Kategori arşivi: Yazılar

Orada Bir Kürt Köyünde

İki Dil Bir Bavul
Yönetmen: Orhan Eskiköy-Özgür Doğan
Senaryo: Orhan Eskiköy
Görüntü: Orhan Eskiköy
Yapım: Peri-San Film (2009)

Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, dil üzerinden evrensel bir hakkı öne çıkartıyor. Bu yapıt 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü de kazandı.

Bu belgesel-film, okuldan yeni mezun olmuş Denizlili yeni öğretmen Emre Aydın, uzaklardaki yoksul ve yoksun bir Kürt köyünde hayat kadar zorlu sınavını verişinin gerçek hikâyesi. “İki Dil Bir Bavul”, 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Ayrıca bu belgesel-film, Abu Dabi’de düzenlenen Ortadoğu Uluslararası Film Festivali’nden de “En İyi Ortadoğu Belgesel Film” dalında ödül kazandı. “İki Dil Bir Bavul”, 16. Adana Altın Koza Film Festivali’nde de ödüllerle dönmüştü. Adana’da “Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü” ve “SİYAD En İyi Film Ödülü”nü kazandı bu belgesel-film. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, evrensel bir soruna, anadile bakıyor. İlköğretim öğretmeni Emre, Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe yazıp okumayı öğretmeye çabalıyor. Kışların ve hayatın zorlu geçtiği bu coğrafyada, yoksulluk ve yoksunluk karlar gibi her yeri kuşatmış. Öğrencilerin ailelerinin çoğu da Türkçe bilmiyor. Öğretmen Emre, eğitim çağına gelmiş çocukları muhtarın yardımıyla sınıfına topluyor. Birinci sınıf öğrencileri Türkçe konuşamıyor. Birinci sınıf öğrencileri Zülküf ve Rojda’nın öne çıktığı bu belgesel-filmde, anadilde konuşmanın ve eğitim görmenin evrensel bir hak olduğu hatırlatılıyor.

O köy bizim miydi?.

Bu belgesel-filmi seyrederken, insanın aklına 1967 yılında ölen eğitmen Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Orda bir köy var, uzakta,/ O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de, tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleri geliyor. “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filmindeki o uzaktaki köy gerçekten bizim köyümüz müydü? Öğretmen Emre’nin gittiği o uzaktaki köy, buralara ne kadar uzakta!.. Bu belgesel-filmde, güçlü ve gerçeküstücü simgeler de var. Öncelikle, karlar yağmadan önce, genel çekimlerle yansıyan o toz bulutlarıyla. O toz bulutları “gerçeklik” üzerine insanı düşündürtüyor. Ardından karlar düşüyor köyün üzerine. Öğretmen Türkçe öğretmekte hâlâ zorlanıyor sınıfta. Öğretmen, köylülerle de iletişim kurmaya çalışıyor bu zorlu işinde. Zülküf’ün babasıyla öğretmenin arasında geçen konuşmalar da aslında birbirimizi anlayamamanın acı yansıması gibi. Zülküf’ün babası, geçmişte iş bulmak için doldurduğu iş formuna yabancı dil olarak “Türkçe” yazmış. Türkler için de “Kürtçe” yabancı dil değil miydi? Bu belgesel filmi seyredince, Kürtlerle Türklerin kültürel olarak ne kadar farklı olduğunu anlıyorsunuz. Gelenekler, görenekler ve hayatlar birbirlerine öyle uzakta ki. İnsan ne yapacağını, nasıl düşüneceğini şaşırıyor. Bu belgesel-filmi gören bir Türk, bunlar bu ülkede mi yaşanıyor, diye şaşkınlık içerisinde kalacak belki. Bu belgesel-filmde Türkler, Kürtleri keşfedecek sanki. “İki Dil Bir Bavul”u seyrederken, bir yabancı film görüyormuşsunuz hissine de kapılabilirsiniz belki. Irak’tan veya İran’dan bir filmmiş gibi. Yönetmenler, seyircilerini tam anlamıyla yabancılaştırıyorlar bu belgesel-filmleriyle. Bu iyi belgesel-filmde, öğretmenin günlük hayatı da belgesel tadında yansıyor perdeye. Öğretmenin bunaldığı anlarda cep telefonuyla aradığı annesi sığınağı sanki. Zeki Demirkubuz’un devlet bürokrasini eleştirmek için karakolları ve resmi dairelerdeki döküntü halleri göstermesi gibi, “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filminin yönetmenleri de, okulun terk edilmişlik hissi veren içler acısı halini göstermişler. Demirkubuz’un 2001 yapımı “Yazgı” filmindeki gibi kapılar bir türlü kapanmıyordu bu belgesel-filmde de… Yönetmenler, köydeki hayatları da gerçekliğe müdahale etmeden yansıtabilmişler. Oyuncularının köylüler olduğu bu belgesel-film, gösterildiği festivallere heyecan getirdi. Dileriz, sinema salonlarına da bu heyecanı getirir. Ön ve son jeneriklerinde siyah yazıların kullanıldığı bu belgesel-filmin finalindeki anlar, kimilerini çocukluk yıllarına götürecek belki de.

(21 Ekim 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Karanlıktakiler

Çağan Irmak, şüphesiz Türkiye’nin son yıllarda en çok ‘isim yapan’ yönetmenlerinden biri. Ortalama bir sinema izleycisi malûmunuz, sinemada gittiği herhangi bir filmin yönetmeninin kim olduğunu, nasıl filmler çeken biri olduğunu pek bilmez. Ancak bazı yönetmenler, öyle bir biçimde ‘marka’ olmayı başarırlar ki artık filmin bütün tanıtımları zaman zaman oyunculardan bile önce yönetmen üzerinden yapılır. Örneğin Spielberg ya da Tarantino filmine giden izleyici sinema kültürü ne kadar olursa olsun mevzubahis yönetmenlerin isimlerinden haberdardır. Çağan Irmak da artık gittikçe filmleri ‘Bir Çağan Irmak filmi’ etiketiyle sunulmayı başarabilen kişilerden biri oldu gibi..

Nihayet dün izleyebildiğim Karanlıktakiler, önceki Çağan Irmak filmleriyle oldukça benzer temalar etrafında gezinen, ancak belli noktalarda da farklılaşabilen bir yapım. Film temelde, ciddi ruhsal sorunları olan annesiyle yaşayan, 30’larını aşmış, bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan Egemen’in öyküsünü anlatıyor. Egemen için ‘annesine tahammül etmek zorunda kaldığı bir hapis hayatı’ denilebilecek ev yaşamından uzaklaşılabilinen tek yer iş yaşamıdır. Patronuna ilgi duymaktadır ki annesiyle olan yaşamı düşünülünce, bırakın ‘patronu’ olan bir kadını herhangi bir kadınla birlikte olması fikri bile zaten pek mümkün görünmemektedir. Annesi kendisini dış hayata tamamen kapatmıştır ve oğlundan da öyle olmasını beklemektedir. Zaten oğlundan başka pek birşeyi de yoktur hayatta. Tabii bir de krizler, sürekli bir tedirginlik, gelip giden bir akıl, sakinleştiriciler, mahallenin çocuklarıyla ve hatta ebeveynleriyle uğraşma gibi şeyler…

Çağan Irmak, önceki filmlerinden alışkın olduğumuz gibi burada da günlük hayatın içindeki anları ve diyalogları inandırıcı kılmayı başarıyor. Özellikle Egemen’in işyerinde geçirdiği zamanlar zevkle seyrediliyor. Filmin ilk yarısı da Egemen’in kâh evdeki karanlık ve boğucu yaşantısı, kâh işyerindeki çalışanlar ve patronuyla olan ilişkileri derken akıp gidiyor…

Ancak ikinci yarıda ve özellikle de son çeyrekte, annenin geçmişiyle ilgili o ana kadar bilmediğimiz ‘karanlık sırlar’ın açığa çıkışı sonrasında film irtifa kaybediyor ve düşüşe geçiyor. Irmak’ın önceki filmlerinden -ve hatta Kâbuslar Evi serisinden, ki film zaten Kâbuslar Evi’nin herhangi bir bölümü olmaktan o kadar da uzak değil- alışkın olduğumuz karanlık ve içinden çıkılmaz durumları kimi net sebepler göstererek açıklama sevdasının bu filme de damga vurduğunu söyleyebiliriz. Sonrasındaki yemek sahnesi ve ucu açık finaliyle filmin tekrar bir nebze toparlandığı da söylenebilir…

Çağan Irmak, yine belli bir tonu tutturan anlatımı ve sinema duygusuyla, izlemeye değer, iyi bir film çekmiş. Ancak belli noktalardaki senaryo kaynaklı aksaklıklar tıpkı Issız Adam, Ulak ve hatta Mustafa Hakkında Herşey’deki gibi, burda da filmi yer yer itici kılıyor…

(19 Ekim 2009)

Ferit Güney

Antichrist

Lars Von Trier’in hemen her filmiyle, hem izleyiciyi hem eleştirmenleri ikiye böldüğü artık Avrupa sinemasını ucundan kıyısından takip eden herkes tarafından bilinen bir gerçek. Cannes gösterimlerinin ardından filmin etrafında kopardığı onca yaygara, gürültü vs. bunların farkında olan bizler için pek de şaşırtıcı değildi açıkçası.

Ancak filmi izledikten sonra Von Trier’i tanıyanların bile kısa süreli de olsa bir duraksama yaşamaması hemen hemen imkânsız gerçekten. Daha sonra kapanışta da duyacağımız ‘Lascia Ch’io Pianga’lı bir prolog ile açılıyor film. Ardından yönetmen filmini 4 bölümde anlatıyor: Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci…

Çocuklarını kaybeden bir çiftten, kadının ruh sağlığının gittikçe bozuluşu üzerine, onu iyileştirmek için korkusunun üzerine gitmesinin iyi olduğunu düşünen ve bu yüzden onla beraber daha önce de kadının gittiğini sonradan öğreneceğimiz bir dağ evine gitme kararı veren terapist adam öykünün tek karakterleri… Filmin ilk bölümleri ikiliden adamın, kadını kendi yöntemleriyle anlamaya çalışması üzerine kurulu. Bu bölümlerde kadının tuhaf, hatta nevrotik şekilde, olmadık anlarda birdenbire ortaya çıkan sevişme dürtüsüne de tanıklık ediyoruz ki filmin sonunda ancak anlam kazanıyor bu kısımlar. Filmin başlarında Von Trier’in yakaladığı boğucu atmosferin yer yer etkileyici olduğunu kabûllenmek gerek.

Film ve bölümler ilerledikçe bu psikolojik ağırlık yerini fiziksel anlamda şiddet ve deformasyona bırakmaya başlıyor. Hatta bu ‘ölçüsü kaçmış’ şiddet ve deformasyon sahneleri, her ne kadar önceden film hakkında bolca şiddet ve seks sahnesi içerdiği okunmuş dahi olsa bir yerde şaşırtıyor insanı…

Bir anlamda ‘huzura varma’ duygusu veren final geldikten sonra görüyoruz ki basbayağı ve de açıkça kadınlığı aşağılayan bir film bu. Sonuçta kadın da erkek de çocuklarını kaybeden birer ebeveyn ve elbette ki kadının böyle acı verici olaylara tepkisi erkekten daha farklı olabilir bunu anlamak mümkün ama yönetmenin yaptıklarına anlam vermek güç (Bu kısımları filmi izlemeyenleri de düşünerek çok da fazla açmayalım.) Yönetmen bir röportajında zaten filmin senaryosunu yazdığı sürelerde bir depresyon geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, filmin ‘hastalıklı’ bir zihnin ürünü olduğunu söylüyor. Bunun etkisi ne derecedir bilinmez ama film ‘hastalıklı’ ve ‘rahatsız edici’ gibi sıfatlardan çok ‘sığ ve derinliksiz’ gibi sıfatları hakediyor. Kaldı ki her filmiyle eleştirmen ve izleyicileri ikiye böldüğünü başta da söylediğim Von Trier’in çoğu filmini o kadar sevmesem de her zaman için felsefeyi en iyi bilen yönetmenlerden biri olduğunu ve çok iyi yaptığını düşünmüşümdür. Bu açıdan benim için oldukça şaşırtıcı bir durum…

Öte yandan film sinematografik açıdan da diğer Von Trier filmleri gibi deneysel bir yol izlemiyor. Dogma dönemlerinden zaten çoktan uzaklaşan Von Trier bu filmiyle daha da ‘klâsik’ bir görsel yapı kuruyor.

Sonuçta sevsem de sevmesem de her yaptığı işi merakla beklediğim ve izlemeye koyulduğum Von Trier bu sefer çuvallıyor. Ama sonraki işini gene de merak ediyorum sanırım…

(19 Ekim 2009)

Ferit Güney

Sinemanın Coşkulu Ruhu: Anthony Quinn

2001 yılında ölen Anthony Quinn, Akademi’den “Viva Zapata” ve “Yaşama Tutkusu” filmleriyle iki defa Oscar aldı. Quinn, enerjisiyle filmlere bambaşka bir hava verdi. Coşkuluydu. Hayatının son dönemlerinde resme ve heykele de yönelmişti. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.

Anthony Quinn… Sinemanın coşkulu aktörü. Quinn, 21 Nisan 1915’te Meksika’nın Chihuahua şehrinde doğdu. Quinn, 3 Haziran 2001’de Amerika’nın Massachusetts eyaletinin büyülü şehri Boston’da öldü. Annesi Meksikalı, babası da İrlandalıydı. Tiyatro ve sinemada şansını deneyen Quinn, ilk büyük başarısını Hollywood’un ve Paramount’un kurucularından yapımcı-yönetmen Cecile Blount DeMille’in kızı Katherine’le 1937’de evlenerek elde etti. Kayınpeder DeMille, alt sınıftan biriyle evlenen kızına öfkeliydi. Asıl adı Antonio Rodolfo Quinn olan Anthony Quinn’in “Tek Kişilik Tango” (One Man Tango) otobiyografik kitabı 1995 yılında İnkilâp Kitabevi’nden çıkmıştı. Liseyi yarıda bırakmış Quinn, lise diplomasını 1990’larda alabilmiş. Quinn, okuduğumuz “Tek Kişilik Tango” kitabında Orson Welles’e çöpçatanlık yaptığını da itiraf ediyordu. Rita Hayworth’a aşık olan Welles, Hayworth’a ulaşabilmek için Quinn’den yardım istemiş. Hayworth’la Welles’i tanıştıran Quinn, bu iki büyük sanatçının evlenmesine vesile olmuş 1940’larda.

Tiyatro oyunları ve filmlerde küçük rollerin ardından önü açılan Quinn, başrollere kadar yükseldi. 1930’lu ve 40’lı yıllarda çoğu sıradan bir dolu filmde görünen Quinn, 1945’te önemli yönetmenlerden Edward Dmytryk’in “Back to Bataan-Bataan’a Dönüş” siyah-beyaz savaş filminde John Wayne’le başrolü paylaştı. Bu İkinci Dünya Savaşı filmi 1946’da ülkemizde de gösterime girdi. Quinn, 1950’li yılların başında yoğun olarak televizyon dizilerinde göründü. 1952 yılında Elia Kazan’ın Meksika’daki iç savaşı anlatan siyah-beyaz “Viva Zapata” filmi Quinn’in hem önünü açtı hem de “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında ona bir de Oscar getirdi. Ünlü yazar John Steinbeck’in senaryosunu yazdığı filmde Emiliano ve Eufemio Zapata kardeşler, Meksika Devrimi’ni gerçekleştirirken kardeş kavgasına da tutuluyorlardı. Yönetmen Kazan, Zapata kardeşlerin kavgasıyla iç savaş arasında metafor kurmuştu. Errol Flynn, Maureen O’Hara, Ava Gardner, Gregory Peck, Rock Hudson, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi önemli oyuncuların başrolünde olduğu filmlerde ikinci rollerde görünen Quinn, 1953 yılında İtalya’ya gitti. Orada filmlerde oynadı. Yolu 1954’te büyük yönetmen Federico Fellini’yle kesişti. “La Strada-Sonsuz Sokaklar” filminde Zampanò karakterini canlandırdı. Başrolü de Giulietta Masina’yla paylaştı. İşte bu film tam anlamıyla Quinn’in önünü açtı. Filme de ortak olan Quinn, hisselerini satar ve hayatının en büyük pişmanlığını yaşar. Çünkü, iş yapmaz dediği “Sonsuz Sokaklar”, bugün sinemanın klâsiklerinden ve hâlâ para kazanıyor. Bir süre daha İtalya’da kaldı. Kirk Douglas’la 1954 yılında “Ulisse” filminde oynadı. Mario Camerini’nin yönettiği bu tarihsel filmde Silvana Mangano da oynuyordu. Filmin jeneriğinde “U” harfi “V” gibi yazar. Film, Antik Yunan döneminde geçiyor. Quinn, İtalya’da tarihi filmlerde oynamayı sürdürdü. Pietro Francisci’nin 1954 yapımı “Attila” filminde de Sophia Loren’le başrolü paylaştı.

Hollywood’a dönüş…

Quinn, 1955 yılında Hollywood’a döndü. Budd Boetticher’in yönettiği “The Magnificent Matador-Şahane Matador” filminde Maureen O’Hara ve güzel Lola Albright’la başrolü paylaştı. Ardından yine televizyon dizilerinde boy gösterdi Quinn. Sonra da Vincente Minnelli’nin 1956 yapımı “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminde Kirk Douglas’la başrolü paylaştı. Quinn, ressam Gauguin rolüyle muhteşem bir performans ortaya koydu ve bu filmle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kirk Douglas da Van Gogh’u oynamıştı. Bu filmdeki en önemli şeyse, görüntülerin Van Gogh’un fırçasından çıkmış hissini vermesiydi. Russell Harlan ve Freddie Young’ın sinemaskop görüntüleri muhteşemdi. Macar besteci Miklós Rózsa’nın (1907-1995) müzikleri de büyüleyiciydi bu filmde. 1956 yılında, Victor Hugo’nun eserinden uyarlanan “Notre Dame de Paris-Notre Dame’ın Kamburu” filminde de oynadı Quinn. Filmdeki Esmeralda’ysa Gina Lollobrigida’ydı. Sinemaskop ve renkli bu Fransız filminin yönetmeniyse Jean Delannoy’dı. Filmin senarislerinden biri de ünlü şair Jacques Prévert’di. Bu büyük sanatçının, Prévert’in yönetmen Marcel Carné’yle yaptığı tüm filmler sinema tarihine geçti. Quinn, sinemanın büyük yönetmenlerinden Martin Ritt’in (1914-1990), 1958 yapımı “The Black Orchid-Siyah Orkide” filminde Sophia Loren’le oynadı. Sıcak bir yaz mevsiminde İtalyan mahallesinde geçiyordu hikâye. Rose, gangster kocası öldürüldüğü için yas tutar, siyahlar giyer. Quinn’in canlandırdığı Frank, Rose’a “siyah orkide” der bu yüzden. Frank, kadınlara iyi davranan bir centilmendi bu filmde. Dingin anlatımlı bu siyah-beyaz film insana iyi gelen yapıtlardan biriydi. Quinn, Edward Dmytryk’in yönettiği 1959 yapımı “Warlock-Büyücü” western filminde Richard Widmark ve Henry Fonda’yla başrolü paylaştı. Sinemaskop bu film, Batı efsanelerinin yazarı Oakley Hall’ün eserinden uyarlanmıştı. Filmin hikâyesi, 1880’lerde Utah’taki bir madenci kasabasında geçer. Quinn, 1959’da John Sturges’ın yönettiği western-gerilimi “Last Train from Gun Hill-Kan Davasının Sonu”nda yolu yine Kirk Douglas’la kesişti. “Kan Davasının Sonu” adıyla sinemalarda oynayan bu film, “Gun Hill’den Son Tren” adıyla da anılıyor. Karısına tecavüz edilen kovboy, bunun intikamını almak için yollara düşüyor filmde.

Quinn, Nicholas Ray ustanın 1960 yapımı “technicolor” ve sinemaskop çekilmiş suç-macera filmi “The Savage Innocents-Vahşi Masumlar”ında Britanyalı büyük oyuncu Peter O’Toole’la oynadı. Filmin hikâyesi kuzey kutbunda eskimoların içinde geçiyordu. Film, Hans Ruesch’un “Top of the World” (Dünyanın Tepesi) romanından uyarlanmış. Bu filmin senaryosuna Franco Solinas gibi büyük bir sanatçının da katkısı vardı. Solinas (1927-1982), Giulio Petroni’nin 1968 yapımı “Tepepa”, Costa-Gavras’ın 1972 yapımı “État de Siège-Sıkıyönetim”, Joseph Losey’in 1976 yapımı “Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam” filmlerine de katkıda bulunmuştu. Sinemaseverler bu filmin yönetmeni Nicholas Ray’i (1911-1979), Joan Crawford’un oynadığı 1954 yapımı “Johnny Guitar” ve James Dean’ın oynadığı 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmlerinden hatırlayabilirler. Quinn, yine 1960 yılında bu defa George Cukor ustanın “Heller in Pink Tights-Korkunç Kumpanya” komedi-westerninde oynadı. Başrolü de yine Sophia Loren’le paylaştı. Bu film, Louis L’Amour’un “Heller with a Gun” romanından uyarlanmış. Quinn, 1961’de macera filmlerinin unutulmaz yönetmeni J. Lee Thompson’ın (1914-2002) çok çarpıcı ve unutulmaz İkinci Dünya Savaşı filmi “The Guns of Navarone-Navaron’un Topları” fiminde Gregory Peck ve David Niven’la başrolü paylaştı. Alistair MacLean’in romanından uyarlanan filmde bir Ege adasında komandolar topları imha etmeye çaba gösterirler. Gerilimi yüksek ve öncelikle savaş sahneleri kolay unutulmaz bu filmin. Rod Serling’in televizyon oyunundan uyarlanan 1962 yapımı “Requiem for a Heavyweight-Altın Eldiven” filminde Mickey Rooney ve Julie Harris’le başrolü paylaştı Quinn. Bu boks filmini Ralph Nelson yönetmişti. Yönetmen Nelson, bu filmi daha önce 1956’da “Playhouse 90-Requiem for a Heavyweight” adıyla televizyon filmi olarak çekmişti. 1962 yapımı filmin en büyük özelliği Muhammed Ali’nin Müslüman olmadan önce Cassius Clay adıyla Quinn’le boks yapmasıydı.

Büyük oyuncularla beraber…

Quinn, David Lean’ın 1962 yılındaki tartışmalı filmi “Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence” filminde Auda Abu Tayi karakterini canlandırdı. Bu filmde Peter O’Toole (T. E. Lawrence), Alec Guinness (Prens Faysal), Omar Sharif (Şerif Ali) ve Claude Rains (Dryden) gibi önemli oyuncular da vardı. Film, Lawrence’ın hatıralarından yola çıkılarak çekilmişdi. Filmin muhteşem müziklerini de Maurice Jarre usta bestelemişti. Bu film ülkemizi üzdü. Çünkü, 1. Dünya Savaşı dönemlerinde Lawrence Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kaşıyıp sınırları cetvelle çizmiş. Quinn’in yolu 1964’te “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi” savaş filmiyle büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann’la buluştu. Emeric Pressburger’ın romanından uyarlanan filmde Quinn, başrolleri Gregory Peck ve Omar Sharif’le paylaştı. İspanya’nın iç savaşında anarşist Francisco Sabate Llopart’ın hayatından yola çıkıyordu bu siyah-beyaz film. Quinn, 1964’te Yunanlı yönetmen Michael Cacoyannis’in (Mihalis Kakogiannis) “Greek, the Zorba-Zorba” filminde oynadı. Bu siyah-beayz film, Nikos Kazancakis’in (Kazantzakis) aynı adlı romanından uyarlandı. Filmde Alan Bates, Irene Papas ve Lila Kedrova da vardı. Filmin muhteşem ve unutulmaz müziklerini Mikis Theodorakis bestelemişti. Film, 1965 yılında yedi dalda Oscar’a aday gösterildi ve bunlardan üçünü almıştı. Mutsuz Yunan asıllı İngiliz yazar Girit adasına gelir. Burada coşkulu Aleksis Zorba’yla dost olur. Bu filmi United Artists çekecekti, ama başrolde ünlü bir kadın oyuncu yok diye projeden vazgeçince, o dönemlerde Yunanlıların elinde olan Fox bu filmin yapımcılığını üstlendi. Bu filmin başlarındaki yağmurlar insanı büyülüyordu. Finaldeki Yunan dansı da muhteşemdi. Yine aynı yıl “The Visit-Ziyaret” filminde Quinn, sinemanın en güzel kadınlarından Ingrid Bergman’la karşılıklı oynadı. Filmi Bernhard Wicki yönetmişti. Bu siyah-beyaz filmin kameramanıysa İtalyan sinemasının büyüklerinden Armando Nannuzzi’ydi. Film, Friedrich Dürrenmatt’ın “Der Besuch der Alten Dame” (Yaşlı Kadının Ziyareti) oyunundan uyarlandı.

Denys de La Patellière ve Raoul Lévy’nin ortak yönettikleri 1965 yapımı “La Fabuleuse Aventure de Marco Polo-Marko Polo”nun ortaya çıkmasında İtalya, Fransa, şimdi parçalanmış Yugoslavya, inanılmaz biçimde Afganistan ve Mısır’ın da katkısı vardı. Bu “technicolor” ve sinemaskop filmde Quinn, Kubilay Han’ı, Horst Buchholz da Marco Polo’yu canlandırdı. Filmin kadrosu muhteşemdi: Akim Tamiroff, Orson Welles, Omar Sharif, Robert Hossein. Bu filmin ilginç yönü, Marco Polo karakteri için yola Alain Delon’la çıkılması ve sonra anlaşmazlığa düşülmesi. Hikâye, Venedik’te 13. yüzyılda başlıyor. Barışçıl genç Marco Polo, doğu ve batının barışı için Papa’dan Moğol-Çin İmparatoruna bir mesaj götürüyor. Ama, İpek Yolu tuzaklarla doludur. Quinn’in performansı zamanında övgü almış bu filmle. Quinn, 1965 yapımı “A High Wind in Jamaica-Cinayet Yolu”nda James Coburn’le başrolü paylaştı. Richard Hughes’un romanından uyarlanan filmi Alexander Mackendrick yönetmişti. Sinemaskop çekilmiş bu filmin kameramanıysa, Steven Spielberg’ün “Indiana Jones” serisini çeken Douglas Slocombe’du. Roman, 1929 yılında yazıldı. Özellikle roman sert eleştiri almış yayımlandığı yıllarda. Cinsel tacizi ele aldığı için. Roman, Emin Sınır çevirisiyle Türkçeye “Jamaika’da Bir Fırtına” adıyla kazandırıldı. İngiliz bir ailenin çocukları gemiyle yolculuğa çıkar ve gemi korsanlar tarafından kaçırılır. Hem romanı hem de filmi etkileyici.

Quinn, 1966 yılında önemli yönetmenlerden Mark Robson’ın “Lost Command-Zafer Yolları”nda Alain Delon’la başrolü paylaştı. Bu savaş filmi, Jean Lartéguy’ün romanından uyarlandı. 1967 yılında yine bir savaş filmi olan “L’Avventuriero-Maceralar Beldesi”nde göründü Quinn. Filmi de, en çok “007 James Bond” serisiyle hatırlanan Terrence Young yönetti. Film, Joseph Conrad’ın “The Rover” romanından uyarlandı. Filmde Rita Hayworth da oynamıştı. Filmin müziklerini Ennio Morricone bestelemişti. Filmin hikâyesi, Fransız Devrimi’nin etkisinin geçtiği yıllarda Fransa’nın güneyinde geçiyor. En iyi savaş filmlerinden biri olan Henri Verneuil ustanın yönettiği 1967 yapımı sinemaskop “La Vingt-Cinquième Heure-25. Saat”, Rumen yazar Constantin Virgil Gheorghiu’nun romanından uyarlandı. Filmde Quinn’in yanı sıra Virna Lisi ve büyük şarkıcı-aktör Serge Reggiani de vardı. Müziklerse Georges Delerue ve Maurice Jarre gibi iki büyük besteciye aitti. Film, 1939 yılında bir Rumen köyünde açılıyor. Yahudi sanılan Johann Moritz çalışma kampına gönderiliyor, sonra “aryan ırk” olarak kabûl ediliyor, ardından da “Waffen-SS” denilen “Silâhlı SS”lere katılıyor. Savaşın ardından da tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanıyordu Moritz. Ancak 1949 yılında serbest kalıp ailesine Almanya’da kavuşabiliyordu Moritz. Quinn, 1967 yılında Elliot Silverstein’in “The Happening-Asiler Beldesi” komedi filminde de oynadı. Quinn’in yolu 1968 yılında Henri Verneuil ustayla yine buluştu. Sinemaskop çekilmiş “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları” westerninde Charles Bronson da vardı. Film, William Barby Faherty’nin “A Wall for San Sebastian” romanından uyarlanmıştı. Filmin müzikleri de büyük usta Ennio Morricone’ye aitti. 1968 yılında, Avustralyalı yazar Morris L. West’in 1963’te Amerika’da çok satarlar listesinin bir numarasına çıkmış romanından uyarlanan “The Shoes of the Fisherman-Balıkçının Ayakkabısı” dramınında Laurence Olivier, Oskar Werner ve John Gielgud gibi önemli oyuncularla oynadı Quinn. Filmi de Michael Anderson yönetti. Filmin hikâyesi Soğuk Savaş devirlerinde geçiyordu. Rus papaz Kiril Lakota (Quinn), yirmi yıl Sibirya’da çalışma kampında kalmış. O sıralarda Sovyet-Çin ilişkileri gerilmiş. Kamenev (Olivier), gelecekteki politik durumlar için Lakota’nın Vatikan’da Papa olması için Papa’nın (Gielgud) ölmesine neden oluyor. Nükleer savaş tehditi, açlık, evrim, Sibirya, politik oyunlar… İşte bu filmde bunların hepsi vardı. Ekim 1971’de ülkemizde gösterime giren Stanley Kramer’in 1969 yapımı “The Secret of Santa Vittoria-Kasabanın Sırrı”, Robert Crichton’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Hikâye, İkinci Dünya Savaşı’nda şaraplarıyla ünlü Santa Vittoria adlı kasabada geçiyordu. Kasabalılar, değerli şaraplarını Nazilerden kurtarmak için büyük bir sırrı paylaşırlar. Filmde Quinn’le beraber İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Anna Magnani ve Virna Lisi de vardı. Filmin bir diğer önemli oyuncusuysa Giancarlo Giannini’ydi. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Giuseppe Rotunno’ya aitti. Rotunno, Luchino Visconti ustayla birçok filmde çalışmıştı kameraman olarak. Quinn, yine 1969’da önemli yönetmenlerden Daniel Mann’ın “A Dream of Kings-Kralın Rüyası”nda da göründü. Daniel Mann (1912-1991), en çok 1959 yapımı “gang melo”su “The Last Angry Man-Son Kızgın Adam” filmiyle hatırlanıyor. Harry Mark Petrakis’in romanından uyarlanan “Kralın Rüyası”nda Quinn, başrolü Irene Papas’la paylaştı. Filmin hikâyesi Şikago’da Yunan toplumunun içinde geçiyordu. Yunan-Amerikan melezi kumarbaz ve halk filozofu Matsoukas’ın yedi yaşındaki oğlu Stavros ölümcül hastalığa yakalanıyor ve Matsoukas de, şifa ve güneş için oğlunu Atina’ya götürüyordu.

Çöllerin aslanı…

Quinn’in yolu, 1970 yapımı “Walk in the Spring Rain-Bahar Yağmuru Gibi” filmiyle Ingrid Bergman’la yolu bir daha kesişti. Rachel Maddux’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop filmi Guy Green yönetmiş. Bu filme, David Lean’ın 1945 yapımı siyah-beyaz yapımı “Brief Encounter-Kısa Tesadüfler” filminin tarzına yakın denilmiş zamanında. Quinn, 1972’de “Across 110 th Street-Kirli Sokaklar” suç filminde oynadı. Wally Ferris’in romanınından uyarlanan filmin senaryosunu Luther Davis yazmıştı. Filmde, Harlem’in gizli kumarhanelerinden birini basarak paraları çalan üç siyahın peşine mafya, komiser Frank ve dedektif Pope düşerler. Harekeketli bu aksiyon-polisiyeyi Barry Shear yönetmişti. Richard Fleischer’ın 1973 yapımı “The Don is Dead-Baba Öldü” filmi, Marvin H. Albert’ın romanından uyarlanmasına rağmen, Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir film denilmiş zamanında. Quinn, 1970’lerin ortasında Müslümanların kalbini fethetti 1976 yapımı “The Message-Çağrı” filmiyle. Moustapha Akkad’ın (Mustafa Akad) yönettiği film, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Müslümanlığın yayılışını anlatıyordu. Quinn, Hamza karakterini canlandırdı bu filmde. Sinemaskop bu filmin muhteşem görüntüleriyse üç kameramana aitti: Said Baker, Jack Hildyard ve İbrahim Salem… Müzikleriyse Maurice Jarre bestelemişti. Ekim 1979’da ülkemizde gösterime girmişti “Çağrı” filmi. 1976 yılında “Target of an Assassin-Hedefteki Adam” geriliminde oynadı Quinn. Peter Collinson’ın yönettiği film, Jon Burmeister’ın romanından uyarlanmıştı. Sergio Corbucci’nin yönettiği 1976 yapımı “Bluff Storia di Truffe e di Imbroglioni-Dolandırıcılar Kralı” komedi-suç filminde, büyük şarkıcı Adriano Celentano ve Capucine’le başrolü paylaştı Quinn. Birer “tokatçı” olan Philip Bang ve ortağı Felix’in hayli eğlenceli hikâyesini perdeye yansıtıyordu bu film. Mart 1979’da ülkemizde gösterime giren 1976 yapımı “L’Eredità Ferramonti-Baba, Oğul, Gelin”i Mauro Bolognini yönetmişti. Ennio Morricone’nin müziklerini bestelediği filmde Gregorio Ferramonti (Quinn), gelini Irene Carelli Ferramonti’yle (Dominique Sanda) yatıyordu ve ölümü de gelinin kucağında geliyordu. Filmin hikâyesi de 1800’lü yıllarda geçiyordu.

Aralık 1982’de ülkemizde gösterime giren 1978 yapımı “The Greek Tycoon-Akdenizli” filminde başrolü Jacqueline Bisset ve Raf Vallone’yle paylaştı Quinn. Filmi de J. Lee Thompson yönetmişti. Quinn, Yunanlı bir armatörü canlandırmıştı. Quinn, yine 1978’de “The Children of Sanchez-Sanchez’in Çocukları”nda oynadı. Geniş bir ailenin babası olan Jesus Sanchez’in hikâyesini anlatan film, Oscar Lewis’in romanından uyarlanmıştı. Filmin senaristleri arasında İtalyan “Yeni Gerçekçi” akımın yaratıcılarından Cesare Zavattini de vardı ve bu filmi de Hall Bartlett yönetmişti. Quinn, James Fargo’nun 1978’de yönettiği “Caravans-Karavan” filminde Michael Sarrazin, Christopher Lee, Jennifer O’Neill ve Joseph Cotten’la başrolü paylaştı. Nisan 1979’da ülkemizde de gösterime giren James Michener’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop macera filmi 2. Dünya Savaşı yıllarında Afganistan’da geçiyordu. Quinn, “Zülfikar” karakterindeydi. Yönetmen J. Lee Thompson’la Quinn’in yolu 1979 yılında “The Passage-Geçit” filminde bir daha buluştu. Mart 1979’da ülkemizde de gösterime giren bu filmin görselliği çarpıcıydı. 2. Dünya Savaşı’nda geçen film, yazar Bruce Nicolaysen “Perilous Passage” romanından uyarlandı. Romanın yazarı senaryoyu da yazdı. Quinn, bu filmde James Mason, Malcolm McDowell, Patricia Neal, Christopher Lee’yle başrolü paylaştı. Quinn, “Çağrı”dan sonra Moustapha Akkad’la yolu bir defa daha kesişti. Ocak 1985’te ülkemizde gösterime girebilen 1981 yapımı “Lion of the Desert-Çöl Aslanı Ömer Muhtar” filminin senaryosunu H. A. L. Craig yazmıştı. Filmde Oliver Reed, Irene Papas, Raf Vallone, Rod Steiger, John Gielgud gibi önemli oyuncular da vardı. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Bu epik filmde, Libya’nın kahramanı Ömer Muhtar, İtalya’da 1929’da iktidara gelen faşist Mussolini hükümetinin Roma İmparatorluğu’nu yaratma hayalini çöle gömüşü anlatılıyordu. Filmin sinemaskop görüntüleri de etkileyiciydi.

Quinn, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çoğunlukla televizyon dramalarında göründü. Ama sinemayı bırakmadı. Quinn, Chris Columbus’un 1991 yapımı “Only the Lonely-Bekârın Derdi” romantik-komedisinde Nick Acropolis karakteriyle ikinci roldeydi. Filmde John Candy, Maureen O’Hara, Ally Sheedy, Kevin Dunn ve James Belushi de vardı. Ağustos 1991’de bu film ülkemizde de gösterime girmişti. Quinn’in yolu, Hollywood’da siyah sinemanın önemli yönetmenlerinden Spike Lee’yle 1991 yılında “Jungle Fever-Orman Ateşi” filmiyle buluştu. Annabella Sciorra ve Wesley Snipes’ın başrolünde olduğu filmde Quinn’le beraber Tim Robbins, John Turturro, Samuel L. Jackson da vardı. 1995 yılında “A Walk in the Clouds-Bulutların Ötesi” filminde de oynadı. Filmi, Meksikalı Alfonso Arau yönetti. Mart 1996’da ülkemizde gösterime giren filmin başrolünde Keanu Reeves vardı. Son filmi, 2002’de gösterime giren ve başrolünde Sylvester Stallone’un olduğu “Avenging Angelo-Angelo’nun İntikamı”ydı. Bu filmi göremeden bu dünyadan göçtü Quinn.

(18 Ekim 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Ah Bir Dili Olsa da Konuşsa

Animasyon, kurmaca derken şimdi de belgesel türünde 3D teknolojisi huzurlarınızda… Mekân da okyanus olunca keyif de katlanıyor haliyle… Hiç sualtı deneyimi yaşamamış olan bendeniz için müthiş bir deneyim oldu. Jean-Jacques Mantello kaptanlığında hazırlanan Okyanus Dünyası uzun yılların emek ve çabasının sonucu olarak seyirciyle buluşmayı bekliyor.

Gözünüzün önünde zarifçe süzülen manta vatozundan çekiç balığına, deniz tavşanından deniz ejderine, balinalardan köpekbalıklarına türlü türlü deniz canlısıyla müşerref olduk. Yetişkinler için olduğu kadar çocuklar için de eğlenceli bir deneyim Okyanus Dünyası… Galaya teşrif eden miniklerin, film boyunca meraklı sorularının bitip tükenmek bilmemesinden bu yargıyı destekleyebiliriz, hepsi gayet eğlenmişe benziyordu.

Bir de malûm belgesellere bir adım geri dururuz. Bu anlamda 3D bu türden doğa belgesellerinin önünü açacak gibi görünüyor. Birkaç ufak uyarı, uzun süre balıklara bakmaktan ve kamera yer yer gözümüzü balıkların vücutlarına fazlasıyla soktuğu için, küçük çapta baş dönmeleri, mide bulantıları yaşadık. Yaşadık diyorum çünkü bu etkinin sadece bende olup olmadığını öğrenmek için film arasında küçük bir nabız yoklaması yaptım. Tabii bu filmin tadını kaçıracak kadar büyük bir sorun değil. Gözlüğünüzü arada birkaç saniyeliğine gözünüzden uzak tutmak suretiyle yan etkilerden kurtulabilirsiniz.

Filmin bülteninde seyirciyi okyanusların büyülü dünyasına davet ederken bu görkemli dünyayı ve sakinlerini korumamız altına almamız için ilham kaynağı olmayı hedeflediği de yazıyordu. Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve WWF desteği ile yapılandırılmış olması böyle bir derdinin olduğunu güçlendiriyor ama ben yine de filmin içinde somut olarak bu soruna dikkat çekecek bir şeyler duyacağımı ummuştum. Biraz kör göze parmak durumu olacaktı ama olsun, artık bunu yapmak zorundayız. Özellikle de iklim değişikliği sonucu ortaya çıkacak felâketlerin soğuk nefesini her an ensemizde hissederken…

Yeri gelmişken söyleyelim bugün itibariyle Yeşiller Partisi soruna dikkat çekmek için bir basın açıklaması yaptı. Amaç; 07 – 18 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak olan iklim değişikliği zirvesi kampanyası başlatan, kamuoyu ve hükümeti sorumluluk almaya çağırmak.

Eğer su kaplumbağamızın dili olsa da konuşsaydı; “İklim değişikliği güzel dünyamızı yok ediyor. Okyanusumuz neredeyse çöplüğe dönüşmüş durumda… Endüstriyel balıkçılık, tahrip edici balıkçılık, korsan balıkçılık, balık üretme çiftliklerinde yapılan bilinçsiz avlanma sonucu biz kaplumbağalar, mercanlar, foklar, balinalar, köpekbalıkları ve daha birçok tür katlediliyor. Gemilerden denizlere dökülen petroller eko sistemimizi alt üst ediyor. Siz insanlar, bizi öldürdükçe aslında kendinizi, bizim ve sizin çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz” demez miydi? Gandhi’nin sözüyle bitirelim; ”Bu dünya herkesin ihtiyacını karşılar ama bazılarının ihtirasına yetmez.”

(17 Ekim 2009)

Gizem Ertürk

İki Film Birden / “Bir İhtimal… Var (mı?)” ya da Bombay’a Gidişin Başlangıcı

Yıllarca, sinemamızı bir öykü anlatıcısı olarak gördük. Belirleyici bir dönemine Yeşilçam adını verdik, dönem kapandıktan sonra, üretilen filmleri (ve sinema mekanizmasını) böyle bir “genel” isim ile adlandıramıyoruz. Çok farklı yapılarda filmler yapılıyor. Çağan Irmak’ın sinema yapmak için sinema yapmaya varan Karanlıktakiler’inden sonra Uzak İhtimal, Mahmut Fazıl Coşkun sinema yapmaya çalışmadan sinema yaparak çıkıyor karşımıza. Anlatılan “uzak ihtimal” bir aşk değil zaten, belki aşkın fragmanının bir ön çalışması. Bir kez rahibe değil, rahibe aday adayı -ayrılmadan demiyor mu Clara, “İtalya’ya gidiyorum, rahibe olmak için”. Boynuna haç takıyor olması, tamam, dinini belirler ve müezzin Musa’ya göre farklıdır, ama bu iki komşu arasında her hangi bir görüşme olmuyor ki. Komşuluğun doğurduğu kaçınılmaz ilişkiler, ister istemez olan karşılaşmalar, -bazen özellikle olması için hazırlık yapılıp olmayan karşılaşmalar-, düşürülen bir -ucunda haç bulunan- tesbihin verilmek üzere cepte taşınırken, kendi tesbihi ile karıştırılması, eğer dinler arası çatışma ise… Musa ile Clara -belki- çevrelerinde tepki de görecek bir ilişkiyi hep öteye iteliyorlar demiyeceğim, -öte belirli bir yerdir çünkü- sadece iteliyorlar (mı?). Çektirdikleri -çektirirken yine iteleşmekten vaz geçemedikleri- fotoğrafı Musa, Clara’ya verir, bir süre sonra Clara iade edecektir, sonra kendisini mi vermektedir Musa’ya. (Zaten kaçınılmaz hedefi olan rahibeliğe gidecektir, bu da ayrıldık demektir. “Annem, ama gerçek değil sadece beni büyüttü” dediği, ölümüne kadar baktığı rahibe ölünce, hedefe doğru harekete geçmek zamanı gelmiştir.) Bu arada Clara’nın kendini gizleyen sahaf babası Yakup, Musa’nın: “Kızın olduğunu söyleyeyim mi?” sorusuna: “Daha zamanı değil” diye cevap verir. Sahaf Yakup’un Musa’ya, “Clara’ya ilgini söyleyeyim mi?” sorusu karşısında ise O’da aynı cevabı alacaktır. Can alıcı iki nokta ki, ikisi de aynı kişiye yöneliktir, zamanı gelmediği için ötelenir. Bu nereye kadar gidecektir, bunu bilemeyiz.

Musa, camiinin kendisine verdiği daireye yerleşir, mutfakları bitişik komşu dairede de Clara, hasta annesine bakmaktadır. Musa’dan önce burada oturan camii görevlisi ise memleketi Tokat’a gitmek istemiş ve tayinini istemiş ve gitmiştir. Musa, Clara’yı ilk kez mutfak penceresinden, tüllerin arkasından görür. Peki gerek Clara olsun, gerek Musa’dan önce orada kalan camii görevlisi olsun -kendilerini göstermeyecek bir perde düzeni- neden yapmamışlardır, mutfaklarına. Clara hedef aldığı noktaya gitmeye kararlı, ama bakmakta olduğu bir hastası olan, bunun için hayatını minimum’a indirmiş birisi iken ve camii görevlisi eski kiracı da -kendisini hiç tanımıyoruz- neden mutfak pencerelerini -açılıp kapanırda olsa- içerisini göstermeyen bir perde takmazlar mutfaklarına. Perde önemli değil, çünkü olmamasının nedenini ısrarla sorduğumuz perde-ler olsa bile, Musa ile Clara ister istemez karşılaşacaklardı. Kontrol kalemi lâzım olacak Musa, Clara’nın kapısına dayanacaktı, yani kaçınılmaz birbirini izleyecek karşılaşmalar.

Uzak İhtimal, en hareketli sahnesi “polis baskını” filmden çıkarılsa -ki kolaylıkla çıkarılabilir (veya başka türlü çekilebilirdi)- bile, hiç bir şey kaybetmeyecek, oldukça zor bir senaryoya dayanan, iyi oynanmış -benim seyrettiğim seansta ilk yarı uzun bir süre “biraz” flu olmasına rağmen, ikinci yarı düzeldi- senaryosuz değil ama olaysız -acaba olaysız mı?- bir film olarak sinema tarihimize geçecek bir film. Çok iş yapmayacak, yıllar sonra -sohbetler sırasında, belki- anımsanmayacak ama sinemamız tarihinde, “küçük” ama değerli ve tek başına olarak kalacak bir film. Hikâye (öykü) anlatmadan da, daha doğrusu, anlatmıyormuş gibi yaparak da bir şeyler anlatmak, yapılan iş sinema olduğuna göre bir şeyler göstermek -mekânı kullanmak- , bunları teknik cazibelere kapılıp, optik oyunlara girmeden alabildiğine düz yapmak; tüm bunlar ötelenen bir ihtimal’den beride ilginç ve değişik bir sinemanın haberini veriyor.

Cansel Elçin’in filmi ise bambaşka bir sinema, günümüz moda tarzında modern bir sinema, -birbirine pek de paralel olmasada- üç üniversite arkadaşının bir öğrenim dönemi serüvenlerini, hepsi için bir muamma hem de -çaktırmadan- bir umut olan Şiva’nın öyküsünü anlatıyor. Elçin, senaryosunun yazılımına katıldığı filmde gerilerde bir rolde, sinema dersleri veren öğretim görevlisi rolünde oyunculuğu yükleniyorsa da, bu ilk yönetmenlik denemesinde, modern sinemanın bir örneğini veriyor. Son yıllarda ilk filmini yapan ve çok daha kişisel anlatımları deneyen yönetmenlerimizden farklı bir tutumla ilk filmini yönetirken, filmine kişisel özelliklerini yerleştiriyor. Modern sinemanın anlatımını denerken, sinemamız için oldukça değişik bu gençlik filminde, aksamayan temposu ile, gizemli Şiva kişiliği ile, üç farklı aşk tipi yaşayan arkadaşların dünyasına da farklı derinliklere inen yaklaşımlar yapıyor. Sinema meraklısı kahramanı Deniz, işletme okurken sinema dersleri de alıyor ve hocasının önerisi ile kısa film yarışmasına katılıyor. Katıldığı festivalin ödülleri açıklanırken, merakla bekleyen Deniz, günlerdir ortadan kaybolmuş Şiva’nın hastahanede olduğu öğrenince, kazandığı ödülün açıklanmasını beklemeden hastaneye koşacaktır. Şiva, en azından Deniz ve evli olan arkadaşlarının hayatını büyük boyutta değiştirirken, kendisi bir sonsuzluk içine dalmıştır. Deniz’in ödenmesi gereken bir borcu vardır ve bunu kimseye sezdirmeden başarırken, gerçekte kendisi ödüllendirilir, hem de artık kendisi tanıyamayan Şiva tarafından, -eksiğinin ne olduğunu çözemediği filmi haberi olmadan gönderildiği Bombay’dan O’na bir öğrenim hakkı kazandırmıştır. Ve işsiz bir sinemacı olmak yerine, sıkılan, karnı tok bir işletmeci olmayı bekleyen ve işletmeyi bitiren Deniz, babasının uğurlaması ile Bombay’a uçarken, bir daha görüşemeyeceği Şiva (asıl adı ile Zeynep) ile vedalaşamamıştır bile… Ama önemli değildir, onlar yaşamlarının bir bölümünde birbirlerinden kopamayacak şekilde anlaşmışlardır (artık Şiva hatırlamasa bile…)

(Sormadan edemeyeceğim, yoksa ben mi kaçırdım: Şiva, neden!? birdenbire alnındaki beneği çıkarıp, makyajlarını silerek, çırılçıplak soyunup, derin bir sessizliğe bürünüyor?)

(17 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Budapeşte’nin Özgürlük Direnişi

Zafer Çocukları (Szabadsag, Szerelem / Children of Glory)
Yönetmen: Krisztina Goda
Hikâye: Joe Eszterhas
Senaryo: Joe Eszterhas-Éva Gárdos-Géza Bereményi-Réka Divinyi
Müzik: Nick Glennie-Smith
Kurgu: Éva Gárdos-Annamaria Szanto
Görüntü: Buda Gulyás-János Vecsernyés
Oyuncular: Kata Dobó (Viki Falk), Iván Fenyö (Karcsi Szabó), Sándor Csányi (Tibi), Károly Gesztesi (Antrenör Telki), Péter Haumann (Feri Amca), Ildikó Bánsági (Bayan Szabó), Tamás Jordán (Büyükbaba), Viktória Szávai (Eszter)
Yapım: Macaristan (2006)

Kadın yönetmen Krisztina Goda’nın “Zafer Çocukları” filmi, Colin K. Gray’in yaptığı Amerikan belgeseli “Özgürlüğün Öfkesi” belgeseliyle aynı dönemde çekildi. Goda’nın bu filmi, Sovyet tanklarının işgâlinin ellinci yılında ölenlerin anısına adanmış.

Film, Moskova’da Sovyet ve Macar sutopu takımlarının maçıyla başlıyor. Havuzda maçtan daha çok bir savaş var. Macarlar, hakemlerin yanlı yönetimiyle maçı haksız biçimde kaybediyorlar. Ülkelerine dönen sporcuların içinde gözde olan Karcsi Szabó, Feri Amca’nın sorgusundan geçiyor ve aslında nelerin olduğunun da farkına varıyor. Feri Amca, acımasız ve işkencehanelerinde muhalifleri biçen biri. Rastlantıyla Viki’yle karşılaşıyor Karcsi. Sonra da kendini yavaş yavaş özgürlük savaşının içinde buluyor Viki’nin aşkıyla beraber. Üniversite öğrencileri, başbakanın Imre Nagy (János Schwimmer) olmasını istiyorlar. Öğrenciler ve tüm gençler, Ruslara “Ruski” diyorlarmış. Tıpkı, Amerikan iç savaşındaki “gri” federasyoncu askerlerinin “mavi” cumhuriyetçi askerlerine “yanki” demeleri gibi. İşte bu gençler, üniversitede bir konuşmanın ardından özgürlük çığlığını sokaklara taşıyorlar. Hükümet, gençlerin gösterilerine izin veriyor önce, sonra da eylemleri kan dökerek bastırıyor. Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’nda 1950’lerin ortalarında özgürlük hareketleri başlamıştı. Macar gençlerini Polonyalı gençlerin ayaklanmaları ateşlemiş. Yönetmen, şehirdeki savaş anlarındaki çatışmalarının ortasına seyircisini de bırakıyor sanki. Şehir gerillası savaşı yöntemi izleyen üniversiteli gençlere az da olsa bazı askerler de silâhlarıyla beraber katılıyorlar. Gençlerin elinde tüfekler ve molotof kokteylleri var. Aslında çatışmaları, gençlerin Macar Radyosu’nu ele geçirme çabaları tetikliyordu. Dünyanın en sert ve acımasız gizli polisi, Sovyet Kızıl Ordusu’yla beraber halka acımasız saldırılar düzenliyorlardı sonra.

Savaş atmosferinin içinde…

Aynı dönemi anlatan Colin K. Gray’in “Freedom’s Fury” (Özgürlüğün Öfkesi) belgeseli de 2006 yılında yapılmıştı. Bu belgesel, 1956 yılında Sovyetler’in Macaristan’daki özgürlük hakeretine karşı Sovyet işgâlini ve Macaristan’ın olimpik sutopu sporcularını anlatıyordu. Bu belgeselin ortaya çıkmasında Quentin Tarantino’nun da katkısı olmuş. Belgeselin anlatıcıysa gelmiş geçmiş en büyük yüzücülerden Mark Spitz’di. Amerikalı yüzücü Mark Spitz, 1972 Münih Yaz Olimpiyat Oyunları’nda yüzmede yedi altın kazanan ilk sporcu olmuştu. 1956 Melbourne Yaz Olimpiyat Oyunları’nda sutopu yarı final maçı, hem olimpiyat hem de spor tarihinin en vahşi karşılaşması olarak değerlendiriliyor şimdi. Macar ve Sovyet sporcuları, havuzda ölümüne mücadele etmişler. Havuzda Macarlar, Budapeşte’nin sokaklarında Sovyet tankları kazanıyordu savaşı. Çok uzun final bölümünde, yönetmen Krisztina Goda, koşut kurguyla insanı irkilten trajedileri sinemaskop olarak yansıtıyor perdeye. Kadın yönetmen Goda’nın filminin, Gray’in belgeseliyle ortak yönleri var. İki yapıtı karşılaştırınca anlıyorsunuz bunu. Öncelikle final bölümündeki sutopu maçıyla, Sovyet tanklarının Budapeşte sokaklarınnı bombardımana tutması neredeyse birbirinin ruhu gibi.

Bu filmin eleştirilebilecek yönleri de var. Baskıcı rejimden çıkma gibi önemli bir erdemi günümüzde yükselen milliyetçilik ruhuyla buluşturuyor bu film. Bunu da derin bir melodramla yansıtıyor. Ama, genel anlamda bu film gerçekçi ve çarpıcı. Sovyet tanklarının ne anlama geldiğini tam anlamıyla görsel olarak gösteriyor yönetmen. Filmdeki derin melodram, “vatan sevgisi”, “vatanseverlik”, “aşk melodramı” gibi durumlar üzerinden gelişiyor. Aşk, bu filmde sahici biçimde yansıyor perdeye. Film, “aşk için ölüm bile göze alınır” diyor sanki. Film, Hollywood’un Macar kökenli ünlü senaristi Joe Eszterhas’ın hikâyesinden yola çıkmış aslında. Eszterhas, 1944 yılında Macaristan’da doğdu. Onun adını senarist olarak ilk önce, Norman Jewison’ın 1978 yapımı “F. I. S. T – Kamyoncu” filminin ortak senaristi olarak duymuştuk. Eszterhas, ortak senarist olarak Adrian Lyne’ın 1983 yapımı müzikal “Flashdance” filmine de katkıda bulundu. Eszterhas, Costa-Gavras’ın 1988’de “Betrayed-İhanet” ve 1989’da “Music Box-Müzik Kutusu” filmlerinin senaryolarını da yazmıştı. Ama, en çok da Paul Verhoeven’ın 1992 yapımı “Basic Instinct-Temel İçgüdü” filmiyle hatırlanıyor Eszterhas. Budapeşte’de 1970 yılında doğan yönetmen Goda, ülkemizde tanınmıyor. Filmin görsel estetiği de gerçekten çok çarpıcı. Budapeşte sokaklarının ve caddelerinin derinlikli görüntüleri sinema sanatı yönünden heyecan veriyor sanatseverlere. Bir trajik tarihe tanıklık etmek isteyenler ve politik sinemayı sevenler bu filmden etkilenebilirler. Görülmeli.

(14 Ekim 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

16 Ekim 2009 Haftası

“Coco Chanel & Igor Stravinsky: Büyük Aşk”ta, “99 Francs” ile tanıdığımız, 1964 Hollanda doğumlu Jan Kounen, 20. yüzyılın radikal moda ikonu / Chanel No.5 adlı efsanevi parfümün kâşifi modacı (1883 – 1971) ile yenilikçi / çarpıcı eserlerin yaratıcısı Rus besteci (1882 – 1971) arasındaki coşkulu ilişkiyi, estetiğin zirvesinde bir sinema, tam bir ‘olgunluk dönemi’ yapıtı olarak karşımıza getiriyor. Uzunca ilk bölümde yer alan, bestecinin “Le sacre du printemps” adlı sahne eserinin 1913’teki Paris galası bile küçük bir başyapıt gibi… Tarihin en büyük başarısızlıklarından biri olan skandal galada seyirci koltuğunda oturan Chanel’in, henüz görmeden, eseri aracılığıyla Stravinsky’e duyduğu hayranlık, devrim sonrası Fransa sürgününde, onu ve ailesini kırsal alandaki büyük evinde konuk etmesine kadar uzanan sürecin başlangıcı olacaktır. Diyaloglardan olabildiğince arındırılmış, görsel ve işitsel doygunlukta, üstün nitelikleri olan bir film bu. Anna Mouglalis (Chanel) ve Mads Mikkelsen (Stravinsky) hayli patetik… Bestecinin, gerçek bir asilzade gibi davranan karısı rolünde, yer aldığı sahneleri ele geçiren Rus oyuncu Yelena Morozova ise yüreğinizin en hassas yerine dokunuyor.

“Kara Büyü”, cehennemden çıkagelerek lânetlenmiş insanların ruhlarını alan karanlık güçlerle pek içli dışlı olan yönetmen Sam Raimi’nin, “The Evil Dead”den izler taşıyan ve -ne yalan söyleyelim- bazı anlarda iliklerimize kadar ürperdiğimiz, tanıtımlarında vaat ettiklerini fazlasıyla sunan korkusu: Siz siz olun, göreviniz ne olursa olsun, yaşlı ve çirkin kadınlardan yardımlarınızı asla ama asla esirgemeyin!

“Nefes”e farklı bakış açılarıyla yaklaşmak olası. Ben yüreğinizle, her tür siyasi düşünceden arındırılmış şekilde, sadece insan olarak yaklaşmanızı öneririm. Eğer böyle yaklaşırsanız, 1993 yılında, Güneydoğu’daki bir dağ başında genç insanların, analarını, babalarını, sevgililerini, bacılarını, karılarını, çocuklarını, sıcak yuvalarını bırakıp, o vatan toprağından bayrağın indirilmemesi için her an son nefeslerini vermeye hazır (ya da çok da hazır olmayan) genç insanların ölümlerinin ağırlıklarını hissedeceksiniz.

Ey seyirci; ölüm, özellikle genç ölüm çok ama çok ağırdır. Bu film, en gerçekçi düzlemde bu ağırlığı hissettiriyor: O toprak için son nefesini vermek… Yukarıya, insan ruhlarıyla birlikte coşan bulutların arasına karışmak çok basit, anlıktır; ıslık gibi sesten sonra kafana yediğin bir kurşunla hemendir! Ama çok ağırdır be; dayanılır gibi değildir!

21. yüzyılda artık genç ölümler olmasın diye anlatmak, yüreklere çakmak gerek ağırlıklarını. Bu film işte bunu başarıyor… Bir yönetmenlik başarısı olduğu kadar bir yapım başarısı da… Orkestra için yazılmış müzik ise harika!

“Özgür Woodstock”, 15 – 18 Ağustos 1969 tarihlerine ve “barışın / müziğin 3 günlük festivali”ne geri dönerek, nasıl olup da, New York – Bethel, Beyaz Göl’de gerçekleştirildiğinin, ‘özgürlüğün parasal ilişkileri’nin ve tüm bir hazırlık sürecinin izini sürüyor. Protesto kültürünün bu tarihe kazınmış fenomeni, usta bir yönetmenlikle, kameralar ana karakter Elliot Tiber’in çevresinden ayrılmadan aktarılıyor. Tam bir belgesel lezzetinde, eğlenceli, dinamik, capcanlı… Aynen sevişerek, ‘uçarak’, müzikle coşarak, Uzakdoğu’yu cehenneme çevirenlere ve ayrımcılara isyan eden gençler gibi. Seyirci için gerçek bir uyarıcı diyebiliriz.

“Yukarı Bak”ın yaratıcıları, yüksek bütçeli, 3 Boyutlu bir bilgisayar animasyonu için risk alarak, başkahramanlarını, yakışıklı, güçlü, güzel, çekici karakterler olarak değil, memnuniyetsiz / inatçı yaşlı adam ve tombik çocuk olarak belirleyip, ikisinin, balonlar marifetiyle uçan bir evle gittikleri Güney Amerika’daki maceralarını öykülemişler. Sonuç, tam bir başarı! Çünkü bilirsiniz, alıp başını gitmeyi, herkes zaman zaman düşlemektedir; işte dakikalar ilerledikçe çok sevdiğiniz bu iki tatlı tip, birbirlerine cesurca sahip çıkan, yaşama ve doğaya karşı dürüst bu iki sevimli insan, izleyene rehberlik edip, düşlerini yaşatmakta… Asıl büyük serüvenin, görmesini bilenler için, en yakında, sıcak bir yuvanın içindeki mutlulukta saklı olduğunu düşündürterek tabii.

“Zafer Çocukları”, 1956’da, SSCB destekli hükümete karşı ayaklanan ve sonra çok sert biçimde bastırılıp dağıtılan Macar halk hareketinin 50. yıldönümünde çekilmiş, ünlü Joe Eszterhas’ın senaryo ortağı olduğu, klâsik öykülemenin tüm gereklerini yerine getiren, sağlam yapılı, oldukça gösterişli bir film. Tüm ailesi gizli polis teşkilâtınca öldürülmüş, hareketin önde gelen ‘savaşçı’sı Viki ile Ulusal Su Topu oyuncusu Karcsi’nin aşkı, olayların merkezinde ve klâsik sinemanın izdüşümü de, aynı yıl Melbourne’da yapılan Olimpiyat Oyunları’nda, Macar takımının SSCB takımını hezimete uğratarak, tüm dünyaya anlamlı bir mesaj vermesi ile tamamlanmakta: Bu tarz sinemayı sevenler için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

(13 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

“Başka Dilde Aşk” ya da Aşkın Dili

Metalaştırılmış insan ilişkileri ve matematiksel hesaplarla kurgulanmış aşk ilişkilerinin alabildiğince yaygınlaştığı ve neredeyse aşk kavramının ince hesaplarla yapaylaştığı çağımız anlayışını çürüten İlksen Başarır imzalı “Başka Dilde Aşk” filmi iki aşk tutkununun kendilerine ve topluma karşı yürüttükleri tersine yolculuğun fotoğrafını çekiyor.

Devam eden 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali yarışma filmlerinden İlksen Başarır imzalı “Başka Dilde Aşk” festival kapsamındaki galasıyla ilk kez seyirci karşısına çıktı. İlk filmiyle festivalin en iddialı yapımlarından birine imza atan Başarır, toplumsal ve bireysel ön kabûllere en çok kurban giden aşk kavramını, temel yeterlilik noktasından, yani insan olmaktan ele alarak, aynı naiflikle beyaz perdeye yansıtıyor.

Mert Fırat ile birlikte senaryosunu yazdığı filminde tam bir tersine gidişin güncesini tutan ve aşkta imkânsız diye bir şeyin olmadığını kanıtlayan Başarır, kahramanlarının her birinin kendi algıları ve kendi engelleriyle depreşmelerinin yanı sıra, toplumsal engellerle de nasıl başa çıktıklarına ışık tutuyor.

Birbirinden farklı birçok metaforu bir arada harmanlayarak her türlü engelle başa çıkmanın bir yolu olduğunu formulize etmeyi başaran film, izleyicinin kafasında da ‘aslalar’ ve ön kabûller konusunda önemli soru işaretleri yaratıyor. Bir çağrı merkezinde zor şartlarda çalışan Zeynep’in aşık olduğu sağır ve dilsiz Onur ile iletişimini yer yer komik bazen de trajik göstergelerle elekten geçiren yapım, karakterlerin yapıntılandırılmasındaki tutarlılıkla da dikkat çekiyor.

Bir arkadaşının doğum günü partisine gittiği sırada Zeynep’le tanışan Onur konuşamadığı ve duymadığı için babası tarafından sürekli horlanmış ve hakir görülmüştür. Konuşmaya çalışırken çıkardığı tuhaf sesler nedeniyle babasının kendisinden utanması ve diğer insanların tuhaf davranması üzerine artık hiç konuşmayan Onur, grafik tasarımcısı olmasına rağmen kütüphanede çalışmaktadır. Zeynep çalıştığı çağrı merkezinin şefi Aras ile bitirdiği ilişkisinin ardından Onur’a aşık olur ve herkesin beklentilerini boşa çıkararak değişmeye başlar. Onur’la anlaşabilmek için işaret dili öğrenen ve yaşadığı dönüşümden sonra bu kez etrafındakilerin ve yaşadığı toplumun kurallarıyla uğraşan Zeynep, adeta imkânsızı başarır ve herkesin beklentilerini de boşa çıkarır.

Onur, Zeynep’le olan beraberliğiyle birlikte yeniden konuşabilme konusunda kendi engelleri ve annesinin yaklaşımlarıyla uğraşırken seyirciye adeta ders verir. Öykünün bir diğer kahramanı Kâmuran ise başından geçen bir olay nedeniyle evden hiçbir şekilde dışarı çıkmamaktadır. Sokakla bağlantısını kesen Kâmuran, aslında günlük yaşamımızda maruz kalma ihtimalimizin her daim yüksek olduğu basit olayların nasıl ağır sonuçlar doğurabileceğine de işaret ediyor. Aile, iş ve aşk ilişkileri ekseninde seyirciyi yolculuğa çıkaran film, ‘moda ilişkiler’ gerçekliğini de yerle bir ediyor.

Başrollerini Mert Fırat, Saadet Işıl Atasoy, Lale Mansur ve Emre Karayel’in paylaştığı Dram türündeki film, Hüseyin Karabey’in “Gitmek” filmindeki tersine yolculuğuyla insanın imkânsız olan karşısındaki tutarlı duruşun meyvelerinin adresini gösterirken, Çağan Irmak’ın “Issız Adam” filmindeki dingilik ve bireyin kendi içindeki devinimiyle olan irtibat noktalarına temas etmesiyle ise, kişinin içinden gelen sesi dinlemesiyle karşılaşacağı sonuca işaret koyuyor. Aralık ayında gösterime girmesi beklenen film, Türkçe olmasına rağmen, Türkçe alt yazı ile gösterilmesiyle de engellilere önemli bir imkân sunuyor. Kişinin engelinin kendisiyle mi yoksa bizim ona çıkardığımız engellerle mi âlâkalı olduğu ironisini baştan sona kadar diri tutan yönetmen, mekân seçimleri, müzik ve görüntülerdeki paralel gidişle de seyirciye sahici bir emek sunuyor.

FİLMİN KÜNYESİ
Yönetmen: İlksen Başarır
Senaryo: İlksen Başar, Mert Fırat
Tür: Dram
Süre: 138 dakika.
Oyuncular: Mert Fırat, Saadet Işıl Atasoy, Lale Mansur, Emre Karayel, Timur Acar, Ayten Uncuoğlu, Metin Coşkun, Şebnem Köstem, Tuğrul Tülek, Tuna Karlı.
2008-Türkiye

(12 Ekim 2009)

İsmail Yıldız

Cansel Elçin ile “Kampüste Çıplak Ayaklar”

Fransa’da başlayan tiyatro yolcuğu, ilk kısa filmi Papillon, 2000’li yıllar boyunca rol aldığı birçok Fransız filmi, Ferzan Özpetek ile Harem Suare deneyimi ve bir manevrayla Türkiye’ye geliş…

Ardından Yağmur ve Durul Taylan biraderlerin Küçük Kıyamet’iyle Türk sinemasında dikkatleri üzerine çeken Cansel Elçin, Kırık Kanatlar ve Hatırla Sevgili dizilerindeki başarısıyla artık tüm Türkiye’nin tanıdığı bir oyuncu oldu.

Bizler Elçin’in yeni sezonda nerelerde rol keseceğini merakla beklerken, o çoktan önlüğü geçirip işin mutfağına geçmiş bile… Yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık derken her taşın altına el atan Elçin, oyunculukla yönetmenliğin birbirini beslediğini düşünüyor.

Uzun zamandır hayalini kurduğu filmini gönlünce çekmek için Kiproko filmi kuran Cansel Elçin’in yönetmenliğe geçişi münasebetiyle yaptığımız söyleyişi paylaşıyoruz…

*****

Türkiye’nin en beğenilen oyuncularından birisiniz… Özellikle Hatırla Sevgili dizisi ile çok daha geniş kitlelere ulaştınız… Tam da bu noktada kamera arkasına geçmek cesaret işi… Sizi yönetmen olarak görmeye devam edecek miyiz?

Evet, oyunculuğun yanı sıra yönetmenliği de daha farklı projelerle sürdürebilirim. Ayrıca oyunculukla yönetmenliğin birbirini beslediğini düşünüyorum. Kamera arkasında oyuncu olmanın avantajını yaşıyorsunuz. Çünkü beklentileri biliyorsunuz.

Bir kitap okuyup filmin storyboardunu çizmeye başladığınızı söylediğinizi duymuştum. Bu süreçten bahseder misiniz?

Bunun temeli aslında iki buçuk sene önce Meltem İnan’la tanışıp, bana verdiği Yeni Bir Şiva romanını okumamla başladı. Biraz Amelie tadında, içinde sevgi, fedakârlık, arkadaşlık olan bir hikâyeydi. ”Ben bunun filmini çekebilir miyim?” diye düşündüm ve senaryo aşamasına başladık. Senaryoyu yazdıktan sonra filmi görmem gerekiyordu. Bu yüzden bir storyboard çıkardık. 500 plânlık bir storyboard… Filmin storyboard’ını laptopta müzikle beraber izleyince, filmi kafamda canlandırdım ve ”Ben bu filmi çekebilirim.” dedim. Filmde Hindistan, Fransa, Alp Dağları, tren içi, uçak içi gibi maliyeti yükselten mekânlar fazla olduğundan, yapımcıların ikna olması zor görünüyordu. Bir de filmi tamamen istediğim mekânlarda, istediğim castla ve ekiple özgürce çekmek istiyordum. Bu yüzden filmin yapımcılığını kendim yapmaya karar verdim ve Kiproko Film kuruldu. Kültür Bakanlığı’ndan destek almamız da bize çok yardımcı oldu. Bir buçuk senelik bir ön hazırlık döneminden sonra, Hindistan çekimleri ile başladık; Fransa ile devam ettik.

Papillon isimli bir kısa filminiz var, ondan bahseder misiniz? Genellikle yönetmenlerin kısa metraj filmleri, uzun metraja geçtiklerinde referans alınır ve benzerlikler taşır… Papillon ile Kampüste Çıplak Ayaklar’ın benzerlikleri var mı?

Papillon, senaryosu bana ait olan kısa metrajlı bir komedi filmi… 2003 yılında Fransa’da çektim, daha sonra burada da çeşitli festivallerde gösterildi. Kendisi de oyuncu olan bir arkadaşımın başından geçen ve engellileri konu alan bir hikâyeye mizahi bir anlayışla yaklaştım. Kampüste Çıplak Ayaklar da içinde durum komedisi barındıran bir film ama birçok yönüyle farklı… Öncelikle bu, Meltem İnan’ın Yeni Bir Şiva adlı bir romanından uyarlanan bir film… Dolayısıyla, senaryo hem kitaba sadık kalmalı, hem de benim bakış açımı yansıtmalıydı. Çünkü bir romanı okuduğumuz zaman hepimizin aklında farklı hikâye beliriyor. Yaşamlarımızla âlâkalı…

Deniz sevmediği bir bölümde okuyor, sinemaya ilgisi var, biz bunu arkadaşlarının -sürekli “Bu yıl kısa film yarışmasına katılıyorsun değil mi” ya da “Filmini çekiyorsun değil mi”- sözlerinden anlıyoruz ama filmde somut bir şekilde sinemayla olan bağını göremiyoruz çünkü sürekli bir aşkın peşinden koşuyor… Hatta bu aşk sinema tutkusundan da önde… Deniz’in sinema yolculuğu biraz da tesadüflerle ilerliyor sanki… Sevgilisi ona geri dönse, Şiva’nın sihirli dokunuşları olmasa belki çok daha farklı bir yola gidecekti…

Belki de… Tercihlerle ilgili diye düşünüyorum. Deniz’in idealleri var ama aklından çıkaramadığı bir aşkı da… İlk tercihini aşktan yana yapıyor. En azından gerçeklerle yüzleşene kadar aşkının peşinden gidiyor… Burada ‘aşk için nereye kadar gidebilirsin, fedakârlık edebilirsin’ durumu da var biraz…

Umutsuzca eski sevgilisinin peşinden koşan ve gerçekten istediği şeyleri hep geri plâna atan Deniz, romantik filmler izleyip beyaz atlı prensini yanlış yerlerde arayan Ebru ve diğerleri… Ülke sorunlarında uzak ve kendi dünyalarında yaşayan ve bocalayan üniversitede öğrencileri… Günümüz Türkiye’sinden bir üniversite gençliği tablosu… Böyle bir mesaj kaygısı mı taşıdınız?

Aslında filmi çekerken bir mesaj kaygısı taşımadım. Sadece yollarını bulmaya çalışan ve bocalayan bir grup gencin, bir dış etkenle (Şiva) geçirdikleri değişim ve olgunlaşma sürecini anlatmak istedim. Ama bu biraz da izleyicinin bakış açısıyla değişebilir. Filmi hangi duygularla izlediğinize de bağlı… Yorum seyircinin artık…

Hint Mitolojisi sizin için ne ifade ediyor?

Hint Mitolojisi filmde Şiva’nın anlattığı küçük, sembolik hikâyelerde karşımıza çıkıyor sadece ama renkli ve eğlenceli olduğu kadar, filmin anlatmak istediklerini desteklediği için de ilgimi çekti… Meselâ, hikâyelerin birinde anlatılan dört kollu tanrı Vishnu, kollarının her biriyle farklı değerleri simgeliyor. Bilgelik, farkındalık ve insanın kazandıklarını çevresindekilerle paylaşması, yardımsever olması…

Şiva’nın sırrı filmin kırılma noktası… Biz bu sırrı filmin başında öğreniyoruz…

Filmin sonunda klişe bir sürpriz sahne kullanmaktansa, Şiva’nın durumunu en başından seyirciyle de paylaşmak, yaşananları o bilinçle seyretmek, durumu daha enteresan kılıyor ve filmi didaktik bir anlatımdan uzaklaştırıyor diye düşündüm.

Kampüste Çıplak Ayaklar ilk uzun metrajınız ve sizin için çok özeldir ancak objektif bir şekilde baktığınız zaman eksik bulduğunuz ya da içinize sinmeyen tarafları var mı?

Tabiki her zaman daha iyisinin olabileceğini düşünüyorsunuz ama bunun bir sonu yok…

Filmle ilgili gelen bazı olumsuz eleştiriler sizi rahatsız etti mi? Eleştirileri önemli bulup dikkate alıyor musunuz, yoksa ‘okumuyorum bile’ diyenlerden misiniz?

Filme farklı yaklaşımlar olması doğal… Olumlu veya olumsuz her türlü yapıcı eleştirinin işimizi geliştirmenin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum ve açığım. Yeter ki fikir veren, düzeyli eleştiriler olsun… Sonuçta büyük emeklerle bir proje ortaya çıkarıyorsunuz…

(12 Ekim 2009)

Gizem Ertürk

Bir Yeşilçam Efsanesi Böyle Tarih Oldu

1946’dan 2006’ya kadar tam 60 yıl boyunca Türk sinemasına, çoğu günümüzde artık birer klâsiğe dönüşmüş olan birbirinden güzel ve unutulmaz yapıtlar kazandıran Acar Film, Yeşilçam’daki yapısal dönüşüme en uzun süre direnen ‘star üretim şirketi’ oldu; ancak sonunda o da 2000’lerle birlikte değişen politik, ekonomik, estetik ve toplumsal standartlar karşısında pes ederek tarihe karıştı.

Sinema tarihimizin en müstesna filmleri ve yıldızlarına yarım yüzyılı aşkın bir süre ev sahipliği yapan bu efsanevî şirketin Mecidiyeköy’deki stüdyoları, yakın zamanda ‘alışveriş merkezi’ yapılmak üzere yerle bir edilmişti. Biz de bu yeni sürecin eşiğinde, tarihe kayıt düşmek üzere, çocukluğu ve gençliği bu stüdyolarda geçmiş ünlü görüntü yönetmeni Cem Sertesen ile birlikte ‘hafriyat’ı gezerek hatıraları yâdettik.

Bundan yıllar önce, İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin dünyanın dört bir köşesindeki sinema tutkunlarını gözyaşlarına boğan ünlü filmi “Cennet Sineması”nda gördüğüm hüzünlü bir sahneyi, yıllar geçip de kendi ülkemde, Türkiye’nin artık simgeye dönüşmüş en değerli film şirketlerinden birinin enkazında neredeyse birebir olarak yaşayacağımı hiç düşünemezdim.

İzleyenlerin de hemen hatırlayacağı üzere, 1988 yapımı o müthiş filmde, öykünün ana kahramanı İtalyan film yapımcısı Salvatore “Toto” Di Vita, sinema makinistliği yapan kadim dostu Alfredo’nun cenazesine katılmak üzere, terk edişinden tam 20 yıl sonra yeniden köyüne döner. Katıldığı iç burucu cenaze töreninden sonra, onu ana ocağında ikinci bir duygusal darbe daha beklemektedir. Köyünün, adına “sinema” denilen o büyülü dünyayı kendisine ilk kez tanıtan, minicik bir çocukken loş salonunda yüzlerce film izlediği, sonrasında da dostu Alfredo’nun yardımıyla o filmleri makine dairesinden perdeye yansıtmayı öğrendiği biricik sinema salonu, “otopark yapılmak üzere” yıkılmaktadır. Çünkü artık devir değişmiş ve “video kaset çağı” başlamıştır; kimsenin film izlemek için karanlık salonlara doluşmadığı böyle bir zamanda da bu denli büyük bir araziyi atıl durumda tutmanın ticarî açıdan hiç bir anlamı kalmamıştır.

Ve Salvatore, bir grup köy sakiniyle birlikte, hayatının odak noktası olan, kendisine mesleğini kazandıran o güzelim mekânın, çocukluğunun sığınağı “Cennet Sineması”nın merhametsiz dinamit ve balyoz darbeleri eşliğinde bir kaç dakika içinde yerle yeksân edilişini izler. Köyün tarihinde olduğu gibi onun hayatında da bir devir artık tamamen kapanmıştır.

Biz de sinema ve televizyon sektöründen 15 yıllık has dostum, değerli görüntü yönetmeni Cem Sertesen (*) ile birlikte, yakın bir zamanda buna çok benzeyen bir hüzün kasırgasının içinde bulduk kendimizi… Bir tatil günü telefon açan Sertesen, “Biliyor musun, Acar Film’in Mecidiyeköy’deki stüdyolarını tamamen yıkmışlar” deyip, hemen ardından da şu teklifi yapıyordu:

“Yakında oralara tamamen farklı bir takım binalar dikilecektir, bir kuşak sonra da Acar Film’in yerini tarif edebilen bir tek kişi bile kalmaz zaten… İster misin, bugün gidip şirketin arazisine son bir kez göz atalım, arşivimiz için bir iki de fotoğraf çekelim?”

Acar Film’in benim hayatımdaki yeri bir sinemasever olarak çok önemli olmakla birlikte, aynı şirket, telefondaki dostum için hiç kuşkusuz ki bundan çok daha fazlasını ifade ediyordu. Çünkü, 1994 yılında yitirdiğimiz rahmetli babası Melih Sertesen, meslek hayatının büyük bir bölümünü Acar Film’de görüntü yönetmenliği yaparak geçirmiş, o çatının altında, her biri anılarımızda özel yerlere sahip olan (büyük bir bölümünü de hayat boyu dost kaldıkları gedikli yönetmeni Nejat Saydam ile birlikte çektikleri) 110 dolayında filme imza atmıştı. Hâliyle, Cem ağabey de baba mesleğinden hareketle, daha kısa pantolonla dolaştığı yıllardan itibaren kâh Tarık Akan’ın kâh Türkan Şoray’ın kucağında, bütün bir çocukluk ve gençlik yıllarını bu şirketin koridorlarında, stüdyolarında, bahçesinde geçirmişti.

Kronik bir nostalji duygusu içinde yaşayan iki “demode” sinema adamı olarak, hemen atladık ve gittik Acar Film’den arta kalanları görmeye… İki saatte yakın gezdik hafriyattan arta kalan geniş bahçede…

Bir bahçe düşünün ki sırf orada bile Türk sinemasının bir çok başyapıtının unutulmaz sahneleri çekilmişti. Cüneyt Arkın’ın, Ediz Hun’un, Murat Soydan’un ve Kartal Tibet’in “N’ayır, n’olamaz”larını duyar gibi olduk sinema arşivimiz için son hatıra karelerini alırken…

Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve diğer Yeşilçam kraliçelerinin (Adalet Cimcoz ve Jeyan Mahfi Ayral destekli) histerik konuşmaları, “Şu anda öylesine mes’udum ki Ferit” lâkırtıları gelip geçti kulaklarımızın kenarlarından…

60 yıllık bütün o hengâmeden, hatıralar demetinden geriye kalan tek somut şey ise bahçenin orasına burasına saçılmış durumdaki bazı 35 mm film rulolarıydı. Taşınma sırasında kıymetsiz görülüp bırakılan eski film şeritleri… Onları yerden avuç avuç toparlayıp soluk karelerini güneşe doğru tuttuğumuzda yine bir sürü tanıdık simâyla karşılaştık; bütün bir çocukluğumuz, gençliğimiz geçti gözlerimizin önünden…

Hatıralar beynimizin kıvrımlarında usul usul yaşamaya devam etse bile, Türk sinemasının anıt şirketi Acar Film artık ne yazık ki yoktu.

Gezimizi tamamladıktan sonra da yakınlardaki bir kafeteryaya gidip oturduk; tek kelime konuşmadan karşılıklı birer fincan çay içtik. Neden sonra, Cem Sertesen bir ara fincanını kaldırarak benimkine vurdu; adından da günün anlam ve önemini özetleyen şu cümleleri sarfetti:

“Bu yıkımla birlikte klâsik Yeşilçam geleneği de artık bütünüyle sona ermiştir. O zaman ne diyelim bari, yeni Türk sinemasının şerefine!”

Geçen zamana ve gelişen teknolojilere paralel olarak, hayatta eskiyen her şey gibi sinemanın da kaderi bu demek ki… Birileri miadını doldurup sahneden çekilirken, yerlerine sürekli başkaları geliyor ve döngü her seferinde yeni oyuncularla sürüp gidiyor.

Türk sinemasına kazandırdığın bütün o yenilikler ve güzellikler için çok teşekkür Acar Film… Ve şimdilerde pek çok üyesi artık hayatta olmayan Acar Film yapım ekibi…

*****

Sinemaya Acar Film’de başlayan yıldızlar

Acar Film, 60 yıllık tarihçesi boyunca Türk sinemasına düzinelerce aktör, aktrist, yönetmen ve senarist; yanı sıra da başta kameramanlar olmak üzere sinema sektörünün her aşamasına yüzlerce uzman teknik personel kazandırdı. İlk oyunculuk deneyimlerini bu şirketin platolarında yaşayan yıldızlardan ilk anda aklımıza gelen bir kaçı şöyle:

(Aktristler) Hülya Koçyiğit, Gülşen Bubikoğlu, Necla Nazır, Ajda Pekkan, Oya Aydoğan, Esen Püsküllü, Neriman Köksal ve Deniz Gökçer / (Aktörler) Tarık Akan, Ediz Hun, Göksel Arsoy, Murat Soydan, Tanju Gürsu, Kadir Savun ve Yıldırım Önal…

Bunun dışında, Yeşilçam’ın klâsik döneminde (1950-1980) sinema sektörünün içinde olup da yolu en az bir kez Acar Film stüdyolarına düşmemiş tek bir oyuncu bile yoktur.

*****

Acar Film ile çalışma rekoru ‘Sultan’da

Türk sinemasının gelmiş geçmiş en popüler ve de çalışkan kadın oyuncusu, nâmı diğer “Sultan” Türkan Şoray, Acar Film stüdyolarında görev almış aktristler arasında açık ara rekortmen bir konumda bulunuyor.

Şoray, sinema setlerine ilk adımını attığı 1960 yılından, Acar Film’in yapımcılık faaliyetine son verdiği 1978 yılına kadar, bu şirketin çatısı altında 40’ı aşkın başrol üstlendi. Söz konusu filmlerin 1968’den sonra çekilenleri renkli olup, bunların önemli bir bölümünde de yönetmenliği Nejat Saydam, görüntü yönetmenliğini ise Melih Sertesen gerçekleştiriyordu. Ki sinemamızın bu unutulmaz ikilisi, birlikte çektikleri 60 filmle sonradan kendi alanlarında da bir başka önemli rekorun sahibi oldular.

*****

Acar Film’in ürettiği yapıtlar şimdi nerede?

Acar Film, şirketin kurulduğu 1946 yılında çekilen “Gençlik Günahı”ndan (Yönetmen: Şadan Kamil) 1978’deki “Deli Şahin”e (Yönetmen: Nejat Saydam) kadar, aktif üretimde olduğu 32 yıl boyunca toplam 96 uzun metrajlı film gerçekleştirdi. Ki bu rakama, şirketin platolarında çekilen hiç bir reklâm-tanıtım filmi, belgesel ya da kısa metraj dahil değil…

Öte yandan, Acar Film’de, prodüksiyonu A’dan Z’ye üstlenilen 96 filmin yanı sıra, 60 yıllık hizmet süresi boyunca başka yapımcı şirketlere ait binlerce filmin de seslendirme, özel efekt, banyo, 35 mm kopya çoğaltım ve benzeri teknik işlemleri gerçekleştirildi.

1980’lerden sonra bir daha film yapımıyla ilgilenmeyen, yalnızca platolarını ve teknik ekipmanlarını kiraya vererek sektörde pasif bir rol üstlenmeyi yeğleyen şirketin son kuşak yöneticileri, 2000’lerin başlarında, arşivdeki bu 96 uzun metrajlı filmin telif hakları için Show TV yönetimiyle masaya oturdular. Yapılan uzun pazarlıkların ardından, Acar Film’in bütün arşivi, hem negatif hem de pozitif kopyalarıyla birlikte 2001 yılında Show TV’ye satıldı. Günümüzde Show TV ekranlarında neredeyse her gün izlediğimiz klâsik dönem Yeşilçam melodramlarının büyükçe bir bölümü işte o eşsiz arşive aittir.

Acar Film’in mekân ve cihaz kiralama işini de terk ederek filmcilikten bütünüyle çekilme tarihi ise 30 Haziran 2005… Şirketin Mecidiyeköy’ün en işlek noktasında bulunan genel merkezi ve çekim platoları, arazinin Polat İnşaat’a satışından kısa bir süre sonra, aylarca süren zahmetli bir hafriyat çalışmasıyla yıkıldı. Şimdilerde ise bu boş alanda çok büyük bir alışveriş merkezi yapılacağı söyleniyor.

*****

‘Efsane şirket’ten gişe rekorları kırmış bazı unutulmaz filmler

“İstanbul’un Fethi”, 1951 / Yönetmen: Aydın Arakon
“Çiçekçi Kız”, 1965 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Buzlar Çözülmeden”, 1965 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Alparslan’ın Fedaisi Alpago”, 1967 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Sarmaşık Gülleri”, 1968 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Buruk Acı”, 1969 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Bülbül Yuvası”, 1970 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Aşk Hikâyesi”, 1971 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Mavi Eşarp”, 1971 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Vukuat Var”, 1972 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Dinmeyen Sızı”, 1972 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Sokaklardan Bir Kız”, 1974 / Yönetmen: Nejat Saydam
-1959-1969 yılları arasında çekilen “Fosforlu Cevriye” serisinin tamamı

Eksiksiz ve ayrıntılı bir liste için bkz:

http://www.sinematurk.com/film.php?action=goToFirmPage&firmid=1003&ad=Acar%20Film

*****

Yeşilçam’a renkli film yapımını öğreten şirket

Türkiye’de 35 mm renkli sinema filmi çekim çalışmaları ciddi anlamda ilk kez 1967 yılında başladı; ancak ülkede çekilen renkli filmleri lâyıkıyla yıkayabilecek bir laboratuar olmadığı için bu çabalar bir kaç yıl boyunca büyük zorluklarla karşılaştı.

1967’de 7 filmle ilk adımlarını atan renkli negatif kullanımı, ertesi yıl çekilen 177 filmden 24’ünün renkli olmasıyla biraz daha ivme kazandı. Ancak, çekilen bütün bu filmler “Kısmen Renkli”ydi, yani (malzeme ve teknoloji kıtlığından dolayı) öykünün yönetmen tarafından önemsenen bazı bölümleri renkli çekilirken, büyük bir bölümü ise yine siyah-beyaz görüntüleniyordu. Bugün için oldukça anlaşılmaz görünen bu garip durum, o günlerde çekilen bu tür karma filmlerin afişlerine de “Kısmen Renkli” ibaresiyle yansımıştır.

Renkli film alanındaki tecrübesizliği kıran ilk şirket, yine Acar Film oldu. Acar Film’in, Türkiye’de kaliteli renkli film çekilip banyo edilebilmesi ve kopyalarının da kalite kaybına uğramadan basılabilmesi için yurt dışına özel bir ekip gönderip fizibilite çalışması yaptıran vizyon sahibi kurucu patronu Murat Köseoğlu (1902 – 1977) büyük bir yatırım gerçekleştirerek ülkemize ilk renkli film banyo tanklarını ve kopya baskı araçlarını getirtti. Yeni ekipmanları ve yurt dışyında eğitim görmüş personeliyle ilk sınavını 1968 yılında “Sarmaşık Gülleri”yle veren şirket, aynı zamanda Türk sinema tarihine de afişlerine “Tamamen Renkli” ibaresini yazan ilk şirket olarak geçecekti.

Acar Film, “Sarmaşık Gülleri”nden sonraki bütün filmlerini renkli olarak çekti; ki kullandığı 35 mm negatif hammadde ve laboratuar eczaları, faaliyetine son vermesine kadar daima Yeşilçam’da kullanılan en kaliteli malzemeler olarak anılacaktı.

*****

(*) Babası Melih Sertesen’in Acar Film adına 110 dolayında sinema filminin görüntü yönetmenliğini üstlenmesi nedeniyle, Cem Sertesen’in bütün çocukluğu ve gençliği de bu şirkette asistanlık yaparak geçti. Sertesen, halen NTV kanalında kamera servisi şefliğini yürütüyor; yanı sıra da çeşitli eğitim kurumlarında görüntü yönetmenliği üzerine dersler veriyor.

Acar Film’in yıkılan stüdyosunun harita üzerindeki yeri için tıklayınız.

(04 Ekim 2009)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

09 Ekim 2009 Haftası

“Aşkın (500) Günü”, tesadüflerle örülü hayatlarımızda, ‘onunla bir ömür geçirmeye’ inanan genç adamın ve sahiplenilmeyi reddeden genç kadının karşılaşıp tanışıp ayrılmalarını, tam olarak da, tersine bir örneğin yani ‘bağlanan adam’ ile ‘maraza çıkaran kadın’ının da olabileceğini öyküleyen, ‘taptaze soluklu’ genç film! Sonuç, aşk acısı çektiğini zanneden hiç kimse üzülmesin!

“Uzak İhtimal”de, bir duru yürekli insan, genç müezzinin, kapı komşusu rahibe adayı, zarif ve güçlü iradeye sahip hanımefendiye duyduğu o saf sevgi, giderek ikisi arasında filiz veren ‘imkânsız aşk’ üzüyor. Yürekler için olduğu kadar, her düşünen insana, aşkların önüne yine insanlar marifetiyle konan engelleri sorgulatabilen bir film de… Türk Sineması’nın ‘adam gibi’ örneklerinden!

“Zaman Yolcusunun Karısı”, zaman çizgisi içinde ileri-geri gidip gelebilen bir adam ile onu kabûllenmiş kadının, paradoksal engellere ve yazgının oyunlarına direnen, tutkulu, büyük aşkını anlatıyor. Bu zor yapıda seyirciyi hiç zorlamayan bir gramer ve kurgu ile görüntülerin renk kombinasyonları kusursuz.

(08 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bu Aşkın İhtimali Uzakta mı?

Uzak İhtimal
Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun
Senaryo: İsmail Kılıçarslan-Tarık Tufan-Görkem Yeltan
Müzik: Rahman Altın
Görüntü: Refik Çakar
Oyuncular: Nadir Sarıbacak (Musa), Görkem Yeltan (Clara), Ersan Uysal (Yakup), Can Kolukısa, Murat Ergün
Yapım: Hokusfokus Film (2009)

İlk filmi “Uzak İhtimal”le etkileyici bir sinema anlatımına ulaşan yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, farklı renklere, kültürlere ve dinlere saygılı ve hoşgörülü bakıyor. Yönetmen, filminin hiçbir anında, final dahil, melodramın çekici tuzaklarına düşmüyor.

1973 yılında doğan yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, Amerika’da UCLA’da sinema eğitimi almış. Yönetmen, televizyonun ünlü tartışma programlarının yaratıcısı Ahmet Hakan Coşkun’un da kardeşi. Yönetmen, “Kısa’ca Ramazan: Domates Orucu Bozmaz” kısa filmini yaptı “Uzak İhtimal”e gelmeden önce. Vakti zamanı geldiğinde yönetmen, “Uzak İhtimal”in DVD’si çıktığında bu merak edilen kısa filmini de seçenekler arasına ekler, umarız. Yönetmen, bu ilk uzun filmi “Uzak İhtimal”le Krzysztof Kieslowski (Kristof Keşlovski okunuyor) ruhunun içinde dolaştırarak sıcaklığın içine alıyor seyircisini. Tüm karakterlerine ve dinlere saygıyla yaklaşan film, açık uçlu finaliyle iyi bir yönetmenin geldiğini de haberliyor. İyi yazılmış senaryonun kurgu dili de gerçekten çarpıcı. Bazı anlarda yönetmen, bir sonraki sahnenin konuşmalarını ve seslerini, bir önceki sahnenin sonunda vermeye başlıyor. Sanki zihinde yaşanıyormuş gibi. Ruhani bir şey bu. Yönetmen neredeyse her şeyi ölçüsünde kullanmış bu ilk filminde. Diyaloglarda ve karakterlerin yansıyışında bu fark ediliyor. Hem iç hem de dış mekânlar, görsel anlamda zengin ve estetik yansımış perdeye. Yönetmen filmini sinemaskop teknikle çekerek daha geniş gösterme fırsatını buluyor etkileyici mekânlarını. Müezzin Musa’nın kaldığı ev, filmin ruhunu da yansıtıyor. Evin içinde bir güven duygusu, sadelik ve sıcaklık yansıyor. Clara’nın evi de, eski zamanların azınlıklık devirlerini hissettiriyor. Ayrıca yönetmen, hem kiliseyi hem de camiyi aynı sıcaklıkla ve saygıyla yansıtabilmiş. Her dinin kendine göre ritüelleri var elbette.

Farklı renkler ne güzel…

İstanbul’a resmi tayini çıkan Ankaralı Musa, müezzin olarak Tophane’deki camiye geliyor. Caminin eski müezzinin daha önce oturduğu Galata’daki daireye yerleşiyor Musa. Aynı katta, yaşlı ve hasta bir rahibeyle dairede yaşayan Clara’yla yavaş yavaş iletişim de kuruyor Musa. Haç’lı kolyesini düşüren Clara’yı takip eden Musa, Clara’nın Hıristiyan olduğunu anlıyor. Sonra ayin sırasında Katolik kilisesine gidiyor. Orada sahaf Yakup’la tanışan Musa’nın sıradan ve renksiz geçebilecek hayatına bir canlılık getiriyor bu tanışma. Yaşlı Yakup’a Osmanlı çevirileri için yardımcı olan Musa’nın başı bir akrabasıyla derde giriyor, ama Yakup onu bu sıkıntısından kurtarıyor. Ve Musa, belki de hayatında ilk defa gerçek aşkı kalbinde hissetmeye de başlıyor. Clara, camiden sonra artan zamanını dolduruyor. Bu filmde küçük merak anları da var. Yönetmen, çok geçmeden bu küçük sırları seyircisine açıklıyor. Bu yüzden filmin giriş bölümü değer kazanıyor. Musa, fazla açılmadan şehri de tanımaya çalışıyor. Seyirciyi de o mekânların büyüsünün içine alıyor Musa. Yönetmen, hikâyesini çoğunlukla Musa’nın bakışıyla yansıtıyor. O anladığında seyirci de anlıyor. Bir de bu filmde Şile diye büyülü bir yer de armağan gibi perdeyi kuşatıyor. İstanbul’un hemen yanı başında. Sanki Portofino gibi. Sahaf Yakup’la dostluğu derinleşen Musa’nın aşkı da derinleşiyor. İçine kapanık olduğundan belki aşkını ifadelendiremiyor. Bu filmde, Yakup’un radyosu da önemli. 68 kuşağından Yakup, 94.9 Açık Radyo’da yayımlanan “Açık Gaste” programını da dinliyor sabahları. Guguk kuşunun gongunun vuruşundan sonra ud tınısı duyuluyor ve ardından her zamanki gibi Ömer Madra “merhaba kâinat” diyor. Mekânlar, müzikler, radyolar, aşklar, farklı kültürler, dinler ne güzel!.. Belki de bu filmin en iyi taraflarından biri, melodramın o çekici tuzaklarına düşmemesi ve insanın duygularını sömürmemesi.

Filmin başarılı kameramanı Refik Çakar, “Hatırla Sevgili” dizi filminin kameramanlarından biriydi. Önümüzdeki dönemlerde adını anacağımız kameramanlardan biri olma yolundaki Çakar, “Uzak İhtimal”le beraber bu yıl Cemal Şan’ın “Sonsuz” ve Cansel Elçin’in “Kampüste Çıplak Ayaklar” filmlerine de katkıda bulundu kameraman olarak. Bu film, Rotterdam Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de “En İyi Yönetmen”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini kazanmıştı. Musa’ya hayat veren Nadir Sarıbacak, ilk defa bu filmle görünüyor. Clara, Görkem Yeltan da filmlerde ve dizilerde oynamış. Mehmet Güreli’nin yönettiği 2008 yapımı “Gölge” filminde başrolde oynamıştı. Yeltan, “Uzak İhtimal”in senaryosunu da katkıda bulunmuş. Fonda duyulan viyolensel ve piyano tınıları da insana iyi geliyor. Filmin finalinden sonra bu aşkın “uzak ihtimal” olduğunu düşünenler olabilecek. Belki de öyledir. Rahibe olmak için trenle İtalya’ya giden Clara’nın arkasından bakan Musa, belki de iki muhteşem dost kazanıyor. Bu da her şeye değmez mi?

(07 Ekim 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Karantinadakiler

Lütfi Akad’ın ünlü üçlemesinin ilk çekilen (üçleme sırasında “ikinci” olması gerekir) filmi olan Gelin için, bir yazarımız “Akad, yazamadığı romanları film olarak çekiyor” demişti. Tartışılabilir konudur ama gerçek payı vardır ve diğer iki filme (Düğün, Diyet) nazaran en “romansı” film de Gelin’dir. Sinema başlangıç günlerinden beri bir çok kez edebiyattan yararlanmıştır. Romandan uyarlamalar yanında zamanla özgün senaryolar da giderek daha kişilik bulmuştur. Sinemaya bir çok kaynaklık eden edebiyat gün gelmiş sinemadan etkilenerek örnekler vermiş, belli bir popülarite sonucu sinemaya yönelik -filmi çekilmeye hazır- romanlar yazılmıştır. Fakat unutmamak gerekir ki sinema ve roman zaman zaman beraber (veya paralel) yürüselerde ayrı dillere sahiptirler. Edebiyatın (romanın), yazıldığı dil’in olanaklarını kullanma ayrıcalığı vardır, sinema ise görselliği nedeni ile, bir dil’in olanakları ile sınırlı değildir. Edebiyat, sinemanın görsel üstünlüğünü, (detaylı) tasvirlerle kendince yeniden üretirse de, sinema edebiyatın anlatım olanaklarından olan zaman kiplerini ancak kullanmayı deneyebilir. Çağan Irmak, Karanlıktakiler’de Egemen ile Gülseren’in günlük yaşayışlarından kısa örnekleri tekrarlar halinde vererek, edebiyatta geniş zaman kullanılarak bir iki cümlede yapılacak anlatıma, daha fazla zaman ayırmak ve daha fazla uğraşmak zorunda kalıyor. Başlangıçta böylece roman dilini kullanmayı kullanıyorsa da, sonradan tekrarlanan anlatımları bırakarak, -romanda da kaçınılmaz olarak bu yöntem bırakılır- sinemasal anlatımına (şimdiki zaman) dönüyor.

Filmin açılışında, kapıyı çalan çocuklar pencereye çıkan Gülseren Hanıma yaptıkları işaret ile, filmde aklımıza takılan sorunun cevabını verirler, bilmeden. Yıllardır kapı dışarı çıkmayan, değişik, birikmiş, ne olduğu bilinmeyen korkuların, yıllardır -bir çoğunun uydurma olması muhtemel- üstü örtülmüş yalanların, yakıştırmaların dünyasında yaşayan Gülseren Hanım, oğlu Egemen’i de kendi dünyasında tutmaya çalışıyor. Eve, annesine bir çok kez itiraf etmesine rağmen, her gün bir yalanı yaşayarak, kravatını takıp, elde boş çanta ile işe gider Egemen. İş yeri ise, bambaşka bir dünyadır, evde peşinden gidilen (var mı?) değerlere göre. Dışarıya kapalı bir hayat yaşayan ana-oğulun, romanesk anlatımla başlayan yaşam anlatımları, şimdiki zamanda ilerleyerek (birbirlerine yaptıkları gaddarlıklarla birlikte) oğulun bambaşka sonuçlar için plânladığı, bir aile içi şölenle kamufle edilmiş sonuçlara ulaşmaz sonuçta. Plân yine altüst olur, yabancısı oldukları maddelerin -şarap/uyarıcı otlar- getirdiği nokta, yılların tüm kısıtlamalarını yerle bir eder. Tatlı yemeye gidilir.

Egemen’in (neden Egemen ismi? doğum biçimi/nedeni karşısında, bu isme nasıl karar verilmiştir) evdeki kısıtlı, kısıtlamalı yaşamı yanında, iş yerindeki renkli gibi görünen ne olduğu belirsiz, ne iş olursa yapmak durumunda olan -tam anlamı ile- “joker eleman” hali, işvereni Umay Hanımın özeline tanıklığı ile değiştirilmek istenirse bunun olanaksız olduğu çabuk anlaşılacaktır. Bu noktadan sonra, gece bekçisinin, dünyanın dertlerine sonu olmayan bir şekilde karşı çıkma yöntemi denenecek ve bu andan itibaren, Egemen ve Gülseren’in monoton yaşamları -Egemen’in plânı ile- değişecek, Gülseren’in durumu seyirci için açığa kavuşacaksa da, Egemen neler olduğunun farkına varamayacak, uyarıcının (ot’un) etkisi ile yılların monotonluğundan silkelenen ana-oğulun yaşamı, ipi bırakılmış bir balon gibi havaya gidecektir; ipi bırakılan balonların gidişi ancak bir yere kadardır ve dönüşü yoktur. Irmak, kahramanlarına “karanlıktakiler” demiş, ben “karantinadakiler” diyorum, hemde bile bile ve -özellikle- Gülseren, kendi isteği ile. Karantinaların çıkış yerleri “tatlıcı” mıdır?

Irmak ilginç bir yönetmen, sinemamızda bazı filmler kendilerine özel yerler edinirler. Irmak’ın bir önceki filmi Issız Adam da böyle filmlerden biridir ve sinemamızda şimdiden kendine -tüm değerlerin dışında- bir yer edinmiştir; maalesef görmüş değilim, ama Karanlıktakiler’den sonra -artık- görmek gerektiğini düşünüyorum. Benim görmemiş olmam ise filmin yerini her hangi bir şekilde etkilemez ve görmemiş olmam veya görmem bu yeri değiştirmez.

(06 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Bu Filmde Herkese Başrol Var

Bir sinema filminde başrole ne dersiniz? Hem de hayatınızın rolü… Filmde sadece siz varsınız… Kulağa hoş geliyor değil mi? Su katılmamış aptallar aranıyor, daha bol ne var ki? Sen, ben, hepimiz… Dünyanın sonuna az ya da çok katkıda bulunan bizler başroldeyiz.

Küresel ısınma mı dediniz? Buzullar mı eriyor? Biz de çevreciyiz nihayetinde… Dikkat ediyoruz, meselâ ışıkları falan açık bırakmıyoruz, muslukları kapatıyoruz. İçim rahat, üzerime düşeni yaptım. Ama şu yel değirmenlerini kaldırın lütfen, manzaramı bozuyor…

Yılmaz Erdoğan, Aptallık Çağı’nın ön gösteriminde yaptığı konuşmada çok akıllıca bir gönderme yaptı. Erdoğan, filmden önce Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nü açıp “aptal” sözcüğünün anlamına baktığını söyledi. Aptal’ın Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki karşılığı; “zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu, alık, ahmak, alık salık” olarak veriliyor. Bunların içinde “ahmak” sözcüğüne dikkat çekiyor. Ahmak: “Aklını gereği gibi kullanamayan, bön, budala, aptal…” Zekâsı gelişmemiş değiliz, hatta zekiyiz de, diyor ama bu ahmak olmamıza engel değil. Çevremde öyle çok ahmak var ki… Hem çok zeki ahmaklar…

İngiliz belgesel film yönetmeni ve iklim değişikliği aktivisti Franny Armstrong’un yönettiği “Aptallık Çağı” dünyanın sonunun gelmesi için elinden geleni ardına koymayan insanlığın, bir nevi kendi zaman ayarlı bombasını nasıl yaptığını anlatıyor. Hâlâ şansı varken iklim değişikliğini durdurmak için hiçbir şey yapmayan insanlığın son zamanlarını 10’dan geriye doğru sayıyor.

Çekimleri 3,5 yılda tamamlanan animasyon ağırlıklı, belgesel-kurmaca Aptallık Çağı, tıpkı Greenpeace gibi, hiçbir kurum ve kuruluşun yardımını kabûl etmiyor. Bu yüzden Aptallık Çağı tamamen bireysel çabalarla yapılmış bir bağımsız film.

Sokağa Çık, Eylem Yap, Ses Çıkar

Irak savaşının gerçek yüzü, Afrika’daki açlık ve sefalet, tüketim çılgınlığı, iklim değişikliği… Kısacası kapitalizmin yol açtığı tahribatlar filmde bir bir gözler önüne seriliyor ve bu illetten tez elden kurtulmak için birlikte harekete geçme mesajı veriliyor.

Filmin en büyük derdi, aralık ayında Kopenhag’ta düzenlenecek BM İklim Zirvesi’nde acil önlemler alınmasını sağlamak. Tabii en başta hükümetleri dünyadaki sıcaklık oranını iki derece düşürerek sabitlemeleri ve gezegenimizi insanlar ve diğer canlılar için yaşanabilir hale getirmeleri için global emisyon düzeylerini azaltacak uluslararası bağlayıcı anlaşmalar yapmasını sağlamak geliyor.

Bu konuda en büyük görev dünyanın duyarlı insanlarına düşüyor. Oturduğumuz yerden bizden önceki kuşaklara bizlere ne kadar berbat bir dünya bıraktıklarını söylemek anlamsız. Küresel ısınmaya karşı bilgi sahibi olmalı, neler yapabileceğimizi tartışmalı, insanların dikkatini çekmeliyiz. Sokağa çıkmaktan korkmamalı, direnmeli, eylem yapmalı, gürültü çıkartmalıyız…

BKM ve Dell Türkiye katkılarıyla 09 Ekim’de BKM’de vizyona girecek filmi daha çok insanın izlemesini sağlamak herkesin boynunun borcu olmalı diye düşünüyorum. Tabii filmi izledikten sonra da kolları sıvamak gerekiyor. Filmle ilgili daha detaylı bilgiyi bültenden okuyabilirsiniz. Ayrıca www.ageofstupid.net ve www.greenpeace.org/turkey sitelerini ziyaret etmeyi unutmayın.

Sona Adım Adım

Emperyalizm dünyayı ve içindeki her şeyi fokur fokur kaynatırken biz omuz silkmeye devam ediyoruz. Kasırgalar, seller, hızla artan kanser ve daha bizleri bekleyen nice felâketler sonun sinyalleri… Birilerine dur demenin vakti geldi de geçiyor bile… Dünyanın sadece 50 yılının kaldığından söz ediliyor ve biz hâlâ umursamadan, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Arkadaşım Zeynep Günay ile birlikte geçtiğimiz yıl Türkiye Yeşilleri’nin kurucu üyelerinden Gültekin Tetik ile konuyla ilgili uzun bir söyleyişi yapmıştık. Bir bölümünü tekrar burada paylaşmak istedik.

Ormanda yürürken ağaçların arasında ormanı fark edememek gibi insanlar da yaşadığı evrenin farkında değil. Empati kuramıyor. Bindiği dalı kesiyor. Doğayla savaşmayı marifet sanıyor. Ağaçları kesiyor, denizi kirletiyor, hayvanları öldürüyor, havayı kirletiyor… Sadece kendisini düşünerek bencil davranıyor.

Halbuki gezegen, insanlara öyle güzellikler bahşediyor ki bunları anlar ve barış içinde yaşarsak bu güzelliklerin de farkına varabiliriz… İnsan dışında var olan her şeyde simbiyotik bir denge var. Bütün yaşam zincirleme birbirine bağlı. Bu uyumu tek bozan; insan…

İnsan doğaya aykırı bir varlık mı?

Bir örnekle açıklamak gerekirse, şu an kullandığımız her cep telefonu 10 ağaca denk geliyor. Dünyadaki katalog ihtiyacı için bir ayda tam 8 milyon ağaç katlediliyor. Gezegendeki ağaçlar hızla yok oluyor. Ağaçlar karbondioksiti emiyor. Bize tertemiz bol oksijenli bir hayat vaad ediyor. Ağaçların yok edilmesi çölleşme ve hava kirliğini de beraberinde getirmeyi de unutmuyor.

Buzullar da hızla eriyor. Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek felâketler neler?

Buzullar 2012 yılında çok ciddi bir şekilde erimiş olacak. Buzulların güneş ışığının yansıtıcı özelliğini ortadan kaldırdığını düşünürsek güneş ışınları direk deniz tarafından emilecek ve de suyun ısısı değişecek. Deniz suyunda oluşan değişim tuzluluk oranını etkileyecek. Akıntıların yönü ters dönmeye başlayacak. Dünyanın elektro-manyetik dengesi bozulacak. Kutupların da değişmesine neden olacak olan bu oluşum dünyanın patlamasına ve bütün yaşamın bitmesine neden olabilir.

Dünyanın her yerinde yaşanan doğal afetlerin küresel ısınmayla bağlantısı var mı?

Tabii ki… Şu anki sonuçları kasırgalar, fırtınalar şeklinde görünüyor. Geçen sene Japonya’da 10 tane kasırga olayı yaşandı. Bunların hiçbiri basına bildirilmedi. Yaşanan her şey bir felâkete dönüşüyor. Bu felâketler iklim bozukluklarını beraberinde getiriyor. Kar yağmıyor. Çok ciddi bir sorun. Kar yağışı; su için, mikropların kırılması için, bitkilerin tohumlanması için hayati öneme sahip.

Kanser gittikçe yaygınlaşıyor. Çernobil’in verdiği zararlar görmezden geliniyor. Örneğin; Karadeniz’den gelen her şeyde radyasyon var. Çay, fındık, mısır vb. Devam eden bu süreç içinde hâlâ Türkiye’de nükleer santraller, termik santraller yapılmaya çalışılıyor. Bu hem kansere hem de küresel ısınmaya neden oluyor. Karbon kökenli enerji kaynakları; petrol, doğalgaz, otomobil, fosil yakıtlar… Ciddi anlamda küresel ısınmaya davetiye çıkarıyor.

Japonya’da bahsettiğiniz kasırgalardan neden insanlar haberdar edilmiyor?

İnsanların korkup, sivil toplum kuruşlarına yönelmelerinden korkuyorlar. Ben de Türkiye Yeşilleri’ne bağlı olmasam öğrenemezdim.

Türkiye Yeşilleri’nden biraz bahseder misiniz?

Türkiye Yeşilleri temel ilkeri; insan hakları, hayvan hakları, doğaya saygı, ekolojik bilgelik, çok renklilik, demokrasi, yerellik… Yeşillerle çalışmak için kuşkusuz bu düşüncelere sahip olmak gerek.

Uygarlık ve teknoloji aslında insanlara ve doğaya yarardan çok zarar veriyor…

Kızılderililer, ilkel komünal toplum yaşantısını -Abojinler gibi- başarıyla uygulamış doğayla uyum içinde yaşamasını çok iyi bilen varlıklar. Zaten onlara Amerikan yerlileri tanımı daha uygun… Onlar gibi düşünmeyi öğrenmek gerek. Aslında kendimizi uygar diye tanımlarken uygarlığın bir vahşete dönüştüğünün farkında değiliz. Her şey arsızca sömürülüyor. Bu sömürü geçici fayda getiriyor. Para kazanma, uygarlık inşa etme gibi… Bunları yaparken kendimizi öldürdüğümüzün farkında değiliz… “Son ağaç kesildiğinde, son ırmak kuruduğunda, son balık öldüğünde, insanlık paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak…” O zamanlar söylemiş Kızılderililer, ama biz uygar insanlar bunu hâlâ anlayamıyoruz.

Kapitalizmin her daim daha çok paraya ihtiyacı var. Bu da insanları sürekli tüketmeye programlamaktan geçiyor…

Evet, Kapitalizmin çok paraya ihtiyacı var. O yüzden bizi sürekli tüketmeye yöneltiyor. Gerek yapılan reklâmlar, gerek özendirici yaşam hikâyeleriyle insanlar oyalanıyor. Ne yazık ki para karın doyurmayacak ve bizim varlığımızı sağlamayacak. Yok olmamızı sağlayan bir kısır döngü kapitalizm… Paraya endeksli kâr amaçlı bir sistem olduğu için insanların yararı için değil tam tersine mevcut şirketlerin para kazanmasına yönelik. Bunun sonu yok. Çünkü dünyadaki kaynaklar sabit. Bu yüzden ben paranın gezegenden kalkması gerektiğine inanıyorum. Meselâ, bu binayı altınla doldurduğumuzu düşünelim. Dünyada da yeterince yiyecek kalmadığını… Bu altınları yiyebilir miyiz? Hayır. Altına bu değeri biz veriyoruz. Aslında hiçbir değeri yok. Yiyecek ve su gelecekte altından, uranyumdan çok daha değerli olacak, çünkü olmayacak. Ne yaparsanız yapın elde etmek mümkün olmayacak.

Küresel ısınmayı durduramazsak bizi nasıl felâketler bekliyor?

İnsanlığın şu anki nüfus artışına göre 100 yıl sonra insanların yaşam alanı, ayakta yan yana yer kalacak şekilde olacak. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, kişi başına minimum 1,5 dönüm temiz toprak ve su gerekli. Bu hesap üzerinden ilerlersek, gezegenimiz üzerinde 50 yıl kadar bir ömür kaldı. Kadınlar yıkanamayacakları için saçını kesmek zorunda kalacak… Kimyasal, sentetik maddelerle temizlenip, kimyasal ve sentetik elbiseler giyecek. Çöp dağlar oluşacak. Su ve yiyecek yetmeyeceği için çölleşme başlayacak, iklim göçleri oluşacak, terör oluşacak, kaos oluşacak, deniz suyundan faydalanmak isteyen fabrikalar oluşacak ve deniz suyunda karbon olduğu için insanlarda ciddi sağlık sorunları oluşacak. Tatlı su bulamayacak insanlar! İnsan ömrü 30 yaşına kadar kısalacak, cilt ve deri kanserleri yayılacak.

Bu kadar ciddi bir tehlikeyi insanlar neden görmezden geliyor?

İnsanların aptal olduğunu düşünüyorum. Eisenstein ve Aziz Nesin’le hem fikirim bu konuda. İnsan psikolojisine baktığımızda çok büyük sorunlarla karşılaştığında insanlık başka şeyleri görmezden gelmeyi tercih ediyor. Devekuşu gibi başımızı kuma gömmeyi tercih ediyoruz. Polianna’cılık oynamanın kimseye faydası yok. Gelecek gelecektir. Kaçınılmaz olarak biz bunları yaşayacağız. O nedenle bir an önce yaşamak ve devamlılığımızı sağlamak için acil önlemler almamız gerek.

Nasıl önlemler almalıyız?

En kökten çözüm kapitalizmin ortadan kalkması… Para amaçlı yaşam ve üretim biçimlerinin yok etmek gerekiyor. Daha sonra temiz enerjilere yönelmemiz gerek. Rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi, jeo-termal enerji, Bio-tüp enerji ki bunların hepsi Türkiye de mevcut. Fakat bunun ötesinde insanın mantık olarak hayat biçimini değiştirmesi gerek. Bizim yaşam anlayışımız kapitalizmin bize dayattığı tüketime yönelik. Yaşam anlayışımızı bir an önce değiştirip bu kadar tüketmekten vazgeçmemiz gerek. Bu kadar enerjiye ihtiyacımız yok. Ana fikir olarak insanların tüketim çılgınlığından kurtulması, yaşam alışkanlıklarını değiştirmesi, (bu kadar otomobile de gerek yok. Toplu taşıma araçları var, bisiklet var. Yürüme parkurları, bu kadar alışveriş ve alışveriş merkezleri) enerji tüketiminin azaltılması, mevcut enerji kaynaklarının da temiz enerjiye dönüşmesi gerekiyor.

Merak Etmiyor musun?

Cep telefonu çılgınlığının sonu nereye gidiyor?
Cep telefonu güvenlik standartları yeterli midir?
Cep telefonuyla konuşmak gerçekten hasta eder mi?
Çocukların ceple konuşması ne kadar risklidir?
3G teknolojisinin bilinmeyen tehlikeleri neler?
Cep ve baz istasyonları doğal çevre ve hayvanlar için de zararlı mı?
Cep telefonları dışında evimizdeki radyasyon yayan cihazlar hangileri?
Kendimizi ve çocuklarımızı korumak için ne yapmalıyız?
Elektromanyetik dalgalarla insan zihni kontrol edilebilir mi?
Evimizin yakınındaki sağlığımızı tehdit eden baz istasyonlarını nasıl kaldırtabiliriz?

İnsanların yoğun ama gözü kapalı olarak kullandığı ve hayatlarını kolaylaştırdıklarına inandığı her “şey”e karşı özel bir ilgisi olan Hayykitap, Prof Dr. Selim Şeker’in Cep Tehlikesi kitabını yayınladı. Teknolojinin karanlık yüzünü deşifre etmekten hoşlanan Hayykitap bu özel kitabı dünyanın gidişatından endişe eden herkese sunuyor. Sözüm 3G’nin getirdiklerini değil götürdüklerini merak edenlere… Türkiye’nin “anti-radyasyon amcası” olarak da tanınan Şeker 10 soru 10 cevap formatıyla insanlara gerçekleri gösteriyor.

Herkese huzursuz seyirler, rahatsız okumalar…

(08 Ekim 2009)

Gizem Ertürk