Kategori arşivi: Yazılar

Kan Gölü: Bu Sefer Dehşetin Kaynağı Başka…

Kan Gölü sıradan bir gerilim filmi diye başına geçilen ve gitgide içinden çıkılmaz olan sıkı bir gerilim filmi. Filmin İngilizce adı tam da İngilizlere özgü bir ironiyi içeriyor: Eden Lake, Cennet Gölü anlamına geliyor. İki sevgilinin cennette gibi geçirmeyi plânladığı bir haftasonu tatili gitgide bir kan gölüne dönüşüyor ve Türkçe adını buluyor.

Romantik Steve, kız arkadaşı Jenny’yi tatlı bir haftasonu geçirmek için kamp yapmaya götürüyor. Kamp yeri olarak da yakında inşaatlarla doğası bozulacak olan maden gölünü ve onu çevreleyen ormanı seçiyor. Asıl amacı tatillerinin en güzel anında Jenny’ye evlenme teklif etmek. Maalesef ki hiç bir şey hesapladığı gibi gitmiyor.

Böyle bir filme gidince ilk olarak ya doğaüstü güçleri olan canavarlar ya da Halloween’in Michael Myers’ı veya 13. Cuma’nın Jason Voorhees’i gibi eli baltalı-bıçaklı bir katil bekleniyor. Oysa hiç biri değil. Bu film tarzıyla ve anlattıklarıyla daha çok Haneke filmlerini anımsatıyor. Kana susamış canavarlar herkesin en masum gördüğü canlılar olan çocuklar.

Kasabanın İngiliz alt ve orta sınıfından ailelere mensup çocukları yaz tatillerini göl çevresinde geçiriyorlar. Bisikletleriyle gölün çevresindeki avuçlarının içi gibi bildikleri ormanda vızır vızır dolaşıyorlar. Daha ilk günden göl başında kamp yapmaya gelen Jenny ve Steve’in huzurunu kaçırmaya başlıyorlar. Önce dinledikleri müziğin sesini yükseltiyorlar, ardından küfrediyorlar. Gerilimin dozu ince ince arttırılıyor. Basit tacizler gitgide akıl almaz vahşete dönüşüyor. Filmin asıl gerilimini ise bu oluşturuyor: Yok canım, iki üç masum çocuk bu kadarını da yapmaz dediğimiz şeylerin bal gibi de yapılabileceği, hatta büyük ihtimalle olduğu hissi.

Kan Gölü hepimizin hayatında olağan olan öğelerle dev bir gerilim hattı oluşturuyor. İzlerken kâbusun bitmesi için dua etmeye başlıyorsunuz ama aslında kâbusun tüm hayatınıza yayıldığını fark ediyorsunuz. Filmin kadın oyuncusunun her kurtulma ümidinde, başına şimdi ne gelecek endişesiyle doluyorsunuz. Tam bitti derken aslında tüm ümitlerin suya düştüğünü anlıyorsunuz.

Jenny rolündeki Kelly Reilly, Jenny’nin dönüşümünü çok iyi sergiliyor. Tatlı, duyarlı, anaokulu öğretmeni Jenny’nin tehlike karşısında, mecbur kalınca, her gün sevgiyle kucakladığı çocuklara karşı mücadele savaşı açması görülmeye değer. Filmin başında çifti arabada radyo programları dinlerken izliyoruz. Radyo programlarında çocuk yetiştirme ve eğitim sistemi üzerine bol bol yorum yapılıyor. Filmin temelleri incelikle atılıyor. Jenny her gün güvenli ve korunaklı sınıf ortamında eğitmeye çalıştığı çocuklarla sınıf-dışı dünyada karşılaştığında kuralların değiştiğini görüyor. Haneke’nin sosyal gerilim dünyasına biraz da Sineklerin Tanrısı sosu eklenince gerilim en üst düzeye tırmanıyor. İnsanın kafasında “çocuktur yapar mı diyelim?”, “eğitimsizlik mi bunlara sebep oluyor?”, “günümüz toplumlarının doğadan koparak vardığı nokta bu mudur?” gibi bir çok soru dolaşıyor. Soru tohumları ustalıkla atılıyor ve uçları açık bırakılıyor. Çünkü gelişen olayların kaynağı ne sadece çocukların çocuk olması ne de eğitim seviyeleri… Filmin sonunda sorunun kaynağının sadece çocuklar olmadığı, bunun çok basit bir çıkış olacağı, çocukların sistemin sadece dişlilerinden biri olduğu ve aslında sistemin tüm dişlilerinin içiçe geçerek işlediği vurgulanıyor.

Kan Gölü küçük bütçeli, az mekânlı, az oyunculu ama dolu dolu bir film. James Watkins hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. İlk yönetmenlik çalışması olan Kan Gölü’nde çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. İzlenmeye değer bir film. Yine de eğer korku filmi seyredip, çıktığınızda da gülüp geçmeyi plânlıyorsanız başka bir film seçmenizi tavsiye ederiz. Filmi seyrettikten sonra uzun bir süre iç geriliminiz ve değerlendirme çalışmalarınız devam ediyor.

(17 Ağustos 2009)

Nur Özgenalp

Franklyn: İki Dünya Arasında Gidip-Gelenler İçin…

Yönetmen Gerald McMorrow’un ikinci filmi olan Franklyn bir çok farklı öğenin karışımından oluşan bir film. Öncelikle Franklyn iki ayrı dünya arasında içiçe geçen öyküleri anlatıyor. Dünyalardan biri günümüz Londra’sı, diğeri de Meanwhile City adındaki, inanç ve dinin hüküm sürdüğü, hem geçmişten hem de gelecekten sinyaller veren bir metropol. Meanwhile City’de bir inancı ya da dini olan kişi kendine yer bulabiliyor. Herkes istediği inancı seçebiliyor ya da istediği zaman inancını değiştirebiliyor. Önemli olan sonunda bir inancının olması. Londra’da inancını yitiren insanlar dolaşırken, Meanwhile City’de bir inanç patlaması yaşanıyor.

Franklyn’in dört ana karakteri var. Körfez Savaşı gazisi Esser, Meanwhile City’de kayıp oğlunu arıyor. Aynı zamanda koca Meanwhile’ın inançları reddeden tek üyesi dedektif Preest intikam peşinde koşuyor. Başına kimliğini belli etmeyen bezden bir maske takan Preest, Individual (birey) adındaki suçluyu arıyor. Tüm bunlar olurken günümüz Londra’sında Milo evleneceği kadın tarafından terk ediliyor. Milo tekrar aşk, sevgi gibi güçlü duyguları hissedebilecek mi anlamaya çalışıyor. Güzel sanatlar öğrencisi Emilia, tüm ruhsal halini içine boca ettiği intihar konulu sanat projeleri üretiyor. Bir yerden sonra projelerin mi ruh halini oluşturduğu, ruh halinin mi projeleri oluşturduğu belirsizleşiyor ve tıpkı bu paralel iki dünya gibi Emilia’nın da dünyası birbirine geçmeye başlıyor.

Franklyn film okumaktan zevk alan birisi için bol sembolik malzeme barındırıyor. Aslında herkes kendine has tanımı olan bireyi arıyor ama birey olmak suçlu olmak anlamına geliyor. Herkesin popülerleştirdiği inanç sistemleriyle ortak noktalarda buluşup, kendilerini dev aileler içinde hissettikleri bir ortamda birey olmak dışarıda kalmak anlamına geliyor. Preest bir kelime oyunu olarak İngilizce Rahip anlamına gelen Priest’e çok benzer bir isim taşıyor. Kendi isminin tanımı bir inanç sisteminin temsilcisiyken kendisi inancı reddediyor. Preest de aslında içinde bulunduğu ortamın biricik değer yargısını, yani inanç sistemlerini reddederek bireyleşiyor ve peşinde olduğu kişiye dönüşüyor. Aynı şekilde Emilia da sürekli intihar üzerine proje üretiyor ve intihar ediyor. Yalnız her intihar denemesine başlamadan önce ambulansı arıyor ve kendisini kurtarmalarını sağlıyor. Sanat üretmek kendinden sonraki nesillere yaratılan ürünle kalmaktır. Yani bir çeşit ölümsüzlüktür. Emilia intihar ederek ölümsüzleşmeye çalışıyor.

Franklyn ilginç bir deneme. Tüm bu sembollerle filmi seyretmek ve okumaya çalışmak bir noktaya kadar eğlenceli. Yönetmen bize İngiliz bilim kurgu, Film Noir ve çizgi romanvari bir atmosferi başarıyla içiçe sunuyor. Yalnız öyküler birbirlerine öyle karışıyorlar ki sondaki süprizi fark etmek zorlaşıyor. Filmin tüm ihtişamlı atmosferine karşın izlenmesi epey zor. Film sanki uzuyor ve gitgide sıkıcılaşıyor. Sıcak yaz günlerinde karanlık bir sinema salonunda, çoğunlukla soğuk renklerin kullanıldığı bir film izleyip biraz serinlemek isteriz diyenler deneyebilir.

(16 Ağustos 2009)

Nur Özgenalp

Bu Macera “Cannes”lı Olacak

61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan, başka yönetmenlerin filmlerinden esinlenir mi? O, katı ahlâkçı ve ikiyüzlü bir yönetmen mi? Ama, bir şey var, o iyi bir yönetmen…

Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney’den sonra en heyecan verici yönetmenlerden biri belki de. Dünyada da Yılmaz Güney’den sonra en çok adı duyulmuş sinemacımız. Hem Güney hem Ceylan, kaderin yolları birleştirdiği gibi ikisi de Cannes’da ödül kazandılar. Güney, Şerif Gören’in yönettiği “Yol”la 1982’de “Altın Palmiye” alırken, Ceylan da, tam 26 yıl sonra yine Cannes’da “Altın Palmiye”den sonraki en büyük ödül olan “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandı “Üç Maymun”la. Ceylan’ın Cannes’la siyah-beyaz kısa filmi “Koza”yla tanıştı. Ardından da çektiği her film ödül kazandı. Ceylan’la Cannes’ın aşkı yıllara dayanıyor. Bu aşktan kazanan Ceylan ve sineması olacak. Cannes, Ceylan’a Avrupa sinemasında eserler ortaya koyması için fırsatlar yaratacak belki de. Böyle olacaksa gerçekten heyecan verici bir şey bu.

Ceylan, “Üç Maymun” filmine kadar, hep ailesinin ve bildik çevresinin etrafında kurdu filmlerini. “Uzak” ve “İklimler” filmlerinde bildiği sokağın dışına çıkmayı denedi. En azından mekânlarını değiştirdi. Ama, “Üç Maymun” onun tümüyle sokağının dışına çıktığı bir ilk film. 1999 yapımı “Mayıs Sıkıntısı” filminde, 1995 yapımı kısa ve siyah-beyaz filmi “Koza”nın ortaya çıkmasının macerasını anlattı. “Mayıs Sıkıntısı” filminde dingin ve sakin anlatımı vardır Ceylan’ın. Uzun plân-çekimler, durgun geçen zaman, doğal oyunculuk hemen dikkati çekiyordu filmde. Bu filmde Andrey Tarkovski’nin ruhunun dolaştığını hissediyorsunuz. Bu ruh Ceylan’ın tüm filmlerinde var. Ama, Tarkovski’nin filmlerinde mistik ve ruhani derinlikler de var. Elbette Ceylan’dan bunları beklemek ona bir haksızlık olabilir. Ceylan’ın ilk uzun filmi 1997 yapımı siyah-beyaz “Kasaba”nın hikâyesi de Ceylan’ın doğduğu yerlerde geçiyordu. Ceylan, üç kuşağın hikâyesini anlattı bu filminde. “Kasaba”, en büyük ödülünü 1998 yılında Berlin Film Festivali’nde “Caligari Ödülü”yle aldı. “Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı” filmleri, tümüyle ailesinin ve bildiği mekânlarda doğdu. Ceylan, 2002 yapımı “Uzak” filmiyle kasabasının, sokağının dışına çıkmaya çalıştı ve bir başka bildiği mekânlara gitmek istedi. Yine de çevresinde tanıdığı insanlar vardı. Mekânları İstanbul’da olsa bile. Sokağın dışına çıkma çabası 2006 yapımı “İklimler”de iyice belirginleşti. 2008 yapımı “Üç Maymun”la da başka sokaklarda dolaşmaya başladı. Annesini, babasını, kuzenini, eşini filmlerinde oynatan Ceylan, “Üç Maymun”la daha profesyonel oyunculara yöneldi. Sonra da 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Ceylan törende ödülünü alırken, “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” dedi konuşmasında. İnsanların yurtlarını sevmelerine hakkı var. Ceylan, 1995 yılında “Koza”yla Cannes’ın “Uluslararası Kısa Film Yarışması”nda ilk ödülünü almıştı. 2003’te “Uzak” filmiyle “Büyük Jüri Ödülü”nü alırken, başoyuncuları Mehmet Emin Toprak ve Muzaffer Özdemir, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödülü paylaştılar. 2006’da 59. Cannes Film Festivali’nde “İklimler” filmiyle “FIBRESCI Ödülü”nü aldı Ceylan. Son olarak “Üç Maymun”la kazandığı “En İyi Yönetmen” ödülü, onun Cannes’da kazandığı dördüncü ödül oldu. Ceylan, yurtiçinden ve yurtdışından başka festivallerden de ödüller almayı sürdürdü. Ama, hiçbir aşk Cannes aşkı gibi derin ve anlamlı olmadı. Çünkü Cannes onu dünya sinemasının kollarına bırakıyor. Ceylan, “Üç Maymun” filmiyle 81. Akademi’de “En İyi Yabancı Film” dalında ilk dokuza kalmıştı ve az bir farkla Oscar’a aday olamamıştı. Amerikalılar Ceylan’ı çok sevdi. Coen kardeşler de. 60. Cannes Film Festivali’nin şerefeine bir dolu ünlü yönetmenin bir araya gelmesiyle otaya çıkan “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”nda Coen kardeşler “World Cinema” kısa filmleriyle Ceylan’a ve “İklimler” filmine selâm göndermişlerdi. Ceylan, 62. Cannes Film Festivali’nde de jüri üyeliği de yapmıştı.

Uzakta bir iklim…

“Uzak” filmi, Ceylan’ın ahlâkçı taraflarının az çok yansıttığı bir filmdi. “Uzak”ta burjuvalaşmaya çalışan yabancılaşmış bir fotoğraf sanatçısını anlatıyordu. Ceylan, kasabada bıraktığı insanları şehre taşımış bu filminde. Fotoğrafçı Mahmut, gemilerde iş bulmak umuduyla İstanbul’a, yanına gelen akrabası genç Yusuf’a soğuk davranıyor. Öyle ki, aşağılıyor onu. Fotoğraflar çekiyor. Ceylan, bu filminde Tarkovski’yi de andı “Stalker-İz Sürücü”yle. Filmdeki görüntüler, Ceylan’ın fotoğrafçı ruhunu da iyi yansıtıyordu. Karlı İstanbul manzaraları, Rus sinemasının şiirselliğini perdede yeniden yaratıyordu. Çok az Türk filminde imgeler insanın zihninde kalıyor. Bu filmde, karlı ve soğuk İstanbul’da Mahmut’un yalnızlığını duyuran fotoğraflar insanın sinemasal belleğine yerleşiveriyordu. Sokağın biraz daha dışına çıktığı “İklimler” filminde, Ceylan’ın ahlâkçılığı daha bir öne çıkıyordu. Bu filmde başrolü eşi Ebru Ceylan’la paylaştı Ceylan. Filmin başkarakterleri İsa ve Bahar, iki sevgili ve ayrılmanın eşiğindeler. Mevsim yaz. Aşkın kaynadığı bir mevsim. Ama, sonbaharı yaşıyordu bu iki insan. Bu filmi seyrederken insanın zihnine Woody Allen’ın 1979 yapımı “Manhattan” filmi düşüyordu. “Manhattan”da 42 yaşındaki sanatçı Isaac, 17 yaşındaki sevgilisi Tracy’den ayrılmak için ne gerekiyorsa yapıyordu. Ama, onu gerçekten kaybedeceğini anladığında Tracy’ye dönmek için büyük çaba gösteriyordu Isaac. “İklimler” filminde de yaklaşık olarak böyle. “İklimler”de, İsa, kendinden epey genç sevgilisi Bahar’dan ayrılmak için her şeyi yapıyordu. Kış mevsiminde Bahar aşkını arıyordu.

“İklimler…”

Ceylan, iki insanın, İsa’yla Bahar’ın tükenmiş aşkları üzerine açılıyor. İsa, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin fotoğraf bölümünde öğretim görevlisi ve doçentlik tezini vermek üzere. Bahar, televizyon dizilerinde çalışıyor. İsa, Bahar’a göre yaşlı ve aralarında epey mevsimler var. Bahar, hep kendini küçük gören, azarlayan İsa’dan az da olsa sevgi ve şefkat bekliyor. İki sevgili aşklarının sonlarında Kaş’ta tatil yapıyorlar. Güneşin kavurucu ve parlak ışıkları altında kasvetli bir atmosfer yansıyor perdeye. Buna karşılık, soğuk ve karda sımsıcak anlar da yaratıyor film. Ayrılan sevgililer kendi yollarına gidiyorlar. Kamera, İsa’nın peşinden ayrılmıyor. İstanbul’a sonbahar indiğinde İsa, tekdüze hayatına dönüyor. Diğer yandan İsa’nın eski tanıdıkları da giriyor hikâyeye. Bahar’dan önce İsa’nın ilişkiye girdiği Serap’la İsa’nın eski heyecanları da geliyor. Ama, Bahar’ı unutabilir mi İsa? Rastlantıyla Bahar’ın Ağrı’da çekimlerde olduğunu öğrenen İsa, hemen oraya, Ağrı’ya gidiyor. İlelebet bir romantik aşık olamayan İsa, Bahar’ı yeniden dünyasına katması o kadar kolay mı?

Ceylan, “İklimler”de modern insanın yalnızlığının peşine düşmüş. İsa ve çevresindeki birkaç insan aracılığıyla çürümüş burjuva değerlerini de eleştiren yönetmen, yine filmde yansıyan birkaç insan aracılığıyla da hâlâ bozulmamış değerleri de gösteriyor. Filmi seyrederken bunları fark ediyorsunuz. İsa, Bahar hayatından çıktıktan sonra yalnızlığını dolduramıyor. İsa’nın eski sevgilisi Serap, şimdilerde reklâmcılık yapan eski arkadaşıyla çıkıyor. Yine de Serap’la ilişkiye girmekten çekinmiyor İsa. Çünkü yapayalnız ve hayatında kadınları özlüyor.

Ceylan, fotoğraf sanatının estetiğiyle bir film yapmayı denemiş. Filmin girişi de sanki fotoğraf sanatına saygı gibi. Aslında filmin genelinde bu hissediliyor. Bazı anlarda Ceylan, önceki filmlerindeki gibi uzun çekimlerle Tarkovski ruhuna bir daha ulaşıyor. İzlenimci denemeler de yapıyor yönetmen görsel olarak. İzlenimci ruh, öncelikle Ağrı bölümlerinde daha bir fark ediliyor belgesel tadında anlatımla. İshakpaşa bölümleri ve karlar altındaki Ağrı gerçekten unutulmuyor. Ceylan’ın bu imgesel yalnızlık üzerine filminde gerçekten unutulmaz birkaç an da var. Her şeyden önce şunu belirtmeli, Ceylan’ın mizah duygusu insanı kahkahalara boğuyor. Hem “kaba” hem de ince espriler seyircileri tam anlamıyla mutlu edecek. Evet, bu film Ceylan’ın önceki filmlerinden daha esprili ve daha erotik. Serap’ın evinde neredeyse bir insanın yaşayacağı tüm duygularla vahşice sevişen İsa ve Serap, tüm tutkuları, özlemleri, nefretleri ve birçok şeyi bu kısa anda yaşıyorlar. Bu sekans, kadınla erkek üzerine (sahnenin başından sonuna kadar) bir belgesel gibi. Bir de erkekleri ironik yorumladığı bir sahne daha var Ceylan’ın. Ağrı’da film ekibinin minibüsünün içinde İsa’nın Bahar’a yakarışı ve o anda yaşananlar kadınlara mutlu kahkahalar attırıyordu belki de. Filmin finali açık uçluydu. İyimserliğinize ve kötümserliğinize göre anlamlaşıyordu bu final. Evet, Ceylan’ın değeri Batı’da daha iyi anlaşılıyor. Ceylan’ın filmleri perdede görülmeli. Bu filmde, gelecekte belki de sinemamızın önemli kameramanlarından olacak Gökhan Tiryaki’yi de keşfetmiştik.

“İklimler” filminindeki Ceylan, uç noktada ahlâkçıydı belki de. Kimileri, bu ahlâkçılığı ikiyüzlü bir ahlâkçılık olarak da yorumlayabilir. İsa’nın eski sevgilisi Serap’a tecavüz ettiği sahnede sevişme ayrıntılarıyla gösteriliyordu. Ama, gerçek hayatta eşi olan Ebru Ceylan’ın canlandırdığı Bahar’la İsa’nın Ağrı’da bir otel odasındaki sevişmesi doğrudan gösterilmemiş ve izlenimde yaratılmıştı. Bununla beraber “İklimler”, fotoğraf sanatına yaklaşan bir filmdi. Özellikle filmin girişindeki bölümde. Ceylan, filmlerinin yolu gözlenen önemli ve nadir yönetmenlerden.

“Üç Maymun…”

Sinemamızın yaşayan önemli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan filmi “Üç Maymun”, sinemaskop ve dijital çekildi. Cannes Film Festivali, bir yönetmeni bağrına basmışsa bu derin bir aşktır ve yönetmen, bu aşkla dünyaya açılır gider. Filmin adı, evrensel bir deyişten geliyor. Üç maymunun anlamı, görmeme, duymama ve konuşmama… Ceylan, üç maymunu perdede görselleştirirken, vicdan azabına da dokunuyor yer yer. Şoför Eyüp, yemekhanede çalışan karısı Hacer ve üniversite sınavını kazanamayan oğlu İsmail’le iletişimi kopmuş bir aile babası. Milletvekili seçilmek isteyen işveren Servet’in şoförlüğünü yapıyor Eyüp. Film, trajedileri başlatacak bir kazayla başlıyor. Seçimlerin hemen öncesinde yolda bir insanı ezen Servet, suçu Eyüp’ün üstlenmesini istiyor. Ona, maddi ve manevi destek vereceğini de söylüyor. Patronuna boyun eğen Eyüp hapishaneye giderken, geride bıraktıkları, oğlu ve karısı ne yapacaktır? Hayat eskisi gibi mi sürüp gidecek, yoksa bambaşka yollar mı çıkartacak bu hayat? Ne üniversiteyi kazanabilen, ne de bir baltaya sap olabilen İsmail, annesini zorlayarak Servet’ten para istemesini söylüyor bir araba satın alabilmek için. Bu da sonun başlangıcı oluyor melodramatik yönden. Her şey ipinden kopup savrulmaya başlıyor. Belki de klâsik bir melodramda daha derin trajediler yaşanabilirdi. Belki Yılmaz Güney’in 1971 yapımı “Baba” filminde olduğu gibi. Ama Ceylan, filmini yoğun melodramdan çıkartarak günümüze ahlâki açıdan bakıyor.

Suçlar ve suçluluk duygusu…

Ailenin kaderine giren Servet, bu ahlâkın odağında mı? Ya diğerleri nerede? Gerçek suçlular ve günahkârlar, kendi cezalarını vicdan azabıyla mı çekecekler? Elbette, Servet bir kapitalist ve pragmatist bir insan. Koşullara göre yönünü belirleyebiliyor. Ya geleneksel yapıdaki aile? Hapisten çıkan Eyüp, bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyor. Sonra da her şey yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Hacer, belki de kocasında bulamadığı tutkuyu Servet’te buluyor ve onun kendisine ilgisiz kalmasını anlamlandıramıyor. Eyüp’le Hacer’in oğulları İsmail, en baştan her şeyi biliyor. Arabaya sahip olabilmek için tepkisini içine atıyor ve öfkesi yavaş yavaş büyüyor. Sonra Servet cinayete kurban gidiyor ve ardından film alttan alta polisiye bir hikâyeye dönüşüyor. Seyircinin zihninde katil kim, gerilimi bir an için bile olsa kalıyor. Suçu doğrudan göstermeyen Ceylan, soruna ahlâkçı bir bakış atıyor. Eyüp, kahvede çıraklık yapan gariban Bayram’a bu suçu satıyor ve her şey birbirine bağlanıyor böylece. İster burjuva, ister genel ahlâk olsun, ikisi de bir yerlerde kirlenmiş ve dibe vurmuş günümüzde. Suçun cezasız kaldığı birçok film var sinema tarihinde. Ceylan’ın filmi uzaktan da olsa o filmlerin ruhunda dolaşıyor. Fritz Lang’ın 1945 yapımı “Scarlet Street-Scarlet Sokağı”nda da suçlu, yani katil cezasını çekmiyordu. Ceylan’ın filminde de suçlular cezalarını başkalarına çektiriyorlar işte. Duymama, görmeme ve konuşmama, yani üç maymun tamamlanıyor. Böylece sorunlar kökten çözülüyor mu? Eyüp’le İsmail’in ortak suçluluk duyguları da var geçmişten gelen. Film bittikten sonra bile, vicdan gökyüzündeki bulutlar gibi ailenin üzerine çökecek belki de. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Çünkü belleği temizleyen bir şey yok daha.

Ceylan’ın bu ilk sinemaskop filminde, görsellik ve kurgu gerçekten çarpıcıydı. Mekân kullanımları ve ışık düzenlemeleri sanatsal açıdan insanı etkiliyordu. Yanından banliyö treninin geçtiği ailenin kaldığı ev, insana yer yer huzur verirken, yer yer de huzursuzluk veriyordu. İnsana tuhaf duygular yaşatıyor bu ev. Filmin son sahnesi unutulmaz bir an yaşatıyordu seyirciye görsel açıdan. Genel plân çekimde ev, deniz ve adalar aynı çerçevenin içinde görülüyordu. Metaforik olarak insanı hayli zorluyordu bu son sahne. Ceylan’ın mizahi duygusu, bu suç filminde de zaman zaman kendini duyuruyordu. Öncelikle Hacer’in cep telefonu çalarken. Ceylan, “İklimler” filminde fotoğraf sanatının içinde dolaşırken, bu filminde hem fotoğraf hem de sinema sanatını buluşturabiliyor. Filmi seyrederken, kameranın arkasında bir yönetmenin olduğunu her an hissediyorsunuz. Ceylan’ın bütün filmleri iyi ve sinemaseverler tarafından belleğe alınmayı gerektiriyor. Ama, “Üç Maymun”, suç ve suçluluk duygularıyla tam anlamıyla evrenselliğe ulaşıyordu. Ceylan, “Üç Maymun” filmindeki karakterlerine de sevgiyle yaklaşmış ve onlara derinlik katabilmiş. Kameraman Gökhan Tiryaki, yine görüntüleriyle sinemaseverleri büyülüyordu.

(15 Ağustos 2009)

Ali Erden

Kız Kardeşimin Hikâyesi

“Kız Kardeşimin Hikayesi”, daha küçücük bir kızken kansere yakalanan ve uzun yıllar boyunca bu hastalıkla mücadele eden bir genç kız ve ailesinin zorlu sürecini anlatıyor. İşin içine bir de donör olarak dünyaya getirilmiş bir kız kardeş girince film daha ender rastlanan bir aile dramına dönüşüyor.

“Kız Kardeşimin Hikayesi”ni izleyip izlememek konusunda çok tereddüt ettim. Takdir edersiniz ki benzer bir durumu kendi ailesinde yaşayan birisi olarak sadece bir film izliyormuşum gibi davranmam imkânsızdı. Hatta bu filmi izlememin bana daha fazla acı vereceğini ve kendimi gereksiz yere bu hengâmenin içine atmamam gerektiğini düşündüm. Sonuçta bir şekilde filmi izlemek için hazırdım. Film boyunca kendi yaşadıklarımızla karşılaştırmalar yapıp durdum. Kabûl etmeliyim ki bazı anlarda dayanamayacak gibi oldum ve kendimi salondan dışarı atmamak için zor tuttum. Nihayetinde dayandım ve filmi sonuna kadar izlemeyi başardım. Ve şimdi iyiki de izlemişim diyorum. Hiç çekinmeden de bu hastalık ile mücadele eden insanların ve onların ailelerinin filmi izlemesi gerektiğini söyleyebilirim.

Kim ne derse desin, bu hastalık size veya ailenizden birinin başına gelmeden önce bunu yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu anlamanıza imkân yok. Tüm hayatınız bir anda ve bir daha asla eskisi gibi olmamacasına değişiyor. Bu süreç ne kadar sancılı olsa da sağlıklı günlerinizde hiç yaşamadığınız anları yaşıyor ve birbirinize daha sıkı sarılıyorsunuz. Hayata bakışınız, gülüşünüz, ağlayışınız her şeyiniz değişiyor. Birlikte geçirdiğiniz anlar da öyle özel ve sonsuz gibi geliyor ki zamanı dondurmak istiyorsunuz ama zaman geçiyor ve hayat akıyor. Olacak olan ne varsa oluyor, buna hazırlanmanın imkânı yok. Tabi o an tek düşündüğünüz o kişinin hayatta kalması olduğu için bazen yaşabileceğiniz güzel anları, hastane köşelerinde hem onu hem de kendinizi tüketerek geçiriyorsunuz.

Diğer taraftan dünyanın herhangi bir yerinde sizinle benzer durumda olan insanların olduğunu görmek, yalnız olmadığınızı hissettiriyor ve güç veriyor. Zaten filme sadece bir film olarak bakmadım, film boyunca yaşanan birçok durum bu düşüncemi güçlendirdi. Bu yüzden oyunculuklar, yönetim ve benzeri unsurlara pek fazla değinemiyorum. Çünkü pek fazla objektif bakamadığımı söylemek durumundayım. Şu kadarını söyleyebilirim ki, Cameron Diaz filmin hiçbir anında benim için romantik komedi ve aksiyon filmlerinin gösterişli kızı olduğunu hatırlatmadı. Sadece bir anneydi ve bana bu duyguyu geçirebildiği için hiç de fena olmadığını düşünüyorum. Kate rolündeki Sofia Vassilieva müthişti, Sofia’nın makyajının da çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Bir ders niteliğindeydi. Bizim makyaj ekiplerimizin özellikle dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ölümü kabûllenmek zordur, özellikle de en sevdiklerimizin ölümünü kabûllenmek zorunda olmak en acısı… Filmde ne olursa olsun ölümün hayatın doğal bir süreci olduğu vurgulanıyor. Ailenin en küçük üyesi Anna’nın söylediği gibi “bir mucizenin olduğunu ve size ablamın kurtulduğunu söylemek isterdim ama öyle olmadı.” Ölüm ölümdür işte, kılıflar uydurmanın mânâsı yok. Filmde de zaten hiçbir şey filmlerde olduğu gibi gitmiyor, her şey alabildiğine gerçek. Hayat bazen ne kadar güzelse ve ne kadar acıysa hepsi iç içe… Ve zor da olsa hayat devam ediyor…

(14 Ağustos 2009)

Gizem Ertürk

Gösteri Toplumunda Mahremiyet

Tıkanma (Choke)
Yönetmen-Senaryo: Clark Gregg
Roman: Chuck Palahniuk
Müzik: Nathan Larson
Görüntü: Tim Orr
Oyuncular: Sam Rockwell (Victor Mancini), Kelly Macdonald (Paige Marshall), Anjelica Huston (Ida J. Mancini), Brad William Henke (Denny), Clark Gregg (Lord Charlie), Jonah Bobo (Genç Victor)
Yapım: Fox Searchlight (2008)

Amerikan toplumunu hicveden sert romanlar yazan Chuck Palahniuk’un ‘Tıkanma’ romanından uyarlanan bu soft pornografik film, ilhamını ve yaratıcılığını tüketmiş postmodern toplumlara kara mizahi bakışla eleştiri getiriyor.

Oyuncu, senarist ve yönetmen Clark Gregg, Amerikan edebiyatının yükselen yıldızı Chuck Palahniuk’un “Choke-Tıkanma” romanını heyecanlı ve ilham verici bir dille beyazperdeye uyarlamış. “Tıkanma”, metaforları çok olan bir film. “Tıkanma”, seks hastalığına tutulmuş bir toplumun hicvi gibi. Aslında bu romana/filme Freudyen bir yorum getirilebilir. Babasının kim olduğunu bilmeyen Victor Mancini’nin Alzheimer hastası annesi Ida’nın hastane masraflarını karşılamak için yapmadığı numara yok. 1700’lerin Amerika’sındaki kolonyel yerleşimleri canlandıran bir turistik parkta seyislik yapan Victor, lokantalarda lokma boğazına takılmış numaraları da yaparak iyi bir oyuncu olduğunu da gösteriyor seyircilere ve okurlara. Palahniuk, “Dövüş Kulübü” romanında tüketim toplumuna sert eleştiriler getiriyordu. Yazar, “Tıkanma” romanıyla da tıkanmış, ilhamını yitirmiş, yaratıcılığı tükenmiş bu postmodern toplumlara kara mizahi bir eleştiri getiriyor. Kendisi tükenmiş ve çürümüş bir toplum, kafasının estiği yerlere saldırarak aslında psikanalitik olarak “iktidarsız”lığını ortaya koyuyor. “Tıkanma”daki “soft porno” sınırındaki sevişmeler, Amerika’nın mahremiyetini de yansıtıyor sanki. Palahniuk için, “gösteri toplumu”nu yansıtan önemli yazarlardan deniliyor. Aslında Gregg, bu ilk yönetmenlik deneyiminde Palahniuk’un ruhuyla buluşabilmiş mi, diye de düşünülebilir. Eğer bu romanı büyük İngiliz yönetmen Peter Greenaway çekseydi nasıl olurdu diye düşünürseniz, Gregg’in bu filmi memnun etmeyebilir belki.

Seks müptelası toplum…

1962 yılında Washington’da doğan yazar Chuck Palahniuk, “Figth Club-Dövüş Kulübü”nün yazarı olarak biliniyor daha çok. Bu romanı, 1999 yılında yönetmen David Fincher sinemaya uyarlamıştı. Asıl adı Charles Michael Palahniuk olan Chuck Palahniuk, Gregg’in “Tıkanma” filminde şu tanıma çok daha iyi oturuyor: “Romanlarındaki tavır isyan gibi görünse de, aslında varoluşumuza özlem duymamıza neden olur…” Tıkınma, aşırı seks, tiksinme, varoluş ve birçok şey bu “Tıkanma” filminde perdeyi kuşatıyor. Kitapları Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen yazarın “Dövüş Kulübü”, (Fight Club), “Gösteri Peygamberi” (Survivor), “Görünmez Canavarlar” (Invisible Monsters), “Tıkanma” (Choke), “Ninni” (Lullabay), “Kaçaklar ve Mülteciler” (Fugitives & Refugees), “Günce” (Diary) bulunabiliniyor. Palahniuk’un bu sert romanı “Tıkanma”, Türkiye’de “halkın ar ve hayâ duygularını rencide ettiği gerekçesi” gösterilerek yasaklanmıştı. “Tıkanma” filminde gerçekten bir gösteri toplumuna dikiz yapıyorsunuz. Hatta bir noktadan sonra dikizleme bir tarafa itilip mahremiyetin içine dalınıyor. Sevişme şovları, striptiz izlenir gibi izlenmeye başlanıyor bir yerden sonra bu filmde. Postmodern toplumlarda her şey göz önünde mi olacak? Mahremiyet nereye gidecek? Kadın ve erkek arasındaki o soylu duygular ve aşk, mahremiyet perdesi indirilirek bir striptize mi dönüştürülecek? Filmdeki sevişmeler, duygulardan arındırılmış ve pornografikleştirilmiş. Yönetmen ve yazar, aşkın olmadığı yerde pornografi olur diyorlar. Filmdeki sevişmelerin pornografik düzeye indiren bir şey de, Victor’un beraber olduğu kadınlara dokunmaması. Her şey duygulardan soyutlanmış ve vahşice. Michelangelo Antonioni usta, 1995 yapımı son filmi “Al di là delle Nuvole-Bulutların Ötesinde” filminde postmodern toplumu eleştirdiği bir sahne vardı. Kadın ve erkek, otel odasında birbirlerine dokunmadan sevişiyorlardı. Antonioni, postmodern toplumların “dokunma duygusu”ndan uzaklaştığını fark etmişti. “Tıkanma” filminde bu hal, pornografik dibe kadar gidiyor.

Ya aşk olursa…

Seks müptelâlığı yüzünden rehabilite merkezine bile takılan Victor, en kadim dostu Denny gibi aşkın sınırlarında dolaşmaya başlıyor sonra. Hastanede kendini doktor olarak tanıtan Paige’e yakınlık duyan Victor, onunla sevişemiyor. Çünkü duyguları uyanıyor. Denny, kadınlarla olmuyor ve onları hayal ediyor sadece. Mastürbasyon hastası Denny, ellerinin boş durmaması için taşlara ilgi duyuyor, sonra da striptizci kız Beth’e. Kendisine doğru gelen aşka kalbini açan Beth, Denny’ye “el”lerini unutturuyor. Öte yandan aşkın kıyılarına kadar gelen Victor, Paige’in de akıl hastası olduğunu öğrenince seks müptelâlığı cehenneminden çıkamıyor. Victor, Alzheimer hastası annesinden babasının kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, annesinin günlüğünü buluyor. Ama, İtalyanca bu günlüğü çözemiyor. Annesi ölürken, ona gerçeği söylerken gidiveriyor. En azından Victor, Hz. İsa gibi olmadığını anlıyor. Aslında Victor’la annesi Ida arasında tuhaf bir ilişki var. Sürekli çocukluğunu hatırlayan Victor, annesiyle ordan oraya sürüklenip duruyor. Belki de, psikanalitik açıdan kadınlarla annesi arasında bir bağ vardır Victor’un. Evet, Clark Gregg’in “Tıkanma”sı “kült film”e dönüşebilir. Belki de bir başyapıt olabilir. En azından “Dövüş Kulübü” kadar has bir film bu. Hatta “Dövüş Kulübü”nden daha dürüst. Hiç olmazsa sol gösterip sağ indirmiyor “Tıkanma” filmi. Bir not: Oyuncu-yönetmen Clark Gregg, Robert Zemeckis’in 2000 yapımı “What Lies Beneath-Gizli Gerçek” filminin senaryosunu da yazmıştı. Yönetmen Gregg, 1962 yılında Massachusetts-Boston’da doğdu. Yönetmen bu filminde despot Lord Charlie karakterinde de görünüyor. Kolonyel parkta Ursula’ya (Bijou Phillips) sırılsıklam ve umutsuzca aşık biri o…

(12 Ağustos 2009)

Ali Erden

14 Ağustos 2009 Haftası

“Tıkanma”, ‘post modern faşizm’ olarak da kabûl edilen kapitalizme vurduğu sert sanatsal darbeler yüzünden çok tartışılan “Dövüş Kulübü”nün yazarı Chuck Palahniuk’un, yalanlar ve sahtekârlıklarla örülü hayatlarımızda, ölüme doğru gitgide çürüyen bedenlerimiz için tek gerçeğin seks yapmak olduğunu kafamıza çakan, yine keskin biçimde eleştirel, yine yaman romanının uyarlaması. Bu ‘kara mizah’ta olabildiğince görsel karşılıklar yakalanmış ve sözcüklerin değeri hakkıyla verilmiş. Oğul ve sımsıkı bağlı olduğu annesinde (?), Sam Rockwell ile Anjelica Huston, döktürmüş!

“Kız Kardeşimin Hikâyesi”, lösemi hastası bir genç kız, ablası için ideal donör olacağı düşüncesiyle dünyaya getirilmiş kız kardeş (vücudunun tıbbi kullanım hakkı için ailesine dava açar), ihmâl edilen erkek kardeş, realist/sevecen bir baba ve kızının öleceği gerçeğini asla kabûllenemeyen bir anneden oluşan ailenin dramı: Her birinin duygusal katmanından bakılarak anlatılan, yaşam denilen tuhaf gerçeğin nabzını tutan bir film. ‘Yer altı Sineması’nın büyük ismi olan babası John da, erken sayılabilecek bir yaşta (60) sirozdan ölen Nick Cassavetes’in, melodram tuzaklarına düşmeden bütünsel bir başarıya ulaştığını söylemek gerek.

“Kan Gölü”, doğası yakında inşaatlar marifetiyle bozulacak maden gölü ve çevreleyen ormanda hafta sonu romantik tatillerini geçiren bir çifte, ilk gün tacizde, ertesi gün ise saldırıda bulunan biri kız altı ergen çocuğun üzerinden sunulan korku-gerilim… Sert oyunun şiddet eğrisi ile beslenen umutsuzluk ruhunuzu karartmakta… Toplumlarının refah düzeylerinin artışına koşut giden suç-suçlu üretimi üzerine zekice çizilen tablo ise düşündürtüyor. Bu tür bir film için az marifet değil.

(12 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Anadolulu Göçmen Ruh: Elia Kazan

Elia Kazan, Kayseri’de doğmuş bir Rum, dünya sineması ve tiyatrosunda söz sahibi olmuş büyük bir sanatçıydı. 2003’te New York’ta öldüğünde geride sinema tarihinde altın değerinde filmler bıraktı. Marlon Brando, James Dean gibi dev oyuncuları ortaya çıkaran Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”ndan gammazcı olarak çıktığı için Hollywood’un sol çevrelerince hiç affedilmedi. O, Anadolu ruhunu içinde yaşatan bir göçmen kuştu.

Asıl adı Elias Kazancıoğlu’ydu (Elias Kazanjoglou) Elia Kazan’ın. 7 Eylül 1909’da Kayseri’de doğdu, 29 Eylül 2003’te New York’ta öldü. Kazan, Kayseri kökenli bir Rum ailenin oğluydu. Daha o bebekken ailesi Amerika’ya göç etti. İçinde hep bir göçmen kuşunu, Anadolu ruhunu taşıdı. Bir kahkaha attığında kederin geleceğinden olmalı hep tedirginlik duyarmış Kazan. Bu büyük sanatçı, büyüdüğü New York şehrine de tutkuluydu. Tiyatroya da. Elbette sinemaya da. Kazandığı hiçbir şeyi kolay elde etmedi. Bir zamanlar komünist olan Kazan, 1952 yılında, “Amerika’ya Karşı Etkinlikler Komitesi”nce (HUAC) sorgulandı ve Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ondan fazla Hollywoodlu solcu sanatçının adını söyledi. O sanatçılar, yıllarca süründüler ve neredeyse aç kaldılar. Bu gammazcılık onun yaşamı boyunca peşini bırakmadı. Kazan’ın lakabı da “gadget”dı… Elinde sürekli anahtarlık gibi şeyleri çevirmeyi severmiş Kazan. Ne de olsa bir Anadoluluydu o.

Oyuncuların stüdyosu…

Önce tiyatroda görünen Kazan, Tennessee Williams ve Arthur Miller’ın yapıtlarını uyarladı. 1947’de Manhattan’ın Hell’s Kitchen Mahallesi’nde Elia Kazan, Cherl Crawford, Robert Lewis, Anna Sokolow bir araya gelip “Actors Studio”yu (Oyuncular Stüdyosu) kurdular. Lee Strasberg, bu oluşuma sonradan katıldı. “Metod oyunculuğu” denilen bir oyunculuk tekniği geliştirdiler. Bu oyunculuktan çıkan ilk Marlon Brando’ydu. Sonra James Dean geldi. Daha sonra da bu oyunculuk metodu Hollywood’un vazgeçilmezi oldu. Bu oyunculuk metodunun sonradan en büyük iki oyuncusu Al Pacino ve Robert de Niro’ydu.

Kazan, 1945 yılında yazar Betty Smith’in romanından siyah-beyaz “A Tree Grows in Brooklyn-Bir Genç Kız Yetişiyor” filmiyle yönetmen olarak sinema yoluna çıktı. Bu kitap ülkemizde 1999 yılında Altın Kitaplar tarafından “Bir Genç Kız Yetişiyor” adıyla yayımlanmıştı. Hikâye, Nolan ailesinin yirmi yıllık dönemini anlatıyor. Bu sosyal yönü güçlü hikâye gerçekten sol ruhlu olan Kazan için yazılmıştı sanki. Bu filmle James Dunn, Akademi’den “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı. Kısa filmler de çeken Kazan, ikinci uzun filmini 1947’de Conrad Richter’ın romanından uyarladığı “The Sea of Grass-Yeşil Çayırlar”la yaptı. Siyah-beyaz bu filmde Spencer Tracy ve Katharine Hepburn oyamıştı. Amerikalılar, bu filmle geçmişlerini özlemle seyrettiler. Amerikalılar, “Yeşil Çayırlar” filmiyle, üzerlerinden bir buldozer gibi geçen ekonomik ve savaş depresyonlarını unutarak o eski görkemli günlerin nostaljisini yaşadılar sanki. “Yeşil Çayırlar”daki siyah-beyaz fotoğraflar gerçekten muhteşem ve büyüleyiciydi. Kazan, yine 1947’de bu defa bir kara film çekti. Siyah-beyaz “Boomerang-Geri Tepen Silâh” filminde Dana Andrews (Henry), Jane Wyatt (Madge), Lee J. Cobb (Harold), Arthur Kennedy (John) ve Karl Malden (Teğmen White) vardı. Filmde ünlü oyun yazarı Arthur Miller’ın da (1915-2005) bir rolü vardı. Miller, bir şüpheliyi oynuyordu. Bu film, Başsavcı Homer Cummings’in gerçek hayat hikâyesinden yola çıkıyordu. Connecticut’da bir kasabada akşamleyin sokak ortasında sevilen bir papaz öldürülüyor. Olay anında orada olan insanlar katilin John Waldron olduğunu iddia ediyor. John tutuklanıyor. Bölge Başsavcısı Harvey Henry, John’un masumluğunu politik muhalefete rağmen kanıtlamaya çalışıyor. Filmin girişi de muhteşemdi. Ön jenerikteki yazılar sayfalar çevrilerek okunuyordu. Ardından da sağa doğru tek çekimle sürekli çevrinen (pan yapan) kamera, caddeleri, meydanları ve Amerikalıları bir belgesel gibi yansıtıyordu perdeye. Kazan’ın 1947 yılındaki bir diğer filmi, “Centilmenlik Anlaşması” olarak da anılan “Gentleman’s Agreement-Namus Sözü”, Amerika’nın ırkçılığını perdeden yansıtıyordu. Gregory Peck’in hayat verdiği gazeteci Phil, kendini Yahudi olarak tanıtıyordu. Amerikalılar bu filmde, kendilerindeki önyargılarla ve ırkçılıkla yüz yüze geldiler. Phil, araştırmaları sonucunda Yahudi karşıtı bir örgüt olan “Centilmenlik Anlaşması”na ulaşıyordu. Bu film tam üç Oscar kazandı. “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” (Celeste Holm) ödüllerini aldı. Kazan, 1949 yılında “Pinky-Kara Damga” filmini yaptı. Bu filmde de ırkçılık öne çıkıyordu. Bu filmi, bir diğer büyük yönetmen John Ford çekecekti, Fox’un kurucularından Darryl F. Zanuck filmi Elia Kazan’a verdi. Filmde, Afro-Amerikan ve Kafkas melezi hemşire bir genç kızın, Patricia “Pinky” Johnson’ın (Jeanne Crain) trajedinin kıyılarında dolaşan hayatından anlar yansıyordu perdeye. “Pinky”, siyahların kanını taşısa da beyazlar gibi görünüyordu. Ama, ırkçılıkla karşılaşıyordu sürekli.

1950’lerde dünya…

Kara film tarzındaki 1950 yapımı siyah-beyaz “Panic in the Streets-Caddede Panik”te Richard Widmark (Teğmen Clinton), Paul Douglas (Yüzbaşı Tom) ve Jack Palance (Blackie) oyunuyordu. Elia Kazan da bu filmde küçük bir rolde görünüyordu. Hikâye, New Orleans’ta bir veba salgını etrafında gelişiyordu. Elia Kazan’ın önce tiyatroda sahnelediği, sonra da sinemaya uyarladığı Tennessee Williams’ın aynı adlı oyunu “A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Bu film, “Arzu Tramvayı” diye de anılıyor. Kazan, “İhtiras Tramvayı”nı 1947’de Broadway’de sahneye koydu ve başrollerde de Marlon Brando vardı. Filmde de aynı karakteri, Stanley Kowalski’yi yine Brando oynadı. Hatta Kim Hunter (Stella Kowalski) ve Karl Malden de (Harold “Mitch” Mitchell), Brando gibi hem sahnede hem de perdede oynadılar karakterlerini. Blanche DuBois karakteri değişmişti. Blanch DuBois’yı sahnede Jessica Tandy, perdede Vivien Leigh oynamıştı. Jassica Tandy, Bruce Beresford’un yönettiği 1989 yapımı “Driving Miss Daisy-Bayan Daisy’nin Şoförü”yle seksen yaşında “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar alarak Akademi tarihinde en yaşlı ödül kazanan oyuncusu olmuştu. Kazan’ın bu filmi dört dalda da Oscar kazanmıştı. Muhteşem Vivien Leigh, Oscar’la ödüllendirilmişti. Bu film, gelenekselle modernliğin karşılaşması gibi. Yaşlanmakta olan Blanche DuBois geçmişe, sanayinin gelişimiyle şehre göç etmiş yeni Amerika’nın insanını temsil eden Stanley Kowalski geleceğe metafor yapıyordu sanki. Alex North’un müziklerine de kulak verilmeli bu filmde. Ayrıca muhteşem estetik siyah-beyaz görüntülerin de farkına varılmalı.

Kardeş kavgası…

Kazan’ın 1952 yapımı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminin senaryosunu ünlü yazar John Steinbeck yazdı. Ülkemizde “Viva Zapata” adıyla gösterilen film “Yaşasın Zapata” anlamına geliyor. Steinbeck, senaryoyu Edgecumb Pinchon’ın 1941 yılında yayımlanmış “Zapata the Unconquerable” (Yenilmez Zapata) adlı biyografik kitabından yola çıkarak yazmış. Filmde “kardeş kavgası” güçlü bir metaforla perdeye yansıyordu. Filmde Marlon Brando (Emiliano Zapata), Jean Peters (Josefa Zapata) ve Anthony Quinn (Eufemio Zapata) oynadı. Film, 1910’dan 1917’ye kadar süren Meksika Devrimi’nin önemli kişiliklerinden köylü lider Emiliano Zapata’nın, Meksika’nın diktatörü Porfirio Díaz’ın yozlaşmış iktidarına karşı başlattığı mücadelenin öyküsünü anlatıyordu. Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”na da düştü ve solcu arkadaşlarının adlarını tek tek söyledi. Aynı yıl bu filmi çekti. Anthony Quinn, bir “gammazcı”nın böyle bir filmi çekmesine karşı çıksa da Marlon Brando, en kadim dostu Kazan’ın bu filmi yönetmesi için ağırlığını koydu. Anthony Quinn, bu filmdeki performansıyla “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kazan, 1954 yılında sarı sendikacılığı anlattığı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmini siyah-beyaz ve panoramik (1:85 formatında) çekti. Filmde yine muhteşem Marlon Brando vardı. Marlon Brando (Terry Malloy), Karl Malden (Rahip Barry), Lee J. Cobb (Johnny Friendly), Rod Steiger (Charley “Gent” Malloy), Eva Marie Saint (Edie Doyle) başroldeydiler. Filmdeki bütün performanslar muhteşemdi. Bu filmin kameramanı da Rus sinemasında çalışmış kuramcı-yönetmen Dziga Vertov’un (Denis Kaufman) kardeşi olan Boris Kaufman’dı. Büyük kameraman Boris Abelevich Kaufman, Fransız yönetmen Jean Vigo’nun filmlerinde de çalışmıştı 1930’larda. Kazan’ın hemen hemen tüm filmlerinde görsel dünya gerçekten çok zengin, belirtelim. Kazan’ın Bu filmi on iki dalda Oscar’a aday olmuş ve sekiz Oscar’ı almıştı. “Rıhtımlar Üzerinde” film, yönetmen, erkek oyuncu (Marlon Brando), kadın oyuncu (Eva Marie Saint), senaryo (Budd Schulberg), görüntü (Boris Kaufman), kurgu (Gene Milford), sanat yönetimi (Richard Day) dallarında Oscarları aldı. Terry, limanın çetebaşı Johnny için çalışan çaptan düşmüş bir boksör eskisi. Bu filmin senaryosu Malcolm Johnson’ın bir gazete dizisinden oluşturulmuştu.

Kazan’ın ilk renkli ve sinemaskop filmi 1955 yapımı “East of Eden-Cennet Yolu”, John Steinbeck’in romanından Paul Osborn’un senaryosunu yazmasıyla sinemaya uyarlandı. Bu film, ülkemizde “Cennetin Doğusu” olarak da anılıyor. Bu film, James Dean’ın da sinemadaki ilk başrolüydü. Caleb “Cal” ve Aron Trask kardeşler, sanki birer Habil ile Kabil gibiler. Kin ve öfke var aralarında. Bunda babalarının da payı var elbette. Baba Adam Trask, tüm sevgisini Aron’a vermiş. Caleb’e karşı hep mesafeli durmuş. Caleb, bir sırrı öğreniyor ve trenin üzerinde annesin yaşadığı şehre gidiyor ve gerçeği de öğreniyor. Bu filmi, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde görmüştük. Kazan’ın aynı yıl bu festivalde “Amerika Amerika” filmini de görme fırsatımız olmuştu. “Cennet Yolu”, perdede gördüğümüz en muhteşem sinemaskop görüntülere sahip filmdi. Filmin final bölümünde kameranın yatay açıları da insanı sinema adına büyülüyordu. Tennessee Williams’ın senaryosunu yazdığı, Kazan’ın yönettiği 1956 yapımı “Baby Doll-Taş Bebek”te Karl Malden, Carroll Baker, Eli Wallach başrolü paylamıştı. Kameraman Boris Kaufman, siyah-beyaz “Taş Bebek” filminin de gözleri olmuştu. Filmin hikâyesi Mississippi’de geçiyordu. Katolik Lejyon Ahlâkı, dönemine göre cinsellik yönünden cüretkâr olan bu filme eleştiri getirmişti. Hatta Amerika çapında boykot başlatmış. Bu film, abartılı cinsellik var diye İsveç’te bile yasaklanmış. Bu filmin orijinal afişinde de Baby Doll, beşikte sereserpe uzanmış, parmağı ağzında şehvetli biçimde bakıyordu. “Taş Bebek”e Kazan’ın “Lolitası” da denilebilir. Mississippi’nin pamuk tarlalarında geçen bu film, görece refah Batı toplumlarının sınırlarında dolaşan bir yapıt. İngiltere’de “Özgür Sinema” ve Fransa’da “Yeni Dalga” akımları refah toplumlarının gerçek hallerini perdeye yansıtmaya başlamışlardı 1950’lerin sonundan 1960’ların ortalarına kadar. Kazan, 1957 yapımı “A Face in the Crowd-Kalabalıkta Bir Yüz” filmini, Budd Schulberg’ün (1914-2009) kendi hikâyesinden yazdığı senaryodan perdeye aktardı. Film, televizyon hayata girerken radyonun tek eğlence olduğu zamanlarda Kansas’ın kuzeydoğusunda Pickett adında bir kasabadaki komik olayları anlatıyor. Aslında Pickett hayali bir ad. Kansas’ın güneyinde Piggott diye de gerçekten bir kasaba var. Kameranın önünde de ortalarda gezinip duran biraz kaba bir komedyen Larry “Lonesome” Rhodes var. Medyayı hicveden bu muhteşem filmde bir serserinin bir gecede ünlü olması anlatılıyor. Kanadalı kitle iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ı haklı çıkartıyordu bu film. “Kalabalıkta Bir Yüz” filminin başrollerinde de dönemin ünlü komedyeni Andy Griffith oynuyordu. Patricia Neal, Walter Matthau, Lee Remick gibi önemli oyuncular da filmde görünüyordu.

1960’ların ruhu…

Kazan, ikinci renkli ve sinemaskop filmini 1960 yılında “Wild River-Vahşi Nehir”le çekti. Film, William Bradford Huie’nin “Mud on the Stars” (Yıldızlar Üstündeki Çamur) ve Borden Deal’ın “Dunbar’s Cove-Dunbar Yamaçları” romanlarından uyarlanmıştı. Filmin senaryosunu da Paul Osborn yazmıştı. Osborn, Kazan’ın “East of Eden-Cennet Yolu” filminin de senaryosunu yazdı. 1930’larda Tennessee Vadisi’nde baraj yapımı için sular altında kalacak araziler üzerinde yaşayan kızılderilileri de öne çıkaran bir film bu. Bu filmdeki erotik gerilim de akılda kalıcıydı. Filmde, büyük ekonomik depresyonla beraber ırkçılık da yansıyordu. Sinema perdesinde kolay unutulmaz sinemaskop görüntüleri kameraman Ellsworth Fredericks çekti. “Vahşi Nehir”, yeşil yamaçlardan akan o deli nehri, bir dolu insan hikâyesi ve estetik görüntüleriyle bir armağan gibi. Kazan’ın birçok filmi Amerikan Ulusal Film Arşivi tarafından koruma altında şimdi. Bu büyük sinemacının filmleri altın değerinde çünkü. “Vahşi Nehir”de Montgomery Clift ve Lee Remick başrolü paylaşıyordu. Kazan’ın 1961’de yönettiği “Gençlik Biterken” adıyla da anılan “Splendor in the Grass-Aşk Bahçesi” filminde Natalie Wood ve Warren Beatty oynamıştı. Bu “technicolor” filmin görüntüleri de yine Boris Kaufman’a aitti. Film, aşkın acısı üzerineydi. Bu melodram filminde Wilma, Kansaslı zengin genç Bud’a aşık oluyordu. Bud’ın babası ve toplumsal baskı da bu aşka izin vermiyordu. Hikâye de 1920’lerin sonunda geçiyordu. Film, orijinal adını, romantik dönemin şairlerinden İngiliz William Wordsworth’un (7 Nisan 1770-23 Nisan 1850) şiirindeki bir dizeden alıyor: “Of splendour in the grass, of glory in the flower” (İhtişamlı otların içinde, zafer çiçeğin olacak)…

Kişisel filmler…

Kazan, 1963’te siyah-beyaz “America, America-Amerika, Amerika” filmini kendi romanından sinemaya uyarlandı. Bu filme adı konmamış yasak var. Bu film, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti sadece. Hikâye, 1890’larda başlıyor. Kayseri taraflarında Ermenilerin ve Rumların yaşadığı yoksul bir köy yansır perdeye. Rum Stavros Topuzoğlu, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a akrabalarının yanına gelir. Halı işinde çalışır. Ama, oraya gelirken Anadolu boyunca uzun yolculuk yapıyor Stavros. Onun rüyası, insanların göç ettiği Amerika’ya gitmek. Kazan’ın köklerini anlattığı “Amerika, Amerika”, Türkiye’yi kötü gösterdiği düşüncesiyle bizleri korumak için yasaklanmış bir film olabilir belki. Bu filmi festivalde gördüğümüzde yıkılmamıştık. Çünkü o kadar kötü olmadığımızı biliyoruz. Kazan bu filmi Türkiye’de çekemediği için (bazı sahneleri gizli çektiği söyleniyor) sosyal hayatı yeterince yansıtmakta zorlanmış. Kazan, Anadolu yollarına düşebilseydi en azından o namaz öyle kılınmazdı.

Kazan, Topuzoğlu ailesinin 1960’lardaki hayatını 1969 yapımı “The Arrangement-Kader Değişmez” filminde anlatmayı sürdürdü. Filmi, yine kendi romanından uyarladı. Bu sinemaskop ve “technicolor” film, Mart 1972’de ülkemizde gösterime girmişti. Filmde Kirk Douglas (Eddie Anderson), Faye Dunaway (Gwen), Deborah Kerr (Florence Anderson) oynamıştı. Filmin müzikleri David Amram’a ait olsa bile fonda sanat müziği tarzında oyun havaları da duyuluyordu. Los Angeles’ta yaşayan ve “Amerikan rüyası”nı gerçekleştirmiş Eddie, evli ve üstelik bir de metresi var. Her şey yolundaymış gibi görünüyor. Yarı Rum-yarı Amerikalı Eddie’nin karısı Florence da bir WASP (Beyaz Anglo-Sakson-Protestan)… Eddie, geçmişini sorguluyor, boşluğa düşüyor ve intiharı deniyor. Eddie’nin gecenin bir yerinde trafikte beyaz spor arabasıyla yolculuğu gerçekten kaotik ve estetikti. Bu görüntüler belleğinize yerleşiyor. Bu yolculukta Eddie, arabasını kamyonun altına sürüveriyordu.

Son filmleri…

Senaryosunu oğlu Chris Kazan’ın yazdığı 1972 yapımı “The Visitors-Ziyaretçiler”de bir ailenin yaşadığı kâbusu anlatıyordu Kazan. Bu film, Fred Zinnemann’ın 1948 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Act of Violence-Uslanmam”la William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”den esinlenmiş. Vietnam Savaşı sonrası bir hesaplaşmanın filmiydi bu. “Ziyaretçiler” filmi kış atmosferinde geçiyordu. Bu filmin başrolünde de gencecik bir James Woods vardı. Kazan’ın ülkemizde “Son Patron” ya da “Son Büyük Patron” adlarıyla da anılan son filmi, 1976 yapımı “The Last Tycoon-Seni Kaybetmek İstemiyorum”, F. Scott Fitzgerald’ın romanından senaryosu Harold Pinter tarafından yazıldı. Bu, F. Scott Fitzgerald’ın hayattayken bitiremediği ve ölümünden bir yıl sonra, 1941’de yayımlanan son romanıydı. Bu romandan uyarlanan film de Elia Kazan’ın son filmi oldu. Fitzgerald’ın bu romanı ülkemizde 1994 yılında Tomris Uyar’ın çevirisiyle “Son Düş” adıyla İletişim Yayınları’nca yayımlandı. Kazan bu filmi siyah-beyaz ve renkli çekti. Filmin başrolünde Monroe Stahr karakterini canlandıran muhteşem Robert de Niro vardı. Gerçekten De Niro’nun performansı görülmeye değerdi. Elbette bu filmin başka büyük oyuncuları da vardı: Jack Nicholson, Tony Curtis, Robert Mitchum, Jeanne Moreau, Donald Pleasence, Ray Milland, Dana Andrews… Sanki hepsi bir ustanın galasına gelmiş gibiydiler. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Çarpıcı görüntülerse Victor J. Kemper’ındı. Film, 1930’lardaki Hollywood’u anlatıyordu. Bu filmde bir ustanın sinemaya ya da Hollywood’a aşkı vardı sanki. Ama, bu film seyirciden ilgi görmeyince Kazan da inzivaya çekildi ve kendini yazmaya verdi. Genç yapımıcı Monreo Stahr, sinemada sanatı hep önde tutuyor ve seyircileri de para olarak görmüyor. Yazar Fitzgerald, kitabındaki Monreo Stahr karakterini Metro-Goldwyn-Mayer’in genç yaşta ölen yapımcısı Irving Thalberg’den (1899-1936) esinlenerek yazmış. Irvin Thalberg’in hayattayken yapımcılığını üstlendiği son film, George Cukor’un yönettiği 1936 yapımı “Camille-Kamelyalı Kadın”dı. İşte, “Seni Kaybetmek İstemiyorum” filmi bu muhteşem sinemacıdan ilham alıyordu. Monreo Stahr’ın inşası süren evinde Kathleen’le olduğu sahneye David Fincher, 2008 yapımı “The Curious Case of Benjamin Button-Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”yle bir selâm göndermişti. Daisy’nin inşası yarım kalmış evde Benjamin’in karşısında dans ettiği sahneyi hatırlayın. Hem Fitzgerald’a, hem Kazan’a, hem Thalberg’e, hem Monreo Stahr’a, hem de aşka bir “hommage” gönderiyordu Fincher bu sahnede.

(10 Ağustos 2009)

Ali Erden

Sinema Filmini Desteklemenin Tanımı Ne?

Amerikan komedi taklitlerinin, Türk Sinemasında gişede başarı göstermesi, son yıllarda hatırı sayılır seyirci, buna bağlı olarakta hasılat artışı getirdi. Film üretimimiz yılda bir elin parmağını geçmezken, patlama yaşamaya başladık, bu süreçte Kültür Bakanlığı’nın da desteklerinin hızla artması tekrar altın çağ yaşanmasına neden oldu.

Bilindiği üzere bakanlık destekleme komisyonları meslek birliği temsilciliklerinden oluşmaktadır. Meslek birliklerinin var oluş amacı, telif haklarıdır. Destekleme komisyonları için meslek birliklerini muhatap alan, Kültür Bakanlığı onların gerçek işlevi olan telif hakları konusunda herhangi bir somut adım atmak konusundan ısrarla kaçınmaktadır. Birde böyle bir pastada söz hakkı sahibi olmak için mantar gibi meslek birlikleri türedi. Benim bildiğim dört tane yapımcıların kurduğu meslek birliği var, hepsinin bakanlıkta birer temsilcileri mevcut.

Film yapımcısı, filme para bulan, ayrıca kendi parasını riske eden kişidir. Komisyonda dört adet yapımcı temsilcisi bulunmaktadır. 2000 yıllarının başında bakanlık desteği olmadığı süreçte, belki seyirci olarak bile sinemayla ilgisi olmayan kişiler, rant kapısı olunca film yapımcısı olup çıkmıştır. Bu sektöre yıllarını vermiş, profesyoneller bu yağmaları uzaktan izlemektedir. Hâlâ bakanlık komisyonunda ahbap çavuş ve lobi ilişkileri devam etmektedir. Komisyon üyeleri kendilerini bir yarışma jürisi gibi görmektedir.

Desteklemenin tanımı üretim bantında olup, üretim zorluğu çekenleri görmezden gelmek olmamalıdır. Birde bu üyelerin örgütler tarafından seçildiğinden de şüphem var, bunların birçoğunun Bakanlık tarafından seçildiğini düşünüyorum. Çünkü şu an sinema destekleme komisyonunda olan bir şahıs, geçen dönemde bakanlığın tiyatroya destek verdiği komisyonda görev alıyordu. Bu arkadaş hem tiyatro bilirkişisi, hem sinema bilirkişisi midir? Koca örgütten başka görevlendirecek insan yok muydu? İlişkiler her yerde tavan yapmak zorunda mıdır? Komisyon üyelerinden birinin, çektiği sinema filminde senaryo gurubunda çalışmış iki kişiye son dönemde senaryo geliştirme dalında para çıkmıştır. Bu arkadaşlar zaten o desteği hak etmiş yetkin arkadaşlar olabilir. Ama birde o komisyondan refüze edilmiş profesyonelleri düşünün. İnanın listeye bakıyorum, tanıdığım iki üç kişi bile yok, ki ben sekiz sene film yönetmenleri derneğinde yöneticilik yaptım. Sinemacılar sistemin dışına itilmeye çalışıyor.

Kültür Bakanlığı yetkililerine soruyorum: Senaryo geliştirme olarak destek verdiğiniz senaryolardan kaçı sinema filmi olarak çekildi? Öyle “bazı insanları mimledik, boşuna senaryo yollamasın” diye kapalı kapılar ardında konuşmaya benzemiyor. Çıksınlar delikanlı gibi şu komisyon üyeleri kimlerdir, reddettikleri projeler nedir, sinemacı mimlemeyi hangi hadlerine telâffuz ediyorlar açıklasınlar. Koltuklar kalıcı değildir, oralardan kimler geldi kimler geçti. Yetkili zamanlarında etrafında pervane olan insanları, sıradan vatandaşken bulamayan nicelerini gördük. Bürokratlar gelip geçicidir, elinizdeki yetkiyi adil kullanmak zorundasınız. Telif haklarımızı, meslek birliklerinin damağına çaldığınız bir parmak balla geçiştiremezsiniz.

Burası Patagonya değil, Meslek Birliği deyip de, herhangi bir meslek birliğine üye bile olmayan, hiçbir üretimi gerçekleştirmemiş, sinemacı olmayan insanlara dağıttığınız para bir gün karşınıza dikilecektir.

(08 Ağustos 2009)

Bülent Pelit

Metin Zakoğlu’ndan Yeni Bir Film: Herkes mi Aldatır?

Bu röportajımda Metin Zakoğlu ile Suadiye’de açtığı yeni tiyatro merkezinde ilk filmi Herkes mi Aldatır? adlı yeni oyunları ve sanatı üzerine bir söyleşi yaptık.

Soru 1 – Öncelikle benimle röportaj yaptığınız için çok teşekkür ederim. Sizi tiyatrocu olarak tanıdık ama okuyucular için kendinizi bir kere daha tanıtır mısınız?

– Ben İstanbul’da doğdum. Tiyatro eğitimimi alaylı olarak birçok usta oyuncunun yanında aldım. 1994 yılında Almanya’da tiyatro ve antropoloji okulunu kazandım, orada alternatif tiyatro üzerine eğitim aldım. İstanbul Şehir Tiyatroları sınavını kazandıktan sonra aynı yıl profesyonel olarak çalışmaya başladım ve Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nu kurdum. 15 senedir bu Oda’da interaktif tiyatrolar oynamaktayım.

Soru 2 – Neden oda tiyatrosunu seçtiniz?

– Çünkü artık büyük salonları dolduracak seyirci bulamadım, küçülerek yeniden büyümek istedim, ayrıca bu tarzı daha samimi buluyorum.

Soru 3 – Siz bir sinema deneyimine hazırlanıyorsunuz, sizce tiyatro ve sinema arasındaki temel farklılıklar nelerdir?

– Birisi, canlı kanlı, her gün yepyeni duygularla tekrar edilen, iletişime dayalı bir sanat TİYATRO, diğeri ise bir makinenin çevirdiği ama daha büyük kitlelere hitap etmeyi sağlayan bir sanat SİNEMA.

Soru 4 – Filminizden, Herkes mi Aldatır’dan söz eder misiniz?

– Filmin senaryosu bana ait. Herkes mi Aldatır adlı oyunumdan uyarlanıyor. Yönetmeni henüz belli değil. İstanbul’da bir otelde çekilecek, başrollerinde benimle birlikte, Evrim Akın, Bülent İnal, Taylan Erler oynayacak, konusu ise aldatmak üzerine bir kara-komedi.

Soru 5 – Herkes mi Aldatır’ı daha önce tiyatro olarak izledik, neden bu oyunu sinemaya uyarladınız?

– Az önce verdiğim cevap gibi; daha geniş kitlelere hitap etmesi için bu oyunumu sinemaya uyarlamak istedim.

Soru 6 – Hem tiyatro hem de sinema yapıyorsunuz, yelpazeniz çok geniş, Türkiye’deki sanat ortamını nasıl buluyorsunuz?

– Gittikçe geliştiğini düşünüyorum, Türkiye’de sanatın ve seçeneklerinin arttığını düşünüyorum.

Soru 7 – Ben hemen hemen bütün oyunlarınızı izledim, çoğunlukla kadın-erkek ilişkileri ve evlilik üzerine oyunlar yapıyorsunuz, neden bu konuları seçiyorsunuz?

– İnsana ait konular olduğu için ve her daim hepimizi ilgilendiren meseleler olduğu için. İnsanlar sanki boşanmak için evleniyorlar ya da devletin izniyle birlikte olmak istiyorlarmış gibi.

Soru 8 – A.R.O.G. ve Recep İvedik filmlerinin hedef kitlesi gençler ve çocuklardı, sizin hedef kitleniz nedir?

– Hedef kitlemin, ilişkilerini sorgulamak isteyen, aldattığı halde neden aldattığını bilmeyen tüm yaş grupları olduğunu düşünüyorum.

Soru 9 – İlerleyen zamanlarda sinemaya mı yoksa tiyatroya mı ağırlık vereceksiniz?

– Ben her zaman tiyatroya ağırlık veririm ama sinemayı da azımsanmayacak ölçüde yapmak isterim

Soru 10 – Bu kış yeni oyunlarınız var mı, nerede izleyebiliriz?

– Ekim ayında Hala Aşk Var mı? ile Savaş Dinçel’ in yazdığı Gürültülü Patırtılı Bir Hikaye adlı oyunu Suadiye’de yeni açtığım ev tiyatrosunda sahneye koyacağım.

Soru 11 – Herkes mi Aldatır filmi ne zaman sinema salonlarına kavuşacak

– Bu Kasım ayında vizyona gireceğini düşünüyorum.

Soru 12 – Türkiye’de ilerleyen yıllarda nasıl bir sanat ortamı oluşacağını düşünüyorsunuz

– Çok gelişeceğini, güzel bir yelpaze olacağını düşünüyorum.

Benimle bu röportajı yaptığınız için çok teşekkür ederim.

Metin Zakoğlu’nun oyunlarını merak edenler Suadiye/Kadıköy, Pembegül sokakta açtığı yeni oda tiyatrosunda izleyebilirler. Ayrıca Caddebostan İskele Caddesi’ndeki eski yerinde de faaliyetlerini sürdürmektedir.

(06 Ağustos 2009)

Emir Batuş

Bir Film: Meleğin Sırları / Broken Angel

2.8.2009 Pazar günü ATV kanalında Meleğin Sırları / Broken Angel filmi oynadı. Gazetenin verdiği bilgiye göre ABD yapımı, jenerik bilgilerine göre ABD / Türkiye ortak yapımı. Yönetmeni Aclan Bates Büyüktürkoğlu. Oyuncular Nehir Erdoğan, Jay Karnes, Patrick Muldoon, Ayşe Nil Şamlıoğlu, Nilüfer Açıkalın, Fay Masterson. ADB’de yaşayan Aclan Büyüktürkoğlu’nun yaptığı film, ABD.ye giden bir Türk kızının, yaşamının değişimlerini anlatan bir öykü.

Filmi incelemek, eleştirmek gibi bir niyetim yok. Derdim filmin tanıtımı ile ilgili. Gazetede (Cumhuriyet) film hakkında verilen bilgide, Nehir Erdoğan’ın adı Nehir Erdogan, Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun adı Ayse Nil Samlioglu, Nilüfer Açıkalın’ın adı Nilufer Acikalin olarak yazılmış. Film salt ABD filmi bile olsa, İngilizce tanıtımlarında isimler bu şekilde yazıldı diye, Türk gazete sütunlarına da aynen alarak yayınlamayı ben anlayamıyorum. Bu, artık çağ dışı bir görüş olduğu söylenebilen milliyetçilik değil, ABD alfabesinde küçük (ı) lar (i) yazılıyorsa, aslında okunması için farklı yazımları olduğu halde, buna da uymayarak (ş)’ler yerine (s), (ğ) yerine (g), (ç)’ler yerine (c) yazılıyorsa, biz niye yıllardır John Wayne’yi Vayne diye yazmıyoruz? Niçin Quantin Tarantino’da Q harfini kullanıyoruz. Mısır’lı yönetmen Yusuf Şahin’in adı -filmleri her ne kadar ticari sinemalarımıza pek çıkmasa da-, ülkede yapılan yarışmalardaki gösterimlerde veya filmlerinin sözü geçtiğinde -her zaman değil- adamın adı halden hale sokup Yousouf Shain'(!!)leştiriyoruz. Bu yıl yapılan Kelebek isimli filmde oynayan Lübnan’lı -uluslararası- oyuncu Hasan Mesut’un adını -sırf- onlar (!) öyle yazıyor diye ülke içindeki afişlerde bile Ghassan Massoud olarak yazmak niye? Bu, Cüneyt Arkın’ın adının yurt dışındaki filmlerde John Arkın olarak kullanılmasına benzer bir olay değil. Bilindiği gibi Cüneyt Arkın’ın adının değişikliğine benzer başka örneklerde var. Batı dünyasının, ç, ğ, ö, ü, ş gibi harflari yazamamaları alfabelerinden kaynaklanırsa, bu onların sorunu. Lâtin harflerin kabûl eden biz, onların isimlerinde geçen (alfabelerinde var) Q, X ,W gibi harfleri olduğu gibi kullanıyoruz (şimdilerde Kürt kökenli isimler nedeni ile bizde de kullanılmaya başlandı.)

Meleğin Sırları’nın jeneriğinde olan benzer uygulamalar beni rahatsız etmeyebilir ama Türkçe afiş ve lobilerde bu uygulama yapılırsa ve bu basında yer alan künyelerde aynen kullanılırsa, bundan rahatsız olurum. Her ne kadar tüm ülkedeki işyeri tabelâlarının % 60’dan fazlası yabancı isimlerle kaplandı ise de, büyük iş merkezlerindeki veya müstakil sinemaların isimlerini artık okumak da pek olası değilse bile (bunların rahatsızlığı ayrıca var), Meleğin Sırları’nın künye bilgileri, -tekrar tekrar söyleyeceğim- beni hayli üzdü.

(05 Ağustos 2009)

Orhan Ünser

07 Ağustos 2009 Haftası

“Terra’yı Kurtarmak”, insan denilen türün, gelecekte, Dünya’yı ve Venüs’ü ve de Mars’ı yok ettikten sonra, aynı galaksideki barışçıl / sakin başka bir gezegene yönelik tehdidinin yol açtıklarına, aslında tüm saldırganlığına karşın -hâlâ- yüreğinin iyiliğini kaybetmediğine dair bir dram / serüven. Bu bilgisayar animasyonunda film denli etkili müziğin arkasındaki isim, sessiz sinema klasiği “Metropolis” için 2004 yılında yeni bir orkestra eseri gerçekleştiren, çok ödüllü Polonyalı besteci Abel Korzeniowski.

Keşke, çocuklardan çok büyüklerin izlemesi gereken film için, orijinal seslendirmeli – Türkçe alt yazılı kopyalar da olsaydı… Fakat hayır; ithalâtçı şirket tüm kopyaları 3 Boyutlu gösterilecek filmi, tamamıyla Türkçe seslendirmeli vizyona sokma kararı almış. Ve afiş ve tanıtımlarda, başrolleri seslendiren iki Türk sanatçıyı öne çıkarıp adlarını öyle puntolarla yazdırmış ki, zannedersiniz ki bir yerli film gösterimde (dikkat: orijinal afişte iki değil, on seslendirmeciye yer verilmiş)! Seslendirenlerin filmin önüne geçtiğini de böylece görmüş olduk! Demek ki çok ticariler. Onların adlarını gören, seslerini duymak için “Terra’yı Kurtarmak” adlı ABD filmine koşacak! Afişte, bir de “Oyuncu Seçimi: Michelle Morris Gertz” yazmıyor mu; komedi yani. Sayın yetkililer, lütfen abartmayalım!

“G. I. Joe: Kobra’nın Yükselişi”, Hasbro oyuncaklarının ‘Bond tadında’ en gösterişli halleri! Temeli militarizm olan oyuncak sanayinin sinema ile işbirliğinde pik yapması ve sadece yapımı 170 milyon dolar olan filmin girift teknolojisinin bizleri ele geçirmesi doğal. Diğer yandan, bu çok hızlı / baş döndürücü aksiyon – serüvenlerin sinema sanatı içindeki yerlerini ciddi biçimde sorgulamak gerekiyor.

(05 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Sinemada da Kraldı: Elvis Presley

Elvis Presley, Rock’n Roll’un kralıydı. O, sinemada da müzik kadar olmasa bile varlığını hissettirdi. 31 filmde başrolde göründü. Şarkılarını söyledi. 16 Ağustos 1977’de öldüğünde henüz 42 yaşındaydı. Rock’n Roll’un bu büyük adını sinema yoluyla anmak istedik.

Rock’n Roll’un “kral”ı Elvis Presley, 16 Ağustos 1977 yılında Memphis’teki malikânesi Graceland’de ölmüştü. 8 Ocak 1935 yılında Missisippi’nin Tupelo şehrinde doğan Presley, 42 yaşında yaşama veda etmişti. Doktoru Jerry Francisco, Elvis’in kalp yetmezliğinden öldüğünü belirtmişti. Sesi siyahları andıran beyaz bir yetenek arayan yapımcı Sam Phillips, elinde amatörce doldurulmuş plâk kayıtları olan Elvis Presley’i dinleyince aradığı sesin ayağına kadar geldiğini fark etti. 1954 yılında gitarda Scotty Moore, bas gitarda Bill Black’le birlikte ilk stüdyo kayıtlarını yaptılar. “That’s All Right” ve “Blue Moon of Kentucky”, blues tarzında hareketli rock parçalarıydı bunlar. Sun Records’la yaptığı kontrat, RCA Record firmasına satılınca yavaş yavaş kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı Elvis. “I Forgot to Remember to Forget” şarkısı country listelerine bir numaradan girmişti. “Heartbreak Hotel” parçası Elvis’in tekrar müzik listelerine girip sekiz hafta boyunca listelerde kalmasını sağladı. Bu parça Elvis’i tüm dünyada adını duyurdu. Elvis bu dönemde “Don’t Be Cruel”, “Hound Dog”, “Love Me Tender”, “All Shook Up” ve “Jailhouse Rock” parçalarını yaptı. “I Want You, I Need You, I Love You” parçasıyla 11 hafta boyunca listerde kalan Elvis hızla yükseliyordu. 1956 yılının Kasım ayında “Love Me Tender” filmiyle kamera karşısına geçti, böylece ileride 31 filmde yer alacağı Hollywood stüdyolarıyla tanışmıştı.

Memphis’te yoksul çocukluk geçiren Elvis’e annesi, bisiklet pahalı olduğu için bir gitar aldı. Elvis 11 yaşındaydı ve bu gitar onun hayatının akışını değiştirdi. Bir şey daha onun için şans oldu. Pentecostal Kilisesi’nde Elvis, blues ve gospel müzik tarzlarıyla tanıştı 13 yaşındayken. Elvis, 1953’te kamyon şoförlüğü yapmaya başladı. Sonunda önü açılan Elvis, rock tarihinin en önemli yorumcularından biri oldu. Hollywood’da nedense hep önemsiz diye küçümsedikleri, oysa çoğu gerçekten iyi olan filmlerde kendini gösterdi Elvis. Ama yine de Hollywood için önemli olan bu filmlerde Elvis’in şarkı söylemesiydi. Ünlenen Elvis’ten hoşlanmayan Amerikalı muhafazakârlar, Amerikan gençliğini yozlaştırdığını söylüyorlardı. Sonunda Elvis’i askere aldılar. Almanya’da tankçı olarak askerlik yapan Elvis’i bu dönem çok etkiledi. Orada, güzel bir kız Priscilla Ann’e aşık oldu. Bir diğer önemli şey de, ordunun Elvis’i uyuşturucu haplara alıştırmasıydı. Elvis, bu haplar dışında hiçbir zaman başka uyuşturucu madde kullanmadı. Devlet, Elvis’e gizli ya da açık savaş açsa da, bir süre yarı resmi televizyonlara çıkmasına izin vermese de Amerikalılar Elvis’i bağrına bastı. Sonra da tüm dünya. Almanya’da aşık olduğu Priscilla’yla evlenen Elvis, hayatının en büyük hatasını yaptı. Onun gerçek dostları bu evlilikten vazgeçirmeye çalıştılar, ama Pricilla’nın güzelliği onu büyülemişti. Ölümünde Pricilla’nın payı da vardı. Hayatının son dönemlerinde küçük kızı Lisa Marie’yi hiç göremedi Elvis. Kızını çok özlüyordu. Elvis’in bir diğer önemli özelliği de ölümünden sonra ortaya çıktı. İlk plâğından ölene kadar kazandığı paranın yarıya yakınıyla yoksullara yardımda bulundu. Elvis çok iyi bir insandı. O, yoksul çocukluğunu hiç unutmadı. Rock tarihin sol ruhlu şarkılarını da söyledi. 1969’da Şikago gettosunu anlattığı “In the Ghetto-Varoşta”sı unutulmaz bir şarkıydı. Yoksulluğa ve geleceksizliğe içten bir ağıt olan bu şarkı şöyle diyordu: “As the snow flies/ On a cold and gray Chicago mornin’/ A poor little baby child is born/ In the ghetto/ And his mama cries/ ‘Cause if there’s one thing that she don’t need/ It’s another hungry mouth to feed/ In the ghetto/ People, don’t you understand/ The child needs a helping hand/ Or he’ll grow to be angry young man some day…” Elvis, şunu söylüyordu bu şarkıda: “Soğuk ve gri bir Şikago sabahında/ Karlar uçuşurken/ Varoşta/ Zavallı bir bebek doğdu/ Ve anası ağladı/ Çünkü ihtiyacı olmayan tek bir şey varsa/ O da beslenecek bir başka aç boğazdı/ Varoşta/ Anlamıyor musunuz?/ Çocuğun bir yardım eline ihtiyacı var/ Yoksa, bir gün asabi bir delikanlı olacak…”

Sinema onu fark etti…

Elvis Presley, 1956 yılında Robert D. Webb’in yönettiği sinemaskop ve siyah-beyaz müzikal-western filmi “Love Me Tender”da (Beni Şefkatli Sev) Clint Reno karakterini canlandırdı. Bu film, Elvis’in perdede göründüğü ilk filmdi. Filmin hikâyesi Amerika’nın iç savaş yıllarında geçiyordu. Bu film, Elvis Presley’in oynadığı en iyi filmlerden biri olarak da kabûl ediliyor. Hikâyede Reno kardeşlerin en küçüğünü canlandıran Elvis, filmde İspanyol gitarıyla şarkılar da söylüyordu. Özellikle filme adını veren ve annesine adadığı “Love Me Tender” şarkısını. Diğer Reno kardeşler, “konfederasyon”, yani “griler” tarafında iç savaşa katılırlar, küçük kardeş Clint de çiftlikte annesinin yanında kalır ailesine bakmak için. Konfederasyondan aileye büyük kardeş Vance’in öldüğü haberi gelir. Vance’in sevgilisi Cathy de, Clint’le evlenir sonra. Ama, bir süre sonra Vance, Teksas’a, evine sağ döner. Aşkın sarsıntısından belki Vance suçlara bulaşır, federal hükümetin trenlerini soyar. Çaldığı paraları iade etmeyen Vance, diğer kardeşiyle çatışırken, belki de istemeden Clint’in ölümüne neden olur. Filmin finalinde, aile Clint’in mezarından ayrılırken, Clint, elinde gitarıyla onlara “Love Me Tender” şarkısını söylüyordu. Bu son sahnede, bir gerçeküstücü estetik olan “bindirme” tekniği kullanılmıştı. Şarkısıyla şöyle diyordu Elvis: “Love me tender,/ Love me sweet,/ Never let me go./ You have made my life complete,/ And I love you so./ Love me tender,/ Love me true,/ All my dreams fulfilled./ For my darlin’ I love you,/ And I always will…” Türkçesiyle: “Beni şefkatli sev/ Beni tatlı sev/ Asla gitmeme izin verme/ Sen hayatımı tamamladın/ Ve seni bu yüzden seviyorum/ Beni şefkatli sev/ Beni içten sev/ Bütün hayallerim gerçekleşti/ Sevgilim için, seni seviyorum/ Ve her zaman seveceğim…” Elvis bu filmde, “Let Me”, “Poor Boy”, “We’re Gonna Move” şarkılarını da söyledi. Bu filmin çekimlerine “Reno Brothers-Reno Kardeşler” adıyla başlanmış, sonunda Elvis’in “Love Me Tender” şarkısında karar kılınmış. Maurice Geraghty’nin hikâyesinden uyarlanan “Love Me Tender”a, güçlü iç gözlemi olan katı bir film de deniliyor. 1957’de Elvis, en iyi filmlerinden biri olan sinemaskop ve siyah-beyaz “Jailhouse Rock-Şarkıcılar Kralı”nda oynadı. Bir suç-müzikal filmi olan “Şarkıcılar Kralı”nı Richard Thorpe yönetmişti. Bu filmin başarısı Metro-Goldwyn-Mayer’in müzikâlleri yeniden canlandırdığı duygusunu uyandırdı. Aslında 1950’lerin ortalarından sonra müzikâl filmler gerilemişti. Elvis’in hapishanede dans kareografisiyle söylediği “Jailhouse Rock” şarkısı daima hatırlanacak. Vince, gece kulüplerinde şarkı söyleyen çılgın bir rock şarkıcısı. Bir kavgadan sonra hapse atılıyor. Hapisten sonra da ünlü bir rockçı oluyor ve şöhret onun epeyce başını döndürüyor. Filmde elbette aşk da vardı. Elvis bu filmde “Don’t Leave Me Now”, “I Want to Be Free”, “Treat Me Nice” gibi şarkılarını da söylüyordu.

Elvis, 1942 yapımı “Casablanca-Kazablanka” filminin yönetmeni Michael Curtiz’le (1886-1962) siyah-beyaz “King Creole-Gangsterlerin Pençesinde” filmini yaptı. 1958 yapımı bu suç-müzikal film, Harold Robbins’in “A Stone for Danny Fisher” romanından uyarlandı. Elvis, Carolyn Jones ve Walter Matthau’yla başrolü paylaşmıştı. Kara film tarzındaki bu filmde Danny, şarkıcı olmaya çaba gösteriyordu. Danny, New Orleans’ta “King Creole” caz kulübünde iş buluyordu. Yoksulluğu ve mücadeleyi iyi anlatan bu film, Elvis’in en iyi performansıydı belki de. Filmin siyah-beyaz görüntüleri ve kamera hareketleri gerçekten estetik. Bu filmin, Robert Aldrich’in 1955 yapımı siyah-beyaz “The Big Knife-Büyük Bıçak” kara filminin etkisinde kaldığı da söyleniyor. Birçok eleştirmen tarafından Elvis’in gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendiriliyor “Gangsterler Pençesinde” yapıtının. Sonuçta kameranın arkasında büyük bir usta Michael Curtiz vardı. Bu filmin kameramanı da, Vincente Minelli’nin 1956 yapımı unutulmaz “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminin iki kameramanından biri Russell Harlan’dı. Harlan (1903-1974), Howard Hawks’ın John Wayne ve Dean Martin’le çektiği 1959 yapımı westerni “Rio Bravo-Kahramanlar Şehri”nden de hatırlanıyor. Elbette Blake Edwards’ın 1970 yapımı “Darling Lili-Sevgili Lili” de buna dahil. “Sevgili Lili”, bu usta kameramanın çalıştığı son filmdi ayrıca.

Askerden sonra…

1960’da “G. I. Blues-Tatlı Nağmeler”de oynadı. “Technicolor” bu filmi Norman Taurog yönetmişti. Elvis, bu filmi askerden sonra çekmişti. Üzerinde asker kıyafetleri de vardı üstelik. Askerden sonra bir gece kulubü açmaya çalışan arkadaşlar at bahisleri oynamaya başlıyorlar. Elvis bu filmde “G. I. Blues”, “What’s She Really Like”, “Blue Suede Shoes” gibi şarkılarını da söylüyordu. Aslında albümündeki bütün şarkıları okumuş Elvis. Sert filmlerin yönetmeni Don Siegel’in 1960 yapımı sinemaskop “Flaming Star-Vadiler Kralı” westerininde de oynadı Elvis. Yönetmen Siegel (1912-1991), Clint Eastwood’un oynadığı sert filmleri yönetti çoğunlukla. 1971 yapımı “Dirty Harry-Kirli Adam” bunların en ünlüsüydü. Hep Elvis’in sıradan ve önemsiz filmlerde oynadığı söyleniyor, ama bu filmler bugün için altın değerinde. Ayrıca bu filmlerdeki performansıyla eleştirmenlerden de bol bol övgü almış Elvis. “Vadiler Kralı”yla da, yine büyük övgüler almış birçok eleştirmenden. Teksas sınırında bir Kiowa yerlisi bir anneyle Teksaslı çiftçi bir babanın oğlu Pacer Burton’ı canlandırdı Elvis. Melez Pacer, iki kültür arasında kalan bir genç. Elvis, bu filmde “Flaming Star” ve “A Cane and a High Starched Collar” şarkılarını söyledi sadece. Pacer, “rahvan” anlamına geliyor. Farsça bu kelime, atın koşmadan hızlı yürüyüşüne deniyor.

Elvis, 1961 yılında Norman Taurog’un yönettiği “Blue Hawai-Mavi Hawai Geceleri”nde göründü. “Mavi Hawai Geceleri”, Elvis’in gişede en çok iş yapan filmiydi. Film, sanki Elvis’e tatil yapması için Hawai’de çekilmiş. Dansın ve şarkıların bol olduğu bu sinemaskop filmde Elvis, Chad Gates karakterini canlandırdı. Chad’le Maile (Joan Blackman) bu filmde aşk için yaratılmışlardı sanki. Cennet Hawai’de Elvis bol bol dans etti ve güzel şarkılarını söyledi. Elvis, “Blue Hawai”, “Almost Always True”, “Moonlight Swim”, “No More” ve birçok şarkısı seslendirdi “Mavi Hawai Geceleri”nde. Ama, “Can’t Help Falling in Love” şarkısı bambaşkaydı. Bu şarkısını sevgilisinin de olduğu kadınların içinde birden söylemeye başlıyordu Elvis: “Wise men say only fools rush in/ But I can’t help falling in love with you/ Shall I stay?/ Would it be a sin?/ If I can’t help falling in love with you/ Like a river flows surely to the sea/ Darling so it goes/ Take my hand, take my whole life too/ For I can’t help falling in love with you…” Yani şunu söylüyordu Elvis: “Akıllı adamlar, sadece aptalların aşık olduğunu söyler/ Ama sana aşık olmaktan kendimi alamıyorum/ Kalabilir miyim?/ Bu bir günah olur mu?/ Eğer sana aşık olmaktan kendimi alamıyorsam/ Doğruca denize akan bir nehir gibi/ Ben de sana koşuyorum/ Elimi tut, bütün hayatımı al/ Sana aşık olmaktan kendimi alamıyorum…”

Elvis, 1962’de “Follow That Dream-Gençlik Rüyası”nda oynadı. Filmin orijinal adı “O Rüyayı İzle” anlamına gelen “Gençlik Rüyası”, güldüren ve üstelik sosyal sorunlara da dokunan bir filmdi. Elvis, yine şarkılar söylüyor ve dans ediyordu. “Gençlik Rüyası”nın yönetmeni Gordon Douglas’dı. Yönetmen Douglas (1907-1993), 1960’ların ikinci yarısından sonra Frank Sinatra’yla “Tony Rome”, “The Detective-Vahşi Hakikat” ve “Katil Peşinde” adıyla da anılan “Lady in Cement-Denizdeki Ceset” filmlerini yapmıştı. Komedi-müzikal filmi “Gençlik Rüyası”, yazar Richard Powell’ın gerçek bir olaydan yola çıkan hiciv yüklü “Pioneer, Go Home” (Öncü, Evine Dön) romanından uyarlandı. Sinemaskop çekilmiş bu filme o dönemde olumlu eleştiriler gelmiş ve seyirci de ilgi göstermiş. Bir aile hikâyesini anlatan filmin konusu Florida’da geçiyor. New Jerseyli Kwimpers ailesi Florida’ya gelmiş. Olaylar da, otoyol ve köprü inşası etrafında geçiyor. Gamsız Tobby’yi canlandıran Elvis, yine şarkılarını söylüyordu. “What a Wonderful Life”, “I’m Not the Marrying Kind”, “Follow That Dream”, “Angel” gibi şarkılar duyuluyordu fonda.

Phil Karlson’ın yönettiği 1962 yapımı “Kid Galahad-Altın Yumruk”, bir suç, komedi ve boks filmiydi. “Kid Galahad” filminin ilk çevrimini Michael Curtiz 1937’de yapmıştı. İlk filmi Warner Bros, ikinci filmiyse United Artists çekmişti. İlk filmin başrollerinde de Humphrey Bogart, Edward G. Robinson ve Bette Davis vardı. Ama, bu iki filmde de konu aynı olsa da karakterlerin adları değişmiş. Bette Davis’in yerini de güzeller güzeli Lola Albright almıştı. İlk film, yumuşak huylu Ward “Kid Galahad” Guisenberry’nin (Wayne Morris), sert dünyada varoluşunun hikâyesiydi. İkinci filmdeyse asker Walter’ın dramı yansıyordu perdeye. Elvis’in oynadığı ikinci filmde Charles Bronson da vardı iyi yürekli eğitmen Lew Nyack karakteriyle. Curtiz’le Karlson’ın filmlerini karşılaştırmamak daha mı iyi olurdu? Karşılaştırabilir belki de. “Kid Galahad”, “Evlat Galahad” anlamına geliyor. Galahad, Kral Arthur efsanesinin büyük silâhşörü Lancelot’nun oğluydu. Elvis bu filmde “King of the Whole Wide World”, “Riding the Rainbow”, “Home Is Where the Heart Is”, “I Got Lucky”, “A Whistling Tune” şarkılarını söyledi.

Elvis, 1962 yılında yine Norman Taurog’la “Girls!, Girls!, Girls!-Kızlar Arasında” filmini yaptı. Allan Weiss’in hikâyesinden perdeye aktarılan film, bir müzikal-komediydi. Elvis, Ross Carpenter adında neşeli ve hayatı seven balıkçı tekne reisi fakir bir genç rolündeydi. Filmin hikâyesi Hawai’de geçiyordu. Bu film, “Altın Küre”ye de aday gösterilmişti. 1957 yapımı “Jailhouse Rock-Şarkıcılar Kralı”ndan sonra Elvis’le yönetmen Richard Thorpe’un yolları 1963’de “Fun in Acapulco-Rio’da Buluşalım” filmiyle yine buluştu. Bu film, “Acapulco Eğlencesi” adıyla da anılıyor, ama sinemalarda “Rio’da Buluşalım” adıyla gösterilmişti. Acapulco, Meksika’nın tatil cenneti yerlerinden biri. Elvis, bu filmde teknede çalışıyor, cankurtaran oluyor ve bol bol dans ediyor ve şarkı söylüyor. George Sidney’in, 1964 yapımı sinemaskop komedi-müzikali “Viva Las Vegas-Las Vegas’ta Aşk”ta da oynadı Elvis. Filmdeki partneri de Ann Margret’di. Elvis, genelde elinde İspanyol gitarıyla çalıp şarkı söyledi. “Las Vegas’ta Aşk”ta da bu böyleydi. Elvis, bu filmde “grand prix” araba yarışlarına katılmak için Las Vegas’a geliyor ve arabası bozulunca şarkı söylemeye başlıyor, güzel Ann Margret’e aşık oluyor. Coen kardeşler, 1998 yapımı “The Big Lebowski-Büyük Lebowski” filminin sonunda Elvis’in söylediği “Viva Las Vegas” şarkısını çalmışlardı. Elvis, 1965 yılında Boris Sagal’ın yönettiği sinemaskop “Girl Happy-Mutlu Kız” romantik-komedi filminde de göründü. “Rusty” (Paslı) Wells, Şikagolu gangster “Big” (Büyük) Frank’ın gece kulübünde şarkılar söylüyodu. “Rusty” Wells, “Big” Frank’ın coşkulu ve mutlu kızı Valerie’yle de aşk yaşıyordu.

Bir süre buralara Elvis filmi gelmedi ve sonunda Norman Taurog’un yönettiği 1968 yapımı sinemaskop aksiyon-müzikal filmi “Speedway-Gençlerin Şakası Yok” gösterildi. Elvis, başrolü de Frank Sinatra’nın kızı Nancy Sinatra’yla paylaşmıştı. Elvis bu filmde, araba yarışçısı Steve Grayson rolündeydi. Heyecanlı araba yarışlarının olduğu film gerçekten görsel anlamda estetik bir filmdi. Görüntüler, perdede birkaç parçaya bölünüyordu. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra, öncelikle sinemaskop çekilen filmlerde birçok görüntüntü birden perdeden yansıyordu. Yine 1968 yılında Norman Taurog’un yönettiği “Live a Little, Love a Little-Biraz Yaşa Biraz Sev”, komedi-müzikalinde gözüktü Elvis. Film, Dan Greenburg’un “Kiss My Firm But Pliant Lips” (Yumuşak Dudaklarını Sıkıca Öpeceğim) romanından uyarlandı. Bu filmde Kral’ın babası Vernon Presley de küçük bir roldeydi. Bu film, 2007 yılına kadar İngiltere’de gösterilememiş. Nedeni de hiçbir zaman bilinemedi. İngilizler, ancak 2007 yılında DVD’den seyredebildiler bu filmi. Bu sinemaskop “Biraz Yaşa, Biraz Sev” filminde Elvis, eğlenceye düşkün tasasız foto muhabiri Greg Nolan’ı canlandırdı. Kral, “Wonderful World”, “Edge of Reality”, “A Little Less Conversation”, “Almost in Love” şarkılarını “twist” yaparak söyledi. Elvis, sinemadan tümüyle uzaklaşacağı 1969 yılında “Charro-Zafer Topu”nda oynadı. Frederick Louis Fox’un hikâyesinden uyarlanan bu sinemaskop western filmini Charles Marquis Warren yönetmişti. “Zafer Topu”, çoğunlukla western filmleri çeken yönetmen Charles Marquis Warren’ın son filmi oldu. “Charro”, Meksika’da atlılara verilen geleneksel isimmiş. Elvis, bu filmde “Charro” şarkısını söylemiş sadece. Oynadığı filmlerde genelde yüzü parlak görünen Elvis, bu filmde sakallı ve kirli yüzlü çoğunlukla. Elvis, bu filmde tek bir şarkı söyleyerek oyunculuk performansının önde görülmesini istemiş. Elvis’in son filmi, 1969 yapımı suç-müzakal “Change of Habit-Kutsal Harekât”ı William A. Graham yönetti. Kral bu filmde, gettoda klinik açmak isteyen Dr. John Carpenter rolündeydi. Elinde İspanyol gitarıyla kilisede şarkı da söylüyordu Elvis.

Bir not daha, meneceri Albay Tom Parker, Elvis’i sonuna kadar sömürdü. Albay Tom Parker bir kumarbazdı. Kalitede düşük, pahada yüksek ne iş varsa hepsine imza attı. Elvis, özellikle 1960’ların ikinci yarısından sonra oynadığı filmlerde pek az mutlu olmuştu.

(02 Ağustos 2009)

Ali Erden

Metroda Bir Fidyeci

Metrodan Kaçış (The Taking of Pelham 1 2 3)
Yönetmen: Tony Scott
Roman: John Godey
Senaryo: Brian Helgeland
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Tobias A. Schliessler
Oyuncular: Denzel Washington (Garber), John Travolta (Ryder), Luis Guzman (Ramos), John Turturro (Camonetti), James Gandolfini (Belediye Başkanı)
Yapım: Columbia-MGM (2009)

‘Top Gun’ filmiyle ünlenen İngiliz yönetmen Tony Scott, ‘Deja Vu’ filmindeki gibi bir daha nefes kesici bir gerilim yaratmış ‘Metrodan Kaçış’ filmiyle. Bu filmde iki büyük oyuncu Denzel Washington ve John Travolta’yı seyretmek de heyecan verici.

Yönetmen Tony Scott, New York metrosunda yaşanan bir şiddet olayını yansıtıyor beyazperdeye. Başlarda gizemli gibi görünen, kendisine Ryder diyen bir fidyeci, metroda trendeki yolcuları rehin alır ve isteklerini bildirir. Karşısına da, bir suçlama dolayısıyla hareket memurluğuna sürülmüş Walter Garber çıkar. Ryder’ın ne amaçla metroda bu fidye olayını gerçekleştirmiş? Ya Garber? MTA’yla rüşvet olayıyla başı derde girmiş. Masum olduğunu kanıtlayana kadar da hareket memurluğuna sürülmüş. Kader, bir öğleden sonra Garber ve Ryder’ı bir araya getiriyor. Ryder, isteklerini Garber üzerinden iletiyor ve bir saat içinde on milyon doları New York Belediyesi’nden istiyor. New York Belediye Başkanı da bir “günah”tan dolayı hep kendini savunmak zorunda kalan başkan. Ryder, aslında dolandırıcının biri. İnşaat işleriyle uğraşıyor, borsada oynuyor. Dolandırcılıktan hapse yatmış. Kaybettiği on milyon doları da New York Belediyesi’nden istiyor. Ryder, öfkeli ve acımasız bir insan. Karşısındaki insanları kolayca öldürebiliyor.

Nefes kesici anlatım…

New York’ta, metroda birkaç saati anlatan “Metrodan Kaçış”, sinematografik diliyle yer yer nefes kesici bir aksiyon. Bunda oyuncularının da katkısı var. İki büyük oyuncu, Denzel Washington ve John Travolta’nın karşılıklı performanlarını perdede görmek gerekiyor. Elbette John Turturro’yla James Gandolfini’yi de unutmamak gerek. Yoğunlukla iç mekânlarda geçen bu film, karanlık ve kasvetli atmosferiyle kara film tadında bir aksiyona dönüşüyor. New York şehrinin caddeleri ve sokakları da bir karakter gibi yansımış. Filmin girişindeki video klip estetiğini bir tarafa bıraktığınızda Tony Scott’ın bu filmdeki kamerası sinema için heyecan verici. Yönetmen, iyi yazılmış senaryoyla filminde gerilim anlarını iyi ayarlamış. Seyirciye nefes alacak anlar da bırakmış neredeyse. Yolcuların rehin alınmasından, Garber’ın paraları rehinelere teslim ettiği bölüme kadar gerçekten nefes kesici bir anlatımı var filmin. Yönetmenin “Deja Vu” filmini görenler, bu filmde de aynı tadı alabilirler belki. “Metrodan Kaçış”ın kurgusu, “Deja Vu” kadar karmaşık olmasa bile yine de çarpıcı. Öncelikle, “koşut kurgu”yla yansıyan Garber-Ryder konuşma bölümlerinde. Brooklyn Köprüsü’ndeki final bölümü de akılda kalabilecek sahnelerden. Biraz melodram soslu olsa da gerilimi iyi ayarlanmış. Ayrıca, filmin fonunda yer yer “hard rock” tarzı tınılar da duyuluyor.

Amerikalı yazar John Godey’nin (1912-2006) “The Taking of Pelham One Two Three” romanı, daha önce 1974 yılında yönetmen Joseph Sargent tarafından sinemaya aktarılmıştı. Başrollerde de Walter Matthau, Robert Shaw ve Martin Balsam vardı. Bu defa da Tony Scott sinemaya uyarladı bu romanı. İlk çevrimin, New York’un kış atmosferinde geçtiğini belirtelim. Pelham, New York’un Bronx bölgesine yakın bir banliyö. İşte, bu filmin mekânları, metronun bu Pelham istasyonundan yansıyor. Yazar Godey’nin bir diğer ünlü romanı “Johnny Handsome-Yakışıklı Johnny”yse, 1989 yılında Walter Hill tarafından sinemaya aktarılmıştı. İngiliz Tony Scott, abisi Ridley Scott gibi ünlü bir yönetmen. 1944 yılında İngiltere’nin kuzeyindeki balıkçı kasabası North Shields’da doğan Tony Scott, 1986 yapımı “Top Gun” filmiyle ünlendi. Denzel Washington’la Tony Scott, “The Taking of Pelham 1 2 3-Metrodan Kaçış”a kadar epey filmde beraber çalıştılar. Bu filmler, 1995 yapımı “Crimson Tide-Denizde İsyan”, 2004 yapımı “Man on Fire-Gazap Ateşi”, 2007 yapımı “Deja Vu”ydu.

(29 Temmuz 2009)

Ali Erden

31 Temmuz 2009 Haftası

“Metrodan Kaçış”, başrollerinde, eski borsa spekülâtörü -yeni dengesiz katil/çete lideri, rüşvet soruşturmasından dolayı ‘tenzil-i rütbe’ye uğramış hareket memuru ve New York kenti ile toplamı bin altmış kilometrelik metro hattı olan, bir rehine pazarlığı… Büyük zanaatkâr Tony Scott’ın ‘döktürdüğü’, nefes nefese gerilim ve suç hikâyesi. Bir vagon dolusu yolcuyu rehin alanla, pazarlık yapanın -bazen- aynı ‘kaybetmişlik’ durağına vardığı fakat tabii bilinen ‘klâsik son’la da rahatlatıcı. Olgunluk ürünü bir çalışma.

“Küçük Deniz Kızı Ponyo”da büyük üstat Miyazaki, el emeği çizgilerle, okyanus sularının -içindeki canlılarla birlikte- toprakla sevişmesini binbir rengin dansıyla sunarken, koşutunda, insan olmak isteyen küçük balık-kızın bir erkek çocukla arkadaşlığının masumiyetini en güzel halleriyle resmediyor: Ancak rüyalarınız marifetiyle yaratılabilecek fantastik düşlerin sinemadaki takipçileri için.

“Kontes”, Julie Delpy’nin yazıp, yönetip, müziklerini besteleyip, bir de oynadığı, 1560-1613 yılları arasında yaşamış güçlü kadın, Macar kontes Erzebeth Bathory’nin ürpertici yaşam hikâyesini gerçeğin penceresinden bakarak anlattığı dram. Ülkenin savunmasında önemli rol oynayan kocasının ölümünden sonra ailesinin gücünü sürdüren bu pervasız kadın, onu düşürmek isteyen erkeklerin dünyasında dimdik ayaktayken en büyük zaafının kurbanı olacaktır: Deli gibi âşık olduğu genç adam elinden alındıktan sonra, gençlik ve güzellik saplantısı, onu, bakirelerin kanıyla yıkanan bir seri katile dönüştürecek ve zenginliğini ele geçirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir…

Delpy, esasen, kazananların yazdığı tarihe, dönemin konjonktürünü dikkate alarak, psikolojik bir derinlik kazandırmış. Kuşkusuz, tuzaklara düşülebilecek bir konu ve dengelerin kurulmasının zor olduğu bir öyküleme… Fakat Delpy, olayların gelişmesindeki tüm etmenleri yerli yerine oturtarak çetrefilliğin üstesinden gelmiş. Tarihi oluşturan güç savaşları ve insan ruhunun karanlığı üzerine fikir jimnastiği yapmak isteyenler için, birinci sınıf bir çalışma.

“Histeri”, “sürekli değişip gelişen virüsler, birgün gelip çocuklarınızın beyinlerini direkt etkiler ve onları birer caniye dönüştürerek sizi içinizden yok etmeye çalışırsa ne olur” sorusunun yanıtını, Noel partisi için kente uzak bir evde toplanan iki ailenin yaşadıkları terörü perdeden yayarak veriyor. Cesur, risk almış bir korku filmi tabii. Çünkü çocukları kullanıyor; fakat onları akıllıca ve dikkatlice oynatarak… Şiddet yüksek, finâl umutsuz! Dünyanın değişen kimyasının geri tepmesine dikkat: Bugünkü tehditler kuş ve domuz gribini, ileride aramayalım!

“Franklyn”, günümüz dünyası yönetimlerinin, ‘özgürlük maskesi’ takınarak, önceden belirlenmiş inanç modellerine sahip şemsiyeler altında insanları tüketime, savaşmaya, rekabete zorlamasını, farklı nedenlerle acı çeken dört insanın çıkış arayan ruhlarının yankıları üzerinden eleştiren, modern bir stile sahip dram. Yaşadığımız gerçek dünyaya koşut olarak bazılarımızın algılayabildiği diğer dünyaya -karakterlerden biri vasıtasıyla- film boyunca gidip gelmeniz ve böylece belki de asıl gerçeği idrak etmeniz, zekice bulunmuş bir unsur.

(29 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Selvi Boylum Al Yazmalım’ın Master Negatifi Bulundu

Yeni Şafak’ın 28 Kasım 2008 tarihli manşet haberinden sonra konuyla ilgili özel bir araştırma ekibi oluşturan Kültür Bakanlığı, üç yıldır kayıp olan Atıf Yılmaz başyapıtının elde kalan son negatifine Doğan Medya Holding’e ait Star Televizyonu arşivlerinde ulaştı.

Düzenli okurlarımızın hemen hatırlayacağı üzere, Yeni Şafak’ın 23 Kasım 2008 Pazar tarihli nüshasında “Türk sinemasının başyapıtı kayboldu” başlığıyla bir manşet haberimiz yayımlanmıştı. Konu ise rahmetli yönetmen Atıf Yılmaz’ın 1978’de çektiği unutulmaz filmi “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın 35 mm’lik master negatif bobinlerinin arşivlerde kaybolmasıydı. Ki bu da anılan yapıtın -eldeki son video kopyaları da iş göremez duruma gelince- yeryüzünden silinip gelecek kuşaklara aktarılamaması anlamına geliyordu.

Geçen sonbahar aylarında Bakü’deki bir film festivaline konuk olduğumuz sırada bazı sinemacı dostlarımızdan öğrendiğimiz bu üzücü olayı yurda döner dönmez haberleştirmiş ve gazetemizde de bir özel haberle duyurmuştuk. Yayımlandığı gün ülkemizdeki irili ufaklı bütün sinema sitelerine alıntılanan o haber, ilerleyen günlerde etkisini göstermekte gecikmedi. Olayın sinema çevrelerinde dalga dalga yayılmasının ardından gerek Kültür Bakanlığı, gerekse sektördeki bazı sorumluluk sahibi isimlerin filmin master negatifini bulabilmek için yoğun bir çaba içine girdiklerini haber alıyordum; ancak bir noktadan sonra ise konunun taraflarıyla irtibatımı kaybettim.

Geçtiğimiz günlerde yapımcı-yönetmen dostum Sadık Deveci’den ulaşan sevindirici bir haberle, aylardır her aklıma geldiğinde canımı fena hâlde sıkan bu olayın mutlu sonla bittiğini öğrenecektim. Sağlığında rahmetli Yılmaz’ın da asistanlığını yapmış olan Deveci, yayımladığımız haberden sonra Kültür Bakanlığı’nın işi daha bir ciddiye aldığını, ayrıca büyük film arşivlerine sahip Doğan Medya Holding gibi kurumların özenli bir tarama yapılabilmesi için kapılarını kendilerine ilk kez açtığını anlattı; uzun arayışlardan sonra da “Selvi Boylum”un kayıp negatifine Star Televizyonu’nun arşivinde ulaştıklarını belirtti.

Filmin negatif bobinleri, TV yayınlarında ve uluslararası festivallerde kullanılacak yeni pozitif kopyaların çıkartılabilmesi amacıyla 2006 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’nden ödünç alınmış, bir süre elden ele dolaşan bobinler en sonunda da bu trafik içinde sırra kadem basmıştı. Deveci ve diğer yetkililer, adı sanı belirsiz yüzlerce eski film makarasının arasında gerçekleştirdikleri sabırlı bir arayışın sonucunda, anılan televizyonun arşivindeki raflardan birinde “Selvi Boylum”a ulaşmışlar. Kendisi, o görüşmede, “Filmin master negatifini bulmamızda hakkınız çok büyük, çünkü arama çabaları sizin konuyu gazetenizde gündeme getirmenizle birlikte daha ciddi bir boyut kazandı” şeklinde bir ifade kullandı ki bu cümle, benim gibi Türk sinemasının klâsiklerinin koruma altına alınması için öteden beri mücadele eden biri için en anlamlı meslekî ödüldür. (Yukarıdaki fotoğrafta soldan sağa Atıf Yılmaz, Cengiz Aytmatov, Kadir İnanır ve iki hayran görülüyor.)

Neyse; Yeşilçam’a egemen olan böylesi bir laçka arşivleme düzeni içinde şimdiye kadar yüzlerce, binlerce önemli filmimizi yitirdik; fakat en azından herkesin bildiği ve çok sevdiği bir başyapıtı fazla zarar görmeden kurtarmış olduk. Türkiye’de film negatiflerinin koruyuculuğu görevini üstlenen Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi yeni kopyalar basılması gerekçesiyle dışarıya negatif verirken hiç kuşkusuz ki bundan böyle teslim prosedürünü çok daha sıkı tutacaktır. Çünkü tarihe kayıt düşmüş bu gibi önemli yapımlar artık şu ya da bu şahsın değil hepimizin ortak malı, gelecek kuşaklara sağ salim aktarılması gereken birer kültür mirası konumundalar…

Çilekeş köylü kızı Asya’nın sürekli lâf salatasıyla geçinen, ancak karısı ve çocuğu için parmağını bile kıpırdatmayan, fiziken hoş fakat karakter açısından bomboş İlyas’ı değil; kendisine en zor gününde sahip çıkıp kol kanat geren yiğit kamyoncu Cemşit’i hayat arkadaşı olarak seçtiği o unutulmaz finali yalnızca bugünün gençleri değil, 2050’lerin gençleri de izleyebilmeli!

Konuyla ilgili 28 Kasım 2008 tarihli haberimizin linki:
http://yenisafak.com.tr/Sinema/Default.aspx?t=23.11.2008&i=151877

Selvi Boylum Al Yazmalım filminin fotoğraflarına ulaşmak için tıklayınız.

(28 Temmuz 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]