Kategori arşivi: Yazılar

05 Haziran 2009 Haftası

“Aşk Uğruna”, adı üzerinde bir film: Çocuğunun annesi, tutkuyla sevdiği karısının bir cinayet nedeniyle haksız yere yirmi yıl hapis yatmasına seyirci kalmayan ve ortalama bir vatandaşken, karısını kaçırmak için bir ‘firar izlemcisi’ne dönüşen, giderek kendini savunma amaçlı bir cinayetin faili olan edebiyat öğretmeni adamın, kâbusun başladığı üç yıl öncesinden bugüne mücadelesini anlatıyor. Dakikalar ilerleyip kaçış plânı ete kemiğe büründükçe seyredeni sarıp sarmalayan, bir noktadan sonra dikkatin dağılmasına izin vermeyen, Fransız Sineması’na özel o akıcı stilin ustalıkla uygulandığı, adaletsizliğin nasıl bireysel adalet arayışına zorladığına dair bir tartışma zemini de yaratabilecek suç gerilim öyküsü. İngilizce, Almanca, Fransızca dillerinde çok rahat oynayabilen uluslararası oyuncu Diane Kruger, haksız yere suçlanıp mahkûm olan kadında ve Vincent Lindon da, karısı uğruna her şeyi göze alan âşık kocada, küçük birer oyunculuk ziyafeti veriyorlar.

“Körlük”, gözleri gören ancak yürekleri kör insanoğlunun bembeyaz bir körlük salgını ile gerçekten kör olarak tamamen kendini tüketmesini, gönül gözü ile görenlerin ise yepyeni bir beyaz sayfa ile bir daha başlamasını, salgından etkilenmeyen tek bir kadının fedakârca tanıklığında anlatıyor. Kuşku hiç yok, rahatsız ettiği kadar en diplere ittiğiniz duygularınızı açığa çıkartmaya çalışan ve bunu büyük ölçüde başaran bir film. Sinemada ustalığın modern zirvelerinden… Julianne Moore adındaki her zor role meydan okuyan sanatçının da yeni bir zaferi. Yüreğiniz hala görüyorsa da, körleşmeye de başlamış olsa fark etmez, gidin ve ‘görün’ .

“Terminatör Kurtuluş”, “Mahşer Günü”nden sonra hayatta kalan ‘Direniş’çi insanlarla Skynet makineleri arasındaki savaşa dair adrenalin seviyesini -biliyoruz her yeni filmden sonra bunu yazıyoruz ama böyle işte- bir kademe daha yükseltip aksiyonu yeni bir doruk noktasına oturtuyor… İnsan olmamızın değerine dair duygusal mesajlar da saydam bir tabaka gibi öyküde yerine alıyor tabii. Gerçek bir seyirlik, üstelik karmaşık değil.

(04 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Türk Sinemasının En’leri

Bir iletişimci olarak filmlerin pazarlamasını yaparken en önem verdiğim husus elbette raporlamadır. Türk sinemasının en eksik yanlarından biri proje sırasında reklâm sektörünün sıklıkla başvurduğu yöntemlere neredeyse hiç yer vermemesidir.

Bu filmi kim izler? Neden izler? Ne zaman izler? gibi soruları sormaz ve en kötüsünü yaparak Başkaları kazandı… Bende yapabilirim… ya da Başkası battı ama ben başaracağım gibi sadece duygusal ve çokça sektör hakkında hiçbir şey bilmeden başlarlar işe…

Nizam Eren olarak siz basın mensuplarına ve ilgisini çekecek arkadaşlara “Enler” başlığı altında raporlama yaptım. Bakalım sevecek misiniz? Lütfen sizinde merak ettiğiniz “Enleriniz” varsa sorun derhal yanıtlayayım. Ricam; emeğe saygıdan kaynak göstermenizdir.

1. Bölüm

İşte size 2008 yılı ve 2009 Mayıs ayına kadar gösterime çıkan 83 filmin değerlendirilmesi.

En çok film sayısı: 2008 yılı… 1 Ocak – 31 Aralık 2008 tarihleri arasında 51 film gösterime çıkarken 2009 Mayıs ayında gösterime çıkan film sayısı 32 oldu bile.

En çok satılan bilet: 2008 yılı toplam bilet sayısı 37.000.000 oldu ve bunun 23.207.802 kişisi Türk filmlerine kesildi. (% 62 si Türk Filmleri)

En Kötü: Bu dönem içinde en kötü açılış rakamı kopya başına 24 kişi ile Pazar: Bir Ticaret Masalı filmi oldu. Filmin 3 günlük rakamı 1.016 kişi idi.

En düşük: 3 gün rakamı ise sadece 180 kişi yapabilen Taş Yastık filmi oldu.

2008 yılı Mayıs sonuna kadar 26 film gösterime girerken krize rağmen 2009 Mayıs ayına kadar gösterime giren film sayısı 32 oldu.

2008 yılında basılan toplam kopya sayısı: 5.115

2009 Mayıs sonuna kadar: 2.618

Demek ki çok iyi pazarlanan bir Amerikan Filmi bizim bir yılda bastığımız kadar kopya ile vizyon buluyor.

En zarar: 53 kopya ile sadece 4.950 kişi yapabilen Nekrüt filmi yılın zarar rekortmeni…

En kâr: Recep İvedik’lerin sadece hafta sonu açılış rakamı toplamı: 2.000.939 kişi

En uzun: Issız Adam, Kasım başında gösterime girmesine karşın en uzun süre gösterimde kalan film oldu: 22 hafta

Issız Adam, 55.987 kişi ile açılmasına karşın toplam izleyici 2.780.000’ye ulaşarak toplam kişi sayısına göre en düşük açılış yüzdesi oranına sahip: % 2

Peki bunun tersi? Rıza filmi, 378 kişi ile açılıp toplamda 900 kişide kalınca % 42 ile başka bir En’e imza attı. Film, toplam izleyicisinin neredeyse yarısını ilk 3 günde almış oldu.

En Cesur Film: Şüphesiz Muro. Arog filmi ile aynı tarihte çıkma cesaretini göstermiş ve 2.316.000 kişi almıştır.

Yılın Şok Rakamı: Mutluluk filmi ile ödüller toplayan, övgüler alan Abdullah Oğuz, Sıcak filmi ile şok yaşattı.

Mustafa, Hititler, Gelibolu, Mevlana, Yaşam Arsızı gibi belgeselleri geçerek, hatta toplamından fazla gişe yaparak (1.100.000 kişi) sinema tarihinin belgesel kategorisinde En’i oldu…

Komedi, 2008 yılında olduğu gibi 2009 yılına da damgasını vurdu. Komedi en çok izlenen film türü. Bunu 2000 – 2009 yılları arasındaki 2 milyon kişiyi geçen filmler için hazırladığım tablodan görebilirsiniz.

Aşağıda göreceğiniz gibi Türk sineması 2000 – 2009 Mayıs sonuna kadar yaptığım araştırmada en çok iş yapan filmlerin adları, açılışları, kişi sayıları ve türlerini göreceksiniz.

Görünen o ki bu yıl gösterime girecek olan filmleri de hesaba katarsak Türk sineması en çok Kasım ve Aralık aylarını tercih etmiş olacak. Türk sineması her şeyini bu 7 aya sıkıştırıyor.

2008’den bugüne kadar En Çok Film Dağıtımı Yapan Şirketler:

Özen Film: 17 Film
Medyavizyon: 15 Film
Tiglon: 14 Film (2008 Nisan ayında başladı)

2. Bölüm 2000 – 2009 Mayıs Ayına Kadar Olan Dönem

Peki 2000 yılından bu yana gösterime giren Türk filmleri hangi ayları tercih etmiştir sizce?

Ocak Ayı: 33 Film
Şubat Ayı: 34 Film
Mart Ayı: 29 Film
Nisan Ayı: 27 Film
Mayıs Ayı: 23 Film
Haziran Ayı: Hiç Yok
Temmuz Ayı: Sadece 1 Film
Ağustos Ayı: Hiç Yok
Ekim Ayı: 26 Film (2009 Yok )
Kasım: 33 Film (2009 Yok)
Aralık: 30 Film (2009 Yok)


2000 – 2009 yılları arasında Haziran, Temmuz ve Ağustos olmak üzere gösterime giren film sayısı sadece 1; filmin adı Taş Yastık ve o da sadece 1 kopya ile gösterime girmiş. Türk sineması yaz aylarında gösterime film sokmayınca meydan yabancılara kalıyor demek.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Çok Kopya ile Çıkan Film: 406 kopya ile Arog. Bunu şöyle yorumlamama izin verin lütfen. Bir çok filmin toplam maliyeti Arog filminin kopyaları kadar yada daha düşük.

En Çok Salonda Oynayan Film: Yukarıdaki kopyaların sadece birer salon ile yetindi diye düşündüyseniz yanıldınız. Arog tam 685 salonda oynayarak neredeyse gösterime girdiği hafta sinema salonlarının % 80 kadarını kapattı.

Kopya Başına En Yüksek Açılış Kahpe Bizans filmine aittir. Kopya başına tam 4.608 kişi gelerek (51 kopya ile) 235.000 kişi ile.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Pahalı Proje: Bunun yanıtını yapımcı ve muhasebecisi dışında kimse bilemez ama deneyimler Arog ve Güneşi Gördüm filmlerini gösteriyor. Bir rivayete göre ise henüz gösterime girmemiş olan Nefes de olabilir.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Ucuz Proje: 10.000 Amerikan Doları karşılığı Hassan Sabbah – Alamut Kalesi filmi projesidir. Bu bedele nasıl ve ne kadar çekilebilirse o kadar çekilememiştir işte film. (Film Özen Film’dedir)

2000 – 2009 (şu ana dek) Yapılmayan Film Türü: Western türüdür. Kovboyları görmek için Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı projesini beklemeliyiz.

(02 Haziran 2009)

Nizam Eren

Festival Sezonu Açıldı

Ünlü sinema duayenlerimizden bir büyüğümüz ile yapılmış söyleşiden aklımda kalmıştı; soru neydi hatırlamıyorum ama cevap aklıma kazınmıştı: “Sinema olmadan yaşayabilirim ama müziksiz bir hayat düşünemiyorum” demişti üstad… -cümle birebir böyle olmayabilir, uzun zaman geçti üstünden ama özü buydu- Notaların sinemaya kattığı işitsel estetik ve büyünün sinemaya büyük güç verdiği gerçeği yadsınamaz. Çoğu filmin müziklerinden hatırlanması ve müziklerinden ayrı düşünülememesi bu durumun kanıtı…

Bu konuyu ne sebeple açtım ve nereye bağlayacağım hemen söyleyeyim; çünkü hem ülkenin hem de yazın en taze festivali Miller Freshtival’dan söz etmek için sabırsızlanıyorum. Hem ülkemizin hem de yazın en taze müzik festivali Miller Frestival ile sezonu açmış bulunuyoruz, gözümüzaydın. Kış boyu birbirinden güzel film festivallerini takip ettik; şimdi sıra müzik festivallerinin tadını çıkarmakta…

Turkcell Kuruçeşme Arena’da düzenlen Miller Freshtival gündüz, hatta akşamüstü saatlerinde endişe edecek kadar az kişi tarafından izlense de karanlığın çökmesiyle müzikseverler tarafından dolduruldu. Saat 14:00’te kapılarını açan festival gün boyunca film, fotoğraf, moda tasarımı gösterileri ve eğlenceli oyunlarla festivalcileri geceye hazırladı.

Sinema ise yine müzikle iç içeydi… Genç yönetmenler freshtival boyunca kameralarıyla festival coşkusunu kısa filmlerine taşıma telâşındaydı… Çok da eğlenceli görüntüleri ekrana taşıdılar.

Multitap ve Kung-Fu’nun ardından Türkiye’nin dünyalı grubu Portecho sahne aldı. Hem ilk albümleri hem de yeni albümleri “Studio Plastico”nun birbirinden güzel şarkılarını, oldukça yüksek bir enerjiyle yansıttılar. Portecho çok erken saatte çıkmış olmanın şansızlığını yaşayan, bu sebeple de bir avuç kişi tarafından izlenebilen grup -bence gecenin en iyisiydi- tüm bu tabloya rağmen süper bir performans sergilediler. Ayrıca hemen hatırlatalım Portecho, her yıl heyecanla beklenen Efes Pilsen One Love Festival’de de sahne alacak. Ayrıca One Love’da Röyskopp ve Starsalior gibi dev grupların yanı sıra Yasemin Mori, Ayça Şen, Bora Uzer gibi farklı tarzlarıyla dikkat çeken genç isimler de sahne alacak. Ardından sahne alan Manchester’lı electro pop grubu The Whip artan seyirciyle birlikte havayı iyice ısıtırken, ünlü Dj Joakim ile herkes dans etmeye başladı. Karanlığın iyice çökmesiyle festivalin merakla beklenen en gözde iki isim İngiliz grup Friendly Fires ve Amy Winehouse’un tahtına aday gösterilen Gabriella Cilmi ile sezonun ilk festivali gayet keyifli bir şekilde son buldu.

Ancak her şey eve dönüş yolunda başladı. Aynı saatlerde şampiyonluğunu kutlayan Beşiktaş taraftarı sayesinde güzel biten gece felâkete dönüştü. Servisi aracını rehin alan taraflar camlara kırarcasına vurarak otobüsümüzü rehin aldı. Küfür ve hakaretlerle herkese Beşiktaş marşları söylemeye zorladılar. Ortada bize yardım edebilecek bir tane bile polis yoktu… İnsanların sevinçlerini ve hüzünlerini sokaklarda kutlama özgürlüğü en büyük hakkımız ama bu olayın kutlamayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Yol kapatarak insanlara işkence etmenin açıklanabilir hiçbir tarafı yok.

(01 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Gizem Ertürk / Dans Gösterisi

Friendly Fires

Joakim / Miller Freshtival

Portecho

The Whip

Aşk Uğruna

Jenerikle filmin o ilk karesi arasındaki bir anlık karanlıkta, hele ki çoğu zaman yaptığım gibi konuyu hiç bilmeden oturmuşsam sinema koltuğuna, filmin adından doğan bir beklenti oluşuverir aklımda. O kısacık zamanda, ben ne kadar düşünceleri kovalamaya çalışsam da, bir öykü, karakterlere dair ipuçları uydurmaya çalışır zihnim. ‘Aşk Uğruna’da da böyle oldu ama bu kez, o karanlıkta bir de hayalgücüme eşlik eden sesler vardı: sık, iniltiyle karışık nefes sesleri. E, konu da aşk olunca, hemen ateşli bir sevişme sahnesi canlanıverdi hafızamda. Ve görüntü açılınca, beklentim eşekten düşmüşe döndüğü gibi, filmle ilgili düşüncelerim de değişiverdi. Neler olduğuna dair pek sır vermese de, bir arabanın direksiyonundaki orasına burasına kan bulaşmış kahramanımız duruyordu karşımda. O iniltili sık nefes sesleri de arka koltukta henüz görme şerefine erişmediğimiz birine aitti. O an seveceğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım ve koltuğuma yaslandım. Sonraki sahnenin ateşli bir sevişme sahnesi olması gülümsetti beni ve yönetmenin tarzından hoşlanacağıma karar verdim.

Güzel bir sabah… Anne işe gitmek için hazırlanmakta. Baba ise mama sandalyesindeki sevimli oğluna kahvaltı yaptırmakta. Mutlu bir aile tablosu yani. Çok değil birkaç dakika sonra, kapı çalar ve bu tabloyu bir kâbusa dönüştüren polisler dalar içeri. Kadın patronunu öldürmekle suçlanmaktadır. İlerleyen sahnelerde öğreniriz ki, kadın masumdur. Tek suçu yanlış zamanda yanlış yerde olmasıdır aslında. Bir yandan kocasının onun suçsuzluğunu kanıtlamak için çırpınışını izlerken, bir yandan da nasıl pamuk ipliğine bağlı yaşamlar sürdürdüğümüzü düşünmeye başladım. Hayatın kurulu bir saat gibi tıkır tıkır işlerken, dışarıdan bir elin saati nasıl da kolay bir şekilde bozabileceği düştü aklıma. Rahatsızca kıpırdandım koltuğumda. İşin daha da sinir bozucu tarafı, belki o elin sahibi saate değdiğini bile bilmeden yapacaktı bunu! Bir yaşamı, hatta ona bağlı birkaç yaşamı nasıl yerle bir ettiğininin farkında bile olmadan! Bir gün arabanı almak için bir otoparka girersin, yanından koşarak geçen bir kadın sana çarpar, arkasından anlamsızca bakarsın. Sonra arabana doğru birkaç adım atarsın. Yerde, arabanın az ötesinde, bir yangın söndürücü durmaktadır. Orada ne aradığına anlam veremez, etrafına bakınırsın. Sonra da tüpü yerden alıp, duvar kenarında bir yere bırakır, arabana binip evine doğru yola koyulursun. O an için tuhaf bulsan da, bir daha hiç hatırlamayacağın hatta daha eve varmadan aklından uçup gidecek sıradan bir olaydır bu. Bilmezsin ki, otoparkta sana çarpan kadının omzuna değen eli, yaşam saatini bozan eldir! O elin parmakları kanlı bir iz bırakır pardösünün omuz kısmına. Ve o elin bir başkasını öldürmek için tuttuğu yangın söndürme tüpüne sen de dokunmuşsundur az önce. Yanlış yer, yanlış zaman. Saat bozulur…

Yönetmen Fred Cavayé ve senarist Guillaume Lemans, öyküyü önce ayrı ayrı çalışmayı tercih etmiş. Sonrasında fikirlerini çarpıştırdıklarında da ortaya oldukça dinamik bir senaryo çıkmış. Filmin Hollywood tarzı aksiyonlara benzememesine özen göstermiş ikili. Bu yüzden de kahramanın amatörlüğünü korumak istemişler. Julien, sıradan bir tip, sahte pasaport nereden bulunur onu bile bilmiyor. Büyük hatalar yapmamak için polislikle vs. ilgili konularda araştırmalar yapsalar da, Cavayé ve Lemans kahramanın herhangi biri yani ‘bay herkes’ kimliğini yaratırken kendi hayatlarından yola çıkmışlar. ‘Ben olsam bu durumda ne yapardım?’ sorusunu sormuşlar kendilerine. Yönetmen, gangster olarak bildiği tek kişilerin metro istasyonundaki kaçak sigara satıcıları olduğunu fark etmiş meselâ Julien’i canlandıran Vincent Lindon’un da epey katkısı olmuş karakteri yaratmada. Sonuçta adalete karşı değil de, kaderciliğe karşı savaşan bir Julien karakteri çıkmış ortaya.Yönetmen, Liza rolü içinse, karakterin çöküşündeki kontrastı daha güçlü kılmak adına ışıltılı birini aramış. Diane Kruger role öyle oturmuş ki, bazı sahnelerde ekibin gözyaşlarına boğulmasına neden olmuş. Hatta kendini öyküye öyle ait hissetmiş ki, senaryoda olmadığı halde, Lisa’nın 20 yıl boyunca hapiste kalacağını telefonda öğrenmesi fikri de ona aitmiş. Küçük oyuncu Oscar’a, yani Lancelot Roch’a gelince… Fred Cavayé, onu 150 aday arasından, Diane Kruger’a benzerliği dolayısıyla, hatta gözlerinde aynı ışığı taşıdığını düşündüğü için seçmiş.

Yönetmen, oyuncuların karakterlerdeki dönüşümü daha iyi yansıtabilmeleri için, filmi kronolojik sıralamaya göre çekme kararı almış. Öykünün çoğu içeride geçiyor. Hapishanedeki Lisa’nın yavaş yavaş ışıltısını yitirip tanınmaz hale gelmesi, evlerindeki eşyaların teker teker yokolması gibi sahneler, filmi görsel açıdan da güçlü kılıyor. Çekimleri 11 hafta süren filmin büyük çoğunluğu Paris ve çevresinde geçse de, Cavayé ve ekibi, kameralarını, ‘Güney Amerika’yı yeniden yarattıkları Belçika ve İspanya’ya da taşımış. Yeniden yaratılan bir başka yer de hapishane koridorları. Diane Kruger’ın tutulduğu hapishanenin giriş koridorları için, Fransa Milli Kütüphanesi’nin koridorları kullanılmış. Hücre, konuşma odası gibi iç sahneler stüdyo ortamında yaratılmış. Dışarıdan duvarlarını gördüğümüz hapishane ise Meaux Hapishanesi.

Cinayetlere, patlayan silâhlara rağmen ‘Aşk Uğruna’ bir aşk filmi aslında. Julien karısına öyle aşık ki, onun canından vazgeçecek kadar mutsuz oluşu, üzüntüden deliye çeviriyor kahramanımızı. Öyle ki ahlâk yolundan çıkıyor. Karanlık adamlara bulaşıyor, eli silâha değiyor. Yönetmen kötüyle iyi arasındaki sınırı karanlıkta bırakarak anlatımına kendi gerçekliğini katıyor. İnsan ister istemez kendini Julien’in yerine koyuyor. ‘Ben olsam ne yapardım?’ Sorun bakalım kendinize, birisi kurulu yaşam saatinizi bozsa ve bundan en çok sevdikleriniz zarar görse siz o saati yeniden çalıştırmak için herşeyi göze alır mıydınız?

(01 Haziran 2009)

Gülay Oktar Ural

Can Çekişen Salonlara Soluk Aldırabilecek Bir Çözüm: Türkçe Dublaj

Gösterimdeki yeni filmleri sinemada izleme alışkanlığını henüz yitirmemiş olan tutkulu sinemaseverler, son zamanlarda salonların içine düştükleri “İkinci Fetret Devri”nin de farkındalar hiç kuşkusuz…

Başta İstanbul olmak üzere, irili ufaklı bütün kentlerdeki sinema salonları, tıpkı 1990’lı yıllarında ortalarında olduğu gibi yine büyük bir çöküş tehdidi altındalar… Nitekim, bu kötü gidişin acı meyveleri daha şimdiden alınmaya başlandı ve zincir salonlar işleten iki önemli kuruluş, AFM ile Umut-Sanat, geçtiğimiz Nisan ayının sonlarında gerek İstanbul-Teşvikiye, gerekse Karabük-Safranbolu’daki bazı salonlarının kapısına seyirci ilgisizliğinden dolayı kilit vurmak zorunda kaldı. Çok salonlu gösterim merkezlerinin yüksek işletme giderleriyle baş edebilmek için -en azından bazı salonlarını devreden çıkartarak- küçülme yoluna gitmesi, kitlelerin sinema alışkanlığından iyice koptukları yaz aylarında da yeni kapanışlarla süreceğe benziyor.

Bir yıldır sürüp giden ekonomik krizin, söz konusu talep daralmasında çok önemli bir payı var elbette… İnsanların aldıkları günlük ekmeğin hesabını bile titizlikle yaptıkları bunaltıcı bir süreçten geçiyoruz ve aileler ev bütçelerinde güç belâ denge kurma çabası içindeyken, tâlî bir kültürel ihtiyaç konumundaki “sinema gezisi”ne de doğal olarak öyle pek kolay sıra gelmiyor.

Öte yandan, salonlarda yaşanan bu ıssızlık, Türk sinemasının son dönem örnekleri söz konusu olduğunda çok daha iç karartıcı bir manzaraya dönüşmekte… Star gazetesinden değerli meslektaşım İhsan Kabil de 9 Mayıs 2009 Cumartesi günü, “Bir filmi seyredememek üzerine” başlıklı köşe yazısında aynı konuya değinmekteydi. Kabil, yakın zamanda gösterime giren iki Türk filmi, “Benim ve Roz’un Sonbaharı” ile (çekim mekânı, öyküsü ve oyuncularıyla “yarı yarıya Türk filmi” sayılabilecek olan) “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nı seyretmek üzere üst üste bir kaç kez farklı sinema salonlarına gittiğini, ancak yetkililerin “kendisinden başka seyirci olmaması” gerekçesiyle her seferinde gösterimleri iptâl ettiğini anlatıyordu o makalesinde…

Aynı sevimsiz durumu son aylarda sinema gişeleri önünde ben de sıklıkla yaşamaktayım. Ki bunlardan “Başka Semtin Çocukları”nda, seansı iptal eden salonun yöneticileriyle çata çat kavga etmişliğim de söz konusudur. Fakat, sonradan serinkanlı bir biçimde düşündüğümde, doğrusu ya adamlara hak vermek zorunda kaldım. Çünkü, benden 10 lira bilet bedeli tahsil edecek olan bu işletme, gösterimi gerçekleştirdiği film makinesinde ise ortalama 3 bin lira değerinde ve fiyatına göre de gayet kısa ömürlü bir projeksiyon lambası kullanıyordu. Böyle bir durumda ticarî açıdan kendinizi nasıl döndürebilirsiniz ki?

Sinema salonlarımızı, 1975’lerde periyodik televizyon yayınlarının başlaması ve 1980’lerde yaşanan video kaset furyasının ardından, bugünlerde tarihinin üçüncü büyük seyirci krizine sürükleyen asıl sebep, “korsan film izleme alışkanlığı”nın 7’den 70’e bütün toplumsal katmanları âdeta uyuşturucu müptelâlığı gibi kuşatıp esir etmesi… Son bir kaç yıldır, özellikle de genç kuşakta öylesine acayip bir tüketim mantığı gelişti ki sinema ve müzik başta olmak üzere, muhtelif fikir ve sanat eserlerini bedeli karşılığında satın alarak tüketmek düpedüz “ahmaklık” olarak algılanır hâle geldi. İlk aşamada ulusal müzik endüstrimizi çökerten bu hastalıklı yaklaşım şimdi de sinema işletmecilerinin gırtlağını sıkıyor.

Sanat üreticileriyle tüketicileri arasındaki ticarî ilişkide kaçak güreşenler, yani “korsan ürünle beslenen” bir kitle her zaman varolacaktır. Nitekim, bu tür bir asalaklar grubuna, ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın her yerinde rastlayabilirsiniz. Ancak, görece daha yüksek bir ekonomik refahın yanısıra belli bir tüketim bilinci ve toplumsal ahlâk düzlemine erişmiş olan ülkelerde ise -tıpkı önlerinde duran cenazenin namazını bütün mahalle adına kıldıran ve diğerlerini de bu yükümlülükten kurtaran ilkeli bir cemaat gibi- “Rapidshare”ci korsan meraklılarının yol açtıkları ticarî açığı “La Havle” çekerek sabırla kapatan, sorumluluk duygusuna sahip bir kitle de mutlaka bulunuyor. Bizdeki temel sorun ise bu ahlâkî dengeyi sağlayacak toplumsal grubun artık neredeyse tamamen ortadan kalkması… Günümüzde, en katıksız entelinden en kara cahiline kadar hemen herkes için “korsan ürün tüketmek” gayet sıradan ve olağan bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. “Çevrenizde en son ne zaman yasal müzik CD’si ya da film DVD’si satın almış birini gördünüz?” diye sorsam, böyle bir sorunun cevabı ülkemizdeki genel manzaraya da yeterince ışık tutacaktır.

İşte, sinema salonu işletmeciliğinin yeniden can çekişmeye başladığı böylesi bir kritik dönemeçte, bazı ithalâtçı kuruluşlar tarafından sessiz sedasız devreye sokulan “yabancı filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu büyük derdi kökünden çözemese bile yaraya belli ölçüde devâ olmaya adaydır.

Gerçi, “Türkçe dublaj” öyle çok da yabancısı olduğumuz bir uygulama değil; 2000’ler boyunca ardı ardına pek çok animasyon çocuk ve gençlik filmi (küçük izleyicilerin altyazıyla barışık olmadıkları dikkate alınarak) dünya çapında bir dublaj kalitesiyle gösterime sunulmaktaydı zaten…

Ancak, Warner Bros. şirketi, sektörün artık iyice oturmuş durumdaki işletmecilik geleneklerinde sürpriz bir değişikliğe giderek, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir “erişkin filmi”ni Türkçe dublajla gösterime sundu. Yönetmen Ron Howard’ın, sinema salonunda Türkçe seslendirilmiş olarak seyrettiğim son yapıtı “Melekler ve Şeytanlar”, (*) sahip olduğu yüksek dublaj kalitesiyle müthiş bir keyif verirken, önemli filmleri ana dilimde seyretmeyi ne kadar özlediğimi fark etmeme de vesile olacaktı. Hele de meslekî yetkinliğine öteden beri hayran olduğum seslendirme sanatçısı dostum Sungun Babacan’ın, sektördeki herkes tarafından çok iyi bilinen o müthiş Tom Hanks performansına geniş perdede yeniden tanık olmak apayrı bir heyecan kaynağıydı benim için. Türkiye’de gösterime giren herhangi bir Hanks filminde, eğer ki bu ünlü aktörü Babacan (**) seslendirmemişse, söz konusu yapıt dublaj kalitesini yarı yarıya kaybetmiş demektir. Nitekim, vaktiyle bir stüdyo sahibinden, Hanks’in kendisinin dahi onu seslendirecek yabancı sanatçıların test kayıtlarını dinlerken, Türkçe dublajlar için onu tercih ettiğini duymuşluğum vardır.

“Serüven”den “komedi”ye kadar hemen her türden yabancı filmin, iyi ya da kötü bir kalitede, fakat mutlaka Türkçe dublajlı gösterime girdiği 70’li ve 80’li yıllara ilişkin sinemasal hatıralarımın yeniden gözümün önünde canlanmasına yol açan bu uygulamayı -mevcut ekonomik koşulların yarattığı pazar daralmasını da göz önüne alarak- içtenlikle destekliyorum.

1980’li yıllarda, o dönemde sinema salonları üzerinde bir başka tehdit kaynağına dönüşen video kaset piyasası ve bu piyasanın sallapati çalışma yöntemleri nedeniyle, Türkiye’de seslendirme kalitesi fena hâlde düşmüştü. Öyle ki kahramanlarının adlarının bile üstünkörü çeviriler nedeniyle yanlış telâffuz edildiği aşırı döküntü dublajlar izler olmuştuk. Aradan geçen yıllarda ise “Harry Potter” tarzı iddialı filmlere -büyük ölçüde yabancı muhatapların baskısıyla- gösterilen ihtimam, kilo hesabı iş yapılan bu sektörde kaliteyi aşama aşama yeniden yükseltti. “Melekler ve Şeytanlar”da gözlemlediğim dublaj başarısı gösterime giren filmlerin büyük bir bölümünde aynen tutturulabilirse, pek çok filmin altyazılı olarak sunulmasına da gerek kalmayacak demektir. Bu da “Yazıları takip etmekte zorlanıyorum, gözlerim yoruluyor” gibi gerekçelerle sinemadan uzak duran, ağırlıklı olarak yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve kulağı yabancı dillere âşina olmayanlardan müteşekkil müşkülpesent bir seyirci kitlesinin yeniden kazanılmasına yardımcı olacaktır. Üstelik, işin ta en başında yapılacak olan böylesine titiz bir seslendirme çalışması, aynı filmin bir kaç ay sonra piyasaya sürülecek DVD versiyonu ve televizyon kanallarına satılacak kayıtlarında da aynı alandaki ihtiyacı -tekrar tekrar ekstra harcamalara girilmeksizin- en iyi biçimde karşılayabilir.

Velhasıl, Warner Bros’un başlattığı “erişkin kategorisindeki filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu açıdan son derece isabetli ve yararlı gözüküyor. Diğer ithalâtçı şirketlerin de hiç zaman yitirmeksizin, fakat “özenli çeviri”, “karakterlere uygun ses seçimi” ve “5.1 Dolby Digital ses kayıt” gibi temel kalite kriterlerinden ödün vermeden aynı uygulamaya yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından, eli yüzü düzgün gişe filmlerinde…

Öte yandan, filmleri orijinal dilinde seyretmeyi tercih eden daha rafine bir sinemasever topluluğu için, tıpkı 20-30 yıl önce olduğu gibi, belli sinemalarda “altyazılı kopya” seçeneği yine muhafaza edilebilir.

Sonuç olarak, sinema sektörü ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluğa şu ya da bu biçimde ayak uydurmak ve çeşitli “ayakta kalma formülleri” türetmek zorunda… Yoksa, 90’lı yılların ortalarında salon işletmeciliğinde yaşanan o büyük çöküş sürecine yeniden geri döneceğiz gibime geliyor.

(*) Bir erişkin filminde yıllar sonra yeniden Türkçe dublajla karşılaşmanın keyfi: “Melekler ve Şeytanlar”

(**) Türk dublaj sanatının büyük ustalarından, “iki ünlü Tom”un (Tom Hanks ve Tom Cruise) vazgeçilmez sesi: Sungun Babacan

* * *

Konuyla ilgili bazı haberler:

Bir Filmi Seyredememek Üzerine

AFM Sinemaları, Teşvikiye’deki 3 Salonunu Kapattı

AFM Teşvikiye ve Safranbolu Atamerkez Eurimages Sinemaları Kapandı

Başkent’in “Tarihi Sinemaları” Birer Birer Veda Ediyor

60 Yıllık Dadaş Sineması Kapandı

Yarım Asırlık Kılıçoğlu Sineması Kapandı

Sinemanın Çöküşü: Toplumun Çılgınlığı

(31 Mayıs 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

Ölüme Bakışınızı Değiştirecek Bir Film

Yaşama hep güzel anlamlar yükleriz; iyilik, güzellik, aydınlık, başlangıç yaşamla anılır. Kötülük, çirkinlik, karanlık ve son hep ölümündür. Alabildiğine kaçınılmaz ve gerçek olmasına karşın ölümü hep dışlamış, görmezden gelmişizdir. Bu psikolojik olarak çok açıklanabilir bir durum. İnsan korktuğu şeyden uzak durur. Korkularıyla yüzleşmekse herkesin harcı değildir.

Tıpkı filmimizin ana karakteri fotoğrafçı Finn gibi… Finn, her insan gibi (aynı zamanda her insana göre değiştiği gibi) yetişkin hayatının çocukluğuna hiç benzemediğinin farkına varıyor. Hatta zamanın akışının bile… Hepimiz için çocukluk sonsuzluk değil miydi? Her şey uzun ve dolu dolu geçmez miydi? Zaman daha yavaş akmaz mıydı? Sonra hepimiz büyüdük ve zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Yine zamanı suçladık. Zaman değişti, dedik… Aslında biz değişmiştik, yaşamımız, alışkanlıklarımız değişmişti.

Yeniden filme dönelim; Finn’i en son kendini ve zamanı sorgularken bırakmıştık. Finn sonrasında maddi tarafı zengin ama manevi tarafı dibe vurmuş zenginliği ve artan kâbuslarıyla yaşamını bilmediği bir noktaya doğru sürüklemeyi sürdürüyor. Kapalı mekânlarda ünlülerin fotoğraflarını çeken, dışarı çıktığında kulaklığıyla ile yine bir çeşit kapalı mekâna geçen Finn, gerçek hayatla ciddi bir iletişimsizlik sorunu yaşamakta. Bu arada hepimizin kapalı mekânda fotoğraf çekmek gibi bir durumu olmasa da, kulaklık takıp müzik dinleyerek dış dünyadan sıyrılma kaygısı zaten çağımızın genel sorunu…

Zihninin derinliklerine ittiği ölüm korkusu Finn’i bir gece arabasında yakalıyor. Yanlışlıkla ölümün fotoğrafını çeken Finn ile ölüm arasında o andan itibaren garip bir çekim başlıyor. Finn’in Düsseldorf’a geçişi ve Palermo’da hayatıyla yüzleşiyor. Ölümün peşine düştüğünü sanan Finn aslında kendisinin ölümün peşine düştüğünü görmesiyle acı bir şekilde sarsılıyor. Aslında bu hepimiz için geçerli. Ölüm bizim peşimizde değil, biz ölümün peşindeyiz.

Palermo’da Yüzleşme ölümün fikrini soruyor, ölüme söz hakkı veriyor. Ölümü ince, nazik, düşünceli ve kırılgan bir adama benzetiyor. Ölüm insanlara hayatın kıymetini bilmeleri için varolduğunu hatırlatıyor. İnsanın kendi kendini ehlileştirebileceği ve kendi ölümünü bile kabûllenmesinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bu arada hâlâ zihnimde 40 yıl önceki Easy Rider filmindeki Dennis Hopper’ı silemediğim aktör Palermo Shooting’de devleşiyor…

Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, sinema dersi sayılabilecek bir filme imza atmış, hatta bu filme nadide bir sanat eseri demek istiyorum, huzurlarınızda… Dıştan bakıldığında oldukça modern hayat tarzıyla yaşadığımız zamanın filmi olan ama sinemasal diliyle bize (adandığı üzere) Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni sineması tadını veren bir başyapıt. Sinema salonunda izleme zevkinden kendinizi mahrum etmeyin, pişman olmazsınız. 🙂

(30 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk

29 Mayıs 2009 Haftası

“Darbe”, özel yetenekleri olan insanların, kendilerini ‘silâh’a dönüştürmek isteyen ‘devletin derin güçleri’yle huzursuz edici mücadelesinden bir kesiti aktarırken, bu serüvende olayların geçtiği kent olan Hong Kong kadar karmaşık, canlı ve taşkın bir film olmuş. 28 yaşındaki Chris Evans ile 15’i doldurmuş Dakota Fanning’in perdedeki kimyalarının bu denli uyuşacağını asla düşünemezdim fakat bu ikili sihirli gibi; izleyeni yanlarına çekiyorlar adeta.

“Davetsiz”, bozulmuş bir ruhiyatın onarılma ihtimalinin düşüklüğüne dair dehşet verici sürpriz tuzağını seyirciye hissettirmeden kurarken karabasanlardan yararlanan, bir ikinci sürüm olarak çok muhkem bir çalışma.

“Donmuş Irmak”, anne olmak ve parasızlık iç içe geçince, çetin iklim koşullarına rağmen risk alarak yasa dışı iş yapmanın nasıl ‘her tür sınır’ı yok edeceğini, iki kadının mücadele gücüyle öğretiyor bize: Yapımı ve çekimleri de çeşitli zorluklarla mücadeleleri içeren bu filmi gerçekleştiren kadınlara büyük saygı duyuyorum.

“Evlilik Sınavı”nda, ilk büyük savaşta milyonlarca gencin ölüp geriye acılar bıraktığı, makineleşmenin insan gücünün yerini iyice almaya başladığı, modern dünyanın aykırı fikirlerinin katı kuralları sarstığı bir dönemde, iflâs etmiş, ‘solmuş’ ve iyice köhnemiş İngiliz taşrasından bir aristokrat aileye gelen Amerikalı dul gelinin tüm taşları yerinden nasıl oynattığı anlatılmakta… Noel Coward’ın (1899 – 1973) oyunu beyazperdede en doğru kurguyla yerini bulmuş. Jessica Biel’ın çok ayrıntılı performansıyla değer kazanan gelin Larita’nın içinde bulunduğu durumu, yeni olana direncin kırılma zorluğunu, aşkın nasıl her şeyden vazgeçebilmek olduğunu ve “savaşta gençler, barışta yaşlılar ölür” sözünden hareketle yaşamın o acımasız yanını iyi bilenler, tam olarak anlayacaklar. İzlemesi kekremsi bir keyif veren acı güldürü!

“Palermo’da Yüzleşme”, bir adamın, ölümün bir son değil yeni bir doğum/başlangıç olduğunu öğrenme ve kabûl etme yolculuğunu fotoğraf estetiğini kullanarak anlatan, olgun / zarif bir sinema örneği.

“Sokakların Kralı Romeo”, sokak hayvanlarına karakter yükleyen ancak onları bu karakterleri yüzünden yargılamayan yapıcı mesajlarını ve fonu zayıf olsa da kahramanlara odaklanmanızı sağlayan dinamik stilini sevebileceğiniz, şarkıları – dansları ile de koltuğunuzda kıpır kıpır kıpırdanacağınız Hint bilgisayar animasyonu. Türkçe seslendirmede, dudak hareketleri ile sözcüklerin eşzamanı için uydurulmuş, bize özgü bazı muziplikler hoşunuza gidecek.

(28 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Amerika’dan Hayat Manzaları

Donmuş Irmak (Frozen River)
Yönetmen-Senaryo: Courtney Hunt
Müzik: Peter Golub-Shahzad Ismaily
Görüntü: Reed Morano
Oyuncular: Melissa Leo (Ray Eddy), Misty Upham (Lila), Charlie McDermott (T. J. Eddy), James Reilly (Ricky Eddy)
Yapım: Sony Classics (2008)

Amerika’da ‘küçük karanlık bayan’ diye anılan yönetmen Courtney Hunt, ‘Donmuş Irmak’ filminde ‘süper güç’ Amerika’yı gerçekçi bir sinemayla perdeye yansıtıyor. Bu bağımsız film 2008’de Sundance Film Festivali’nde ‘Büyük Jüri Ödülü’nü de kazanmıştı.

Kumarbaz kocası evi terk edince iki oğluyla yapayalnız kalan Ray’in en büyük düşü bir ev sahibi olmak. Bir mağazada çalışan Ray’in diğer arabası çalınıyor. Bu olay onun hayatına macera ve para getiriyor bir zaman sonra. Ray, arabayı çalan Mohawk kızılderilisi bir kadınla, Lila’yla beraber göçmenleri ve sığınmacıları Kanada’dan ABD’ye, New York eyaletine arabanın bagajında taşıyorlar. Karşılığında da insan kaçakçılarından binikiyüz dolar kazanıyor bu iki kadın. Genç kadın Lila’nın da sorunları var. Bebeğini annesi almış ve ona göstermiyor. Lila da para kazanıp bebeğini yanına almak istiyor. Lila, Mohawk bölgesinde bir döküntü bir karavanda tek başına yaşıyor. Bu iki kederli kadın ellerinde olmadan kader birliği yapıyorlar işte. Doğuda kalan Kanada-ABD sınırı eksi yirmilerde soğuk olduğu için aradaki St. Lawrence Nehri donuyor. Böylece sınır kapısından geçmeden ırmak üzerinden göçmenleri ve sığınmacıları kolayca Amerika’ya geçirebiliyorlar. Sınır devriye polisleri, Ray beyaz olduğu için arabayı pek durdurmuyorlar. Kadın yönetmen Courtney Hunt, alttan alta beyaz kültürün bakışına eleştiri de getiriyor bu filminde. Bu beyaz kültürde ırkçılığın sosyopsikolojik ve külürel bir olgu olduğunu hissettiriyor yönetmen.

Bomba değil, bebek

İlk uzun filmini çeken Hunt, bu dingin ve sade anlatımlı bağımsız Amerikan sinemasından gelen “Frozen River-Donmuş Irmak”la, çeşitli festivallerden ödüllerle döndü. Aldığı en büyük ödül de, “bağımsız sinemanın kâbesi” olarak değerlendirilen Sundance Film Festivali’nde kazandığı “Jüri Büyük Ödülü” oldu. Hunt, bu filminde uluslararası anlamda adı duyulmamış oyuncularla çalışmış. Mekânlar ve karakterler gerçekçi. Bu film, Hollywood’un yansıttığı “büyüleyici” Amerika’dan görüntüler sunmuyor. İşsizlik ve gelecek korkusu yaşayan yoksulları anlatıyor. O, süper güç ve zengin ülke Amerika’dan insan manzaraları sunuyor bu film. Önyargılar ve ırkçılık da yansıyor filme. Öncelikle 11 Eylül’den sonra toplumu yönlendiren önyargılar Hunt’ın “Donmuş Irmak” filminde hemen fark ediliyor. Birçok insanı Kanada’dan Amerika’ya geçiren Ray ve Lila, bir Pakistanlı sığınmacı aileyi de sınırdan geçirirken bir trajedinin kıyısından dönülüyor. Pakistanlı karı-koca bagaja binerken, çantalarını da arabanın arka koltuğuna bırakıyorlar. Irmağı geçerlerken Ray, içinde bomba olur diye çantayı dışarı atıyor. Sınırı geçtikten sonra felâket anlaşılıyor. Çantanın içinde bomba değil bebek vardır. Bebek hayata dönünce (belgesel gerçekliğinde olduğu gibi) gözleriniz doluyor hemen. İşte böylesine gerçekçi bir film bu. Yönetmen Hunt’a Amerika’da “küçük karanlık bayan” dediklerini de anımsatalım. “Süpermen”lerin, “Batman”lerin, “Örümcek Adam”ların ötesindeki gerçek Amerika’yı beyazperdede görmek isteyenler için “Donmuş Irmak” filmi. Fonda duyulan müzikler de iyiydi.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

Wenders’in Büyülendiği Her Şey

Palermo’da Yüzleşme (Palermo Shooting)
Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Norman Ohler, Wim Wenders
Görüntü: Franz Lustig
Oyuncular: Campino (Finn), Giovanna Mezzogiorno (Flavia), Dennis Hopper (Ölüm Frank)
Yapım: Almanya (2008)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Wim Wenders’in ‘Palermo’da Yüzleşme’, mistik yönleriyle öne çıkıyor. Bu film, Wenders’in sevdiği her şeyi bir araya getirirken Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye de saygı sunuyor.

Wim Wenders usta, neredeyse on beş yılı aşkın bir zaman sonra ülkesine, Almanya’ya dönüyor. Wenders, “Palermo Shooting-Palermo’da Yüzleşme”yi 2007’nin yazında aynı gün ölen iki büyük usta, Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye adamış. Bu filmde, Bergman’ın 1956 yapımı “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür”le Antonioni’nin 1966 yapımı “Blowup-Cinayeti Gördüm” filmlerinin ruhunu hissediyorsunuz. Wenders, Werner Herzog, Volker Schlöndorf, Rainer Werner Fassbinder gibi “Yeni Alman Sineması”nın önemli yönetmenlerinden. Savaş sonrası kuşağının bu sorgulayıcı yönetmenleri filmleriyle sinemaya yeni bakış açıları getirdiler. Wenders, Amerika yollarına düştü. Şimdi Avrupa’ya, ülkesi Almanya’ya döndü. Aynı zamanda kendi doğduğu şehir Düsseldorf’a da dönüyor “Palermo’da Yüzleşme”yle.

Ölüm ve fotoğraf

Fotoğraf sanatçısı Finn, anlamlandıramadığı kâbuslar gördüğü için doğru düzgün uyuyamıyor. Gölgelerin düştüğü grimsi tonların olduğu evinde her sabah aynı anı yaşıyor sanki. Her uyandığında ışıklar içindeki solgun Düsseldorf’u seyrediyor. Finn, yoğunlukla iç mekânlarda ve yapay dekorlarda çalışan bir sanatçı. Hamile olan son modeli (Milla Jovovich), onu hem dış hem gerçek mekânlara itiyor. Puslu ve gri bulutlu Düsseldorf’tan güneşli Palermo’ya uzanmak gerçeküstü bir an gibi. Açıkhava müzesi gibi Sicilya adasının şehri Palermo onun kâbuslarıyla da yüzleşmesine neden oluyor. Ama, öncesinde Ölüm’le yüz yüze gelmesi gerekiyor Finn’in. Farkında olmasa da Ölüm’ün fotoğrafını çekiyor o muhteşem panaromik fotoğraf makinesiyle. Düsseldorf şehrinde mavimsi tat veren bir gri renk tonuyla mekânlarını yansıtırken, Palermo şehrindeyse renkler birdenbire açıyor. Film, dışavurumculukla gerçeküstücülük estetikleri arasında da gidip geliyor böylece. Düsseldorf’ta, gölgeler, mekânlara düşen ışıklar, dekorlar sanki Finn’in iç dünyasından dışa yansıyanlar gibi. Palermo’daki mekânlar, ışık düzenlemeleri, renkler sanki bir rüyadan perdeye yansıyanlar gibi. Palermo, mistisizmi daha yoğun hissettiriyor seyirciye. Finn, Palermo’da bir “filanör” gibi aylak aylak dolaşıp duruyor. Fotoğraflar çekiyor. Bir bankta uyuyakalan Finn, uyandığında resmini yapan Flavia’yla karşılaşıyor. Resim restorasyonuyla uğraşan Flavia’yla arkadaşlığını da ilerleten Finn, Ölüm’le yüz yüze geliyor sonra. Finn, kendine Frank diyen Ölüm’le fotoğraf üzerine yaptığı felsefi konuşmaları gerçekten heyecan vericiydi. Çekilen her fotoğraf ölümü mü hatırlatıyor? Yoksa doğrudan ölüm müdür?

Wenders bu filminde fonda az müzik kullanmış. Seyirci, Finn’in kulaklığıyla dinlediği müzikleri duyuyor yoğunlukla. Kulaklıkta duyulan bu müzikler, seyirciyi Finn’in ruhunun içine alıyordur belki de. Wenders, seyirciyi Finn gibi bilinmezlikler içinde oradan oraya savuruyor çünkü. Alman müzisyen Campino filmde iyi bir performans gösteriyor. Kendisi de Düsseldorf doğumlu olan Campino, “Die Toten Hosen” (Ölü Pantolonlar) adlı çılgın bir punk müzik grubunun da solisti. Flavia karakterini canlandıran İtalyan kadın oyuncu Giovanna Mezzogiorno’yu Ferzan Özpetek’in 2003 yapımı “La Finestra di Fronte-Karşı Pencere” filminden anımsayabilirsiniz. Amerikalı aktör-yönetmen Dennis Hopper da Ölüm Frank rolüyle filme çok şey katıyor. Aslında bu filmde Wenders’in sevdiği her şey bir araya gelmiş sanki. Doğduğu şehir Düsseldorf, büyülü Akdeniz şehri Palermo ve Amerika’yı hissettiren büyük oyuncu Dennis Hopper, punk şarkıcısı Campino, rockçı Lou Reed, oyuncu Milla Jovovich, Bergman, Antonioni ve tabii ki fotoğraf sanatı. 14 Ağustos 1945′te Düsseldorf’ta doğan Wenders, Cannes Film Festivali’nde iki ödül kazandı. 1984’te “Paris, Texas” filmiyle “Altın Palmiye”yi alırken, 1987’de “Der Himmel über Berlin-Arzunun Kanatları”yla da “En İyi Yönetmen” oldu. 1982 yılında Venedik Festivali’nde “Stand der Dinge-Olayların Gidişi”yle ilk büyük ödülü “Altın Aslan”ı kazanmıştı Wenders. Ustanın “Palermo’da Yüzleşme” filmini Filmekimi’nde görmüştük.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

22 Mayıs 2009 Haftası

“Arkadaşımın Aşkı”, ‘belden aşağı’ espri ve komikliklerde sınırlarınızı zorladığı için ya sevginizi ya da nefretinizi kazanacak; ortası yok bence: Anımsatalım, ilk bakışta basit gibi gözükse de, kolay yazılıp çekilen bir film türü değil.

“Lilli ve Sihirli Kitabı”, Yabancı Film Oscar Ödülü kazanan “Die Falscher – Kalpazanlar”ı, yanı sıra korku – gerilim “Anatomie”nin iki bölümünü de yöneten ve böylece iyi bir yönetmenin tek bir türe ya da anlayışa saplanıp kalmayacağını ispat eden Avusturyalı yönetmen Stefan Ruzowitzky’nin aile için çektiği, estetiği yüksek fantastik film. Dijital animasyon karakteri ile canlı oyuncuları aynı karede yönetmenin zorluğunu rahatlıkla halletmiş, bazı trük ve fikirleri “Body Snatchers” ya da “Halloween III: Season of the Witch” gibi bilinen örneklerden almış, Orta Avrupa soğukluğunu fakat aynı anda sanatını yansıtan, 13 yaş grubu altına birkaç numara büyük gelebilecek bir çalışma. Ben çok zevk aldım. (Keşke orijinal sesleriyle izleyebilseydik.)

“Müzede Bir Gece 2”, her yaştan izleyicinin düşlerini süsleyen tarihe bir yolculuğu, zamanı geriye alarak değil, tarihi kişilere, canlılara, olaylara, mekânlara günümüzde hayat vererek büyük bir serüvene dönüştürürken teknolojinin tüm olanaklarını seferber ediyor. Eğer, örneğin Abraham Lincoln’ün ‘bölerek yen’ öğüdüne, örneğin Kızılderili katillerinin önde geleni General Custer’ın sevimli gibi gösterilmesine takılmazsanız zevk alabilirsiniz.

(22 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Altın Koza Sinemacılara Neden Değer Vermiyor? Festivaller Sadece Festival Yöneticilerinin midir?

Son dört yılda hızlı bir sayısal artış gösteren Türk filmleri ulusal festivallere de bir renk getirdi. Ama festivallerin Türk sinemasına yaklaşımındaki bir bulanıklık da su yüzüne çıktı.

Dört yıl öncesine kadar, Antalya ve İstanbul Ulusal Festivalleri yeterli sayıda yerli yapım bulmakta zorlanıyordu. Filmler “ön eleme” gerektirmeksizin doğrudan festivallere katılıyordu. Hatta festival yöneticileri film sahiplerini yarışmalı bölümlere katılmaları için uyarıyor, çağırıyordu. Yoksa yeterli katılımı bulamayacak, yarışmaları iptal olacaktı! Sinemacılarla festival düzenleyicileri festivallerin sürdürülmesi için birbirleriyle sıkı bir dayanışma içindeydiler.

Peki sonra ne oldu? Her yıl yeni 34 – 40 film üretilmeye başlandı. Festivallere belediyelerin yanında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve özel sponsorların katkısı artmaya başladı. Temelden uluslararası olarak kurulan İstanbul Festivali’nin yanı sıra diğer ulusal festivaller de “uluslararası” yarışma bölümleri açtılar.

Ve bu gelişmelerle birlikte festivallerle daha doğrusu festival yöneticilerinin yönetme tarzıyla sinema profesyonellerinin örgütleri arasına bir mesafe girmeye başladı.

Çünkü uluslararası olmak demek; festival yönetiminde, uluslararası film ve sanatçı trafiğini kurabilecek bilgi ve görgüye sahip kişiler ve kuruluşlarla işbirliği yapmak demekti. Bu nedenle festival yönetiminde, sinema alanında uluslararası deneyimi olan vakıf, dernek gibi kuruluşlar veya iletişim, organizasyon, medya ve sinema kültürü çevresinden insanlar yer almaya başladı.

KÜÇÜK CANNES’LERİ BEN YARATTIM!

Ne var ki bu yeni oluşum bazı yönlerden “yerli sinema”nın hayrına gelişmedi!

Bu yeni festivalci kadrolar “Küçük Cannes’ları ben yarattım!” edası içinde Türk sinemasının da sadece kendilerinden sorulabileceği kanaatine vardılar!

Kimin sayesinde dersiniz?

Yeni yeni kurulan meslek birlikleriyle birlikte bunca örgütsel bolluğuna karşın “irade” ve “itibar” oluşturmakta ve kullanmakta yetersiz kalan sinema sanatçıları ve üreticileri sayesinde!

Sinema dünyasının çekirdeğinde yer almalarına karşın, kendi üretimleriyle oluşturulan festivallerde sadece “festival misafiri” kontenjanından yer bulmaya başladılar!

İşte Adana Altın Koza Film Festivali’nin son iki yılı bunun tipik bir örneği.

İki yıl öncesine kadar filmlerin ön jürilerinden, ana jürilerine, “Onur” ödülü verilecek sinema sanatçılarının kimler olacağına kadar sinema kuruluşlarıyla birlikte saptanırdı. Ön jüriler de ana jüriler de hiçbir manüpülasyona meydan vermeyecek şekilde ilgili meslek kuruluşlarınca ayrı ayrı seçilirdi.

2008 yılında, bilinmeyen eller, Altın Koza Yönetmeliğini değiştirdi. Artık ön jüri oluşturulmayacak ve filmlerin ön elemesini “Festival Kurulu” yapacaktı. Ana jüriyi de Festival Koordinatörlüğü belirleyecek ve -ne anlama geliyorsa- Ulusal Sinema Platformu’nu da bilgilendireceklerdi! (Oysa USP bunu medyadan da duyabilirdi!)

Derken “Onur” ödülü verecekleri sanatçıları da danışmakta nazlanır oldular.

Peki yönetmeliğe göre, Festival Kurulu ve içinden bu kurulun oluşturulduğu “Festival Danışma Kurulu” kimlerden oluşuyordu? “Kültür ve sanat kuruluşları temsilcileri” lâfı geçiyordu ama bu “sinemacı kuruluşları” anlamına gelmiyordu.

İşte size son iki yılın Altın Koza Festival Kurulu:

2008: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk – Başak Emre

2009: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk

Evet tıpatıp aynı! Üç sinema eleştirmeni bir Altın Koza Koordinatörü ve bir Ankara Sinema Derneği Başkanı ve Festival Koordinatörü! İki yılda 60 yerli filmin hangilerinin yarışabilir hangilerinin elenebilir olduğuna bu kişiler kanaat getirmiş!

(İki sinema eleştirmeninin adlarını özellikle koyu belirttim. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışmasında da Alin Taşçıyan ve Esin Küçüktepepınar ön seçici kurulda varlar. İki yılda iki ayrı festivalde toplam dört kez ön seçici kurul üyesi olmuşlar. “Milli Ön Jüri” üyelerimiz diyebiliriz!)

Peki bu altmış filmin üretildiği sektör nerede? Eser sahipleri yönetmen, senaryo yazarı ve özgün film müziği bestecilerinin, oyuncu ve yapımcıların temsilcilerinin bu değerlendirmede hak ve yetkileri yok mu? Onlar -hani sinema dünyasının çekirdeği olamadılar- bir elmanın ikinci yarısı bile değiller mi?

Peki Festivalin Danışma Kurulu? Onun da geçen yıl açıklanan listesinde eser sahiplerinden hiçbir temsilci yok!

BİR MARTAVAL: DÜNYA DA BÖYLE YAPIYOR!

Altın Koza Ulusal Yarışması’nı sinemanın üretici, yaratıcı güçlerinin iradesinden kopararak yarışacak filmler konusunda bu otoriter ve mutlakiyetçi hakimiyeti kuran tutum sahipleri kendilerini şöyle savunuyorlar; bu uygulama bütün dünyada böyledir, ön elemeyi festival kurulları yapar, festival kurulları kendini gizli tutar vs. vs.

Oysa bu bir martaval! Bahsettikleri uygulamalar uluslararası festivallerin uygulamalarıdır. Uluslararası festivaller adı üzerinde “uluslararası”dırlar ve maddeten, fiilen -ve mantıken!- bir ön jüri uygulaması yapamazlar.

Filmleri, kimisini davet yöntemiyle kimilerini yıl içerisinde ülkeleri dolaşarak film seçen ajanları aracılığıyla ve nihayet kimilerini de festival merkezinde izleyerek değerlendirirler. Yüzlerce -hatta diğer bölümleriyle binlerce!- filmin altından ancak bütün bir yıl çalışarak kalkarlar. Ana jürilerini de değişik ülkelerden sanatçılarla yapılan bir çok görüşmeden sonra tesbit eder ve oluştururlar.

Oysa biz kendi festivallerimizin ulusal yarışma bölümlerinden bahsediyoruz! Kaldı ki bizim ulusal festivallerimiz ciddi miktarda parasal ödül dağıtıyor ve çok sayıda film katılımı oluyor. Hangi ülkelerin ulusal festivalleriyle içerik benzerliğimiz var?

Hem her şey bir yana bu Recaizade Ekrem romanı kahramanlarına benzer batı taklitçiliğini neden yapalım?

En prestijli ulusal festivalimiz olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, ön jüri oluşturuyor! Geçen yıl 3 yönetmen, 2 oyuncu 1 yapımcı ve 4 eleştirmen veya sinema kültür elemanından oluşturdu ön jüriyi.

Hata mı yaptı? Yoksa tüm dünyadaki örnekleri mi bilmiyor muydu?

Hem Antalya Festivali, ön jürisinin kimlerden oluştuğunu 15 Temmuz’da yani ön elemeler öncesi basına açıkladı. Fena mı oldu? Festival Kurulunu gizli tutmak da neyin nesi?

BURASI PADİŞAHLIK MI?

Altın Koza’nın sinema sanatçılarını ve üretenlerini dışlayan Danışma ve Festival kurullarının çelişkili ve keyfi kararlar aldığı da konunun bir diğer yanı. Geçen yıl, DVD’si çıkmış, televizyonda gösterilmiş filmleri veya dışarda ve içerde çok festival gezmiş ve/veya ödüller almış olan “Yumurta”, “Yaşamın Kıyısında” ve “Rıza”yı yarışmalı bölüme almadılar.

Bu yıl aynı özelliklerde “Süt”, “Vicdan” ve “Pandora’nın Kutusu”nu aldılar!

Yine bu yıl, festival yönetmeliğinde “uzun metraj ve konulu” şartı yazılı yarışmalı bölüme geçen yıl en prestijli uluslararası belgesel film festivalinde yarışmış bir belgeseli aldılar!

Öyle 4. Murat’ın canı alkol çektiğinde yasağı kaldırması gibi yönetmelikleri gerip esneterek ya da kuralları bir var bir yok kabûl ederek ön eleme yapmak, katılan filmlerin sanatçılarına karşı saygısızlıktır.

Yerli festivallerde bu tür “zaaf yılları” çokca hüküm sürmüştür. 1960 – 75 arası Türk sinemasının en parlak olduğu yıllarda da ulusal festivallerde bir “Türker Abi Etkisi”nin hüküm sürdüğü bilinir, anlatılır. Yarışmaya katılacak filmler de, jüriler de ve ödülleri kimlerin alacağı da bu “etki”den nasibini alırdı!

Son dört yılın uygulamalarına bakılırsa sinema sanatını yapanlar adına benzer bir “zaaf yılları” yaşanmıyor mu?

Açık, saf ve yan tutmasız bir bakışla, salt akılla, bu işte bir eksiklik bir yanlışlık olduğu belli değil midir?

(22 Mayıs 2009)

Aydın Sayman

Mavi ile Kırmızının Filmi

Reklâm filmleriyle tanınan Bahadır Karataş, -tam bir sinema ustası edasıyla- çektiği ilk filmi “Usta” ile şu günlerde vizyonda seyirciyi yokluyor. Yönetimi, oyunculuğu, sesi, ışığı… her yönüyle seyirciye orijinal bir deneyim yaşatacak “Usta”nın yönetmeni Bahadır Karataş ile birlikte keyifli bir sohbete koyuluyoruz. Karataş, “Usta”nın ikinci ve üçüncü izleyişte yeni şeyler keşfedilecek bir film olduğunu söylüyor. “Filmi bir kez daha izlemek isterseniz mavi ile kırmızının filmi olarak izleyin, çünkü ben daha ilk andan itibaren dışı soğuk, içi sıcak bir film olsun istedim.” diyor. “Usta”, iki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle, tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi… Bir taraftan da derinlerinde bir yerlerde Deli Dumrul’un ruhunu saklayan eski bir Türk masalı…

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” sözü birçok insana çok romantik gelebilir… Gerçekten bir kitap her şeyi değiştirdi mi? Yoksa bu biraz dramatize edilmiş bir yorum mu?

Gerçekten de bir kitap okudum ve hayatım değişti. İnanması zor gelebilir. Ama bu olay çok keskin bir ayrım benim hayatımda… Ondan öncesinde sinemayla herkes kadar ilgiliydim aslında. Herkes kadar seviyordum. Film izliyordum. Sinemaya ilgisiz değildim ama bir meslek olarak, bir hayat tarzı olarak seçme cesareti, düşüncesi yoktu. O kitabı bitirdim ve kapağını kapattıktan sonra “Aaa ben de artık hayatta ne istediğini bilen bir insanım” diyerek kapattım. O kadar dramatik yani…

Adı neydi bu kitabın, nasıl bir kitaptı?

“Sinemanın Temel İlkeleri” isimli bir kitaptı. Sergey Ayzenştayn’ın çağdaşı Vsevold Pudovkin’in yazdığı, Nijat Özön’ün Türkçeye çevirdiği ve sanıyorum Türkiye’de sinema hakkında yayınlamış ilk kitaplardan birisi… Benim elime çok sonraları geçti tabii. Sararmış, incecik bir kitaptı. Hayatımı baştan aşağı değiştirdi. ODTÜ’yü bıraktım. Önce yurt dışında okumak istedim. Ama olanaksızlıklardan dolayı öyle bir şey olmayacağını gördüm. Yeniden sınavlara girdim. Eskişehir Sinema TV’ye gittim. Okul hayatım boyunca, film izledim, film okudum, film yedim, film içtim… Tam bir film kurduna dönüştüm. Okulu birincilikle kazanmıştım ve birincilikle bitirdim. Bu kısmını özellikle söylüyorum çünkü bu sayede bir burs kazandım. Burs, dünyanın herhangi bir üniversitesinde okuma hakkını veriyordu. Tabii bu benim için harika bir fırsattı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin Sinema Sanatları Akedemisi’ne (U. S. C.) kabûl edildim. 3 senelik yüksek lisans çalışmasının ardından Hollanda’ya gittim.

Hollanda da ne yaptınız?

Hollanda’da sinema endüstrisinde çalışmadım. Bir senaryo üzerine çalıştım. Duvar boyadım, marangozluk yaptım falan… Sonunda senaryomu tamamladım ve Türkiye’ye döndüm.

Döndüğünüzde sizi ne bekliyordu?

Herkes yüzüme baktı ve “İyi, hoş geldin” dediler. (gülüyor) “Ama benim… senaryom var… film çekmek istiyorum…” dedim. “Öyle mi genç, sen şöyle geç bakalım, herkes gibi başla çalışmaya” dediler haklı olarak… Ben de kendimi reklâm filmlerinin içinde buldum. Bir yandan da senaryolar geliştirdim…

Aslında Türkiye’de birçok genç yönetmenin sinemaya geçmeden önce bir reklâm geçmişi oluyor… Yani reklâmlar sinemaya geçmek için bir basamak mı? Maddi tarafı su götürmez ama manevi olarak neler katıyor?

Bence keskin bir ayrım olmamalı. Her ikisinde de yönetmenlik yapıyorsun. Ben sadece sinema filmi yönetmeni olacağım, başka da bir şey yapmayacağım demek doğru bir şey değil bence. Yine oyuncularla, kamerayla, ışıkla çalışıyorsun. Reklâm filmleri de sinemanın dilinin, gücünün kullanıldığı bir alan. Tabii salt ticari kaygı var. Para kazanıyoruz. Bence küçümsememek lâzım… Ben yine reklâm filmleri çekmeye devam edeceğim. Bir taraftan da sinema yapmak için elimizden geleni yapmayı sürdüreceğiz. Bence bu işin en önemli kısmı senaryo… İnsanları inandıracağınız, heyecanlandıracağınız, birlikte yürümeye ikna edebileceğiniz bir senaryonuz olmalı.

Tıpkı “Usta”nın senaryosu gibi…

Evet evet… Ben senaryolar üzerine çalışırken Şehsuvar Aktaş’a teklif götürmüştüm. O da Deli Dumrul uyarlaması fikriyle geldi… Bunu günümüz Türkiye’sine nasıl uyarlarız, diye düşünmeye başladık. Önce yazdığı başka bir hikâyenin üzerine gittik. Uçak falan yoktu işin içinde. Sonra o olmadı, çok tatmin edici bir sonuç çıkmadı ve o yol kapandı. Bir süre sonra işe yeniden saldırdık. Bu kez işin içine uçaklar da girdi. Sonrasında Şehsuvar öyküyü yazdı. Senaryoyu Şehsuvar’la birlikte yazacaktık ama Şehşuvar işim var diye kaytardı. (gülüyor) Senaryo işi bana kaldı.

Eskişehir sizin hayalinize ilk adımı attığınız yer. Bu anlamda ilk uzun metraj filminizin Eskişehir’de olması bilinçli bir tercih mi yoksa güzel bir tesadüf mü?

İlk başta Eskişehir yoktu. Daha düşsel, bilinmeyen, Anadolu’nun ücra bir köşesi fikri vardı. Tabii Eskişehir olunca bütün atmosfer değişti. Ben çok da farkında olmadan hayatım değiştikçe, o da değişmeye başladı. Daha gerçekçi, daha hayattan, günümüz Türkiyesi’ne göndermeler yapan bir hale geldi.

Yazar Ayfer Tunç hangi aşamada devreye girdi?

Çekmeye başladığımızda Ayfer Tunç devreye girdi. Ayfer’le birlikte senaryoyu yeniden ele aldık. Filme gerçekten çok güzel hikâyeler kattı.

Filmin başında 5 dakika belki de daha uzun bir steadicam ile takip sahnesi var. Ve başka uzun ve kesintisiz plânlar…

Uzun ve kesintisiz plânlar Usta’nın en büyük tarz özelliği… Bunu ilginçlik olsun diye yapmadık. Zaten seyircinin çok da umursayacağı bir şey değil. Olmamalı da zaten. Bu şöyle bir denemeydi; hikâyeyi nasıl çekersek hayata daha yakın oluruz, diye düşündük.

Hayatın akışını kesmemek gibi yani…

Evet evet, hayatın akışını bölmemeye çalıştık. Seyirci de sanayi mahallesinde karakterlerle birlikte dolanmalıydı, o kadar serbest olmalıydı. Görüntüsüyle, sesiyle her şeyiyle seyirciye böyle bir deneyim yaşatabilir miyiz, dedik. Sanal bir gerçeklik yaratmak istedik aslında…

Görüntü yönetmeni Mirsad Herovic’i de anmalı… Gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Tabii Emir Kustrica ile çalışmış, çok tecrübeli bir isim. Ama bu proje onu oldukça zorlamış. “Kamera her yeri görüyor, ışık koyacak yer bırakmadın bana” demiş size öyle mi?

Evet ilk sorusu “Ben bu işe nasıl ışık yapacağım” olmuştu. (gülüyor) Bu sayede çok orijinal çekimler yaptık. Mirsad çok yaratıcı bir adam… Projeyi ilk duyduğu andan itibaren çok heyecanlandı. “Emir Kustrica ile çalıştığımdan beri bu kadar heyecanlanmamıştım” dedi. Hâttâ hepimizden fazla heyecanlıydı. O adrenalini, vücudunda akan kanı hissediyordunuz.

Filmin dekoru Eskişehir sanki… Dekor olduğunu da inanmak zor…

Onun da doğal olmasına çaba gösterdik. Doğallığı bozmadan kullanmaya çalıştık. Dekor olan, hikâyenin geçtiği ev, ambar, bahçe… Öyle bir yer yoktu aslında… Bir tepe kiraladık ve orayı yeniden yarattık. Greyderlerle düzelttik, mısırlar, domatesler ektik… Başka bir dekorumuz da yoktu herhalde…

Filme yakıştırılan günümüzde geçen dönem filmi ibaresi gerçekten çok ilginç… Galiba insanlar artık bir şeylere karşı inançlarını iyice yitirdikleri için “Bu olsa olsa dönem filmidir” diye yaklaşıyor galiba…

Doğru, galiba biraz öyle… İnsanlar “atı alan Üsküdar’ı geçmiş ne gereği var böyle şeylerle uğraşmanın” diye düşünebiliyor. Doğan’ın buna verecek çok profesörce bir cevabı yok ama bilgece bir cevabı var. “Ben kendi uçağımı yapmak istiyorum”, diyor. Hatırlarsanız filmde öyle bir sahne var. “İşte şu parça Fransa’dan, şu parça Çin’den, şu Amerika’dan, şimdi kimin oluyor bu uçak” diye soruyorlar. “Benim uçağım değil hocam” diyor. Aslında Bu Türkiye’de yaşanan bir şey… Zaman zaman gazete haberlerinde duyuyoruz. Bundan sonra da eminim duyacağız. Mesela Erzurum’da uçak yapmak isteyen bir adam vardı. Ben oraya gidip onunla tanıştım. Hâttâ birkaç kere gittim tanışmak maiyetinde. Cengiz adında bir adamdı. Bahçesinde taslak bir uçağı var. Uçurmak için değil ama onu vücuda gelmiş görmek için yapmış. Onun da çok ilginç bir hikâyesi var ama filmde yok. Ruh halini anlamaya çalıştım. Samsun’da var yine böyle biri. Hâttâ ilginç bir haber vardı. Uçağına Trafik polisi ceza kesmişti… Uçak yapmak fantastik bir hikâye ama herkesin hayatında ulaşmak istediği bir hedef vardır.

Eskişehir heykelleriyle meşhurdur ama artık heykellerin başına gelen sansürlerle de meşhur olmaya başladı. Bu açıdan bakınca filmdeki heykel çok daha anlamlanıyor…

Eskişehir galasında, “heykeli belediye başkanı atmış” dendiğinde salon koptu. Biz çekimleri bitirdikten sonra biliyorsunuz seçimler oldu. Bir belediye başkanı da eğer seçilirse falanca heykeli kaldıracağını vaad etmiş, kazanamamış. Tabii bu onlar için çok taze olduğu için çok etkilendiler. Tabii sadece espri olsun diye konmadı. İçinden geçtiğimiz meselelere doğrudan gönderme yapan bir fikir.

Ahmet Saraçoğlu’nun performansını da es geçmemeli… Seyirciyi en çok güldüren isimlerden biriydi…

Ahmet Saraçoğlu çok özel bir insan, çok özel bir oyuncu… Benim Ahmet’le Usta filmine kadar temasım yoktu. İmamı kim oynar diye düşünürken karşımıza Ahmet çıktı. Çok kısa bir süre içinde rolüne hazırlandı ve bence harika bir portre çizdi. Hem bu kadar doğal olup hem de insanları bu kadar güldürebilmek hiç kolay değil.

İmam da farklı bir imam duruşu sergilediği için sürülüyor. Oysa tek suçu çocuklara spor yaptırmak…

Bu da gerçek… Hâttâ şöyle bir hikâyesi var; mahallenin imamı, o da teknik direktör. “Zaman zaman ‘Nasıl böyle bir şey yaparsın?’ diye soruyorlar bana” diyor. “Ben kötü bir şey yapmıyorum ki” diyor. “Çocukları mahalle köşelerinden, içkiden, sigaradan kurtarıyorum, burada spor yapıyorlar” diyor. En büyük şikayeti namaz saatleri ile maç saatlerinin çakışması. “Buna bir çözüm bulalım” diyor. Onu da filme koysak “kimse inanmaz” diyeceğimiz hikâyelerden ama o da gerçek.

Usta’yı basın gösteriminde, sinema yazarlarıyla birlikte seyrederken ne hissettiniz?

O ilk toplu gösterimdi ve benim için de ilk ve çok heyecan verici bir andı. Türkiye’nin sinema konusundaki en değerli beyinleriyle birlikte izlemek çok farklı bir duygu… Nasıl tepki verecekler diye merak ediyor insan. Kimse yanlış anlamasın, çoğu da gayet ciddi tipler. Merhaba demekten bile kaçınıyor, temasta bulunmuyorlar. Öyle olunca acaba burada olmasa mıydım, diye düşündüm. “Yok yok burada olman gerekiyor” dediler. Oturttular beni bir köşeye. (gülüyor)

Haklısınız galiba biraz öyle bir hava var…

Evet sanki öyle bir hava var. (gülüyor) Ama Ahmet’in, yani imamın minareye çıktığı anda artık tutamadılar kendilerini… O benim için unutulmaz bir andı. O defansı Ahmet geçti. Yani o karakter oraya sadece güldürücü olmak için konmadı ama çok özel bir kompozisyon çizdi. Çok ağırlıklı bir rol değildi ama göründüğü o kısacık zamanda çok iyi bir karakter çizdi. Ahmet’i en çok ezan okuma işi zorladı. Okuması gereken ikindi ezanıydı ve ikindi ezanı, ezanlar içinde en zor makamı olan ezandır.

Kendi sesiyle mi okudu ezanı?

Onun ilginç bir hikâyesi var. Biz Ahmet’e sadece okuyacağı kısmı değil bütün ezanı vermişiz. O da hepsine çalışmış. Çekim sırasında da sadece küçük bir bölümü okudu. Çok da güzel okudu fakat biz ezanı biraz daha uzun kullanmak istiyorduk. Bir sonraki sahneye uzaması gerekiyordu. Sonra iş dublaja geldi. Dublajda da yine çok başarılıydı ama incecik bir fark vardı. Yani sadece profesyonel birinin anlayabileceği bir şey… İçimize sinmedi. Ekibimiz hummalı bir çalışmaya girdi. Ahmet’in sesine benzeyen müezzin aramaya başladık. Nihayet İstanbul’da bulduk. Ben ayırt edemiyorum farkı ama Ahmet ediyor tabii. Seyircinin de ayırt edebileceğini sanmıyorum.

Annenin ölüm sahnesi filmin en etkileyici yerlerinden biri… Gerçekle düş arası çok naif… Kimin hayaliydi o? Annenin mi, Doğan’ın mı?

Aynı soruyu bana başkaları da sordu. Ben şöyle düşündüm. Hani onun bir hikâyesi var ya; “Herkesi atla kaçırdılar beni traktörle” diye… Hani bu belki de ölümünde güzel olabileceğiydi. O sahnenin güzelliği biraz da elle tutulamamasında… Yarı gerçek, yarı hayal olmasında… Düşselliğin bile gerçekmiş gibi, hayat akıyormuş gibi olmasında… Annenin hayali olarak düşününce insanın kafası daha da karışıyor. Ama Doğan Usta’nın hayali olarak düşündüğünüzde kafanızı karıştıran şeyler daha netleşebilir diye düşünüyorum. Ama bence o sahnenin güzelliği zaten tam olarak açıklanamamasında…

Doğan’ın annesinin ölümü filmde -gerçek hayatta olduğu gibi- çok keskin bir çizgi oluyor…

Ölüm tabiî ki hiçbir zaman iyi bir şey değil. İnsanlar mutlu ya da mutsuz olarak ölebilirler. Bu ikisinin arasında önemli bir ayrım var bence, çünkü bu sadece ölüm anıyla ilgili bir şey değil. İnsanın hayatıyla âlâkalı… Ona değer katan veya katmayan bir şey. Bizim Gülsüm’ün ölümü mutlu bir ölüm. Hâttâ tatlı neredeyse. Mutlulukla ölüme yürüdü gitti. Müşfik Kenter’in oynadığı Hilmi, -kocası- yıllar önce ölmüş. Tabi oraya gelmedi ama benim için o en klişe tabirle sonsuz aşkın sahnesiydi. Bununla birlikte çok özlediği, kavuşmak istediği, hep beklediği ve asla vazgeçmediği aşkına kavuşma sahnesi…

Doğan’ın üzerine giydiği kırmızı kazağın bir anlamı var mı? O göz alıcı kırmızı rengi fark etmemek imkânsız…. Sanki bir şey anlatmak ister gibi…

Öyle zaten. O kırmızı kazak, Doğan’ın üstüne giymek istediği, ulaşmak istediği aşkın ifadesi. Bu açıdan bakarsak, filmi kırmızının ve mavinin filmi olarak da izleyebilirsiniz. İki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle; tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi…

Doğan Usta’nın yanı sıra Emine de çok güçlü bir Anadolu kadını…

Tabi kadın açısından da bakmak lâzım… Uçak yapmak isteyen Doğan Usta olduğu için, biz Doğan Usta’nın penceresinden değerlendiriyoruz hikâyeyi. Ama Emine de çok güçlü bir karakter. Kolay kolay pes etmeyecek inatçı bir kadın. Yapmacık değil. Ne istediğini, bilen, bunu talep eden bir Anadolu kadını… Doğan’ın gözlerine baktığı zaman bir tane uçak değil kendini görmek istiyor. Bu da en doğal hakkı… Ama ikisi de birbirini göremeyince çok büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Zaten bu hikâyeyi uçak hikâyesi değil de aşk hikâyesi yapan da odur. Birbirlerini değil başka şeyleri görüyor olmaları. Aşk hikâyesi derken gördüğünüz zaten melodram değil farklı bir aşk filmi bunun da altını çizmek lazım.

Bu kadar farklı çekim teknikleri deneyen, daha ilk filminde göz alıcı titizlikte bir film çıkaran bir yönetmen; şöyle karanlık ve deneysel bir film çekse ne güzel olur diye düşünmeden edemedim açıkçası. Acaba daha farklı şeyler yapma fikri de var mı kafanızda?

Neden olmasın. Her film üslûbunu, rengini, atmosferini, karanlığını, aydınlığını, hikâyesinden alır. Ben hikâyeyi ve karakterleri çok önemsiyorum. Yani bir karakter bir şey yapmak ister ve biz onun hikâyesinin peşine düşeriz. Bu karanlık bir hikâyede aydınlık da olabilir. Usta’nın hikâyesi hem karanlık, hem aydınlık. Ben daha filmi tasarlarken kafamda dışı soğuk içi sıcak bir film olsun istemiştim. Deneysel bir şey de olabilir. Bir de artık insalar pek önemsemiyor olabilir ama bu hikâyenin dibinde bizim halk masallarımız var. Bir de Deli Dumrul masalı var. Her ne kadar hikâye çok çok ayrı yerlere varmış olsa da yine de filmi çekerken o iskelete sadık kalmaya çalıştım. Halk masalındaki o aydınlık, o bizdenlik hissi, o sıcaklık, filmde yer yer kendini belli ediyor. Bence bu Usta filminin enteresan bir özelliği…

(19 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk

“Öykülü” Filmler

Sinema, sırası geldiğinde hep edebiyat ile karşılaştırılır. Uzun metraj filmler, romana, kısa metrajlar ise öyküye denk getirilir. Soruna bir olayın anlatılması açısından bakılınca, karşılaştırma haklı görülebilir. Biri sözel bir anlatımsa diğeri görsel bir anlatımdır. Bir süre sessiz kalan sinema, o günlerde görsel anlatımını geliştirmişti. Sesin eklenmesi, görsel anlatıma destek verirken, bazı ellerde görselliği geriye de itmiştir. Ama artık ne edebiyat, ne sinema salt bir anlatım gayesi taşımamaktadırlar, kendilerine tarzları içinde başka (değişik) boyutlar arama deneyimleri içindedirler. Bu arada anlatım özellikleri bakımından da birbirlerinden etkilenmişlerdir. Ben, sinemayı yapısal bakımdan edebiyat dalları içinde daha çok şiire yakın bulurum, aslında sinema açısından karşılaştırılacak bir sanat aranıyorsa bunun müzik olması daha doğrudur.

İmdi, romana yakın görülen uzun metraj filmler genellikle, 80 – 120 dakikalık bir süreyi içerirler. Doğal ki bu verilen süreler sinemanın tecimselliğinin artması ile ortaya çıkmış bir pazarlama problemidir ve hiç zaman, kimseyi bağlayıcı değildir.

*****

Sinemaya gittiğimizde, gün olur, başlayıp bizi sürükleyecek bir roman/film seyretmeyi umarken bir öykü(ler)/film seyredebiliriz. Bu tarz filmler çeşitli özellikler gösterebilirler, ülkemizde de sinemamız böyle filmler üretmiş, perdelerimize öykü-lü filmler yansımıştır.

Birbirinden bağımsız öykülerden oluşan filmlere şöyle bir baktığımızda, 1961 yılında Münir Hayri Egeli’nin Kolsuz Bebek filmi ile karşılaşıyoruz. Üç öykülü bu filmde Egeli biri, Kemalettin Tuğcu’nun, diğer biri kendi öyküsünden hareketle farklı öyküler anlatıyor. Tuğcu’nun öyküsü Talihsiz Fatoş, ikinci öykü Üç Küçük Afacan, Egeli’nin öyküsü ise Öğretmen Kalbi. Yeşilçam’ın klâsik melodram anlayışı ile yapılan bu üç kısa film birbiri peşine eklenerek, öykülerden oluşan bir film oluşturuyor.

Bir yıl sonra öykülerden oluşan filmi yaparken Nuri Akıncı, kısa filmlerin sayısını “beş”e çıkarıyor. Beş Hikâye (1962) ismini verdiği film, birbirinden bağımsız öyküler anlatırken daha farklı bir yol izliyor. Egeli’nin filmleri dayandığı öykülerin yerelliği yanında, öyküleri anlatırken de yerellikten ayrılmamaktadır. Akıncı ise öyküleri farklı coğrafyalarda anlatıyor. Öykülerden biri İspanya’da geçer; bir İspanyol kasabasında yaşanan bir üçlü aşk, bir kocayı aldatma öyküsüdür. Akıncı’nın kısa filmleri arasında bir western öyküsü de vardır.

Dostluklar Yaşadıkça (1963) Semih Evin’in öykülü filmini oluşturur. İntikam isimli ilk öykü “bir idam mahkûmunun öyküsü” (*) olarak yabancı bir öykü uyarlamasıdır; Kasa Hırsızı ise tövbekâr bir kasa hırsızının aşık olduğu kızın küçük kardeşini kilitli kaldığı kasadan çıkarmak için tövbesini bozmak zorunda kalmasını anlatır; Şoför öyküsü ise “arkadaşının bir kazada ölmesine neden olan bir şoförle, iğfal edilen kız kardeşinin” (*) hikâyesini anlatır.

Ülkü Erakalın üç kadının cezaevi ortamındaki yaşamlarını birbirinden bağımsız öykülerle anlatır: Kadınlar Koğuşu (1978). 1969 yapımı İki Günahsız Kız ise bu filmlerden bazı özellikleri ile ayrılır, önce üç öykülü düşünülen film sonuçta iki öykü ile seyirci karşısına çıkar. Bundan başka diğer filmlerin öyküleri aynı yönetmenlerce çekilerken bu filmde öyküleri farklı yönetmenler çekerler. Yılın Kadını Değil öyküsünü Metin Erksan çeker. “Bir kadının, yetişmekte olan kızını korumak için, birlikte oturduğu dostunu bıçaklaması”dır anlatılan. İki Günahsız Kız adındaki öyküyü ise Nevzat Pesen yönetir. Düşünülen fakat çekilemeyen üçüncü filmi ise Nazmi Özer yönetecekti, fakat bu öykü çekilmemiştir.

Bir öyküsü çekilemeyen bir başka film de On Kadın’dır. (1987) Adından da anlaşılacağı gibi “on öykülü” bir film olması gerekir. Fakat bir öyküsü çekilemez ve adı “on kadın” olmasına rağmen film dokuz (9) öykü içermektedir. Bu filmin öyküleri de tamamen Şerif Gören tarafından çekilmiştir. Bir diğer ortak nokta da, hepsi farklı ortamlarda ve farklı karakterdeki kadınları anlatan filmde, filme adına veren kadın kahramanların aynı oyuncu (Türkan Şoray) tarafından oynanmasıdır. Filmi oluşturan dokuz öykü şu başlıkları taşıyor: 1) Gelin: Sofrayı Hazırla, 2) Gazeteci: Evlilik Cüzdanınız Lütfen, 3) Çingene: Ben Çalmadım, 4) Deniz: Yeşil Güzeldir, 5) Anne Kız: Çok Süpersin Anne, 6) Fahişe: Biz Fahişeyiz ya Siz, 7) İkramiye: Anne Sevgisi Ne Güzel Şey, 8 ) Feminist: Erkek Kokusu Sinmiş, 9) Köylü: Ben İkinize de Yeterim (*)

2006’da çekilmiş olduğu halde henüz gösterime çıkmamış Murat Derman’ın Gölgeler filmi de öykülü filmlerin en sonuncularından; yedi öyküden oluşan filmin bu sezon gösterime çıkması bekleniyor.

Sinema Vakfı, 1995 yılın “On yönetmen iki film” diye hazırladığı projede “sevgi” ve “hoşgörü” üzerine beşer ayrı öyküden oluşan iki film gerçekleşir. Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey adını taşıyan ilk film Buluşma (Ömer Kavur), Monte Kristo (İrfan Tözüm), Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli), Ay Hikâyeleri (Erden Kıral) ve Hep Aynı (Zeki Ökten) öykülerinden oluşur. Yerçekimli Aşklar adını taşıyan ikinci film ise, Şövalye, Pamuk Prenses ve Hain (Orhan Oğuz), Gül ve Adem (Barış Pirhasan), Ona Sevdiğimi Söyle (Memduh Ün), Kazandibi Tavukgöğsü (Atıf Yılmaz) öyküleri ile tamamlanır. Farklı yönetmenlerin bu şekilde ortak çalışması bir daha gerçekleşmez ama Tülay Eratalay’ın gerçekleştirdiği benzer bir çalışma ile üçer öyküden oluşan iki öykülü film gerçekleştirilir. Eratalay edebiyatımızdan 13 öyküyü filme çeker. Bu öykülerden altı tanesini üçer üçer bir araya getirerek iki ayrı film oluşturur. (1995) Düş, Gerçek Bir de Sinema adını taşıyan ilk film Bahçeli Lokanta (Reşat Nuri Güntekin – Düş), Ev Ona Yakıştı (Memduh Şevket Esendal – Gerçek), Sinema Düşleri (Muzaffer Buyrukçu – Sinema) öykülerinden oluşurken Özlem, Düne… Bugüne… Yarına adlı ikinci film, Bir Yer Göstericinin Hayatı (Hulki Aktunç), Arabacı (Kemal Tahir), Bıldırcınlar (Zeyyat Selimoğlu) filmlerinden oluşur. Eratalay’ın ayrı ayrı öykülerden oluşturduğu bu iki filmde de, doğrudan sinema ile ilgili iki öykünün bulunması (“Sinema Düşleri” ve “Bir Yer Göstericinin Hayatı”) ilginçtir.

Anlat İstanbul (2005), yukarıda sayılan öykülü filmlerden tamamen farklı bir öykülü film olarak karşımıza çıkar. Bu filmde öyküler birbirinden ayrı ele alınmamış, birbirinin içine girmiştir, yine biri biter diğeri başlar ama sonra buluşacakları bir ortak final olacaktır. Dünya masallarından alınmış örnekler İstanbul’a taşınır, insanlarımıza uydurulur, beş ayrı masal, beş ayrı yönetmen eli ile ortak noktaya doğru ilerler, Yönetmen ekibinin başını senaryoyu da yazan Ümit Ünal çeker, diğerleri ise Kudret Sabancı, Ömür Atay, Selim Demirdelen ve Yücel Yolcu’dur. Öykülerdeki (masallardaki) kişiler, masalların o zamansız kişilerini günümüz Türkiye’sinde (2005) yeniden yaşarken, fonda masalların atmosferini yakalamak da mümkün olur.

Yine böyle birbirinin içine giren iki film, ele aldığımız konu içinde değişik örnekler oluşturur. 1985 yapımı Bu İkiliye Dikkat (Şahin Gök) “o günlerin” popüler iki oyuncusu Banu Alkan ve Serpil Çakmaklı’yı bir araya getiren bir film olarak ‘afişlerde’ dikkat çekiyordu. Bir tatil köyünde geçen film, tamamen farklı ortamlardan gelen iki kadının aynı tatil köyünde yaşadıklarını anlatırken, anlatım birbirine paralel anlatılır, yani öyküler yukarıda örneğini verdiğimiz filmlerdeki gibi birinin bitmesi diğerinin başlaması şeklinde gelişmez; fakat bu birbirine paralel anlatılan öykülerin kahramanları birbirleri ile ilişkiye girmezler, filmde sadece bir sahnede aynı görüntü içinde görülür ve yan yana geçip -her hangi bir ilişkiye girmeden- giderler. Afişlerde isimleri yan yana yazılan popüler yıldızlar, filmde yan yana değillerdir, sadece aynı “tatil köyündedirler”. Bir sahnede yan yana geçmeleri, seyircinin beklediği karşılaşmanın -olmasa da olurdu- bir sahnede geçiştirilmesi tamamen, popülist bir yaklaşım olarak, sinemamızda kendi başına “ilginç” bir örnektir.

Bu İkiliye Dikkat ile benzerlik gösteren, fakat değişik bir örnek de Yedi Kişi Ölecek (1972) filmidir. Afiş, jenerik ve kaynaklarda Tancan Akın’ın yönettiği belirtilen film bir (pardon iki) polisiye öyküdür. Öncelikle Tancan Akın adı takma bir ad, sinemamızda oyunculuk, yönetmenlik yapmış Kayahan Arıkan’ın kullandığı ad-lardan biri. (Bir başka filmde de Tanzer Akın adını kullanacaktır) Yedi Kişi Ölecek birbirine paralel iki öykü anlatır, olaylar (kahramanlar) hiçbir zaman birbiri ile karşılaşmaz. Okan Demir’in bir kiralık katili oynadığı öykülerden birinde, görüntü tam ve keskin “siyah/beyaz”dır. İkinci öykü ise iz peşindeki bir polisin (Yaşar Güçlü) serüvenidir, görüntüler birincinin tam tersine “gri”nin tonlarını taşır. Akın (Arıkan) bunu bilinçli mi yapmıştır, yoksa -ayrı ayrı çekilen öykülerin?!- çekimlerde kullanılan filmden veya kameradan mı kaynaklanmaktadır, bilinmez. Her iki öykünün de, yani filmin de görüntü yönetmeni Selahattin Hiçdurmaz’dır.

Bu İkiliye Dikkat ve Yedi Kişi Ölecek, benzer anlatım tarzları içinde çok tipik iki örnek. Fakat benzer şekilde paralel gelişen öykülerin anlatıldığı tek örnekler değil, benzer biçimde birbirinden ayrı gelişen -aralarında da oyuncuları ile kimi bağlantılar da olan- daha başka filmlerimizde var.

Sinemamızın ilginç olmakla birlikte -pek- dikkat çekmeyen filmlerinden Kelebekler Çift Uçar’da (1964 – Tarık Dursun Kakınç) paralel bir aşk öyküsü anlatır, farklı kesimlerdeki insanların ilişkilerindeki farklılıklar ele alınır. Fakat yukarıdaki filmin aksine, farklı kesimlerden de gelseler, aynı şehirde yaşayan kahramanların yolları -kent trafiği içinde- zaman zaman kesişir. Hatta farklı öykülerdeki erkek kahramanı aynı oyuncu (Ahmet Mekin) oynar. Benzer olmasına rağmen bu filmi -ben- öykülü filmler arasında saymak istemiyorum ama bir zemin / mekân birlikteliğini içermesi nedeni ile bu grup içine ayrıcalıklı bir örnek olarak konulabilir. Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmi içinde -sanki iki ayrı öykü anlatıyor- “eleştirisi” yapılmıştı. Kentte (Adana) geçen ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği izlerini taşıyan ilk bölüm ile “hazine aramada” geçen kırsal mekânlı ikinci bölümün farklılık gösterdiği -anlatılanın gereği gösteriyordu da- ileri sürülmüştü. (Umut’u öykülü filmlere sokmak mümkün değil.)

Filmlerin böyle farklı öyküler anlatıyormuş gibi görünmeleri bir anlatım tarzıdır, son yıllarda bu konuda yabancı filmlerin içinde çok ilginç örneklerini görmekteyiz. Anlat İstanbul, kendi özellikleri içinde sinemamızda buna bir örnek olarak duruyor ama bitirirken tekrar söylemek isterim ki, “öykülü film” dediğim birbirinden tamamen bağımsız -kısa- filmleri içeren sinema filmleridir.

(*) Bilgiler Agâh Özgüç’ün “Türk Filmleri Sözlüğü” Cilt 1 ve 2’den alınmıştır.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

NOKTA’lar ve USTA’lar

Alfred Hitchcock, The Rope (1948) filmini “tek plân” olarak çeker(mi?). Filmin başında olayın geçtiği daire dışardan gösterilir ve bir kişi (Hitchcock) binanın önünden geçer. Daire içinde başlayan asıl filmde iki arkadaş, sırf merak yüzünden öldürdükleri arkadaşlarını bir sandığa kapatarak, sandık üzerinde bir parti verirler. O günlerde sinema tekniğine göre kameraya belli bir uzunlukta (sürede) boş film takılabilirdi ve bu sizin çekim sürenizi kısıtlıyordu. Hitchcock, tek plânda çekmek istediği filmini, hiç şüphesiz önce senaryo düzeyinde çözümledi. (Bu 1) Sonra bunu realize ederek kamera ile saptadı ama değindiğimiz gibi belli bir süre çekim yapabilecekti.

Tek plândan oluşan bir film yapmak istediğiniz zaman, senaryoyu da buna uygun olarak yazarsanız, çekim sonralarını objektifi tamamen dolduran bir görüntü denk getirerek, burada kameradaki filminizi yenileyerek, kaldığınız yerden devam etme olanağınız olacaktır ve Hitchcock bunu başarı ile yaparak, kesintisizlik hissini seyirciye veriyor, aslında 7-8 (doğru rakamı vermek için filmi tekrar görmem gerek) çekim yapıyor. Seyircide oluşturulan bu kesintisizlik duygusu, düşünülenin gerçekleşmesini doğrularken, yapılanın mantığı gereği, olay “tek bir mekânda” geçecektir ve olayın süresi ile filmin süresi eşit olacaktır (81 dakika / yoksa 80+1 mi?) Böyle bir filmin görüntü yönetmenlerini anmadan geçmemek gerek. Bunlar Joseph Valentine ve William V. Skall.

Derviş Zaim’in Nokta’sının da böyle bir tutku ile “tek plânlık” bir film olarak çekildiğini öğrendiğimden beri merakımı çekti. Günümüzde gelişen teknoloji ile Hitchcock’u kısıtlayan çekim süresi de artık söz konusu değildir. Tek plânın cazibesi ile yola çıkılırken, bulunan yazı yazma yöntemi ilgi çekici bir çıkış noktası:

(1) Sorun yukarıda da belirtildiği gibi, öncelikle senaryo aşamasında gerçekleştirilmeyi gerektiriyor. Zaim’in filminde bunu söylemek biraz güç. Giriş bölümü taa Moğol istilâsı günlerine gidiyor ve tuza yazılan “Af’allahü anh – Allah affetsin” yazısının, yazılış sürecinde öyküyü başlatıyor. Eğer bu yazının yazıldığı yer = tuz ise, o günlerde de orası öyle tuz mu idi? (Bu 2) Bu şekilde bir sorgulamaya girmeden, film bazında olayı alırsak, yazının nun harfinin nokta-sı konulmadığından yarım kalması ile üzerinden geçen zaman içinde yazının akıbetini atlayarak günümüze geliyoruz. O günlerden bu günlere geçişte, “tuz”dan başarılı bir zaman atlaması ile geldiğimiz günümüzde, öykü birbirinin içine girmiş sekanslarla kah “gökyüzü”ne yapılan çevrinmeler, az sayıda da olsa yine “tuz”da yapılan çevrinmelerle ile birbirine bağlanan, öykünün farklı zamanlarda geçen bölümleri ile anlatılıyor. Böylece, öykü kesintisiz(miş) gibi anlatılıyor ama, gerçekte kesintisizliği yok, araya -başlangıçtaki çok uzun tarihi süreci göz önünde bulundurmasakda- öykünün farklı duraklamaları, “tuz”un içinde farklı durakları (mekânları) var. (Bu 3)

(2) Bir hattat olarak kahramanımız, eline kalemi kâğıdı alıyor ve yazmaya başlıyor ve çizdiği çizgiye “elif” der isek çevrinme ile kadraj dışında kalıp, sekans kesilmeden tekrar görüntüye girince, kadrajdan çıkmadan önce çizdiği çizginin bulunmadığı bir yazıyı, bitirmiş olarak, eğitim almaya geldiği hocasına gösteriyor. (O çizgiyi “elif”i hiç çizmese idi.)

Tüm bu noktalara rağmen Nokta sinemamızda önemli bir örnek olmaya devam ediyor. Lars von Trier, Dogville filminde normal mekânlarda anlatılabilecek bir öyküyü tüm mekânlarından soyutlayıp, bir platform üzerinde, anlatmıştı. Filmi seyredince ilk aklıma gelen şey, bu soyutlanmadan yapılsa idi film nasıl olurdu? Eğer iyi yönetilmiş ise film o şekli ile de dikkat çekebilirdi, ama hiçbir zaman Dogville kadar ilginç olamazdı. Aynı şey Nokta için aklıma geliyor, Zaim öyküsünü farklı ama geçebilecekleri mekânlarda anlatsa idi, oralarda çekim tekliği ilkesine bağlı kalabilirdi. O şekilde bile filminde kullandığı, tuz / gökyüzü bağlantılarına benzer, fakat daha farklı ve her birinde değişebilen bağlantılar kullanabilirdi. Film nasıl olurdu? (Yapılmadan bir şey söyleyemeyeceğim.)

Film yapmak, görsel bir anlatıma ulaşmaktır, öykünün açılımları “sözler” ile açıklansa da, görüntü hem olayın anlatımında, hem de -görsel özelliği ile- açıklanmasında ve seyircileri ikna edebildiği hallerde, film “artı-lara” doğru yol alır. Nokta olayın bölümlerini anlatırken sabit veya hareketli kamera ile yapılan çekimlerinde görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz belli bir başarıyı yakalamış. Çekimin kesintisizliği oyuncuları yönlendirme (yönetmen) ve oynama (oyuncular) bakımından da, başarı ile çözümlenmiş. Senaryodan kaynaklanan aksaklıklar, çekim biçiminin ilginçliği ile görmezden gelinebilir. Tüm bunlardan sonra, diyebiliriz ki Nokta sinemamızda yıllar sonra da adı anılacak filmlerden olacaktır.

Devrim Arabaları (Tolga Örnek), mühendis ve usta-ların filmi idi, yapılacak iş ısmarlama idi ve belirli bir süre de bitirilmesi gerekiyordu, Usta’mızın ise zorlayanı yok -kendisinden başka (bir de arkadaşının oğlu-?) önünde işin yetiştirilmesi gerekli bir süre de yok ama o evinin dışına kurduğu, sanayiideki ekmek parası dükkânından hariç atölyesinde, gece yarıları karısını yatakta yalnız bırakarak ve tek başına uçak’ını yapmaya çalışıyor. İlk deneme başarısız olacaktır, karısı evi terk edecektir, dükkân ve atölyesinde çalışmaya devam edecek, elinde olmayan bir pervaneyi arayacaktır. Bir an gelir, umutlar cazibesini yitirir ve her şey terk edilir, hatta imha edilir. Beklenilmeyen bir anda umutlar tekrar yeşerecek ve bu kez, her bitirilince ulaşılmak istenilen hedefe bir basamak kalınca, artık adım atılmak istenilmeyecektir. Son bir destek (karısı uçağa biner) ve Usta’mız artık uçacaktır ve (unutmayacağım final) film Usta-mızın Uçağ-ı havada iken biter.

Devrim Arabaları’nda Usta-lar birden fazla idi, Usta’da ise bir tane. Bir uçak yapma veya yapılan uçağı uçurabilme sürecini anlatan -bu arada yaşamın diğer gelişmelerini, insan ilişkilerini de anlatan- filmin asıl ilginç olan tarafı anlatılanın bir “mekân” içinde anlatılıyor olması. Bu mekân usta’nın atelyesi, dükkânı, evi, Eskişehir sokakları. Oyuncular (öykünün kahramanları) ön plâna çıkarılmadan, çoğunlukla toplu sahnelerde, bulundukları mekânın dolayısı ile yaşamın içinde anlatılıyor, anlatılanlar. Kadraj içinde birden fazla oyuncu, bir gerçekliğin içinde hareket ediyorlar, fazla kamera hareketi yok, var olduğu zamanda hiçbir gereksiz hareket yapmadan ve teknik canbazlıklara kaçmadan yapıyor.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

Soru İşaretleri ?????

Adana Altın Koza Film Festivali ilgili endişelerimi ve sinemanın geleceği açısından yaratacağı kaosu dilimin döndüğünde anlatmaya çalıştım.

Ne yazık ki, soru işaretlerimize festival yöneticilerinden en ufak bir cevap gelmedi. Seçilen 12 filmden 10 filmin İstanbul Film Festivali’nde yarışmış olması ve dışarıda 19 filmin kalması büyük bir tesadüfte olabilir, yarışan filmleri asla zan altında bırakmak istemiyorum. Ama bu ön jüri kimlerden oluşmaktadır, festival komitesi bunu acil açıklamalıdır. Yoksa bu konu ile ilgili girişimlerimi daha üst muhataplara ulaşmaya çalışarak yapacağım. Kapalı kapılar arkasında Türk sinemasının tezgâhlanmasını asla görmezden gelemeyiz.

Ve bu tezgâhçıları deşifre etmektende kaçınmayız. Adana Büyük Şehir Belediyesi’nin festivaldeki kurmayları da susarak bu suça ortak oluyorlar.

Ön jürinin kimlerden oluştuğu, bu filmleri kimlerin seçtiğini gizlemeyin. Çıkın ön jüri şu sebeplerden dolayı şu filmi almış, şu filmi de şu gerekçeden dolayı elemiştir, sizden beklenen budur.

Gerekçeli kararları ile ilgili açıklama yapılmalıdır.

Aksi takdirde Adana Film Festivali gerek sektör içinde, gerekse yurt çapında prestij kaybedecektir. Sinemacıların zor kazanımlarından olan festivallerimiz lobilerin eline bırakılmamalıdır. Çok ciddi rakamlar olan nemalı ödüller adil şartlarda dağıtılmalı.

Filmlere tek tek takılmak istemiyorum, ancak bir film var ki değinmeden edemeyeceğim, üretici arkadaşlara saygısızlık yapmak istemem, ama 2008 Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde, belgesel film olarak yarışan İki Dil Bir Bavul adlı film hangi gerekçe ile uzun metraj yarışmasına alınmıştır?

Belgesel olarak üretilen bir film nasıl bir anda kategori değiştirmiştir?

Bunlar cevap bulması gereken sorular. Sektörde sekiz yıl örgüt yöneticiliği yapmış biri olarak aslında ben bunun cevaplarını çok iyi biliyorum. Elemenin nasıl olduğuna dair duyumlarımda var, ancak duyumlara değil, her zaman işin başındaki insanların yapacağı açıklamalara itibar etmek durumundayız.

(16 Mayıs 2009)

Bülent Pelit