Kategori arşivi: Yazılar

Scorsese’den Hitchcockvari Gerilim

Zindan Adası (Shutter Island)
Yönetmen: Martin Scorsese
Eser: Dennis Lehane
Senaryo: Laeta Kalogridis
Kurgu: Thelma Shoonmaker
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Teddy), Mark Ruffalo (Chuck), Ben Kingsley (Dr. Cawley), Michelle Williams (Dolores), Max von Sydow (Dr. Naehring) Emily Mortimer (Rachel 1), Patricia Clarkson (Rachel 2), Jackie Earle Haley (Noyce), Elias Koteas (Leaddis)
Yapım: Paramount (2010)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese’nin “Zindan Adası”, tam bir psikolojik gerilim filmi. Bu film, Berlinale’de “Altın Ayı” için de yarışmıştı.

Yazar Dennis Lehane’in romanından uyarlanan “Shutter Island – Zindan Adası”nın hikâyesi 1954 yılında geçiyor. US Marshall dedektifleri Teddy ve yeni ortağı Chuck, Boston açıklarında Zindan Adası diye adlandırılan bir ada hapishanesine doğru gemiyle yolculuk yapıyorlar. Ada hapishanesinden çocuklarını vahşice öldürmüş Rachel adlı bir katil kadın kaçmış. Fırtınalı havada deniz Teddy’yi tutuyor. Adadaki hapishanede akıl hastası suçlular kalıyor. Scorsese, her şeyi hemen göstermiyor. Her şey yavaş yavaş yansıyor perdeye. Yönetmen, anlatımını Teddy’nin zihinsel algılamaları üzerinden yansıtıyor. Teddy ne anlıyorsa seyirci de onu anlıyor. Filmin ikinci yarısından sonra her şey yavaş yavaş anlamlaşmaya başlıyor. Teddy, Dr. Naehring’i ziyaret ederken pikapta geç romantizm ve erken modernizm bestecilerinden Gustav Mahler’in (1860-1911) müziği çalıyor. Bu müzik onu savaştaki Yahudi esir kampına götürür. Yaralı bir Nazi subayı da aynı müziği dinliyor. Dışarıda karlar altında donmuş Yahudi ölüleri. Teddy’nin zihnini kuşatan bir şey daha var, o da karısı Dolores’in ölümü. Teddy, karısını evde yakarak öldüren Leaddis’in de bu adada olduğunu düşünüyor. Leaddis’i ararken, McCarthy’nin “cadı kazanı”na düşmüş sanatçı George Noyce’u da buluyor hücrelerin birinde. Noyce’u Teddy tutuklamış zamanında. Görülen her şey, Teddy’nin zihninin bir oyunu mu, yoksa geçmişte yaşanmış şeyler mi? Yoksa vicdan arınması mı? Filmin derinliğinde, öncelikle ikinci yarıda yönetmen bazı şeyleri anlamlaştırıyor perdede. Az da olsa final yine de bulanık ve açık uçlu. Bu film de bulanık ve sürekli zihniniz karışıyor. Bir şeyi anlamlaştırmaya başladığınızı sandığınızda bile zihniniz size oyun oynuyor ve finale kadar çoğu şeyi yerli yerine koyamıyorsunuz bu psikolojik-gerilim filminde. Bu gerçeküstü filmde renk tonları da Teddy’nin ruh haliyle buluşuyor. Adadaki anlar koyu renk tonlarıyla yansıyor. Teddy’nin eşini hatıladığı anlarda renk tonları açılmaya başlıyor. Nazi katliamında renkler daha açık kullanılmış.

Hitchcock ruhu…

Bu film, gerçekten Hitchcock ustanın ruhunu perdede yaşatıyor. Hatta fonda duyulan bazı müziklerle bile. Dipte duyulan gerilimli müzikler zaman zaman insanın kafasının içinde patlayacakmış gibi oluyor. Filmin görselliği de gerçekten çarpıcı. Öncelikle iç mekânlarda. Ama, adanın derinlikli uçurumları da çarpıcı ve Teddy’nin metaforik anlamda uçurumun kenarında olduğunu hissettiriyor sanki. Evet, bu filmde Hitchcock ruhu var. Hitchcock’un zihinsel anlamda bulanık filmlerini düşünün. Hitchcock’un 1945 yapımı “Spellbound – Öldüren Hatıralar” ve 1958 yapımı “Vertigo – Ölüm Korkusu” hemen akla geliyor. Bu iki film de zihinsel bulanıklık üzerine Hitchcock’un seyircinin zihniyle oynayan muhteşem filmlerdi. Martin Scorsese, gerçekten sinemanın yaşayan büyük yönetmenlerinden. Scorsese, 1942’de New York – Queens’te doğdu. Çocukluğu astım hastalığıyla geçti. Annesine tutkundu. Filmlerinde, annesi gibi sıcak kalpli kadınları arıyor sanki Scorsese. Mağaradaki ikinci Rachel anne gibi sıcaktı. Bu andan sonra da her şey anlamlaşmaya başlıyor. Filmlerindeki tüm iyi kadınlar annesi gibi sanki Scorsese’nin. Nevrotik ruh halindeki filmlerinde karakterleri çoğunlukla takıntılı / saplantılı bir de. Ayrıca o, Woody Allen gibi bir New York tutkunu. Bir şehre tutkun olmayan yönetmenlere aşina değiliz.

(11 Mart 2010)

Ali Erden

[email protected]

Hayattan Korkma

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 8

“Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine”nin gösterdiği box office başarısı ile Mustafa Üstündağ füze gibi başrol oyunculuğuna yükseldi.

Bu sezon peşpeşe “Abimm”, “Kutsal Damacana 2: İt Men” ve “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Aleminde”de oynadı. Son filminde tüm film boyunca…

… neredeyse sadece masa başında bir mafya babasını canlandırdı. Bir ara arabada direksiyona da oturdu. “Bu ne biçim başrol oyunculuğu …

… kendini süratle harcıyor”, diye düşünürken açıklama Mustafa Üstündağ’dan geldi. Filmde hatır için konuk oyuncu olarak rol almış, fakat …

… arkadaşları parayı hatırdan daha değerli bulduklarından filmin afiş ve jeneriğinde başrol oyuncusu gibi lânse etmişler. Aynı dertten …

… Tarık Papuççuoğlu da muzdarip. Onunla da aynı şekilde anlaşma yapılmış fakat filmde rolü hiçde konuk oyuncu rolü gibi değilmiş.

Filmde konuk oyuncu vasfı sadece Levent Özdilek’e uyuyor. Sadi Bey’in pek beğenmediği filmin bir özelliği de ünlü bir yapımcının filme …

… destek vermesi fakat firma adını kullandırmaması. Vallahi bana sorarsanız, durum fısıltı gazetesinde karizmayı çizdirmek olarak geçiyor.

Bu vesileyle Tarık Papuçcuoğlu’nun soyadını bir türlü belleyemediğimi itiraf edeyim. Yoksa Pabuçcuoğlu muydu? Kendisi açıklasa da öğrensek.

“Aç TDK Sözlüğünü de bak” demeyin, açtım baktım, orada “pabuç -cu” yazıyor. Ancak yukarıdaki ilk yazılımı “Hayattan Korkma”nın …

… ikinci yazılımı “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Alemi”nin afişinden aldım. Başka işim yok mu benim?

Yok. “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Aleminde”nin web sitesinin künye bölümünde de TARIK PABUÇÇUOĞLU yazıyor.

KKTC Cumhurbaşkanı Talât, Lefkoşe’de yapılan toplantıda bağımsız aday olacağını açıklamış ve “Bu film geriye sarılmayacak” demiş.

Smart TV.nin reklâmını yapan vatandaş konuşuyor: “Çocuk TV, Erotik TV, Komedi TV, vs. TV, istediğiniz paketi alabilirsiniz.”

Çocuk ve erotik kelimesi reklâmda da olsa bir araya getirilir mi a şaşkın. Smart TV.den paket alacağım varsa da almayacağım, vazgeçtim.

Güzel yurdumun, güzel TV.lerinden birinin haftasonu programında Yunanistandan konuk gelmiş sanatçılarının çaldığı müzik eşliğinde yapılan …

… sirtaki dansının sonunda sinema okulu mezunu güzel sunucumuz “oley” diye seviniyor. Türkiye – Yunanistan – İspanya açılımı mıdır bu?

Yusuf Kurçenli’nin “Yüreğine Sor”unu basın gösteriminde izleyen bazı basın mensupları filmi “baş yapıt”, bazıları ise “TV filmi formatında” …

… şeklinde ifadelendirdi. Sadi Bey “baş yapıt” diyenlerden. Duayen sinema yazarımız ise Kenan Ece, Hakan Eratik ve Tuba Büyüküstün için …

… “Bayıldım, bayıldım, bayıldım” dedi. Yayladaki bıçaklı horon bölümünden sonra film iyice güzelleşmiş. Bu arada şimdiden bir tüyo vereyim.

sadibey.com yazarı Ali Ulvi Uyanık, “Yüreğine Sor” için yazacaklarını da, 12 Mart haftasında çok beğendiği filmlere yaptığı gibi çerçeve …

… içine alacakmış. Bizim bu Türk sinemasına doğrusu akıl sır ermiyor. Birkaç gün içinde “Eyyvah Eyvah” ve “Yüreğine Sor” insanı göklere …

… çıkarıyor. Semih Kaplanoğlu’nun “Bal”ı, Reha Erdem’in “Kosmos”u dünyayı hayran bırakıyor. Öte yandan “Recep İvedik”, “Deli Dumrul…”

… vs. ise “Bu filmleri niye yapıyorlar” diye insanı düşüncelere gaaark ediyor.

Oscar Ödülleri’nde hem 6’da 4, hem de 6’da 5 tutturdum. Nasıl olduğunu açıklayayım. Dünkü Milliyet Pazar ilâvesinde yayınlanan tahminler …

… sorulduğunda, Ölümcül Tuzak, Kathryn Bigelow, Jeff Bridges, Meryl Streep, Christopher Waltz, Penelope Cruz olarak cevaplandırmış ve …

… En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü büyük ihtimalle Mo’Nique’nin kazanacağını, ancak filmi henüz görmediğimden Penelope Cruz adını …

… vermiştim. Keza En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Sandra Bullock’un filmi de henüz Türkiye’de gösterilmediğinden tercihimde onun da …

… adını belirtmedim. “Aynı dalda Meryl Streep’in adını niye belirttin, onun filmi ‘Julie & Julia’ da Türkiye’de gösterilmedi” derseniz, o …

… başka. Meryl Streep de Robert Redford gibi benim fetiş oyuncularımdandır. Varımı yoğumu gözüm kapalı onun üzerine yatırırım.

Sinemamız şaşırtmaya devam ediyor. Sermiyan Midyat’ın “Ay Lav Yu”su çok sevimli ve seyri zevkli bir film. Diyaloglar iyi, müzikler güzel.

Önceleri bu filmin mülkiyeti Sinan Çetin’indi. Daha sonra Sermiyan Midyat filmi satın aldı ve kendi firması adına gösterime çıkarıyor.

Bu haber basına yansıdığında “Acaba film kötü de Sinan Çetin o nedenle mi filmden vazgeçti” şeklinde bir kanaate sahiptim. Neyse ki basın …

… gösteriminde filmin yardımcı yönetmeniyle yaptığım konuşmamızda Sermiyan Midyat’ın filme sahiplenme isteği nedeniyle filmin el …

… değiştirdiğini öğrendim. Belgelendirelim ki benim gibi yanlış kanaat sahipleri işin doğrusunu öğrenmiş olsunlar.

Şahan Gökbakar’ın yeni projesi, arabalı vapurun peşinden koşan mavi eşofmanlı vatandaş üzerine olacakmış. Duyan duymuştur, ben yeni duydum.

Bizim sinema yazarlarının kaderi böyledir. Bir film hakkında olumsuz birkaç şey çiziktirseniz, her yerden bir sürü sitem alırsınız, ancak …

… methettiğiniz ve övdüğünüz filmler hakkında ise bir Allahın kulu çıkıp da, ağzına, burnuna, gözüne, kaşına, eline, koluna, diline, …

… sağlık demez. Anladınız siz onu?

(10 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

12 Mart 2010 Haftası

“Acı Bir Hayat Hikayesi”, bir Amerikan kâbusu! 1987’de Harlem’de, evi terk etmiş babası tarafından defalarca tecavüze uğrayıp ondan ‘down sendrom’lu bir kız çocuğu dünyaya getirmiş ve şimdi, yine ondan hamile, egoist bir tembel olan annesi tarafından da sürekli itilip kakılan, aşırı şişmanlamış bir zenci ve disleksi sorunlu bir öğrenci olarak yaşamaya çalışmak kâbus değildir de nedir? Ensest ilişkiden kaptığı HIV virüsü de ‘bahşiş’! Yaşı mı: 16! Sadece 16! Çok mu inanılmaz geldi? O halde, son birkaç yılda üçüncü sayfalara yansıyan bizdeki haberlere bakın. Türkiye’de en yakıcı konuların üzerine cesaretle gidebilecek yönetmen eksikliği çektiğimiz için, Amerikan Bağımsız Sineması’dan gelen, psikolojik sertliği antolojilere geçebilecek, zor izlenir bu film karşısında şoke olduk. İnsanın olduğu her yerde yaşanan bu koyu dramın, melodramatik tuzaklara düşmeyen gerçekçi anlatımı, yönetim ve oyuncu performansları karşısında şaşırmamak olası değil.

Ona, Precious’a yardım edebilen birilerinin varlığı, insanlıktan umudu kesmememiz için bir neden olsa da, problemlerin kökenindeki sevgisizliğin adaletsizlikle kol kola, en alttakilere azaplar yaşattığını kabûl etmek gerek. Bazıları için sevgi arayışı, hep acıdır; gözyaşıdır… Ve hâlâ, Harlem’deki Precious’lar ile Türkiye’deki Ünzile’lerin, yaşamlarından istifa etmeden direnebilmeleri de, asıl mucizelerdir.

“Çılgın Kalp”, genç aktör Scott Cooper’ın Thomas Cobb’un kitabından uyarlayarak yazdığı ve yönettiği ilk film. Ama öyle olgun bir ilk film ki… Çaptan düşerek kasaba barlarında çalmaya başlamış alkolik country müzik efsanesinin, ellili yıllarında yeniden, hem de bir çocuklu genç kadına âşık olmasını ve aslında, hayranlarının belleklerinde unutulmadığının, yüreklerinde de çok sevildiğinin ipuçlarını, müzikle ışıldatarak anlatıyor. Eğer efsane katına yükselmişseniz, ne kadar düşseniz de, örneğin yıldız yaptığınız genç şarkıcının vefasının sağlamlığını görebilir; yeniden doğabilirsiniz… Hiçbir kusuru olmayan bir ‘insan hissetmek’ hikâyesi! Bir büyük oyuncu Jeff Bridges, aşılması zor bir dorukta; bir bölümde ona eşlik eden ‘konuk oyuncu’ Colin Farrell yine şaşırtıcı: İkisi de, mükemmel iki country şarkıcısı!
“Yüreğine Sor”, yönetmenin güçlü biçimde hissedildiği filmlerden. Yusuf Kurçenli, kahramanlarıyla kolaylıkla empati kurabileceğimiz aşkı tüm yakıcılığıyla kalplerimize işleyip, oyuncularını doğru tonlarda oynattığı yerel ve aynı zamanda evrensel bir filmi, kültür bahçesine armağan etmiş bulunuyor. Yöre kültürü ve folklorun, uzmanlarla çalışılarak, en ince ayrıntısına kadar, rengârenk şekilde ve zengin görsel düzenlemelerle hikâyenin içine işlendiği filmlere, sinemamızda pek rastlanmadığından, Türk Sineması’nın bu has yapıtını kaçırmamanız gerektiğinin altını çiziyorum. İlk kez izlediğim Kenan Ece’nin de, ‘aura’sı olan ve hissettirebilen, son 15 yılda Türk Sineması’nda rastlamadığım türde bir genç erkek oyuncu olduğunu vurgulamalıyım.
“Zindan Adası”, savaşa katılmış ülkelerdeki insanların korkunç ruhsal sarsıntılar geçirdiği bir dönemde, 1954 yılında geçiyor. Kaçak bir kadın suçluyu bulmak için, üzerlerinde deneysel tedaviler de uygulanan psikopat katil hastaların tutulduğu ve kaçmanın olanaksız olduğu adada kurulu Ashecliffe Hastanesi’ne, yeni tanıştığı ortağı Chuck Aule ile birlikte çağırılan adli polis Teddy Daniels’in, iz sürerken bir dolambaçta ‘kaybolması’nın öykülendiği usta işi çalışma. Gotik bir korku atmosferi içinde, gerçekle kâbuslar arasında gidip gelirken karanlığa çekilen genç adamın gerilimi yoğun öyküsünde, seyircilerin de, aklın esnekliği içinde kışkırtıcı bir meraka sürüklendiğini söylemek yeterli olacaktır. Zaman zaman kötülüğün daha baskın olduğu dünyada, insan olmanın, ruhu acılara gark eden nasıl ‘ağır’ bir durum olduğuna dair bir temaya ilişkin de diyebiliriz. Martin Scorsese – Leonardo DiCaprio ikilisinin dördüncü işbirliği, yine, çarpıcı bazı anlara, küçük şoklara, soluksuz izlenen bir başarıya dönüşmüş. Bu yılın en iyilerinden!

(10 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Cehennemin Tam İçinden

Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker)
Yönetmen: Kathryn Bigelow
Senaryo: Mark Boal
Müzik: Marco Beltrami-Buck Sanders
Kurgu: Chris Innis-Bob Murawski
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Jeremy Renner (Will James), Anthony Mackie (JT Sarborn), Brian Geraghty (Owen Eldridge), Guy Pearce (Matt Thompson), Ralph Fiennes (Takım Lideri), David Morse (Albay Reed)
Yapım: Voltage-First Light-Kingsgate (2009)

“Tuhaf Günler” ve “Kırılma Noktası” gibi çarpıcı filmleriyle bilinen Kathryn Bigelow, ABD’nin Irak işgâlini bomba imha ekibinden bir grup askerin üzerinden anlatıyor. Bazı şiddet sahnelerine bakmak gerçekten zor. İşte bu film tam altı dalda Oscar kazandı.

1951’de Kaliforniya’nın San Carlos şehrinde doğan Amerikalı yönetmen Kathryn Bigelow, sinemanın önemli kadın sanatçılarından. Sinemanın en iyi bilim-kurgularından biri kabûl edilen 1995 yapımı “Strange Days-Tuhaf Günler” filmiyle sinemada sağlam bir yer edindi. Onun 1991 yapımı “Point Break – Kırılma Noktası” filmi de görülmeye değer. Yönetmen Bigelow’un “The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak” filmi, bir bomba imha ekibinin peşine takılıyor. Irak’ı işgâl etmiş ABD, milyonlarca insana trajedi yaşatırken, film savaşı ve trajedileri bir grup Amerikalı askerin gözünden yansıtıyor. Hem de tam anlamıyla. Bu film, zaman zaman hamaset kokan ırkçı filme dönüşüyor ve soylu Irak halkını düşmanca yansıtıyor.

Cehennem gibi…

Filmin girişi de şok edici. Bağdat’ta bir robot tank, Çavuş Sanborn’un komutasındaki bomba imha ekibinin denetiminde bir araçta bombayı alırken terslik oluyor. Çavuş Thompson, robotu tamir ederken bomba patlıyor ve ölüyor. Yerine de Çavuş Will James geliyor. Ardından savaşın içinde bombaların peşine düşüyorlar. Yönetmenin bu savaşın içindeki filminde şiddet bir kaos gibi yansıyor perdeye. Yönetmen sanki bu filmini, Amerikalı anneler için yapmış. Askere gönderdiğiniz çocuklarınız işte bu cehennemin içinde diyor sanki yönetmen. Film, seyircileri o çatışmaların ve patlamaların ortasında bırakıyor. O duyguları yaşatıyor. Yönetmenin kamerası, o anın tam içinde hep. Yönetmen, bir kadın olmasına rağmen erkek dünyasını da iyi yansıtabiliyor. Ama, şiddetin ve ölümlerin azalmadığı Irak’ta savaşı Amerikalı bomba imha ekibinin gözlerinden yansıtan filmde savaşa eleştiri getirilse bile direnişçilere ve Irak halkına belli bir mesafeden bakılıyor. Irak halkı da Amerikalı askerleri evlerinin pencerelerinden seyredip duruyorlar. Bir tek Çavuş Will James, kendisine Beckam diyen küçük Iraklı çocukla kurduğu iletişim var. Çocuktan porno DVD’ler alan Çavuş James, o çocuk vahşice öldürüldüğünde sarsılıyor. İntihar bombacıları, çocuğun karnını yarmışlar ve karnına bomba yerleştirmişler. Aslında hiçbir yer ve hiç kimse için güvenli yer yok buralarda. Her an bir yerlerde beklenmedik bir anda bombalar patlayabilir. Bomba imha ekibinin çölde, Black Water’ı çağrıştıran paralı askerlerle karşılaştıkları sekansta direnişçilerle çatışma gerçekten savaşın ne demek olduğunu yaşatıyordu. Canlı bomba sahnesi de kolay unutulmaz bir sahneydi. Yönetmen, Irak’taki cehennemi, şiddeti ve kaosu yaşatabilmek için hafif el kamerası kullanmış çoğunlukla. Yönetmen bazı sahnelerde, zamanı alabildiğine yavaşlatarak cehennemi daha ayrıntılı gösteriyor seyirciye. Bu anlarda saniyede yirmi bin kare çeken özel kamera kullanılmış yönetmen. Gerçekten bu kamera kaotik atmosfer yaratabiliyor perdede. Yönetmen kameraman Barry Ackroyd’u seçerek doğru yapmış. Çünkü kameraman Ackroyd, büyük yönetmenlerden Ken Loach’un filmlerinin de gözü. Filmin final bölümü de etkileyici. Çavuş Will James, eve izinli gelir. Vefalı dediği boşandığı eşi ve oğluyla kısa bir zaman geçirdikten sonra bir sığınakmış gibi hemen savaşa geri dönüyor. Kathryn Bigelow, güçlü ve iyi bir yönetmen. Bu yapıt film, yönetmen, senaryo, kurgu, ses ve ses miksajı dallarında Oscar kazandı.

(10 Mart 2010)

Ali Erden

[email protected]

Amerikan Saldırganlığına Muhalif

Avatar
Yönetmen-Senaryo: James Cameron
Müzik: James Horner
Kurgu: James Cameron-John Refoua-Stephen E. Rivkin
Görüntü: Mauro Fiore
Oyuncular: Sam Worthington (Jake), Sigourney Weaver (Dr. Grace), Stephen Lang (Albay Miles)
Yapım: Fox (2009)

Mükemmeliyetçi yönetmenlerden James Cameron, “Avatar” bilimkurgu filmi için yıllarca uğraştı ve sonunda üç boyutlu olarak beyazperdeye yansıttı. Bu film Akademi’den hak ettiğini alamadı, sadece görüntü. sanat yönetimi ve özel efekt ödüllerini kazanabildi.

Mükemmelliyetçi yönetmen James Cameron’ın dünyada bir fenomene dönüşen ve şu ana kadar sinema tarihinin de en pahalı filmi olan “Avatar”, görselliği ve içeriğiyle gerçekten etkileyici. Üç boyutlu (3D) görüntüler muhteşem ötesi bir şey. Sanki o mekânların, atmosferin içindeymiş hissi yaşatıyor insana “Avatar” filmi. Ayrıca bu film, sinemanın da ulaştığı teknolojik olarak son nokta. Belki de hiçbir şey, gerçekten eskisi gibi olmayacak. Aslında, 1977’de George Lucas’ın bir mite dönüşen “Star Wars – Yıldız Savaşları” bilimkurgusundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Teknoloji ve bilgisayar her şeyi kuşattı, konvansiyonel olan yavaş yavaş silinmeye başlandı. Günümüzde dijital kamerayla çekilen filmler çoğalıyor ve negatif filmler yavaş yavaş hayatımızdan çıkmaya başlıyor. İşte “Avatar”, üst noktalara ulaştırdığı teknolojisiyle sinemayı uzayın derin yollarına savuruyor.

Barışçı mavi insanlar…

“Avatar”, Hinduizm inancına göre “gökyüzünden yeryüzüne Tanrı” anlamına geliyor. Cameron, bu filminde metaforik olarak ABD’nin saldırgan ve yok edici politikalarına sert eleştiriler getiriyor. “Avatar”da emperyalist ve militarist güç, mavi insanların gezegenini değerli bir maden için işgâl ediyor. Ama hiçbir şey plândıkları gibi gitmiyor ve batağa saplanıyorlar. Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora gezegeninde geçiyor. Aslında gerçeklikle sanal gerçekliğin iç içe geçtiği bir dünyayı yansıtıyor yönetmen. Sanal gerçeklik dediğiniz şey gerçeklik olabiliyor. Süper güç, “Avatar Projesi” denilen bir çalışma başlatıyor. Sanal gerçeklikten başka bir boyuttaki gerçekliğe geçiş projesi bu. Pandora gezegeninde devasa ağaçlarda yaşayan mavi insanların topraklarının altındaki çok değerli madenleri ele geçirmek istiyor süper güç devlet. Bu proje için bilim insanlarını bile kullanıyor bu süper güç. Mavi insanları tanımak için, savaşta yaralanmış ve şimdi tekerlekli sandalyeye mahkûm er Jake Sully ve bilim insanları sanal gerçeklik yoluyla mavi insanların içine yollanıyor. Dış görüntüleri de tıpkı mavi insanlar gibi bunların da. Sonra Jake, tek başına mavi insanların arasına katılıyor onları tanımak için. Kabile gibi yaşayan mavi Na’vi halkı barışçı. Kendilerine saldırı olmadıkça da silâhlarına da sarılmıyor. Silâhları da mızrak ve kalkan sadece. Boyları da üç metre kadar. Bu dünyada kuşlar da helikopterler gibi Na’vi halkına hizmet ediyorlar. Jake, Na’vi prensesi Neytiri’yle karşılaşıyor ve sonra da aralarında doğal olarak aşk da doğuyor. Kendisine benzeyen Jake’in insan olduğunu biliyor Neytiri ve Na’vi halkı. Başlarda zorlansalar da aralarına alıyorlar Jake’i. Neytiri, Jake’e Na’vi halkından biri olması için eğitim de veriyor. Sonra da ona güvenip onunla oluyor. Sonunda süper güç saldırıyor ve trajedi çöküyor bu mutlu halkın üzerine. Gerçekten görsel ve teknolojik olarak bu film üzerine söz söylemek anlamsızlaşıyor. Her şey muhteşem. Görsel dünyanın sınırsız uzayın karanlığında nereye gittiğini seyrediyosunuz perdede. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişteki gibi çelişkili duygular içerisinde buluyor insan kendini. Sesli sinemaya geçilirken sinemanın bittiğini ve anlamsızlaştığını söyleyenler olmuştu 1920’lerde. Bu da aynı mı? Artık görsellikte sınır olmadığını anlıyorsunuz.

(09 Mart 2010)

Ali Erden

[email protected]

Veda

60’lı yılların sonuna doğru Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unu oyunlaştırmış ve oynamıştı. Bu denemede ilk kez Mustafa Kemal sahnede bir oyuncu tarafından canlandırılmaktaydı. Mustafa Kemal’i oynayan Tiyatro Bölümü öğrencisi (mezunu?) kimdi hatırlamıyorum. Önemli değil, önemli olan şu idi, bu oyuncu Mustafa Kemal’e benzemek için en ufak bir gayret içine girmemişti. Evet onun kostümleri gibi kostümler (üniforma) giyiyordu ama makyaj yapma gibi bir girişim olmamıştı, bu sahneye koyucu tarafındanda bu şekilde değerlendirilmişti…

Sinemamız Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir çok film yapmıştır 50’li ve 60’lı yıllarda, şimdilerde bu azaldı değil, bitirildi… Bu filmlerde Mustafa Kemal hiç bir şekilde bir oyuncu tarafından canlandırılmaz, filmin sonunda -Samsun’dan- bir güneş gibi doğuşu küçükten büyüğe geçen -çok sonraları çekilmiş- fotoğrafı ile verilir ve bazı filmlerde de savaş sonrasında çekilmiş “gerçek” filmlerle bir anlatıcının sesi refakatinde gösterilir.

1964 yılında Çanakkale Arslanları (Demirağ / Eraslan) filminde, çok kısa bir süre, bir oyuncu (Halûk Kurdoğlu) tarafından canlandırılmıştı, ilk kez ve bu sahnede, savaşın da kaderini değiştiren ünlü komutunu veriyordu: “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” (devamı -yaklaşık olarak- “… yerimizi alacak yeni kuvvetler savaşa devam edeceklerdir”) Yıllar sonra Mustafa Kemal ile ilgili bu görüntü tabusu önce televizyonda kırıldı, dramatik belgesellerde Mustafa Kemal oyuncular tarafından canlandırılmaya başlandı. İyi de oldu. (Ama yine böyle bir televizyon filminde, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde makamına giren başı açık bir asker, Amerikan ordusu çıkışlı bir hareketle elini başına götürerek, sanki her hangi bir şapkası (başlığı!) varmış gibi, selâm veriyor ve hiç bir reaksiyon görmüyordu. Askerlik yapmışlar bilir, bizim ordumuzda, hele o günlerde hiç bir zaman baş açık iken böyle selâm verilen bir devir olmamıştır; Mustafa Kemal huzurunda hiç bir asker o şekilde selâm veremezdi. Haa verse ne olurdu, gerekli cevabı bir daha unutmayacak şekilde alırdı, gayet kesin ve nazik bir şekilde… ama sayın Livaneli, filminde sözünü ettiğim -Amerikan- selâmını bizzat Mustafa Kemal’e yaptırıyor. Geri çağrılınca istifa eden Mustafa Kemal’i görmeye gelen Kâzım Karabekir, esas duruşta “Ordumla emrinizdeyim” deyip -başında şapkası vardır- selâm verince Mustafa Kemal’in de eli başına gidiyor, başı açıktır, üstelik sivildir…

Livaneli, filmini Salih Bozok’un hatırladıkları -düşündükleri ve oğluna aktarmak için mektuba yazdıkları- üzerine kuruyor ve televizyona sızan bir konuşmasında dediği gibi, yaptığı “bir sinema filmidir”, yani bir belgesel, dramatik belgesel ve bir tarih çalışması değildir. Mustafa Kemal gibi birisi üzerine “bir sinema filmi” yapılırken, bir “dramatik” belgesele göre daha serbest hareket edilebilir. Mutlaka yaşamı tüm zamanları ile anlatılacak diye bir kuralda yoktur. 57 yıllık yaşamının sadece bir günü (her hangi bir günü) filme konu edinilebilir. Seçilen yaşamının parçası sadece bir kişi ile olan ilişkileri olabilir, bu kişi İsmet (İnönü) de olabilir, Latife Hanım da, Fikriye Hanım da… Yahut başka birisi de… Savaşları da ele alına bilir, savaşlar öncesi hazırlık süreçleri de, savaş sonrası mücadelenin farklılaştığı alanlarda (“tarih”, “eğitim”, “dil” çalışmaları) olabilir, herkesin farklı bir taraftan anlattığı sofraları da… Bir seçim sorunudur sonuçta…

Dediğimiz gibi Livaneli, Salih Bozok’tan hareket etmiş. Senaryo kendisince yazıldığına göre, elindeki kaynakları ne kadar kullandı bilemiyorum ama bir film içine yerleştirdikleri, ister istemez bazı boşluklar taşıyor. Çocukluk, gençlik (askeri öğrencilik) askerlik (ve düşünceleri, Bozok ile ilişkisi, Fikriye ve Latife ilişkileri) ve hastalık günleri… Dört ana bölümde anlatılanlar, herkesce görülen bir imparatorluğun çözülüşü, yalnız Mustafa Kemal’in savunduğu plânlı programlı ve dayanışmalı bir direnişin kaçınılmazlığı ve (zaferden sonra) toplum yapısının -birlikte, anlatarak, toplumun geneli ile beraber, direnişleri kırarak- dönüştürülmesi… Direniş yalnız Mustafa Kemal tarafından yapılmaz, daha Yunan işgâlinin başladığı günlerde Ege’de silâh bırakma emrine rağmen ayaklanan birlikler (komutanları ile birlikte) vardır ama bunlar münferit kalmış, organize olmayı, yani gerekli direnişin bütünlüğünü göremeden yapılmış reaksiyon hareketleridir. Livaneli filminde, daha başlamadan, zaferle bitecek savaştan sonra yapacaklarını anlatan Mustafa Kemal’e yer vermiştir ki, doğrudur. Direniş gerekliliğine herkes inanır ama sonundaki Cumhuriyet hiç birinin aklında yoktur (olamazdı da). O günlerde Cumhuriyet’i öngörmek ancak Mustafa Kemal’in hedef alabileceği birşeydir.

Tüm bunlara rağmen, sinemamızda bir ilk, Mustafa Kemal üzerine bir sinema filmi olan Veda, seçtiği kısıtlı alanı ve bu alandaki kısıtlı kişileri titizlikle işlese de didaktiklikten kurtulamıyor, yeterince yaşanırlılık kazanmıyor. Güzel çekilmiş savaş sahneleri, savaş sahneleri… ama o kadar. Onlar da, savaş dışı sahnelerle birlikte bir bütün oluşturuyor ama didaktikliğin bütünlüğünü, yaşanırlığın, -hele gerçek yaşanmışlığın mı, bilemiyorum- değil. Nasıl ki Mustafa Kemal Atatürk’ü tüm yönleri ile anlatan bir kitabın yazılması -daha- mümkün olmamışsa, böyle bir film yapılmasına kalkışılmaması lâzım. Hemen belirtelim ki Livaneli’nin böyle bir iddiası yok. Mustafa Kemal’in hasta yattığı -artık komada- sarayda in cin top oynuyor, hiç bir fevkalâdelik yok (nasıl yorumlacak olursa olsun). Düşünüyorum da, Bozok’un ( Livaneli’nin) anlatısında bazı olaylar (Serbest Fırka, v.d.), bazı kişiler (İsmet İnönü!) yok… Olmayabilir, çünkü (anlatılanlar) “eğer, Mustafa Kemal ölürse, intihar edecek” bir babanın oğluna bıraktığı bir mektubun içeriğidir…

Günümüzde “tarihimizle hesaplaşma” diye “bir şey!” ön plâna çıkarıldı / çıkarılmaya çalışılıyor… Bu birde tarihimizi incelemeyi de gerektirir. Bu tarihin içinde Mustafa Kemal de var (ve de başkaları). Bu konularda sırf kitaplar yazılmamalı, filmler de yapılmalı. Bu şekilde yapılacak filmlerin olayın veya kişinin tamamını kapsaması gerekmiyor, yeter ki övmeyi bir yana bırakın. Eleştirirken bile objektif olmayı becerebilelim. Bir inceleme kitabında objektif olman şarttır. Bir romanda ne kadar objektif olunabilir, bir belgesel de objektif olmayı isteyebiliriz ama bir sinema filminde… ama bu hiç bir zaman (bir romanda ve) bir filmde tarihsel olayı veya kişiyi istediğimiz gibi ele alabilirsek de -hele bu kişi Mustafa Kemal ise- el insaf demeden duramayacağım…

(09 Mart 2010)

Orhan Ünser

Korku Filmlerinden Korkan Bir Yönetmen Daha İyi Korkutur

“Bosch, çizdiği cehennem tasvirlerini yaparken, bir üslûp olsun ya da gerçeküstücüğe yol göstersin diye yapmıyordu; gerçekten korkarak, gerçekten çizdiği şeylere inanarak yaratıyordu o tuhaf mahlûkları, dünyaları… Bence korku filmlerinden korkan bir yönetmen daha iyi korkutur.”

Türk sinemasının en uçuk ve üretken yönetmenlerinden Ümit Ünal ile ilk buluşmamız Ara filmi sonrasında olmuştu. Ünal; henüz Ara’nın dumanı üstündeyken Gölgesizler üzerine kafa yoruyordu. Başlamakta olan yoğunluk bu günlerin sinyalini veriyor gibiydi… Önce Gölgesizler geldi sonra Kaptan Feza, şimdi de Ses…

Bu hız sizi yoruyor mu, istedikleriniz yapmak için yeterli vakit bulabiliyor musunuz?

En çok yapmak istediğim şey sinema, film yapmak. Yıllarca durdum, sadece yazdım, biriktirdim. Şimdi setlerde de olma zamanı. Özellikle son yıl oldukça yorucu geçti. Haziran’dan beri İstanbul’dan çıkmadım, hayatım stüdyolar, setler ve film şirketleri oldu. İş bütün hayatımı işgâl etti, arkadaşlarımı ihmâl ettim, sosyal hayatım nerdeyse yok oldu. Ama mutluyum böyle de.

Ayrıca bu üç filmin de türleri farklı… Kendinizi daha yakın hissetiğiniz bir tür vardır ama değil mi?

Ben belli bir “tür” sineması yapmıyorum. Yani işlerimi yakından takip edenler için yaptığım her şeyi birbirine bağlayan temalar, üslûplar var. Elbette kendimi en rahat hissettiğim zamanlar 9 ya da Ara gibi küçük bütçeli, kişisel filmlerin setleri. Ama sinema bir sanayi ve “büyük” bütçeli filmler alanına açılmak da şart. “Tür” kalıplarını kullansam da, sonuçta Ses’te de yıllardır işlediğim temaların, kullandığım üslûpların izi var.

Bir de sizin alışık olduğumuz bir diğer yönünüz, kendi senaryolarınızı çekiyor olmanızdı… Ses bu anlamda bir ilk, sizi ikna eden ne oldu?

Senaryoyu kendime çok yakın buldum. Uygar’ın yazar olarak senaryonun yeniden işlenmesi konusunda açıklığı da önemliydi. Bir de yapımcı şirket, Bir Film mutlaka çalışmak istediğim bir yerdi. Ersan, Tunç, Kaan ve ortakları Marcel, bence yeni kuşak Türk sineması için model olması gereken yapımcılar.

Hem korku filminden korkup, korku filmi çekmek ne yaman bir çelişkidir?

“Bosch”, çizdiği cehennem tasvirlerini yaparken, bir üslûp olsun ya da gerçeküstücüğe yol göstersin diye yapmıyordu gerçekten korkarak, gerçekten çizdiği şeylere inanarak yaratıyordu o tuhaf mahlûkları, dünyaları. Bence korku filmlerinden korkan bir yönetmen daha iyi korkutur. Ama zaten Ses, “korku”dan çok gerilim filmi…

“Yalanlar yok olmaz. Hayatınız büyük bir yalan üzerine kuruluysa, o yalanı zihninizin en karanlık en derin odasına atsanız bile orada yaşamaya devam eder ve başka kılıklara girip yine karşınıza dikilir. Bu kişilerin hayatı için de geçerli, toplumların hayatı ve bilinçaltı için de…”

Hepimiz hayatımızda en az bir kere bir söze “içimden bir ses diyor ki” diye başlamışızdır… Hiçbir batıl inançla ilgisi olmayan insanlar bile… Hikâyede sizi çeken dinsel değil psikolojik gerilim olması mıydı?

Evet, hikâyenin gerçek korkulara, bastırılmış ve unutulmuş gerçeklere dayanıyor olması bana çok ilginç geldi. Yalanlar yok olmaz. Hayatınız büyük bir yalan üzerine kuruluysa, o yalanı zihninizin en karanlık en derin odasına atsanız bile orada yaşamaya devam eder ve başka kılıklara girip yine karşınıza dikilir. Bu kişilerin hayatı için de geçerli, toplumların hayatı ve bilinçaltı için de…

Selma Ergeç rol için biçilmiş kaftan, Ergeç’i keşfiniz nasıl oldu?

Derya rolü için birçok görüşme ve deneme çekimi yaptık. Selma deneme çekimine inanılmaz hazır bir şekilde geldi ve orada bulunan herkesi oyunuyla çok çok etkiledi. Odadan çıktığında kararımızı vermiştik.

Ses için, “ucuz sömürüye ve seyirciyi istismara dayalı bir korku filmi değil”, dediğiniz okumuştum. Bu bağlamda “Paranormal aktivite” / Paranormal Activity filmi ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum…

Ses’in derdi sadece korkutmaktan ya da germekten ibaret değil. Türün kalıplarını bir şekilde kullanarak, gerilim kurallarına uyarak, o dünyanın içinde yaşayan karakterler çizmeye ve her şeye rağmen hepimizin hayatı hakkında ciddi bir şeyler söylemeye gayret eden bir film. Biliyorum: Kimsenin durup dinlemeye vakti yok, öyle zamanlarda yaşıyoruz, herkes hazır hap fikirler istiyor. Yut, tüket, unut. “Paranormal aktivite” konusunu işleyen bir filmin adının Paranormal Activity olması garip gelmiyor insanlara, bir romantik komedi filminin adını da Romantik Komedi koyabiliyorlar. Yüzyıllık Yalnızlık’ta tüm köy belleğini kaybeder ve unutmamak için ineğin üzerine “inek”, köpeğin üzerine “köpek” diye yazarlar. Günümüz seyircisinin çoğunluğu da benzer bir uyurgezerlik durumunda yaşıyor sanırım.

(08 Mart 2010)

Gizem Ertürk

Türkiye’de Sinema İzleyicisi Olmak

Kimi zaman sinema eleştirmenleri ve bazen gazete köşe yazarları sinema sektörü için büyük lâf etmek isterler. Bu duruma bende düşmüşümdür (Turkishnews’da yazdığım dönem). Genelde söylenen lâflar şöyledir:

– Türkiye’de sinemaya çok az gidiliyor. (Avrupa ve ABD’ye bakınca)
– Türk sineması yükselişte, yerli film izleyicisi artıyor. Her iki kişiden biri yerli filme gidiyor.
– Türkiye’de sinema salonu olmayan iller var.
– Türk seyircisi Festival filmlerini izlemeyi sevmiyor.
– Bilet fiyatları çok yüksektir. 2 kişinin sinemaya gitme maliyeti 50 TL.dir.
– Sinema perde sayımız halen Avrupa düzeyinin çok altında.
– Türkiye’de her 2 kişiden biri yılda bir kez de olsa sinemaya gidiyor.
– Toplam koltuk kapasitesinin büyük bir kısmı 3 büyük şehirdedir.
– Devletin film sektörüne desteği çok az. Aksine sektörü engelliyor. (Vergiler)
– TV, İnternet, Korsan Cd, Ev Sineması, sinema seyircisini azaltıyor.

Hatta bazen eski dönem öne çıkarılmakta ve 70’li yıllarda açık hava sinemaların revaçta olduğu dönemde sinemaya gitme oranının çok fazla olduğunu (10 – 20 milyon) anlatıp o dönemi yad edenler de var.

Sinema’da her dönemi, yaşanılan yılın sosyal, siyasal ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak incelemek ve izleyici profilini bu şekilde değerlendirmek daha akılcı olur. Oysa biz işin genelde kolayına kaçarız: “Türk İzleyici Sinemaya Gitmiyor.” İyi ama Türk seyircisi Tanzanya’da yaşamıyor ki. Darbelerden, terörden, ekonomik krizlerden, devlet büyüklerimizin birbirleri ile olan çekişmelerinden, hatta ana haber bültenlerinden bile etkileniyor. Biraz daha derin düşünelim.

Yıl 1970. Film sayısı 300. Halkın tek sokak eğlencesi olan sinema, çoluk çocuk herkesin rağbet ettiği bir sektör olmuş. Açık hava sinemaları dolup taşıyor. Peki sonra neler olmuş bakalım. TRT yayın hayatında – terör sokakta – erotizm sinemada – darbe mecliste ve sinema küt diye bitiyor…

80-90 arası yasakların olduğu dönem. Ve sinema kendisini videoda yeniden buluyor. Ancak kalitesi arabesk düzeyinde kalıyor. (Muhsin Bey, Züğürt Ağa gibi çok özel filmleri saymazsak).

90’larda özgürlükçü döneme geçtik derken sinema yine başını uzatacak anı yakalayamıyor çünkü bu sefer özel televizyonlar çıkıyor.

96’da ise o film geliyor: Eşkıya.

2010’lara geldiğimizde ise piyasada Recep İvedik’i görüyoruz.

Peki Şimdi Ne Olacak?

Dedik ya, Türk seyircisi çok hassas diye. Eğer ekonomi iyiye giderse, işsizlik azalırsa, siyasal krizleri atlatırsak, dış ilişkilerimiz sağlıklı olursa, tabiki bunun doğal sonucu olarak iyi filmler çekilecek ve daha çok izleyici sinemaya gidecektir.

Yani özetleyecek olursak sinema sektörünün sıkıntısı sanılanın aksine seyirci problemi değildir. Aksine seyirci, adından da anlaşılacağı gibi sadece izleyicidir. Yani etki tepki kuralı gereği. Ülkenin gidişatına göre tepki vermektedir.

(06 Mart 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

Eşrefpaşalılar

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 7

Şimdiden tarih düşeyim, “Eşrefpaşalılar”ın box office rakamları gerçeği yansıtmayacak. Bugün Cumartesi, gittiğim birkaç sinemada filme…

…gelenlere baktım, alışıldık seyirci değil. Zaten filmin gösterime girmesinden önce “hoca efendi hakkında” diye konuşulmaya başlanmıştı.

“Hoca efendi” dediysem filmde cami hocasını canlandıran Sinan Taymin Albayrak’tan bahsediyorum. Ahmet Hakan da Hürriyet’teki köşesinde…

…Sinan Albayrak’ın, meşhur falanca Albayrak’ın kardeşi olduğunu yazdı. Filmin sponsorları arasındaki Bank Asya da malûm…

…”maneviyatla ilgili sanat projelerine destek veren bir kurumdur” diyelim. Sinemalara dönersek, keza birkaçının yetkilisiyle konuştum.

“Abi” diyorlar, “matineye 70 – 80 bilet kesilmiş, film başlayacak, salonda 2 – 3 kişi var”, bir diğeri “Genellikle grup halinde bilet…

…talebinde bulunuyorlar, indirim istiyorlar. 6 TL.ye kadar indik. Öteki filme 10 – 15 TL.ye bir bilet, bu filme 2 – 3 bilet kesmiş oluyoruz.”

Bu teşhisler sonrası şimdiden duyar gibi oluyorum, yarın öbür gün “Aynı dönemde vizyona girdik, bizim film şu kadar hasılat yaptı, sizin…

…film bu kadarda kaldı” denilecek. Sinemamızda zaman zaman böyle şeyler olur, ancak bu seferki açıkça talimatla film izlemeye döndü. Maşallah…

…sonunda sinemayı da süratle “sizinkiler – bizimkiler” ayrımına doğru götürüyoruz. Birde akıl vereyim, bir zamanlar sinemamızda dini…

…filmler moda olduğunda, Anadolu’da hoca efendiler vaazlarında “Şu filmi bir kez seyreden erer, iki kez seyreden göğe çıkar, on kez…

…seyreden hacı olur” gibi şehir efsaneleri anlatılırdı. “Eşrefpaşalılar” için de pekalâ böyle bir uygulama yapılabilir. En azından…

Recep İvedik’in -şu gerçekten yalan olan- “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” rekoru elinden alınır. Tabi biz yine “tüm…

…zamanlar rekoru”nun geçmişte kaldığını, artık TV.siz zamanlardaki filmlerin rekorunun kırılmasının hayal bile edilemeyeceğini biliriz.

Her ne kadar bu yazdıklarımdan olumsuz bir manâ yansıması oluyorsa da Sadi Bey filmi beğenerek izledi, hatta 4 üzerinden 3 yıldız bile verdi.

Tabi “Yüreğine Sor”u izledikten sonra 3 yıldızın “Eşrefpaşalılar”a çok, 4 yıldızın Yüreğine Sor”a az olduğunu düşünse de kayda böyle geçti.

(06 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sev Kardeşim

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 6

Alışveriş merkezlerine ve sinemalara yabancı isim konulmasını kınıyorum. Emek, Saray, Lale, İnci Sineması gibi isimlerin suyu mu çıktı?

Amerika, İngiltere veya Fransa’da “Saray Sineması” adıyla bir sinema, “Şaşkınbakkal AVM” adıyla bir AVM açsanız, adama poposuyla gülerler.

Güzel Türkçemize saygı gösterelim. Yabancı isimli AVM ve sinemaların isimlerini değiştirelim.

Gariban çaresizlikten gecekondu yapar, kamu arazisini işgâl ettiği gerekçesiyle yıkarlar.

Belediye Sultanahmet Meydanı’nı çirkin barakalarla panayır yerine döndürür, soran olmaz. Aslında o kılıfına uydurulmuş kamu arazisi işgâlidir.

Bir kısım vatandaş Tokat – Reşadiye’deki 7 askerin şehit olması olayını “provokasyon” (TDK sözlüğüne göre: “kışkırtma”) olarak nitelendirdi.

Demek ki bu provokatörler o kadar aptal ki yaptıkları işin provokasyon olduğunu belirtecek izler bırakıyorlar. Bir tuhaflık olduğu belli.

Skiper şöyle diyor: Dev dalgalar iskeleleri yıktı, sahil yolunu parçaladı, milyonlarca dolarlık zarara yol açtı.

Ksiper kardeşim dalgaların bir suçu yok. Sen denizin içine iskele yaparak, kumsalı yola çevirerek denize milyonlarca dolarlık zarar verdin.

Diyet o diyet, deniz senin verdiğin zararın diyetini alıyor. Veya -senin kapitalist, ekonomik ifadenle- verdiğin zararın “tazminat”ını alıyor.

Üzerinde binlerce minik ampul olan elektrik kablolarıyla sizi sarıp sarmalarını ister misiniz? İstemezsiniz değil mi?

Yine yılbaşı geldi. Şehrin orasında burasındaki ağaçları niye üzerinde binlerce minik ampul olan elektrik kablolarıyla sarıp sarmalıyorsunuz?

Ağaçlara sordunuz mu?

Elmadağ ile Kurtuluş son durak arasında teleferik yapılmasını istiyorum. Türkiye’de halka en faydalı teleferik olacağına inanıyorum.

Yabancı film reklâmlarında bazen yabancı basın yazarlarının kanaatleri belirtiliyor. “Tanrının Kitabı” ve “İntikam Peşinde” reklâmlarından:

New York Times, Arizona Republic, Chicago Sun Times, Richard Roeper.com, Fox TV, The CW, CBS-TV, ABC-TV. Bana ne bunların kanaatlerinden.

Ali Murat Güven, Ali Ulvi Uyanık, Atilla Dorsay, Murat Özer, Ömür Gedik, Uğur Vardan ve diğerlerinin kanaatleri bence daha değerlidir.

(10 Şubat 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Yarim İstanbul’u Mesken mi Tuttun

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 5

Sağolsun RTÜK sinema filmlerinde cigaralı sahnelere mozayik döşeyerek filmin -af buyrun- içine…

Eğlence, şarkıcı, türkücü programlarında ise sanatçı seyirciye soruyor: Şarkı damardan mı olsun, arabesk mi?

Ne demek “damardan?” Eroin dükkânı mı, esrar dükkânı mı burası? Yasak iyi değildir de, aslında RTÜK’ün bunları mozaiklemesi gerekmez mi?

Ramazanda ve Cuma günleri “İftara kadar kapalıyız” ve “Cumaya gittim, geliyorum” yazan lokanta, aşevi vs.ye alışmıştık.

Geçen gün, Mecidiyeköy civarında dini bütünlüğü ile takdir toplayan Pehlivan Lokantası’nın erkekler tuvaletinde şöyle yazıyordu:

“Sağlığınız için küçük ihtiyacınızı lütfen oturarak yapınız.” Salona da ayakta su içenler için “Suyunuzu çömelerek içiniz” diye yazı koymalı.

İstanbul 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali 11 Aralık’ta sona eriyor, 14 Aralık’ta Documentarist Belgesel Haftası başlıyor.

Documentarist’in duyurusunda “etkinliğin mini bir festival boyutunda tasarlandığı” belirtiliyor. Hayırdır festivallerde mi yarışa başladı?

2. İstanbul İtalyan Film Festivali’nin kapanış töreni ile 12. İstanbul Sinema – Tarih Buluşması’nın açılış töreni aynı geceye rastladı.

O nedenle bendenize de böylece bir İlhami geldi. Bakınız diğerlerini yazayım: 04-10 Aralık: 2. İstanbul İtalyan Film Festivali,

04-11 Aralık: 12. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali, 04-20 Aralık: 15. Gezici Festival,

05-12 Aralık: Antakya Medeniyetler Buluşması Film Festivali, 11-17 Aralık: 12. İstanbul Uluslararası Sinema – Tarih Buluşması.

Hesap, kitap yapsan, bilgisayarda program yazsan bu kadar film festivalini aynı zamana rastlatamazsın. Maşallah biz Türkler başardık. Aferim.

İstanbul’da yiyip, içip zevk sefa yaptıktan sonra sıra mertliğe, yiğitliğe geldiğinde “Biz Anadolu çocuğuyuz” denilmesini anlamıyorum.

Mekânı cennet olsun Trakya çocuğu Selanik’ten kalkmış gelmiş, Anadolu’yu kurtarmış.

Artvin’e yolu düşen sigara tiryakileri gönül rahatlığıyla Livaneli 2 Restaurant’a gidebilirler. Çünkü püfür püfür sigara içenlere yasak yok.

Artvin’e yolu düşen sigara içmeyenler gönül rahatlığıyla Livaneli 2 Restaurant’a gitmesinler, çünkü dumandan göz gözü görmüyor.

Gezici Festival açılışında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a teşekkürler edildi, minnet duyguları belirtildi.

Kadir Topbaş, Artvin’li olduğundan memleketine Ahmet Hamdi Tanpınar Kültür Merkezi’ni baştan aşağı yenileyerek hizmet etmiş. Allah razı olsun.

Ancak harcamaların Sayın Kadir Topbaş’ın kendi kesesinden mi, yoksa İstanbulluların kesesinden mi yapıldığı belirtilmedi. Keşke belirtilseydi.

(15 Aralık 2009)

Sadi Çilingir

[email protected]

05 Mart 2010 Haftası

“Alis Harikalar Diyarında”, bir tavşan deliğinden geçerek Yeraltı Diyarı’na inen Alice’in, konuşan ve tuhaf yeteneklere sahip hayvanlarla birlikte serüven duygusunu, önemlisi de kendini, varoluş kapasitesini keşfetmesini öykülüyor. Ama nasıl? Sinemanın, önce / öncelikle görsel bir sanat olduğunu en iyi anımsatan ve imgelerini perdeye olduğu gibi yansıtan şanslı sanatçılardan Tim Burton’ın gerçek dünyayı alabildiğine ters yüz edip, boyutlarla da olabildiğince oynadığı bir stille! Eski bir dükkânda rastladığınız yüz yıllık oyuncakların – fotoğrafların renk ve dokularına benzer, bozuk, bozuk ve bozuk şekillerin kendi estetikliği içinde… Ve matematik ve mantığın, tüm bu tuhaflıkta işlediği bir uçuk / aykırı imajinasyonda! Yaşasın masalların özgürlüğü!

“Eşrefpaşalılar” adı altında, bir İstanbul mahallesinde, kimi namusuyla, kimi de tamamıyla yasa dışı yollardan para kazanıp racon kesen tiplerin içine giren nur yüzlü din adamının, kabadayılardan bazılarını ‘doğru yol’a sevk etmesini hikâye ederken, hukuk denilen kavrama hiç bulaşmıyor; üstelik bu memleketin ‘kulak kesici’ kabadayı gençlerinin, ibadet yerine ve görevlisine terbiyesizlik yapabildiklerini göstererek ayıp ediyor. Propagandasını bari etkili bir sinema, akıcı bir dille yapsa yüreğimiz yanmayacak. Tiyatroya yakın oyunculuklar ve televizyon dizisi basitliğinde mizansenlerle kötü filmler hanesine geçmekten başka bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Kim gitmiş de bu filmi izlemek için önden bilet almış; hayret ki hayret!

“Vampir İmparatorluğu”, gezegende hızla egemenlik kuran kan içicilerin, ‘insan stokları’ da hızla tükendiği için açlık çekmeye başlamaları ve böylece sınıfsal farklılıklarının da keskinleşmesi üzerinden, vampirlikten nefret eden bir vampir bilim adamı ile iki insanın, çözüm yolunda yoğun şiddetin içine girmelerini sergiliyor. Yıl:2019! Hakkını yemeyelim, besteci / orkestra şefi Christopher Gordon’un, kalp atışlarını hızlandırma işlevini üstlenmiş hayli ‘büyük’ müziğinin koreografisinde, parçalanan vücutlardan fışkıran kanların aksiyonu tamı tamına olmuş. Fakat geniş hacimli başlayan öykünün giderek daralması ve az sayıda karakter arasına sıkışması, bir ‘olmamışlık’/eksiklik duygusu verip, tatmin olmadan bitirmenize yol açıyor. Yani, sadece görsel zevkler için!

(04 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Invictus

Clint Eastwood yıllarca oyunculuğuyla bizi büyüledi, bir süredir de yönetmeliğiyle bizi memnun ediyor. Herhalde Akademi bu yüzden onu 4 kere Oscar’la ödüllendirmiş olsa gerek. Geçen yıl, basit bir öyküyü nasıl ustalıkla işlediğini Gran Torino’da (2009) görmüştük. Küçük, şirin bir filmdi ve kendisi gibi küçük mahallelerde nasıl önemli mevzuların gelişebileceğini anlatıyordu. Clint Eastwood’un yıllandıkça lezzeti artan filmleri arasında Absolute Power’ın (1997) da benim için her zaman önemli bir yeri vardır. Harika bir filmdir. Clint Eastwood bu yıl da karşımıza biraz daha ihtişamlı bir konuyla çıkıyor ama katiyen mütevazılığı elden bırakmıyor.

Invictus, Nelson Mandela’nın hayatından belli bir kesiti aktarıyor. Nelson Mandela zorlu yıllardan sonra Güney Afrika’da başkan seçiliyor ve yönetimin başına geçiyor. Gelin görün ki, her yer ilgilenilmesi gereken sorunlarla dolu. Hala beyaz-siyah çatışması bitmemiş durumda, en azından zihinlerde. Mandela sakinliğini koruyarak halkını, beyaz ve siyah tüm Güney Afrika halkını, bir araya getirmeye çalışıyor. Kimsenin aklına gelmeyecek bir noktadan yola çıkıyor: Güney Afrika Milli Ragbi Takımı’nı yeniden canlandırmaya karar veriyor. Takım fena durumda, dünyanın en zayıf takımı. Takımın çoğunluğunu beyazlar oluşturuyor ve gelen yeni sistemle siyah halk, takımı yeniden biçimlendirmek istiyor, hatta bayrağını ve renklerini de değiştirmek istiyor. Ama Mandela karşı çıkıyor. Yeni yönetimin bir tarafın gelip diğer tarafı sildiği bir sistem olmadığını, birleşerek güçleneceklerini anlatıyor. Mandela’ya göre takımı güçlendirmek sadece milli birliği sağlamayacak, ekonomik, askeri ve idari birçok alanda bütünleşmeye yol açacak. Sonra da önce takımın ve onlardan dolaylı tüm Güney Afrika halkının Ragbi macerasını izliyoruz.

Invictus, ustaca çekilmiş bir spor filmi. Ben meraklı olmama rağmen oturup futbol ya da basketbol maçı izlemem. İyi bir spor filmi ise ustaca çekilmiş spor sahneleriyle kotarılır. Hem öykü ustaca işlenmelidir hem de söz konusu olan spor tüm heyecanıyla, bol aksiyonlu sahnelerle beyazperdeye aktarılmalıdır. Ragbi ve kuralları hakkında çoğumuz bir şey bilmiyoruz ama kolaylıkla söyleyebilirim, Invictus’un tüm spor sahnelerini heyecanla izledim. Clint Eastwood her alanda iyi film yapabileceğini bir kere daha kanıtlıyor.

Başrollerde Morgan Freeman ve Matt Damon var. Morgan Freeman, Nelson Mandela rolünde, Matt Damon da ragbi takımının kaptanı François Pienaar rolünde. İkisinin de çok başarılı olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Pienaar, Mandela’nın zekâsından ve olgunluğundan ilham alıyor. Mandela, Pienaar’a iyi bir lider olması için yol gösteriyor ve ona Invictus şiirini hediye ediyor. Invictus William Ernst Henley’nin hasta yatağında hayata tutunmak için yazdığı bir şiir. Mandela da hapishane yıllarında bu şiirden sık sık güç alıyor. Aslında ilk başta isimsiz yazılmış şiirin Türkçe çevirisi şöyle:

Beni saran gecenin içinden
Mezar kadar kara, baştanbaşa,
Şükrederim, hangi Tanrılar verdiyse bana
Fethedilmez ruhumu.

Ne ürktüm, ne bağırdım,
Şartların pençesine düştüğüm anda bile.
Kaderin sopasıyla kanadı da başım,
Yine de boyun eğmedim.

Öfke ve gözyaşı dolu bu yerin ötesinde
Dolanıyor gölgelerin dehşeti.
Yine de korkmaz bir halde
Buluyor ve bulacak beni yılların yılgınlığı ve tehdidi.

Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim,
Ruhumun kaptanı benim.

Gerçekten güç, azim ve yaratıcılık geliştiren bir şiir. Filme de çok önemli bir katkısı var. Yalnız Clint Eastwood ne kadar başarılı bir yönetmen olsa da biz seyircide bazı eksiklik duyguları gelişiyor. Mandela’nın ailesiyle ilişkisi, dönemin çarpıcı olayları ve atmosferi filmde konu edilmemiş. Filmin amacının bu olmadığı ve her şeyi konu etmeye çalışırsa bulandırıp hiçbir şey işleyemeyeceği de düşünülebilir. Arada bir “bir şeyler eksik” duyguları çıksa da Invictus, Mandela’nın barışçıl dünyasında geçen çok iyi bir spor filmi.

Heyecanla Oscar’da hangi ödülleri toplayacağını bekliyoruz. Ayrıca Clint Eastwood son filmi Hereafter’ın çekimlerini bittiği haberleri geldi bile. Bakalım bu sefer bizi hangi dünyaya çekecek. O zamanda kadar Invictus’la güzel, heyecanlı ve düşündürücü 2 saat geçirebilirsiniz.

(03 Mart 2010)

Nur Özgenalp

Erhan Işık ile Haftaya Bakış

Geçtiğimiz hafta Türk sineması ile ilgili gelişen bazı olaylara kısa kısa değinelim.

Son İstasyon Gösterimi Ertelendi

Basın gösterimi ve tanıtım galası yapılan “Son İstasyon”, yapımcısı Levent Kırca tarafından ani bir kararla Nisan ayına ertelendiği açıklandı. Erteleme gerekçesi olarak ise piyasadaki Türk filmlerinin fazlalılığından ve sinema salonu bulunamamasından dolayı olduğu söylendi. Acaba Levent Kırca filmin montajında değişiklikler yapmak mı istiyor diye de düşünmeden edemedik.

Öyle yada böyle, ustanın son filmini merakla bekliyoruz.

3. Yeşilçam Ödülleri Adayları Açıklandı

Yeşilçam Ödülleri adayları sansasyonel bir şekilde açıklandı. Engin Çağlar, tesadüfen gördüğü ödül adayları açıklamalarına son anda katılarak “Esas Yeşilçam benim, esas Yeşilçam Nuri Alço, bizler neden davet edilmedik” diye veryansın etti. O sırada dışarıda olan Şener Şen ise böyle bir törenden haberi bile olmadığını söyledi. Acaba Yeşilçam’ın gerçek müdavimleri küstürülüyor mu?

En azından eski Yeşilçam emekçileri için, onur ödülleri verilmesi düşünülemez miydi? Ne dersiniz?

Eyyvah Eyvah Vizyonda

Ata Demirer’in merakla beklenen filmi “Eyyvah Eyvah” nihayet vizyona girdi. Demet Akbağ ile başrollerini paylaştıkları film izleyici ve eleştirmenlerin büyük beğenisini kazandı. Her ne kadar “Yahşi Batı” ve “Recep İvedik 3”e seyirci bakımından yetişemeyecek olsa bile filmin kalitesine bakınca Ata Demirer’in kendini ne kadar geliştirdiğini görmeden edemiyoruz.

Veda Hakkında

Zülfü Livanelli’nin 3 yılda senaryosunu yazdığı film izleyicinin beğenisine sunuldu. Film Atatürk’ü bugüne kadar halkın gönlünde yer alan hali ile beyazperdeye yansıtıyor. “Veda” Salih Bozok’un anlatımıyla, bu dostluğun, Atatürk’ün hayatının dönüm noktalarının, vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan bir kuşağın komutanının hikâyesi…

Atatürk’ü zaafları ile göstermeye çalışanlara filmi izlemeleri tavsiye olunur.

(28 Şubat 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

Adını Sen Koy

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 4

En sinirlendiğim olaylardan birisi de ses sanatçılarının herhangi bir hayır kuruluşu için ücret almadan konser vermeleri.

Neticede para yine sevgili halkımızdan çıkıyor. “Aferim ne hayırsever adam” iltifatı sevgili sanatçımıza gidiyor.

Hayır kurumuna yardım yapacaksan, çıkar cebinden nakit parayı, yatır hayır kurumunun veznesine, öpeyim seni alnından, yanağından… vs. vs.

Alkazar Sineması da 1 Mart’ta sinemaseverlere veda ediyor. Üzülmemek mümkün değil tabi. Bir ara Ayhan Işık da binanın sahipleri arasındaymış.

Ertem Eğilmez, Kemal Sunal’ı Alkazar Sineması’nda Ayfer Feray Tiyatro’sunun oynadığı “7 Kocalı Hürmüz” oyununu seyrederken keşfetmiş.

Sadi Bey, Alkazar Sineması’nda hem “Parçala Behçet”i, hemde Anthony Quinn’li “Kasabanın Sırrı”(The Secret of Santa Vittoria) izledi.

Sinemaların makus talihi ne yazık ki böyle. Bir bakmışsın öyle film, bir bakmışsın böyle film göstermek zorunda kalıyorlar.

Tarihi Alkazar Sineması ve hemen karşısındaki şimdi yıkılmış olan Lüks Sineması’nın ortak özellikleri salonlarının dar ve uzun olmalarıydı.

Her iki sinemayı da severdim tabi ki fakat bu sinemalarda sinemaskop film izlemek pek hoşuma gitmezdi. Perdelerinin küçüklüğü yüzünden…

…doğal ebatlarıyla gösterilen sinemaskop filmler perdenin üstünde ve altında beyaz boşluk bırakılarak gösterildiğinden rahatsız olurdum.

Nitekim Alkazar’da izlediğim, yukarıda yazdığım “Kasabanın Sırrı” ve Lüks’de izlediğim sinemamızın sayılı sinemaskop filmlerinden…

“Adsız Cengaver” ve “Gelin Kız Maviş” filmleri hep hafızamda kayıp filmler olarak durmaktadır. Çünkü ilk defa o sinemalarda dar perdelerde…

…izlediğimden, filmlerin o ilk seyirden gelen sihirleri yok oldu gitti. Sinemada yeniden izlenebilsede o sihrin geri gelmesi mümkün değil.

Sanatçıların isimleri her filmde ve her yerde hep aynı şekilde yazılmalı. Bazı sanatçıların isimleri zaman zaman farklı yazılıyor. Doğru değil.

Eskilerden ilk aklıma gelen Ahmet Turgutlu. Bu oyuncumuz bazı filmlerinde Kostarika Ahmet, bazılarında ise Ahmet Kostarika olarak anılır.

Yenilerden Sinan Albayrak ve Özge Borak son filmlerinin künyelerinde Sinan Taymin Albayrak ve Özge Borak Şakrak olarak geçiyor.

Son yılların neredeyse ödül rekortmeni Volga Sorgu’ya ise bir yerlerde Volga Sorgu Tekinoğlu olarak rastladım. Özge Borak, Bülent Şakrak…

…ile evlendikten sonra soyadını ikilemiş. Meselâ yılların Hülya Koçyiğit’i Selim Soydan’la evlendikten sonra da soyadını…

…Koçyiğit olarak, Filiz Akın, Türker İnanoğlu ile evlendikten sonra da soyadını Akın olarak kullanmaya devam etti.

Bir başka dikkat çeken husus da özel isimlere sahip olan sanatçıların adlarının yanlış yazılması.Tabiki bunlar dikkatli gözlerden kaçmıyor.

Son örnek olarak Sermin Hürmeriç’i verebiliriz. Sanatçının adı zaman zaman Şermin Hürmeriç olarak yazılır.

“Takva”nın unutulmaz şeyhi Meray Ülgen’in adı ise “Eyyvah Eyvah”ın web sitesinin ilk versiyonunda Meral Ülgen olarak geçiyordu.

Son bir duyuma göre Alkazar Sineması’nın binası satıldığından sinema faaliyeti sona eriyor. Binayı yanındaki Nike Mağazası satın almış.

Bundan böyle, -tarihi bir sinemanın kapatılmasına sebep olan- Nike’ın bir ürününü alırsam -hadi facebook diliyle yazayım- beni “dürt”sünler.

Lâfı hemen çevireyim. Adamlar ticari çark gereği bastırmışlar 10 milyon trilyonu almışlar binayı. Bittabi istediklerini yapacaklar.

Bildiğim kadarıyla son yıllarda binanın ortakları arasında ünlü filmci Nüzhet Birsel veya çocukları vardı. Nüzhet Birsel denildiğinde…

…sinefillerin aklına hemen Birsel Film ve onun ünlü Küçük Hanımefendi filmleri gelir. Neredeyse dededen sinemacı bir aile Alkazar’ı sinema…

…olarak yaşatmayı düşünmüyorsa, elin Nike’si tabiki parayı bastırıp aldığı binayı istediği gibi tepe tepe kullanır. Bize de çenemizi…

…yormak kalır. Hani “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali. Alkazar Sineması yönetiminin yaptığı açıklama da çok duygusaldı yani.

Hani “Büyük alışveriş merkezlerindeki 8-10 perdeli sinema salonlarına karşı… kahraman bakkallar… küçük iddiasız sanat sineması…” gibi…

… yapılan açıklama. Keşke “İşlettiğimiz sinemanın binası satıldığından kapatmak zorunda kalıyoruz” denseydi. Neticede gerçek ortaya çıktı.

(28 Şubat 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]