazarlar, ressamlar çıkabilir. Siyasetçiler, iş adamları konuştular mı mangalda kül bırakmıyorlar ama sanata da yeterince destek vermiyorlar. Futboldaki bir takım başarılarla teselli bulmaya çalışıyorlar. Sanata yatırım yapmıyorlar. Sadece Picasso’nun Van Gogh’un eserlerini sergilemekle bu iş olmaz. Onları da görelim ama, kendi ülkemizdeki genç, yetenekli değerlere destek ve fırsat verilmeli. Burada iş adamlarına, siyasetçilere iş düşüyor ama bunu yapmıyorlar.

(31 Ekim 2008)

Sibel Oral

Baba (Yılmaz Güney)’den Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan)’a

Peşinen söyleyeyim ki Baba filmi ile Üç Maymun filmini karşılaştıracak değilim. Ama; Baba’da Cemal, yalısında bekçilik yaptığı adamın oğlunun adam öldürmesi nedeni ile ve yıllardır beklediği Almanya’ya gitme isteğinin (dişlerinin sağlıksız olması nedeni ile) gerçekleşmeyeceğini öğrenince, ailesine bakılacağı ve çıktığında da yardım edileceği sözü verilince, suçu üstlenerek “cezaevine” girer. Ama verilen hiçbir söz tutulmaz, gerçek katil karısına tecavüz eder, tecavüze uğrayan kadın henüz kucağında kundaktaki üçüncü çocuğunu cami kapısına bırakıp kayıplara karışır, daha büyük olan erkek ve kız ise -ilkokul öğrencileri- babaları cezaevinde iken, babasının yerine hapse girdiği adamın fedaisi (oğul) ve cezaevinde sonra gidilen bir moral gecesinde babasına sunulan bir fahişe (kız) olur. Üç Maymun’da olay o kadar uzun yıllara yayılmıyor, önce yine patronun işlediği bir suç var.

Bu kez patronun kendisi -yaklaşan millet vekili seçimlerinde adaydır- ıssız bir yolda çarptığı -ve kazadan hemen sonra oradan geçen başka “maymunların” yardım etmekten kaçındıkları- adam ölür. Patron, -bu kez- şoföründen, suçu üstlenmesini ister, gece yarısı yatağından çağırır, bir parkta oturup konuşurlar. Dört avukatla konuşmuştur, 9 ay veya çok çok bir yıl yatacaktır, çıktığında eline toplu para verecektir, yattığı süre içinde de maaşı işleyecektir. Eyüp, teklifi kabûl eder.

Filmleri karşılaştırmayacağım dedim, ama, Baba’da Cemal’e teklifin yapılması ve kabûl sahnesi, konuşmasızdır fakat sinemamızda çekilmiş en güzel sekanslardan ve özellikle Yılmaz Güney’in oyunculuğu bakımından dört dörtlük bir sinemasallık içerir. Üç Maymun’da Eyüp’ün oğlu İsmail (bu kez çocuk değil üniversite kapısında bir delikanlıdır) sınavı kazanamayınca, bir servis arabası alarak çalışmak, bunun için de dokuz ay sonra patron tarafından verilecek parayı şimdiden istemeyi annesine söyler. Önce karşı çıkan anne, sonra kabûl eder, bu görüşmeler sırasında da patron ile bir ilişkiye girer. Bu, Baba’daki tecavüz gibi bir defalık bir ilişki değil, sürekli bir ilişkidir. Bir süre sonra, patronun evlerine geldiğini oğlu fark eder ve bu bilgisini annesine söyler.

Patrondan para, onunla da bir araba alınmıştır. Bu arada 9 aylık süre dolar ve Eyüp tahliye olur, arabanın alınış nedenini araştırır, paranın niçin önceden alındığını pek anlayamaz ise de, olayların gelişmesi ile patronu ile karısının ilişkisini öğrenir. Kadın ise ilişkilerini bitiren patrona (evlidir) giderek, kendisini terk etmemesi ısrarla söyler. Patronun öldürülmesi ile karısının ve kendisinin ifadelerine baş vurulur ve eve gelince İsmail cinayeti itiraf eder. Söz verilen paranın, cezaevinden çıkınca patronu tarafından –mükerreren- kendisine verilmesi üzerine Eyüp, evsizlikten kahvede yatan, kimsesiz garsona suçu üstlenmesini teklif eder.

Birbirine benzer şekilde başlayan filmler çok ayrı noktalara ulaşırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Baba, Cemal’in cezaevine girmesine kadar olan bölümü ile sinemamızda çok sinemasal bir anlatım yakalamış filmlerinden biridir, -ne yazık ki- sonrasında temposu oldukça düşer. (Bakınız: bu sitede ki 30.08.2006 tarihi “İlk Düşünüldüğü Noktadan, Farklı Nedenlerle, Farklı Noktalara Varan İki Film: “Zavallılar” (Yılmaz Güney – 1972 / Atıf Yılmaz – 1974) ve “Baba” (Yılmaz Güney – 1971)” adlı yazımız.)

Nuri Bilge Ceylan, kısa metraj Koza’dan başlayarak, aile bireyleri ve yakın çevresi ile çektiği filmlerde, kendine has bir dil oluştururken, kamera hareketlerini en aza kadar indirir, amatör oyuncuları ile uzun hareketsiz sahneler çeker. Üç Maymun’daki gibi kaza sahnelerini ise es geçerek olup bittikten sonra sonucunu gösterir. Önceki filmlerine göre dilini değiştirdiği söylenen son filminde ise “fazla” bir değişiklik yok. Sn. Atilla Dorsay, Erden Kıral’ın Vicdan hakkında yazarken, Kıral’ın önceki filmlerinde çoğunlukla kullandığı ve çok hoşlandığını belirttiğini ağır hareketli sekans-plânları bu kez kullanmadığını, hareketli sahnelerde de başarılı bulduğunu belirtiyor. Ceylan, ise yine fotoğraf ağırlıklı bir anlatımı seçmiş. 3 (evet 4. var) kişi arasında olup biten bir olayı anlatırken, anlatılanın ve mekânın gerektirdiği ağır hareketliliği (aslında böyle bir gereklilik şart değil) sonuna kadar, yer yer sonundan da ötede kullanıyor. Anlatılanın (öykünün) tartışmasına girişmeyeceğim, anlatımın tartışmasını ise yapmaya çalışıyorum ve Ceylan’ın yine bir “fotoğraf galerisi” açtığını düşünüyorum, uzun –ve yine uzun– tutulmuş fotoğraflar.

Uzun tutulmuş derken; hafızam beni yanıltmıyorsa, -çok istediğim halde henüz göremediğim- Glauber Rocha’nın “Deus e o Diabo na Terra do sol – Tanrı ve Şeytan Güneş Ülkesinde” (1964 / Brezilya) filminin başlangıç bölümü, uzaktan kameraya yaklaşan bir kişinin görüntüsü ile açılıyor(muş), hayli uzun olan bu sahnede yaklaşan kişinin yürümesi dışında hiçbir -kamera- hareketi yok (imiş). Milos Forman’ın “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Guguk Kuşu” (1975 / ABD) filminde Jack Nicholson’un 4-5 dakika süren -hareketsiz- kameraya -hareketsiz- bir bakışı vardır, ama -olayın gelişi bakımından- bu hareketsizlik hiç de hareketsizlik değildir, sinemasal bir sekanstır. Hayli uzun tutulmuş bu sekans ile Ceylan’ın önceki filmlerinde de, bu filminde de yaptığı uzun çekimleri karşılaştırmak istemiyorum, ama Ceylan’ca -yine- kullanılan uzun çekimler –içinde yakın plân da var, uzak plân da- bir süre sonra fotoğrafa dönüştüğü izlenimi doğuruyor bende. Yine kendine has bir sineması olan yönetmen Zeki Demirkubuz’un -bir kısım filmleri içinde– aynı sakıncaları filmlerini izlediğim zaman düşünüyorum, ama Demirkubuz durağan anlatımını öykü içine yediriyor gibime geliyor. Akad’ın son dönem filmlerinde de kamera ve objektif hareketlerinin nerede ise tamamen bırakıldığını unutmayalım. Kamera hareketinin hemen hiç olmadığı bir kısım Bunuel filminin, hareketsizliği hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün mü? Bütün bunlardan sonra Ceylan’a fotoğraf ağırlıklı film çekiyor demekle herhangi bir özel kastımız olamaz ama Uzak’ın hayli uzun tutulmuş final çekiminden (fotoğrafından) sonra, aynı çekimlerle Üç Maymun’da karşılaşmak hiçte şaşırtıcı olmadı.

Bu sitede 27.06.2008 tarihi ile yayınlanan “Üç Maymun Türk Sinemasını Kurtarır mı?” isimli yazımızı, filmin Cannes’da ödül almasından sonra ve filmi görmeden yazmıştık, şimdi filmi seyrettikten sonra tekrar soruyoruz: Üç Maymun sinemamızı kurtarır mı?

(30 Ekim 2008)

Orhan Ünser

31 Ekim 2008 Haftası

“Mustafa”, tarihi -politik- sosyolojik boyutları itibariyle bir uzun metrajlı belgesele sığamayacak büyüklükteki bir dönemin en önemli mimarını, doğrudur, samimi biçimde, ona “Mustafa” diyebileceğimiz bir yakınlıkla ve hiç bilmediğimiz yönlerden de bakarak, yeniden kolektif bilincimize -kalp atışlarımızın ritmini hızlandıracak bir heyecanla- sunuyor. Ancak… O’nun yaşamındaki yüzlerce olayın her biri farklı dramatik filmlere konu olabilecekken, bu filmde -neredeyse- birkaç cümlede sıçrayarak geçmesi, genel anlamda bir ‘tatminsizlik’ duygusu yaratıyor. Hem “Mustafa” ama hem de, kaçınılamaz biçimde tüm rütbeleriyle “Gazi Mustafa Kemal Paşa” ve “Atatürk” var. Yani kronolojik yaşamı… Peki, salt “Mustafa” nasıl olurdu? Can Dündar, iyi bir belge toplayıcı, derleyici ve sunucu olsa da, büyük bir sinemacı değil. “Mustafa”, sadece “Mustafa” için büyük sinemacılar gerek!

“Zor Karar”, her kiralık katil öyküsünde olduğu gibi, bastırılmış duygular açığa çıkıp karakteri başkalaştırıyor; film de dramatik sonla vuruyor: Kentimiz, ‘kirli’, tehlikeli, tahrik edici Bangkok ve yönetmen biraderler, karanlık hikâyelerinde enfes bir renk (siyah-koyu yeşil egemenliği) seçimiyle izleyicinin ruhunu mengeneye sıkıştırmayı başarmışlar. Not: “Zor Karar”ı kusursuz bir projeksiyonda izlemeniz şart! Ben MARS Cinebonus Astoria’da izledim ve çok memnun kaldım.

“Rüya”, zaman-mekân-insan-doğa ve doğaüstünün birbirine -sanki- görünmez bir iple bağlı olduğuna dair, aşka dair, tutku ve sadakate dair ama sinema olarak zevksiz, büyük perdede izlemeniz için bir gereklilik sunmuyor; Kim Ki Duk, sinemasını -acilen- gözden geçirmeli!

“Mükemmel Bir Gün”, Ferzan Özpetek’in -bir tür- yeni bir başlangıç yaptığı, Roma’da birbirine teğet geçen hayatların 24 saatine giriverdiğimiz, ancak ‘bildik!’ gibi ilerlerken yanıtsız sorularla şoke eden, sersemleten film: Konu insan olunca yanıtlar olmuyor çoğu kez ve mutluluklar, bazen, sadece, külâhta bir dondurmayı tatmak gibi ‘anlarda’ yaşanıyor; ben kendi adıma allak bullak çıktım.

“Düşes”te, özgürlük kavramının yürekleri sardığı 18. yüzyıl sonlarına doğru, mutlak güç sahibi bir erkeğin, duygularına gem vurması ve erkek çocuk dünyaya getirmesi şart olan kadınını zenginlik içinde tutsak ettiği etkili öykü, aslında, çok incelikli biçimde, kadın kadar erkeğin de kanatlarını açarak uçması gerekliliği üzerine kurulmuş: Enfes bir yapıt ve insan özgürlüklerine hâlâ gem vuran çağın belirleyici güçleri üzerine düşünmeye de kapılar açıyor; kaçırmanız affedilemez!

(29 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Devrim Arabaları, İdealist Zihniyete Bir Saygı Duruşu

Tolga Örnek’in merakla beklenen filmi Devrim Arabaları izleyici ile buluştu. Hem de ne buluşma… Filmi kime sorsam büyük bir coşku içinde ne kadar keyif aldığından, gurur duyduğundan bahsediyor. Filmin arkasında tıpkı gerçek hikâyedeki gibi büyük bir emek ve dayanışma yatıyor. İzlerken hayıflanmamak da elde değil hatta insan kafasını taşlara duvarla vurmak istiyor. Nasıl, nasıl, nasıl bu kadar kör olabiliriz ve olmaya da devam ederiz, diye. Tolga Örnek gibi bu ülke için hiçbir çıkar gözetmeden çalışıp çabalayan insanlar var. Korkum giderek azalmaları. Bu film onlar için bir saygı duruşu diyor. Oyunculuklardan, dekora-kostüme, müzikten, kurguya dört dörtlük bir film Devrim Arabaları. Hâla görmediyseniz en kısa zamanda izleyin ve Devrim’inize sahip çıkın.

Devrim Arabaları hikâyesini neden film yapmak istediniz?

Her şeyden önce ben bunun gibi kıyıda köşede kalmış hikâyeleri seviyorum. Önceden işlenmiş ama farklı şekilde işlenilebilirliği olan hikâyeler beni çekiyor. Grup halinde başarılan işleri de çok seviyorum. Devrim Arabaları hikâyesi de bir grubun başarısı olduğu için ilk aklımı çelen durumlardan biri oldu sanırım.

Unutulmaya yüz tutmuş, birçokları tarafından unutulmuş ve hatta birçok kişinin hiç bilmediği bir hikâyeyi yeniden keşfetmenize bir durum sebep oldu muhakkak.

Aydın Engin’in zamanında Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı bir araştırması vardı. Türk Mühendisleri Derneği Birliği o araştırmayı derleyerek bir kitapçık haline getirmiş. İsmi de “Tünelin Ucundaki Işık”tı, ilk kez orada okudum. Yirmi üç sayfalık çok güzel bir çalışmaydı. Öyküyü, öyküde çalışan insanları, öykünün etrafındaki örgüyü ilk defa orada öğrendim ve çok etkilendim.

Filmde otomobil yapımına dair çok teknik bilgiler var. Kimlerden, nerelerden yardım aldınız bu konuda?

İlk olarak projede çalışmış ve hayatta kalmış mühendisler ile görüştük. Onların çalışmalarını, hatıralarını dinledik. Bir de Saffet Üçüncü adında otomobil dünyasının çok yakından tanıdığı bir dahi var. Projenin ve filmin tüm teknik aşamalarını onunla konuştuk. Onun bize tavsiye ettiği otomobil atölyelerine gittik, ustalarla konuştuk. Sette de sürekli uzmanlar bulundu.

Filmin senaryosunu yazarken yaşanmışlıklara bağlı kaldınız mı?

İşte bu benim en hassas olduğum nokta. Çünkü insanlar bu filmi belgesel zannediyor. Biz hikâyenin özünü temel aldık sadece. Hepimizin bildiği gibi; Cemal Gürsel zamanında, onun verdiği bir emir ile ilk yerli otomobil yapılıyor. Bu otomobili yapmak için bir grup mühendis bir araya geliyor. Otomobil yapılıyor ancak mecliste ufak bir aksilik oluyor. Ve bu aksilik bahane edilerek projenin önü kesiliyor. Biz bu hikâyeyi temel alarak kendi yan hikâyemizi, diyaloglarımızı, karakterlerimizi, dramatik kurgumuzu oluşturduk. Filmdeki hiçbir karakter birebir gerçek değil. Bazıları gerçek bir karakterden esinlenerek bizim üzerine eklemeler yaptığımız karakterler. Bazıları üç-dört karakterin sentezi. Bazıları ise tamamen hayali. Ama işin özüne ve ruhuna sadık kalmaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Ayrıca projede çalışmış olan mühendislerin başlarına gelen veya kuşkulandıkları durumları da senaryoya dahil ettik.

Devrim Arabaları ilk bakışta siyasi bir film havası yaratıyor ancak siyaset fonda yer alıyor. Neden?

Bazıları otomobil filmi zannediyor bazıları da politik… Ama bu idealist bir film. İdealist zihniyete bir saygı duruşu. Siyaset sadece onları etkilediği ölçüde ve sizin de söylediğiniz gibi fonda yer alıyor. Çünkü burada önemli olan o projenin hayata geçmesi, otomobilin yapılması. Otomobil de o insanların ruhlarını, kimliklerini anlatmak için bir araç. Çok da politik bir film değil aslında, hatta hiç değil. Bu daha çok bir azim hikâyesi, dostluk hikâyesi.

Filmin bir sahnesinde dönemin önemli gelişmelerini veren radyonun kapatılarak herkesin işine dönmesi önemli bir ayrıntı…

O hem filmin duruşu hem de mühendislerin duruşu ile ilgili bir durum. Otomobilin yapılması emrinin kimin tarafından verildiği önemi değil. Biz otomobile odaklanıyoruz. Ülkemiz için büyük bir şans. İşi politize edersek o insanların emeğini küçültürüz diye düşündük.

Ancak filmde “Devrim” kelimesi yalnızca otomobilin adı olmakla sınırlı kalmıyor. Kelimenin ucu açıklığına da göndermeler var…

Evet, devrim kelimesinin iki tarafına da gönderme var. Devrim sadece arabanın adı değil bir düşünce tarzı. Çünkü otomobilin yapılması için kafalarda da bir devrim olması şart. Benim kişisel olarak devrim deyince aklıma ilk gelen Atatürk devrimleridir. Onun devrimlerine gönderme var birazcık. Çok da filmin sırrını vermeyelim. (gülerek)

Ancak en acısı da Devrim’i halkın da sahiplenmemesi… Bir halkın kendi eserine bu denli karşısında durması hayret verici değil mi?

Ben bu durumun eğitimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu bir kısır döngü. Yapılan bir iş yapılmamış gibi, başarısız olmuş gibi gösteriliyor. Genlerimize kodlanmış sanki biz yapamayız düşüncesi. Yapsak bile Avrupalı bizden daha iyi yapar yargısı… Ben çok fazla emperyalist sohbetlere girme taraftarı değilim ancak bir ülkenin önce kendisine güvenmesi ve sağlam durması taraftarıyım. Bence yabancılar da bizim kendimize olan güvenimizin tam olmasını istemiyorlar. Politik, ekonomik, kültürel her alanda onlara bağlı olmamızı istiyorlar. Onlara bu cüreti veren de biziz.

Elbette her alanda kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız…

Konumuz sinema olduğu için onunla ilgili örnek vereyim. Bizim filmimizden önce dönen fragmanlara baktım. Bir seyirci olarak bana bile hakaret gibi geliyor. İşte insanların bunların arasında iyi ve samimi işleri sahiplenmesi, koruyup kollaması lazım. Ancak bu şekilde sektörümüzü ilerletebiliriz. Sadece seyircinin değil, yapımcının da, basının da bu ayrımı yapması gerekiyor. Her şey ticari sorumluluk değil. Ahlâki ve kültürel açıdan da sorunluluk duymalıyız. İsimsiz kahramanlar bu ülke için hiçbir karşılık beklemeden yıllarca çalışmışlar ve giderek azalıyorlar. Onları yüreklendirmek zorundayız. Sadece onlara değil etrafa söylemeli, desteklemeliyiz.

Öyleyse bu film o insanların da kendilerine pay çıkarabilecekleri, göğüslerini kabartacak bir etki yaratabilir. Hangi alanda olurlarsa olsunlar.

Tabii, bir insanı karalamak çok kolay ama kazanmak çok zor. Bu film hem onları yüreklendirmek ama aynı zamanda da sitem etmek için yapıldı. Sitem etmek ve bir daha olmamasını sağlamak için. Kısa vadede değil ama belki uzun vadede bir şeyleri değiştirebiliriz. Ben yabancı markalara karşı değilim ancak yabancı markalar kadar kendi markalarımızın da sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyorum. İyi olana sahip çıkalım. Marka ucu çok açık bir kavram. Bu proje, giysi, felsefe her şey olabilir… Mesela bir Türk yurt dışında bir ödül alıyor. Gazetede böyle bir haber gördüğümüzde şöyle bir bakıp sayfayı çeviriyoruz. Zamanında destek olmak çok önemli. Devrim Arabaları projesi o zaman değil on yıl sonra bile hayata geçseydi bugün otuz yedi sene olacaktı. Sadece Türkiye’ye ve komşularımıza satıyoruz diyelim, istihdamı bir düşünün!

Devrim Arabaları projesi bugün ortaya atılmış olsa dahi benzer durumlarla karşılaşmayacağını kimse garanti edemez sanıyorum…

Doğru, ben bu konuda herkesi suçlu buluyorum. Devleti, bürokrasiyi, basını, halkı. Hesap sormamışız ki! Bizim arabalarımız nerede? O dönemde dört tane otomobil yapılıyor, üçü hurdaya kaldırılıyor. O kalan otomobil bugün hala çalışıyor. Düşünün ben bir film çektim ve negatifleri çöpe atıldı, yakıldı. O mühendislerin yerine koyun kendinizi. Ne büyük hayal kırıklığı!

Dönem filmlerinin ülke belleğine katkısını ne ve geçmişte yapılan dönem filmlerini nasıl buluyorsunuz?

Bence stratejik bir hata yapıyorduk. Bir tarihi çok büyük anlatmaya çalışıyorduk. Hollywood gibi epik filmler çekemeyiz ki biz bütçemiz yok. Bir olayı her şeyiyle anlatmaya çalışırken dekordaki, kostümdeki hatalar göze çarpıyordu. Bu da bizi o dönemsellikten uzaklaştırıyordu. Büyük tarihi olayların daha küçük olaylardan, ayrıntılardan esinlenerek anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Biz daha somut bir projeye odaklanarak 1961 dönemi ile ilgili portre de sunabiliyoruz. Sokağa çıkma yasağının olduğunu, ihtilâl hükümetinin varlığını, eski başbakanın asıldığını falan söyleyebiliyoruz. Ama daha merkezci daha odaklanmış bir hikâye etrafında. Bu şekilde yapılırsa daha başarılı sonuçlar çıkacağını düşünüyorum. Yani Kurtuluş Savaşı’nı anlatırken dört senesini anlatmak zorunda değiliz. Daha küçük bir parça ama daha sağlam bir anlatım ile amaca ulaşabiliriz.

Ekibinizi de ayrıca tebrik ediyorum. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Çünkü dediğiniz gibi her şeyi anlatma kaygısından çok büyük zamansal hatalar yapılıyordu. Devrim Arabaları bu yönüyle hataya mahal bırakmıyor…

Çok teşekkür ederim. Çok titiz bir ekiple çalıştım. İşine aşık, tutkuyla bağlı bir ekip… Böyle bir ekiple çalışınca hata sıfıra iniyor. Sanat grubu özellikle gerçekten çok uğraştı. Mesela Gündüz’ün ofisindeki çekmecelerde bile o döneme ait tebligatlar, dosyalar bulunuyordu. Film boyunca o çekmeceler hiç açılmadı oysaki… Düşünün, o kadar detaya indiler. Kostüm de aynı titizlikle çalıştı. Her karaktere özel kostüm çalışması yapıldı. Telefon sesleri için ses tasarımcısı arkadaşımız büyük bir kütüphane çalışması yaptı. 1960’lı yılların telefon sesini kullanmadık örneğin. Çünkü Türkiye’ye biraz daha geç geliyor diye 1950’lerin sonundaki telefon sesini kullandık. Gündüz’ün ofisindeki telefon diğerlerinden farklı çalsın istedik. Herkes bir kere daha ve daha iyi baktığı için olaya çok daha tatmin edici bir film çıktı ortaya.

Bir sonraki projeniz yine tarihi bir hikâye mi olacak?

Hayır, bir sonraki projem güncel olacak. Tarihten çok keyif alıyorum ama bu yönümün sinemacılığımın seçtiğim konular altında ezildiğini düşünüyorum. Ben sinemadan keyif alıyorum. Oyunculukla, kadrajla, senaryoyla, kurguyla, müzikle uğraşmayı seviyorum. Biz Türkiye’de insanları kalıplara dökmeye bayılıyoruz. Gittiğimiz her yerde bu film belgesel değil, kendimizi paralamanıza rağmen bu adam çekse çekse belgesel çeker diyorlar. Şu kalıptan biraz sıyrılmak istiyorum. Sonra yine tarihi bir proje yaparım.

(29 Ekim 2008)

Gizem Ertürk

Mustafa

Can Dündar’ın Mustafa’sı ile sonunda tanıştım. Filmi uzun zamandır merakla bekliyordum. 15 yıldır Atatürk üzerine araştırmalar, belgeseller yapan Dündar’ın konu üzerindeki hakimiyeti su götürmez. Atatürk artık uzmanlaştığı bir konu. Film için özel izinle Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinin açılmış olması, not defterinden, mektuplarına kadar pek çok şeyin gün ışığını çıkarılmış olması elbetteki heyecan verici.

Özellikle vurgulanan bir detay var; Atatürk’ün insani yönü! Evet, bu vurgu var. Ancak bence yeterli değil. Yani Can Dündar ve ekibi çok titiz bir çalışma yapmışlar. Tebrik etmek lâzım. Zaten ellerinde bu kadar imkân varken yapmalıydılar ve böyle bir belgesel arşivlerdeki yerini almalı. Lâkin yazının başından beri etrafında dönüp durduğum ve bir türlü asıl noktaya gelemediğim bir durum var.

Evet, herkesin övgüler yağdırdığı bu film ile derdim neydi?

Derdim şu ki; yine birçok klişe ile karşı karşıya kalmamdır. Devrim Arabaları’nın yönetmeni sevgili Tolga Örnek ile geçtiğimiz günlerde yaptığımız söyleşide şöyle bir durumdan söz etmiştik; bir bütünü her şeyiyle verme kaygısından sıyrılıp küçük bir parçayı hakkını vererek sunmak. Tabii bu küçük parçanın bütüne dair göndermeler de yapması… Umarım ne demek istediğimi anlatabildim. Yani Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Taarruzu nasıl yaptığını, Samsun’a nasıl çıktığını artık ez-ber-le-dik! Bunları tekrar tekrar sunmaya ne gerek vardı. Ya da Atatürk’ün son zamanlarını geçirdiği Savarona yatını küçük bir çocuğun oyuncağını beklediği gibi beklediğini de biliyoruz. Bunlar çok tarihi, bilinmesi gereken ve de bilinen durumlar zaten.

Atatürk’ün bilinmeyen ya da daha az bilinen yönleri elbette ki vardı. Bence Atatürk’ün emperyalizm karşıtı ve komünizm yanlısı duruşunun filme yansıtılması bahsedilen farklılığa çok güzel hizmet ediyor. Ata’nın not deflerinden çok özel duyguların paylaşılması yine “insani” yönünü tüm samimiliği ile sunuluyor.

Peki görmek istediğim neydi?

Sanıyorum daha küçük detayları görmek istiyordum. Atatürk’ün koca halkı nasıl örgütlemeyi başardığını daha somut şekilde görmek istiyordum. Kurtuluş’a giden yoldaki Mustafa Kemal’in rolünü daha gerçekçi görmek istiyordum. Belki o zaman biraz daha +18 yaşa hitap edecekti ama olsun. Bir Sarı Zeybek’imiz var zaten.

Ata’nın yurdu kurtardıktan sonra yanına sokulan birinin “çok heyecanlısınızdır” sözü üzerine, “bir gün gelir bu kalabalık sizi linç etmek için toplanır” demesi. Veyahut sık sık tekrarladığı “beni unutmayınız” nidaları aslında çok şey anlatıyor. Bir dünya yasaklamanın, tabunun, heykelin arasında bir parça da olsa kapıyı aralayabildik ya bu da büyük bir adım.

Dediğim gibi çoğu şey tanıdık, bildik. Ama olsun belki de yeniden görmeye ihtiyacımız vardı. Bir milletin kaderine değiştiren bu büyük insana çok çok borçluyuz. Her şeyin ötesinde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na güzel bir armağan Mustafa. Can Dündar’ın etkili ve dramatik sesiyle içine işliyor insanın. Korkun yersiz değil ama Seni Unutmayacağız Mustafa!

(28 Ekim 2008)

Gizem Ertürk

Bunları Yazmak Gerek 4: Oscar, İtalyanca, Fransızca ve Avrupa’yı Seviyor!

Farkında mısınız, dünyada film üretimi arttıkça yarışmalar da daha bir çekişmeli, daha bir heyecanlı geçmeye başladı. Bir sinema eserinin insanlık ailesinin belleğine ve yüreğine armağan edilmiş bir yaratı olduğu, yarıştırılmasının gerekmediği bilinse de, ruhlarda rekabet, hırs, kazanma arzusu baskın… Bir de ticari mekanizmalar için gerekli. Dolayısıyla biz sinema için yazanlar da bu çarkın içinde bazen kendimizi çok fazla kaptırarak gönlümüzden geçenleri savunuyoruz. Örneğin ben ilk kez, Türkiye adayının, Akademi Ödülleri’nde Yabancı Dilde Film heykelciğini kazanmak için yarışacak 5 aday arasında yer alabilecek nitelikte olduğunu düşünüyorum. Onlarca ülkeden oluşan rakiplerini görmeden yüreğimin samimi olarak istediği bu: “Üç Maymun”un 2009 töreninde yerini alması. Bana göre, Türkiye’nin bugüne dek seçtiği en iyi aday adayı! Yapımcısının da ciddi çalışacağından eminim… Hani anımsayınız, geçmiş yıllarda, “aday adayı” olduğu halde “aday” sözcüğünü ve DVD kapaklarında yasa dışı biçimde Oscar heykelciğini kullananlardan, ortada “fol yok yumurta yok”ken magazin basınına “Altın Küreli bilmem ne” diye başlık attıranlara epey ‘numara’ya muhatap oldu da halkımız, o açıdan vurguladım.

En İyi Yabancı Dilde Film ödülleri 1947 yılında verilmeye başlanmış. 1953 yılı hariç, bugüne dek tam 60 kez sahiplerini bulmuş. Ödüllerin hangi ülkelere dağıldığına merak edip bir göz attım, sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir ortak yapımın ödüllendirilmesi sadece bir kez olmuş; 1950 yılında İtalya ve Fransa ödülü birlikte almışlar. Zaten bu kategoride üstünlük sağlayan da bu iki ülke: Ortak yapım dâhil, İtalya 13 kez kazanmış; Fransa da 12! İkisini açık ara, 4 kez galip gelen İspanya ile üçü Sovyetler Birliği döneminde olmak üzere yine 4 ödülle Rusya takip ediyor. 3 ödüllü ülkeler ise şunlar: Japonya, İsveç, Çek Cumhuriyeti (ikisi Çekoslovakya dönemi), Almanya (biri Batı Almanya dönemi), Hollanda. Oscar amcayı ikişer kez müzelerine götürenler ise, İsviçre ve Danimarka. Ve birer kez kazananların en az yarısının, film çekme standartlarının her ülke için yükseldiği, iletişimin hızlandığı, festivallerin çoğaldığı, yakıcı sorunların her bireyi ilgilendirmeye başladığı son yıllara rastladığını görüyoruz: Cezayir, Fildişi Sahili, Macaristan, Arjantin, Tayvan, Bosna Hersek, Kanada, Güney Afrika, Avusturya. Neden, “yalnız ve güzel ülke” Türkiye de olmasın?

(26 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Paris

Bir ülkeye çok kişisel, ideolojik ya da herhangi başka bir sebepten sempati duysam dahi bunu o ülkeye dair genel bir yargı yapmamak için özel bir çaba gösteririm. Lâkin bu durumun geçmiş hesaplaşmalar veya politik çıkarlar yüzünden bir millete karşı ırkçı bir yaklaşım sergiletmekten farklı olmadığı düşüncesindeyim. Pozitif ya da negatif yaklaşım ne olursa olsun saplantıya dönüşürse maazallah insanın gözlerini kör edebilir.

İşte bu yüzden Fransa kelimesi böyle bir saplantıya dönüşme olasılığı sebebiyle beni ürkütüyor. Yine de ülkenin geçmişten gelen toplumsal duyarlılıkları ve hâlâ daha bu konularda başı çekmeleri benim için çok anlamlı.

Fransa ile birlikte İtalya’da sinemasal yönden çok çok keyif aldığım iki ülke. Son bir yıl içinde en tat alarak izlediğim İtalyan yapımı Abim Evin Tek Çocuğu (Mio Fratello E Figlio Unico) ve Fidel’in Yüzünden (La Faute a Fidel) olması da sanıyorum tesadüf değil.

Bu iki ülke sinemasının saplantıya dönüşmediğini anlamam için Paris filmini izlemem yeterli oldu. Yine filme girmeden kendimi büyük beklentiler içine sokmuş ve harika bir film izleyeceğimden şüphe duymayarak kendimi filmin kollarına bırakmıştım ki çok geçmeden bir şeylerin yolunda gitmediğini gördüm.

Her şeyden önce filmin adının Paris olması sizi şehrin büyüleyiciyi atmosferi içinde kaybolacağınız izlenimi yaratılmasına neden oluyor. Sık sık gözümüzün önüne gelen Eyfel Kulesi dışında pek fazla böyle bir ayrıntı göremiyoruz. Belki de ilk hayal kırıklığı bununla başlamış olabilir.

Yönetmenin bazı kaygılar içinde olması bu detayları kaçırmış olduğu anlamına geliyor olabilir. Çünkü Cedric Klapsich, Paris’in artık eski Paris olmadığını vurgulamak istiyor. Sevimli tarihçinin genç öğrencisiyle yaşadığı aşktan çok karakterin yaratılma sebebinin Paris artık eskisi gibi olmayan şehre gönderme yapmak olabileceğini düşünüyorum.

Film kalp hastası genç bir erkeğin hayatını, daha sonrasında onun penceresinden geçen başka hayatların serpilmesini konu ediniyor. Üstelik kalp hastası bu adamın profesyonel bir dansçı olması onun yaşadığı durumun ağırlığını anlamamız için iyi bir seçim. Çünkü artık tamamen sakin ve az hareketli bir hayat yaşamak zorunda. İşte o anda kendinizi Pierre’in yerine koyduğunuzda avucunuzun içindeki hayatın ne kadar değerli olduğunun farkına varıyorsunuz.

Pierre kalp nakli için beklemede olduğu günleri pencere önünde hayatı bir köşeden sessizce izleyerek geçiriyor. Biz de Pierre’nin henüz ölmeden kenara çekildiği ve hayat ile tek bağlantısı olan penceresinden geçip giden insanların yer yer detaylı yer yer de yüzeysel hayatlarına tanık oluyoruz. Aralarında Kamerun göçmeninden, manava, profesörden, üniversite öğrencisine geniş bir yelpazenin bulunduğu, gündelik yaşam telâşı içinde çok sıradan gibi görünen ama kendi içinde biricik olan insanların hayatlarına bakış atıyoruz.

Bütün olarak bakıldığında izlendiği zaman hiç de zaman kaybı olmayacak hatta kendi küçük hayatlarımıza çok şey kazandırabileceğimiz bir film Paris. Ama dedim ya genel anlamda ülke sineması üzerine çok mükemmeliyetçi yaklaşmam bazı aksaklıklar ile karşılaştığımda büyük hayal kırıklığı yaratabiliyor. Yoksa hiç de fena bir film değil Paris.

Son bir şey daha; filmin sonunda Pierre taksiyle giderken taksicinin göstericilerin yolu kapattığını söyledikten sonra güzel bir görsel şölen eşliğinde coşkulu bir protesto sahnesi görmek istemedim değil…

(26 Ekim 2008)

Gizem Ertürk

24 Ekim 2008 Haftası

“Üç Maymun”, aldatma üzerine bir hikâye olarak, anlaşılması ve içinden çıkılması olanaksız bir canlı türü olan insandan, aile denilen bir kurum oluşturmuş üçünü örnek alıyor; sinemanın varlık nedeni olan ‘görsel’ dilin zirvesini zorlayarak algılarınıza sunuyor: Çok başarılı; çünkü film bitiminde her bir izleyicinin ‘okuması’nın farklı olacağı kuvvetle muhtemel. İyi bir sanat yapıtı, hele bir de insanı anlatıyorsa, ona izleyici olarak dâhil olanların üzerinde uzlaşması olası değildir, “Üç Maymun”, bu manada da gerçek bir sinema yapıtıdır. Ayrıca bizlere, sinemanın en anlamlı kadın yüzlerinden birini armağan ettiği için özel bir teşekkürü hak etmektedir.

“Testere V”, yepyeni ve daha şoke edici işkence / öldürme çeşitleri icat edildiği sürece, hemen hemen bu nedenle devam edecek olan bir serinin son filmi olarak, ne etkiliyor, ne de bellekte bir iz bırakıyor: “Testere” manyakları için ideal tabii, özellikle de, kurbanların marangoz hızarı gibi bir alete mecburen ellerini verdikleri sahneye bayılacaklar!

“Sihirli Şehir”, yönettiği ilk film “Monster House” animasyon dalında Oscar adayı olan genç ve yaman Gil Kenan’ın tasarım harikası sürükleyici filmi: Fantastik hikâye yavaş yavaş açılıp ilerlerken, her kademede, doğal ışığa kavuşma arzunuzu arttırıyor!

“Paris”, yaşamayı, yaşamaktan zevk almayı, hangi sınıfa mensup olursanız olun en değerlinin yaşanan her an olduğunu en mükemmel biçimde hissettiren kentlerden biri ve bu duygu perdeden yansıyıp iliklerinize kadar işliyor… Bu filmde, geniş bir yelpazede yer alan karakterlerin en az biriyle duygudaşlık kuracak ve inanın buna, eften püften şeyleri artık dert etmeyeceksiniz!

“Devrim Arabaları”nın gerçek öyküsü, bir grup kararlı, yüreği vatana sevdalı, sabırla direnen ve inat eden insanın, maddi-manevi engellere karşın başarmalarını anlatırken, koşut olarak, Türk Sineması için bir ilki gerçekleştiren film ekibi de aynen onlar gibi başarmış. Meclis bahçesi sahnesinin -teknik yetersizliklerden kaynaklanan- görsel zayıflığını saymazsak, iki arabanın tüm bir üretilme süreci, yönetmenin şefliğinde kusursuza yakın bir sinema duygusu yaşatıyor. Dramatik-teknik kurgunun gerçekçi-akıcı yapısı, yapım tasarımındaki (set ve sanat yönetimi) ayrıntı zenginliği, dijital görüntülerdeki yetkinlik ve oyuncuların görevdeşliği aktarmadaki inandırıcılıkları, sinemamız adına bizleri memnun etti. Devrim sözcüğüne politik anlamlar yükleyen diyaloglar biraz aşırı olsa da, tuhaf günler yaşadığımız şu dönemde, Türkiye için kalbi çarpan herkesi duygulandıracak. İyi ki çekilmiş!

(22 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com