Bu Macera “Cannes”lı Olacak

61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan, başka yönetmenlerin filmlerinden esinlenir mi? O, katı ahlâkçı ve ikiyüzlü bir yönetmen mi? Ama, bir şey var, o iyi bir yönetmen…

Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney’den sonra en heyecan verici yönetmenlerden biri belki de. Dünyada da Yılmaz Güney’den sonra en çok adı duyulmuş sinemacımız. Hem Güney hem Ceylan, kaderin yolları birleştirdiği gibi ikisi de Cannes’da ödül kazandılar. Güney, Şerif Gören’in yönettiği “Yol”la 1982’de “Altın Palmiye” alırken, Ceylan da, tam 26 yıl sonra yine Cannes’da “Altın Palmiye”den sonraki en büyük ödül olan “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandı “Üç Maymun”la. Ceylan’ın Cannes’la siyah-beyaz kısa filmi “Koza”yla tanıştı. Ardından da çektiği her film ödül kazandı. Ceylan’la Cannes’ın aşkı yıllara dayanıyor. Bu aşktan kazanan Ceylan ve sineması olacak. Cannes, Ceylan’a Avrupa sinemasında eserler ortaya koyması için fırsatlar yaratacak belki de. Böyle olacaksa gerçekten heyecan verici bir şey bu.

Ceylan, “Üç Maymun” filmine kadar, hep ailesinin ve bildik çevresinin etrafında kurdu filmlerini. “Uzak” ve “İklimler” filmlerinde bildiği sokağın dışına çıkmayı denedi. En azından mekânlarını değiştirdi. Ama, “Üç Maymun” onun tümüyle sokağının dışına çıktığı bir ilk film. 1999 yapımı “Mayıs Sıkıntısı” filminde, 1995 yapımı kısa ve siyah-beyaz filmi “Koza”nın ortaya çıkmasının macerasını anlattı. “Mayıs Sıkıntısı” filminde dingin ve sakin anlatımı vardır Ceylan’ın. Uzun plân-çekimler, durgun geçen zaman, doğal oyunculuk hemen dikkati çekiyordu filmde. Bu filmde Andrey Tarkovski’nin ruhunun dolaştığını hissediyorsunuz. Bu ruh Ceylan’ın tüm filmlerinde var. Ama, Tarkovski’nin filmlerinde mistik ve ruhani derinlikler de var. Elbette Ceylan’dan bunları beklemek ona bir haksızlık olabilir. Ceylan’ın ilk uzun filmi 1997 yapımı siyah-beyaz “Kasaba”nın hikâyesi de Ceylan’ın doğduğu yerlerde geçiyordu. Ceylan, üç kuşağın hikâyesini anlattı bu filminde. “Kasaba”, en büyük ödülünü 1998 yılında Berlin Film Festivali’nde “Caligari Ödülü”yle aldı. “Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı” filmleri, tümüyle ailesinin ve bildiği mekânlarda doğdu. Ceylan, 2002 yapımı “Uzak” filmiyle kasabasının, sokağının dışına çıkmaya çalıştı ve bir başka bildiği mekânlara gitmek istedi. Yine de çevresinde tanıdığı insanlar vardı. Mekânları İstanbul’da olsa bile. Sokağın dışına çıkma çabası 2006 yapımı “İklimler”de iyice belirginleşti. 2008 yapımı “Üç Maymun”la da başka sokaklarda dolaşmaya başladı. Annesini, babasını, kuzenini, eşini filmlerinde oynatan Ceylan, “Üç Maymun”la daha profesyonel oyunculara yöneldi. Sonra da 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Ceylan törende ödülünü alırken, “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” dedi konuşmasında. İnsanların yurtlarını sevmelerine hakkı var. Ceylan, 1995 yılında “Koza”yla Cannes’ın “Uluslararası Kısa Film Yarışması”nda ilk ödülünü almıştı. 2003’te “Uzak” filmiyle “Büyük Jüri Ödülü”nü alırken, başoyuncuları Mehmet Emin Toprak ve Muzaffer Özdemir, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödülü paylaştılar. 2006’da 59. Cannes Film Festivali’nde “İklimler” filmiyle “FIBRESCI Ödülü”nü aldı Ceylan. Son olarak “Üç Maymun”la kazandığı “En İyi Yönetmen” ödülü, onun Cannes’da kazandığı dördüncü ödül oldu. Ceylan, yurtiçinden ve yurtdışından başka festivallerden de ödüller almayı sürdürdü. Ama, hiçbir aşk Cannes aşkı gibi derin ve anlamlı olmadı. Çünkü Cannes onu dünya sinemasının kollarına bırakıyor. Ceylan, “Üç Maymun” filmiyle 81. Akademi’de “En İyi Yabancı Film” dalında ilk dokuza kalmıştı ve az bir farkla Oscar’a aday olamamıştı. Amerikalılar Ceylan’ı çok sevdi. Coen kardeşler de. 60. Cannes Film Festivali’nin şerefeine bir dolu ünlü yönetmenin bir araya gelmesiyle otaya çıkan “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”nda Coen kardeşler “World Cinema” kısa filmleriyle Ceylan’a ve “İklimler” filmine selâm göndermişlerdi. Ceylan, 62. Cannes Film Festivali’nde de jüri üyeliği de yapmıştı.

Uzakta bir iklim…

“Uzak” filmi, Ceylan’ın ahlâkçı taraflarının az çok yansıttığı bir filmdi. “Uzak”ta burjuvalaşmaya çalışan yabancılaşmış bir fotoğraf sanatçısını anlatıyordu. Ceylan, kasabada bıraktığı insanları şehre taşımış bu filminde. Fotoğrafçı Mahmut, gemilerde iş bulmak umuduyla İstanbul’a, yanına gelen akrabası genç Yusuf’a soğuk davranıyor. Öyle ki, aşağılıyor onu. Fotoğraflar çekiyor. Ceylan, bu filminde Tarkovski’yi de andı “Stalker-İz Sürücü”yle. Filmdeki görüntüler, Ceylan’ın fotoğrafçı ruhunu da iyi yansıtıyordu. Karlı İstanbul manzaraları, Rus sinemasının şiirselliğini perdede yeniden yaratıyordu. Çok az Türk filminde imgeler insanın zihninde kalıyor. Bu filmde, karlı ve soğuk İstanbul’da Mahmut’un yalnızlığını duyuran fotoğraflar insanın sinemasal belleğine yerleşiveriyordu. Sokağın biraz daha dışına çıktığı “İklimler” filminde, Ceylan’ın ahlâkçılığı daha bir öne çıkıyordu. Bu filmde başrolü eşi Ebru Ceylan’la paylaştı Ceylan. Filmin başkarakterleri İsa ve Bahar, iki sevgili ve ayrılmanın eşiğindeler. Mevsim yaz. Aşkın kaynadığı bir mevsim. Ama, sonbaharı yaşıyordu bu iki insan. Bu filmi seyrederken insanın zihnine Woody Allen’ın 1979 yapımı “Manhattan” filmi düşüyordu. “Manhattan”da 42 yaşındaki sanatçı Isaac, 17 yaşındaki sevgilisi Tracy’den ayrılmak için ne gerekiyorsa yapıyordu. Ama, onu gerçekten kaybedeceğini anladığında Tracy’ye dönmek için büyük çaba gösteriyordu Isaac. “İklimler” filminde de yaklaşık olarak böyle. “İklimler”de, İsa, kendinden epey genç sevgilisi Bahar’dan ayrılmak için her şeyi yapıyordu. Kış mevsiminde Bahar aşkını arıyordu.

“İklimler…”

Ceylan, iki insanın, İsa’yla Bahar’ın tükenmiş aşkları üzerine açılıyor. İsa, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin fotoğraf bölümünde öğretim görevlisi ve doçentlik tezini vermek üzere. Bahar, televizyon dizilerinde çalışıyor. İsa, Bahar’a göre yaşlı ve aralarında epey mevsimler var. Bahar, hep kendini küçük gören, azarlayan İsa’dan az da olsa sevgi ve şefkat bekliyor. İki sevgili aşklarının sonlarında Kaş’ta tatil yapıyorlar. Güneşin kavurucu ve parlak ışıkları altında kasvetli bir atmosfer yansıyor perdeye. Buna karşılık, soğuk ve karda sımsıcak anlar da yaratıyor film. Ayrılan sevgililer kendi yollarına gidiyorlar. Kamera, İsa’nın peşinden ayrılmıyor. İstanbul’a sonbahar indiğinde İsa, tekdüze hayatına dönüyor. Diğer yandan İsa’nın eski tanıdıkları da giriyor hikâyeye. Bahar’dan önce İsa’nın ilişkiye girdiği Serap’la İsa’nın eski heyecanları da geliyor. Ama, Bahar’ı unutabilir mi İsa? Rastlantıyla Bahar’ın Ağrı’da çekimlerde olduğunu öğrenen İsa, hemen oraya, Ağrı’ya gidiyor. İlelebet bir romantik aşık olamayan İsa, Bahar’ı yeniden dünyasına katması o kadar kolay mı?

Ceylan, “İklimler”de modern insanın yalnızlığının peşine düşmüş. İsa ve çevresindeki birkaç insan aracılığıyla çürümüş burjuva değerlerini de eleştiren yönetmen, yine filmde yansıyan birkaç insan aracılığıyla da hâlâ bozulmamış değerleri de gösteriyor. Filmi seyrederken bunları fark ediyorsunuz. İsa, Bahar hayatından çıktıktan sonra yalnızlığını dolduramıyor. İsa’nın eski sevgilisi Serap, şimdilerde reklâmcılık yapan eski arkadaşıyla çıkıyor. Yine de Serap’la ilişkiye girmekten çekinmiyor İsa. Çünkü yapayalnız ve hayatında kadınları özlüyor.

Ceylan, fotoğraf sanatının estetiğiyle bir film yapmayı denemiş. Filmin girişi de sanki fotoğraf sanatına saygı gibi. Aslında filmin genelinde bu hissediliyor. Bazı anlarda Ceylan, önceki filmlerindeki gibi uzun çekimlerle Tarkovski ruhuna bir daha ulaşıyor. İzlenimci denemeler de yapıyor yönetmen görsel olarak. İzlenimci ruh, öncelikle Ağrı bölümlerinde daha bir fark ediliyor belgesel tadında anlatımla. İshakpaşa bölümleri ve karlar altındaki Ağrı gerçekten unutulmuyor. Ceylan’ın bu imgesel yalnızlık üzerine filminde gerçekten unutulmaz birkaç an da var. Her şeyden önce şunu belirtmeli, Ceylan’ın mizah duygusu insanı kahkahalara boğuyor. Hem “kaba” hem de ince espriler seyircileri tam anlamıyla mutlu edecek. Evet, bu film Ceylan’ın önceki filmlerinden daha esprili ve daha erotik. Serap’ın evinde neredeyse bir insanın yaşayacağı tüm duygularla vahşice sevişen İsa ve Serap, tüm tutkuları, özlemleri, nefretleri ve birçok şeyi bu kısa anda yaşıyorlar. Bu sekans, kadınla erkek üzerine (sahnenin başından sonuna kadar) bir belgesel gibi. Bir de erkekleri ironik yorumladığı bir sahne daha var Ceylan’ın. Ağrı’da film ekibinin minibüsünün içinde İsa’nın Bahar’a yakarışı ve o anda yaşananlar kadınlara mutlu kahkahalar attırıyordu belki de. Filmin finali açık uçluydu. İyimserliğinize ve kötümserliğinize göre anlamlaşıyordu bu final. Evet, Ceylan’ın değeri Batı’da daha iyi anlaşılıyor. Ceylan’ın filmleri perdede görülmeli. Bu filmde, gelecekte belki de sinemamızın önemli kameramanlarından olacak Gökhan Tiryaki’yi de keşfetmiştik.

“İklimler” filminindeki Ceylan, uç noktada ahlâkçıydı belki de. Kimileri, bu ahlâkçılığı ikiyüzlü bir ahlâkçılık olarak da yorumlayabilir. İsa’nın eski sevgilisi Serap’a tecavüz ettiği sahnede sevişme ayrıntılarıyla gösteriliyordu. Ama, gerçek hayatta eşi olan Ebru Ceylan’ın canlandırdığı Bahar’la İsa’nın Ağrı’da bir otel odasındaki sevişmesi doğrudan gösterilmemiş ve izlenimde yaratılmıştı. Bununla beraber “İklimler”, fotoğraf sanatına yaklaşan bir filmdi. Özellikle filmin girişindeki bölümde. Ceylan, filmlerinin yolu gözlenen önemli ve nadir yönetmenlerden.

“Üç Maymun…”

Sinemamızın yaşayan önemli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan filmi “Üç Maymun”, sinemaskop ve dijital çekildi. Cannes Film Festivali, bir yönetmeni bağrına basmışsa bu derin bir aşktır ve yönetmen, bu aşkla dünyaya açılır gider. Filmin adı, evrensel bir deyişten geliyor. Üç maymunun anlamı, görmeme, duymama ve konuşmama… Ceylan, üç maymunu perdede görselleştirirken, vicdan azabına da dokunuyor yer yer. Şoför Eyüp, yemekhanede çalışan karısı Hacer ve üniversite sınavını kazanamayan oğlu İsmail’le iletişimi kopmuş bir aile babası. Milletvekili seçilmek isteyen işveren Servet’in şoförlüğünü yapıyor Eyüp. Film, trajedileri başlatacak bir kazayla başlıyor. Seçimlerin hemen öncesinde yolda bir insanı ezen Servet, suçu Eyüp’ün üstlenmesini istiyor. Ona, maddi ve manevi destek vereceğini de söylüyor. Patronuna boyun eğen Eyüp hapishaneye giderken, geride bıraktıkları, oğlu ve karısı ne yapacaktır? Hayat eskisi gibi mi sürüp gidecek, yoksa bambaşka yollar mı çıkartacak bu hayat? Ne üniversiteyi kazanabilen, ne de bir baltaya sap olabilen İsmail, annesini zorlayarak Servet’ten para istemesini söylüyor bir araba satın alabilmek için. Bu da sonun başlangıcı oluyor melodramatik yönden. Her şey ipinden kopup savrulmaya başlıyor. Belki de klâsik bir melodramda daha derin trajediler yaşanabilirdi. Belki Yılmaz Güney’in 1971 yapımı “Baba” filminde olduğu gibi. Ama Ceylan, filmini yoğun melodramdan çıkartarak günümüze ahlâki açıdan bakıyor.

Suçlar ve suçluluk duygusu…

Ailenin kaderine giren Servet, bu ahlâkın odağında mı? Ya diğerleri nerede? Gerçek suçlular ve günahkârlar, kendi cezalarını vicdan azabıyla mı çekecekler? Elbette, Servet bir kapitalist ve pragmatist bir insan. Koşullara göre yönünü belirleyebiliyor. Ya geleneksel yapıdaki aile? Hapisten çıkan Eyüp, bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyor. Sonra da her şey yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Hacer, belki de kocasında bulamadığı tutkuyu Servet’te buluyor ve onun kendisine ilgisiz kalmasını anlamlandıramıyor. Eyüp’le Hacer’in oğulları İsmail, en baştan her şeyi biliyor. Arabaya sahip olabilmek için tepkisini içine atıyor ve öfkesi yavaş yavaş büyüyor. Sonra Servet cinayete kurban gidiyor ve ardından film alttan alta polisiye bir hikâyeye dönüşüyor. Seyircinin zihninde katil kim, gerilimi bir an için bile olsa kalıyor. Suçu doğrudan göstermeyen Ceylan, soruna ahlâkçı bir bakış atıyor. Eyüp, kahvede çıraklık yapan gariban Bayram’a bu suçu satıyor ve her şey birbirine bağlanıyor böylece. İster burjuva, ister genel ahlâk olsun, ikisi de bir yerlerde kirlenmiş ve dibe vurmuş günümüzde. Suçun cezasız kaldığı birçok film var sinema tarihinde. Ceylan’ın filmi uzaktan da olsa o filmlerin ruhunda dolaşıyor. Fritz Lang’ın 1945 yapımı “Scarlet Street-Scarlet Sokağı”nda da suçlu, yani katil cezasını çekmiyordu. Ceylan’ın filminde de suçlular cezalarını başkalarına çektiriyorlar işte. Duymama, görmeme ve konuşmama, yani üç maymun tamamlanıyor. Böylece sorunlar kökten çözülüyor mu? Eyüp’le İsmail’in ortak suçluluk duyguları da var geçmişten gelen. Film bittikten sonra bile, vicdan gökyüzündeki bulutlar gibi ailenin üzerine çökecek belki de. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Çünkü belleği temizleyen bir şey yok daha.

Ceylan’ın bu ilk sinemaskop filminde, görsellik ve kurgu gerçekten çarpıcıydı. Mekân kullanımları ve ışık düzenlemeleri sanatsal açıdan insanı etkiliyordu. Yanından banliyö treninin geçtiği ailenin kaldığı ev, insana yer yer huzur verirken, yer yer de huzursuzluk veriyordu. İnsana tuhaf duygular yaşatıyor bu ev. Filmin son sahnesi unutulmaz bir an yaşatıyordu seyirciye görsel açıdan. Genel plân çekimde ev, deniz ve adalar aynı çerçevenin içinde görülüyordu. Metaforik olarak insanı hayli zorluyordu bu son sahne. Ceylan’ın mizahi duygusu, bu suç filminde de zaman zaman kendini duyuruyordu. Öncelikle Hacer’in cep telefonu çalarken. Ceylan, “İklimler” filminde fotoğraf sanatının içinde dolaşırken, bu filminde hem fotoğraf hem de sinema sanatını buluşturabiliyor. Filmi seyrederken, kameranın arkasında bir yönetmenin olduğunu her an hissediyorsunuz. Ceylan’ın bütün filmleri iyi ve sinemaseverler tarafından belleğe alınmayı gerektiriyor. Ama, “Üç Maymun”, suç ve suçluluk duygularıyla tam anlamıyla evrenselliğe ulaşıyordu. Ceylan, “Üç Maymun” filmindeki karakterlerine de sevgiyle yaklaşmış ve onlara derinlik katabilmiş. Kameraman Gökhan Tiryaki, yine görüntüleriyle sinemaseverleri büyülüyordu.

(15 Ağustos 2009)

Ali Erden