Kategori arşivi: Yazılar

Mazi Yarası

Mazi Yarası bir melodramın taşlamasıdır. Bir kasabadaki sosyal yaşamın da gözlemini içerir. Politik yapının, ilişkilerin hiciv diliyle anlatıldığı bir taşlamadır Mazi Yarası. Filmde, komedi ve dram bıçak sırtında bir yerde duruyor. Hikâyede hiç beklenmedik şekilde gelişen çok bildik olaylar var ve beklenenler hiç de beklendiği gibi olmuyor.

Ersin Bey’in çok ince bir espri anlayışı vardır. Mazi Yarası’nın mizahında tedirgin edici bir yan var, çünkü, söz konusu olan insanların geçmişlerinden taşıdığı yaraları, yara izleri. Ersin Bey o kadar ince bir çizgide, o kadar düzgün ve emin adımlarla yürümüş ki keşke onu tüm saygı ve sevgimle kucaklayabilsem.

Karakter analizlerini çok derinlemesine yapan biriydi. Oyuncudan ne istediğini çok iyi biliyordu. Bizler de onun ve Annie Hanımın yaydığı güzel enerjiye teslim olmuştuk. Bu durumdan çok mutluyduk. Rüya gibi bir çekim süreci geçirdik. Olağanüstü mekânlarda çalıştık. Filmimiz Kültür Bakanlığı desteği ile ve küçük bir bütçeyle gerçekleştirildi ama tüm olanaksızlıklar filmimizin lehine oldu. Zira istenen etki ancak bu şekilde verilebilirmiş.

60’lı yılların melodramlarına yapılan bu taşlamada sahnelerin, kadrajların, kamera hareketlerinin hepsi yönetmenimizin atıflarını barındırıyor. Ersin Pertan repliklerden, mimiklere, duruşlardan, davranışlara kadar filmin her yanına yayılan bir mizahı filmine sindirmiş. Bu mizahın benim sevdiğim yanı hiç çaktırmadan yapılıyor olması. Bu yapıda bir filmin içinde oyuncunun işi genellikle çok zordur ama hepimiz Ersin Bey’e kayıtsız şartsız güvendik ve ne dediyse yaptık.

Filmimizi bizle ve seyirciyle beraber seyretmek istiyordu. Filmi izledikten sonra bunun nedenini anladım. Çünkü çok farklı bir film yapmıştı ve ne yaptığını bilen insanlara özgü bir güvenle kimin neyi ne kadar anladığına bakacaktı. Mazi Yarası’nın mizahı tek kelimeyle bıçak sırtı. Bunu bilerek baktığınızda çok değişik, şaşırtıcı bir filmle karşı karşıya olduğunuz ortaya çıkıyor. Çünkü film, 60’lı yılların melodramlarına bir taşlama olarak tasarlanmış bir senaryodan yola çıktı ve amacı ‘hiciv’.

Yönetmenimiz yaşasaydı yapmak istediklerini daha iyi anlatırdı ama filminde seçtiği her kare, her mimik, her davranış biçimi, her köşe, her kadraj, birebir istediği ve uygulattığı şekilde yapıldı. Tüm teknik buna göre tasarlandı. Oyunculuklardaki gerçek-gerçeküstü arasında ve yine bıçak sırtında duran yapıyı kurmak için bizlerle çok uzun karakter analizleri yaptı. Samiye ve Başkan’ın ilişkileri çevresinde, politik ve sosyal bir yapı da var. Bunlar da hiciv diliyle anlatılıyor. Filmin akışına bırakın kendinizi, eğlenmekten çekinmeyin. Bu film kesinlikle çok şaşırtıcı, baştan sona hızla ve merak uyandırarak akan ve her sahnede -melodramlarda olduğunun tersine- beklenmedik bir etki yaratan çok esprili, hoş bir film. Alışık olmadığımız türden bir film.

(05 Ekim 2009)

Nilüfer Açıkalın

Kusursuz Bir “The İmam” Kopyası Seyrettiremediğim İçin Seyirciden Özür Diliyorum

Keşke vizyona yetişecek diye The İmam filminin negatif kurgusunun seyircinin bilinçaltına işleyen teknik kusurlarına göz yummasaydım.

Keşke; yapımcımın, “110 kopya bastırdım, batarım… VCD, DVD ve televizyon kopyalarını doğru kurgudan yaparız” sözüne inanmasaydım.

Keşke; dört ay uğraşarak kusurlarından arındırdığım kopyayı Adana Altın Koza’dan alıp mahkemeye, bilirkişilere kendi elimle teslim etseydim. Çünkü yapımcılar kusursuz kopyanın kendilerinde olduğunu inkâr ettiler.

Manevi eser sahibi olarak verdiğim hukuk savaşı sonunda mahkemeden kusurlu kopyanın oynatılmama kararını çıkartmıştım. Keşke; bütün kusurlu kopyaların toplatılıp yok edilme-yakılma kararını da çıkartmış olsaydım.

Keşke; filmin yapımcısının uymasa da devlet kurumu olan TRT’nin ve yöneticilerinin mahkeme kararlarını uygulayacaklarına, kusurlu kopyaları oynatmayacaklarına güvenmeseydim.

Keşke; eser sahipliğinden, filmin yönetmenliğinden doğan haklarımı yapımcıya, yayıncıya çiğnetmeseydim.

Keşke; Mahkemenin TRT’de doğru kopyanın oynatılması yönünde verdiği tedbir kararına karşın kusurlu kopyanın oynatılacağı ihtimaline karşı uyanık dursaydım.

Keşke; kamuoyunu, sinema seyircisini, sanatseverleri bilgilendirmek için daha fazla haykırsaydım… Yazılar yazsaydım, duvar ilânları assaydım…

Sinema perdesinde, VCD- DVD kopyalarında, televizyon ekranında yönetmenine, yapımcısına, TRT yayıncısına iyi niyetiyle güvenen, teknik olarak kusursuz bir eser zanneden seyirciye doğru kopyayı ulaştıramadığım için özür dilerim…

Mahkeme kararlarını dinlemeyenlerden, tedbir kararlarına aldırış etmeyenlerden daha güçlü olamadığım için özür diliyorum…

Anlamadıklarım:

Neden bir yapımcı filmin doğru kopyası varken kusurlu kopyasını seyirciye ulaştırmak için sürekli SUÇ işleme ihtiyacı hisseder.

Anlamıyorum.

Neden bir devlet televizyonu olan TRT bütün uyarılarımıza ve mahkeme kararlarına rağmen kusurlu bir kopyayı oynatmak konusunda SUÇ işlemeyi kendine vazife kılar.

Anlamıyorum.

Mahkemenin birinci aldığı karar “kusurlu kopya yayınlanmasın” diyor. İkinci karar da ise “kusursuz kopya yayınlanabilir” diyor. Bu iki kararın da aslında aynı cümleyi kurduğunu, bünyesinde binlerce kişi barındıran bir kurumda bu iki cümlenin aslında aynı olduğunu anlayacak kadar Türkçe bilen biri bulunamadı mı?

Anlayamadım.

Neden TRT bu iki kararı yorumlarken Yönetmenin söyledikleri yerine Yapımcının söylediklerini esas aldı? Yapımcının doğru söylemek için menfaati var: Sözleşme şartları ve alacağı gösterim ücreti. Yönetmenin buradaki tek menfaati kusursuz bir kopyanın yayınlanmasıydı. Kusurlu bir kopyanın yayınlanmasında TRT’nin ne menfaati vardı?

Anlayamıyorum.

Neden uygulanmayacaksa, eser sahiplerinin manevi haklarını koruyan yasa maddeleri Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nın içinde yer alır.

Anlamıyorum.

Neden TRT Kurumu bütün sözleşmelerinde adı geçen “yasa”ya atıfta bulunur da aynı yasanın çok güçlü olarak tarif edilen manevi haklar konusundaki maddelerini görmemezlikten gelir.

Anlamıyorum.

Neden bir devletin meclisinin çıkardığı yasaları bir devlet kurumu olan TRT uygulamaz, uygulamamak için bir takım hukuki hüllelere başvurur.

Anlamıyorum.

Bir kopyanın kusurlu olup olmadığına kim karar verebilir? Para kazanmak derdinde olan yapımcı (işlerini düzgün yapanları kastetmiyorum) mı? Yoksa eserini en iyi ve doğru şekilde seyircisiyle buluşturmak isteyen yönetmen mi?

Anlayamadım.

Örnek:

Bir mimar çizdiği ve uygulamaya geçirdiği projesinin yapımı sırasında çalışanların dikkatsizliklerinden oluşan bir kusuru Belediyeye bildiriyor. “Bu bina çöker” diyor. Belediye de “Bizim muhatabımız müteahhittir mimar değil.” diyor. Bina çöktüğünde sorumlusu kim? Kusurlu bir binayı teslim etmek isteyen müteahhit mi? Bütün uyarıları göz ardı eden Belediye mi?

Sonuç:

Ama her şey rağmen ben İsmail Güneş… The İmam filminin yönetmeni… Filmimin doğru kopyasını seyrettirmek için sanat, hukuk, vicdani mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğime söz veriyorum… Kendilerini vazgeçilmez ve güçlü sananlara karşı bile olsa.

(05 Ekim 2009)

İsmail Güneş
Yönetmen

11’e 10 Kala

Yıllar önce Erhan Bener’den ilk okuduğum kitap, Kedi ve Ölüm (Ara Kapı) Türkçe’den önce Fransızca yayınlanmış, sonra Varlık Yayınları’nda kendi dilinde okuyucuya ulaşmıştı. Sonradan Bener’den başka kitaplar da okudum ve iki kitabı Böcek (Ümit Elçi) ve Ölü Bir Deniz (Atıf Yılmaz) sinemaya da uyarlandı. Okuduğum kitaplar aynı zamanda -okurken çektiğim- seyrettiğim filmlerdirde ama Kedi ve Ölüm için çektiğim film, hâlâ kurgusu bitmemiş bir filmdir. Aradan bunca yıl geçtikten sonra, Kedi ve Ölüm’ün sinema versiyonunu hâlâ merak ederken, daha doğrusu 11’e 10 Kala’yı seyrettikten sonra yeniden hatırlayınca, onu orada bıraktım ve Esmer’in filmini düşünmeye başladım. “Nasıl bir film” değil, “nasıl bir sinema?” Tamam, belgesel’den gelme ama böyle bir film nasıl düşünülür ve de yapılır. Buna fazla şaşmamak gerekir, son yıllarda -bir süredir devam ediyor bu- öyle filmler yaptılar ki yönetmenlerimiz, yıllarca belirli şablon filmlere alışmış seyircimizi iyice şaşırtıyorlar. Şimdi bu da doğru değil, o eski filmleri seyretmeye alışmış (=şartlandırılmış) seyirci bu filmleri seyretmiyor zaten, bu filmler yeni oluşan seyirci kuşağı için. Bir çoğu, yabancı film ağırlıklı çeşitli festivallerde seyrettikleri filmlerle bu tip filmlere aşina. Onun için (Cuma günü akşamı saat 18:30’da 15 kişiye yaklaşan bir seyirci ile seyrettim filmi. Benzer bir takım filmleri tek başıma seyrettiğimde oldu) bu filmler kısıtlıda olsa bir seyirciye ulaşabiliyor, ulaşmalı da. Yukarıdaki soruyu bir daha soruyorum, “’11’e 10 Kala’ nasıl bir sinema? Sinema mı? Evet sinema. Sinemamız bir “öykü anlatma” sinemasıdır. Bu nedenle, seyirci -buna alıştırıldığı- için olayların nasıl olduğu önemlidir ama sinema olayların nasıl olduğu değil nasıl anlatıldığı -olduğu- için, 11’e 10 Kala, sinemamızın anladığı mânâda klâsik bir öykü anlatmasa da, bir sinema’dır. Klâsik mânâda bir öykü anlatmasa da, birçok öykü anlatmaktadır, üstelik bunların bir kısmını görsel olarak anlatmaktadır. Mithat bey, köprüaltındaki geçitlerden geçerek, Karaköy’de, çarşılarda müdavimi olduğu yerlere uğrayarak, uzun zamandır ele geçiremediği İstanbul Ansiklopedisi’nin (Reşat Ekrem Koçu) 11. cildini soruştururken, manyetolu el fenerleri için pazarlık yaparken, yemek yediği ev yemekleri restoranında yediği “ekmeğin etiketini” alıp ayırılırken (restoran sahibi, Ali ile Mithat Bey’e başka etiketler de yollar), geri kalan zamanını geçirdiği evine dönerken, evinin önünde yapılmakta olan inşaatı seyrederken, giderek monotonlaşan günlerini yaşarken, görüntüye dayanan bir anlatımla anlatılır. Bu anlatımlar monoton bir şekilde yinelenir ve bir çıkışı yoktur, yarın da devam edecektir. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak sadece biriktirir. Bunu inatla sürdürürken, Esmer de sinemasını bu inatla sürdürmede kapalı tutar. Anlatılan ikinci öykü ise Ali’nin öyküsüdür. Emniyet Apt. (No: 2), yakın çevresi, apartman görevlisi odası ve “ekmek, gazete” verilen daire kapıları ile kısıtlı bu çevre Ali için yeterlidir. Biraz da apartman yöneticisinin kısıtlaması ile bu çevre dışına çıkmak istemez, ayrıca yakın çevre dışınıda bilmemektedir. Mithat Bey’in ısrarı ile bu çevre dışına çıkacak olan Ali, bir kısım işlerin sonunda, her zaman oturduğu aparman önündeki sandalyeden başka bir yerde, deniz kenarında bir kahvehanede oturup çay içecektir önce. İkinci, üçüncü seferden sonra bir café’de bu kez bira içilecektir. Bu süreç içinde apartman görevlisi dairesinde oturması bile değişecektir. Karaköy’de, Eminönü’ne nasıl gidileceğini sorarak tramvaya binen -daha öncede gemiye binmiş- Ali, Mithat Bey için dolaşırken, bilmeden saptığı sokaklarda dolaşırken, uzun süredir oturduğu bodrum katına nazaran daha yukarlarda olan bir daire kiralayacaktır. Girip çıktığı yerlerde gördüğü şeylere çekinerek yaklaşırken zaman içinde buralardan iş talep etmeye, hatta kitabın (11. cilt) fiyatında indirip yapmayan sahafta, el çabukluğu ile ansiklopediyi bile -çaktırmadan- torbasına atacaktır. Ali, Mithat Bey’in dairesine sığmadığı için bodruma indirdiği kolilerin içindeki malları, önce kontrol ederek, sonra da -araklayarak- pazarlamaya başlayarak, görünüşünü de değiştirecektir, Mithat Bey’den öğrendiği pazarlık yöntemleri ile küçük kızına “oyuncak” bile alacaktır. Ali’nin bu açılımı filmin en hareketli (yoksa “ateşli” mi demeliyim?) kısmını oluşturur ama bu anlatıma yedirilmiş bir şekilde hiç bir zaman diğer olayların önüne geçmez, değişim Ali’nin bizzat kendisindedir. Öyküye kısa bir süre giren Mithat Bey’in yeğeni Ömer ise, evde yığılı kitapları, birlikte iş yapmayı düşündüğü sahaf arkadaşı aracılığı ile değerlendirme düşüncesine -daha- kapıdan girer girmez karar verir ama, Mithat Bey’i ikna edemez. (Eline aldığı votkanın kapağını açarak da, bir koleksiyonu bozar) Apartman, diğer sakinleri tarafından deprem endişesi ile yıkılmak için boşaltılma durumuna gelmişken Mithat Bey binadan çıkmamayı, hatta bodrumda nemlenmeye başlamış koliler içindeki eşyanın bir kısmını, dairesini boşaltacak komşulardan birinin dairesine koymayı düşünmektedir. Bitişik kapı komşusu -daha çok- hırsıza karşı kapısını çelik kapıya değiştirmişken, Mithat Bey bu konuda da binasına sadık kalarak kapısını değiştirmemiştir. Fakat özellikle dairesinde yıllardır biriktirdiği her türlü şeye sadık kalan, tam bir koleksiyoncu olan Mithat Bey, düşüncesine uygun olarak bunları kesinlikle satmayı düşünmemektedir ama hiç bir değerlendirme de yapmamaktadır. Artık eşya arasında yürümenin giderek zorlaştığı, belediyecilerin, Mithat Bey tarafından kesinlikle kabûl edilmeyen, çöp ev ve yangın uyarılarına rağmen, eşya arasında yaptığı özel yerine oturup, sigarasını içen Mithat Bey’in sadece biriktiren biri olması, biriktirdiklerinin eksiklerini tamamlamak gayretinin yanında, biriktirilmiş şeyleri tasnif etmek gibi bir gayreti hiç yoktur. Hatta yeğenin bulup çıkardığı çanta içindeki pul albümlerini bile uzun zamandır aramasına rağmen -günde kaç defa önünden geçiyor oysa- bulamamaktadır. Bu, karısının bile terk etmesine neden olan biriktirme merakı Mithat Bey’de tek bacak (topal) bir tutku halini almıştır. (Tedavisi -bu yaştan sonra- yoktur.)

Esmer, Mithat Bey’in dairesindeki sahnelerde, belgeselci tavrını daha çok kullanma olanağını bulmuş, fakat bir kitaplığın filmini yapmadığının farkında. Yukarıdaki komşudan damlayan suların varlığı daire için, Mithat Bey için tek problem olurken, yönetici için problem her yere yığılmış gazete ve kitap ve diğer eşyadır. Harici sahnelerde Esmer kamerasını -doğal olarak- daha hareketli kullanıyor; Ali’nin değişiminin filmin bir başka “hareketli ortamı” olduğuna yukarıda değinmiştim. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak bodrumdaki kolilerin açıldığının ve içindekilerde eksilmelerin olduğunun farkına varmasına rağmen, bir tepki göstermeyerek, artık yolun sonuna vardığının farkındadır, yaşar gibi oynar. Yeğeni Ömer, sahaf, lokantacı kadın, kısa rolleri ile Mithat Bey’in yaşamındaki yerlerini alırlarken, sadece lokantacı kadının özeline değiniliyor. Ali (Nejat İşler) ise kişilik değişimine uğrarken, vücudu, duruşu, yürüyüşü ile değişikliği yansıtarak, oyunculuk olarak diğerlerine fark atıyor.

11’e 10 Kala, sinemamızda son yıllarda -gerek konusu, gerek sineması bakımından- bir çok örneği görülen filmler arasında en ilginçlerinden birisi. Uzun bir süre aranılan bir kitabın bulunması ile -ama ne bulunma- bizim için bitiyor. Esmer’in olayı izlemesi (kaydetmesi) buraya kadar. Artık Mithat Bey kendinden başka kimsenin bulunmadığı binada tek başına. Artık iş peşinde koşturacak Ali de yok. İstanbul Ansiklopedisi tamamlanıyor. Artık Mithat Bey’in peşinde olduğu bir amacıda yok. Sadece gündelik gazeteler alınacaktır, hem de iki nüsha.

(04 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Niccol’ün Mermisi ve Sinemaseverlikte Ahlâk

Yönetmen Andrew Niccol’ün 2005 tarihli filmi “Savaş Tanrısı” (Lord of War), başrolünde Nicolas Cage gibi karizmatik bir oyuncuya yer vermesinin yanı sıra, aynı zamanda sinema tarihinin de en etkileyici açılış jeneriklerinden birine sahiptir.

Filmin giriş yazıları başladığında, emperyalist ülkelerden birindeki silâh ve mühimmat üretim tesislerine konuk oluruz. Üstte yazılar akarken, alt dokuda da bir kaleşnikof mermisinin üretim sürecinden kesitler perdeye yansır. Daha hammadde aşamasından itibaren özenle işlenişini ve kullanıma hazır hâle getirilişini kademe kademe izlediğimiz mermi, yönetmenin adının belirdiği son plânda ise takıldığı tüfeğin namlusundan ok gibi fırlar ve Afrika’nın derinliklerindeki -hiç kimsenin sallamadığı- bir iç savaşın orta yerinde kalmış, kara derili, isimsiz bir çocuğun beynini dağıtır.

Bu, sinema tarihinde bir jeneriğin bile usta ellerde tek başına “anlamlı bir film”e dönüşebileceğinin çok özel örneklerinden biridir.

Anılan yapıtın bana hatırlattığı bazı acı gerçeklerden hareketle, şimdi bir kez daha diyorum ki;

Piyasada kolayca ve mâkûl fiyatlara özgün kaydı bulunabilen bir filmin korsan kopyasını satın alarak izlemek, o filmi hangi ırk, din, dil ve siyasî görüşten bir sanatçı çekmiş olursa olsun, hem küresel ölçekte geçerli olan fikrî hak yasalarına, hem de İslâm dini ve diğer semavî dinlerin adalet hükümlerine göre tartışmasız bir “kul hakkı ihlâli”dir.

Bu “günah”ın, İslâm’ın “suç” tanımı açısından, aynı sanatçının gizlice cüzdanını çalmaktan hiç bir farkı yoktur. Fikir ve sanat eserleri birer “savaş ganimeti” değildir. Ki yeryüzündeki hiçbir sanatçı da emeğinin bu şekilde saygısızca sömürülmesinden hoşlanmaz.

Ayrıca, ülkemizde üretilen korsan video disklerin önemli bir bölümünün geliri, ayrılıkçı PKK hareketine finans sağlamak üzere kullanılmaktadır. Üstelik, bu terörizm finansmanına yalnızca filmler değil, aynı zamanda müzik CD’leri, bilgisayar oyunları ve kitaplar da dahildir.

Öte yandan, bu yöntemle palazlanmasına yardımcı olduğunuz diğer bir düşmanca hareket de (en vahşi uygulamalarını, yine kendi topraklarındaki Müslümanlara karşı sergileyen) Çin ve Rus despotizmidir. Her iki ülkenin, uluslararası baskılar karşısında korsan dijital ürünlerin yayılımına karşı verdiği mücadele de tamamen “palavra”dır, gösteriştir ve tepkileri azaltmaya yöneliktir. Perde arkasında, bu tür ürünlerin üretimi ve satışı -anılan ülkelerin ekonomik yapısını güçlendirdiği için- resmî makamlardan geniş bir müsamaha görmektedir.

Bu gerekçeler ışığında, kendinizi “ahlâklı biri” olarak tanımlıyorsanız, korsan DVD-VCD izlememeye, korsan müzik CD’si dinlememeye, korsan video oyunu oynamamaya ve korsan kitap okumamaya çalışın.

Şimdiye kadar satın aldığınız/izlediğiniz/dinlediğiniz/oynadığınız disklerin sırtınıza yüklediği ahlâkî sorumluluğu -en azından- azaltmak için de indirim dönemlerinde ekonomik gücünüzün yettiği oranda yasal/bandrollü DVD, VCD, oyun ve müzik CD’si satın alabilirsiniz. Bu yöntemle, anılan sektörlerin korsan üretim karşısında verdiği ayakta kalma mücadelesine son derece etkin bir biçimde yardımcı olmak mümkündür. Piyasaya ilk aşamada 20 TL ortalama fiyatla sürülen pek çok dijital ürün, ilerleyen aylarda stokları eritme kaygısıyla 3-4 TL’ye kadar düşmektedir.

Bir filmi gecikmeli olarak izlemek sizi asla eksiltmez; ancak yasal kaydından izlemek ise hem insanî erdemler açısından yüceltir, hem de (korsan versiyonuna göre sunduğu çok daha yüksek görsel/işitsel/estetik kaliteyle) sinema ve müzik beğeninizi geliştirir.

Unutmayın ki ömrünüz, dünya üzerinde piyasaya sürülen bütün filmleri izlemeye, bütün müzikleri dinlemeye, bütün oyunları oynamaya ve bütün kitapları okumaya kesinlikle yetmeyecektir.

Ancak, “bir gün hepimizin öleceği” ise son derece kesin bir bilgidir.

(04 Ekim 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

02 Ekim 2009 Haftası

“Karanlıktakiler”, müstakil evinin kapısından dışarıya bir adım dahi atamayıp ‘panik atak’ nöbetleri geçiren, eski kentin soylu hanımefendisiyle onunla yaşamak zorunda olan ve ‘office boy’ olarak çalışan otuzlu yaşlarındaki oğlunun hikâyesi… Sinema için çok elverişli ama bir o kadar da zor bir malzeme. Ayrıntılar üzerinden ilerlemesi, oyuncuların son derece ince ayrımlı / yönetmenin denetiminden uzaklaşmadan oynaması ve en önemlisi ‘ruhsal derinliğin’ oluşturulması gerekir. Maalesef olmamış: İyi oyuncular, ya kendilerini tekrar etmişler ya da abartmışlar, inandırıcılık zayıflamış, ince ince dilimlenerek seyirciye servis edilmesi gereken psikolojik çalkantılarda da yüzeyin altına inilememiş. Üstelik ‘geriye dönüş’ bölümünde, ‘anımsayan kendini göremez’ diye -öyküleme anlamında tartışılır- bir savdan yola çıkılarak, olay silsilesi, mağdurun gözünden güya ‘trajikomik’ ama çok beceriksizce anlatılmış… Fikir iyi ama belli ki kimsenin yardımına ihtiyacı olmadığını düşünüp, ne senaryo ne de yönetim desteği alan ‘ortalama yönetmen’ Çağan Irmak’ın kapasitesini aşmış!

“Matrak Adamlar”, çok ünlü ‘stand-up’ komedyeninin, tedavisi zor bir kanser türüne yakalandığını öğrenmesiyle, tüm bir geçmişini gözden geçirmesini ve yapayalnız olduğunu hissettiği bu moral bozucu günlerde, ‘çaylak’ asistanı ile ‘savrulmaya’ çalışmasını anlatıyor. Belden aşağı esprilerden incelikle seçilmiş şarkılara, her sözcüğün, her plânın, her oyuncu performansının hikâyeye tam oturduğu ve her karesinin zevk verdiği güldürülerden…

“Oyuncu”, gelecekteki yeni bir eğlence türünü tanıtıyor: Sanal dünya ile gerçek yaşam arasındaki sınırların kalktığını ve zenginseniz, evinizdeki büyük ekranların karşısında oturarak paraya ihtiyacı olan insanları, ipleri elinizde olan kuklalar gibi ‘oyun alanları’nda yönettiğinizi düşünün. Tabii ki beyinsel bağlantılarla… Ve bir de, bu insanların kanlı çarpışmaların içinde oynattığınız idam mahkûmları olduklarını, yaşattığı heyecanı, yükselen adrenalinizi duyumsamaya çalışın. Film, tam da bu dünyanın, hızını, ahlâksızlığını, şiddetini, gürültüsünü, acımasızlığını, neredeyse bire bir deneyim duygusuyla aktarıyor. Bir mahkûm özgürlüğüne kaçarken, aksiyonun göbeğinde tüm bu sosyal kodların da bombardıman edilmesi önemli gözüktü bizlere. Öte yandan, yorucu bir film olduğu açık.

“Ölümcül Tuzak”, savaşmanın ahlâksızlığı ya da savaş politikaları ile ilgilenmiyor; direkt, keskin, tamamen gerçekçi biçimde üç kişilik bomba imha ekibinin yanı başında, bir işgâlin ortasına götürüp, savaş denilen tuhaf ‘erkek oyunu’nun anatomisine göz atıyor. İşgâl edenlerle edilenlerin kolay açıklanamaz ilişkilerinin psikolojik yansımalarını aktarıyor. En az altı adet çok gerilimli bölümle bu pis işin merkezinde yer almanızı sağlıyor. Yaman kadın Kathryn Bigelow yönetiminde harika oynayan üç genç oyuncunun yanı sıra üç de konuk var: Guy Pearce, David Morse ve Ralph Fiennes.
“Son Veda”, yaşam gibi ölümün de doğal olduğunu ve gerçekten de kısa hayatlarda bir baba, bir anne ve/veya bir evlât olarak şefkatli olmanın değerini, zarafetle anımsatan bir film. Ölümün yeni bir başlangıca giden geçiş süreci olduğuna inanan ve sevdiklerini bu yolculuğa son bir veda ritüeli ile uğurlayan bir toplumun insanlarının dünyanın her köşesindeki insanlara aynı duyguları hissettirdiği çok çok güçlü bir sinema örneği. Bu törende ölüleri en temiz ve güzel biçimde hazırlayan ‘tabutlayıcı’ bir genç adamın (aynı zamanda müzisyen), karısıyla birlikte doğduğu yere, acı anılarına dönüşüyle birlikte yüreğinizin en hassas noktaları sızlayacak. Acı gibi mizahın da en insani biçimde ipeksi dokunuşlarla işlendiği bu filmin hiç kusuru yok; sinemanın nasıl bir sanat olduğunun tam tanımı. En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü en doğru filme gitmiş, tebrik etmek gerek Akademi üyelerini.

(30 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Cehennemin İçinden Gelen

Karanlıktakiler
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Erdem Akakçe (Egemen), Meral Çetinkaya (Gülseren), Rıza Akın (Ramiz), Derya Alabora (Umay)
Yapım: Most (2009)

“Karanlıktakiler”, bir trajedinin filmi. Hem annenin hem de oğlunun. Hikâyenin derinliğinde perdeyi yakan bu cehennemin lâvlarını hissediyorsunuz. Anne ve kadın takıntılı yönetmenin bu filmindeki öznel kamera karanlıktakileri perdeye çıkartıyor.

Çağan Irmak, “Issız Adam” filminin ardından “Karanlıktakiler”le geliyor. Bu film, gerçekten sinemamız adına şaşırtıcı ve etkileyici bir yapıt. Karakterlerin yansıyışı, mekân yansımaları, kurgusu ve kamera kullanımlarıyla sinemaseverleri heyecanlandıracak gibi. Film, Gülseren’le oğlu Egemen’in tuhaf hikâyesini anlatıyor. Bu tuhaflık filmin derinliğinde anlamlaşan gizemlere kadar sürüyor. Gülseren, kendisi gibi yaşlanmış ve yorgun köşkten dışarı çıkamıyor. Oğlu Egemen, reklâm şirketinde ofisboyluk yapıyor. Annesinin evde yarattığı cehennemden biraz olsun çıkabiliyor böylece. Egemen, patronu Umay’ın kendisine şefkatli yaklaşmasını da yanlış yorumluyor, ona aşık oluyor. Yönetmenin, yansıttığı tüm karakterlerin hayatta bir karşılığı var. Gülseren’i rahatsız eden mahalleli çocuklar bile sinemamızda az görülür biçimde hayatın içinden düşüyor perdeye. Reklâm şirketindeki toplantılar bile gerçekçi. Reklâmcıların halkın zihinlerini iğfâl eden o toplantıları işte böyle yapılıyor. Filmde hiçbir an ve karakter karikatürize edilmemiş. Hepsi hayatın içinden geliyor. Sonra hikâye gelişiyor. Hiçbir kadınla aşk yaşamamış Egemen, Umay’ı yanlış yorumlayınca boşluğa da düşüveriyor hemen. Hayat deneyimi de yok. İşten eve, evden işe gidip geliyor. Onun için iş belki de evdeki cehennemden kurtulmak için bir sığınak. Hayatta tek iletişim kurabildiği insan da hayatın kaybedenlerinden Ramiz. Onun da hayatına kadınlar pek uğramamış ve hayatı boyunca yalnız bir adam kalmış. Geceleri reklâm şirketinde bekçilik yapan Ramiz, hayatındaki anlamsızlıkları otlarla ve şaraplarla doldurmaya uğraşıyor. Bir kadınla olamamak trajedilerin en büyüğü belki de. Cehennemi hisseden seyirci, hikâyenin bir yerinde cehennemin geldiği yeri öğreniyor Bach’ın müzikleriyle. Annesine esrarlı sigara içiren Egemen, annesine geçmişiyle yüzleşme cesareti veriyor farkında olmadan. Seyirci için de karanlıktaki sırlar anlamlaşmaya başlıyor. Eski İstanbul hanımefendisi Gülseren, 1970’lerde vahşice dönüşüme uğrayan İstanbul’da başına gelebilecek en büyük trajediyi yaşıyor. Bu trajedi, Gülseren’in zihnini yakan cehennem alevlerine dönüşüyor yıllar boyunca. Gençliğinden bu yana hiç dışarı çıkamayan Gülseren, oğlu Egemen’i de yarattığı bu cehenneminde yakmış hep.

Bach ve Mozart önemli…

Yönetmen Irmak, fonda neredeyse müzik kullanmamış. Filmin final bölümlerinde Bach ve Mozart duyuluyor sadece. Ama, dış sesler müzikler kadar etkileyici. Radyodan müziği duyulan Johann Sebastian Bach (1685-1750), üvey kız kardeşinden cehennemi eziyetler görmüş ve aşağılanmış hep. Üvey kız kardeş, Bach’ın birçok bestesini yakmış. Bach’ın çok az bestesi geriye kalabilmiş. Yönetmenin Wolfgang Amadeus Mozart’ın (1756-1791) eserini kullanmasının nedeni, belki de Mozart’taki coşku ve hüzünden olmalı. Mozart’ın öncelikle keman ve piyano tınıları çığlık gibidir. İçindeki duygu kaosunu hissettirir dinleyenlere. Açık uçlu gibi görünen finali, Mozart’la buluşturabilirsiniz belki. Yönetmen Irmak’ın anne ve kadın takıntısı “Issız Adam” filmiyle fark edilmişti. Son filmi “Karanlıktakiler”le uç noktaya ulaşıyor bu. Kadınlar ruha acı veriyor. Boşluğa düşürüyor. Bilinmezlere sürüklüyor. Ama, bu düşünceleri sallayacak anlar da var “Karanlıktakiler”de. Gülseren’in gençliğinde yaşadığı derin trajediyi yönetmen öznel kamerayla yansıtıyor. Bu öznel kamera daha da acı verecek seyirciye. Bu sahneler, sinemada da az görülür irkilticilikte ve keder yüklü. Yönetmen, genç Gülseren’in yüzünü hiç göstermiyor ve her şeyi onun gözünden yansıtıyor perdeye. Bu filmdeki çarpıcı görsellik o kadar çok ki. Köşkte daha koyu, daha pastel renkler kullanan yönetmen, bazı anlarda balıkgözü objektife benzeyen görüntüler de oluşturmuş. Her şey daha soğuk ve dik yansıyor bu anlarda. Yönetmen, reklâm şirketindeki sahnelerdeyse, daha parlak ışık düzenlemeleri kullanmış ve daha açık renk tonuyla yansımış her şey. Aslında, Egemen’in mutsuz ve tedirgin olduğu her mekânda yönetmen renkleri koyu tonda kullanmış. Filmdeki deniz kenarındaki uçurum da önemli. Bu “uçurum”lar final bölümüyle daha da anlamlaşacak belki de. “Karanlıktakiler”in estetiğinin gerçeküstücülüğe daha yakın durduğunu belirtmeliyiz. Bu filmdeki sinemaskop görüntüler de heyecan verici.

1970 yılında İzmir’de doğan yönetmen Çağan Irmak, kısa filmlerinde bile ünlüleri oynatmış bir yönetmen. 1998 yapımı “Bana Old and Wise’ı Çal” adlı kısa filminde Derya Alabora ve Erkan Can’ı oynatmış. Irmak, adını televizyon dizilerinde duyurdu. 2000 yapımı “Çilekli Pasta” dizisinde Taner Barlas’a başrolü vermişti. Ama, bu büyük oyuncuyla sinemada yolları bir daha buluşmadı hiç. Irmak’ı üne kavuşturan 2002 yapımı “Asmalı Konak” adlı diziydi. 2004 yapımı “Çemberimde Gül Oya” da ününü çoğalttı. Aynı yıl, başrolünde Fikret Kuşkan’ın oynadığı “Mustafa Hakkında Her Şey” filmini çekti, olumlu eleştiriler aldı. Irmak, sadece DVD olarak yayımlanan “Kâbuslar Evi” korku serisini de çekti. 2005 yapımı “Babam ve Oğlum” onun tam anlamıyla patlama filmiydi. 2008 yapımı “Ulak” filminden bu yana da sinemaskop çalışmaya başladı Irmak. 2008 yapımı “Issız Adam”, aşkı ve geçmişin güzel şarkılarını hatırtattı. Son filmi “Karanlıktakiler” de onun sinemada yukarıda bir yerlere çıktığını gösteriyor. 1972 doğumlu Gökhan Tiryaki, kameramanlıkta sinemamızın yükselen değeri. Büyük yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın yanında yetişen Tiryaki, Çağan Irmak’la ruh birliği oluşturuyorlar. Rıza Akın, Tayfun Pirselimoğlu’nun 2007 yapımı “Rıza” filmiyle sinemada göründü ilk. Irmak’ın bu filminde kaybetmiş bezgin gece bekçisi Ramiz karakterine de ruh katabilmiş. Reklâm şirketinde ofisboy Egemen’e hayat veren Erdem Akakçe, epey filmde boy göstermiş yakın zamanlarda. 2005 yapımı “Anlat İstanbul” ve 2008 yapımı “Ara” öne çıkan filmler. “Karanlıktakiler”, onun en büyük şansı oldu. Belki de o, yönetmenin büyük şansıydı. Merâl Çetinkaya ve Derya Alabora, tek kelimeyle mükemmeller. Sanki bu filmin başyapıtı onlar.

(30 Eylül 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Şaban, Charlot’a Karşı (mı?)

IMDb’de bir anket yapılmış ve Şaban Oğlu Şaban (Eğilmez) En İyi Komedi Filmi seçilmiş. Önce gazetede okudum, sonra televizyonlara yansıdı. Kemal Sunal, Charlie Chaplin ve Woody Allen’i geride bırakmış. Sinemamız için gururlanmak lâzım mı?

IMDb’nin anketinin sonucunda 50 film yer alıyor. Filmlerin aldıkları puanlarla, bu puanların bir tür değerlendirmesi sonucu bir sıralama yapılmış ve sıralama sonucu Şaban Oğlu Şaban, 49 filmi geride bırakarak birinci olmuş.

Listede 8 Türk filmi var. Listede yer alış sıralarına göre Şaban Oğlu Şaban 8.9/10 oranla 1., Züğürt Ağa (Nesli Çölgeçen) 8.5/10 oranla 9., Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz) 8.5/10 oranla 10., Hababam Sınıfı Tatilde (Ertem Eğilmez) 8.4/10 oranla 12., Süt Kardeşler (Ertem Eğilmez) 8.4/10 oranla 25., Hababam Sınıfı Uyanıyor (Ertem Eğilmez) 8.3/10 oranla 33., Davaro (Kartal Tibet) 8.3/10 oranla 36., Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (Ertem Eğilmez) 8.3/10 oranla 39. sırada yer alıyor ama filmler bu şekilde sıraya girerken aldıkları puan bakımından farklı bir dizilim gösteriyor. Puan esasına göre sıralama şöyle: 39. sırada yer alan Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı 4263 puanla 1., 33. sırada yer alan Hababam Sınıfı Uyanıyor 3528 puanla 2., 25. sırada yer alan Süt Kardeşler 3366 puanla 3., 12. sırada yer alan Hababam Sınıfı Tatilde 2937 puanla 4., 9. sırada yer alan Züğürt Ağa 2543 puanla 5., 1. sırada yer alan Şaban Oğlu Şaban 2450 puanla 6., 10. sırada yer alan Kibar Feyzo 2438 puanla 7., 36. sırada yer alan Davaro 1160 puanla 8.

50 filmlik listeden benim gördüğüm veya bildiğim bir kısım filmlere de bakınca şu durum ortaya çıktı:

Listede 5. sırada yer alan Forrest Gump (Robert Zemeckis) 260051 puan, 6. sırada yer alan City Lights (Charlie Chaplin) 232555, 3. sırada yer alan Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (Stanley Kubrick) 141517, 21. sırada yer alan Some Like It Hot (Billy Wilder) 59619, 48. sırada yer alan Annie Hall (Woody Allen) 57738, 18. sırada yer alan Sing’ in Rain (Stanley Donen – Gene Kelly) 49238, 22. sırada yer alan Nuovo Cinema Parasido (Giuseppe Tornatore) 39340, 20. sırada yer alan The Great Dictator (Chaplin) 31873, 19. sırada yer alan The Apartment (Wilder) 31722, 13. sırada yer alan Modern Times (Chaplin) 30729, 40. sırada yer alan Yojimbo (Akira Kurosawa) 25641, 34. sırada yer alan It Happened One Night (Frank Capra) 21938, 45. sırada yer alan The Gold Rush (Chaplin) 18126 , 31. sırada yer alan The General (Clyde Bruckman – Buster Keaton) 17401, 44. sırada yer alan The Kid (Chaplin) 11316 puan almışlar.

Görülüyorki puan sıralamasında yer alan 15 filminden en düşük puan alan film bile, bizim listeye giren 8 filmizin en fazla puan alan (ve listede ancak 49. sıraya girebilen) filmimizden kat be kat fazla (11316 puana 4263 puan) puan almış bulunmaktadır. Bu puanların değerlendirilmesinde uygulanan, filmlerin sıralamasında esas alınan yöntemler sonucu çok farklı bir sonuç ortaya çıkıyor. Neticeyi değiştirir mi? Değerlendirme sistemi önceden belirlendiğine göre, neticenin değişmesi söz konusu olamaz; ama olayı haber yaparken, sırf listeye giren filmlerimizi alıp, filmlerimiz (özellikle Kemal Sunal) Charlie Chaplin ve Woody Allen’i geri de bıraktı derken, bu durumları da belirtelim. Kimsenin Kemal Sunal’a söyleyecek sözü yok ama olaya yaklaşımımız çok dikkat çekici.

Başka bir konuya değinip, bitirelim. Ülkemizin Oscar aday adayı olarak Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül) seçildi; öncelikle başarılar dileyelim ama unutmamamız gereken bir nokta, diğer aday adayları da, bizim filmimiz ile aynı elemeden geçecektir ve -genel prensip hepsinin kâğıt üzerinde aynı şansa sahip olmasıdır, bu nedenle- her aday adayı da aynı heyecan ile belirlenecek son dokuz filmi bekleyecektir bizim gibi; bu arada kulis yapılacaksa -ki yapılabilir sanırım- yapalım ve de son bir “kanaat” daha, Oscar önemlidir, ama o kadar da değil ve yalnızca “En İyi Yabancı Film” dalındaki yarışma uluslararasıdır.

(27 Eylül 2009)

Orhan Ünser

İtalya’da Bir Kübalı: Tomas Milian

Sinemanın büyük oyuncularından Tomas Milian, aslında bir Kübalıydı. Ama, İtalyan sineması içinde ünlendi ve bu saygın sinemada iyi filmlerde oynadı. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.

Tomas Milian… Küba’nın başkenti Havana’da 1932’de doğdu. Gerçek adı da Tomas Quintin Rodriguez’di. Diktatör Batista rejiminde bir generalin oğluydu. Sonra New York’a gitti ve “Actors Studio”da oyunculuk dersleri aldı. Ardından Amerikan yurttaşlığına geçti. 1950’lerin sonlarında da İtalya’ya taşındı. Televizyon yapımlarıyla sanat hayatına başlayan Milian, 1959’da Mauro Bolognini’nin yönettiği “La Notte Brava”da (Vahşi Gece) oynadı. Film, Pier Paolo Pasolini’nin 1955’te basılan ve Mehmet Harmancı’nın 1992’de Türkçeye de kazandırdığı “Ragazzi di Vita-Oğlanlar” adlı romanından çekildi. Senaryoyu da Pasolini’yle beraber Jacques-Laurent Bost yazdı. Milian, 1960’da yine Bolognini’nin “Acı Aşk” adıyla da anılan filmi “II Bell’Antonio-Acı Nikah” filminde de oynadı. Marcello Mastroianni, Claudia Cardinale ve Pierre Brasseur’ün başrolde oynadığı filmin senaryosunu Vitaliano Brancati’nin aynı adlı romanından Bolognini, Pasolini ve Gino Visentini yazdı. Hikâyeyse, faşizmin altındaki Sicilya’da geçiyordu. Yakışıklı Antonio’dan kadınlar hemen hoşlanıyorlar. İşte bu Antonio iktidarsızlığa düşerse ne olurdu? Tabii ki cehennemi yaşardı. Faşist iktidarla Antonio’nun iktidarsızlığı derin bir metafor yaratıyordu “Acı Nikah”ta. Bu film, Bolognini’nin bir başyapıtı olarak değerlendiriliyor şimdi. Filmin siyah-beyaz fotoğrafları da çok çarpıcı. Kameraman Armando Nannuzzi’nin bu filmdeki denemeleri çok eğitici. Öncelikle mekânlara düşen ışıklar yönüyle. Milian, 1961’de ünlü yönetmen Alberto Lattuada’nın “L’Imprevisto” (Beklenmeyen) filminde ünlü Fransız kadın oyuncu Anouk Aimee’yle başrolü paylaştı. Film, yazar Edoardo Anton’un eserinden uyarlandı. Bu suç filmde bir fidye olayı anlatılıyordu. Sinema hayatının başlarında önemli yönetmenlerin filmlerinde görünen Milian, temiz yüzü, uzun boyu ve sakinliğiyle hemen fark edilen bir oyuncu oldu. 1960’ların başında birçok Avrupa ülke sinemasında olduğu gibi İtalya’da da sinema değişiyordu anlatım olarak. 1960’larla birlikte yeni İtalyan sineması ortaya çıktı. Bu yeni sinemada “spagetti western”ler de bunlardan biriydi.

Milian, 1962’de “Boccaccio ’70” adlı filmde de oynadı. İtalyan sinemasının dört büyük yönetmeninin imzasını taşıyordu bu film: Federico Fellini, Luchino Visconti, Vittorio de Sica ve Mario Monicelli… Milian, Visconti’nin çektiği “Il Lavoro” (Eser) bölümünde Kont Ottavio rolünde Romy Schneider’le karşılıklı oynadı. 53 dakikalık bu bölümde Visconti basın skandalı etrafında yine aristokrasinin çöküşünü anlattı. 1963 yılında yine çok yönetmenli bir film “Ro.Go.Pa.G” filminde de göründü Milian. Filmi Jean-Luc Godard, Pier Paolo Pasolini, Roberto Rossellini ve Ugo Gregoretti yönetti. Milian, Pier Poalo Pasolini’nin “La Ricotta” (Teleme) bölümünde oynadı. “Teleme”, keçi sütü ve incir sütünden yapılmış çoban peyniri anlamına geliyor. Pasolini’nin kameramanı da bu bölümde Tonino delli Colli’ydi. Filmin adı “Ro.Go.Pa.G”yse “Ro” (Rossellini), “Go” (Godard), “Pa” (Pasolini), “G” (Gregoretti) harflerinden geliyordu. 1964’te yönetmen Francesco Maselli’nin “Gli Indifferenti-Aşkın Kurbanları”nda da oynadı Milian. Filmde Claudia Cardinale, Rod Steiger, Shelley Winters ve Paulette Goddard da vardı. Alberto Moravia’nın romanından uyarlanmıştı bu siyah-beyaz film. Moravia’nın “Il Conformista-Konformist”, 1970 yılında Bernardo Bertolucci tarafından çekilmişti. Ayrıca Vittorio de Sica da, bu önemli yazarın “Ieri, Oggi, Domani-Dün, Bugün, Yarın”ını 1963’te uyarlamıştı. Godard da 1963’te yazarın “Le Mépris-Nefret”ini beyazperdeye aktarmıştı. “Aşkın Kurbanları” filmi, aşağılık ve ikiyüzlü bir topluma gerçekçi bir bakış olarak yorumlanmış zamanında. Bu filmin orijinal adı da “Kayıtsız” anlamına geliyor. Milian, 1965’te “002 Yavru ile Katip” Franco Franchi ve Ciccio Ingrassia’yla “Lo Uccido, Tu Uccidi” (Katilim, Katilsin) komedi filminde de oynadı. Siyah-beyaz bu filmi Gianni Puccini yönetmişti. Milian, büyük İngiliz yönetmen Carol Reed’in (1906-1976), sinemaskop ve renkli 1965 yapımı “The Agony and the Ecstasy-Acı ve İlham” tarihsel filminde de Raphael karakterini canlandırmıştı. Bu film, 1970’li yıllarda “Acı ve İlham” adıyla TRT’de de gösterilmişti. Irving Stone’un 1961’de yazdığı romanından uyarlanan filmde Charleton Heston (Michelangelo) ve Rex Harrison da (Papa II. Julius) başroldeydi. Irving Stone’un bu biyografik romanı 1965 yılında “İlahi Isdırap” adıyla Türkçeye de çevrilmişti. Filmde, Rönesans ressamı ve heykeltıraşı Michelangelo Buonarroti’nin (1475-1564) hayatından bir bölüm perdeye aktarılıyordu.

“Spagettiler” ve polisiyeler…

Hem başrollerde, hem de ikinci rollerde oynayan Milian, 1960’ların ortalarından itibaren kovboy filmlerinde de sıkça görünmeye başladı. Sergio Sollima’nın yönettiği 1967 yapımı “spagetti western” filmi “Faccia a Faccia-Dişe Diş”te Gian Maria Volonté’yle başrolü paylaştı. Filmde bir banka soygunu anlatılıyordu. 1968’de Orson Welles ustayla karşılıklı oynadı “Tepepa” filminde. Bu sinemaskop filmin müziklerini de Ennio Morricone yapmıştı. Bu “spagetti western”in yönetmeni de Giulio Petroni’ydi. Filmde, Meksikalı devrimci lider Tepepa anlatılıyordu. 1968 yılında Milian “Banditi a Milano-Vahşi Dörtler” suç filminde Gian Maria Volontè’yle karışılıklı oynadı. Bu sinemaskop filmin yönetmeniyse Carlo Lizzani’ydi. Milian, aslında polisiye filmlerle yönünü buldu. Ona, “Gariban İtalyan polisinin sinemadaki temsilcisi” deniliyordu. “Vahşi Dörtler”de, Milano trafiğindeki araba takip sahneleri de hayli heyecanlıdır. 1969 yapımı “Ruba al Prossimo Tuo-Sevgilimin Tuzağı”nda başrolde olmasa da ünlü oyuncularla perdeyi paylaştı. Rock Hudson ve Claudia Cardinale başroldeydi filmde. Francesco Maselli’nin yönettiği bu macera-komedi filminde müzikler Ennio Morricone’ye aitti. Filmin hikâyesi de çalınmış mücevherler etrafında geçiyordu.

Gerçek bir olaydan…

Milian, “spagetti western”lerde görünse de, aslında o polisiye-macera filmlerinin önemli oyuncusuydu İtalyan sinemasında. Milian, Lucio Fulci’nin yönettiği 1969 yapımı “Beatrice Cenci”de başrolde oynadı. Gerçek bir olayı anlatan film, Romalı zengin bir ailenin kızı Beatrice Cenci’nin öldürülüşü üzerinedir. Bu dava dört yüz yılı aşkındır, günümüze kadar çözülememiş. Beatrice’nin babası Francesco Cenci’nin cesedi de 1598’de Napoli’de bir dağ başında ölü bulunmuş. Yüzyıllarca çözülememiş davanın başlangıç dönemlerini anlatan bu trajik filmi hukukçular görmeli. 1975′te bir “spagetti western”de oynadı aktör. Sergio Corbucci’nin yönettiği filmin adı, “Il Bianco, Il Giallo, Il Nero-Üç Şeytan Adam”dı. Filmde Milian’la beraber Giuliano Gemma ve Eli Wallach da vardı. Milian, başrolde olmasa da Fransız yönetmen Claude Chabrol’ün 1976 yapımı “Folies Bourgeoises-Burjuva Çılgınlıkları” filminde dedektif rolündeydi. 1977 yılında Milian’ın iki polisiye filmi oynadı Türkiye’de. İlki, Umberto Lenzi’nin yönettiği 1975 yapımı “Il Giustiziere Sfida la Città-Kanun Benim”, diğeriyse Yves Boisset’nin yine 1975’te yaptığı “Folle à Tuer-Ölümden Kaçarken”di. “Kanun Benim”in “anti kahramanı” Rambo, yıllar sonra Sylvester Stallone’un “Rambo” serisine dönüşmeden önce İtalyan sinemasının kahramanıydı. “Kanun Benim”in yönetmeni Umberto Lenzi, filmindeki Rambo karakterini David Morrell’in 1972’de yayımlanan “First Blood” romanındaki kahramandan esinlenmiş. Hollywood ancak 1982’de Ted Kotcheff’in yönettiği serinin ilk filmi “First Blood-İlk Kan”la bu romanı beyazperdeye aktarabilmişti. Aslında bu iki filmi yan yana koyduğunuzda elbette birebir benzerlik yok. İki Rambo da savaş gazisiydi. “Rambo” Milian, Milano’da motosikletiyle çetelerle savaşırken, “Rambo” Stallone kasabada Amerkan ordusuna savaş açıyordu. Aslolan ruhtur. Milian, 1979’da Amerikalı yönetmen-oyuncu William Richert’ın ilk filmi “Winter Kills-Vur Emri”nde de göründü. Filmde Jeff Bridges, John Huston, Eli Wallach, Sterling Hayden, Anthony Perkins gibi oyuncular da vardı. Film, Richard Condon’ın romanından uyarlanmıştı. Filmde, bir çizgi romancı John F. Kennedy suikastını çağrıştıran bir cinayeti araştırıyordu. Komplo teorilerine uygun bir filmdi bu. Milian, 1979’da Bernardo Bertolucci’nin tartışmalı filmi “La Luna-Ay”da Giuseppe karakterindeydi. 1970’li ve 1980’li yıllarda Bruno Corbucci’nin polisiye serisinde Müfettiş Nico Giraldi karakterine de hayat vermişti beyazperdede Milian. Ama, 1980’li yıllarda kariyeri gerilemeye başladı ve daha çok ikinci rollerde görünmeye başladı. Milian, 1982 yılında Michelangelo Antonioni ustanın “Identificazione di una Donna-Bir Kadını Tanımlanması” filminde Niccolo karakteriyle başrolde görünmüştü.

1985’te Bruce Beresford’un “King David-Hz. Davut” filmiyle Hollywood’da da görünmeye başladı. 1980’lerin ikinci yarısından sonra televizyon dramaları öne çıkmaya başladı. Amerikalı ünlü yönetmen Abel Ferrara’nın 1989’da Elmore Leonard’ın romanından uyarladığı “Cat Chaser”de (Kedi Takibi) ikinci rolde oynadı. Tony Scott’ın 1990 yapımı “Revenge-İntikam” filminde Cesar rolündeydi. Yine aynı yıl Sydney Pollack’ın “Havana”sında oynadı. 1991’de Oliver Stone’un “JFK” filminde Leopoldo karakteriyle rol aldı. Milian, Hollywood’un önemli yönetmenlerinden bir diğeri Steven Spielberg’ün 1997 yapımı “Amistad” filminde Calderon karakterindeydi. Steven Soderbergh’in Oscarlar kazanmış 2000 yapımı “Traffic-Trafik” filminde General Arturo Salazar olarak göründü. 2005’te Milian, Andy Garcia’nın yönettiği ve başrolünü oynadığı “The Lost City-Kayıp Şehir”de Don Federico Fellove karakterini canlandırdı. Aynı yıl Luis Llosa’nın yönettiği ve Türkiye’ye gelmeyen “La Fiesta del Chivo” (Oğlak Şenliği) filminde başrolü Isabella Rossellini’yle paylaştı Milian. Perulu yönetmen Llosa, kuzeni ünlü yazar Mario Vargas Llosa’nın aynı adlı romanınını sinemaya uyarlamıştı.

(27 Eylül 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Basına ve Kamuoyuna: Dünya Festivallerini Dolaşan Film Altın Portakal’a Kabûl Edilmedi

Geçen hafta Fransa’da Corsicadoc Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen Demsala Dawî: Şewaxan (Son Mevsim: Şavaklar) filmi dünya festivallerini dolaşmaya devam ediyor. Kürtçe çekilen filmin 46. Altın Portakal Film Festivali’nin programına alınmaması ise şaşkınlık yarattı. Kürt açılımının festivale yansıması konuşulurken başarılı bir Kürt filminin programa alınmaması kafalarda soru işareti bırakıyor. Geçen yıl da yine Mezopotamya Sinema yapımı olan ve Kazım Öz’ün yönetmenliğini yaptığı Bahoz (Fırtına) hem Altın Portakal hem de Altın Koza Film Festivalleri’nin programlarına kabûl edilmemişti. Yılmaz Güney adına ödül veren Altın Koza Film Festivali’nin Bahoz (Fırtına) gibi bir Kürt filmini programına kabûl etmemesi çelişkili ve sansürcü bir karar olarak değerlendirilmişti.

İktidarın Kürt açılımı bir yandan Antalya Altın Portakal Film Festivali seçkisinde ses getirirken diğer yandan Demsala Dawî: Şewaxan filminin festivale kabûl edilmemesi, “devletin beyaz ve esmer Kürtler arasında yaptığı ayrımın ve kendi Kürdünü yaratma, özgür Kürdü kabûl etmeme politikasının ulusal bir festivale yansıması mı” sorusunu akla getiriyor. Bizler devrimci ve alternatif filmler yapan sinemacılar olarak bu sansürü kınıyor ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.

Demsala Dawî: Şewaxan (Son Mevsim: Şavaklar) hakkında:

Mezopotamya Sinema Kollektifi’nden Kazım Öz, ikinci uzun metraj belgesel filmi Demsala Dawî: Şewaxan’ı Nisan ayında tamamladı. ARTE France ve IDFA desteğiyle çekilen film Dersim bölgesinde yaşayan göçebe Şavak topluluğunun yok olmaya yüz tutmuş yaşam tarzlarının, doğayla bağlarının ve kıyasıya mücadelelerinin yanı sıra insani ilişkilerini belgeliyor.

Türkiye galası İstanbul Film Festivali’nde yapılan Demsala Dawî: Şewaxan’ın uluslararası galası ise İsviçre Visions du Reel Belgesel Film Festivali’nde gerçekleşti. İsviçre Nyon’da övgüyle karşılanan Demsala Dawî: Şewaxan, Visions du Reel sonrasında pek çok festival tarafından davet edildi.

Çekimleri ve kurgusu esnasında belgesel ile kurmaca film arasındaki sınırları zorlayan Demsala Dawî: Şewaxan, Temmuz ayında Paris Film Festivali’nde ana kategoride yarışarak uluslararası endüstride de bu akımın öncüleri içinde yer aldı.

Paris Film Festivali’ni takip eden aylarda Demsala Dawî: Şewaxan, belgesel film festivallerinin yanı sıra önemli uluslararası kurmaca film festivallerinin yarışma bölümlerine davet edildi. Eylül ayında Polonyo’nın Varşova kentinde düzenlenecek olan Docboat Film Festivali, Ekim ayında Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlenecek olan Doclisboa Belgesel Fim Festivali, Fransa’nın Montpellier kentinde 32.si düzenlenecek olan uluslararası Cinemed Film Festivali’nin belgesel bölümü ve Almanya’nın Mannheim kentinde 52.si düzenlenecek olan Mannheim-Heidelberg Uluslararası Film Festivali’nin ana yarışması bu festivallerden sadece bazıları.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından Asya Pasifik Perde Ödülleri’ne belgesel kategorisinde Türkiye’yi temsil etmek üzere aday gösterilen Demsala Dawî: Şewaxan ayrıca 19 Eylül’de Fransa Korsika’da düzenlenen Corsicadocs Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterildi.

(24 Eylül 2009)

MEZOPOTAMYA SİNEMA KOLEKTİFİ
İletişim: 0090 212 232 60 63

Sıcak, Gerçekçi ve Fantastik

Ricky
Yönetmen-Senaryo: François Ozon
Müzik: Philippe Rombi
Görüntü: Jeanne Lapoirie
Oyuncular: Alexandra Lamy (Katie), Sergi López (Paco), Mélusine Mayance (Lisa), Arthur Peyret (Ricky)
Yapım: Fransa-İtalya (2009)

Her filminde sinemaseverlere bambaşka sinema tatları veren Fransız yönetemen François Ozon, 59. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” için yarışan “Ricky” filmi, sinemaseverlerin belleğine alması gereken yapıtlardan.

François Ozon’un “Ricky” filmi, 59. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde “Altın Ayı”ya aday olmuştu. Bu filmin hikâyesi hem gerçekçi hem de fantastik. Paris banliyölerinde geçen bu filmde yoksul insanlar anlatılıyor. Anne ve kızı, Katie ve Lisa, banliyödeki sosyal konutlarda kalıyor. Bu sosyal konutlar, banliyölerde İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş. Şimdilerdeyse bu sosyal konutlarda göçmenler ve yoksul Fransızlar ikâmet ediyorlar. Ozon, bir avronun hesabını yapan emekçilerin içinde dolaşıyor kamerasıyla “Ricky”de.

Banliyödeki yoksul hayat…

Film, Katie’nin umutsuz bir anı üzerine açılıyor ve sonra da birkaç ay önceye dönüyor. Süt fabrikasında çalışan Katie, küçük kızı Lisa’yla iyi bir ikili oluşturmuşlar. Sabahın köründe annesini uyandıran ve annesiyle kahvaltı yapan Lisa, annesinin motosikletiyle okuluna gidiyor. Bu küçük ailenin monoton hayatını aynı monotonlukla yansıtan Ozon, önce Paco’nun, sonra da Ricky’nin varlığıyla ailenin hayatına hareket katıyor. Bu sıcak hayatın içine İspanyol göçmen Paco da girince hikâye de derinleşiveriyor. Fabrikada ilk görüşte tutulduğu Paco’yu hayatına dahil eden Katie, Paco’dan doğaüstü bir bebek dünyaya getiriyor bir zaman sonra. Elbette Ricky’deki farklılığı hemen anlamıyorlar. Lisa’nın isteğiyle bebeğe Ricky adını veriyor Katie ve Paco. Bu bebek öyle farklı ki. Sürekli ağlıyor ve doymak da bilmiyor. Fabrikada gece mesaisinde çalışan Paco, Katie’nin gündüz mesaisinde olduğu zaman Ricky’ye de bakıyor. Akşam bebeğin sırtında morluklar gören Katie, Paco’nun bebeği dövdüğü sanıyor. Ayrılıyorlar. Ama, çok geçmeden bebekteki değişiklik devam ediyor. Bebeğin omuzlarında iki kanat çıkmaya başlıyor önce, sonra da bebek bir melek gibi uçuyor. Bir Hollywood filminde süperleşecek bu film, Ozon gibi bir anlatım ustasının elinde bambaşka yerlere gidiyor. Yönetmen, fantastik gibi görünen bu filminde gerçekliğin uzağına düşmemeye çaba gösteriyor. Bu filmin en yaratıcı yönü seyircisinin zihnini bir an için karıştırması belki de. Tıpkı her şey Katie’nin zihni gibi. Belki de Ricky, Katie’nin zihninden düşen anlar. Filmin girişi ve final bölümü, zihinleri epey karıştırıyor. Andrey Tarkovski ruhu taşıyan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” kazanan 2003 yapımı “Vozvrashcheniye-Dönüş” filminde de seyircinin zihni karışıyordu. Yaşananlar gerçek miydi, yoksa Ivan’ın zihninden düşen imgeler miydi, diye tereddüte düşen seyircinin de zihni bir an için kaosu yaşıyor. Ozon, “Swimming Pool-Havuz” filminin final bölümünde de zihinsel bulanıklık yaratıyordu. Sanat çok muhteşem ve de çok derin bir okyanus. Ozon’un mekânları da “Ricky”nin ruhuyla buluşmuş. Öncelikle de Katie’nin daireside. Soğuk ve ıslak kış atmosferinin yansıdığı dış mekânlardaki fotoğraflar da çarpıcıydı. Yönetmen, mekânlara düşürdüğü ışıkları da Katie’nin ruh haliyle örtüştürmüş, öncelikle iç mekânlarda.

Son dönemlerde keşfedilen iyi yönetmenlerden biri olan Ozon, gerçekten kendine özgü bir yönetmen. 1967’de Paris’te doğan Ozon’la ilk defa 1999 yapımı “Les Amants Criminels-Katil Aşıklar” adlı bir gençlik suç filmiyle karşılaşmıştık. 1998’de “Sitcom”la ilk uzun filmini çeken yönetmen, 2004 yapımı “Cinq Fois Deux-Beş Kere İki” filminde değişik bir anlatım kurgusunu denemişti. Geriden öne doğru gelen filmde on yıllık bir evliliğe tanıklık ettirmişti yönetmen. Sinemaya kısa filmler ve belgesellerle başlayan Ozon, İngiliz oyuncu Charlotte Ramling’le çalışmayı da seviyor. Rampling’le 2000 yapımı “Sous la Sable-Kumun Altında” ve 2003 yapımı “Swimming Pool-Havuz” filmlerini yaptı yönetmen. Ozon, Alman sinemasının büyük yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in aynı adlı oyunundan uyarladığı 2000 yapımı “Gouttes d’Eau sur Pierres Brulante-Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları”, eşcinsel aşkı üzerineydi. Ama, “Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları” deyişi, kadınların erkek bencilliğine karşı isyanının dillenmesi. Kadınlardan yanayız. Paco karakterini canlandıran Sergi Lopez, 1965 yılında Barcelona’da doğdu. Lopez’i, 2003 yılında CNBC-e’de gösterilen Dominik Moll’un 2000 yapımı çarpıcı gerilimi “Harry Un Ami qui Vous Veut du Bien-Harry İyiliğinizi İsteyen Bir Dost” filmiyle fark etmiştik. İnsana sıcaklık veren, Lisa’nın ve Ricky’nin büyülediği bu filmi sinemasal belleğe almak gerek. Ozon, bir bebekten bile yüksek performans almış bu filminde. Bebek Ricky’yi seyretmeye doyamıyor insan.

(24 Eylül 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

25 Eylül 2009 Haftası

“Suretler”, çok da uzak olmayan bir gelecekte, insanların güvenli evlerinden çıkmadan kopyaları vasıtasıyla (bunlar daha güzel, yakışıklı, sağlıklı, kusursuz tabii) hayata dâhil olmaları gibi ilginç bir fikri alıp çok ilgi çekici bir konsepte dönüştüren ve izlerken görsel anlamda heyecan duymanızı sağlayan dedektiflik hikâyesi. Ancak senaryoda ciddi zaaflar mevcut. Bu denli iddialı bir değişimde, tüm sistemin bir anda bitmesi bir – iki kişinin elinde ki, bu -kendi mantığında- hiç inandırıcı değil örneğin. “Ben bunlara takılmam, görüntülerin içinde kaybolurum” derseniz sorun yok!

“Ricky”, üç sözcükle, ‘aile olmanın değeri’ üzerine… Seyirciye, yüzde yüz gerçeklik duygusunun geçmesini sağlayan bir film ve işte bu nedenle içindeki tek fantastik unsur etkili oluyor. Bunun ne olduğunu yazarsak, izlememiş olanların seyir zevkine karşı ayıp etmiş oluruz.

“Kadın Aklı, Erkek Aklı”, tahmin ettiğiniz gibi, vücudun üst yarısıyla ilgileniyormuş gibi görünen kadınlardan bir kadın ile alt yarısıyla ilgileniyormuş gibi görünen erkeklerden bir erkek arasında, irade savaşı şeklinde başlayan, giderek, ikisinin de ‘orta yol’a yani aşka doğru ilerlemesiyle gelişen ilişkiyi anlatan parıltılı güldürü. Cazibeli oyuncular ve duraksamadan akan hınzır diyaloglar, başlıca artıları.

“11’e 10 Kala”da, kişisel tarihinin tanığı binlerce objeyi ve zamanın tanığı ev dolusu gazeteyi büyük bir titizlikle biriktiren inatçı yaşlı adam Mithat Bey’i tanıyoruz. Yaşadığı apartmanın yıkılıp yerine yenisinin dikilecek olması nedeniyle komşuları ile yakın çevresini karşısına almak pahasına evinden çıkmaması ve bir noktadan sonra içeriye kapanması, eksen… Açgözlülüğün sürekli prim yaptığı bir dünyada, erdemlerin son savunucularından birinin mizahi ve hüzünlü öyküsünde, Esmer, temel bir hata yaparak, Mithat Bey (kendi akrabası) dâhil, amatörlerle profesyonel oyuncuları bir araya getirmiş fakat dengeyi kuramamış. Daha önce belgeselini de çektiği Mithat Esmer’in gerçek öyküsünü drama filme dönüştürürken, yüzde yüz profesyonellerle çalışma yerine bu yolu tercih etmesi kendi kararı olsa da, bu tür bir filmde güçlü bir yönetmenlik sergileyemediği için, hayli denetimsiz oyuncular rahatsız ediyor, giderek filmden kopmanıza neden oluyorlar. Dünya sinemasındaki benzerlerinin gücüne ulaşamamasındaki nedenlerden biri de, mizansenlerin zayıflığı. Belgesel ile kurgu arası bir tuhaf film maalesef.

(24 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sinemalarda Bayram Havası

Bayram günlerini sürdüğümüz şu günler sinemaya gitmek için en ideal zamanlar… 10 yeni filmin vizyona girdiği hafta, sinemaseverlere bol seçenek sunuyor. Özellikle son aylarda vizyona giren korku – gerilim türündeki filmler izlenmeye değer. Bu hafta da türde 3 yeni film izlenmeyi bekliyor. Bruce McDonald’ın yönettiği Öldüren Kelimeler / Pontypool, mutlaka görülmesi gereken filmlerde başı çekiyor. Haftanın bir diğer gerilimi Alex ve David Pastor ortak yapımı Veba / Carriers’da aşağı kalır değil. Mats Stenberg yönetimli Şeytanın Oteli 2 / Fritt Vilt 2 türünün müdavimlerine hitap ediyor. Göçenler, Göçürenler… Ne Varsa Götürenler / Immigrants – L. A. Dolce Vita ise tüketim çılgınlığına dikkat çekerek haftanın sosyal sorumluluğunu üstlenen tek film ve kaçırılmamalı… Kocaman çocuklar için özellikle… G-Force ise ünlü oyuncu kadrosu ve teknolojisiyle zaten seyircini bulmuştur. Son Vampir / Blood’ı ise merak etmekteyim. Her türlü vampir filmine karşı zaafım var.

TÜRK FİLMLERİNDE HAYAL KIRIKLIĞI

Yavaş yavaş ve korkarak haftanın 4 Türk filmine doğru ilerliyorum. Bu 4 filmden 3’ünün gösterimlerini kaçırdım ama görüyorum ki çok bir şey kaçırmamışım… Sizi Seviyorum’dan zaten beklentim yoktu, boşa çıkmadı… Luk Piyes’in yazıp, yönetip, oynadığı Kanımdaki Barut ile ilgili de çok iç açıcı şeyler duymadım ne yazık ki… Bir tek Cemal Şan’ın Sonsuz’u ile ilgili güzel şeyler okudum ama konusunun kanser hastalığı nedeniyle kesişen farklı dünyalardan üç insanın hayatının son günlerini olduğunu bilmediğimden izlemeye yanaşmadım açıkçası…

Gelelim Egemen Ertürk’ün Çıngıraklı Top’una… Konusunu okuyunca ilgimi çekmişti açıkçası… Hikâyeye göz atalım; eskiden sahalarda fırtınalar estiren futbolcu Kerem alkolizmin derin batağına saplanmıştır. Kumar borçlarından dolayı mafya da peşindedir. Aynı günlerde Boğaz Körler Derneği’nde olimpiyatlar için takım kurma telâşı vardır. Kerem’in yolu bir şekilde dernekle kesişir ve Kerem körler takımının antrenörü olur. Dernekteki iyilik perisi ile Kerem birbirlerinden pek hoşlanırlar.

Bitirmeden oyuncular ile ilgili birkaç şey söylemeliyim. İlyas Salman hayranlık duyduğum, Türk sinemasının çok değerli bir oyuncusudur. Oyununu da çok beğendim. Sevgili Osman Tanburacı ise aynen gerçek hayatta olduğu gibi güler yüzlü ve yardımsever… İlk oyunculuk deneyiminde perdede çok sevimli duruyordu, bence hiç de fena değildi…

BİZ KUMLANMIŞ KOT GİYİYORUZ, ONLAR ÖLÜYOR!!!

Haftanın hiç şüphesiz en önemli filmi Silikozis belgeseli… Geçtiğimiz Perşembe günü galası yapılan filmin ekibi artık çok yakından tanıdığımız, Ethem Özgüven, Petra Holzer ve arkadaşları… Geçtiğimiz yıl Tuzla’da yaşanan insanlık dramını 4857 isimli filmleri ile belgeleyen ekip aynı günlerde yaptığım söyleşide kot kumlama işçilerinin ölümleri ile ilgili “Hiç kimse bizim giydiğimiz kotu yaparken ölmek zorunda değil. Hepimiz emekçiyiz, hepimizin yaşamaya hakkı var.” diyerek düşüncelerini dile getirmişlerdi. Akabinde de aynı kolektif ve gönüllü çalışma ruhuyla yola çıkmışlardı.

SİLİKOZİS NASIL BİR HASTALIK?

Birçoğumuzun adını bile ilk kez duyduğu bu hastalık ne nasıl şey? 2004 yılında tekstilde ortaya çıktı Silikozis hastalığı… Akciğerleri saran ölümcül bir hastalıktı bu… Aslında hastalık normal şartlarda tozlu ve kumlu ortamda 15-20 yıl gibi uzun bir süre çalıştıktan sonra ortaya çıkabiliyor. Ancak Türkiye’deki kot kumlama işçilerinin 6 aylık bir çalışması bile hastalığın ölümcül boyutlara ulaşmasına yetiyor. Daha yirmili yaşlarını süren, gencecik insanların bu hastalıktan hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz. Henüz tanı konmamış, hastaneye bile gidecek durumu olmayan, dolayısıyla tespit edilemeyen birçok silikozis hastası var. Sayının en az 5 bin olduğu tahmin ediliyor.

Ne yapabiliriz?

Aslında şu an her şeyin başındayız ve hepimizin üzerine büyük sorumluluk düşüyor. Kot kumlama yasaklandı ama bu ölen insanları geri getirmiyor veya hastaların durumunu değiştirmiyor. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi aylardır il il dolaşarak bu hastalığa yakalanmış işçileri tespit ediyor; hastaların hastanelere yatırılmasını sağlıyor. İşçileri ve kamuoyunu bilinçlendirmek için seminerler ve hekimler ile birlikte sunumlar yapıyor. En önemlisi de işçilerin haklarını almalarını sağlamak için davalar açıyor. Bir işçinin tüm içtenliğiyle söyleyiverdiği gibi; “Patronlar o dandik maskeleri vermeseydi, uygun sağlık koşullarında çalışma sağlansaydı, şu an bu yaşananların hiç biri olmayacaktı.”

Şu an yapılması hedeflenen en önemli konu, işçilerin kanunen emekli olmalarını sağlamak. Çünkü bir çoğu çok genç yaşta olmalarına rağmen iş güçlerini tamamen yitirmiş durumdalar ve bakmakla yükümlü oldukları aileleri var.

Yapabileceğimiz ilk şey, konunun sıcaklığını muhafaza etmek ve istenilen sonuç alanına kadar destek vermeye devam etmek. Silikozis belgeselinin gösterilmesini sağlamak en önemli adımlardan birisi… Küçük ya da büyük bir TV kanalından tutun, küçük bir cafeye kadar, belgeselin ne kadar çok yerde gösterilmesini sağlarsak bu sorunu o kadar görünür kılacağımızı unutmayalım.

http://www.kotiscileri.org adresine tıklayıp gelişmelerden haberdar olabilir ve imza kampanyasına katılabilirsiniz. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ne destekte bulunmak için;

İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı Hesabı
Türkiye İş Bankası İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Şubesi
Şube Kodu: 1200
Hesap Numarası: 3146645
Önemli Uyarı: Dekontun açıklama bölümüne “Kot İşçileri ile Dayanışma İçin” yazmayı unutmayın!

(21 Eylül 2009)

Gizem Ertürk

Kadınlar ve Erkekler Üstüne

Kadın Aklı Erkek Aklı (The Ugly Truth)
Yönetmen: Robert Luketic
Senaryo: Nicole Eastman, Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith
Müzik: Aaron Zigman
Görüntü: Russell Carpenter
Oyuncular: Katherine Heigl (Abby Richter), Gerard Butler (Mike Chadway), Eric Winter (Colin), John Michael Higgins (Larry), Cheryl Hines (Georgia)
Yapım: Columbia (2009)

“Bu Nasıl Sarışın” ve “21” filmleriyle tanınan Avustralyalı yönetmen Robert Luketic’in salon komedilerine selam gönderen “Kadın Aklı Erkek Aklı” filminin kadınlar ve erkeklere dair esprileri zayıf olmasından tam anlamıyla seyircileri kahkahalara boğamıyor.

Filmin hikâyesi, Kaliforniya’nın Sacramento şehrinde, bir yerel televizyon kanalında geçiyor. Bu komedi, kadınlar ve erkekler üzerine bir film gibi görünse de, aslında ilişkilerde acemi bir genç kadının erkekler konusunda “tecrübe” kazanması üzerine. Ama, filmlerde şu kural hiç değişmiyor: Nefretten aşk doğar… Gerçek hayatta birçok insanın toslamadığı bir şey. Filmlerin yalanı işte. Abby, bir haber programının yapımcısı ve “rating”lerde yerlerde sürünüyor. Rakip yerel kanalda kadınlar ve erkekler üzerine “Acı Gerçekler” programını yapan Mike, şehrin gözde programcısı. Kedisever Abby’nin kedisi televizyonun uzaktan kumanda aletinin tuşlarına basınca, kader Abby’yle Mike’ın yollarını buluşturuyor. Abby’nin haber programına paraşütle inen Mike, dizginleri ele alıyor ve program bir anda şehrin en gözdesi oluyor. Sonuçta işin ucunda erkekler ve kadınlar var. Hem kadınlar hem de erkekler, karşı cinsin kendileri hakkında ne düşündüklerini merak ederler. Mike, sadece programında değil hayatta da kadınları okuyan biri. Elbette aşkta acemi Abby’nin dertlerini hemen anlıyor.

Salon komedisi…

Eski zaman Hollywood salon filmlerinin tadını veren ve yer yer esprileriyle insanı güldüren yönetmen Robert Luketic’in “The Ugly Truth-Kadın Aklı Erkek Aklı” filmi, bir senaryo ordusunun yazmasına rağmen hınzırca bir güldürüye dönüşemiyor ne yazık ki. Oysa, kadın ve erkek dünyaları birer derya. Nancy Meyers’ın 2000 yapımı “What Women Want-Kadınlar Ne İster” filmi daha hınzırcaydı sanki. Kadınlar ve erkekler üzerine espriler tam anlamıyla güldürüyordu. “Kadın Aklı Erkek Aklı” filminde en hınzırca tipler, aynı programı sunan karı-kocanın, Georgia ve Larry’nin göründüğü sahnelerdi belki de. Filmin finalindeki uçan balonlu sahne de iyi geliyordu. Bu film, kadınla erkeğin akıllarının ve kalplerinin nerede olduğunu bir defa daha hatırlatıyor. Filmin afişine bir bakın. Yönetmen Luketic, 1973’te Avustralya’da doğdu. Luketic’in annesi bir İtalyan, babasıysa bir Hırvat. Bu yönetmenin en hatırlayacağınız filmi 2001 yapımı “Legally Blonde-Nasıl Sarışın”dır belki de. Sinemaseverler, 1978 doğumlu Katherine Heigl’i Steve Miner’ın 1994 yapımı “My Father the Hero-Kahraman Babam” filminden hatırlayabilirler. 1969 doğumlu İskoç oyuncu Gerard Butler, Joel Schumacher’in 2004 yapımı “The Phantom of the Opera-Operadaki Hayalet”, Zack Snyder’ın 2006 yapımı “300-300 Spartalı” ve Guy Ritchie’nin 2008 yapımı “RocknRolla” filmlerinden hatırlanıyor. Kameraman Russell Carpenter bu ekibin en bilineni belki de. Carpenter, 1997 yapımı 11 Oscar kazanmış “Titanic-Titanik” filmiyle bir Oscar kazanmıştı. Kameraman Carpenter, James Cameron’la 1994 yapımı “True Lies-Gerçek Yalanlar”da da beraber çalışmıştı. Carpenter ayrıca, yönetmen Luketic’in 2005 yapımı “Monster-in-Law-Vay Kaynanam Vay” ve 2008 yapımı “21” filmlerine de katkıda bulundu.

(20 Eylül 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

“Sonsuz” Bir Film

Cuma günü en sevdiğim günlerden biridir, üstelik daha okullar da açılmamış, saat 13:15 matinesine “Sonsuz”a gideyim dedim, iyi ki de gitmişim. Film en iyi Türk filmleri listesine girebilecek kadar muhteşem bir film olmasa da hoşça vakit geçirtti, hem eğlendirdi hem de duygulandırdı. Her şeyden önce oyunculuklar iyi ve samimiydi. Ferhat Gündoğdu namuslu Anadolu gencini iyi canlandırmış, İsmail Hacıoğlu ise rolüne tam uyacak kişiydi, zaten burada oynadığı Volkan karakteriyle “Kabadayı” filminde oynadığı Murat karakteri birbirine oldukça benziyor. Bana göre filmin yönetmeni Cemal Şan “Kabadayı” filminden esinlenerek “Sonsuz”u çekmiş. Bu iki filmin ortak özelliği; ikisinde de bir gece mekânının içindeki kız kavgası var, ikisinde de genç bir barmenin mafyadan kaçışı var. Zaten “Kabadayı” filmini iyi hatırlayanlar bilir; orada da Şener Şen fotoğraflar çekip defterine koyuyordu, “Sonsuz” filminde de mafya babasını canlandıran Şevket Çoruh öldüreceği kişilerle önceden fotoğraf çektirip defterine koyuyor. Bu kadar da benzerlik olamaz demeyin, Şener Şen’in de Şevket Çoruh’un da kullandıkları fotoğraf makinesi aynı model. Bu arada Şevket Çoruh da mafya babasını çok iyi canlandırmış, hele “Var mısın, yok musun” yarışmasını ti’ye aldığı sahne beni çok güldürdü. Filmde gülünecek çok sahne var ama esasında bir dram anlatılıyor.

Serhan (Ferhat Gündoğdu) küçük yaşta ailesinin zoruyla töre cinayeti işlemiş saf bir Anadolu genciyken, Volkan (İsmail Hacıoğlu) discoda dj.lik yapan, daha asi ve hayatı bilen bir karakterdir. Tek ortak noktaları ikisinin de kanser hastası olmalarıdır. Buna rağmen, tedavi sürecinde hastanede tanıştıkları ve onlar gibi hasta olan Süleyman abilerine gençliklerini yaşayacaklarına ve hayata bağlanacaklarına dair söz verirler. Mutluluğun anahtarını bulmak üzere Foça’ya doğru yol alırlar fakat Volkan’ın bir mafya babasına bulaşması sonucu maceralı bir kovalamaca başlar. Foça’nın göz alıcı manzarası filme hoş bir hava vermiş.

Film boyunca zaman zaman gülecek, düşünecek ve duygulanacaksınız. Bir başyapıt beklentisiyle değil, bayramda hoşça vakit geçirmek için gidilebilecek bir film.

(19 Eylül 2009)

Emir Batuş

18 Eylül 2009 Haftası

“Veba”, bir gün gelip insanları hızla yok eden bir felâketle karşılaştığımızda, korku ve baskı altında, kendimizi kurtarabilmek için en sevdiklerimize bile bencil ve kötü davranabileceğimizi tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Issız yollarda havadan bulaşan virüsü kapmadan güvenli kumsala ulaşmaya çalışan dört genç insanla duygudaşlık kurup sınanacağınız, gerçeklik ekseninde ilerleyen bir çalışma.

“Şeytanın Oteli 2”, turistleri vahşice öldüren bir tür ‘kar adamı’nı ilk bölümün sonunda hakladığını zanneden genç kadının -bulunarak- faaliyetine son verilmek üzere olan bir hastaneye getirilmesiyle, türün klişelerini kullanmaya başlayan orta karar bir devam filmi. Dağın bembeyaz ıssızlığının ve müzik kullanımının atmosfere etkisine dikkat çekerim.

“Öldüren Kelimeler”, İngilizce dilinin içindeki bazı sözcüklerin -doğaldır ki- duyulup anlaşılmasıyla bulaşan yeni bir virüsün insanları şiddete yönelttiğini ve bu dalganın kendi kasabalarından başlayıp giderek yayıldığını fark edip yayım yaptıkları kilise bodrumunda kapana kısılan program sunucusu, yapımcısı, teknisyeninin dışarıda olup bitenleri öğrenme çabaları üzerinden gelişen psikolojik korku. Ama asıl, bir yerden sonra iyice politikleşen ve eski İngiliz – Fransız kolonisi olan Kanada’nın bir küçük yerleşim birimindeki salgından yola çıkarak ‘her tür sömürge’ mantığını keskince eleştiren bir film. Seyirci ile arasındaki engel, dakikalar ilerledikçe entelektüel yapısının baskın çıkıp, öykü ayrıntılarının anlaşılmaz olmaya başlaması… Oyuncular ise müthiş.

“Göçenler, Göçürenler… Ne Varsa Götürenler”, “Bridge to Terabithia – Terabithia Köprüsü” ve “The Secret of Moonacre – Ay Prensesi” adlı iki aile filminin yönetmeni olarak anımsayabileceğiniz, ‘on parmağında on marifet’ olan Macar yönetmen / yapımcı / animasyon sanatçısı / senarist / besteci / görüntü yönetmeni Gabor Csupo’dan, çalıştığı ülke de olan Amerika’nın rüyasına, tüketim manyaklığına, azgınlığına, sosyal adaletsizliğine, görgüsüzlüğüne ‘giydirdiği’ animasyon. Bir Rus ve kızı ile bir Macar’ın kaçak göçmen olarak yaşamaya çalıştıkları L. A. kentini model alarak tüm bir sistemi, eski Demir Perde’yi de ihmal etmeden taşlayan, hızlı akan / dolgun bir çılgınlık. Büyük olasılıkla DVD’de iyice tadına vararak izlemek isteyeceksiniz. Aman önemli: SADECE BÜYÜKLER İÇİN!

“G-Force”, FBI için eğitilmiş kemirgenler ve yardımcıları kınkanatlılar, çift kanatlılar vs. animasyon kahramanların canlı oyuncularla bir araya geldiği ve -bildiniz- “Transformers”dan ödünç alınmış gibi duran sahneler de dâhil, karmaşık teknolojisi ile hayranlık uyandıran ‘A’ sınıfı Amerikan eğlencesi. Özellikle, dijital 3 Boyutlu kopyalarından hiç olmasa bir tanesine altyazı basılabilseydi de, Türkçe değil de, orijinal seslendirmenin tadına varabilsek, örneğin Nicolas Cage, Sam Rockwell, Penelope Cruz gibi oyuncuların ‘kemirgen’liklerine tanık olabilseydik!

“Blood: Son Vampir”, bir anime uyarlaması. Yarı insan yarı vampir genç (400 yaşında!) Saya, babasının intikamını almak için ‘ana vampir’ Onigen’i (“The Last Samurai – Son Samuray’dan Koyuki) bulup yok etme yolunda, şimdi, Vietnam Savaşı’nın sürdüğü 1970’lerde, Amerikan derin güçleriyle işbirliği yapmaktadır…

Bu filmi izlemeniz için başlıca nedeni mi sordunuz? Estetiğinin doruklarına çıkmış stilize şiddet içeren aksiyon sahneleri tabii ki! Her plân, kanın boyadığı bir hareketli tablo gibi. Bir de, “Requiem for a Dream – Bir Rüya için Ağıt” için bestelediği müzik ile adının belleklerinize kazındığını düşündüğüm Clint Mansell’in, yine farklı tınılar içeren çalışması. Oldukça uluslararası bir film olduğunu vurgulayalım: Çin ve Arjantin’de çekilmiş, Hong Kong-Japonya-Fransa ortak yapımı. Yönetmen Fransız, oyuncular Güney Koreli, Japon, İrlandalı, Amerikalı…

(16 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com