Kategori arşivi: Yazılar

14 Ağustos 2009 Haftası

“Tıkanma”, ‘post modern faşizm’ olarak da kabûl edilen kapitalizme vurduğu sert sanatsal darbeler yüzünden çok tartışılan “Dövüş Kulübü”nün yazarı Chuck Palahniuk’un, yalanlar ve sahtekârlıklarla örülü hayatlarımızda, ölüme doğru gitgide çürüyen bedenlerimiz için tek gerçeğin seks yapmak olduğunu kafamıza çakan, yine keskin biçimde eleştirel, yine yaman romanının uyarlaması. Bu ‘kara mizah’ta olabildiğince görsel karşılıklar yakalanmış ve sözcüklerin değeri hakkıyla verilmiş. Oğul ve sımsıkı bağlı olduğu annesinde (?), Sam Rockwell ile Anjelica Huston, döktürmüş!

“Kız Kardeşimin Hikâyesi”, lösemi hastası bir genç kız, ablası için ideal donör olacağı düşüncesiyle dünyaya getirilmiş kız kardeş (vücudunun tıbbi kullanım hakkı için ailesine dava açar), ihmâl edilen erkek kardeş, realist/sevecen bir baba ve kızının öleceği gerçeğini asla kabûllenemeyen bir anneden oluşan ailenin dramı: Her birinin duygusal katmanından bakılarak anlatılan, yaşam denilen tuhaf gerçeğin nabzını tutan bir film. ‘Yer altı Sineması’nın büyük ismi olan babası John da, erken sayılabilecek bir yaşta (60) sirozdan ölen Nick Cassavetes’in, melodram tuzaklarına düşmeden bütünsel bir başarıya ulaştığını söylemek gerek.

“Kan Gölü”, doğası yakında inşaatlar marifetiyle bozulacak maden gölü ve çevreleyen ormanda hafta sonu romantik tatillerini geçiren bir çifte, ilk gün tacizde, ertesi gün ise saldırıda bulunan biri kız altı ergen çocuğun üzerinden sunulan korku-gerilim… Sert oyunun şiddet eğrisi ile beslenen umutsuzluk ruhunuzu karartmakta… Toplumlarının refah düzeylerinin artışına koşut giden suç-suçlu üretimi üzerine zekice çizilen tablo ise düşündürtüyor. Bu tür bir film için az marifet değil.

(12 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Anadolulu Göçmen Ruh: Elia Kazan

Elia Kazan, Kayseri’de doğmuş bir Rum, dünya sineması ve tiyatrosunda söz sahibi olmuş büyük bir sanatçıydı. 2003’te New York’ta öldüğünde geride sinema tarihinde altın değerinde filmler bıraktı. Marlon Brando, James Dean gibi dev oyuncuları ortaya çıkaran Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”ndan gammazcı olarak çıktığı için Hollywood’un sol çevrelerince hiç affedilmedi. O, Anadolu ruhunu içinde yaşatan bir göçmen kuştu.

Asıl adı Elias Kazancıoğlu’ydu (Elias Kazanjoglou) Elia Kazan’ın. 7 Eylül 1909’da Kayseri’de doğdu, 29 Eylül 2003’te New York’ta öldü. Kazan, Kayseri kökenli bir Rum ailenin oğluydu. Daha o bebekken ailesi Amerika’ya göç etti. İçinde hep bir göçmen kuşunu, Anadolu ruhunu taşıdı. Bir kahkaha attığında kederin geleceğinden olmalı hep tedirginlik duyarmış Kazan. Bu büyük sanatçı, büyüdüğü New York şehrine de tutkuluydu. Tiyatroya da. Elbette sinemaya da. Kazandığı hiçbir şeyi kolay elde etmedi. Bir zamanlar komünist olan Kazan, 1952 yılında, “Amerika’ya Karşı Etkinlikler Komitesi”nce (HUAC) sorgulandı ve Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ondan fazla Hollywoodlu solcu sanatçının adını söyledi. O sanatçılar, yıllarca süründüler ve neredeyse aç kaldılar. Bu gammazcılık onun yaşamı boyunca peşini bırakmadı. Kazan’ın lakabı da “gadget”dı… Elinde sürekli anahtarlık gibi şeyleri çevirmeyi severmiş Kazan. Ne de olsa bir Anadoluluydu o.

Oyuncuların stüdyosu…

Önce tiyatroda görünen Kazan, Tennessee Williams ve Arthur Miller’ın yapıtlarını uyarladı. 1947’de Manhattan’ın Hell’s Kitchen Mahallesi’nde Elia Kazan, Cherl Crawford, Robert Lewis, Anna Sokolow bir araya gelip “Actors Studio”yu (Oyuncular Stüdyosu) kurdular. Lee Strasberg, bu oluşuma sonradan katıldı. “Metod oyunculuğu” denilen bir oyunculuk tekniği geliştirdiler. Bu oyunculuktan çıkan ilk Marlon Brando’ydu. Sonra James Dean geldi. Daha sonra da bu oyunculuk metodu Hollywood’un vazgeçilmezi oldu. Bu oyunculuk metodunun sonradan en büyük iki oyuncusu Al Pacino ve Robert de Niro’ydu.

Kazan, 1945 yılında yazar Betty Smith’in romanından siyah-beyaz “A Tree Grows in Brooklyn-Bir Genç Kız Yetişiyor” filmiyle yönetmen olarak sinema yoluna çıktı. Bu kitap ülkemizde 1999 yılında Altın Kitaplar tarafından “Bir Genç Kız Yetişiyor” adıyla yayımlanmıştı. Hikâye, Nolan ailesinin yirmi yıllık dönemini anlatıyor. Bu sosyal yönü güçlü hikâye gerçekten sol ruhlu olan Kazan için yazılmıştı sanki. Bu filmle James Dunn, Akademi’den “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı. Kısa filmler de çeken Kazan, ikinci uzun filmini 1947’de Conrad Richter’ın romanından uyarladığı “The Sea of Grass-Yeşil Çayırlar”la yaptı. Siyah-beyaz bu filmde Spencer Tracy ve Katharine Hepburn oyamıştı. Amerikalılar, bu filmle geçmişlerini özlemle seyrettiler. Amerikalılar, “Yeşil Çayırlar” filmiyle, üzerlerinden bir buldozer gibi geçen ekonomik ve savaş depresyonlarını unutarak o eski görkemli günlerin nostaljisini yaşadılar sanki. “Yeşil Çayırlar”daki siyah-beyaz fotoğraflar gerçekten muhteşem ve büyüleyiciydi. Kazan, yine 1947’de bu defa bir kara film çekti. Siyah-beyaz “Boomerang-Geri Tepen Silâh” filminde Dana Andrews (Henry), Jane Wyatt (Madge), Lee J. Cobb (Harold), Arthur Kennedy (John) ve Karl Malden (Teğmen White) vardı. Filmde ünlü oyun yazarı Arthur Miller’ın da (1915-2005) bir rolü vardı. Miller, bir şüpheliyi oynuyordu. Bu film, Başsavcı Homer Cummings’in gerçek hayat hikâyesinden yola çıkıyordu. Connecticut’da bir kasabada akşamleyin sokak ortasında sevilen bir papaz öldürülüyor. Olay anında orada olan insanlar katilin John Waldron olduğunu iddia ediyor. John tutuklanıyor. Bölge Başsavcısı Harvey Henry, John’un masumluğunu politik muhalefete rağmen kanıtlamaya çalışıyor. Filmin girişi de muhteşemdi. Ön jenerikteki yazılar sayfalar çevrilerek okunuyordu. Ardından da sağa doğru tek çekimle sürekli çevrinen (pan yapan) kamera, caddeleri, meydanları ve Amerikalıları bir belgesel gibi yansıtıyordu perdeye. Kazan’ın 1947 yılındaki bir diğer filmi, “Centilmenlik Anlaşması” olarak da anılan “Gentleman’s Agreement-Namus Sözü”, Amerika’nın ırkçılığını perdeden yansıtıyordu. Gregory Peck’in hayat verdiği gazeteci Phil, kendini Yahudi olarak tanıtıyordu. Amerikalılar bu filmde, kendilerindeki önyargılarla ve ırkçılıkla yüz yüze geldiler. Phil, araştırmaları sonucunda Yahudi karşıtı bir örgüt olan “Centilmenlik Anlaşması”na ulaşıyordu. Bu film tam üç Oscar kazandı. “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” (Celeste Holm) ödüllerini aldı. Kazan, 1949 yılında “Pinky-Kara Damga” filmini yaptı. Bu filmde de ırkçılık öne çıkıyordu. Bu filmi, bir diğer büyük yönetmen John Ford çekecekti, Fox’un kurucularından Darryl F. Zanuck filmi Elia Kazan’a verdi. Filmde, Afro-Amerikan ve Kafkas melezi hemşire bir genç kızın, Patricia “Pinky” Johnson’ın (Jeanne Crain) trajedinin kıyılarında dolaşan hayatından anlar yansıyordu perdeye. “Pinky”, siyahların kanını taşısa da beyazlar gibi görünüyordu. Ama, ırkçılıkla karşılaşıyordu sürekli.

1950’lerde dünya…

Kara film tarzındaki 1950 yapımı siyah-beyaz “Panic in the Streets-Caddede Panik”te Richard Widmark (Teğmen Clinton), Paul Douglas (Yüzbaşı Tom) ve Jack Palance (Blackie) oyunuyordu. Elia Kazan da bu filmde küçük bir rolde görünüyordu. Hikâye, New Orleans’ta bir veba salgını etrafında gelişiyordu. Elia Kazan’ın önce tiyatroda sahnelediği, sonra da sinemaya uyarladığı Tennessee Williams’ın aynı adlı oyunu “A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Bu film, “Arzu Tramvayı” diye de anılıyor. Kazan, “İhtiras Tramvayı”nı 1947’de Broadway’de sahneye koydu ve başrollerde de Marlon Brando vardı. Filmde de aynı karakteri, Stanley Kowalski’yi yine Brando oynadı. Hatta Kim Hunter (Stella Kowalski) ve Karl Malden de (Harold “Mitch” Mitchell), Brando gibi hem sahnede hem de perdede oynadılar karakterlerini. Blanche DuBois karakteri değişmişti. Blanch DuBois’yı sahnede Jessica Tandy, perdede Vivien Leigh oynamıştı. Jassica Tandy, Bruce Beresford’un yönettiği 1989 yapımı “Driving Miss Daisy-Bayan Daisy’nin Şoförü”yle seksen yaşında “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar alarak Akademi tarihinde en yaşlı ödül kazanan oyuncusu olmuştu. Kazan’ın bu filmi dört dalda da Oscar kazanmıştı. Muhteşem Vivien Leigh, Oscar’la ödüllendirilmişti. Bu film, gelenekselle modernliğin karşılaşması gibi. Yaşlanmakta olan Blanche DuBois geçmişe, sanayinin gelişimiyle şehre göç etmiş yeni Amerika’nın insanını temsil eden Stanley Kowalski geleceğe metafor yapıyordu sanki. Alex North’un müziklerine de kulak verilmeli bu filmde. Ayrıca muhteşem estetik siyah-beyaz görüntülerin de farkına varılmalı.

Kardeş kavgası…

Kazan’ın 1952 yapımı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminin senaryosunu ünlü yazar John Steinbeck yazdı. Ülkemizde “Viva Zapata” adıyla gösterilen film “Yaşasın Zapata” anlamına geliyor. Steinbeck, senaryoyu Edgecumb Pinchon’ın 1941 yılında yayımlanmış “Zapata the Unconquerable” (Yenilmez Zapata) adlı biyografik kitabından yola çıkarak yazmış. Filmde “kardeş kavgası” güçlü bir metaforla perdeye yansıyordu. Filmde Marlon Brando (Emiliano Zapata), Jean Peters (Josefa Zapata) ve Anthony Quinn (Eufemio Zapata) oynadı. Film, 1910’dan 1917’ye kadar süren Meksika Devrimi’nin önemli kişiliklerinden köylü lider Emiliano Zapata’nın, Meksika’nın diktatörü Porfirio Díaz’ın yozlaşmış iktidarına karşı başlattığı mücadelenin öyküsünü anlatıyordu. Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”na da düştü ve solcu arkadaşlarının adlarını tek tek söyledi. Aynı yıl bu filmi çekti. Anthony Quinn, bir “gammazcı”nın böyle bir filmi çekmesine karşı çıksa da Marlon Brando, en kadim dostu Kazan’ın bu filmi yönetmesi için ağırlığını koydu. Anthony Quinn, bu filmdeki performansıyla “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kazan, 1954 yılında sarı sendikacılığı anlattığı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmini siyah-beyaz ve panoramik (1:85 formatında) çekti. Filmde yine muhteşem Marlon Brando vardı. Marlon Brando (Terry Malloy), Karl Malden (Rahip Barry), Lee J. Cobb (Johnny Friendly), Rod Steiger (Charley “Gent” Malloy), Eva Marie Saint (Edie Doyle) başroldeydiler. Filmdeki bütün performanslar muhteşemdi. Bu filmin kameramanı da Rus sinemasında çalışmış kuramcı-yönetmen Dziga Vertov’un (Denis Kaufman) kardeşi olan Boris Kaufman’dı. Büyük kameraman Boris Abelevich Kaufman, Fransız yönetmen Jean Vigo’nun filmlerinde de çalışmıştı 1930’larda. Kazan’ın hemen hemen tüm filmlerinde görsel dünya gerçekten çok zengin, belirtelim. Kazan’ın Bu filmi on iki dalda Oscar’a aday olmuş ve sekiz Oscar’ı almıştı. “Rıhtımlar Üzerinde” film, yönetmen, erkek oyuncu (Marlon Brando), kadın oyuncu (Eva Marie Saint), senaryo (Budd Schulberg), görüntü (Boris Kaufman), kurgu (Gene Milford), sanat yönetimi (Richard Day) dallarında Oscarları aldı. Terry, limanın çetebaşı Johnny için çalışan çaptan düşmüş bir boksör eskisi. Bu filmin senaryosu Malcolm Johnson’ın bir gazete dizisinden oluşturulmuştu.

Kazan’ın ilk renkli ve sinemaskop filmi 1955 yapımı “East of Eden-Cennet Yolu”, John Steinbeck’in romanından Paul Osborn’un senaryosunu yazmasıyla sinemaya uyarlandı. Bu film, ülkemizde “Cennetin Doğusu” olarak da anılıyor. Bu film, James Dean’ın da sinemadaki ilk başrolüydü. Caleb “Cal” ve Aron Trask kardeşler, sanki birer Habil ile Kabil gibiler. Kin ve öfke var aralarında. Bunda babalarının da payı var elbette. Baba Adam Trask, tüm sevgisini Aron’a vermiş. Caleb’e karşı hep mesafeli durmuş. Caleb, bir sırrı öğreniyor ve trenin üzerinde annesin yaşadığı şehre gidiyor ve gerçeği de öğreniyor. Bu filmi, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde görmüştük. Kazan’ın aynı yıl bu festivalde “Amerika Amerika” filmini de görme fırsatımız olmuştu. “Cennet Yolu”, perdede gördüğümüz en muhteşem sinemaskop görüntülere sahip filmdi. Filmin final bölümünde kameranın yatay açıları da insanı sinema adına büyülüyordu. Tennessee Williams’ın senaryosunu yazdığı, Kazan’ın yönettiği 1956 yapımı “Baby Doll-Taş Bebek”te Karl Malden, Carroll Baker, Eli Wallach başrolü paylamıştı. Kameraman Boris Kaufman, siyah-beyaz “Taş Bebek” filminin de gözleri olmuştu. Filmin hikâyesi Mississippi’de geçiyordu. Katolik Lejyon Ahlâkı, dönemine göre cinsellik yönünden cüretkâr olan bu filme eleştiri getirmişti. Hatta Amerika çapında boykot başlatmış. Bu film, abartılı cinsellik var diye İsveç’te bile yasaklanmış. Bu filmin orijinal afişinde de Baby Doll, beşikte sereserpe uzanmış, parmağı ağzında şehvetli biçimde bakıyordu. “Taş Bebek”e Kazan’ın “Lolitası” da denilebilir. Mississippi’nin pamuk tarlalarında geçen bu film, görece refah Batı toplumlarının sınırlarında dolaşan bir yapıt. İngiltere’de “Özgür Sinema” ve Fransa’da “Yeni Dalga” akımları refah toplumlarının gerçek hallerini perdeye yansıtmaya başlamışlardı 1950’lerin sonundan 1960’ların ortalarına kadar. Kazan, 1957 yapımı “A Face in the Crowd-Kalabalıkta Bir Yüz” filmini, Budd Schulberg’ün (1914-2009) kendi hikâyesinden yazdığı senaryodan perdeye aktardı. Film, televizyon hayata girerken radyonun tek eğlence olduğu zamanlarda Kansas’ın kuzeydoğusunda Pickett adında bir kasabadaki komik olayları anlatıyor. Aslında Pickett hayali bir ad. Kansas’ın güneyinde Piggott diye de gerçekten bir kasaba var. Kameranın önünde de ortalarda gezinip duran biraz kaba bir komedyen Larry “Lonesome” Rhodes var. Medyayı hicveden bu muhteşem filmde bir serserinin bir gecede ünlü olması anlatılıyor. Kanadalı kitle iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ı haklı çıkartıyordu bu film. “Kalabalıkta Bir Yüz” filminin başrollerinde de dönemin ünlü komedyeni Andy Griffith oynuyordu. Patricia Neal, Walter Matthau, Lee Remick gibi önemli oyuncular da filmde görünüyordu.

1960’ların ruhu…

Kazan, ikinci renkli ve sinemaskop filmini 1960 yılında “Wild River-Vahşi Nehir”le çekti. Film, William Bradford Huie’nin “Mud on the Stars” (Yıldızlar Üstündeki Çamur) ve Borden Deal’ın “Dunbar’s Cove-Dunbar Yamaçları” romanlarından uyarlanmıştı. Filmin senaryosunu da Paul Osborn yazmıştı. Osborn, Kazan’ın “East of Eden-Cennet Yolu” filminin de senaryosunu yazdı. 1930’larda Tennessee Vadisi’nde baraj yapımı için sular altında kalacak araziler üzerinde yaşayan kızılderilileri de öne çıkaran bir film bu. Bu filmdeki erotik gerilim de akılda kalıcıydı. Filmde, büyük ekonomik depresyonla beraber ırkçılık da yansıyordu. Sinema perdesinde kolay unutulmaz sinemaskop görüntüleri kameraman Ellsworth Fredericks çekti. “Vahşi Nehir”, yeşil yamaçlardan akan o deli nehri, bir dolu insan hikâyesi ve estetik görüntüleriyle bir armağan gibi. Kazan’ın birçok filmi Amerikan Ulusal Film Arşivi tarafından koruma altında şimdi. Bu büyük sinemacının filmleri altın değerinde çünkü. “Vahşi Nehir”de Montgomery Clift ve Lee Remick başrolü paylaşıyordu. Kazan’ın 1961’de yönettiği “Gençlik Biterken” adıyla da anılan “Splendor in the Grass-Aşk Bahçesi” filminde Natalie Wood ve Warren Beatty oynamıştı. Bu “technicolor” filmin görüntüleri de yine Boris Kaufman’a aitti. Film, aşkın acısı üzerineydi. Bu melodram filminde Wilma, Kansaslı zengin genç Bud’a aşık oluyordu. Bud’ın babası ve toplumsal baskı da bu aşka izin vermiyordu. Hikâye de 1920’lerin sonunda geçiyordu. Film, orijinal adını, romantik dönemin şairlerinden İngiliz William Wordsworth’un (7 Nisan 1770-23 Nisan 1850) şiirindeki bir dizeden alıyor: “Of splendour in the grass, of glory in the flower” (İhtişamlı otların içinde, zafer çiçeğin olacak)…

Kişisel filmler…

Kazan, 1963’te siyah-beyaz “America, America-Amerika, Amerika” filmini kendi romanından sinemaya uyarlandı. Bu filme adı konmamış yasak var. Bu film, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti sadece. Hikâye, 1890’larda başlıyor. Kayseri taraflarında Ermenilerin ve Rumların yaşadığı yoksul bir köy yansır perdeye. Rum Stavros Topuzoğlu, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a akrabalarının yanına gelir. Halı işinde çalışır. Ama, oraya gelirken Anadolu boyunca uzun yolculuk yapıyor Stavros. Onun rüyası, insanların göç ettiği Amerika’ya gitmek. Kazan’ın köklerini anlattığı “Amerika, Amerika”, Türkiye’yi kötü gösterdiği düşüncesiyle bizleri korumak için yasaklanmış bir film olabilir belki. Bu filmi festivalde gördüğümüzde yıkılmamıştık. Çünkü o kadar kötü olmadığımızı biliyoruz. Kazan bu filmi Türkiye’de çekemediği için (bazı sahneleri gizli çektiği söyleniyor) sosyal hayatı yeterince yansıtmakta zorlanmış. Kazan, Anadolu yollarına düşebilseydi en azından o namaz öyle kılınmazdı.

Kazan, Topuzoğlu ailesinin 1960’lardaki hayatını 1969 yapımı “The Arrangement-Kader Değişmez” filminde anlatmayı sürdürdü. Filmi, yine kendi romanından uyarladı. Bu sinemaskop ve “technicolor” film, Mart 1972’de ülkemizde gösterime girmişti. Filmde Kirk Douglas (Eddie Anderson), Faye Dunaway (Gwen), Deborah Kerr (Florence Anderson) oynamıştı. Filmin müzikleri David Amram’a ait olsa bile fonda sanat müziği tarzında oyun havaları da duyuluyordu. Los Angeles’ta yaşayan ve “Amerikan rüyası”nı gerçekleştirmiş Eddie, evli ve üstelik bir de metresi var. Her şey yolundaymış gibi görünüyor. Yarı Rum-yarı Amerikalı Eddie’nin karısı Florence da bir WASP (Beyaz Anglo-Sakson-Protestan)… Eddie, geçmişini sorguluyor, boşluğa düşüyor ve intiharı deniyor. Eddie’nin gecenin bir yerinde trafikte beyaz spor arabasıyla yolculuğu gerçekten kaotik ve estetikti. Bu görüntüler belleğinize yerleşiyor. Bu yolculukta Eddie, arabasını kamyonun altına sürüveriyordu.

Son filmleri…

Senaryosunu oğlu Chris Kazan’ın yazdığı 1972 yapımı “The Visitors-Ziyaretçiler”de bir ailenin yaşadığı kâbusu anlatıyordu Kazan. Bu film, Fred Zinnemann’ın 1948 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Act of Violence-Uslanmam”la William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”den esinlenmiş. Vietnam Savaşı sonrası bir hesaplaşmanın filmiydi bu. “Ziyaretçiler” filmi kış atmosferinde geçiyordu. Bu filmin başrolünde de gencecik bir James Woods vardı. Kazan’ın ülkemizde “Son Patron” ya da “Son Büyük Patron” adlarıyla da anılan son filmi, 1976 yapımı “The Last Tycoon-Seni Kaybetmek İstemiyorum”, F. Scott Fitzgerald’ın romanından senaryosu Harold Pinter tarafından yazıldı. Bu, F. Scott Fitzgerald’ın hayattayken bitiremediği ve ölümünden bir yıl sonra, 1941’de yayımlanan son romanıydı. Bu romandan uyarlanan film de Elia Kazan’ın son filmi oldu. Fitzgerald’ın bu romanı ülkemizde 1994 yılında Tomris Uyar’ın çevirisiyle “Son Düş” adıyla İletişim Yayınları’nca yayımlandı. Kazan bu filmi siyah-beyaz ve renkli çekti. Filmin başrolünde Monroe Stahr karakterini canlandıran muhteşem Robert de Niro vardı. Gerçekten De Niro’nun performansı görülmeye değerdi. Elbette bu filmin başka büyük oyuncuları da vardı: Jack Nicholson, Tony Curtis, Robert Mitchum, Jeanne Moreau, Donald Pleasence, Ray Milland, Dana Andrews… Sanki hepsi bir ustanın galasına gelmiş gibiydiler. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Çarpıcı görüntülerse Victor J. Kemper’ındı. Film, 1930’lardaki Hollywood’u anlatıyordu. Bu filmde bir ustanın sinemaya ya da Hollywood’a aşkı vardı sanki. Ama, bu film seyirciden ilgi görmeyince Kazan da inzivaya çekildi ve kendini yazmaya verdi. Genç yapımıcı Monreo Stahr, sinemada sanatı hep önde tutuyor ve seyircileri de para olarak görmüyor. Yazar Fitzgerald, kitabındaki Monreo Stahr karakterini Metro-Goldwyn-Mayer’in genç yaşta ölen yapımcısı Irving Thalberg’den (1899-1936) esinlenerek yazmış. Irvin Thalberg’in hayattayken yapımcılığını üstlendiği son film, George Cukor’un yönettiği 1936 yapımı “Camille-Kamelyalı Kadın”dı. İşte, “Seni Kaybetmek İstemiyorum” filmi bu muhteşem sinemacıdan ilham alıyordu. Monreo Stahr’ın inşası süren evinde Kathleen’le olduğu sahneye David Fincher, 2008 yapımı “The Curious Case of Benjamin Button-Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”yle bir selâm göndermişti. Daisy’nin inşası yarım kalmış evde Benjamin’in karşısında dans ettiği sahneyi hatırlayın. Hem Fitzgerald’a, hem Kazan’a, hem Thalberg’e, hem Monreo Stahr’a, hem de aşka bir “hommage” gönderiyordu Fincher bu sahnede.

(10 Ağustos 2009)

Ali Erden

Sinema Filmini Desteklemenin Tanımı Ne?

Amerikan komedi taklitlerinin, Türk Sinemasında gişede başarı göstermesi, son yıllarda hatırı sayılır seyirci, buna bağlı olarakta hasılat artışı getirdi. Film üretimimiz yılda bir elin parmağını geçmezken, patlama yaşamaya başladık, bu süreçte Kültür Bakanlığı’nın da desteklerinin hızla artması tekrar altın çağ yaşanmasına neden oldu.

Bilindiği üzere bakanlık destekleme komisyonları meslek birliği temsilciliklerinden oluşmaktadır. Meslek birliklerinin var oluş amacı, telif haklarıdır. Destekleme komisyonları için meslek birliklerini muhatap alan, Kültür Bakanlığı onların gerçek işlevi olan telif hakları konusunda herhangi bir somut adım atmak konusundan ısrarla kaçınmaktadır. Birde böyle bir pastada söz hakkı sahibi olmak için mantar gibi meslek birlikleri türedi. Benim bildiğim dört tane yapımcıların kurduğu meslek birliği var, hepsinin bakanlıkta birer temsilcileri mevcut.

Film yapımcısı, filme para bulan, ayrıca kendi parasını riske eden kişidir. Komisyonda dört adet yapımcı temsilcisi bulunmaktadır. 2000 yıllarının başında bakanlık desteği olmadığı süreçte, belki seyirci olarak bile sinemayla ilgisi olmayan kişiler, rant kapısı olunca film yapımcısı olup çıkmıştır. Bu sektöre yıllarını vermiş, profesyoneller bu yağmaları uzaktan izlemektedir. Hâlâ bakanlık komisyonunda ahbap çavuş ve lobi ilişkileri devam etmektedir. Komisyon üyeleri kendilerini bir yarışma jürisi gibi görmektedir.

Desteklemenin tanımı üretim bantında olup, üretim zorluğu çekenleri görmezden gelmek olmamalıdır. Birde bu üyelerin örgütler tarafından seçildiğinden de şüphem var, bunların birçoğunun Bakanlık tarafından seçildiğini düşünüyorum. Çünkü şu an sinema destekleme komisyonunda olan bir şahıs, geçen dönemde bakanlığın tiyatroya destek verdiği komisyonda görev alıyordu. Bu arkadaş hem tiyatro bilirkişisi, hem sinema bilirkişisi midir? Koca örgütten başka görevlendirecek insan yok muydu? İlişkiler her yerde tavan yapmak zorunda mıdır? Komisyon üyelerinden birinin, çektiği sinema filminde senaryo gurubunda çalışmış iki kişiye son dönemde senaryo geliştirme dalında para çıkmıştır. Bu arkadaşlar zaten o desteği hak etmiş yetkin arkadaşlar olabilir. Ama birde o komisyondan refüze edilmiş profesyonelleri düşünün. İnanın listeye bakıyorum, tanıdığım iki üç kişi bile yok, ki ben sekiz sene film yönetmenleri derneğinde yöneticilik yaptım. Sinemacılar sistemin dışına itilmeye çalışıyor.

Kültür Bakanlığı yetkililerine soruyorum: Senaryo geliştirme olarak destek verdiğiniz senaryolardan kaçı sinema filmi olarak çekildi? Öyle “bazı insanları mimledik, boşuna senaryo yollamasın” diye kapalı kapılar ardında konuşmaya benzemiyor. Çıksınlar delikanlı gibi şu komisyon üyeleri kimlerdir, reddettikleri projeler nedir, sinemacı mimlemeyi hangi hadlerine telâffuz ediyorlar açıklasınlar. Koltuklar kalıcı değildir, oralardan kimler geldi kimler geçti. Yetkili zamanlarında etrafında pervane olan insanları, sıradan vatandaşken bulamayan nicelerini gördük. Bürokratlar gelip geçicidir, elinizdeki yetkiyi adil kullanmak zorundasınız. Telif haklarımızı, meslek birliklerinin damağına çaldığınız bir parmak balla geçiştiremezsiniz.

Burası Patagonya değil, Meslek Birliği deyip de, herhangi bir meslek birliğine üye bile olmayan, hiçbir üretimi gerçekleştirmemiş, sinemacı olmayan insanlara dağıttığınız para bir gün karşınıza dikilecektir.

(08 Ağustos 2009)

Bülent Pelit

Metin Zakoğlu’ndan Yeni Bir Film: Herkes mi Aldatır?

Bu röportajımda Metin Zakoğlu ile Suadiye’de açtığı yeni tiyatro merkezinde ilk filmi Herkes mi Aldatır? adlı yeni oyunları ve sanatı üzerine bir söyleşi yaptık.

Soru 1 – Öncelikle benimle röportaj yaptığınız için çok teşekkür ederim. Sizi tiyatrocu olarak tanıdık ama okuyucular için kendinizi bir kere daha tanıtır mısınız?

– Ben İstanbul’da doğdum. Tiyatro eğitimimi alaylı olarak birçok usta oyuncunun yanında aldım. 1994 yılında Almanya’da tiyatro ve antropoloji okulunu kazandım, orada alternatif tiyatro üzerine eğitim aldım. İstanbul Şehir Tiyatroları sınavını kazandıktan sonra aynı yıl profesyonel olarak çalışmaya başladım ve Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nu kurdum. 15 senedir bu Oda’da interaktif tiyatrolar oynamaktayım.

Soru 2 – Neden oda tiyatrosunu seçtiniz?

– Çünkü artık büyük salonları dolduracak seyirci bulamadım, küçülerek yeniden büyümek istedim, ayrıca bu tarzı daha samimi buluyorum.

Soru 3 – Siz bir sinema deneyimine hazırlanıyorsunuz, sizce tiyatro ve sinema arasındaki temel farklılıklar nelerdir?

– Birisi, canlı kanlı, her gün yepyeni duygularla tekrar edilen, iletişime dayalı bir sanat TİYATRO, diğeri ise bir makinenin çevirdiği ama daha büyük kitlelere hitap etmeyi sağlayan bir sanat SİNEMA.

Soru 4 – Filminizden, Herkes mi Aldatır’dan söz eder misiniz?

– Filmin senaryosu bana ait. Herkes mi Aldatır adlı oyunumdan uyarlanıyor. Yönetmeni henüz belli değil. İstanbul’da bir otelde çekilecek, başrollerinde benimle birlikte, Evrim Akın, Bülent İnal, Taylan Erler oynayacak, konusu ise aldatmak üzerine bir kara-komedi.

Soru 5 – Herkes mi Aldatır’ı daha önce tiyatro olarak izledik, neden bu oyunu sinemaya uyarladınız?

– Az önce verdiğim cevap gibi; daha geniş kitlelere hitap etmesi için bu oyunumu sinemaya uyarlamak istedim.

Soru 6 – Hem tiyatro hem de sinema yapıyorsunuz, yelpazeniz çok geniş, Türkiye’deki sanat ortamını nasıl buluyorsunuz?

– Gittikçe geliştiğini düşünüyorum, Türkiye’de sanatın ve seçeneklerinin arttığını düşünüyorum.

Soru 7 – Ben hemen hemen bütün oyunlarınızı izledim, çoğunlukla kadın-erkek ilişkileri ve evlilik üzerine oyunlar yapıyorsunuz, neden bu konuları seçiyorsunuz?

– İnsana ait konular olduğu için ve her daim hepimizi ilgilendiren meseleler olduğu için. İnsanlar sanki boşanmak için evleniyorlar ya da devletin izniyle birlikte olmak istiyorlarmış gibi.

Soru 8 – A.R.O.G. ve Recep İvedik filmlerinin hedef kitlesi gençler ve çocuklardı, sizin hedef kitleniz nedir?

– Hedef kitlemin, ilişkilerini sorgulamak isteyen, aldattığı halde neden aldattığını bilmeyen tüm yaş grupları olduğunu düşünüyorum.

Soru 9 – İlerleyen zamanlarda sinemaya mı yoksa tiyatroya mı ağırlık vereceksiniz?

– Ben her zaman tiyatroya ağırlık veririm ama sinemayı da azımsanmayacak ölçüde yapmak isterim

Soru 10 – Bu kış yeni oyunlarınız var mı, nerede izleyebiliriz?

– Ekim ayında Hala Aşk Var mı? ile Savaş Dinçel’ in yazdığı Gürültülü Patırtılı Bir Hikaye adlı oyunu Suadiye’de yeni açtığım ev tiyatrosunda sahneye koyacağım.

Soru 11 – Herkes mi Aldatır filmi ne zaman sinema salonlarına kavuşacak

– Bu Kasım ayında vizyona gireceğini düşünüyorum.

Soru 12 – Türkiye’de ilerleyen yıllarda nasıl bir sanat ortamı oluşacağını düşünüyorsunuz

– Çok gelişeceğini, güzel bir yelpaze olacağını düşünüyorum.

Benimle bu röportajı yaptığınız için çok teşekkür ederim.

Metin Zakoğlu’nun oyunlarını merak edenler Suadiye/Kadıköy, Pembegül sokakta açtığı yeni oda tiyatrosunda izleyebilirler. Ayrıca Caddebostan İskele Caddesi’ndeki eski yerinde de faaliyetlerini sürdürmektedir.

(06 Ağustos 2009)

Emir Batuş

Bir Film: Meleğin Sırları / Broken Angel

2.8.2009 Pazar günü ATV kanalında Meleğin Sırları / Broken Angel filmi oynadı. Gazetenin verdiği bilgiye göre ABD yapımı, jenerik bilgilerine göre ABD / Türkiye ortak yapımı. Yönetmeni Aclan Bates Büyüktürkoğlu. Oyuncular Nehir Erdoğan, Jay Karnes, Patrick Muldoon, Ayşe Nil Şamlıoğlu, Nilüfer Açıkalın, Fay Masterson. ADB’de yaşayan Aclan Büyüktürkoğlu’nun yaptığı film, ABD.ye giden bir Türk kızının, yaşamının değişimlerini anlatan bir öykü.

Filmi incelemek, eleştirmek gibi bir niyetim yok. Derdim filmin tanıtımı ile ilgili. Gazetede (Cumhuriyet) film hakkında verilen bilgide, Nehir Erdoğan’ın adı Nehir Erdogan, Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun adı Ayse Nil Samlioglu, Nilüfer Açıkalın’ın adı Nilufer Acikalin olarak yazılmış. Film salt ABD filmi bile olsa, İngilizce tanıtımlarında isimler bu şekilde yazıldı diye, Türk gazete sütunlarına da aynen alarak yayınlamayı ben anlayamıyorum. Bu, artık çağ dışı bir görüş olduğu söylenebilen milliyetçilik değil, ABD alfabesinde küçük (ı) lar (i) yazılıyorsa, aslında okunması için farklı yazımları olduğu halde, buna da uymayarak (ş)’ler yerine (s), (ğ) yerine (g), (ç)’ler yerine (c) yazılıyorsa, biz niye yıllardır John Wayne’yi Vayne diye yazmıyoruz? Niçin Quantin Tarantino’da Q harfini kullanıyoruz. Mısır’lı yönetmen Yusuf Şahin’in adı -filmleri her ne kadar ticari sinemalarımıza pek çıkmasa da-, ülkede yapılan yarışmalardaki gösterimlerde veya filmlerinin sözü geçtiğinde -her zaman değil- adamın adı halden hale sokup Yousouf Shain'(!!)leştiriyoruz. Bu yıl yapılan Kelebek isimli filmde oynayan Lübnan’lı -uluslararası- oyuncu Hasan Mesut’un adını -sırf- onlar (!) öyle yazıyor diye ülke içindeki afişlerde bile Ghassan Massoud olarak yazmak niye? Bu, Cüneyt Arkın’ın adının yurt dışındaki filmlerde John Arkın olarak kullanılmasına benzer bir olay değil. Bilindiği gibi Cüneyt Arkın’ın adının değişikliğine benzer başka örneklerde var. Batı dünyasının, ç, ğ, ö, ü, ş gibi harflari yazamamaları alfabelerinden kaynaklanırsa, bu onların sorunu. Lâtin harflerin kabûl eden biz, onların isimlerinde geçen (alfabelerinde var) Q, X ,W gibi harfleri olduğu gibi kullanıyoruz (şimdilerde Kürt kökenli isimler nedeni ile bizde de kullanılmaya başlandı.)

Meleğin Sırları’nın jeneriğinde olan benzer uygulamalar beni rahatsız etmeyebilir ama Türkçe afiş ve lobilerde bu uygulama yapılırsa ve bu basında yer alan künyelerde aynen kullanılırsa, bundan rahatsız olurum. Her ne kadar tüm ülkedeki işyeri tabelâlarının % 60’dan fazlası yabancı isimlerle kaplandı ise de, büyük iş merkezlerindeki veya müstakil sinemaların isimlerini artık okumak da pek olası değilse bile (bunların rahatsızlığı ayrıca var), Meleğin Sırları’nın künye bilgileri, -tekrar tekrar söyleyeceğim- beni hayli üzdü.

(05 Ağustos 2009)

Orhan Ünser

07 Ağustos 2009 Haftası

“Terra’yı Kurtarmak”, insan denilen türün, gelecekte, Dünya’yı ve Venüs’ü ve de Mars’ı yok ettikten sonra, aynı galaksideki barışçıl / sakin başka bir gezegene yönelik tehdidinin yol açtıklarına, aslında tüm saldırganlığına karşın -hâlâ- yüreğinin iyiliğini kaybetmediğine dair bir dram / serüven. Bu bilgisayar animasyonunda film denli etkili müziğin arkasındaki isim, sessiz sinema klasiği “Metropolis” için 2004 yılında yeni bir orkestra eseri gerçekleştiren, çok ödüllü Polonyalı besteci Abel Korzeniowski.

Keşke, çocuklardan çok büyüklerin izlemesi gereken film için, orijinal seslendirmeli – Türkçe alt yazılı kopyalar da olsaydı… Fakat hayır; ithalâtçı şirket tüm kopyaları 3 Boyutlu gösterilecek filmi, tamamıyla Türkçe seslendirmeli vizyona sokma kararı almış. Ve afiş ve tanıtımlarda, başrolleri seslendiren iki Türk sanatçıyı öne çıkarıp adlarını öyle puntolarla yazdırmış ki, zannedersiniz ki bir yerli film gösterimde (dikkat: orijinal afişte iki değil, on seslendirmeciye yer verilmiş)! Seslendirenlerin filmin önüne geçtiğini de böylece görmüş olduk! Demek ki çok ticariler. Onların adlarını gören, seslerini duymak için “Terra’yı Kurtarmak” adlı ABD filmine koşacak! Afişte, bir de “Oyuncu Seçimi: Michelle Morris Gertz” yazmıyor mu; komedi yani. Sayın yetkililer, lütfen abartmayalım!

“G. I. Joe: Kobra’nın Yükselişi”, Hasbro oyuncaklarının ‘Bond tadında’ en gösterişli halleri! Temeli militarizm olan oyuncak sanayinin sinema ile işbirliğinde pik yapması ve sadece yapımı 170 milyon dolar olan filmin girift teknolojisinin bizleri ele geçirmesi doğal. Diğer yandan, bu çok hızlı / baş döndürücü aksiyon – serüvenlerin sinema sanatı içindeki yerlerini ciddi biçimde sorgulamak gerekiyor.

(05 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sinemada da Kraldı: Elvis Presley

Elvis Presley, Rock’n Roll’un kralıydı. O, sinemada da müzik kadar olmasa bile varlığını hissettirdi. 31 filmde başrolde göründü. Şarkılarını söyledi. 16 Ağustos 1977’de öldüğünde henüz 42 yaşındaydı. Rock’n Roll’un bu büyük adını sinema yoluyla anmak istedik.

Rock’n Roll’un “kral”ı Elvis Presley, 16 Ağustos 1977 yılında Memphis’teki malikânesi Graceland’de ölmüştü. 8 Ocak 1935 yılında Missisippi’nin Tupelo şehrinde doğan Presley, 42 yaşında yaşama veda etmişti. Doktoru Jerry Francisco, Elvis’in kalp yetmezliğinden öldüğünü belirtmişti. Sesi siyahları andıran beyaz bir yetenek arayan yapımcı Sam Phillips, elinde amatörce doldurulmuş plâk kayıtları olan Elvis Presley’i dinleyince aradığı sesin ayağına kadar geldiğini fark etti. 1954 yılında gitarda Scotty Moore, bas gitarda Bill Black’le birlikte ilk stüdyo kayıtlarını yaptılar. “That’s All Right” ve “Blue Moon of Kentucky”, blues tarzında hareketli rock parçalarıydı bunlar. Sun Records’la yaptığı kontrat, RCA Record firmasına satılınca yavaş yavaş kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı Elvis. “I Forgot to Remember to Forget” şarkısı country listelerine bir numaradan girmişti. “Heartbreak Hotel” parçası Elvis’in tekrar müzik listelerine girip sekiz hafta boyunca listelerde kalmasını sağladı. Bu parça Elvis’i tüm dünyada adını duyurdu. Elvis bu dönemde “Don’t Be Cruel”, “Hound Dog”, “Love Me Tender”, “All Shook Up” ve “Jailhouse Rock” parçalarını yaptı. “I Want You, I Need You, I Love You” parçasıyla 11 hafta boyunca listerde kalan Elvis hızla yükseliyordu. 1956 yılının Kasım ayında “Love Me Tender” filmiyle kamera karşısına geçti, böylece ileride 31 filmde yer alacağı Hollywood stüdyolarıyla tanışmıştı.

Memphis’te yoksul çocukluk geçiren Elvis’e annesi, bisiklet pahalı olduğu için bir gitar aldı. Elvis 11 yaşındaydı ve bu gitar onun hayatının akışını değiştirdi. Bir şey daha onun için şans oldu. Pentecostal Kilisesi’nde Elvis, blues ve gospel müzik tarzlarıyla tanıştı 13 yaşındayken. Elvis, 1953’te kamyon şoförlüğü yapmaya başladı. Sonunda önü açılan Elvis, rock tarihinin en önemli yorumcularından biri oldu. Hollywood’da nedense hep önemsiz diye küçümsedikleri, oysa çoğu gerçekten iyi olan filmlerde kendini gösterdi Elvis. Ama yine de Hollywood için önemli olan bu filmlerde Elvis’in şarkı söylemesiydi. Ünlenen Elvis’ten hoşlanmayan Amerikalı muhafazakârlar, Amerikan gençliğini yozlaştırdığını söylüyorlardı. Sonunda Elvis’i askere aldılar. Almanya’da tankçı olarak askerlik yapan Elvis’i bu dönem çok etkiledi. Orada, güzel bir kız Priscilla Ann’e aşık oldu. Bir diğer önemli şey de, ordunun Elvis’i uyuşturucu haplara alıştırmasıydı. Elvis, bu haplar dışında hiçbir zaman başka uyuşturucu madde kullanmadı. Devlet, Elvis’e gizli ya da açık savaş açsa da, bir süre yarı resmi televizyonlara çıkmasına izin vermese de Amerikalılar Elvis’i bağrına bastı. Sonra da tüm dünya. Almanya’da aşık olduğu Priscilla’yla evlenen Elvis, hayatının en büyük hatasını yaptı. Onun gerçek dostları bu evlilikten vazgeçirmeye çalıştılar, ama Pricilla’nın güzelliği onu büyülemişti. Ölümünde Pricilla’nın payı da vardı. Hayatının son dönemlerinde küçük kızı Lisa Marie’yi hiç göremedi Elvis. Kızını çok özlüyordu. Elvis’in bir diğer önemli özelliği de ölümünden sonra ortaya çıktı. İlk plâğından ölene kadar kazandığı paranın yarıya yakınıyla yoksullara yardımda bulundu. Elvis çok iyi bir insandı. O, yoksul çocukluğunu hiç unutmadı. Rock tarihin sol ruhlu şarkılarını da söyledi. 1969’da Şikago gettosunu anlattığı “In the Ghetto-Varoşta”sı unutulmaz bir şarkıydı. Yoksulluğa ve geleceksizliğe içten bir ağıt olan bu şarkı şöyle diyordu: “As the snow flies/ On a cold and gray Chicago mornin’/ A poor little baby child is born/ In the ghetto/ And his mama cries/ ‘Cause if there’s one thing that she don’t need/ It’s another hungry mouth to feed/ In the ghetto/ People, don’t you understand/ The child needs a helping hand/ Or he’ll grow to be angry young man some day…” Elvis, şunu söylüyordu bu şarkıda: “Soğuk ve gri bir Şikago sabahında/ Karlar uçuşurken/ Varoşta/ Zavallı bir bebek doğdu/ Ve anası ağladı/ Çünkü ihtiyacı olmayan tek bir şey varsa/ O da beslenecek bir başka aç boğazdı/ Varoşta/ Anlamıyor musunuz?/ Çocuğun bir yardım eline ihtiyacı var/ Yoksa, bir gün asabi bir delikanlı olacak…”

Sinema onu fark etti…

Elvis Presley, 1956 yılında Robert D. Webb’in yönettiği sinemaskop ve siyah-beyaz müzikal-western filmi “Love Me Tender”da (Beni Şefkatli Sev) Clint Reno karakterini canlandırdı. Bu film, Elvis’in perdede göründüğü ilk filmdi. Filmin hikâyesi Amerika’nın iç savaş yıllarında geçiyordu. Bu film, Elvis Presley’in oynadığı en iyi filmlerden biri olarak da kabûl ediliyor. Hikâyede Reno kardeşlerin en küçüğünü canlandıran Elvis, filmde İspanyol gitarıyla şarkılar da söylüyordu. Özellikle filme adını veren ve annesine adadığı “Love Me Tender” şarkısını. Diğer Reno kardeşler, “konfederasyon”, yani “griler” tarafında iç savaşa katılırlar, küçük kardeş Clint de çiftlikte annesinin yanında kalır ailesine bakmak için. Konfederasyondan aileye büyük kardeş Vance’in öldüğü haberi gelir. Vance’in sevgilisi Cathy de, Clint’le evlenir sonra. Ama, bir süre sonra Vance, Teksas’a, evine sağ döner. Aşkın sarsıntısından belki Vance suçlara bulaşır, federal hükümetin trenlerini soyar. Çaldığı paraları iade etmeyen Vance, diğer kardeşiyle çatışırken, belki de istemeden Clint’in ölümüne neden olur. Filmin finalinde, aile Clint’in mezarından ayrılırken, Clint, elinde gitarıyla onlara “Love Me Tender” şarkısını söylüyordu. Bu son sahnede, bir gerçeküstücü estetik olan “bindirme” tekniği kullanılmıştı. Şarkısıyla şöyle diyordu Elvis: “Love me tender,/ Love me sweet,/ Never let me go./ You have made my life complete,/ And I love you so./ Love me tender,/ Love me true,/ All my dreams fulfilled./ For my darlin’ I love you,/ And I always will…” Türkçesiyle: “Beni şefkatli sev/ Beni tatlı sev/ Asla gitmeme izin verme/ Sen hayatımı tamamladın/ Ve seni bu yüzden seviyorum/ Beni şefkatli sev/ Beni içten sev/ Bütün hayallerim gerçekleşti/ Sevgilim için, seni seviyorum/ Ve her zaman seveceğim…” Elvis bu filmde, “Let Me”, “Poor Boy”, “We’re Gonna Move” şarkılarını da söyledi. Bu filmin çekimlerine “Reno Brothers-Reno Kardeşler” adıyla başlanmış, sonunda Elvis’in “Love Me Tender” şarkısında karar kılınmış. Maurice Geraghty’nin hikâyesinden uyarlanan “Love Me Tender”a, güçlü iç gözlemi olan katı bir film de deniliyor. 1957’de Elvis, en iyi filmlerinden biri olan sinemaskop ve siyah-beyaz “Jailhouse Rock-Şarkıcılar Kralı”nda oynadı. Bir suç-müzikal filmi olan “Şarkıcılar Kralı”nı Richard Thorpe yönetmişti. Bu filmin başarısı Metro-Goldwyn-Mayer’in müzikâlleri yeniden canlandırdığı duygusunu uyandırdı. Aslında 1950’lerin ortalarından sonra müzikâl filmler gerilemişti. Elvis’in hapishanede dans kareografisiyle söylediği “Jailhouse Rock” şarkısı daima hatırlanacak. Vince, gece kulüplerinde şarkı söyleyen çılgın bir rock şarkıcısı. Bir kavgadan sonra hapse atılıyor. Hapisten sonra da ünlü bir rockçı oluyor ve şöhret onun epeyce başını döndürüyor. Filmde elbette aşk da vardı. Elvis bu filmde “Don’t Leave Me Now”, “I Want to Be Free”, “Treat Me Nice” gibi şarkılarını da söylüyordu.

Elvis, 1942 yapımı “Casablanca-Kazablanka” filminin yönetmeni Michael Curtiz’le (1886-1962) siyah-beyaz “King Creole-Gangsterlerin Pençesinde” filmini yaptı. 1958 yapımı bu suç-müzikal film, Harold Robbins’in “A Stone for Danny Fisher” romanından uyarlandı. Elvis, Carolyn Jones ve Walter Matthau’yla başrolü paylaşmıştı. Kara film tarzındaki bu filmde Danny, şarkıcı olmaya çaba gösteriyordu. Danny, New Orleans’ta “King Creole” caz kulübünde iş buluyordu. Yoksulluğu ve mücadeleyi iyi anlatan bu film, Elvis’in en iyi performansıydı belki de. Filmin siyah-beyaz görüntüleri ve kamera hareketleri gerçekten estetik. Bu filmin, Robert Aldrich’in 1955 yapımı siyah-beyaz “The Big Knife-Büyük Bıçak” kara filminin etkisinde kaldığı da söyleniyor. Birçok eleştirmen tarafından Elvis’in gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendiriliyor “Gangsterler Pençesinde” yapıtının. Sonuçta kameranın arkasında büyük bir usta Michael Curtiz vardı. Bu filmin kameramanı da, Vincente Minelli’nin 1956 yapımı unutulmaz “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminin iki kameramanından biri Russell Harlan’dı. Harlan (1903-1974), Howard Hawks’ın John Wayne ve Dean Martin’le çektiği 1959 yapımı westerni “Rio Bravo-Kahramanlar Şehri”nden de hatırlanıyor. Elbette Blake Edwards’ın 1970 yapımı “Darling Lili-Sevgili Lili” de buna dahil. “Sevgili Lili”, bu usta kameramanın çalıştığı son filmdi ayrıca.

Askerden sonra…

1960’da “G. I. Blues-Tatlı Nağmeler”de oynadı. “Technicolor” bu filmi Norman Taurog yönetmişti. Elvis, bu filmi askerden sonra çekmişti. Üzerinde asker kıyafetleri de vardı üstelik. Askerden sonra bir gece kulubü açmaya çalışan arkadaşlar at bahisleri oynamaya başlıyorlar. Elvis bu filmde “G. I. Blues”, “What’s She Really Like”, “Blue Suede Shoes” gibi şarkılarını da söylüyordu. Aslında albümündeki bütün şarkıları okumuş Elvis. Sert filmlerin yönetmeni Don Siegel’in 1960 yapımı sinemaskop “Flaming Star-Vadiler Kralı” westerininde de oynadı Elvis. Yönetmen Siegel (1912-1991), Clint Eastwood’un oynadığı sert filmleri yönetti çoğunlukla. 1971 yapımı “Dirty Harry-Kirli Adam” bunların en ünlüsüydü. Hep Elvis’in sıradan ve önemsiz filmlerde oynadığı söyleniyor, ama bu filmler bugün için altın değerinde. Ayrıca bu filmlerdeki performansıyla eleştirmenlerden de bol bol övgü almış Elvis. “Vadiler Kralı”yla da, yine büyük övgüler almış birçok eleştirmenden. Teksas sınırında bir Kiowa yerlisi bir anneyle Teksaslı çiftçi bir babanın oğlu Pacer Burton’ı canlandırdı Elvis. Melez Pacer, iki kültür arasında kalan bir genç. Elvis, bu filmde “Flaming Star” ve “A Cane and a High Starched Collar” şarkılarını söyledi sadece. Pacer, “rahvan” anlamına geliyor. Farsça bu kelime, atın koşmadan hızlı yürüyüşüne deniyor.

Elvis, 1961 yılında Norman Taurog’un yönettiği “Blue Hawai-Mavi Hawai Geceleri”nde göründü. “Mavi Hawai Geceleri”, Elvis’in gişede en çok iş yapan filmiydi. Film, sanki Elvis’e tatil yapması için Hawai’de çekilmiş. Dansın ve şarkıların bol olduğu bu sinemaskop filmde Elvis, Chad Gates karakterini canlandırdı. Chad’le Maile (Joan Blackman) bu filmde aşk için yaratılmışlardı sanki. Cennet Hawai’de Elvis bol bol dans etti ve güzel şarkılarını söyledi. Elvis, “Blue Hawai”, “Almost Always True”, “Moonlight Swim”, “No More” ve birçok şarkısı seslendirdi “Mavi Hawai Geceleri”nde. Ama, “Can’t Help Falling in Love” şarkısı bambaşkaydı. Bu şarkısını sevgilisinin de olduğu kadınların içinde birden söylemeye başlıyordu Elvis: “Wise men say only fools rush in/ But I can’t help falling in love with you/ Shall I stay?/ Would it be a sin?/ If I can’t help falling in love with you/ Like a river flows surely to the sea/ Darling so it goes/ Take my hand, take my whole life too/ For I can’t help falling in love with you…” Yani şunu söylüyordu Elvis: “Akıllı adamlar, sadece aptalların aşık olduğunu söyler/ Ama sana aşık olmaktan kendimi alamıyorum/ Kalabilir miyim?/ Bu bir günah olur mu?/ Eğer sana aşık olmaktan kendimi alamıyorsam/ Doğruca denize akan bir nehir gibi/ Ben de sana koşuyorum/ Elimi tut, bütün hayatımı al/ Sana aşık olmaktan kendimi alamıyorum…”

Elvis, 1962’de “Follow That Dream-Gençlik Rüyası”nda oynadı. Filmin orijinal adı “O Rüyayı İzle” anlamına gelen “Gençlik Rüyası”, güldüren ve üstelik sosyal sorunlara da dokunan bir filmdi. Elvis, yine şarkılar söylüyor ve dans ediyordu. “Gençlik Rüyası”nın yönetmeni Gordon Douglas’dı. Yönetmen Douglas (1907-1993), 1960’ların ikinci yarısından sonra Frank Sinatra’yla “Tony Rome”, “The Detective-Vahşi Hakikat” ve “Katil Peşinde” adıyla da anılan “Lady in Cement-Denizdeki Ceset” filmlerini yapmıştı. Komedi-müzikal filmi “Gençlik Rüyası”, yazar Richard Powell’ın gerçek bir olaydan yola çıkan hiciv yüklü “Pioneer, Go Home” (Öncü, Evine Dön) romanından uyarlandı. Sinemaskop çekilmiş bu filme o dönemde olumlu eleştiriler gelmiş ve seyirci de ilgi göstermiş. Bir aile hikâyesini anlatan filmin konusu Florida’da geçiyor. New Jerseyli Kwimpers ailesi Florida’ya gelmiş. Olaylar da, otoyol ve köprü inşası etrafında geçiyor. Gamsız Tobby’yi canlandıran Elvis, yine şarkılarını söylüyordu. “What a Wonderful Life”, “I’m Not the Marrying Kind”, “Follow That Dream”, “Angel” gibi şarkılar duyuluyordu fonda.

Phil Karlson’ın yönettiği 1962 yapımı “Kid Galahad-Altın Yumruk”, bir suç, komedi ve boks filmiydi. “Kid Galahad” filminin ilk çevrimini Michael Curtiz 1937’de yapmıştı. İlk filmi Warner Bros, ikinci filmiyse United Artists çekmişti. İlk filmin başrollerinde de Humphrey Bogart, Edward G. Robinson ve Bette Davis vardı. Ama, bu iki filmde de konu aynı olsa da karakterlerin adları değişmiş. Bette Davis’in yerini de güzeller güzeli Lola Albright almıştı. İlk film, yumuşak huylu Ward “Kid Galahad” Guisenberry’nin (Wayne Morris), sert dünyada varoluşunun hikâyesiydi. İkinci filmdeyse asker Walter’ın dramı yansıyordu perdeye. Elvis’in oynadığı ikinci filmde Charles Bronson da vardı iyi yürekli eğitmen Lew Nyack karakteriyle. Curtiz’le Karlson’ın filmlerini karşılaştırmamak daha mı iyi olurdu? Karşılaştırabilir belki de. “Kid Galahad”, “Evlat Galahad” anlamına geliyor. Galahad, Kral Arthur efsanesinin büyük silâhşörü Lancelot’nun oğluydu. Elvis bu filmde “King of the Whole Wide World”, “Riding the Rainbow”, “Home Is Where the Heart Is”, “I Got Lucky”, “A Whistling Tune” şarkılarını söyledi.

Elvis, 1962 yılında yine Norman Taurog’la “Girls!, Girls!, Girls!-Kızlar Arasında” filmini yaptı. Allan Weiss’in hikâyesinden perdeye aktarılan film, bir müzikal-komediydi. Elvis, Ross Carpenter adında neşeli ve hayatı seven balıkçı tekne reisi fakir bir genç rolündeydi. Filmin hikâyesi Hawai’de geçiyordu. Bu film, “Altın Küre”ye de aday gösterilmişti. 1957 yapımı “Jailhouse Rock-Şarkıcılar Kralı”ndan sonra Elvis’le yönetmen Richard Thorpe’un yolları 1963’de “Fun in Acapulco-Rio’da Buluşalım” filmiyle yine buluştu. Bu film, “Acapulco Eğlencesi” adıyla da anılıyor, ama sinemalarda “Rio’da Buluşalım” adıyla gösterilmişti. Acapulco, Meksika’nın tatil cenneti yerlerinden biri. Elvis, bu filmde teknede çalışıyor, cankurtaran oluyor ve bol bol dans ediyor ve şarkı söylüyor. George Sidney’in, 1964 yapımı sinemaskop komedi-müzikali “Viva Las Vegas-Las Vegas’ta Aşk”ta da oynadı Elvis. Filmdeki partneri de Ann Margret’di. Elvis, genelde elinde İspanyol gitarıyla çalıp şarkı söyledi. “Las Vegas’ta Aşk”ta da bu böyleydi. Elvis, bu filmde “grand prix” araba yarışlarına katılmak için Las Vegas’a geliyor ve arabası bozulunca şarkı söylemeye başlıyor, güzel Ann Margret’e aşık oluyor. Coen kardeşler, 1998 yapımı “The Big Lebowski-Büyük Lebowski” filminin sonunda Elvis’in söylediği “Viva Las Vegas” şarkısını çalmışlardı. Elvis, 1965 yılında Boris Sagal’ın yönettiği sinemaskop “Girl Happy-Mutlu Kız” romantik-komedi filminde de göründü. “Rusty” (Paslı) Wells, Şikagolu gangster “Big” (Büyük) Frank’ın gece kulübünde şarkılar söylüyodu. “Rusty” Wells, “Big” Frank’ın coşkulu ve mutlu kızı Valerie’yle de aşk yaşıyordu.

Bir süre buralara Elvis filmi gelmedi ve sonunda Norman Taurog’un yönettiği 1968 yapımı sinemaskop aksiyon-müzikal filmi “Speedway-Gençlerin Şakası Yok” gösterildi. Elvis, başrolü de Frank Sinatra’nın kızı Nancy Sinatra’yla paylaşmıştı. Elvis bu filmde, araba yarışçısı Steve Grayson rolündeydi. Heyecanlı araba yarışlarının olduğu film gerçekten görsel anlamda estetik bir filmdi. Görüntüler, perdede birkaç parçaya bölünüyordu. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra, öncelikle sinemaskop çekilen filmlerde birçok görüntüntü birden perdeden yansıyordu. Yine 1968 yılında Norman Taurog’un yönettiği “Live a Little, Love a Little-Biraz Yaşa Biraz Sev”, komedi-müzikalinde gözüktü Elvis. Film, Dan Greenburg’un “Kiss My Firm But Pliant Lips” (Yumuşak Dudaklarını Sıkıca Öpeceğim) romanından uyarlandı. Bu filmde Kral’ın babası Vernon Presley de küçük bir roldeydi. Bu film, 2007 yılına kadar İngiltere’de gösterilememiş. Nedeni de hiçbir zaman bilinemedi. İngilizler, ancak 2007 yılında DVD’den seyredebildiler bu filmi. Bu sinemaskop “Biraz Yaşa, Biraz Sev” filminde Elvis, eğlenceye düşkün tasasız foto muhabiri Greg Nolan’ı canlandırdı. Kral, “Wonderful World”, “Edge of Reality”, “A Little Less Conversation”, “Almost in Love” şarkılarını “twist” yaparak söyledi. Elvis, sinemadan tümüyle uzaklaşacağı 1969 yılında “Charro-Zafer Topu”nda oynadı. Frederick Louis Fox’un hikâyesinden uyarlanan bu sinemaskop western filmini Charles Marquis Warren yönetmişti. “Zafer Topu”, çoğunlukla western filmleri çeken yönetmen Charles Marquis Warren’ın son filmi oldu. “Charro”, Meksika’da atlılara verilen geleneksel isimmiş. Elvis, bu filmde “Charro” şarkısını söylemiş sadece. Oynadığı filmlerde genelde yüzü parlak görünen Elvis, bu filmde sakallı ve kirli yüzlü çoğunlukla. Elvis, bu filmde tek bir şarkı söyleyerek oyunculuk performansının önde görülmesini istemiş. Elvis’in son filmi, 1969 yapımı suç-müzakal “Change of Habit-Kutsal Harekât”ı William A. Graham yönetti. Kral bu filmde, gettoda klinik açmak isteyen Dr. John Carpenter rolündeydi. Elinde İspanyol gitarıyla kilisede şarkı da söylüyordu Elvis.

Bir not daha, meneceri Albay Tom Parker, Elvis’i sonuna kadar sömürdü. Albay Tom Parker bir kumarbazdı. Kalitede düşük, pahada yüksek ne iş varsa hepsine imza attı. Elvis, özellikle 1960’ların ikinci yarısından sonra oynadığı filmlerde pek az mutlu olmuştu.

(02 Ağustos 2009)

Ali Erden

Metroda Bir Fidyeci

Metrodan Kaçış (The Taking of Pelham 1 2 3)
Yönetmen: Tony Scott
Roman: John Godey
Senaryo: Brian Helgeland
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Tobias A. Schliessler
Oyuncular: Denzel Washington (Garber), John Travolta (Ryder), Luis Guzman (Ramos), John Turturro (Camonetti), James Gandolfini (Belediye Başkanı)
Yapım: Columbia-MGM (2009)

‘Top Gun’ filmiyle ünlenen İngiliz yönetmen Tony Scott, ‘Deja Vu’ filmindeki gibi bir daha nefes kesici bir gerilim yaratmış ‘Metrodan Kaçış’ filmiyle. Bu filmde iki büyük oyuncu Denzel Washington ve John Travolta’yı seyretmek de heyecan verici.

Yönetmen Tony Scott, New York metrosunda yaşanan bir şiddet olayını yansıtıyor beyazperdeye. Başlarda gizemli gibi görünen, kendisine Ryder diyen bir fidyeci, metroda trendeki yolcuları rehin alır ve isteklerini bildirir. Karşısına da, bir suçlama dolayısıyla hareket memurluğuna sürülmüş Walter Garber çıkar. Ryder’ın ne amaçla metroda bu fidye olayını gerçekleştirmiş? Ya Garber? MTA’yla rüşvet olayıyla başı derde girmiş. Masum olduğunu kanıtlayana kadar da hareket memurluğuna sürülmüş. Kader, bir öğleden sonra Garber ve Ryder’ı bir araya getiriyor. Ryder, isteklerini Garber üzerinden iletiyor ve bir saat içinde on milyon doları New York Belediyesi’nden istiyor. New York Belediye Başkanı da bir “günah”tan dolayı hep kendini savunmak zorunda kalan başkan. Ryder, aslında dolandırıcının biri. İnşaat işleriyle uğraşıyor, borsada oynuyor. Dolandırcılıktan hapse yatmış. Kaybettiği on milyon doları da New York Belediyesi’nden istiyor. Ryder, öfkeli ve acımasız bir insan. Karşısındaki insanları kolayca öldürebiliyor.

Nefes kesici anlatım…

New York’ta, metroda birkaç saati anlatan “Metrodan Kaçış”, sinematografik diliyle yer yer nefes kesici bir aksiyon. Bunda oyuncularının da katkısı var. İki büyük oyuncu, Denzel Washington ve John Travolta’nın karşılıklı performanlarını perdede görmek gerekiyor. Elbette John Turturro’yla James Gandolfini’yi de unutmamak gerek. Yoğunlukla iç mekânlarda geçen bu film, karanlık ve kasvetli atmosferiyle kara film tadında bir aksiyona dönüşüyor. New York şehrinin caddeleri ve sokakları da bir karakter gibi yansımış. Filmin girişindeki video klip estetiğini bir tarafa bıraktığınızda Tony Scott’ın bu filmdeki kamerası sinema için heyecan verici. Yönetmen, iyi yazılmış senaryoyla filminde gerilim anlarını iyi ayarlamış. Seyirciye nefes alacak anlar da bırakmış neredeyse. Yolcuların rehin alınmasından, Garber’ın paraları rehinelere teslim ettiği bölüme kadar gerçekten nefes kesici bir anlatımı var filmin. Yönetmenin “Deja Vu” filmini görenler, bu filmde de aynı tadı alabilirler belki. “Metrodan Kaçış”ın kurgusu, “Deja Vu” kadar karmaşık olmasa bile yine de çarpıcı. Öncelikle, “koşut kurgu”yla yansıyan Garber-Ryder konuşma bölümlerinde. Brooklyn Köprüsü’ndeki final bölümü de akılda kalabilecek sahnelerden. Biraz melodram soslu olsa da gerilimi iyi ayarlanmış. Ayrıca, filmin fonunda yer yer “hard rock” tarzı tınılar da duyuluyor.

Amerikalı yazar John Godey’nin (1912-2006) “The Taking of Pelham One Two Three” romanı, daha önce 1974 yılında yönetmen Joseph Sargent tarafından sinemaya aktarılmıştı. Başrollerde de Walter Matthau, Robert Shaw ve Martin Balsam vardı. Bu defa da Tony Scott sinemaya uyarladı bu romanı. İlk çevrimin, New York’un kış atmosferinde geçtiğini belirtelim. Pelham, New York’un Bronx bölgesine yakın bir banliyö. İşte, bu filmin mekânları, metronun bu Pelham istasyonundan yansıyor. Yazar Godey’nin bir diğer ünlü romanı “Johnny Handsome-Yakışıklı Johnny”yse, 1989 yılında Walter Hill tarafından sinemaya aktarılmıştı. İngiliz Tony Scott, abisi Ridley Scott gibi ünlü bir yönetmen. 1944 yılında İngiltere’nin kuzeyindeki balıkçı kasabası North Shields’da doğan Tony Scott, 1986 yapımı “Top Gun” filmiyle ünlendi. Denzel Washington’la Tony Scott, “The Taking of Pelham 1 2 3-Metrodan Kaçış”a kadar epey filmde beraber çalıştılar. Bu filmler, 1995 yapımı “Crimson Tide-Denizde İsyan”, 2004 yapımı “Man on Fire-Gazap Ateşi”, 2007 yapımı “Deja Vu”ydu.

(29 Temmuz 2009)

Ali Erden

31 Temmuz 2009 Haftası

“Metrodan Kaçış”, başrollerinde, eski borsa spekülâtörü -yeni dengesiz katil/çete lideri, rüşvet soruşturmasından dolayı ‘tenzil-i rütbe’ye uğramış hareket memuru ve New York kenti ile toplamı bin altmış kilometrelik metro hattı olan, bir rehine pazarlığı… Büyük zanaatkâr Tony Scott’ın ‘döktürdüğü’, nefes nefese gerilim ve suç hikâyesi. Bir vagon dolusu yolcuyu rehin alanla, pazarlık yapanın -bazen- aynı ‘kaybetmişlik’ durağına vardığı fakat tabii bilinen ‘klâsik son’la da rahatlatıcı. Olgunluk ürünü bir çalışma.

“Küçük Deniz Kızı Ponyo”da büyük üstat Miyazaki, el emeği çizgilerle, okyanus sularının -içindeki canlılarla birlikte- toprakla sevişmesini binbir rengin dansıyla sunarken, koşutunda, insan olmak isteyen küçük balık-kızın bir erkek çocukla arkadaşlığının masumiyetini en güzel halleriyle resmediyor: Ancak rüyalarınız marifetiyle yaratılabilecek fantastik düşlerin sinemadaki takipçileri için.

“Kontes”, Julie Delpy’nin yazıp, yönetip, müziklerini besteleyip, bir de oynadığı, 1560-1613 yılları arasında yaşamış güçlü kadın, Macar kontes Erzebeth Bathory’nin ürpertici yaşam hikâyesini gerçeğin penceresinden bakarak anlattığı dram. Ülkenin savunmasında önemli rol oynayan kocasının ölümünden sonra ailesinin gücünü sürdüren bu pervasız kadın, onu düşürmek isteyen erkeklerin dünyasında dimdik ayaktayken en büyük zaafının kurbanı olacaktır: Deli gibi âşık olduğu genç adam elinden alındıktan sonra, gençlik ve güzellik saplantısı, onu, bakirelerin kanıyla yıkanan bir seri katile dönüştürecek ve zenginliğini ele geçirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir…

Delpy, esasen, kazananların yazdığı tarihe, dönemin konjonktürünü dikkate alarak, psikolojik bir derinlik kazandırmış. Kuşkusuz, tuzaklara düşülebilecek bir konu ve dengelerin kurulmasının zor olduğu bir öyküleme… Fakat Delpy, olayların gelişmesindeki tüm etmenleri yerli yerine oturtarak çetrefilliğin üstesinden gelmiş. Tarihi oluşturan güç savaşları ve insan ruhunun karanlığı üzerine fikir jimnastiği yapmak isteyenler için, birinci sınıf bir çalışma.

“Histeri”, “sürekli değişip gelişen virüsler, birgün gelip çocuklarınızın beyinlerini direkt etkiler ve onları birer caniye dönüştürerek sizi içinizden yok etmeye çalışırsa ne olur” sorusunun yanıtını, Noel partisi için kente uzak bir evde toplanan iki ailenin yaşadıkları terörü perdeden yayarak veriyor. Cesur, risk almış bir korku filmi tabii. Çünkü çocukları kullanıyor; fakat onları akıllıca ve dikkatlice oynatarak… Şiddet yüksek, finâl umutsuz! Dünyanın değişen kimyasının geri tepmesine dikkat: Bugünkü tehditler kuş ve domuz gribini, ileride aramayalım!

“Franklyn”, günümüz dünyası yönetimlerinin, ‘özgürlük maskesi’ takınarak, önceden belirlenmiş inanç modellerine sahip şemsiyeler altında insanları tüketime, savaşmaya, rekabete zorlamasını, farklı nedenlerle acı çeken dört insanın çıkış arayan ruhlarının yankıları üzerinden eleştiren, modern bir stile sahip dram. Yaşadığımız gerçek dünyaya koşut olarak bazılarımızın algılayabildiği diğer dünyaya -karakterlerden biri vasıtasıyla- film boyunca gidip gelmeniz ve böylece belki de asıl gerçeği idrak etmeniz, zekice bulunmuş bir unsur.

(29 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Selvi Boylum Al Yazmalım’ın Master Negatifi Bulundu

Yeni Şafak’ın 28 Kasım 2008 tarihli manşet haberinden sonra konuyla ilgili özel bir araştırma ekibi oluşturan Kültür Bakanlığı, üç yıldır kayıp olan Atıf Yılmaz başyapıtının elde kalan son negatifine Doğan Medya Holding’e ait Star Televizyonu arşivlerinde ulaştı.

Düzenli okurlarımızın hemen hatırlayacağı üzere, Yeni Şafak’ın 23 Kasım 2008 Pazar tarihli nüshasında “Türk sinemasının başyapıtı kayboldu” başlığıyla bir manşet haberimiz yayımlanmıştı. Konu ise rahmetli yönetmen Atıf Yılmaz’ın 1978’de çektiği unutulmaz filmi “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın 35 mm’lik master negatif bobinlerinin arşivlerde kaybolmasıydı. Ki bu da anılan yapıtın -eldeki son video kopyaları da iş göremez duruma gelince- yeryüzünden silinip gelecek kuşaklara aktarılamaması anlamına geliyordu.

Geçen sonbahar aylarında Bakü’deki bir film festivaline konuk olduğumuz sırada bazı sinemacı dostlarımızdan öğrendiğimiz bu üzücü olayı yurda döner dönmez haberleştirmiş ve gazetemizde de bir özel haberle duyurmuştuk. Yayımlandığı gün ülkemizdeki irili ufaklı bütün sinema sitelerine alıntılanan o haber, ilerleyen günlerde etkisini göstermekte gecikmedi. Olayın sinema çevrelerinde dalga dalga yayılmasının ardından gerek Kültür Bakanlığı, gerekse sektördeki bazı sorumluluk sahibi isimlerin filmin master negatifini bulabilmek için yoğun bir çaba içine girdiklerini haber alıyordum; ancak bir noktadan sonra ise konunun taraflarıyla irtibatımı kaybettim.

Geçtiğimiz günlerde yapımcı-yönetmen dostum Sadık Deveci’den ulaşan sevindirici bir haberle, aylardır her aklıma geldiğinde canımı fena hâlde sıkan bu olayın mutlu sonla bittiğini öğrenecektim. Sağlığında rahmetli Yılmaz’ın da asistanlığını yapmış olan Deveci, yayımladığımız haberden sonra Kültür Bakanlığı’nın işi daha bir ciddiye aldığını, ayrıca büyük film arşivlerine sahip Doğan Medya Holding gibi kurumların özenli bir tarama yapılabilmesi için kapılarını kendilerine ilk kez açtığını anlattı; uzun arayışlardan sonra da “Selvi Boylum”un kayıp negatifine Star Televizyonu’nun arşivinde ulaştıklarını belirtti.

Filmin negatif bobinleri, TV yayınlarında ve uluslararası festivallerde kullanılacak yeni pozitif kopyaların çıkartılabilmesi amacıyla 2006 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’nden ödünç alınmış, bir süre elden ele dolaşan bobinler en sonunda da bu trafik içinde sırra kadem basmıştı. Deveci ve diğer yetkililer, adı sanı belirsiz yüzlerce eski film makarasının arasında gerçekleştirdikleri sabırlı bir arayışın sonucunda, anılan televizyonun arşivindeki raflardan birinde “Selvi Boylum”a ulaşmışlar. Kendisi, o görüşmede, “Filmin master negatifini bulmamızda hakkınız çok büyük, çünkü arama çabaları sizin konuyu gazetenizde gündeme getirmenizle birlikte daha ciddi bir boyut kazandı” şeklinde bir ifade kullandı ki bu cümle, benim gibi Türk sinemasının klâsiklerinin koruma altına alınması için öteden beri mücadele eden biri için en anlamlı meslekî ödüldür. (Yukarıdaki fotoğrafta soldan sağa Atıf Yılmaz, Cengiz Aytmatov, Kadir İnanır ve iki hayran görülüyor.)

Neyse; Yeşilçam’a egemen olan böylesi bir laçka arşivleme düzeni içinde şimdiye kadar yüzlerce, binlerce önemli filmimizi yitirdik; fakat en azından herkesin bildiği ve çok sevdiği bir başyapıtı fazla zarar görmeden kurtarmış olduk. Türkiye’de film negatiflerinin koruyuculuğu görevini üstlenen Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi yeni kopyalar basılması gerekçesiyle dışarıya negatif verirken hiç kuşkusuz ki bundan böyle teslim prosedürünü çok daha sıkı tutacaktır. Çünkü tarihe kayıt düşmüş bu gibi önemli yapımlar artık şu ya da bu şahsın değil hepimizin ortak malı, gelecek kuşaklara sağ salim aktarılması gereken birer kültür mirası konumundalar…

Çilekeş köylü kızı Asya’nın sürekli lâf salatasıyla geçinen, ancak karısı ve çocuğu için parmağını bile kıpırdatmayan, fiziken hoş fakat karakter açısından bomboş İlyas’ı değil; kendisine en zor gününde sahip çıkıp kol kanat geren yiğit kamyoncu Cemşit’i hayat arkadaşı olarak seçtiği o unutulmaz finali yalnızca bugünün gençleri değil, 2050’lerin gençleri de izleyebilmeli!

Konuyla ilgili 28 Kasım 2008 tarihli haberimizin linki:
http://yenisafak.com.tr/Sinema/Default.aspx?t=23.11.2008&i=151877

Selvi Boylum Al Yazmalım filminin fotoğraflarına ulaşmak için tıklayınız.

(28 Temmuz 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Perdeyi Kana Boyayan Çocuklar

Histeri (The Children)
Yönetmen-Senaryo: Tom Shankland
Hikaye: Paul Andrew Williams
Müzik: Stephen Hilton
Görüntü: Nanu Segal
Oyuncular: Eva Birthistle (Elaine), Stephen Campbell Moore (Jonah), Jeremy Sheffield (Robbie), Rachel Shelley (Chloe), Hannah Tointon (Casey), Raffiella Brooks (Leah), Jake Hathaway (Nicky), William Howes (Paulie), Eva Sayer (Miranda)
Yapım: İngiltere (2008)

“WΔZ” adlı irkiltici kanlı korku ve şiddet filmiyle hatırlanan İngiliz yönetmen Tom Shankland’ın “Histeri” filmi, bir Noel tatilinde çocukların saçtığı şiddeki anlatıyor. Yer yer insanı irkilten yönetmen, acaba alt metniyle bu filminde ne demek istiyordu?

İngiliz yönetmen Tom Shankland, ilk filmi 2007 yapımı “WΔZ-WAZ” adlı korku-gerilim filmiyle hatırlanıyor. Yönetmenin, “The Children-Histeri” adlı çocuk şiddetini öne çıkaran bu filmi gerçekten çarpıcı ve kanlı-korku sinemasında iyi bir yerde. Noel tatilinde bir dağ evinde çocuklar cinnet geçirip ebeveynlerini vahşi biçimde öldürüyorlar. Her şey Miranda’yla başlıyor ve sonra diğer çocuklara sıçrıyor bu. Miranda, mistik bir güçle diğer çocukları etkiliyor ve her şeyi denetliyor sanki. Aslında her şey iyi başlıyor. Mutluluk ve sıcaklık, karların üzerinde sıcaklık saçıyor. Eva ve ailesi, Eva’nın kız kardeşi Chleo’nun dağdaki evlerine geliyorlar mutlu bir Noel geçirmek için. Jonah, küçük kızı Miranda’ya Çince öğretiyor. Çin ilâçları da kullanıyor. Filmi seyrederken, Miranda’daki tuhaflıklar Çin ilâçlarından mı, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Miranda, neredeyse mistik yüklü bir kız çocuğu gibi. Miranda’daki şiddet virüsü sadece çocuklara bulaşıyor. Çocuklar, tuhaf biçimde ebeveynlerini öldürmeye başlıyorlar bilinçdışı bir şiddetle. Film, görünürdeki mutlu aile yansımalarıyla alttan alta sorunları da duyuruyor. Jonah, şimdi bir genç kız olan Casey’le bir türlü iletişim kuramamış. Miranda, üvey ablası Casey’i pek sevmiyor. Chleo’nun kocası Robbie, Casey’ye ilgi de duyuyor. Ama, şiddet çoğaldıktan sonra hiçbir sorunun anlamı kalmıyor hayatta kalmak dışında.

Kan, şiddet ve psikanaliz…

Yönetmen Shankland, bu filminde Hollywood’un eski zamanlarındaki (1970’lerdeki) korku-şiddet filmlerinin ruhunun içine dalıyor “Histeri”yle. Yönetmen, Hollywood’da bu tür filmlerdeki ön jenerik yazılarındaki gibi renk tonlarını bile kullanmış bu filminde. Aslında Shakland’ın filmine içerik olarak özgün diyebiliriz. Kimin aklına gelebilirdi ki çocukların şiddet saçması? Huzursuz, tedirgin ve öfkeli Miranda, gerçekten bir yerden sonra seyiriciyi de tedirgin etmeye başlıyor. Miranda öyle tatlı ve insanda babalık duygusu uyandırıyor ki. İşte o sevimli Miranda, filmdeki şiddeti çoğaltan minik kıza dönüşüyor. Yönetmen, çocukların yarattığı şiddeti doğrudan göstermiyor. Bir iki sahne dışında. Elbette bu doğru bir şey. Çocuklar gerçekten bir travma geçirebilirlerdi. Yönetmen Shakland’ın “Histeri” filmi, gerçekten başarılı ve gerçekten kanlı bir film. Tüm bir final bölümünün de çok sıkı olduğunu belirtmeliyiz. Filmi seyrederken kameranın arkasında birinin olduğunu hissediyorsunuz. Filmdeki oyuncu performansları da iyi. Öncelikle tüm çocuklar kameranın önünde birer usta gibiler. Minicik kız çocuğu Leah’la kardeşi Nicky’nin Elaine’i evin içinde sıkıştırdıkları sahne yürekleri hoplatıyordu. Film, estetik açıdan da etkileyici. Dış mekânlar da iç mekânlar gibi insana kasvet veriyor. İşte bu tedirgin edici filmde, yönetmen ve kamerası alabildiğine sakin. Dipte duyulan müzikler de insana yer yer tedirginlik veriyor. Aslında bu filmin alt metnini ya da psikanalitik yönünü anlamak gerekecek. Çinliler, çocuklar, şiddet, kan, hastalıklı durumlar ve aklınıza gelebilecek birçok olumsuz şey takılıveriyor akıllara. Yeni sinema mevsiminin görülmeye değer filmlerinden bu. “Histeri”nin yönetmenin ikinci filmi olduğunu da belirtmeli. Yönetmen, genelde televizyon dizileri çekiyor ülkesinde.

Psikopat filmler…

Yönetmen Shankland’ın “Histeri” filminin, 1970’lerde Hollywood’un korku-şiddet filmleriyle akrabalığı var. Kanlı şiddeti çoğu anda doğrudan göstermemesi “Histeri”nin az irkiltici film olduğunu göstermez. “Histeri”, kendi türünde küçük bir başyapıttır belki de. Sinema tarihinde psikopat-manyak filmler bir hayli var. Burada, uzak ve yakın tarihli birkaç psikopat filme dokunma şansımız var. Yönetmen Tobe Hooper’ın ikinci filmi olan 1974 yapımı “The Texas Chain Saw Massacre-Teksas Katliamı”, görsel anlamda vahşi şiddet yüklü bir filmdi. Filmde beş kurban, yamyam bir ailenin eline düşüyordu. Bu film zamanında yasaklanmıştı. Elinde elektrikli testereyle sürekli birilerini kovalayan aile insanları testereyle biçiyordu “Teksas Katliamı”nda. Eli Roth’un yönettiği 2005 yapımı “Hostel-Otel” filminde de seyredilmesi gerçekten zor vahşi işkence sahneleri vardı. “Otel” filminin hikayesi nedense Slovakya’da geçiyordu. Fransız yönetmen Alexandre Aja’nın 2003 yapımı “Haute Tension-Yüksek Tansiyon” filmi de yasaklanmıştı. Dean R. Koontz’un Altın Kitaplar’dan “Korku Yuvası” adıyla çıkan “Intensty” adlı romanından uyarlanan filmin şiddet düzeyi de çok sarsıcıydı. Aja’nın “Yüksek Tansiyon”unda, çift kişilikli ve çift cinsiyetli seri katil, soğukkanlılıkla bir aileyi yok ediyordu. Wes Craven’ın ilk filmi olan 1972 yapımı “The Last House on the Left-Soldaki Ev”de, bir grup katil, kızları kesip biçiyordu film boyunca. “Soldaki Ev”de, işkence, tecavüz ve şiddetin her türlüsü bir gece boyunca sürüyordu perdede. Meir Zarchi’nin 1978 yapımı “I Spit on Your Grave-Mezarınıza Tüküreceğim” için şiddet sinemasının “kült film”lerinden deniliyor. Dört adam tarafından alıkonulup tecavüze uğrayan bir kadının, olaydan sonra kaçmayıp tek tek bu adamları öldürmesi üzerine kurulu bu hikâye. Beyazperdede görülebilecek en şiddet yüklü sahneleri içeriyor film. Kadın, bu adamları silâhla tek vuruşta öldürmüyor. Elbette seyircinin midesi kaldıramıyor “Mezarınıza Tüküreceğim” filmindeki birçok sahneyi. Stanley Kubrick’in 1971’de Anthony Burgess’ın romanından uyarladığı “fütüristik” ve “distopik” filmi “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”, şiddeti iki taraflı gösteriyordu. Önce bireyin, sonra da devletin şiddeti yansıyordu perdeye. Her ikisi de vahşiceydi. Alex, Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinleyerek şiddet saçıyordu “Otomatik Portakal”da. James Wan’ın yönettiği 2004 yapımı “Saw-Testere” filminde birbirini tanımayan iki adam, pis bir banyoda zincirlenmiş olarak uyanırlardı. Manyak bir adamın kurbanı olduklarını anlıyorlardı çok geçmeden. Ardından şiddet uç noktalara ulaşıyordu filmde. “Testere”yle ilk yönetmenlik deneyimini gerçekleştiren Wan, bu filminin sinema tarihinin en iyi korku filmi olduğunu da söylemişti. Bu kadarı yeter herhalde. O kadar çoklar ki, başlıbaşına bir yazının konusu bu psikopat filmler.

(28 Temmuz 2009)

Ali Erden

Hepsi Onun Kaderiydi

Milyoner (Slumdog Millionaire)
Yönetmen: Danny Boyle
Roman: Vikas Swarup
Senaryo: Simon Beaufoy
Müzik: A.R. Rahman
Kurgu: Chris Dickens
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Dev Patel (Jamal), Anil Kapoor (Kumar), Freida Pinto (Latika), Irrfan Khan (Dedektif), Ankur Vikal (Maman), Madhur Mittal (Salim), Mahesh Manjrekar (Javed)
Yapım: Fox Searchlight-Film4-Pathe (2008)

81. Akademi Ödülleri’nde tam sekiz dalda Oscar kazanan “Milyoner”, varoşların sefaletinden çıkan bir gencin kaderini yarışma aracılığıyla beyazperdeye yansıtan sıradışı bir film. Danny Boyle’un “Milyoner” filmi seyirciyle yeniden buluşuyor. Sinemaseverlerle bu iyi filmi paylaşmak istedik.

Hintli yazar Vikas Swarup’un “Q & A” adlı romanından uyarlanan “Slumdog Millionaire-Milyoner”, eğitimsiz ve yoksul bir Müslüman gencin “Kim Milyoner Olmak İster?” televizyon yarışma programında tüm soruları cevaplayıp büyük ikramiyeyi kazanmasının hikâyesi. Her şey bu kadar basit değil. Aslında bu hikâye ironik. Sorulan her soru, Jamal Malik’in hayatında yaşadığı bir deneyim. Yazar Vikas Swarup’un bu filme uyarlanan romanı Oğlak Yayıncılık tarafından “Kim Milyar Kazanmak İster?” adıyla yayımlandı. Bu filmin senaryosunu yazan Simon Beaufoy, Peter Cattaneo’nun 1997’de çektiği “The Full Monty-Anadan Doğma” filminin de senaristiydi. “Milyoner” de tıpkı “Anadan Doğma” gibi gerçekçi ve hınzır bir kara mizah filmi. “Milyoner”, 81. Akademi’de tam sekiz dalda ödül kazandı. Film, yönetmen, uyarlama senaryo, müzik, kurgu, görüntü, şarkı ve ses dallarında ödülleri toplayarak Oscar tarihine geçti.

Sinemaseverler, 1956 yılında Lancashire’da doğan İngiliz yönetmen Danny Boyle’un adını 1995 yılında çektiği “Shallow Grave-Mezarını Derin Kaz”la duydular. Ama, 1996 yapımı “Trainspotting” filmi Boyle’u tüm dünyaya tanıttı. Boyle, sonra Hollywood’un tuzağına düştü ve bir dizi sıradan filmi yönettikten sonra yaratıcılığını hatırladı, ortaya da şimdi muhteşem bir “Milyoner” filmini çıkardı. Boyle’ın “Milyoner”i, şehirlerin varoşlarında yoksul hayatların ne demek olduğu üzerine de sosyolojik film bir de. Hint basını bu filmi, “sefaletin pornografisi” diye suçladı. Rastlantıyla popüler televizyon yarışmasına katılan Jamal (Cemal), sunucu Kumar’ın sorduğu her soruya doğru cevaplar veriyor. İlkokulu bile bitirememiş Jamal, bu soruları nasıl biliyor? Boyle, Jamal’ın hayatından önemli anları seyircisine sunuyor. Bu sunuşta soruların da cevapları var. Şimdilerde Mumbai denilen Bombay’ın varoşlarında abisi Salim ve annesiyle yaşayan küçük Jamal, Ganj Nehri’nde Hinduların Müslümanları katlettiği bir günde annesini de kaybeder. Abisiyle yapayalnız kalan Jamal’ın üstünden kader bir silindir gibi geçiyor bu yarışmaya kadar. Son soruya gelmeden yarışmaya bir gün ara veriliyor. Sunucu Kumar, Jamal’in soruları cevaplamasından şüphelendiği için polisten yardım istiyor. Polis dedektifi de Jamal’i irkiltici işkencelerden geçirerek gerçeğe ulaşmaya çalışıyor. Jamal ve dedektif, banttan yarışmayı izlemeye başlıyorlar. Aslında film de burada başlıyor. Çünkü her soru Jamal’in kaderi. O sorularda Jamal’in hayatından bir an, bir parça yansıyor perdeye. Annesi öldürüldükten sonra abisiyle beraber yetim kalan Jamal, Bombay’ın çöplüklerinde yaşarken, Maman ve adamlarınca dilendirilmek için bir mekâna götürülüyorlar. Maman, çocukları dilendirmek için şarkılar öğretirken bir gece sessizce çocukları sakat bırakmaya çalışıyor. Salim ve Jamal, Maman’ın ininden beraberce kaçıyorlar. Küçük kız Latika, kaçarken geride kalıyor ve trene binemiyor. Çünkü Latika, Jamal’in fedakâr iyilik meleği gibi hep. Dumas’nın “Üç Silâhşörü”ndeki Athos ve Porthos’u gibi iki kardeş, Bombay’ın sert sokaklarında yaşam mücadelesine girerken yavaş yavaş da büyüyorlar. Salim, Javet’in (Cavit’in) çetesine girip mafyacı olurken, Jamal de bir telefon şirketinde çaycı. İşte bu çaycılık hayatının akışını değiştiriyor Jamal’in. Rastlantıyla katıldığı yarışma onu tüm Hindistan’ın sevgilisi yapıyor ve tüm soruları bilerek 20 milyon rupiyi kazanıyor Jamal. Filmde, işte bu Jamal’in kaderine tanıklık ediyor seyirci. O sorular, güzel Latika ve umutlu gelecek Jamal’in kaderi çünkü.

“Slumdog”, Bombay’da “varoş iti” ya da “lümpen” anlamına geliyor. Acaba, Jamal mi, yoksa Salim mi bu “lümpen”e tam anlamıyla uymuş? Yaratıcı yönetmen Boyle, “Trainspotting” filminde olduğu gibi, bu filminde de estetik açıdan çarpıcı bir yapıt ortaya koymuş. Öncelikle filmin kurgusu ve kamera kullanımı zaman zaman varoşlar gibi çok sert yansıyor perdeye. Fonda duyulan Hint hüznünü ve coşkusunu yansıtan müzikler de gerçekten insanın ruhuna iyi geliyor. Çoğunluğu Hintli olan oyuncuların performansları da unutulmazlar arasında şimdi. Dev Patel’le sunucuya hayat veren Anil Kapoor tam anlamıyla muhteşem. O yarışma anlarındaki gerilimi ve heyecanı seyirci de yaşıyor.

(25 Temmuz 2009)

Ali Erden

24 Temmuz 2009 Haftası

“Hayalet Sevgililerim”, aşka ve evliliğe inanmayan, şimdi ise kardeşinin düğün hazırlıklarında bu kavramlarla dalga geçen ‘şeytan tüyü’ne sahip çapkın bir adamın, fantastik bir yardımla geçmişine (ve geleceğine de) gitmesi, tabii kendisinin hiç de göründüğü gibi olmadığını idrak edip hissetmesi üzerine bir öykü. Bu değişim hikâyesi, insan denilen varlığın yaşamının bir döneminden sonra yalnız kalamayacağı gerçeği üzerine kurulu dersini, her sahnede mizahı kalite ile buluşturarak veriyor. Ve hem yeni-eski kuşaktan oyuncular cazip, hem de mekânlar…

“Devlet Sırrı”, Fransız İstihbarat Örgütü’nün, radikal dincilerin ülke içinde gerçekleştirmeyi plânladıkları terör saldırılarını engellemek için, nasıl en az karşılarındaki düşman kadar acımasız çalıştığını ve ajan olarak seçtiği gençlerin beyinlerini -aynen karşı taraf gibi- yıkayarak onları birer silâha hangi fiziksel/psikolojik yöntemlerle dönüştürdüğünü anlatıyor. Amerikan Sinemasının ürünleri denli çarpıcı bir çalışma. Sonuç? Yine aynı ana fikir: Karmaşık bir para ağı içinde masum insanları kandıran terör baronları, bir barış dini olan İslâm’ı kullanmaktadırlar; dolayısıyla vatanını seven her Batılı ajan, onların oyununu oynamak zorundadır. Geçenlerde izlediğimiz “Hain”de de olduğu gibi, ‘sonuç’tan hareket eden bu hikâyelerin sorunu aynı. Bu dünya düzenini ve her gün bir milyar insanın açlıkla karşı karşıya kaldığını bilen her ‘farkında seyirci’ rahatsız oluyor. Çünkü bugün bu terör varsa, yaratıcıları, açgözlülük ve silâhlanma yarışını bir türlü bırakmayan Batı: Başta ABD ve Avrupa! Dolayısıyla, soruna, sanki bir anda ortaya çıkmış teröre karşı savaşan ajanlar düzeyinden bakan, bu ve benzerlerini bir serüven gibi izlemek de rahatsızlık veriyor. Kendi adıma, artık katlanamıyorum!

“Dehşetin Soluğu”, en uygar ülkelerden İsviçre’nin Alpler bölgesindeki sarp bir yerde antropolojik araştırma yaparken, ilkel bir insan türü keşfeden ve -ne yazık ki- hayatta kalmaya çalışan bir grup araştırmacı – turistin, ‘derin Avrupa’ ile karşılaşması… Hayatta kalmaya çalışırlar, çünkü keşfettikleri tür, ‘canlı ve saldırgan’dır!

Enteresan bir başlangıçtan sonra, karakterleri güdük kalmış ve iyi çekilememiş bir filmin sıkıcılığında ilerleyen, finale doğru ise kanlı bir ivme kazanarak toparlanmaya çalışan ama bu kez de ‘slasher’ biçimle iyice saçmalayan, gereksiz bir çaba.

(22 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

*****

AŞAĞIDAKİ YORUM ÜZERİNE EK:

BİR YAZIYI BU DENLİ YANLIŞ OKUMAYA PES!

Ben filmin ana fikrini yazmışım. Alıntıladığınız cümle filmin anlattığı. Benim fikrim değil. Ve isyan ediyor, bir sonraki cümlede yanlışlığını vurguluyorum. Rahatsız olduğumu söyleyip, bakınız sonda ne diyorum: “Kendi adıma, artık katlanamıyorum!” Neye? Bu fikirleri işleyen filmlere! Pes ki pes! Bir yazı ancak bu kadar yanlış okunabilir. Niyetiniz belli ki üzüm yemek değil bağcıyı dövmek ama ne olur biraz daha dikkat!

(24 Temmuz Cuma)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Tabu ya da Türbankafa

Bizde orijinal adına sadık kalıp Towelhead / Türbankafa ismiyle vizyona giremedi belki Tabu ama -üstü kapalı da olsa- mesajı yerine gönderiyor. 5 Oscarlı “American Beauty”nin senaristi ve yine bol ödüllü dizi “6 Feet Under”ın yönetmeni -aynı zamanda da yaratıcısı- Alan Ball bu kez zekâsını ve sivri dilini sinemaya uyarlamaya çalışıyor. Bildiğiniz gibi “Towelhead” aslında bir kitap uyarlaması ama Ball’ın kattığı yorumunda filme yeni bir soluk getirdiğini söylemeli…

Artık kimse “Amerikan Rüyası”na inanmıyor; herkes Amerika’nın özgürlükler ülkesi olmadığını da biliyor ama bu gerçek, durumun bir kez daha hatırlatılmasına engel değil elbet… Derslerine girdiğim bir sinema atölyesinde bu konuyu henüz konuşmuştuk. Ortaya atılan fikir “artık anlatılmayan hiçbir hikâyenin kalmadığıydı ve de farkı ancak yorum farkıyla koyabileceğimizdi…” Tüm genellemeler gibi bu da çok sağlıklı değil elbette… Yeni bir şeylerin nereden ve ne zaman çıkacağı hiç belli olmaz ama içinde olduğumuz durum böyle… Tıpkı Alan Ball’ın “Tabu”da yaptığı gibi… Amerikan banliyölerinde yaşanan ırkçılık ve cinsel taciz bilinen ve hatta sıradan sayılabilecek bir konu ama Ball’ın hikâyeye yaptığı dokunuşlar sihirli bir değnek gibi… Televizyon kökenli olmasının da verdiği -bizim ülkemizde olsa belki dezavantaj olurdu, çünkü bizdeki televizyon dizileriyle yurt dışındaki televizyon dizileri arasında gerçekten uçurum var- avantajla seyirciyi nasıl ayık tutacağını gerçekten çok iyi biliyor. Zaten filmde bir dizi-film havası da yok değil… Gerek ışık, ses ve dekorlar buram buram dizi kokuyor ama bu hava bizi bir sinema filmi izlediğimiz gerçeğinden de koparmıyor.

Tabu, Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de birçok kişiyi huzursuz ediyor hiç şüphesiz. Özellikle filmdeki kızın 13 yaşında olması nedeniyle yaşadığı cinsel deneyimler mide bulandırıcı olarak görülüyor. Galiba bu yetişkinlerin kendi çocukluklarını çok çabuk unutmalarından ileri geliyor. Yoksa o yaştaki çocukların cinselliklerinin olmadığını söylemek biraz safça olurdu. Ayrıca Ball’ın hem vatansever Amerikalı sapık komşuya, hem de kendini beyaz gibi gören, feci halde asimile olmuş Ortadoğu kökenli adama objektif bir şekilde yaklaşması ve zaaflarını gözler önüne sermesi oldukça keyif veriyor.

(20 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Yak Bir Sigara

İstanbul’a giren yolda ilerleyen kamyonların görüntüleri üzerinde geçen jenerik finalinde, bir kamyonun şoför mahallinde yanında muavini, direksiyon başında şoförü görürüz, ikisi de uyuklamaktadır, önce muavin (Hayati Hamzaoğlu) uyanır, şoförün de uyuduğunu görünce, ağzına iki sigara koyar ve yakar, birini şoföre (Kadir Savun) verir, sigaraları içince toparlanırlar, İstanbul’a az kalmıştır… (Gecelerin Ötesi / Metin Erksan)

Özellikle erkeklerin kendisine ikram ettiği sigaralara karşı “yak da ver” diyen bir sosyete gülü Feride (Çolpan İlhan)… (Zümrüt / Lütfi Akad)

Aralarına sızdığı bir çeteye kendisini pısırık biri diye tanıtan bir ajan (Göksel Arsoy), kendisine silâh talimi yaptıran çete elemanının (Öztürk Serengil) ağzındaki sigarayı, kazara vurmuş gibi, özellikle düşürür… (Melekler Şahidimdir / Süha Doğan)

Yıllar sonra İstanbul’a dönünce, yeni palazlanmış bütün yeraltı dünyasının husumetini üzerine çeken bir eski kabadayı (Yılmaz Güney), çetelerle hesaplanması sonucu, hepsini telef ettikten sonra, polis sirenleri yaklaşırken, birlikte mücadele ettiği arkadaşının (Yıldırım Gencer) verdiği “sigara”yı yakar ve beklemeye başlarlar… (Canlı Hedef – Kızım İçin / Şerif Gören – Yılmaz Güney)

İlk filmlerinde stilize edilmiş Doğu Anadolu (biraz Arap ve egzotik ABD filmleri, özellikle Rudolf Valentino izleri taşıyan) kostümlü Hüseyin Peyda’nın, kentte (ve kent giysileri ile) yaptığı ilk filmlerden birinde, (adı?, hatırlayamadım) Peyda içtiği sigarayı eline alacağı zaman, serçe parmağı ile yüzük parmağı arasına alarak, tekrar ağzına götürmek üzere aşağı çekiyordu…

Kendisi için dövüşen Halil’in (İzzet Günay) önüne durunca bıçakla yaralanıp, kaldırıldığı hastanane yatan Sabiha’yı (Türkan Şoray) bekleyen Halil içtiği sigaraları masanın üzerine duran Sabiha’nın kendisine hediye ettiği tabakadan (…“tabakam senin yadigârın” – O. Veli…) alır… (Vesikalı Yârim / Lütfi Akad)

Sezer Sezin’in ağzında dumanı tüten sigara, direksiyon başında, elle yapılmış film afişindeki resim… (Şoför Nebahat / Metin Erksan)

Daha bir çok filmde sigara üzerine yapılan espriler, muhabbetler, birbirinden yakılan sigaralar, bir şeyi beklerken, bastırıldığı küllükte öbeklenmiş ve beklenilen yerde çiğnenmiş – ayakkabının ucu ile ezilmiş sigara izmaritleri, -özellikle lüks kapalı mekânlarda- söndürülmeden yere atılan sigara izmaritleri, erkekliğin kanıtlanması için özellikle gençleri, daha doğrusu yeni yetme gençlerin –“havalı”- sigara içme pozları, masum genç kızlara, hayata karşı koymanın başlangıcı imiş gibi ile önerilen içki ve sigaralar, vamp kadınların tuzağına düşürmek istediği kahramanımızın karşısında sigara içerken alınan “müteharrik” pozlar, kumar, içki masalarında üst üste içilen sigaralar, atlatılan bir badireden sonra yakılan -çoğunlukla- yarım sigaralar… Bahane mi yok, toplumumuzda yerleşmiş deyimi ile “ister zengin ol, ister fukara, her yemekten sonra yak bir sigara”. Bu deyime gerek bile yok, Yeşilçam süreci, sigara içirme bakımından hayli etkili olmuştur, toplumumuzda. (Zaman zaman bundan doğan zararları gösterilmiş olmasına rağmen, oyuncuların sigara içerken gösterdikleri keyif etkili olurken, bu nedenle -hele ilerlemiş yaşlardaki, dedelerde- gösterilen zarar o kadar etkili olmamıştır.) TV.mizde gösterildiği, tek kanal günlerinde, hayli ilgi gören dizi Dallas’da oyuncular her fırsatta, bardaklarını şişelerden doldurup içki içmişlerdir ama sigara içen hiç yoktur, oysa ABD sinemasında da sigara içilmesi az özendirilmemiştir.

Sigara içilmesi yasağının kapsamının genişletilmesi aşamasına geldiğimiz şu günlerde, sinemamızın -belirgin dönemi- Yeşilçam’ın yaptığı bir iki çağrışımı belirttim yukarıda. Yeni filmlerde yok mu, olmaz olur mu ama ben eski örneklerden bir kaç tane seçtim (hatırladım). Birde tam bir komedi olarak TV.lerdeki film ve dizilerde sigara görüntülerinin kamufle edilme çalışılması var ki, tam mizah…

Haaa, başlıktaki Yak Bir Sigara ne mi? O sinemamızda tek “örnek” olan, adında sigara kelimesi geçen, filmin adı: Yak Bir Sigara / Site Film (İlham Filmer – 1960 / Yönetmen – Senaryo: Agâh Hün / Görüntü Yönetmeni: Ali Yaver / Müzik: Nedim Otyam / Oyuncular: Muhterem Nur – Agâh Hün – Oktar Durukan – Reha Yurdakul – Muzaffer Nebioğlu – Osman Zıt (Altınay) – Cevat Kurtuluş – Hakkı Haktan – Ersun Kazançel – Konusu: Köy filmi (??!!) – (Kaynak: Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü, Cilt: 1)

(19 Temmuz 2009)

Orhan Ünser