Kan Gölü: Bu Sefer Dehşetin Kaynağı Başka…

Kan Gölü sıradan bir gerilim filmi diye başına geçilen ve gitgide içinden çıkılmaz olan sıkı bir gerilim filmi. Filmin İngilizce adı tam da İngilizlere özgü bir ironiyi içeriyor: Eden Lake, Cennet Gölü anlamına geliyor. İki sevgilinin cennette gibi geçirmeyi plânladığı bir haftasonu tatili gitgide bir kan gölüne dönüşüyor ve Türkçe adını buluyor.

Romantik Steve, kız arkadaşı Jenny’yi tatlı bir haftasonu geçirmek için kamp yapmaya götürüyor. Kamp yeri olarak da yakında inşaatlarla doğası bozulacak olan maden gölünü ve onu çevreleyen ormanı seçiyor. Asıl amacı tatillerinin en güzel anında Jenny’ye evlenme teklif etmek. Maalesef ki hiç bir şey hesapladığı gibi gitmiyor.

Böyle bir filme gidince ilk olarak ya doğaüstü güçleri olan canavarlar ya da Halloween’in Michael Myers’ı veya 13. Cuma’nın Jason Voorhees’i gibi eli baltalı-bıçaklı bir katil bekleniyor. Oysa hiç biri değil. Bu film tarzıyla ve anlattıklarıyla daha çok Haneke filmlerini anımsatıyor. Kana susamış canavarlar herkesin en masum gördüğü canlılar olan çocuklar.

Kasabanın İngiliz alt ve orta sınıfından ailelere mensup çocukları yaz tatillerini göl çevresinde geçiriyorlar. Bisikletleriyle gölün çevresindeki avuçlarının içi gibi bildikleri ormanda vızır vızır dolaşıyorlar. Daha ilk günden göl başında kamp yapmaya gelen Jenny ve Steve’in huzurunu kaçırmaya başlıyorlar. Önce dinledikleri müziğin sesini yükseltiyorlar, ardından küfrediyorlar. Gerilimin dozu ince ince arttırılıyor. Basit tacizler gitgide akıl almaz vahşete dönüşüyor. Filmin asıl gerilimini ise bu oluşturuyor: Yok canım, iki üç masum çocuk bu kadarını da yapmaz dediğimiz şeylerin bal gibi de yapılabileceği, hatta büyük ihtimalle olduğu hissi.

Kan Gölü hepimizin hayatında olağan olan öğelerle dev bir gerilim hattı oluşturuyor. İzlerken kâbusun bitmesi için dua etmeye başlıyorsunuz ama aslında kâbusun tüm hayatınıza yayıldığını fark ediyorsunuz. Filmin kadın oyuncusunun her kurtulma ümidinde, başına şimdi ne gelecek endişesiyle doluyorsunuz. Tam bitti derken aslında tüm ümitlerin suya düştüğünü anlıyorsunuz.

Jenny rolündeki Kelly Reilly, Jenny’nin dönüşümünü çok iyi sergiliyor. Tatlı, duyarlı, anaokulu öğretmeni Jenny’nin tehlike karşısında, mecbur kalınca, her gün sevgiyle kucakladığı çocuklara karşı mücadele savaşı açması görülmeye değer. Filmin başında çifti arabada radyo programları dinlerken izliyoruz. Radyo programlarında çocuk yetiştirme ve eğitim sistemi üzerine bol bol yorum yapılıyor. Filmin temelleri incelikle atılıyor. Jenny her gün güvenli ve korunaklı sınıf ortamında eğitmeye çalıştığı çocuklarla sınıf-dışı dünyada karşılaştığında kuralların değiştiğini görüyor. Haneke’nin sosyal gerilim dünyasına biraz da Sineklerin Tanrısı sosu eklenince gerilim en üst düzeye tırmanıyor. İnsanın kafasında “çocuktur yapar mı diyelim?”, “eğitimsizlik mi bunlara sebep oluyor?”, “günümüz toplumlarının doğadan koparak vardığı nokta bu mudur?” gibi bir çok soru dolaşıyor. Soru tohumları ustalıkla atılıyor ve uçları açık bırakılıyor. Çünkü gelişen olayların kaynağı ne sadece çocukların çocuk olması ne de eğitim seviyeleri… Filmin sonunda sorunun kaynağının sadece çocuklar olmadığı, bunun çok basit bir çıkış olacağı, çocukların sistemin sadece dişlilerinden biri olduğu ve aslında sistemin tüm dişlilerinin içiçe geçerek işlediği vurgulanıyor.

Kan Gölü küçük bütçeli, az mekânlı, az oyunculu ama dolu dolu bir film. James Watkins hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. İlk yönetmenlik çalışması olan Kan Gölü’nde çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. İzlenmeye değer bir film. Yine de eğer korku filmi seyredip, çıktığınızda da gülüp geçmeyi plânlıyorsanız başka bir film seçmenizi tavsiye ederiz. Filmi seyrettikten sonra uzun bir süre iç geriliminiz ve değerlendirme çalışmalarınız devam ediyor.

(17 Ağustos 2009)

Nur Özgenalp