12 Mart 2010 Haftası

“Acı Bir Hayat Hikayesi”, bir Amerikan kâbusu! 1987’de Harlem’de, evi terk etmiş babası tarafından defalarca tecavüze uğrayıp ondan ‘down sendrom’lu bir kız çocuğu dünyaya getirmiş ve şimdi, yine ondan hamile, egoist bir tembel olan annesi tarafından da sürekli itilip kakılan, aşırı şişmanlamış bir zenci ve disleksi sorunlu bir öğrenci olarak yaşamaya çalışmak kâbus değildir de nedir? Ensest ilişkiden kaptığı HIV virüsü de ‘bahşiş’! Yaşı mı: 16! Sadece 16! Çok mu inanılmaz geldi? O halde, son birkaç yılda üçüncü sayfalara yansıyan bizdeki haberlere bakın. Türkiye’de en yakıcı konuların üzerine cesaretle gidebilecek yönetmen eksikliği çektiğimiz için, Amerikan Bağımsız Sineması’dan gelen, psikolojik sertliği antolojilere geçebilecek, zor izlenir bu film karşısında şoke olduk. İnsanın olduğu her yerde yaşanan bu koyu dramın, melodramatik tuzaklara düşmeyen gerçekçi anlatımı, yönetim ve oyuncu performansları karşısında şaşırmamak olası değil.

Ona, Precious’a yardım edebilen birilerinin varlığı, insanlıktan umudu kesmememiz için bir neden olsa da, problemlerin kökenindeki sevgisizliğin adaletsizlikle kol kola, en alttakilere azaplar yaşattığını kabûl etmek gerek. Bazıları için sevgi arayışı, hep acıdır; gözyaşıdır… Ve hâlâ, Harlem’deki Precious’lar ile Türkiye’deki Ünzile’lerin, yaşamlarından istifa etmeden direnebilmeleri de, asıl mucizelerdir.

“Çılgın Kalp”, genç aktör Scott Cooper’ın Thomas Cobb’un kitabından uyarlayarak yazdığı ve yönettiği ilk film. Ama öyle olgun bir ilk film ki… Çaptan düşerek kasaba barlarında çalmaya başlamış alkolik country müzik efsanesinin, ellili yıllarında yeniden, hem de bir çocuklu genç kadına âşık olmasını ve aslında, hayranlarının belleklerinde unutulmadığının, yüreklerinde de çok sevildiğinin ipuçlarını, müzikle ışıldatarak anlatıyor. Eğer efsane katına yükselmişseniz, ne kadar düşseniz de, örneğin yıldız yaptığınız genç şarkıcının vefasının sağlamlığını görebilir; yeniden doğabilirsiniz… Hiçbir kusuru olmayan bir ‘insan hissetmek’ hikâyesi! Bir büyük oyuncu Jeff Bridges, aşılması zor bir dorukta; bir bölümde ona eşlik eden ‘konuk oyuncu’ Colin Farrell yine şaşırtıcı: İkisi de, mükemmel iki country şarkıcısı!
“Yüreğine Sor”, yönetmenin güçlü biçimde hissedildiği filmlerden. Yusuf Kurçenli, kahramanlarıyla kolaylıkla empati kurabileceğimiz aşkı tüm yakıcılığıyla kalplerimize işleyip, oyuncularını doğru tonlarda oynattığı yerel ve aynı zamanda evrensel bir filmi, kültür bahçesine armağan etmiş bulunuyor. Yöre kültürü ve folklorun, uzmanlarla çalışılarak, en ince ayrıntısına kadar, rengârenk şekilde ve zengin görsel düzenlemelerle hikâyenin içine işlendiği filmlere, sinemamızda pek rastlanmadığından, Türk Sineması’nın bu has yapıtını kaçırmamanız gerektiğinin altını çiziyorum. İlk kez izlediğim Kenan Ece’nin de, ‘aura’sı olan ve hissettirebilen, son 15 yılda Türk Sineması’nda rastlamadığım türde bir genç erkek oyuncu olduğunu vurgulamalıyım.
“Zindan Adası”, savaşa katılmış ülkelerdeki insanların korkunç ruhsal sarsıntılar geçirdiği bir dönemde, 1954 yılında geçiyor. Kaçak bir kadın suçluyu bulmak için, üzerlerinde deneysel tedaviler de uygulanan psikopat katil hastaların tutulduğu ve kaçmanın olanaksız olduğu adada kurulu Ashecliffe Hastanesi’ne, yeni tanıştığı ortağı Chuck Aule ile birlikte çağırılan adli polis Teddy Daniels’in, iz sürerken bir dolambaçta ‘kaybolması’nın öykülendiği usta işi çalışma. Gotik bir korku atmosferi içinde, gerçekle kâbuslar arasında gidip gelirken karanlığa çekilen genç adamın gerilimi yoğun öyküsünde, seyircilerin de, aklın esnekliği içinde kışkırtıcı bir meraka sürüklendiğini söylemek yeterli olacaktır. Zaman zaman kötülüğün daha baskın olduğu dünyada, insan olmanın, ruhu acılara gark eden nasıl ‘ağır’ bir durum olduğuna dair bir temaya ilişkin de diyebiliriz. Martin Scorsese – Leonardo DiCaprio ikilisinin dördüncü işbirliği, yine, çarpıcı bazı anlara, küçük şoklara, soluksuz izlenen bir başarıya dönüşmüş. Bu yılın en iyilerinden!

(10 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com