Kategori arşivi: Yazılar

Şiddetin Yeni Ozanı: Takashi Miike

Japon yönetmen Takashi Miike’nin filmlerindeki korkutma tarzı, Hollywood korku tarzının tam karşıtı ve seyircisine korkuyu ruhunda hissettiriyor. Miike’nin filmlerinde insanı gerçekten titreten ve irkilten şiddet var. Şiddetin bu yeni ozanının birkaç filminin ruhunun içine gezinmek istedik.

Japon sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Takashi Miike’yle ilk, 2001’deki 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde karşılaşmıştık. Festivalde, “Genç Bir Yönetmen Mercek Altında” bölümünde sinema macerasının başında çektiği filmler sunulmuştu. 1960 yılında Osaka’da doğan Miike’nin filmlerini seyrederken, şiddetin insanın doğasının bir parçası olduğunu fark ediyorsunuz. Gerçekten bu çok ürkütücü bir keşif. Hayvanlar, besin zinciri içerisinde ve doğanın dengesini bozmadan kendinden daha savunmasız hayvanları avlayarak besleniyorlar. Ya insanın şiddeti? İnsanlar neden şiddet yaratıyorlar? Neden her şeyi yok ediyorlar? Miike, ister fiziksel, ister zihinsel, insanın yarattığı şiddeti ürkütücü biçimde yansıtıyor filmlerinde. Şiddeti yaşatanlar onlarca yıl önce ölmüş hayaletler de olabiliyor, bir Yakuza da. Belki de hiç umulmayacak bir sıradan insandan da gelebiliyor şiddet. Miike’nin festivalde gösterilmiş çarpıcı bir filmi vardı. 1999 yapımı “Odishon-Ölüm Provası” filminde her şey öylesine masum başlayıp gelişiyordu ki. Bu şiddet nasıl oluştu diye de düşünüyordunuz. Karısının ölümünden yedi yıl sonra genç ve güzel bir kadın bulup, geride kalmış gençliğini bir daha yaşamak isteyen bir televizyon yapımcısını anlatıyordu film. Yarım kalmış bir filmini üstlenen Ayoma, provalar için seçilen genç oyuncular içinde Asami’ye aşık oluyor. Öylesine masum görünüşlüdür ki Asami. Miike, o masumluğun ve melekliğin ardındaki kötücüllüğü yavaş yavaş göstererek gerçekten insanın kanını donduruyordu. 1998 yapımı “Chûgoku no chôjin-Çin’in Kuş İnsanları” sıradışı bir filmdi. İki Japonun, kuş uçmaz kervan geçmez bir Çin köyü olan Yun Nan’da saflığı ve hiç bilmedikleri hayatları keşfedişlerinin varoluşsal filmiydi. Yun Nan sakinleri, ne Mao’nun devrimlerinden, ne de dünyanın şu an nereye gittiğinden haberleri vardır. Teknolojinin doruklarında yaşayan bir ülkeden gelen iki Japon, kendi dünyalarında yüzyıllardır süren kültürlerini yaşayan Yun Nan köylülerine hayran olurlar. Bir yol filmi de olan bu yapıtında Miike, yine şiddeti aralara serpiştiriyordu. Şiddet, hayatın vazgeçilmez doğal bir olgusu Miike için. Bu filmin ilginç anıysa, köylülerin sallarının dev kaplumbağalar tarafından çekilmesiydi herhalde.

Mükemmelliyet nedir?…

Miike, 2004 yapımı “İzo” filminde mükemmelliyeti arıyordu. Miike’nin “İzo”su vahşi, kanlı, felsefi, mitolojik ve sinematografik bir filmdi. Miike, batı sanatından ve mitolojisinden de bolca katkı sağlıyordu filmine. Filmin başrolünde hayaletler vardı. Hayaletler, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla gelmişler ve intikamlarını şiddet saçarak çözüyorlardı. Hayaletlerin bir bölümü de Yakuzalık yapıyordu filmde. Gerçeküstücü bir anlatımın olduğu filmde, Japon kültüründen de besleniyordu yönetmen. Eski çağların samurayı yarı ölü-yarı diri İzo’nun kılıcı, iyi ve kötü ayırdetmeden her önüne geleni öldürüyordu. Filmin girişi çok çarpıcıydı. Hz. İsa gibi çarmıha gerili yaşlı İzo, kötü samurayların kılıçlarıyla vahşi bir biçimde katlediliyordu. Ön jenerik sonrasındaysa insanların yarattığı savaşlar, kıyımlar, diktatörlükler, felaketler, günlük hayat, tarlalarda çalışan emekçiler video klip estetiğiyle birbiri ardına akıp gidiyordu. Kılıcıyla her önüne geleni kıyan İzo, bir Deccal miydi? Her ölüşünden sonra yeniden diriliyordu. İzo’nun annesi, filmin bazı bölümlerinde farklı yaşlarda İzo’nun karşısına çıkıyordu. Anne, İzo’yu baştan çıkartıp onunla da yatıyordu. Tıpkı “Oedipus kompleksi” gibi bir şeydi. Evet, Miike mükemmeliyeti arıyordu “İzo”yla. İki yaşlı insanın mükemmelliyet üzerine konuşmaları da gerçekten etkileyiciydi. Yaşlı adamlardan biri şöyle diyordu: “Mükemmel aşama, mükemmel kalmak için mükemmellik yaratır…” Ondan biraz daha genç olanıysa, “Mükemmelliği yaratan mükemmelsizlik, varlığın temel doğasıdır” der. Sonunda insan Tanrı’nın düzeyine çıkacak ve saçmalık bir kaosa dönüşecek. Mükemmelliyetin sonu saçmalığa (absürdlüğe) varır diyor yönetmen “İzo” filmiyle. Filmin estetiği, gerçekten kaotik ve bir cangılın içerisindeymiş gibi ya da sürekli bir kâbus hissini yaşatıyordu. İzo Okada’nın 1832-1865 yıllarında yaşamış bir samuray ve suikastçı olduğunu da belirtelim. Bu filmin müzikleri de mükemmeldi.

Sıradışı korku…

2004 yapımı “Sam gang yi/Three… Extremes-Üç Sıradışı” adlı üç yönetmenli antolojik (güldesteli) bu filmde Miike’nin kendi bölümünün adı “Box-Kutu”ydu. Filmde yine hayalet vardı. İki küçük kız kardeş bale yapıyorlar. Baba, kızlardan birisine daha çok ilgi gösteriyor. Yani, baba küçük kızıyla yatıyor. Diğer kız kardeş, babasının ilgi gösterdiği kızdan nefret ediyor ve kardeşinin ölümüne neden oluyor. Elbette yıllar geçse de trajedi yaşanıyordu. Bu kısa filmde Miike’nin tüm bir sinema esteteği görülebiliyordu. Dingin, ama yer yer sert anlatımlı bu filmle Miike sineması biçim ve içerik olarak perdeye yansıyordu. Miike’nin filmlerinde genelde karanlık çok az ve ışıklar daha yoğun olarak kullanılıyor. Yönetmenin filmlerini seyrederken, gerçekten zihinsel anlamda korkuyu ruhunuzda hissediyorsunuz. Bunları, kamera kullanımlarıyla, mekânların yansıyışlarıyla, fonda duyulan ve insanı geren müzikleriyle yaşıyorsunuz. Miike filmlerinde çoğunlukla Hollywood tarzı yoktur. Miike’nin korku tarzı neredeyse Hollywood’un korku yorumlayışlarının tam tersidir. Miike’nin filmlerinde çoğunlukla müzikler çığlık atmaz. Genelde müzikleri tını gibidir. Bu müzikler sürekli insanların zihninde de çalmayı sürdürüyor ve insan tuhaf bir biçimde gerilimin içerisine giriyor. Miike, kamerayı çoğunlukla sakin kullanıyor. Arada bir kurguyla beraber kamerası da sertleşiyordu. Ama hepsi bu kadar.

Şiddetin vahşeti…

2001 yapımı “Koroshiya 1/Ichi the Killer-Katil İchi”, Miike sinemasının en şiddet yüklü, en sadist, en psikopat ve en vahşi filmlerinden. Bu filmin bazı sahnelerine bakabilmek gerçekten cesaret işi. Kasap çengellerine asılı insanları, kopan bacakları, kolları ve fışkıran kanları gördükten sonra Miike’nin şiddetten haz alan bir sadist olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Film, 1968 doğumlu Hideo Yamamoto’nun mangansından uyarlanmış. Manga, Japon çizgi romanlarına deniliyor. “Katil İchi” filminin de kameramanı Hideo Yamamoto. Ama mangacı Hideo Yamamoto’yla isim benzerliği dışında pek yakınlıkları yok gibi kameraman Hideo Yamamoto’nun. Filmde en acımasız katil olarak gösterilen “sarışın” Kakihara (Tadanobu Asano), bir eşcinsel. Gangster Kakihara, her yerde İchi’yi arıyor. İchi’yi kimse tanımıyor. Ama, bıraktığı imzalar irkiltici ve şiddet yüklü. Seyirci de İchi’nin kim olduğunu hep merak ediyor. Aslında yönetmen İchi’yi en başından beri seyirciye gösteriyor. Bu şiddetleri yaratan İchi’nin daha karizmatik olmasını beklediğinden olmalı seyirci ortalarda dolaşan İchi’nin kim olduğunu algılayamıyor. Sinemanın en psikopat manyak filmleri üzerine yazmayı düşünsek mi acaba?

Bir manga daha…

Miike’nin 2004 yapımı “Zebraman-Zebra Adam”, 1970’li yıllarda Japonya’da popüler olan bir fantastik diziymiş. Miike’nin bu filmi, bu fantastik dizinin fanatiği bir orta yaşlı adamın hikâyesi. Senaryosunu Kankurô Kudo’nun yazdığı “Zebra Adam”, manga sanatçısı Reiji Yamada’nın yarattığı bir eser. “Zebra Adam”, yani Shinichi İchikawa (Sho Aikawa), bir öğretmen. Kendisine terziden “Zebra Adam” kostümleri diktiriyor ve sonra “Zebra Adam” gibi kötülüklerle savaşmaya başlıyor Shinichi. O, kendinin de inanamadığı süper bir kahramana dönüşüyor sonra. Aslında o ezik ve yılgın biri. Ne öğrencilerinden ne de meslektaşlarından pek saygı görmüyor. Suçlar da çoğalıyor bu arada. “Zebra Adam” Shinichi, kötülüklere karşı savaşa girişiyor. Belki de bu film, Miike’nin ailecek görülebilecek neredeyse tek filmi gibi. Düz anlatımı, klâsik açıları, parlak ışık düzenlemeleri bu filmin estetiğini oluşturuyor. Yine de bir Takashi Miike filminde olduğunu da unutmamalı insan. Sinemaseverler Takashi Miike’yi 2003 yapımı “Chakushin Ari-Cevapsız Arama” filmiyle daha iyi hatırlayabilirler.

(28 Haziran 2009)

Ali Erden

Herkesin Korkusu Kendine…

Korku eşiğim fena halde düşük… Hâlâ palyaçolardan bile korkarım, tek başıma karanlıkta yürüdüğümde hep peşimde bir gölge olduğunu sanıp arkama bakarım… Siz düşünün artık bu filmi izlerken ne halde geldiğimi… Ama bu filmin korku filmlerinin gerçek müdavimleri için o kadar da korkutucu olacağını pek sanmıyorum. Bu benim korku filmlerine olan zaafım ancak yine de “Pek Yakında”nın vasat bir film olduğunu düşünmüyorum…

Genellikle aksiyon filmleriyle bilinen Tayland sineması, korku türünde de uzakdoğudaki diğer ülkelerle yarışabileceğinin ufak ufak sinyallerini veriyor. Son yıllarda da bu işte ciddi anlamda atak yaptıklarını söyleyebiliriz.

Yönetmen çocukların hayal gücünün genişliğine çok inandığını ve filmi yaparken bu felsefeden hareketle yola çıktığını söylüyor. Çocuklar için asıl korkunun filmin bittiği yerde başladığını düşünüyor ve kendisinin çocukluk hayallerinin de bu yönde olduğunu belirtiyor.

“Pek Yakında”nın hikâyesi ise şöyle: Merakla beklenen korku filmi “Hayaletin İntikamı” pek yakında vizyona girecektir. Ancak yönetmen filmdeki deli kadını linç etme sahnesini yeniden kurgulamak istemektedir. Bu sırada korsanlar para karşılığıyla içeridekilerden filmin bir kopyasını istemektedir. Bu sebeple içeridekiler, filmi bir gece el kamerayla çekmeye yeltenir. Ancak filmi kayda alan çocuk sırra kadem basar. Ortadan kaybolan arkadaşının izini bulmak için araştırmalara başlayan arkadaşı ise korkunç gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlar…

Filmin yaratıcı bir hikâyesi var kabûl, ezberbozan sahneleri de mevcut… Hani tam bitti derken başka bir yere kıvrılıyor, manevralar yapıyor ama bu yine de çok sağlam bir korku filmiyle karşı karşıyayız anlamına geliyor. Oyuncuların ortalama performansları bizi hikâyenin gerçekliğinden alıkoyuyor. Siz yine de izlemeden ön yargıda bulunmayınız pek yakında sinemanın yolunu tutunuz…

(26 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

26 Haziran 2009 Haftası

“Bir Kadının Seks Günlüğü”, pervasızca cinselliğin estetikle buluştuğu ve nemfoman bir kadının değişim / olgunlaşma sürecinde her hemcinsinin kendinden yansımalar bulabileceği cazip film: Mahrem alanlara korkusuzca girebilen az sayıda filmle karşılaştığımızdan ilginizi çekebileceğini düşünüyorum.

“Pek Yakında”, ‘bir filmle seyreden ilişkisinin izledikten sonra -her zaman- bitmeyebileceğini, örneğin bir korku filmi karakterinin yaşamınızın -pekâlâ- parçası haline gelebileceği, daha kötüsü sonlandırıcısı olabileceği’ gibi parlak bir fikri hikâyeleştirmiş ancak zenginleştirememiş. Tekrarlar ve oyuncu yönetimindeki yetersizlikler, filmin zaafları. Tayland filmi görmek isteyenler ve anlık korkuları sevenler için yalnızca.

“Transformers: Yenilenlerin İntikamı”, gerçekten baş döndürücü bir deneyim. Her biri, binlerce mekanik-elektronik parçanın hareketiyle/birleşmesiyle oluşan dünya dışı makinelerin çarpışmasını izlemek ve görsel-işitsel zevkler alabilmek herkesin harcı değil. Bu kez, hem sayıları, hem de çeşitleri artmış üstelik… Takip etmesi oldukça zor yani. Yanı sıra, mizahi unsurlar gayet isabetle kullanılmış. Beni rahatsız eden özelliği ise, ABD ordusu ateş gücünün fazlasıyla vurgulanması oldu.

(24 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bir Ustayla Yolculuk: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney’in on filmi Beyoğlu Sineması’nda sinemaseverlerle buluşuyor. Bilet fiyatlarının 5 TL olduğu bu mini festivalde filmler 12.15 – 14.30 – 16.45 – 19.00 – 21.15 seanslarında gösterilecek. Mini festivalde ustanın ‘Seyyit Han’, ‘Yol’, ‘Sürü’, ‘Umut’, ‘Duvar’, ‘Zavallılar’, ‘Aç Kurtlar’, ‘Arkadaş’, ‘Endişe’ ve ‘Ağıt’ gibi unutulmaz filmleri var.

Güney Film, sekiz Yılmaz Güney filminin yeni kopyasını bastırdı. Söz konusu sekiz filmle birlikte “Umut” ve “Yol” filmleri de programda yer aldı. 26 Haziran-16 Temmuz 2009 tarihleri arasında, on Yılmaz Güney filminin Beyoğlu Sineması’nda toplu gösterimi yapılıyor. Programın bilet fiyatları -hergün ve her seansta- 5 TL olarak belirlendi. Her gün bir Yılmaz Güney filminin gösterileceği mini festivalde ustanın “Seyyit Han”, “Arkadaş”, “Yol”, “Ağıt”, “Umut”, “Duvar”, “Aç Kurtlar”, “Zavallılar”, “Sürü”, “Endişe” filmleri sinemaseverlerle buluşuyor.

Ustanın unutulmaz filmleri

26 Haziran ve 9 Temmuz’da gösterilecek “Toprağın Gelini” alt başlığıyla da bilinen 1968 yapımı “Seyyit Han”ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını da Yılmaz Güney yaptı. Nedim Otyam’ın etkileyici müziklerine Gani Turanlı’nın şiirsel siyah-beyaz görüntüleri eşlik ediyor. Filmde Yılmaz Güney (Seyyit), Nebahat Çehre (Keje), Hayati Hamzaoğlu (Haydar Ağa) ve Nihat Ziyalan (Mürşit) oynuyor. Film, 1969 yılında 1. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu”, Gani Turanlı “En İyi Görüntü Yönetmeni”, Nedim Otyam “En İyi Müzik” ödüllerini aldı ve ayrıca “En İyi 3. Film” seçildi. Üç yıl sonra köye dönen cesur Seyyit, sevdiği kız Keje’nin Haydar Ağa’ya verildiğini öğrenir. Filmdeki en unutulmaz an final bölümüydü belki de. Haydar Ağa, Keje’yi çukura koyar ve başına da sepeti geçirir. Seyyit de sepete nişan alır. Trajedi de derinleşir filmde. Bu intikam ve şiddet yüklü film, sinemamızın değerlerinden biridir.

27 Haziran ve 5-16 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Arkadaş” filmi, Yılmaz Güney’in en sert burjuva eleştirilerinden biri. Senaryosunu da Yılmaz Güney’in yazdığı “Arkadaş”ta Yılmaz Güney (Âzem), Kerim Afşar (Cemil), Melike Demirağ (Melike), Azra Balkan (Necibe) başrolü paylaşıyor. Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Müzik” ödülünü kazandılar. Filmde Melike Demirağ’ın söylediği ünlü “Arkadaş” şarkısının şiiri de Yılmaz Güney’e ait. Öğrencilik yıllarında tanışmış iki eski arkadaş yıllar sonra bir tatil kasabasında karşılaşırlar. Cemil, zengin biri olmuştur. Âzem, düşünsel olarak da arkadaşının değişmiş olduğunu fark eder. Devrimci bir bakışla Cemil’i yargılar. Bu sıralarda Cemil’in baldızı Melike de bu bozulmamış mert insana aşık olur. Filmin finali de çarpıcıdır.

28 Haziran ve 13 Temmuz’da gösterilecek 1981 yapımı “Yol”, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Missing-Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye”yi paylaşmıştı. Filmin senaryosunu hapishanede yazan ve sinema tarihinde belki de örneği olmayan bir tarzla filmi hapishaneden yöneten Yılmaz Güney (Şerif Gören’in de hakkını teslim etmeli), “Yol”la sinemamıza epey yol aldırdı. Ayrıca, üçüncü dünya ülkeleri denilen yoksul ülkelerin sinemalarının da farkına vardırttı.

Öncelikle bu filmin kurgusu çok çarpıcı. Beş hikâyeyi koşut kurguyla anlatan film, kurgusal olarak nefes nefese bir anlatıma ulaşıyor. Filmin başrolünde Tarık Akan (Seyit Ali), Şerif Sezer (Zine), Halil Ergün (Mehmet Salih), Meral Orhonsay (Emine) ve Necmettin Çobanoğlu (Ömer) vardı. Filmin görüntüleri Erdoğan Engin’e, müzikler de Sebastian Argol-Zülfü Livaneli ikilisine aitti. “Yol”un ABD’de “Altın Küre”ye de “En İyi Yabancı Film” dalıyla aday olduğunu da belirtmeli. Bu filme dair en önemli dipnotlardan biri de, filme Erden Kıral’ın başlayıp, Şerif Gören’in tamamlaması. Filmde, hapishaneden bayram izni alan mahkûmların dram dolu hikâyeleri koşut kurguyla yansıyor beyazperdeye.

29 Haziran ve 14 Temmuz’da gösterilecek 1971 yapımı “Ağıt”, Adana Film Şenliği’nde “En Başarılı Film”, “En Başarılı Yönetmen”, “En Başarılı Senarist”, “En Başarılı Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En Başarılı Görüntü Yönetmeni” (Gani Turanlı) “koza”larını kazandı. Bu film, Venedik Film Festivali’nde de elemeyi geçip ilk on film arasına girmişti. Ayrıca, 1973-75 yılları arasında yayımlanmış aylık sinema dergisi Yedinci Sanat tarafından, 1912-72 yılları arasında çekilmiş yerli filmler içinde yedinci sıraya yerleşmişti bir de. Müziklerini Arif Erkin’in bestelediği filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Yılmaz Güney. Şermin Hürmeriç, Hayati Hamzaoğlu, Bilâl İnci, Atilla Olgaç diğer oyuncular. Göreme’de çekilen ve unutulmaz sahnelerin olduğu bu incelikli film kaçakçılığı anlatıyor. Yılmaz Güney, bu filmde “Beyaz Donlular”dan kaçakçı Çobanoğlu’nu canlandırıyor. Sansür Kurulu, bu filmde kadın doktorun Çobanoğlu’nun sırtından kurşunu çıkartırken söylenen türküyü çıkartırlarsa vizyona çıkmasına izin verileceğini söylemiş. Sizler bu sansürcülerin bir zamanlarki icraatlarını bir duysanız gülmekten midelerinize kramp girerdi herhalde. Ama o zamanlar hiç de komik değildiler ve birçok filmin ruhunu yaktılar.

30 Haziran ve 11 Temmuz’da gösterilecek 1970 yapımı “Umut”, sinema tarihimizin belki de aşılamayan en büyük başyapıtlarından biri. “Yeni Gerçekçi” tarzda olan bu unutulmaz filmin gerçeküstücü estetikten de beslendiğini belirtmeli. Ayrıca bu film, bu ülkedeki yoksulluğu ve yoksul insanları en dolaysız anlatımla beyazperdeye yansıtırken, bu ülkede hep olmuş o lânet gelir uçurumlarını da filmi seyrederken iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Faytonculuk yaparak yaşamını kazanmaya çalışan Cabbar’ın ve ailesinin içine düştüğü çıkmazlardan kurtulmaya çalışması anlatılıyor filmde. Atı, zengin bir adamın otomobilinin çarpması sonucu ölen Cabbar, ailesini geçindirmek için emeğiyle çalışarak para kazanamayacağını düşünerek, define arama işine girer. Atı, zengin adamın otomobilinin altında kalan Cabbar, karakolda suçlu duruma düşer. Polisler, zengin adama saygıda kusur etmezler. Günümüzde de olan sınıfsal farklılıklar ve hukuk karşısında herkesin eşit olmadığı bu karakol sekansında somut olarak yansıyor. “Umut”, 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” (Yılmaz Güney), “En İyi Senaryo” (Yılmaz Güney ve Şerif Gören), “En İyi Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En İyi Fotoğraf” (Kaya Ererez) ödüllerini aldı. Ayrıca, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödül kazanmıştı.

1 ve 7 Temmuz’da gösterilecek 1983 yapımı “Duvar” filmi, ustanın Fransa’da çektiği son filmi. Bu filmde Tuncel Kurtiz dışındaki oyuncular amatör. “Duvar” filminde birçok çarpıcı ve etkileyici an var. Ama, doğum sahnesi herhalde en çarpıcı olanı. Usta, bu gerçek doğum sahnesiyle Robert Altman’ı 2000 yapımı “Dr. T and the Women-Dr. T ve Kadınları”yla ve Alfonso Cuaron’u 2005 yapımı “Children of Men-Son Umut”uyla etkiledi. Bu iki filmde de “Duvar” filmindeki gibi gerçek doğum sahneleri vardı. 1976’da Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor. Bu olaydan derinden etkilenen Yılmaz Güney, isyanın arkasından gönderildiği Kayseri Cezaevi’nde “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adıyla bir roman yazmış ve “Duvar” filmi bu romandan uyarlanmış. Filmde az da olsa Kürtçe de (Zazaca) duyuluyor.

2 ve 10 Temmuz’da gösterilecek 1969 yapımı siyah-beyaz “Aç Kurtlar”da Yılmaz Güney, Sevgi Canlı, Bilal İnci ve Hayati Hamzaoğlu başrolü paylaşıyor. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Aç Kurtlar”, bir kanun kaçağının trajedisini anlatıyor. Serçe Memed, kanun kaçağı bir eşkiya. Öğretmenlik yaptığı günlerde köyünü eşkiya basmış, yeni evlendiği karısını kaçırmış, kadın dokuz ay dağlarda kaldıktan sonra intihar etmiş. Siirt’in bir köyünde öğretmenlik yapan Serçe Memed, bu trajediyle eşkiyaların düşmanı olur. Film, yazar Haydar Turan’ın romanından sinemaya uyarlandı. Yılmaz Güney, eşkiya cellâdına dönüşen Serçe Memed’in dramını Doğu kışının sert ikliminde çekerek orada yaşayan insanların nasıl hayat mücadelesi verdiğini de Batı’da yaşayan insanlara gösteriyor.

3 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Zavallılar”a Yılmaz Güney başladı ve ustası Atıf Yılmaz tamamladı. Filme 1971’de başlandı ve Yılmaz Güney hapise girdiği için 1974’te Atıf Yılmaz tarafından tamamlanabildi. Filmin müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu’na ait. Filmde iki kameraman Kenan Ormanlar ve Gani Turanlı çalışmıştı. Yılmaz Güney hapse girince, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’in canlandırdığı Abuzer karakterinin olması gereken sahnelere Abuzer’in gençlik yıllarını aldı. Filmde Yılmaz Güney’in yanı sıra Yıldırım Önal, Kâmuran Usluer, Osman Alyanak da oynadı. Filmde Yılmaz Güney’in hapishanede demir parmaklıklar arkasından bir tepsi baklavayı yeme sahnesi gerçek. Yılmaz Güney’in, bu sahnenin gerçekçi olabilmesi için iki üç gün aç kaldığı söyleniyor. Film, hayatları hapishanede geçen Abuzer ve iki arkadaşının iç burucu hikâyesini anlatıyor. Dönemin en iyi filmlerinden olan “Zavallılar”ın kurgusu da muhteşem.

6 ve 15 Temmuz’da 1978 yapımı “Sürü” filmi gösteriliyor. Yılmaz Güney’in hapishanede senaryosunu yazdığı film, tıpkı “Yol” gibi hapishaneden yönettiği bir yapıt. Zeki Ökten, Yılmaz Güney’in bakış açısına ve estetiğine büyük ölçüde sadık kalmış. Hikâyeler, yaşayanlar tarafından seyirciye yansıtılıyor. Müzikleri Zülfü Livaneli bestelemiş. Muhteşem görüntülerse İzzet Akay’a ait. Bu filmde bir toplumun fotoğrafıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İnsanın hem doğayla hem de insanla çatışması, ekonomik zorluklar, gelenek, töre baskıları, kadınların aşağılanması hikâyeden yansıyanlar. Filmde, bir büyük sürüyle tren yolculuğu anlatılıyor. Sürü, Ankara’da pazarda satılmak için yola çıkıyor. Geride de insan hikâyeleri yansıyor perdeye. Filmde Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Melike Demirağ, Yaman Okay, Savaş Yurttaş oynuyor.

8 ve 12 Temmuz’da 1974 yapımı “Endişe” filmi gösteriliyor. Senaryosu da Yılmaz Güney’e ait filme, Yılmaz Güney başlamış ve cinayetten sonra tutuklanınca filmi Şerif Gören tamamlamış. Müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu bestelemiş. Görüntülerse Kenan Ormanlar’a ait. Kenan Ormanlar’ı Erden Kıral’ın “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Ayna”, “Mavi Sürgün”, “Av Zamanı” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Yılmaz Güney hapse girince rolünü Menderes Samancılar tamamlamıştı. Filmde Erkan Yücel ve Kamuran Usluer gibi iki büyük oyuncu da vardı. Film, Çukurova’daki pamuk işçilerinin sömürüsünü anlatılırken, değişimi de fark ettiriyor. Makineler tarlalara girince ağanın eli güçleniyor. Filmde insan trajedileri de yansıyor perdeye. Hikâyede, Erkan Yücel’in hayat verdiği Cevher ve ailesi önde görünüyor. Kan davası, yoksulluk, ırgat sömürüsü, makineler bu dramı yansıtıyor. Bu film, 1975’te 12. Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Senaryo” ödülünü almıştı.

(22 Haziran 2009)

Ali Erden

Efes Pilsen One Love Festival’in Ardından

Bitiminin hemen ardından bir sonraki yıl için gün sayılan festivallerden biri Efes Pilsen One Love… 8 yıldır müzikseverlerin heyecanla beklediği, en sevdiği festivallerden birisi… Bir kere her şeyden önce festivalin cıvıl cıvıl ortamı, talk showlar, karaoke atölye çalışmaları ve birbirinden eğlenceli oyunlarıyla alternatif bir haftasonu sunuyor müzikseverlere… Bu sene de yine kalabalığından, coşkusundan bir şey kaybetmemişti ama bence ana sahnede daha fazla grup ve şarkıcı olsaydı çok daha keyifli geçecekti… Tricky ve Klaxons’lı Cumartesi sönük geçmişti, herkes beklentisini Pazar gününe taşımıştı. Erken saatlerde sahne alan Yasemin Mori, güneşin altında iyi de seyirci toplamıştı ama beklenen performansı sergileyemedi… Ardından çıkan Portecho ise azalan coşkuyu tekrar zirveye taşıdı… Festivallerin vazgeçilmez grubu, Türkiye’nin de en iyi gruplarından birisi olduğunu kanıtlamıştı. Starsalior sahne aldığında henüz hava bile kararmamıştı… Romantik şarkıları ve naif duruşları festivalcileri pek açmamıştı…

Hem festivalin hem de akşamın son grubu Röyskoop az kaldı ama öz kaldı sahnede… Erkencikten bitti festival… Bu sene de böyle geçti… Biz yine de bir sonraki Efes Pilsen One Love’ı heyecanla beklemeye başladık bile…

(23 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Elimizdekilerin Değerini Anlamak

+Yeniden 17 (17 Again)
Yönetmen: Burr Steers
Senaryo: Jason Filardi
Müzik: Rolfe Kent
Görüntü: Tim Suhrstedt
Oyuncular: Zac Afron (Genç Mike), Matthew Perry (Mike), Leslie Mann (Scarlett), Thomas Lennon (Ned), Sterling Knight (Alex), Michelle Trachtenberg (Maggie), Melora Hardin (Müdür Jane)
Yapım: New Line Cinema (2009)

Kennedy ailesinin yeğeni olan yönetmen Burr Steers, ‘Yeniden 17’ filmiyle seyircileri kahkahalara boğarken, yer yer de düşündürtüyor: Uğruna her şeyi geride bıraktığımız şeyler belki de hayatımızın en değerli şeyleridir.

Film, 1989 yılında açılıyor. Mike, lisenin gözde basketçilerinden ve onu izlemek için gelen üniversite koçları var. Hayatının maçına çıkarken, sevgilisi Scarlett, onun önünde engel olmamak için ayrılmak istiyor Mike’tan. Scarlett, Mike için iyi bir şeyler düşlerken Mike, her şeyi geride bırakıp Scarlett’le hayat yolculuğuna çıkıyor. Hikâye günümüze geldiğinde Mike, yılgın bir adam. Düşlerini kaybetmiş. Scarlett’le evli ve iki çocuğu var. Şimdi hayatta tek beklentisi terfi almak. Hayatında her şey berbat gidiyor. Kaçırdığı fırsatlara yanıp duran Mike’tan bunalan Scarlett’te Mike’a boşanma davası açmış. Mike, çaresizce liseden en iyi arkadaşı, şimdinin zengini Ned’le kalıyor. Ned, Hollywood’un ürettiği fantastik kahramanların tutku ötesi fanatiği. Yılgın Mike’ın karşısına “ruhani güç” okul hademesi olarak çıkıyor. Sonra Mike, 17 yaşındaki haline dönüyor; hayallerini bıraktığı liseye yazılıyor. Babası da Ned oluyor. Ned okulun müdürü Jane’e ilk görüşte vuruluyor. Bir büyük aşk da doğuyor böylece. Yeniden 17 yaşına dönen Mike için bu keşifler de yaptırıyor. En azından ailesini tanıyor. Bir ara tipik bir Hollywood gençlik filmlerine dönüşen film, sonra toparlanıyor ve insana yer yer iyi gelen bir filme dönüşüyor.

1965 doğumlu yönetmen Burr Steers, bu filmi yaparken belki de kendi ergenlik çağlarına selâm gönderiyor. Gençken ya da herhangi bir yaştayken insanlar hayatları hakkında geri dönülmez kararlar verebiliyorlar. Yıllar geçtikçe yanlış kararlar verdiğini sanabiliyor. Belki de doğru karar vermişlerdir. Filmin kahramanı Mike, ergenlik çağına geri döndüğünde aslında nasıl bir hazineye sahip olduğunu anlıyor. Olgunluğunda hep uzak durduğu ailesinin ne kadar muhteşem olduğunu keşfediyor ergenliğine döndüğünde. Bambaşka kariyerlede yükselmenin ötesinde ailesinin en büyük kariyer olduğunu anlıyor. Oğlu Alex’e ve kızı Maggie’ye yardım ediyor, babalık duygusunun muhteşemliğinin içine dalıyor. Bu filmde yönetmen seyirciye bir armağan da sunuyor. Son jenerikte neredeyse tüm bir ekibin ergenlik fotoğrafları yansıyor perdeye. Bir küçük bilgi de, yönetmen Burr Steers’in (fotoğrafta sağda) suikasta kurban giden Amerika’nın başkanlarından J. F. Kennedy’nin eşi Jacqueline Kennedy’nin yeğeni. Ayrıca oyuncu-yazar Gore Vidal’in de yeğeni Burr Steers. Ama, ailesi nesiller boyu Cumhuriyetçi. Çünkü babası Cumhuriyetçilerin kongre üyesiydi. Yönetmen Quentin Tarantino’nun yakınlarında da bulundu ayrıca. Burr Steers, Tarantino’nun 1992 yapımı “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri”nde radyodaki sesti. Yine Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filminde Roger karakterini canlandırmıştı. Burr Steers, 2002 yapımı “Igby Goes Down-Igby Zor Durumda” filmiyle hatırlanıyor. Bu sinamaskop filmin fonunda daha çok hareketli müzikler duyuluyor doğal olarak. Filmin altında ailenin değeri ve geçmişin hasletlerinin de altı çiziliyor. Bir de bu filmin yer yer insanı çok güldürdüğünü de belirtelim.

(18 Haziran 2009)

Ali Erden

19 Haziran 2009 Haftası

“12 Tuzak”, Dwayne ‘The Rock’ Johnson’dan sonra, sinemaya yeni bir güreşçiyi, ‘Prototype’ gibi, ‘Dr. of Thuganomics’ gibi takma adları olan John Cena’yı kazandırmayı amaçlayan, bir WWE (World Wrestling Entertainment) filmi; Cena’nın ikinci uzun metraj çalışması. Yönetmen koltuğunda Renny Harlin oturunca da, ‘Tha Rock’a göre hayli ‘soğuk’ olan bu adam bile, bir saniye bile durmayan aksiyonun içinde epey törpülenmiş, çok rahatsız etmeyen bir oyunculuk sergilemiş. Kız arkadaşının hayatını kurtarmaya çalışan polis dedektifiyle zeki bir terörist-soyguncu arasındaki kedi-fare oyunu New Orleans’ın altını üstüne getirirken, tamamen, türün tutkunlarına hitap ediyor. Dövüş, hız, çarpışma ve patlamaların abartılı şovu olarak da özetlenebilir.

“17 Yeniden”, tüm hayatınızı değiştirip etkileyecek ‘anlık karar’ınızın -yüreğinizin sesini dinleyerek vermişseniz eğer- doğru olduğuna, elinizdekilerin değerini bilerek inanmanız gerektiğini söyleyen ve izleyeni bayağı rahatlatan bir güldürü: Korkmayın, nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor zaten!

“Soldaki Son Ev”, izleyeni zorlu bir teste tabi tutarak soruyor: En sevdiğine zarar veren birini ya da birilerini eline geçirdiğinde ne yaparsın? Bu kuşkusuz, Amerikan sinemasının (ve onları takip eden Avrupalıların), suç oranlarının aşırı arttığı 1970’lerden bu yana sorduğu bir soru ve şiddeti kolayca uygulayabilen kuşaklar yetiştiren ‘uygar’ Batılı bireylerin kolaylıkla yanıtlayabildiği türden değil. Bu nedenle, iki genç kızı fiziksel-psikolojik işkencelerden geçiren çete elemanlarının bilmeden kızlardan birinin ailesinin evine konuk olduğu süre içinde meseleyi çözmeye çalışmalısınız. Sert, hem de çok sert bir filme hazır olun.

“Teklif”, ‘demir lady’ editör ile asistanı genç adamın, ‘danışıklı evlilik’ oyunlarının, erkeğin ailesinin evindeki hafta sonunda gerçeklere çarparak dağılmasını öykülerken, en sert görünüm ve davranışların altında aslında nasıl birer dram yattığının hüznü ile bolca komediden yararlanıyor. Bu cazip A sınıfı filmin etkisi, bildiniz, süresi kadar!

(18 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bu “Teklif”i Geri Çevirmek Zor

Takip ettiğim sinema dergilerinden birinde, romantik-komedi filmleriyle ilgili kapsamlı ve güzel bir yazı okumuştum. Yazı da izleyicinin -sonunu bile bile- yıllardır nasıl olup da bıkıp usanmadan bu türü pek sevdiğinden bahsediyordu. Tür yıllar içinde pek değişmemişti; belkide bu sayede kendine özel dokusunu yitirmemişti. Ancak yine de kendisini fazlasıyla tekrar etmeye başlaması sıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine yapımcılar daha farklı senaryo arayışları içine girdiler. Daha komik hikâyeler ve daha şaşırtıcı sonların peşindeydiler. Klâsik mutlu sonlar değişmedi belki ama sona giden yol biraz daha dolambaçlı hale getirildi. Hatta tam sonu geldi derken seyirciyi şaşırtan manevralar yapılmaya başlandı.

Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren; yönetmenliğini Howard Deutch’un üstlendiği, başrollerinde Dane Cokk, Kate Hudson ve Jason Biggs’in yer aldığı bir diğer romantik-komedi Arkadaşımın Aşkı (My Best Friend’s Girl)’ de birçok yönüyle türünün diğer örneklerinden sıyrılma derdindeydi. Romantik-komedilerin mükemmel kız ve mükemmel erkek kalıbını yıkma istediği vardı ve karakterlerini hem fiziki hem de psikolojik yönden sıradan insana ve gerçek hayata yaklaştırmıştı.

Arkadaşımın Aşkı romantiklikle özdeşleşmiş pembe renkten pek eser taşımıyor -tabii klâsik sonunun dışında- çünkü türde pek duymaya alışık olmadığımız derece de küfür ve cinsellik içeriyordu. Çapraz kurgusu ile de döngünün dışına çıktığını söyleyebiliriz.

Gelelim pek fazla beklentiyle gitmediğim ama beni oldukça şaşırtan ve de eğlendiren Teklif’e (The Proposal)… Teklif; kariyeri zirvede, özel hayatı dipte, bir insanın çalışmayı en son isteyeceği türden, düşman başına bir kitap editörü Margaret ile Margaret’ın elinden çekmediği kalmamış zavallı asistanı Andrew’in eğlenceli hikâyesini anlatıyor.

Hikâye, sınır dışı edileceğini öğrenen Margaret’in bu işten paçayı kurtarmak için asistanı Andrew’a şantaj yaparak kendisiyle evlenmeye zorlamasıyla başlıyor. Ancak her şey düşündüğü kadar kolay olmuyor çünkü sınır dışı edilememek için sahte evlilik yapma plânını hayata geçiren tek kişi elbette Margaret değil… Göçmenlik bürosunun baş belâsı yetkilisiyle de başa çıkmak zorundalar…

Filmin türünün diğer örneklerinden sıyrılan içeriği dışında oldukça iyi bir oyuncu kadrosu da var. Sandra Bullock ve Ryan Reynolds birlikte çok uyumlu bir çift olmuşlar. İletişimleri, paslaşmaları müthiş… Sandra Bullock bu filmde devleşiyor. Bu filmdeki performansı bana Şeytan Marka Giyer’deki (The Devil Wears Prada) Meryl Streep’i anımsatı. Rolleri birbirlerine çok benziyor. Her ikiside sert ve taviz vermeyen nemrut iki iş kadının canlandırdı ne de olsa…

Yönetmen Anne Fletcher, Ryan Reynolds’un oyunculuğu için Jack Lemmon ve Checy Chase’in birleşimi benzetmesini yaptı. Zaten filmin yapımcıları da Cary Grant ve Jack Lemmon’ın oynadığı 40’lı ve 50’li yılların komedi filmlerinden feyz almışlar. Andrew’nun büyükannesi Annie rolündeki Betty White varlığı ise filme ayrı bir renk katıyor… Altın Kızlar-Golden Girls’ün yıldızı White ışıltısından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi görünüyor ve oldukça yüksek bir performans sergiliyor.

Sonuç olarak film romantik-komedi severler için yeni bir soluk, pek haz etmeyenler için de keyifli bir seyirlik olacaktır. Teklif’i geri çevirmeyiniz…

(17 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

İki Dil Ya da Bir Bavul

Alternatif ya da kolektif sinemanın önemli bir merhaleye geldiği Türkiye’de, genç ve gelecek vaad eden isimlerin başarılı yapımlara imza atması, toplumsal sinema adına büyük umutlar yaratıyor. Kürtler üzerindeki asimilasyonun ilkokul sıralarındaki tohum halinin mercek altına alındığı “İki Dil Bir Bavul” filmi, bu “insanlık suçu”nu tüm boyutlarıyla hafızalara kazıyor.

Geçtiğimiz yıl Altın Koza Film Festivali’nde ödül alan “Sonbahar” filminin yönetmeni Özcan Alper, “Hepimiz Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıktık” demişti. Evet, Güney’in paltosunun altından çıkanların sinemaya önemli bir bereket kazandırdığı ve önemli yapımlara imza attığı bir yılın ardından bu yıl da ‘paltoyu’ üzerinde tutanlara yenileri ekleniyor. Bunlardan ilki “İki Dil Bir Bavul” filminin yönetmenleri Orhan Eskiköy ve Murat Özgür Doğan oldu. Kurmaca mı, belgesel mi, yoksa uzun metraj sinema filmi mi olduğu tartışmaları devam ededursun, ‘İki Dil Bir Bavul’ Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı asimilasyonu beyazperdenin karşı konamaz gerçekçiliğiyle masaya yatırıyor. Bunu yaparken objektiflik çıtasını aynı noktada sürdüren yönetmenler, şapka çıkarılacak bir yapıma imza atıyor.

Genç bir öğretmenin deneyimleri anlatılıyor

Üniversiteyi bitirir bitirmez doğunun ücra bir köyüne öğretmen olarak atanan genç bir öğretmenin ilk öğretmenlik deneyimlerini ve Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının ilkokul sıralarında asimilasyon canavarının kollarında ilerleyişini çarpıcı şekilde işleyen film, kullandığı dilin yalınlığı, günlük yaşama hiçbir şekilde müdahale edilmeden çekilmesi ve politik kaygılardan uzak bir objektiflikle çekilmiş olması sayesinde son derece tutarlı bir yol tutturuyor.

‘Hakkari’de Bir Mevsim’ filmini hatırlatıyor

Oyuncu kadrosunun tamamı amatör olan film, öğretmen Emre Aydın’ın öyküsü itibariyle Ferit Edgü’nün onca ödül almış ‘O / Hakkari’de Bir Mevsim’ isimli harikulâde kitabını hatırlatıyor. Zira hiç bilmediği, elektrik ve suyu durmadan kesilen ve günlerce gelmeyen, kış koşullarının sabır taşını çatlattığı ve yalnızlık duygusunun çaresizliğe döndüğü bir uzak diyara atanan öğretmen Emre, hayata dair tüm ezberlerini unutmak zorunda kalır. Yalnız başına bu köyde çocuklara eğitim öğretim vermeyi, dahası Türkçe öğretmeyi müfredat gereği uygulamaya gelen Emre öğretmen, bir dil öğretirken bir diğer dili unutturmaya çalıştığının farkında değildir. Eğitim sistemindeki asimilasyon ruhunu eril bir zorunlulukla küçücük bedenlere giydirmeye çalışan genç öğretmen, bu idealist tutumu karşısında Zülküf ve Rojda’nın ironik tutumlarıyla karşılaşır. Görüntü ve ses konusunda son derece doğal bir yöntem izleyen Eskiköy ve Doğan ikilisi, ışık tuttukları bu Kürt köyündeki orijinal yaşamın renklerini olduğu gibi izleyicinin karşısına taşımalarıyla izleyiciye alışılmışın dışında hoş bir belgesel tadı yaşatıyor. Yönetmenler, öğretmen karakterini gerçekten öğretmenlik yapan Emre Aydın’a, öğrencilerin tamamını da yine Aydın’ın kendi öğrencilerinden seçmesi sayesinde ortaya sinema adına mutluluk veren başarılı bir yapım çıkarıyor. Küçük bütçeyle büyük yapımlara da imza atılabileceğini de kanıtlayan iki yönetmenin çekimler sırasında doğal ayrıntılara kamerayı eğmesi de filmin güncel tutarlı olmasını sağlıyor.

Her Kürt çocukluğunu buluyor

Filmi izleyen hemen her Kürdün kendi çocukluğunu bulduğu ve hepimizin aslında kültür ve dil asimilasyonuna nasıl bedeller ödediğimizi sinema büyüsüyle konuşturan filmde dikkat çeken önemli noktalardan biri ise ‘suyun akıp yatağını bulması’. Öyle ki öğretmen yeni bir dili öğretmek için ana dili unutturma mecburiyetiyle çırpınsa da, Zülküf, Rojda ve diğerleri okulun kapısından çıktıkları andan itibaren kendi Kürdî siluetlerine geri dönerler. Her karesinde büyük emekler verildiği okunan ‘İki Dil Bir Bavul’ Başbakan Erdoğan’ın Almanya gezisi sırasında söylediği ‘Asimilasyon insanlık suçudur’ gerçeğinin bu topraklarda hangi ölçeklerle uygulandığını da kanıtlıyor bir anlamda. Filmin Altın Koza Ulusal Uzun Metraj Yarışma Bölümü’ne alınmış olması da festivalin bir tabusunu yıkıyor. Öyle ki uzun metraj yarışmasına belgesel ya da kurmaca yapımlar alınmıyor. Ancak ikilinin başarı grafiği filmi klâsik belgesel görünümden kurtarıyor. Uzun metraj, belgesel, kurmaca ilkelerinin tümünden yararlanan ama hepsini aşan bu film son 10 yılda Türkiye’de çekilmiş sayılı yapım arasındaki yerini alıyor. Ve de Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıkmaya devam edenlerin bu ülkenin yakın geçmiş siyasi tarihini aydınlatmaya devam edecekleri mesajı veriyor.

(14 Haziran 2009)

İsmail Yıldız

Adana Altın Koza Film Festivali, Sinemacılardan Açık Mektup, 12.06.2009

Sinemamız son yıllarda hem yurt içinde hem de yurtdışında çok başarılı bir noktaya ulaştı. Dünya festivallerinin hemen hepsinde filmlerimiz yer buldu. Bu hem sinemamızın gelişmesi hem de ülkemizin tanıtımı için çok önemli bir atılım oldu. Filmlerimiz Cannes, Berlin, Venedik, Rotterdam, Tribeca, Toronto, Locarno, San Sebastian gibi film festivallerinde dünya seyircisiyle buluştu ve ödüllerle döndü. Bu yükseliş Türkiye’de de yankı buldu. Ülkedeki film festivalleri de yurtdışında alınan başarılar ve sinemamızın bilinilirliğinin artmasıyla ciddi bir ivme kazandı. Filmlerimize etmeye başladı. giden seyirci sayısı her geçen yıl arttı. Dahası ülkemizdeki sinema seyircisi yabancı filmler yerine bizim filmlerimizi tercih

Bizler, sinema sektörünün yaratıcıları olarak bu süreçten ve ilerlemeden çok memnunuz. Bugünlerde hep birlikte en önemli ulusal festivallerimizden birinde, Adana Altın Koza Film Festivali’nin kırkıncı yaşını kutluyoruz. Birçoğumuz 2004 yılında 5224 sayılı sinema filmlerinin desteklenmesini de içeren yasayla kurulan Sinema Destek Fonu’ndan yararlandı. Yerel yönetimlerin sinemayı önemsemesinden, film festivallerinin merkezlerden Anadolu kentlerine yayılmasından kıvanç duyuyoruz. Ülkenin çeşitli yerlerinde filmlerimizi izleyiciyle paylaşmaktan, tartışmaktan ve izlemekten memnuniyet duyuyoruz. Bu nedenle Türkiye sinemasının en önemli vitrinlerinden olan Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni, uzun yıllardır Ankara’da sinema açısından nefes alma alanı yaratan Ankara Uluslararası Film Festivali’ni, son yıllarda uluslararası bir kimliğe de bürünen Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni, uzun bir geleneğin temsilcisi olan, aslında 40. yılını kutlayan ama aralar nedeniyle bu yıl 16.’sı gerçekleşen Adana Altın Koza Film Festivali’ni, genç olmasına rağmen güçlü bir festival olmayı başaran Bursa İpekyolu Film Festivali’ni, son yıllarda Kars’ta gerçekleştirilen, uzun bir geçmişe sahip Gezici Film Festivali’ni ve ülkenin pek çok yerinde yapılan film günlerini, kısa film gösterimlerini, belgesel film festivallerini çok önemsiyoruz.

Bütün bu etkinliklerin hem Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hem de festivalleri düzenleyen yerel yönetimlerin ve yereldeki sivil destekçilerin katkıları olmadan gerçekleşemeyeceğinin farkındayız.

Bizler sinemamızın festivalleriyle ve destek fonlarıyla daha ileri bir yere gitmesini istiyoruz, destekliyoruz.

Son yerel seçimlerin ardından ortaya çıkan tabloda yerel yönetimlerin desteğiyle gerçekleştirilen film festivallerinden birinin, Gezici Film Festivali’nin Kars ayağının ve Altın Kaz Film Yarışması’nın yapılamayacağını üzülerek gördük. Adana Altın Koza Film Festivali’nin de Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu yıl aldığı desteğin azaldığını öğrendik.

Bizleri üzen bir başka nokta da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Altın Koza Film Festivali’nde temsil edilmiyor olması. Altın Koza’da gösterilen filmlerin birçoğu Bakanlık tarafından desteklenmiş olmasına rağmen, Kültür ve Turizm Bakanlığı bugün burada değil. Oysa ki bizler meselâ Perşembe akşamı gerçekleşen Onur Ödülleri töreninde Türkiye’de bir sinema varsa bunu sağlayanlardan olan, filmleriyle hepimizin yolunu açan Ömer Lütfi Akad hocamıza, sinemamızın en kıymetli kadın oyuncularından Filiz Akın’a, önemli aktörlerinden Yusuf Sezgin’e ve sinemanın bir müziği olduğunu anlatan Cahit Berkay’a ödüllerini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın vermesini isterdik. Ödül töreninde Sayın Günay’ı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nü ve TRT’yi de yanımızda görmek ve sinemamızın geldiği yeri hep birlikte kutlamak isterdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın temsilcilerini sinemamızın bulunduğu her yerde destekleriyle yanımızda görmek istiyoruz.

ADANA ALTIN KOZA SİNEMACILARDAN AÇIK MEKTUP İMZACILAR 12.06.2009

ULUSAL YARIŞMA FİLMLERİ

Pelin Esmer, Tolga Esmer (11’e 10 Kala)
Cemal Şan (Dilber’in Sekiz Günü)
Ümit Ünal (Gölgesizler)
Murat Düzgünoğlu, Kanbolat Görkem Arslan (Hayatın Tuzu)
Orhan Eskiköy, Özgür Doğan, Yamaç Okur, Nadir Öperli (İki Dil Bir Bavul)
Aslı Özge, Sevil Demirci (Köprüdekiler)
Atalay Taşdiken (Mommo, Kızkardeşim)
Yeşim Ustaoğlu, Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
Tayfun Pirselimoğlu (Pus)
Başak Köklükaya (Süt)
Mahmut Fazıl Coşkun, Tarık Tufan (Uzak İhtimal)
Erden Kıral (Vicdan)

ALTIN KOZA ULUSAL YARIŞMA JÜRİ ÜYELERİ

Füruzan, Mazlum Çimen, Meltem Cumbul, Nuri Bilge Ceylan, Özcan Alper, Zeynep Tül Akbal Süalp

DİĞER İMZALAR

Atilla Akarsu, Derviş Zaim, Derya Durmaz, Hamiyet-İrfan Atasoy, Hüseyin Karabey, Kamil Renklidere, Mehmet Eryılmaz, Selen Uçer, Selim Evci, Serkan Acar, Serkan Turhan, Seyfi Teoman, Sırrı Süreyya Önder

(12 Haziran 2009)

Mektup için tıklayınız.

Karlar, Yollar ve İyilikler

Kuzey (Nord)
Yönetmen: Rune Denstad Langlo
Senaryo: Erlend Loe
Müzik: Ola Kvernberg
Görüntü: Philip Øgaard
Oyuncular: Anders Baasmo Christiansen (Jomar Henriksen), Marte Aunemo (Lotte), Celine Engebrigtsen, Kyrre Hellum, Mads Sjøgård Pettersen
Yapım: Norveç (2009)

Belgeselcilikten gelen Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, ilk uzun filmi ‘Kuzey’de duygusal insanların yaşadığı Norveç’e iyi insan olmayı unutmamayı hatırlatıyor. Jomar da uzun yolculuğu boyunca bu iyiliklerle karşılaşıyor hep.

Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, birçok belgesel çektikten sonra ilk uzun filmi “Nord-Kuzey”le yolunu da çizmiş oluyor. “Kuzey”, 2009 New York Tribeca Film Festivali’ne de katıldı ve orada “En İyi Hikâye Anlatan Film” ödülünü aldı. Langlo’nun 2005 yapımı siyah-beyaz ve renkli belgeseli “Alt for Norge”de, İsveç’ten ayrılan Norveç’i anlatmıştı. 2008 yapımı “99% Aerlig-Yüzde 99 Dürüst” belgeselinde de Norveç’teki göçmenleri anlattı. Langlo, 1972 yılında Norveç’in üçüncü büyük şehri Trondheim’in varoşlarında doğdu. Langlo, senarist Erlend Loe’yle beraber bir kara komedi filmi “Nater-Kızgın” üzerinde çalışıyor. Erlend Loe, 2007 yapımı “Tatt av Kvinnen-Kadın Gibi Geçti”nin de senaryosunu yazmıştı. Yönetmen, bu minimalist “Kuzey” filminin çekimlerinin hava koşulları yüzünden çok zorlu geçtiğini de belirtiyor. Filmi görünce neler olduğunu anlıyorsunuz. Her yeri karın kuşattığı doğanın sinemaskop görüntüleri her şeyiyle etkileyici yansıyor perdeye.

Eski hayat, yeni hayat

Film, bunalıma düşmüş Jomar’ın belgeseli gibi. Kayakçı Jomar, bir tünel kazasından sonra depresyona girmiş. Kız arkadaşından ayrılmış. Şimdiyse bir kayak merkezinde inzivaya çekilmiş. Uzaklardan, bir zamanlar en yakın arkadaşı geliyor ve hayatı bir daha altüst oluyor Jomar’ın. Bu uzaklardan gelen eski arkadaş sevgilisini de elinden almış Jomar’ın. Bir de küçük oğlu olduğunu da öğreniyor şimdi. Tünel kazasını bir belgesel kanalında seyrederken çıkan yangında kulübesi yanan Jomar, artık buralarda kalmak için de bir nedeninin kalmadığını anlıyor. Ne yapacağını düşünürken kendini yollarda buluyor Jomar. Kayak motosikletiyle karlı yollara düşen kederli Jomar, uzun yolculuğa çıkmadan tüneldeki travmasını yenmesi gerekiyor önce. Yollardaki Jomar bir süre sonra kar körlüğü yaşıyor. O sırada küçük Lotte çıkıveriyor yoluna. Lotte onu dağ başında büyükannesiyle tek başına yaşadığı eve götürüyor. Yalnızlık çeken küçük Lotte, bir sevginin sıcaklığını hissediyor Jomar’da. Sonra yine yollara düşüyor Jomar. Kayak motosikleti bozulan Jomar bu defa da bir gençle tanışıyor. Karları temizleyen gence eşcinsel olmadığını kanıtlayan Jomar, sonra bu yalnız gençle bir süreliğine arkadaş oluyor. Sonra bir daha kuzeye doğru yollara düşüyor. Bu defa çadırda kamp kurmuş seksenlik bir ihtiyar çıkıyor karşısına Jomar’ın. İhtiyar, Jomar’la balığını ve içkisini de paylaşıyor. Kanının ısındığı Jomar’a bir de para yüklü kartını veriyor sonra. Ardından da, uykusundayken eriyen buzların içine doğru kayıp bu dünyadan ayrılıyor ihtiyar. Jomar, sonra yine yollara düşüyor, kuzeye doğru. Yüzünü bile görmediği oğluna ulaşması gerekiyor artık. Yönetmen, bu sahnelerde güçlü metaforlar yaratmış. İhtiyar adamla Jomar’ın oğlu arasında. Bu dünyayı terk eden eski hayat, bu dünyada nefes almaya sürdürecek yeni hayat. Jomar’ın küçük oğlu geleceği, o eski hayat da iyiliği ve güveni temsil ediyor. Son söz olarak, yönetmen Langlo, Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’e biraz ironik bakıyormuş hissini veriyor bu filminde. Norveç, endüstri sonrası toplumun sosyolojik yansıması gibi. Bireyciliğin uç noktalarda olduğu bir ülkenin içinden çıkan Langlo, bu topluma biraz gerilerde kalmış bazı insani hasletleri hatırlatıyor sanki. Çünkü, bu ülkeye, iyi ve duygulu insanların yaşadığı bir ülke diyor yönetmen. “Kuzey” filminde iyilikler de Jomar’ın önüne bir bir çıkıyor bu uzun yolculuğu boyunca. Jomar, oğluyla karşılaşınca film de bitiyor. Yönetmen finali açık uçlu bırakmış. Ya her şey düzelecek ya da her şey daha berbat olacak Jomar için. Bu filmin içinde mizahın da olduğunu hatırlatmalı. Bir de bu minimalist film perdede bir başyapıt gibi duruyor.

(11 Haziran 2009)

Ali Erden

Şadan Kâmil (1917 – 2009)

Sonunda bir kadın “meraktan” sordu: “Kimdir bu Şadan Kâmil?”. Alican (Sekmeç) ile ben kısa cümlelerle açıklamalar yaptık. Ben son filmi Duvaklı Göl’ü 1957’de çektiğini söyledim; 1958 olması lâzımdı aslında. Kadın: “Ben doğmadan önce” dedi. Evet, 1943’de çektiği ilk filmi Onüç Kahraman ile yaşayan (film yaşı) en eski yönetmenimizdi Kâmil. 1917’de doğduğuna göre aramızdan ayrıldığında 92 yaşında idi. 1958’e kadar 15 film yönetti, kendi filmlerinde ve başka yönetmenlerin filmlerinde görüntü yönetmenliği de yaptı.

İlk filmi bir Alman filminin uyarlaması idi, Kurt Bernhart’ın Die Lerze Kompagnie’sine Plevne Kahramanları diye başladı, isim sonradan Onüç Kahraman oldu. Seven Ne Yapmaz (1947) ile edebiyat uyarlamalarına Kerime Nadir ile başladı. 1954’de Haldun Taner’in senaryosundan çektiği Kaçak’ta koşut kurguyu ilginç bir şekilde kullandı; sonraki yıl ise Taner’den bir uyarlama yaptı: Tuş: Bir Aşk Hikâyesi. (1955) Televizyonlarda yılan hikâyesine dönerek yayınlanan Reşat Nuri’nin romanı Dudaktan Kalbe’nin ilk uyarlamasını 1951’de gerçekleştirdi. 1952’de sinemamızda ilk defa bir “ikilinin” oluşturulduğu Edi ile Büdü ve Edi ile Büdü Tiyatrocu filmlerini yaptı; ikiliyi Vasfi Rıza Zobu ile Münir Özkul oynuyordu. Son filmi Duvaklı Göl’de, (1958) hem yönetmen, hem görüntü yönetmeni olarak çalışan Kâmil bu filminde filmin senaryosu yazan Hamdi Değirmencioğlu’nun -bir yıl sonra bir çocuk yıldız olarak ünlenecek olan- kızı Zeynep Değirmencioğlu’nu da oynatıyordu. Ha-Ka Film’de başladığı çalışmalarına, 1946 yılında ayrılarak Acar Film’de devam etti.

Sinemaya başlamadan önce Almanya’da fotoğrafçılık ve ses mühendisliği eğitimi gördü. Özön’ün Faruk Kenç ile başlattığı “geçiş dönemi yönetmenleri” arasında yer aldı. Bu gruba giren 8 yönetmen, sinema çalışmalarından önce tiyatro ile ilgilenmemiş, işe fotoğrafçılık veya doğrudan sinemadan başlamışlardır. Kâmil’in vefatı ile sinemamızın zaman zaman ilginç olabilmiş bu grubu (Faruk Kenç, Baha Gelenbevi, Aydın Arakon, Çetin Karamanbey, Şakir Sırmalı, Turgut Demirağ, Orhon Murat Arıburnu, Şadan Kâmil) tamamen aramızdan ayrılmış olmaktadır.

(11 Haziran 2009)

Orhan Ünser

Zübeyde Hanım’ı Beyazperdeye Aktaracak Olan Serpil Öztürk Anlatıyor

Öncelikle Serpil Öztürk kimdir? Sizi tanıyabilir miyiz?

1979 Adana doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Adana’da tamamladım. Yakındoğu Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldum. Yine aynı üniversitede devam ettiğim yüksek lisansımda tez aşamasındayım. Evli ve bir çocuk annesiyim. İzmir’de yaşıyorum. Yazdığım ve değerlendirmek istediğim iki senaryom var. “Hasretin Zamansız Tutsaklığı” adlı bir şiir kitabım yayınlandı. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

“Atatürk” ve “Öztürk”; Mustafa Kemal Atatürk ile soyadınız da benzerlik gösteriyor. Bu özellikle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Benim için şekil değil, öz önemlidir. Özümüzü unutmamalıyız ve farklılık gözetmemeliyiz. “İyiliğe Niyet” isimli şiirimde diyorum ki:

“Türk’ün, Kürt’ün, alevinin, sünninin farklı mı düşer ateş yüreğine?
İnsanı insana kırdıran düşüncelerimiz ne kazandırır milletimize?”

İşin özü bu… Zaten Kurtuluş Savaşı’nda her kesimden insanı bir yüreklendirmeyi başaran Atatürk hayatta olsaydı, bugün bu konuda yaşanan önemli sorunlar böylesine uç noktalarda olmazdı. Emre Kongar bir kitabında der ki: “Atatürk yaşıyor olsaydı, kimimize rahatsızlık veren, andımızda geçen ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ dizesi, ‘Ne mutlu Türkiyeliyim diyene!’ olarak değiştirilirdi.” Buna katılıyorum. Duyulan bir rahatsızlık, sıkıntı var ise, şartlar değerlendirilerek çözüme gidilirdi.

Din, dil, ırk ayrımı gözetilmemeli diyorsunuz!

Elbette! Tasavvufi anlamda da öyle. Tebriz-i Şems der ki; “Hepimiz aynı Allah aşkıyla yanmıyor muyuz? Önemli olan bu. Önemli olan içimizde barındırdığımız niyet, yüreğimizdeki samimiyettir. Bir insanı diğerinden ayırmak şeklen değil, ancak kalben mümkün olur.” Bilmem anlatabiliyor muyum? Büyük bir emek, özveri ve fedakârlıkla çocuklarını büyüten, koca yürekli anaç kadınının; koskoca bir devleti kurtaran Türkiye Büyük Millet Meclisini kuracak kadar güçlü, kudretli, azimli bir paşanın yaşamında en önemli rolü oynayan Zübeyde Hanım’ın gölgede kalması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu fikirle Zübeyde Hanım’ın hayatını görsel alana taşıyarak tüm dünyaya tanıtmayı hedefliyoruz.

Tabii ki; Türkiye’de yaşayan her çocuk gibi ben de çok küçük yaşlarda Atatürk’ü tanıdım ve hayranlık duydum. Atatürk’ün yaşamına dair merakımın derinleşmesi ise; 2001 yılında Mithat Bereket’in okulumuza gelerek, Atatürk’ün hayatını anlatan belgeselini izlettikten sonra yaptığı konuşmadan etkilenmemle başladı. O gün Ata’nın kararlılığından, sabrından ve yılmadan sarf ettiği yoğun çabadan daha bir etkilendim. Ve sonrasında Mithat Bereket’in bize dönüp, “Hepiniz birer Mustafa Kemal olabilirsiniz. Mustafa daha lise çağlarında başarılı bir asker, güçlü bir kumandan olmanın hayalini kurmuştu ve bu hayalini gerçekleştirdi. Sizler de şimdiden geleceğinizle ilgili kurduğunuz hayallerinizde kararlı olun. Hayallerinizi gerçekleştirmek için çaba sarf edin” dedi. Bu sözler beni yüreklendirdi. Yapı olarak zaten özgüven yüklüyümdür, fakat; bu sözler daha da bir kendime ve gerçekleştirebileceklerime inanmamı sağladı. Hayallerimle donatarak göğe saldığım uçurtmamın kuyruğunu sıkı sırı sarılmaya başladım.

Böyle bir yüreklendirmenin de etkisiyle hayallerinizi gerçekleştirebildiniz mi?

2003 yılında lisans eğitimimi tamamladım. Hemen ardından evlendim ve dünya tatlısı bir oğlum oldu. Şu anda oğlum 4 yaşında, ben ise yüksek lisansımın tez aşamasındayım. Eylül’de doktoraya başlamayı plânlıyorum. Büyük bir ölçüde hayallerimi gerçekleştirdim diyebilirim. İyi bir evliliğim var. Hedeflediğim akademik kariyer alanında ilerliyorum. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

Gerçekleştireceğim Zübeyde Hanım projesiyle iletişim alanında ödüller almayı arzu ediyorum.

Beni yüreklendiren bir diğer olay ise; Atilla Dorsay’ın “Yılmaz Güney’in Hayatı”nı anlatan kitabını okurken, kitabın sonlarında Türkiye’deki aydınların Yılmaz Güney ile ilgili görüşlerini aktarırken; tez hocam Ünsal Oskay’ın yazısına rastlamam oldu. Ünsal hocam yazısında lümpenciliğin affedilemeyecek bir şey olduğunu, daima daha iyiyi yapabilmek için çaba sarf edilmesinin gerekli olduğunu savunuyordu. Şimdiye kadar gerçekleştirdiğim tüm projelerde ben de en iyi sonuç için çabaladım. Zübeyde Hanım’ın hayatını da iyi bir ekiple; en iyi şekilde görsel alana aktaracağımızı düşünüyorum.

Senaryo?

Derin bir araştırmadan sonra; senaryoyu tamamladım. 22 Haziran’da İzmir Ticaret Odası Sergi Salonu’nda çeşitli yerlerden derlediğim Atatürk’ün hiçbir yerde görülmeyen resimlerini bir araya getirerek Atatürk resimleri sergisini açıyorum. Yine araştırmam sırasında bir tesadüfle karşılaştım. Zübeyde Hanım hakkında yazılmış iki kitaplardan birisi olan “Gölgesinde Mustafa Kemal’i Büyüten Kadın” adlı kitabın yazarı Fatih Bayhan’la aynı üniversiteden, aynı fakülteden, aynı dönemde mezun olmuşuz. Bu alanda hem yazılı, hem görsel bilgi olarak bilincimi yeterince zenginleştirmeye çalıştım.

Yönetmen?

Yılmaz Güney gibi idealist bir yönetmenle çalışabilmeyi çok arzu ederdim. Fakat şu anda Yılmaz Güney düşüncelerini yaşatan, onun gibi idealist olan çok başarılı yönetmenlerimiz mevcut. Değerlendiriyoruz, şimdiye kadar başarılı işlere imza atmış çeşitli yönetmenlerle görüşme aşamasındayız.

Finans?

Her ne kadar kendi birikimimizle belirli bir aşamaya gelebilecek durumda olsak da, desteğe ihtiyacımız var. Arkadaşlarımız sponsorluk araştırması içerisindeler. İnanıyorum ki, maneviyat yüklü bir annenin yaşamını anlatacağımız böylesine önemli bir konu için yeterli duyarlılık gösterilecektir.

Oyuncu?

Düşündüğümüz isimler var, fakat henüz tam karar verilmedi. Oyuncuların özenle seçilmesi önemli. Anaç yapının, evlâtlarını sarıp sarmalarkenki yumuşacık yüreğin, geleceklerini düşünürkenki diktatör yapının, çileli bir yaşamın çok iyi kavranması ve yaşanarak yansıtılması gereklidir.

Zübeyde Hanım karakterinde; 20’li yaş dönemi ve 60 yaş dönemi üzerinde yoğunluk olacaktır.

(08 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

12 Haziran 2009 Haftası

“Adamım Benim”, erkek erkeğe arkadaşlık ve erkeklerin dostluğu üzerine kurulu, doğaçlamaların ve bazılarına iğrenç gelebilecek komikliklerin bolca olduğu, öncelikle Kuzey Amerika seyircisi için yapıldığı çok belli, bize tuhaf gelebilecek bir güldürü. Tuhaf, çünkü hikâyenin çıkış noktası, evlenme arifesindeki bir erkeğin sağdıcı olabilecek hiç erkek arkadaşı olmadığını fark etmesi ve birini araması üzerine kurulu. Yani bizimki gibi toplumlarda neredeyse hiç rastlanmayacak bir durum!

“Aşk Ateşi”, yazgının tesadüfleri marifetiyle ‘parçalanan yaşamlar’ı parça parça bir tahkiye ile yazan ve sinemaya böylece “Paramparça: Aşklar Köpekler”, “21 Gram”, “Üç Defin”, “Babel” gibi filmleri kazandıran senarist Guillermo Arriaga’nın, bu kez kendi yönetiminde, aynı tekniğin farklı bir versiyonunu kullanarak anlattığı ‘sevgi arayışı, vicdan azabı ve parçalanmışlık’ hikâyesi olarak özetlenebilir. Diyaloglardan ziyade, görüntü dili ile oyuncu performanslarına ağırlık verilmesi, görüntü yönetiminde ikisi de Oscar’lı ustalar, Robert Elswit (“Kan Dökülecek”) ve John Toll’un (“Legends of the Fall”, “Braveheart”) varlıkları, filme değer katan özellikler. Arada bir ‘boşluklar’ söz konusu olsa da, izleyen için önemli bir sorun teşkil etmiyor.

“Hain”, ABD’nin yeni yüzü olan Başkan Obama’nın mesajlarına paralel biçimde, dinler arası diyalogun/uzlaşının gerekliliği ve kutsal kitaplardaki “öldürmeyin” emrine inanan her din mensubunun terörle mücadele etmesi zorunluluğu gibi mesajlarla, Hollywood’un bir kesiminin kullandığı bildik formülleri kusursuzca uyguluyor: Hızlı bir öykü trafiği, büyük bir terör olayını engellemeye yönelik tehlikeye atılan iki adam, Hıristiyan FBI ajanı ile örgütün içine sızmış eski ordu mensubu Müslüman ABD vatandaşının finaldeki uzlaşısı vs, vs… Her gün bir milyar insanın açlıkla mücadele ettiği dünyada, kapitalist ekonomilerin acımasızlığı devam ettikçe, ne Obama’nın, ne de bu filmin vurguladıklarının, bilinçli hiçbir dünya vatandaşı ve seyircinin karamsarlığını gidermeyeceği açık!

“Kuzey”, adı üzerinde… Kör edici derecede beyazlığın içindeki yalnızlığına son vermek için daha da kuzeye yolculuk yapan ruhsal çöküntü içindeki genç adamın, karşılaştığı insanların sorunlarıyla tanıştıkça yaşamak denilen mucizeyi idrak etmesi üzerine kurulu, küçük ve sağlam bir Norveç filmi. Geniş perdede izlemek gerek.

“Lanetli Ev”, çok eskiden cenazelerin hazırlanması ve ruh seansları için kullanılan, şimdilerde ise içindeki gizli bölmelere saklanmış ölülerin ‘diğer tarafa’ geçememiş ruhlarının öfkesiyle enerji yüklenmiş bir müstakil eve -mecburen- taşınan, büyük oğullarının kanser hastalığıyla mücadele eden ailenin gerçek öyküsü. Doğaldır ki, boyutları büyütülmüş bir korku. Önemlisi de, bazı anlarda gerçekten de tırstığınız korkunun içine işlenmiş dramın, gözlerinizden yaşlar akıtacak denli etkili olması… Oyuncuların seçimi, performans ve uyumları kusursuz; dünyanın en güzel saçlarına sahip kadınlarından biri olduğunu düşündüğüm Virginia Madsen ise, özel hayranlığımdan dolayı belki, daha da kusursuz.

(08 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sinemanın Sert Adamı: Charles Bronson

Litvanya kökenli Charles Bronson, sinemada elinden tabancayı hiç düşürmedi ve sert karakterlere hayat verdi. 2003 yılında 82 yaşında ölen Bronson, 1970’li ve 80’li yıllarda kendisinin önde olduğu filmlerde çalıştı. Sanat hayatı boyunca da televizyona hiç uzak durmadı. Zaman zaman geçmişin önemli ve büyük sanatçılarını anmak iyi olacak.

Charles Buchinsky, yani sinemadaki adıyla Charles Bronson 3 Kasım 1921’de Pennsylvania’da doğdu. Litvanya Tatarlarından olan Bronson, 30 Ağustos 2003’te Los Angeles’ta öldü. Ailesi genişti ve 14 kardeşi vardı. Babası madencilik yaparak bu geniş aileye bakıyordu. Sert ve yorgun yüzlü Bronson, Türkiye’de 1970’li yıllarda çok popüler bir aktördü. Aslında sinema geçmişi eskiye dayanan bu sinemanın sert yüzü, Henry Hathaway’in Gary Cooper’ı başrolde oynattığı 1951 yapımı siyah-beyaz deniz komedisi “You’re in the Navy Now” (Şimdi Denizci Olduk) filmiyle sinemaya adım attı.

Adı Bronson olacak

İlk dönemlerinde Charles Buchinsky ya da Buchinski adını kullandı çoğunlukla Bronson. İkinci rollerde görünse de önemli yönetmenlerin iyi filmlerinde oynadı. 1952’de George Cukor’un “Pat and Mike-Pat ve Mike” filminde Katharine Hepburn’le Spencer Tracy’ye eşlik etti. 1954 yapımı bir Robert Aldrich filmi olan ve Burt Lancaster’ın başrolünde olduğu ünlü western filmi “Apache-Asi Cengaver”de Hondo karakteriyle jeneriklerde de yukarıya doğru çıkmaya başladı. Ama, adı hâlâ Buchinsky’ydi afişlerde. Yine aynı yıl Aldrich’in bir başka filmi “Vera Cruz-İstiklâl Kahramanları” adlı westerninde de boy gösterdi. Henry Hataway’den sonra Robert Aldrich’in de gözdesi olmuştu Bronson. “İstiklal Kahramanları”nın başrollerinde iki büyük oyuncu vardı, Burt Lancaster ve Gary Cooper. Bu filmin final bölümündeki Lancaster-Cooper düellosu akılda kalıcıydı, öncelikle stilize çekim açılarıyla. Filmin hikâyesi de 1866’daki Meksika’daki isyanda geçiyordu. John Sturges’in 1964 baharında Türkiye’de gösterime giren 1960 yapımı “The Magnificent Seven-Yedi Silahşörler” westerniyle artık sinemada sağlam bir yer edinmeye başladı Bronson. Film, Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray” filminden “vahşi batı”ya uyarlanmıştı. Elbette Yul Brynner ve Steve McQueen filmin lokomotifiydi. John Sturges’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi hapishanesindeki bir kaçışı anlatan 1963 yapımı “The Great Escape-Büyük Kaçış” filminde Bronson sakin görünümlü “tünel kralı” Teğmen Danny Velinski’yi oynuyordu. Paul Brickhill’in romanından uyarlanan filmde tünel kazıp kaçma sahnelerinin yanında Steve McQueen’in final bölümünde motosiklet gösterisi de akılda kalıyordu. Sturgess’ın bu filminde Bronson ve McQueen’in yanında James Garner ve James Coburn gibi önemli oyuncular da vardı.

Sydney Pollack’ın Robert Redford’u başrole çıkardığı 1966 yapımı “This Property is Condemned-Lanetli Kadın” filminde “kötü adam”ın sınırlarında gezinen, ama Nathalie Wood’un hayat verdiği Alva’ya sırılsıklam aşık J. J. Nichols’ı oynadı. Bu film, Tennessee Williams’ın oyunundan uyarlanmıştı. Senaryo yazarlarının arasında geleceğin ünlü yönetmeni Francis Ford Coppola da vardı. Hikâye, bezgin insanların yaşadığı istasyonu olan bir kasabada geçiyordu. Bronson’ın yolu Robert Aldrich’le bir defa daha buluştu 1967 yapımı “Dirty Dozen-12 Kahraman Haydut” savaş filmiyle. Filmin hikâyesi 2. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. Suçlulardan oluşan bir tim, Nazilere karşı ölümcül bir mücadeye girişiyordu. Filmde kimler yoktu ki. Lee Marvin, Telly Savalas, George Kennedy, Ernest Borgnine, John Cassavetes, Donald Sutherland ve elbette Charles Bronson. Bu filmin görselliği ve kamera kullanımı klâsik savaş filmlerinin ötesinde çok çarpıcıydı. Bronson, 1968 yılında Ermeni asıllı Fransız usta Henri Verneuil’ün “spagetti western” tarzındaki “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları”nda da oynadı. Başrolde Antony Quinn vardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filme, Humphrey Bogart’ın 1955’te oynadığı Edward Dmytryk’in yönettiği, William E. Barrett’ın romanından uyarlanan “The Left Hand of God-Tanrının Sol Eli” filmini çağrıştırdığı söyleniyor, ama “San Sebastian’ın Topları” da William Barby Faherty’nin romanından uyarlanmıştı. Jean Herman’ın yönettiği 1968 yapımı “Adieu l’Ami-Elveda Dostum” aksiyon filminde Alain Delon’la başrolü paylaştı Bronson. Bu film, onun 1970’lerdeki karakterlerinin öncülü gibiydi. Bronson’ın yolu “spagetti westernin babası” Sergio Leone’yle de buluştu 1968 yılında. Leone’nin “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da bilinen “Once Upon a Time in the West-Batıda Kan Var”da “Mızıkacı”yı oynadı Bronson. Filmin başrollerinde Henry Fonda’yla güzeller güzeli Claudia Cardinale vardı. Elbette önemli oyunculardan Jason Robards da. Bu filmin tren istasyonundaki açılış sahnesi sinemanın en muhteşem anlarındandı. Elbette fonda yine muhteşem Ennio Morricone’nin müzikleri duyuluyordu. Bu film, Leone’nin yeni üçlemesinin ilk filmiydi. Devir değişmeye başlıyor ve trenin gelişiyle birlikte “vahşi batı”da sosyal hayat da gelişmeye başlıyor. Üçlemenin diğer iki filmi 1971 yapımı “A Fistful of Dynamite-Yabandan Gelen Adam”la 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika”ydı.

70’li yıllarda star

1970’li yıllar Bronson’ın yıllarıydı artık. Elinden tabancası düşmeyen Bronson’ın bu türden şiddet filmlerinde adalet işlemiyorsa kendi adaletini kendin uygula deniliyordu genelde. Faşizan filmlerdi. 1978’de “Superman-Süpermen” filmini çeken Richard Donner, Bronson’la 1970 yılında “Twinky” adıyla da bilinen “Lola” adlı bir romantik-erotik filmi yaptı. Filmde, pornografik romanların yazarı Scott, kendisinden hayli küçük bir genç kız Lola’yla ilişkiye giriyor. Fransız ve İtalyan filmlerinde sıkça görünen Bronson, 1970 yapımı René Clément’ın “Le Passager de la Pluie-Yağmurla Gelen Adam” filminde Harry karakterindeydi. Bu film Türkiye’de 1972 yılının son ayında gösterime girmişti. Filmde Bronson’ın hayatının kadını Jill Ireland da oynuyordu. Çift, 1968’de evlenmiş ve mutlu beraberlikleri Jill Ireland’ın 1990’daki meme kanserinden ölümüne kadar sürmüştü. Fonda Francis Lai’nin muhteşem müzikleri de duyuluyordu. Hikâye, Fransa’nın güneyinde geçiyor. Otobüsten çantalı ve gizemli bir yabancı iner. O sırada yağmur da yağıyor. Genç ve güzel Mellie, bu gizemli yabancı tarafından tecavüze uğruyor. Türkiye’de çekilen Peter Collinson’ın yönettiği, başrollerinde Tony Curtis’le Charles Bronson’ın olduğu filmde Fikret Hakan, Salih Güney, Aytekin Akkkaya’nın da oynadığı 1970 yapımı “You can’t Win ‘Em All-Paralı Askerler”, 1. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. İtalyan Sergio Sollima’nın yönettiği yine 1970 yapımı suç-aksiyon filmi “Città Violenta-Vahşet Şehri”nde de oynadı Bronson. Filmin çarpıcı araba takip sahneleri akılda kalıcıydı. Bronson, yanında Jill Ireland’la beraber beyaz Mustang arabasıyla peşlerindeki kırmızı arabadan kaçıyorlardı bu nefes kesici kovalamaca sekansında. Nicolas Gessner’ın yönettiği 1971 yapımı “Quelqu’un Derrière la Porte-Kapının Arkasında Biri Var”da Bronson başrolü Anthony Perkins’le paylaşmıştı. İlk üç “007 James Bond”un yönetmeni olan Terence Young’ın 1971 yapımı “Le Soleil Rouge-Kırmızı Güneş” westerninde “kötü adam” Alain Delon’la karşılıklı oynadı Bronson. Bu filmde Ursula Andress, Toshirô Mifune ve Capucine de rol aldılar. Bu “vahşi batı” filminde Japon samurayları da vardı. 1977’nin kışında oynayan yine Terence Young’ın yönettiği 1972 yapımı “The Valachi Papers-Mazisini Satan Adam”, Francis Ford Coppola’nın “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir mafya filmiydi, ama iyiydi. Bu filmde başrolü eşsiz Lino Vantura’yla paylaştı. Bronson 1970’li yıllarda Terence Young’la birçok film yaptı. Bronson’ın yolu sonunda Michael Winner’la buluştu ve Terence Young’ın ardından Michael Winner’la peş peşe filmler yaptı. 1972 yapımı “Chato’s Land/Çato-Devler Ülkesi” westerninde bir kızılderiliyi, Apaçi Çato’yu oynadı. Winner-Bronson işbirliğinin diğer filmi 1972 yapımı “The Mechanic-Mekanik”, bir suç-gerilimiydi. Bu filmin giriş bölümü de sinema tarihine girmiştir, çünkü neredeyse on beş dakika hiç konuşma yok filmde. Winner’ın yönettiği 1973 yapımı “The Stone Killer-Taş Yürekli Katil” John Gardner’ın romanından uyarlandı. Bir polis mafyaya savaş açıyor bu filmde.

Bronson, 1973’te John Sturgess’in Duilio Coletti’yle ortak yönettiği “Wild Horses/Valdez, il Mezzosangue-Vahşi Melez” westerninde de oynadı. Bronson’ın oynadığı Chino Valdez, yalnız bir kovboy ve damızlık at yetiştiren biriydi. Melez olduğu için ırkçılıkla karşılaşır hep. Kaçak bir genç Jimmy yanına sığınır ve Chino ona bildiklerini öğretir sonraları. Bronson, 1974’te yönetmen Winner’la ünlü “Death Wish” filmini yaptı. Beş filmlik bir seriye dönüşen “Death Wish”, bir daha buralara uğramadı. Türkiye’de “Yara” adıyla gösterilen bu ilk film Brian Garfield’ın romanından uyarlandı. Kore Savaşı gazisi mimar Paul Kersey’nin eşini öldürürler ve kızına da tecavüz ederler. Adaletten umudunu kesen Paul, kendi adaletini uygular. Yani katillerin peşine düşer ve onları avlar. Tom Gries’in yönettiği 1975 yapımı “Breakout-Firar”, Türkiye’de 1983 yılında gösterime girmişti. Robert Duval’ın oynadığı Jay, büyükbabasını (büyük yönetmenlerden John Huston) öldürmekten Meksika hapishanesinde otuz yılı aşkın hüküm giyer. Bronson’ın canlandırdığı Teksaslı bir pilot Nick, Jay’i hapisten kaçırır. Havaalanındaki final sahnesindeki şiddet vahşiydi. “Firar” filmi, gerçek bir olaydan sinemaya uyarlanmıştı. Bronson’ın yolu yönetmen Walter Hill’le de buluştu. Hill’in ilk filmi de olan 1975 yapımı “Hard Times-Çıplak Yumruk”, 1930’ların ekonomik bunalım yıllarında geçiyordu. Filmde James Coburn de yer alıyordu. Sokak dövüşçüleri gibi eldiven takmadan boks yapılıyordu filmde. Garaja benzer bir mekândaki final sahnesinde dövüş anları akılda kalıyordu. Filmin yönetmeni Walter Hill’i 1978 yapımı “The Driver-Sürücü”, 1980 yapımı “The Long Riders-Uzun Sürücüler”, 1982 yapımı “48 Hrs-48 Saat”, 1989 yapımı “Johnny Handsome-Yakışıklı Johnny” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. 1979’da Türkiye’de gösterime giren J. Lee Thomson’ın 1977 yapımı “The White Buffalo-Azgın Boğa” westerninde Bronson, bufalo avcısı Bill Hickok’u canlandırdı. Bu filmde “platin saçlı” 1950’lilerin muhteşem kadın oyuncularından Kim Novak da Bayan Poker rolündeydi. Bu filmin ön jeneriği sürerken muhteşem bufalo karlar içinde seyirciye ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. “Kötücül” bufalo, Kızılderililere de korkular yaşatıyordu şiddetiyle. Kızılderili gelenekleri de yansıyordu filmde. 1982 kışında Türkiye’de gösterime çıkan Don Siegel’ın 1977 yapımı “Telefon” filminde Bronson Rus Albay Grigori Borzov rolündeydi. Bu film, “Soğuk Savaş” döneminden kalma bir casusluk gerilimiydi. “Aşk ve Mermiler” adıyla da bilinen 1979 yapımı “Love and Bullets-Korkusuz”a büyük yönetmenlerden John Huston başlamıştı, usta yönetmenlerden Stuart Rosenberg tamamlamıştı filmi. Sinemaseverler 2007’de ölen yönetmen Stuart Rosenberg’ü iki hapishane filmi, 1967 yapımı “Cool Hand Luke-Parmaklıkların Arkasında” ve 1980 yapımı “Brubaker”le hatırlayabilirler. “Korkusuz” filmi, genel olarak pek beğenilmedi eleştirmenler ve seyirciler tarafından. Filmin en güzel taraflarından birisi fonda duyulan Lalo Schifrin’in müzikleriydi. Filmde sinemanın en muhteşem “kötü adam”larından Henry Silva, Vittorio Farroni karakteriyle görünüyordu.

Gerileme 80’lerde

Peter R. Hunt’ın 1981 yapımı “Death Hunt-Ölüm Avı”, eski zamanlarda kalmış ve bir daha Hollywood’da olmayacak filmlerdendi. Bronson, başrolü bir başka büyük oyuncu Lee Marvin’le paylaştı bu filmde. “Ölüm Avı”, 1930’lu yıllarda Kanada’nın Yukon bölgesinde yaşanmış gerçek bir hikâyeden yola çıkıyordu. Bronson, 1983 yılında J. Lee Thompson’ın kendi hikâyesinden çektiği “10 to Midnight-Geceyarısına 10 Kala” geriliminde kadın düşmanı seri cinayetler işleyen bir katilin peşindeki polis Leo Kessler’i canlandırdı. Bu film, Bronson’ın 80’lerdeki en iyi filmi olarak değerlendiriliyor. 1984’te yine J. Lee Thompson’la “The Evil That Men Do-İçimizdeki Şeytan” gerilim filmini yaptı. Bronson, 1960’lı ve 70’li yıllarda star olan birçok oyuncu gibi 80’li yıllarda gerileme dönemine girdi. Bu yıllarda Bronson’ın filmleri de ülkemizde popülerliğini yitirdi ve birkaç filmi dışında buralara pek uğramaz olmuştu. Aslında Bronson, popülerliği azalınca Hollywood’da da film sayısı azaldı. Televizyona ağırlık verdi. 1999’da televizyona “Family of Cops III: Under Suspicion” (Aile Polisleri III: Şüphe Altında) aksiyon-polisiye TV filmini yaptıktan sonra her şeyi geride bıraktı. Artık yorgundu. 2003 yılında da 82 yaşında hayata veda etti Bronson…

(07 Haziran 2009)

Ali Erden