Kategori arşivi: Yazılar

Ruhunu Mefisto’ya Satan Faust: Leni Riefenstahl

Sinema tarihinin ilk büyük yaratıcı ve dahi kadın yönetmenlerinden Leni Riefenstahl üzerine belgesel yapan yönetmen Ray Müller, “Onun trajedisi yeteneğiydi” demişti. Marksist sinemayla yetişen Riefenstahl, yeteneklerini Nazi ideolojisiyle mi gösterebildi? Propaganda sinemasının hanımağası Leni Riefenstahl üzerinde düşünmek istedik.

Leni Riefenstahl… Asıl adı, Berta Helene Amalie “Leni” Riefenstahl olan Alman kadın yönetmen Leni Riefenstahl, 22 Ağustos 1902’de Berlin’de doğdu, 8 Eylül 2003’te Münih’e yakın Pöcking’te öldü. O, Nazilerin propaganda filmlerinin yönetmeniydi. Nazilerin toplantı belgesellerini çekti çoğunlukla. Riefenstahl’ın en akılda kalan görüntüleri, Adolf Hitler’in meydanlarda Alman halkına ateşli konuşmalarıydı. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, sinema dünyasından dışlandı ve o da fotoğrafçılığa yöneldi. Denizlerin, okyanusların belgesellerini çekti.

Leni Riefenstahl, Macar sinemacı Béla Balázs’la (4 Ağustos 1884 – 17 Mayıs 1949), 1932’de ortak yönettikleri “Das Blaue Licht-Mavi Işık” filmini yaptı. Hem de Balazs, Marksist sinemanın öncüsü bir sanatçıydı. Balazs, Alman dışavurumcu sinemacılarıyla Fransız “Yeni Dalga” akımı yönetmenlerini çok etkilemiş önemli bir Marksist sinemacı. “Mavi Işık” filmi, ayrıca sinema tarihinin ilk gerçek iç mekân çekimleri olan yapıtıydı. Riefenstahl, bu filminde başroldeydi ve Junta karakterini canlandırdı. Film, Gustav Renker’in “Bergkristall” (Kaya Kristali) romanından uyarlanmıştı. Junta, cadı olarak görülür. Dağlara, tepelere tırmanmayı seven Junta mağarasında ayışığında parlayan kristalleri çok sever. Mavi ışıkla aydınlanan bu mağara onun için kutsaldır. Şehirden gelen bir ressam Junta’ya aşık olur. Junta, İtalyanca konuşuyor, ressamsa Almanca. Ressam, Junta’nın mağaradaki kristallerini keşfeder. Köylüler için bir zenginlik kaynağı mıdır bu kristaller? Kristalleri açgözlü köylüler yağmalar, Junta bazı köylüler tarafından tecavüze uğrar ve trajik sonunu yaşar mağarasında. Bu filmi sağ basın övmüş, sol basınsa biraz eleştirmiş. Film, Venedik Film Festivali’nde “Gümüş Madalya” kazanmıştı. Bu filmin özgün hikayesi Grimm kardeşlerin 1810’daki bir derlemesinden ilham aldığı da söyleniyor. Siyah-beyaz çarpıcı görüntülerin olduğu filmde öncelikle genel plânlardaki etkileyicilik hemen fark ediliyor.

Büyük belgeselci…

Oyunculuk ve yapımcılık da yapan Riefenstahl, kendi yazdığı ve yönettiği 1938 yapımı belgeseli “Olympia”da çıplak da görünmüştü. “Olympia” belgeselinin galası da 3. Reich Hitler’in doğum gününe denk getirilmişti. Nazilerden önce Marksist sinemacılarla yakın ilişkileri olan ve Marksist bir gelenekten gelen Riefenstahl, neden Nazilere yakın olmuştu? Acaba yeteneklerini bu ideoloji içerisinde daha verimli mi gösterebildi? Riefenstahl’in, hiçbir yerde bir Nazi faşisti olduğuna dair bir ibare de yok. Onun üzerine 1993’te “Macht der Bilder: Leni Riefenstahl-Leni Riefenstahl’in Muhteşem Korkunç Yaşamı” belgeselini yapan yönetmen Ray Müller, Rifenstahl için şunları demişti: “Çok iyi bir sanatçı olduğu için hiç unutulmadı. Onun trajedisi yeteneğiydi…” Sinemanın yenilikçi yönetmenlerinden olan Riefenstahl, Hitler için propaganda filmleri yaptı savaş öncesi ve savaş sırasında. Hitler’in meydanlarda halka ateşli söylevlerini perdede öyle yansıttı ki, görünen gerçeklik bambaşka bir gerçekliğe dönüştü. Kamerayı koyduğu açılar, kurgusu ve gündüz çekimlerinde bile ışığı etkiyeci kullanması Riefenstahl’ın Nazi propagandalarına yardımcı oldu. Nazilerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in de gözdesiydi. Nazi propagandası için çektiği belgeseller, savaşın ardından onu savaş suçlusu durumuna düşürdü. Riefenstahl’ı, sinemada devrimci olacak kadar yenilikçi yapan şey neydi? Elbette Riefenstahl, Marksist sinemanın içerisinde yetişti. Estetik duyarlılığı bu ortamda gelişti. Riefenstahl’ın üzerinde, belirlediğimiz gibi Bela Balazs’ın sinemasal bakış açıları etkili oldu. Riefenstahl sonraları, Nazi estetiğini oluşturmakla suçlandı. Özellikle Nazileri için yaptığı siyah-beyaz “Triumph des Willens-İradenin Zaferi” belgeseliyle. Bu belgeselin yönetmeni, senaristi ve yapımcısı Riefenstahl’dı. “İradenin Zaferi”, Nasyonal Sosyalistlerin 1934 tarihinde Nuremberg şehrinde yaptığı gösterişli altıncı kongresini belgelemek üzere yaptırılmış bir propaganda belgeseliydi. Nazi Partisi’nden büyük destek alan Riefenstahl yeni Nazi devletini epik anlatımlı sinemayla yücellti. Bu belgeseli (hâlâ inanılmaz), otuz kamerayla birden çekti Riefenstahl. Eğer, sesi kapatıp “İradenin Zaferi”ni öyle sessizce izlediğinizde olağanüstü bir sinema şöleniyle başbaşa kalıyorsunuz deniliyor. Bu belgeselin sanatsal ve estetetik tarafı çok yüksek çünkü. Seyirci, propangandayı bir tarafa itip sinematografik tat alabiliyor bu belgeselden. Riefenstahl için şöyle deniliyor: Nazilerin yükselmesinde Leni Riefenstahl’ın katkısı tahminlerin çok çok ötesindeydi.

Hitler hayranıydı…

1930 yılında Marlene Dietrich’i ünlendiren “Der Blaue Engel-Mavi Melek” filminin yönetmeni Josef von Sternberg, Hollywood’a giderken Riefenstahl’ı da yanında götürmek istedi. Riefenstahl Almanya’da kaldı. Belki de Sternbeg, “Mavi Melek” için Dietrich’i oynatmasını isteyen Riefenstahl’a teşekkür etmek istemişti. Riefenstahl, 1933 yılında Nazileri anlatan 61 dakikalık ilk belgeseli “Der Sieg des Glaubens-İnancın Zaferi”ini çekti. Başrolde de Adolf Hitler, Josef Goebbels, Hermann Göring, Rudolf Hess ve Heinrich Himmler vardı. 1935’te 30 dakikalık belgeseli “Tag der Freiheit: Unsere Wehrmacht-Özgürlük Günü: Ordumuz”, Nazi Sosyalist Parti’nin propagandasıydı. Balazs’la yaptığı “Mavi Işık” filmi Hitler’i çok etkilemiş ve Hitler, Riefenstahl’la hemen tanışmak istemiş. Bu tanışmanın ardından da Nazi propaganda filmleri gelmiş peş peşe. Riefenstahl, 1938 yılında 1936 Berlin Olimpiyatları’nın iki bölümlü belgeselini de yaptı. Belgeselin adları da, “Olympia 1 Teil: Fest der Völker-Olimpiya 1: Halkın Festivali” ve “Olympia 2 Teil: Fest der Schönheit-Olimpiya 2: Güzel Festival”di. Bu belgeseller, Amerika’da o güne kadar yapılmış en iyi on film arasına girdi. Riefenstahl, bu olimpiyatta madalyaları toplayan Amerikalı siyahi atlet Jesse Owens’a da hiç ırkçı bir gözle bakmadığını da söyler yıllar sonra. “Mavi Işık”tan sonra ikinci kurgusal filmi “Tiefland-Ova”yı 1954 yılında Rudolph Lothar’ın kitabından sinemaya uyarladı. Riefenstahl, “Ova”yla Cannes Film Festivali’ne katılır ve film müthiş ilgi görür. “Ova”da, fakir bir çingene kızıyla bir çobanın aşkı anlatılırken, köleliğe de büyük eleştiri vardır. Kimilerine göre bu film, Hitler’in reddidir. Ölümünden bir yıl önce, 2002 yılında 45 dakikalık ilk ve tek renkli belgeseli “Impressionen Unter Wasser-Suyun Altındaki Mucize”yi çekti. Riefenstahl’a savaşın ardından Nazi propagandacısı olduğu için birçok dava da açıldı. Sinemadan dışlandı. Ama, Riefenstahl, kendine yeni belgesel konuları buldu. Okyanuslar üzerine çektiği belgeseller de en az Nazi döneminde çektiği belgeseller kadar çarpıcıydı. İngiliz belgeselciler tarafından Riefenstahl, “tüm zamanların en büyük belgeselcisi” olarak değerlendirildi. Riefenstahl, savaş sonrasında Nazi propagandacısı olarak yargılandı ve kendini aklamak için mücadelere girişti. Sonunda aklandı. Sinema çevreleri onun sinematografik tarafına saygı gösterdiler. Tek eleştirilen şeyse, bu müthiş sinema yeteneğini Nazilerin emrine sunmasıydı.

(26 Kasım 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

27 Kasım 2009 Haftası

“Gizemli Yolculuk”un yönetmeni Roberto Ando, oldukça zor bir metne, yani, Freudyen analizin alanına giren bir aile trajedisine ve bununla yıllar sonra yüzleşmek zorunda kalan psikiyatrın Sicilya yolculuğuna odaklanıp, her seyircide farklı etkiler bırakacak bir çalışmaya imza atmış. Görüntü estetiği, ‘derinlemesine müzikleri’, ‘bıçak sırtında yürüme’yi gerektiren rollere uygun oyuncuları kayda değer. Cinselliğin çok bilinmezli / ‘yasak’lı ülkesinin sınırlarını cesurca ihlâl eden bir film olarak da tanımlanabilir. Filmleri kolayca tüketmeyi sevmeyen izleyiciler için sadece.

“Neşeli Hayat”ta Yılmaz Erdoğan büyük ustaların izinden gidiyor; Chaplin hüznü ile Capra iyimserliğini / umudunu, ‘yeni gerçekçilik’ ile Arzu Film ekolünü, sinema değeri yadsınamaz bu İstanbul öyküsünde birleştiriyor. Noel Baba’nın ve yeni bir yılın ‘altta kalanlar’ için hangi anlamlara geldiğini, aksamayan bir hikâyede capcanlı biçimde anlatırken, gözlerimizi, hem üzerek ve hem de güldürerek sulandırıyor. Çağdaş bir sanatçıya yakışır olgunluğa ulaştığını, aşırı hassaslığını aynen yansıttığını ve özellikle son zamanlarda kalite eğrisi -birkaç film hariç- epey düşen sinemamızın artılar hanesine eklenecek bir sinema eseri yarattığını vurgulamak gerek. Zevk alarak izledim. Güzel, çok güzel ya!

(26 Kasım 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Gladio’nun Derin Devleti

Kurtlar Vadisi Gladio
Yönetmen: Sadullah Şentürk
Senaryo: Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener, Cüneyt Aysan
Müzik: Gökhan Kırdar
Görüntü: Selahattin Sancaklı
Oyuncular: Musa Uzunlar (İskender Büyük), Tuğrul Çetiner (Bülent Fuat Aras), Ayfer Dönmez (Ayşe), Sezai Aydın (Turgut Özal), Köksal Engür (General)
Yapım: Pana Film (2009)

Televizyonun “komplo teorisi” dizilerinden “Kurtlar Vadisi” üçünçü defa sinemaya geldi. Serdar Akar’ın yönettiği “Kurtlar Vadisi Irak”ı daha önce görmüştük. “Kurtlar Vadisi Gladio”, Türkiye’nin yakın tarihinde trajediler yaşatmış derin devlete bakıyor.

İskender Büyük, emekli bir asker ve şimdi yargılanıyor. İskender Büyük’ün adı Büyük İskender’i çağrıştırıyor. Vatan için çarpışmış, Gladio tarafından kullanılmış İskender Büyük bir şeker hastası. Belki de bu yüzden sesi kısık ve hep yorgun. Mahkemesi yapılan İskender Büyük, 1993 yılını hatırlar birden. Özel harekatın komutanı İskender Büyük, Beyrut’a yakın Bekaa Vadisi’nde PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın kaldığı eve baskın yapıyor ve suikast son anda önleniyor. Ölümden kurtulan İskender Büyük, operasyonu dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın engellendiği düşüncesine kapılıyor. İskender Büyük’ün “iki numaralı Gladio” dediği Profesör Bülent Fuat Aras’ın plânıyla Turgut Özal’ı zehirleyerek öldürüyor. Eylemlerin içine bir Rambo gibi dalmış İskender Büyük, şimdilerde emekliliğini hapishanedeki hücresinde geçiriyor. Hiçbir avukatı da istemiyor. Sonunda genç bir avukat Ayşe dünyasına giriveriyor bu tekinsiz dünyada. Filmde bazı karakterler gerçek dünyadaki adlarıyla yansımış, hatta tipleri de o karakterleri çağrıştırıyor. Ama adları ve tipleri değiştirilmiş karakterler de var. Zihninizde “komplo teorileri” dolaşıyor film boyunca. O karakterler gerçek dünyada kimi çağrıştırıyor diye. Filmdeki Turgut Özal ve Abdullah Öcalan karakterleri de gerçekten iyi yansımış. Oyuncular karakterlerinin ruhuna girebilmiş. Kısık sesli İskender Büyük karakterini canlandıran Musa Uzunlar’ın da hem hareketli hem de dramatik sahnelerdeki performansı iyiydi.

Gladio’nun kısa kılıcı…

Yönetmen Sadullah Şentürk, 1972 yılında Erzurum’da doğmuş. Şentürk, genelde televizyon dizileriyle hatırlanan bir yönetmen. 2002’de “Ekmek Teknesi”, 2004’te “Görünmez Adam”, 2007’de “Kurtlar Vadisi Pusu” gibi dizileri yönetti. Senaryo yazarı Raci Şaşmaz, 1973’te Elazığ’da doğmuş. Filmin hem yönetmeni hem de senaristi Doğulu. Bildikleri bir coğrafyadalar. Raci Şaşmaz, tüm “Kurtlar Vadisi” çalışmalarınır senaryolarını da yazdı. Bu karışık ve aksiyon yüklü “derin devlet”li film, yer yer muhafazakâr Hollywood filmlerinde sıkça kullanılan yollardan gidiyor. “Kurtlar Vadisi Gladio” filminde bazı şeyleri anlatım, yani kurgusal anlamda mantıksız bulabilirsiniz. Elbette her filmin kendine göre bir mantığı var. Bu bir aksiyon-gerilim filmiyse her şey mümkündür diyorsunuz. Filmin aksiyon ve çatışma sahneleri çarpıcı. Sinemamızdaki son dönemlerdeki teknik gelişmeler filmde karşılığını bulmuş. “Şimdiki zaman” ve “geçmiş zaman”ın iç içe anlatılması da iyiydi. Bu filmi seyrederken, çürük olanın sistem değil, sistemin açıklarını iyi kullanan birkaç çürük elma olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. O çürük elmalar sepetten atılınca her şey eskisi gibi olacakmış duygusunu manipüle ediyor sanki bu film. “Kurtlar Vadisi Gladio” filmini seyrederken insan nasıl bir cehennemin içinden geçildiğini fark ediyor ve dehşete kapılıyor. Kürtlerle savaş, bazı güçlere güç kattığını anlıyorsunuz. Jitemler, özel timler, özel harekâtlar vs. Uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı, mafyavari yapılanmalar, iktidar savaşları ve birçok şey. Gladio denilen örgüte NATO’ya üye ülkelerde “derin devlet” yapılanması deniliyor. Gladio, Latince “kısa kılıç” anlamına geliyor. Örgüt ilk defa Amerikalılar ve İngilizler tarafından 1952’de kuruldu. Bu kontrgerilla örgütlenmesine “Stay Behind” (Geride Kal) adı verilmişti. Bu örgüt Avrupa’da birçok terör eylemi gerçekleştirdi. Bu örgütlenme, devlet içinde devlet, yani “derin devlet”ti. Biz sıradan faniler, Gladio adını ilk defa Luc Besson’un 1990 yapımı “Nikita” filmiyle duymuştuk. Rastlantının böylesi, “Nikita” filmi 3 Kasım 1996’da bir televizyon kanalında gösterilirken alttan bir yazı geçmişti, Susurluk’ta bir kaza oldu diye. İşte o zaman “Nikita” filmindeki Gladio’nun hayatımızın içinde olduğunu öğrenmiştik.

(19 Kasım 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Renklerin İçinde, Bambaşka Bir Film: Suluboya

Birkaç saatliğine gerçek dünyanın kasvetli gri renginden sıyrılın… Yönetmenliğini, karikatürist-illüstratör Cihat Hazardağlı’nın yaptığı Suluboya sizi fırça darbeleri, maketler, heykeller ve Fazıl Say’ın şahane müzikleri eşliğinde sanat ve yaratıcılık dolu benzersiz bir sinema deneyimine çağırıyor. Birçok ünlü oyuncuyu bir araya getiren The Watercolor / Suluboya Türkiye’de yapılan ilk dijital film olma özelliğine sahip… Filmin konusu ise şöyle; 12 yaşındaki Marco babasının girişimiyle sokak ressamlarıyla tanıştırılır ve onların büyüttüğü güzel genç bir kızdan resim dersleri almaya başlar. Marco bu güzel kıza aşık olur; zamanla karşılıksız aşkı, cinselliği, dostluğu ve sanatın gerçek anlamını öğrenir…

Sinemamız adına heyecan verici bu yapım dijital salonların sınırlı olması nedeniyle ancak bir hafta vizyonda kalabiliyor. Yani bugün son gün… Başka zaman, bir yerlerde izleyicilere ulaşacak diyor Cihat Hazardağlı ve bu kısa zamanda filmi izleyenlere çok teşekkür ediyor…

Beyazperde de suluboya, daha önce sinemada alışık olduğumuz bir teknik değil… Belki dünyada benzeri vardır ama Türk sinemasında ilk kez karşılaşıyoruz… Nasıl karar verdiniz böyle bir teknikle film çekmeye?

Bu tarz çalışmaları aynı kefeye koymadan önce tekniği iyi takip etmek gerekir. Bunu şimdiye kadar takip ettim. Benim teknik çalışma detayımda yapan yok. Video ile çekip suluboya filtresi vermeye çalışmışlar ama arka plân titriyor. Adam video çekmiş üsten boyamış veya skaner darkley farklı efeklerden yapılmış çalışmalar var. Kulak buruncu ile göz doktorunu aynılaştırmak gibi… İşte bunun zor ve emek isteyen ve bir tekniği olduğunu bildiğimden yapmaya karar verdim. Guaşla klâsik çizgi film yaparsınız ama suluboyayı her karede asla. Bütün yabancı art dergilerini sürekli takip ettim. Olsaydı da bende uğraşmasaydım. Ama gazeteci (sen değil) okumuyor, bilmiyor, ‘yapıldı’ diyor. Bu tekniklerden anlayanlar da hayrete düşüyor. Zaman içine kıyaslamalar olacaktır.

Ayrıca film Türk sinemasının alışık olduğumuz yapısından da farklı bir yerde duruyor… Siz filminizi nasıl yorumluyorsunuz?

Siz galiba filmi dikkatli izlemişsiniz. Nihayet… Çok şükür… Ben bu filme ilk başladığımda her ülkeden 10 kişi izlese bana yeter dedim, dolaştım. Bu bir denemedir. Bu tarz filmler daha çok yapılacaktır. Teknoloji önce militarizme hizmet eder en son sanatçıya… Bir defa teknik olarak epey yol aldı bu ülke ama sineması birkaç kişinin çabası dışında aynı. Bir defa ben televizyondan seyrettiğim şeyi neden sinemada izleyeyim ki… Bu halk anlamaz, halkına hakaret edeceksen ona kötü işler yaparak hakaret etme. Bu halk iyi şeylerden anlar ama ticarette sabır yoktur. Ona göre denk bütçe yapacaksınız. Nasıl bağımsız Amerikan Sineması varsa, Türkiye’de de tröstleşmenin önü kesilmeli. Benim filmim bir denemdir.

Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? Her işte sabır gerekli ama bu proje için biraz daha fazlasına ihtiyacınız olmuştur sanırım…

Bunu hiç ticari beklentilerle yapmadım. Sevdiği iş yapanlar asla çalışmazlar… İşlerimin arasında deneme yanılmalarla yaptım. Burada herkes bunu tek bilgisayarda yaptığımı zannediyor. Bu filmde her şey boyandı. Özel yazılımla filtremi buldum. Fotoğraf makinesi ile kaliteyi yakaladım. Bu bize mahsus acelecilik… Hollywood’da normal bir film 3 yıldan ön bitmez. Bir yıl sadece senaryoyla uğraşırlar. Sabırsızsanız zaten bu işlerle uğraşmayın.

Birbirinden değerli oyuncular filme ayrı bir tat veriyor… Filmi ilk anlattığınızda oyuncular nasıl yaklaştılar, ne gibi sorular sordular?

Hepsi ama hepsi inanılmaz ve karşılıksız destek verdi. Fazıl Say’da aynı şekilde… Son gününe kadar yanımda oldular. Bence Tuba Ünsal bu filmle oyunculuğunu ispat etti. Halûk Bilginer’in yardımcısı, “Halûk Bilginer kontart imzalamadan sete adım atmaz” dedi. Daha yeni imzalaştık. Güven dostluk ve farklı bir işte buldular kendilerini. Bir yönetmenin yaşayacağı en büyük keyfi yaşattılar. Hepsinin resimleri Wallpaperlarda… Hepsi dostum, arkadaşım, çabamın destekçisi oldu. Sağolsunlar.

Film boyunca Savaş Dinçel’i daha duygusal bir şekilde izliyoruz. Filmde de gerçek hayatta olduğu gibi ilk önce onu kaybediyoruz… O sahne ölümünden sonra mı öyle karar verildi yoksa zaten öyle mi plânlamıştı?

Hepimiz bir gün öleceğiz ama sanatçı ölümün elinden bir şeyleri kurtaran adamdır. O bizimle olamadı, belki de oldu… Ama biz onu andık en azından. Savaş Dinçel bir karikatüristtir ve yüzü evrensel çizgilere sahiptir. Filmde ölmesi tamamen tesadüf… Yani biz çektikten aylar sonra aramızdan ayrıldı.

Büyük ressamlar hayatları boyunca hep zorluk çekmişlerdir. Çoğu en güzel eserlerini kiralarını ödeyebilmek uğruna satmış ya da çok cüzi paralarla resim yaparak kendilerini geçindirmeye çalışmıştır… Biraz da onları yad ediyoruz sanki sokak ressamlarıyla…

İşte film konusuyla biçimiyle de sanatın zorluklarını anlatıyor. Çocukluğumda Ankara’da birkaç ressamın hazin hikâyelerine şahit olmuştum. Bu hikâye, o alt yapı ile yazıldı. Belki de bu yüzden ressam olmadım, karikatürü seçtim, TV Programcılığı okudum. Hatta hep sinema hayali kurdum. Şimdi ev kadınları kocalarının parasıyla evde ressam oluyorlar.

Yine sanatçıların zorluklarla dolu yaşamları bana biran Achero Manas’ın Noviembre filmini anımsattı… O filmde de gerçek sanatın sokakta yapılabileceği ve parayla satın alınamayacağı fikri üzerinde duruluyordu… Siz ne düşünüyorsunuz?

Sanat sokaktan çıkar, saraya gider ve halka sonra ulaşır. Bütün cazcılar, repçiler sokaktan gelir… O filmi izlemedim. Sokak hikâyeleri sinemanın, sanatın özünü oluşturur. Benim filmim de bir bant kurulup işci gibi çalıştırılıyor. Çin’de bant kurulup yağlı boya tablolar yapıyorlar.

Filmin masalsı yapısı var. Bir de telâffuzlar da ağır ve tane tane… Bu konuşmalar çocukların da daha rahat anlaması için bu şekilde yapıldı?

Hayır, tamamen teknik bir zorluktan oldu… Bu fotoğraf makinesi ile çekildiği için hızları ayarlamakta zorluk çektik. Ama bu sene çıkan kameralar bu zorluğu aşacak. Evet, duru bir anlatım istedim ama biraz ağırlaştırdı. Zaten en çok eleştiriyi ağırlığından aldı. Televizyon için biraz hızlanacak…

Filmin dilinin İngilizce olması bazı tartışmalara yol açtı… Sizin, “Ben bu filmi Türkiye için yapmadım, bu yüzden dili İngilizce” gibi bir çıkışınız olduğu söylendi… Aklıselim bir şekilde düşünürsek aslında bir evrensellikten bahsettiğinizi anlamak zor değil… Sizce de öyle değil mi?

Bakın, Türk sineması yönetmenleri oyuncuları ve senaristleri ile dünyaya açılmalı. Ben açılırım açılamam. Türk sinemasında İngilizce de -‘de’nin altını çiziyorum- filmler yapmalı diyorum. Cem Yılmaz yapmalı, Yılmaz Erdoğan yapmalı… Evrensel konuları işlemeliler. O kadar paralar kazanıyorlar ama adları Edirne sınırında hâlâ. Yapmalılar, gerekirse para kaybetmeliler benim gibi. Artık teknik imkânsızlık diye bir şikâyet duymuyoruz. Bol paraları var, deneme yapmalılar. Ben borçla bu filmi bitirdim. Ama onlar binlerce işlenmiş konuları işleyip para kazanıyorlar. Üstelik sinema adına bana hiç bir şey vermeden. Burada kendi dilinde sinema yapıp dünyaya açılmış elbette binlerce isim var. İnternetten sonra, İngilizce evrensel dil oldu. Boolywood, Hollywood’a da hangi dille girdi?

Film büyük bir hayalgücünün ürünü… Sinemada hayal gücü deyince Tim Burton ilk akla gelenlerdendir… Siz takip eder misiniz Tim Burton sinemasını, ya da etkilendiğiniz başka isimler oldu mu?

Tim Burton’u bilmeyen sinemayı bilmez… Onun stop motionları dahicedir ama ben herkesten etkilendim… Zaten onun için ayrı bir yol denedim. Benim teknik olarak kullandığım hayal gücümün sınırlara çarpmaması. Film Venedik’te, Londra’da geçiyor. Su, suluboya ile çok örtüştü. İşte yaptığım yenilik ise, bunu denedim. İstanbul’da yaşıyorum. Üç sokak ressamını bir arada görmedim ki hiç… Bu tarz teknikler hayal gücünün sınırlarını da zorlayacaktır. Özellikle animasyon Türkiye’de sınıfta kaldı. O kadar yetenekli genç var ki. Bu arada Suluboya perşembe günü vizyondan kalkıyor. Bunun nedeni Dijital salonların sınırlı olması. Zaten anlaşmada bir haftalıktı. Başka zaman bir yerlerde izleyiciye ulaşacak… İzleyenlere teşekkür ediyorum…

(19 Kasım 2009)

Gizem Ertürk

Sinema Seyircisiz Kalmadı

Sinema seyircisi kriz dinlemedi. 2009’un 9 aylık döneminde 187 film gösterime girdi. Gişe hasılatı 184.5 milyon liraya ulaştı.

Yaşanan ekonomik kriz sinema seyircisini sinema salonlarından uzaklaştırmadı. Bu yılın 9 aylık döneminde 20 milyonun üzerinde seyirci sinema salonlarını doldururken gişe rakamları da 184 milyon lirayı aştı.

2008 yılını oldukça iyi geçiren sinema sektörü 2009 yılını da krize rağmen yüksek gişe rakamlarıyla kapatmaya hazırlanıyor. 2009’un 9 aylık döneminde 40’ı yerli, 147’si yabancı olmak üzere toplam 187 film vizyona girdi. Vizyona giren yerli filimler 9.9 milyon, yabancı filmler ise 13 milyon seyirciyle buluştu. Yılın 9 ayında vizyona giren 40 yerli filmin gişe hasılatı 75 milyon lira olarak gerçekleşirken, yabancı filmların gişe hasılatı ise 110 milyon lira olarak gerçekleşti.

2008 yılında 214’ü yabancı, 50’si yerli olmak üzere 264 film vizyona girmiş ve toplam hasılat 291 milyon 846 bin liraya ulaşmıştı.

5 yılda 911 milyon lira hasılat gerçekleşti

2005 yılından 2009 yılı Eylül sonu itibariyle toplam 954 film vizyona girdi. Bu filmlerin 150’si yerli, 804’u yabancı filmlerden oluştu. Vizyona giren yerli filmler 57 milyon 298 bin seyirciyle buluşurken, yabancı filmleri 65 milyon 599 bin seyirci izledi. 5 yılda 405 milyonu yerli filmlerden, 507 milyon yabancı filmlerden olmak üzere toplam 911 milyon 623 bin lira gişe hasılatı yapıldı.

Kültür Bakanlığı, 34 filme destek sağladı

Sinema sektöründe üretimi teşvik ederek, genç yeteneklerin ortaya çıkarılması amacıyla sektöre yapım öncesi, yapım aşması ile filmlerin izleyici ile buluşması, tanıtım ve gösterimine yönelik çeşitli başlıklar altında geri ödemeli ve ödemesiz olmak üzere parasal destek vermekte olan Kültür ve Turizm Bakanlığı, 34 filme 7.3 milyon lira destek sağladı. Sinema Destekleme Kurulu’nca 29 uzun metrajlı filme yapım, 5 adet uzun metrajlı filme ise yapım sonrası destek verildi. Ayrıca toplam 116 projeye 2.4 milyon lira destek sağlandı.

Yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirilen film festivalleri, sinema günleri, kültürel ve sanatsal 123 proje de Kültür ve Turizm Bakanlığı desteklerinden faydalandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen yurt içi ve yurtdışında ödül almaya kazanan filmler arasında Üç Maymun, İki Dil Bir Bavul, Bornova Bornova, Deli Deli Olma, Sonbahar, Pandora’nın Kutusu, Uzak İhtimal bulunuyor.

(16 Kasım 2009)

Canan Sakarya

Sinemamızın “Yönetmen” Doktorları

Önce terminoloji… Üniversitelerde lisans eğitiminden sonra, akademik kadro içinde veya dışında yapılan çalışmalar sonucunda alınan bir ünvandır; “doktor-luk”. Doktor ünvanı almak isteyen, diğer bir deyişle, doktora yapmak isteyen kişi, seçtiği dalda yapacağı çalışma ile bu ünvanı alır. Ve bu ünvanın başında seçtiği branşı da kullanabilir. (Tıp doktoru, ziraat doktoıru, edebiyat doktoru, hukuk doktoru, sinema doktoru gibi…) “doktora” yapılan bu çalışmanın, işin adıdır.

Sinema bir eğitim alanı olarak, uzun süre akademik ortamın dışında kalmıştır, genç yaşında sinemaya merak saran ve bu konuda eğitim almak isteyen Metin Erksan, o yıllarda sinema okulu olmadığı için, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü eğitimini seçmek durumunda kalmıştır. (Konservatuarlardaki tiyatro eğitimini ileri sürecek olursanız, aynı şey olmadığını ve sinemanın hiçbir zaman tiyatronun alternatifi olmadığını söylerim.)

Zaman içinde üniversitelerde sinema okulları açılmasına gelindi ve sinemamızın ilk akademik ünvanlı kişisi Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran oldu. Onaran, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu bir kişi olarak bir süre kaymakamlık yaptıktan sonra Emniyet teşkilâtı içinde görev aldı ve Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetleme Kurulu’nda (yaygın adı ile “sansür kurulu”nda) çalıştı. Bu sırada fark dersleri vererek aynı üniversitenin Hukuk Fakültesi’ni de bitirdi ve burada doktora yaptı, tezi “Sinematoğrafik Hürriyet” idi. Bu Hukuk Fakültesi’nde savunulup kabûl görmüş ve sahibine “hukuk doktoru” ünvanı kazandıran bir tezdir. (Bu konuda ikinci bir tez, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “Mukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema Filmlerinin Sansürü” ismi ile Özkan Tikveş tarafından savunulmuş ve kendisine “hukuk doktoru” ünvanı kazandırmıştır.)

Onaran, sonradan kuruluşunda yer aldığı Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema Bölümü’nde, Lütfü Ömer Akad’ın Sineması kitabı ile doçent, Muhsin Ertuğrul’un Sineması kitabı ile de profesörlük payesi alır ve sinemamızın ilk akademik kariyer sahibi hocası olur. Onaran sinema konusunda birçok kitap daha yazacaktır, fakat yönetmenlik yapmamıştır. Bu okul sonradan bir çok sinema akademisyeni yetiştirmiştir. Bunlar içinde akademik ünvan sahibi Ragıp Taranç Bir Düğün Masalı (1993) isimli bir filmi öğrencisi Faik Kartelli ile çekerek yönetmenlikte yaptı. Yine bu okuldan Oğuz Makal, henüz gösterime çıkmamış Kumdan Kale (2007) filmini çekti. Sinemamızın akademik ünvan sahibi bir diğer yönetmeni ise, oyuncu, senaryo yazarı, yazar, Yavuzer Çetinkaya’dır. (1948-1993) Psikoloji eğitiminden ve sinema üzerine yüksek lisans yaptıktan sonra Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde “günlük yaşamı sinema ile betimlemek” üzerine olan tezini savunarak, sinematoğrafi doktoru ünvanını aldı (1983) ve ülkemizdeki sinema çalışmaları arasında 1987’de Deniz Kızı isimli filmini yönetti.

Zaman ilerledi, birçok sinema okulu açıldı, süreç içinde bunlar kendi akademisyenlerini yetiştirmeye başladılar. Bunlar içinde -benim izleyebildiğim kadarı ile- film yöneten başka akademisyen olmadı. Bu arada, devlet tarafından çeşitli dallarda faaliyet gösteren birtakım kişilere düzenlenen yasalarla, akademik ünvanlar verildi. Klüp Sinema 7’yi kurup geliştirerek Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü haline getiren Sami Şekeroğlu’na da Profesör ünvanı verildi.

13.11.2009 günü, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından “sanata yaptığı katkılardan dolayı” tiyatro-sinema oyuncusu, yazar, yönetmen, senaryo yazarı Fikret Hakan’a “onursal doktor” ünvanı verildi. (Kendisini kutlarız.) Böylece Hakan, sinemamızın onursal doktor ünvanı alan ilk kişisi oluyor. (Yoksa, yıllar önce, ilerlemiş yaşında, sanata -özellikle tiyatro’ya, sinema çalışmaları dikkate alındı mı bilemem!- Muhsin Ertuğrul’a verilen fahri doktor ünvanı verilmesinden sonra ikinci mi oluyor?)

Not: Sinemamızın bir de ‘tıp doktoru’ olan yönetmenleri var: Cüneyt Arkın ve Mustafa Altıoklar, ‘diş doktoru’ yönetmenleri: Arşevir Alyanak, Tunç Okan ve Ahmet Yüzüak, ‘pedagog doktor’u ise Nuran Şener.

(15 Kasım 2009)

Orhan Ünser

Sinemalarda Kıyamet Kopacak

Bütün dünyada merakla beklenen ve internet ortamında dolaşan videoları bile on milyonlarca insan tarafından izlenen ve Maya takvimindeki 22-12-12 teorisini konu alan ‘2012’ filmi bu güne kadar dünyanın sonu ile ilgili yapılan tüm filmleri tahtından etmeye hazırlanıyor. Bu konuda tam bir baş yapıt olacağına kesin gözüyle bakılan filmin bu alanda tüm zamanların en iyi filmi olacağı tartışılıyor.

Aylar öncesinden internette yayınlanan filmin fragmanı izlenme rekorları kırdı. 2012’yi işleyen kitaplarla birlikte bu tarihte ne olacağıyla ilgili büyük bir tartışmanın doğmasına neden olan film, harikulâde görsel şöleniyle izleyiciyi adeta koltuğa çiviliyor.

Mayaların hazırladığı takvimde 2 bin 500 yıl önce öne sürülen kehanete göre 22 Aralık 2012 zamanların sonu olarak tanımlanıyor. Bilim insanlarının bu günün olağanüstü teknolojisini bile hayretler içinde bırakan güneş sistemindeki hizalanmayı hesaplayan Mayalara göre bu tarih insanlığın yok olduğu tarih.

Yönetmenliğini büyük bütçeli felâket filmlerinin başarılı yönetmeni Roland Emmerich’in yaptığı “2012” isimli film, eski bir uygarlık olan Mayaların takvimine göre dünyanın sonunun geleceği teorisi üzerine kurulu. ‘2012’ Maya medeniyetinin kehanetinin gerçekleşmesini ve insanların hayatta kalma mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Başrolde John Cusack’ın olduğu filmin kadrosunda Thandie Newton, Woody Harrelson, Amanda Peet, Danny Glover, Oliver Platt ve Chiwetel Ejiofor ilk göze çarpan isimler.

Küresel ısınmanın boyutlarının artık önü alınmaz bir noktaya geldiği tartışmalarının bilimsel çevreleri kara kara düşündürdüğü boyutuyla ele alındığında dünyanın sonunun bu yolla geleceği, ya da 4 büyük dindeki kıyammet inanışının öngördüğü gibi ele alındığında yine dünyanın sonunun geldiği belirtilerinin artık gün yüzüne çıktığı bir ortamda gösterime giren film, kullandğı teknikler, NASA gibi kuruluşların yıllardır gizli kapaklı işlerinin yarattığı merak ve süper güç olan ülkelerin politikalarına bakıldığında izleyiyici kara kara düşündürtüyor.

Neresinden bakılırsa bakılsın yer küre için artık tehlike çanlarının çalıyor olması filmi son derece gerçekçi kılıyor. Bilgisayar ortamında hazırlanan muhteşem görsel yanıyla izleyiciyi büyüleyen film, gerçek çekimlerindeki zahmetle de dikkat çekiyor.

Binlerce metre yüksekliğindeki dalgaların kentleri yuttuğu ve harekete geçen fay hatlarının yarattığı tsunami etkisiyle kutup noktalarının yer değiştirmesi ve büyük kara parçalarının su altında kalmasını engelleyemeyecek olmanın telâşıyla yüzleşen G8 zirvesinin Çin’de bir dağın içinde inşa ettiği devasa gemilere binebilenlerin kurtulacağı felâket, çeşitli ulusların insan ilişkilerini ve son nefesteki insan çaresizliğini de filmde görmek mümkün.

Konunun ciddiyetine bakıldığında böylesine devasa bütçeli bir filmin yaratacağı etki de elbette merak konusu. Özellikle Holywood filmlerinin yıllar sonra gerçeğin ta kendisini anlattığının ortaya çıkması, izleyicide söz konusu gemilerin gerçek olup olmadığı sorgulamasına da neden oluyor.

Süper güçlü ülkelerin politik çıkarları ve işin içinden çıkan hesaplamaları eşliğinde son derece başarılı bir bilim kurgu filmi olmasına karşın insan ilişkilerinin derinlemesne ele alındığı filmde meta kavramı da yeniden elekten geçiriliyor. Zira milyon dolarlık serveti olanların gemiye binmek için ödediği paralar ve sıradan insanların telâşı kapitalizmin çıkar çelişkisini gözler önüne seriyor.

Filmde en dikkat çeken diyaloglardan biri de siyahi bir müzisyenin performans partneri olan beyaz için, “ben olmadan o tek başına ritim tutturamaz” cümlesi oluyor. Söz konusu felâketin uzun bir süre kamuoyunda gizlendiği ancak son anda ABD başkanının yaptığı duygusal konuşma ve diğer G8 liderleri gemiye binmesine rağmen ABD başkanının halkın içine karışıp ölmeyi tercih etmesi de ilginç bir anektod. Yine filmde ABD başkanının siyahi birinin canlandırıyor olması da dikkate değer.

Oyuncu performanslarının göz doldurduğu ve senaryodaki alt metinlerin son derece tutarlı ve sağlam bir yöneliş izlediği filmde fragmanların uygulanmasında ise bildik Holywood hatalarına düşülmekten geri kalınmamış. Öyle ki filmin kahramanı arkasındaki dev ateş topları, hızla ilerleyen fay kırıkları ve dev dalgalardan her seferinde kıl payı kurtulmakta. Adım adım kendisini izleyen felâketi atlatan kahraman, gemiye de yine benzer tesadüfi kahramanlıklarla biner.

Aynı zamanda batı toplumlarının aile kurgusuna da göndermelerde bulunan film, kentlerin yok oluşu, dalgaların uygulanması ve diğer tüm efektif sahnelerdeki sanatsal estetik açısından da oldukça başarılı. Türkiye’de de gösterime giren film bu üstün başarısıyla hem sinema salonlarında ve hem de gerçek hayatta adeta kıyammet koparacak gibi görünüyor.

Filmin Künyesi

Yapım: 2009 ABD, Kanada
Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu, Dram, Gerilim
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Roland Emmerich, Harald Kloser
Yapımcı: Roland Emmerich, Harald Kloser, Mark Gordon
Görüntü Yönetmeni: Dean Semler
Müzik: Harald Kloser
Dağıtım: Warner Bros
Süre: 2 saat 17 dakika

Maya Kehanetine İlişkin Birkaç Not

Mayalar, günümüz bilimcilerine şaşırtıcı gelecek bir şekilde Güneş’in, Samanyolu Galaksisi’nin merkezi ile uzun dönemlerde hizalandığını ve bunun sonucunda yeni bir çağın başladığını söylüyorlardı. Daha da ilginci, modern bilim tarafından yalnızca yakın bir zamanda keşfedilen presesyonu hesaplamışlardı. Mayalar, presesyonun, tam olarak 26000 yılda bir, büyük döngüsünü tamamladığını söylüyorlardı. Günümüz astrofizikçileri, yakın bir zamanda galaksimizin merkezinde bulunan karadeliğin dünyaya olan uzaklığını 26.000 ışık yılı olarak hesapladılar. Bu hesap, Mayaların M. Ö. 24.000 yılında başlayan içinde bulunduğumuz çağın, tam olarak M. S. 2012 yılında (Aralık ayı) biteceği yolundaki hesaplamalarına şaşırtıcı bir şekilde benzemektedir. Yaklaşık 26.000 yıl önce galaksimizin merkezinden yola çıkan ışık/enerji çok yakın bir zamanda dünyamıza ulaşacaktır ve Mayalar bu tarihin tüm insanlık ve dünya için büyük bir değişimin yaşanacağı çağ olacağını söylemektedirler.

Maya Kehanetleri’ne göre 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeniçağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. “Beşinci kutupsal kayma” olarak adlandırılıyor bu değişim. Kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleniyor.

Büyük tufanla gelecek olan yeniçağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler. Mayalar 2012 için ‘zamanların sonu’ diyor. Fakat bu dünyanın top yekûn yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Bu yüzden 2012’yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Şimdiden bu bilinçlenmeyi gözlemleyebiliyoruz.

Verilen bu tarihlemede iki yıllık bir hata payı bulunabileceği de gözardı edilmemelidir. Bunun sebebi Maya Takvimi’nin bizim kullandığımız Gregoryen Takvimi’ne çevrilişinde M. Ö. 1’den M. S. 1’e geçilmiş olmasıdır. Aradaki 0 atlanmıştır. Astrofizikçi Cotterel’in de belirttiği gibi şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değişimi geçirdiğidir. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Maya anlayışına göre, 6. Dünya 2012 yılında başlayacaktır.

(14 Kasım 2009)

İsmail Yıldız

ismailsterk@gmail.com

20 Kasım 2009 Haftası

“7 Kocalı Hürmüz”, bir Türk vodvili. Yani hafif bir eser. Bu film, masal gibi tasarlanıp uygulanmış; yazık ki, içinden çıkılamamış bir sakillik örneği olmuş. Masal büyüsü içine girmemizi engelleyen unsurların başında, yuvarlatılmış dış hatların gözümüzün içine sokulması ama bu hoş deformasyonun ayrıntılara uygulanan bir stile dönüşememiş olması geliyor. Sonra, kostümler ‘ucuzcu’, ‘cırtlak’ ve tutucu… Şaşırtıcı şekilde -neredeyse- ‘kabak bir aydınlatma’ (Türk dizileri aydınlatması) mevcut… Ve eserin bütününe, klâs olmaktan çok uzak bir yaklaşım söz konusu!

Âşık olacağı erkeği arayan / bekleyen cazibeli Hürmüz’ün gizli hüznü yok edilip, durum komiklikleri içinde koşturan şımarık kadın öne çıkarılmış, yani iyice yüzeyselleştirilmiş. Seyircinin gülmesini sağlayan ise ‘belden aşağı espriler’ sadece.

Keşke plâstik olmaya çalışıp tuhaf bir temsile dönüşen yapımı, Şehir Tiyatroları sahnelerinde uygulamaya geçirseydi aynı ekip. Hiç olmazsa oyuncular ete kemiğe bürünür, ‘özellikle abartı yükledikleri’ oyunculukları kaba durmaz, sahnede bir anlam kazanırdı. Bir de “gökten herif yağacak” (yani “it’s raining man”) çok eğreti olmuş, bilesiniz.

“Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay”da taptaze aşk üçgeni kalbinizi burkacak: Güzel kız ölümlü olmaktan ölümsüzlüğe adım atmak isterken, 109 yaşını süren ‘genç vampir’ ise biricik sevgilisini korumak uğruna aşkını kalbine gömerek terk edecek onu ve yerli çocuk sahneye çıkarak hem kızı teselli görevini üstlenecek, hem de ‘ateş gibi yanarak’ -zaman zaman- kurt adama dönüşecek. ‘Soğuk’ ve ‘sıcak’ iki erkek oyuncu ile direkt genç kızları hedefleyen hikâye, ulu ormanı da kapsayan muhteşem doğanın içinde, iki kez Oscar adayı olmuş besteci Alexandre Desplat’ın Londra Senfoni Orkestrası tarafından yorumlanan müziklerinin rehberliğinde ilerlemekte… Ve garanti veririm ki, hedef kitlesini genişleterek izleyen herkesi ele geçirmekte.

“Köfte Yağmuru”nda, GDO tartışmasının hararetle yapıldığı şu günlerde, sardalye balığından başka bir ekonomik geliri olmayan ve şimdi artık o da biten küçük kasabasını canlandırmak için, suyu her tür yiyeceğe dönüştüren bir makine icat ederek ‘haddini çok aşan’ sevimli mucidin öyküsünün anlatılması, anlamlı geldi bize… Belki tahmin ettiniz, yine zor bir işe soyunulmuş ve bilgisayar canlandırmasında bir adım daha atılarak, bulutların arasında konumlanan makinenin kasabaya yağdırdığı türlü yiyeceklerin anatomileri, tadını -neredeyse- damağınızda hissedebileceğiniz bir canlılıkta yaratılmış. Bu açıdan çok enteresan bir 3D deneyimi.

“Kurtlar Vadisi: Gladio”, vatanını çok seven, ‘çılgın’ ve ruhsal anlamda soru işaretleriyle yüklü tiplerin, devletin derinliklerindeki birileri tarafından kullanılması ekseninde, yakın tarihin olaylarını -Ergenekon yapılanması denilen süreci de ihmal etmeden- ‘çıfıt çarşısı’ gibi bir senaryo / film ile gündeme getiriyor. Televizyon dizisinin bir bölümü gibi biçime sahip ve bilinenlerin dışında yeni bir teorisi yok! Yabancı bir seyirci izlese doğru dürüst bir şey anlayamaz. Oysa politik sinemanın iyi örnekleri sayesinde, örneğin yakın ABD tarihini -neredeyse- sinemadan öğrendik bizler. Ne olur biraz daha zeki filmler için uğraşılsın.

“Yeni Yıl Şarkısı”, bir edebiyat eserinin, özü kavranıp muhafaza edilerek bir sinema yapıtına, kitap sayfalarındaki sözcüklerin de görsel dokuya nasıl dönüştürüleceğine dair çok önemli bir örnek; oyuncuların 360 derece içinde, bilgisayarlı kameralarla performanslarını yakalama tekniğine dayalı bir animasyon. Kendisi de küçük yaşlarda sefaletle tanışıp çalışmaya başladığı için, yoksulluğu – yoksunluğu ‘içeriden’ anlatan ve Victoria döneminin toplumsal sorunlarını en iyi betimleyen ‘büyük Charles Dickens’ın eseri, ölümün kimseyi affetmediği bu dünyada ‘iyi insan’ olmak üzerine. Jim Carrey’nin 7 rol birden üstlendiği film, yüksek düzeyde sinema yapıtı izlemek isteyen herkes için ideal.

(22 Kasım 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kıskanmak

Örik’ten, Nahit Sırrı Örik’ten başlamak istiyorum. İlk kez bir Honore de Balzac çevirisi okumuştum Örik’ten: Vadide Zambak. Bu romanın -Fransa’da- filmi yapılmıştır, bilmiyorum ama Örik’ten daha sonra okuduğum ilk telif eserin -bizde- filmi yapıldı. Sultan Hamid Düşerken / Abdülhamid Düşerken (Ziya Öztan). İlk isim romanın ilk yayınlandığı zamanki adı, sonradan -her ne hikmetse- adı ikincideki biçimi aldı ve filmi de bu isimle çekildi. Bu arada Örik’te yolculuğum devam etti, roman ve öykü olarak ulaşabildiğim eserlerini okudum, bu arada Kıskanmak’ı da okudum.

Demirkubuz ile, Zeki Demirkubuz ile devam ediyorum. İlk filmi -epeyce sözü edilmişti- C Blok’un içine giremedim -ki bu filmi hem anlamadım, hem sevmedim; bir rastlantı sonucu kendisi ile tanışmak olanağım oldu, sadece tanıştık. Sonra -hâlâ unutulmayan- Masumiyet geldi. Filmin adının başına tire içinde yazdığımdan sonra, bu filmden daha nasıl sözedebilirim ki? Ama söz etmeden de geçemeyeceğim, filmi seyredince, -o unutulmaz- Halûk Bilginer’in Güven Kıraç’a yaptığı monoloğ’un başlı başına bir film konusu olduğunu düşündüm. Demirkubuz, -sinemamızda başka örneği var mı?- bu düşüncemi bende bırakmadı ve -bir filmlik flash back- olarak Kader’i yaptı. (Yoksa “kader”in başlangıcı mı?) Araya giren diğer filmlerini saymıyorum ama hepsini izledim, nasıl Örik -roman ve hikâye olarak- ne yazdı ise, okumaya çalıştımsa, Demirkubuz’da ne çekti ise izlemeye çalıştım.

Kıskanmak’ın sinemaya uyarlanacağını, hele Demirkubuz tarafından yapılacağını öğrenmek, beni heyecanlandırdı ve beklemeye başladım. Filmin vizyon tarihi belli olduktan sonra, romanı yeniden okudum, Demirkubuz’un Kıskanmak’ına hazırlanmak için.

Önce, Demirkubuz’a yapılan bir eleştiriye cevap vermek istiyorum. Film Cumhuriyet’in onuncu yılına ulaştığı bir zamanda geçiyor. Bu gün için, geçmiş bir tarih ve buna sadık kalınarak yapılacak bir film, ister istemez dönem filmi olacaktı. Filmin günümüze -adapte(!)- edilme önerisinde bulunanlar oldu. Yaprak Dökümü’nün ve Aşk-ı Memnu’nun (televizyonda da olsa) halleri ortada. Demirkubuz, romanın zamanına bağlı kalmış, çok da iyi yapmış. İlk defa, kendi özgün senaryolarının dışında kalan bir uyarlama yapmış. Yapmamalı mı idi, -her özgün yönetmen “o noktaya” gelebilir, bir Dostoyevski’ci olan Demirkubuz’un geldiği o noktada ilk önce Örik’e el alması da hiç beklenmedik bir şey değil.

Romanların sinemaya uyarlanmaları, o romanı filme çekmek değil, sinemada yeniden “yazmak”, yeniden kurmaktır. Romana sadık kalınabilir, bu romancının adınında filme katılmasını haklı kılar ama romandan hareketle (esinlenmekle) “önemli değişiklikler” -eklemeler, çıkarmalar- yapılırsa, yine yazarın adı kullanılacaktır fakat bu kez roman, yeni bir forma girmiştir, yeni bir filme kaynaklık etmiştir.

Kıskanmak (Demirkubuz) sinemanın gerekli kıldığı değişiklikleri yapan, romana sadık bir film. Seniha, ağabeyi ve yengesi yanında, kaderine razı, içine kapanık, evi idare eden, yaşamında zikzaklar olamayan biri gibi tanıtılır başlangıçta. Gün gelirde -ne oldum delisi- Nüzhet, Mükerrem’in yaşamına girene dek. Gözünün önünde oynanan oyunun farkına varınca, ağabeyine yönelik çocukluğundan kalma “kıskanmaları da” gün ışığına çıkar; -bunun filmde pek üzerinde durulmaz, belki romanda olmayan “fotoğraflara bakma” sahnesi dışında… Genç, güzel, dişi Mükerrem’in “eşine” ihaneti, ağabeyi Halit’i de hedefe koyan, ikisine yönelik bir sürecin başlamasına neden olur. Plânlı programlı intikam, “soğuk yenilmek zorunda kalınan bir yemeğe” benzetilir, Seniha’nın kıskançlığı da, bu kabil bir yemek yeme sürecidir. Üç kişilik aile dağılacak, Seniha yıllar sonra tek başına, bu kez ölümünün ağabeyinden önce olmamasını dileyecektir.

“30’lu yıllarda” diye tarih belirterek başlayan filmdeki, konuşmaların şekli eleştiri konusu oldu. Nasıl konuşmaları gerekirdi? Zaten ağırlıklı olarak bugünki dil ile konuşuluyordu, araya serpiştirilmiş bazı konuşmalarda da o günlerin (30’lu yıllar) kelimelerinin kullanılmasına takınılmasını anlamak mümkün değil. Ayrıca kulağıma çarpan o eski kelimelerin yanlış kullanımları bile var -“kabil” olması gereken kelime bir yerde “kâbil” olarak kullanıldı…- (Bir tane daha var -dı?) Bunun bilerek mi yapıldığını düşünmedim değil…

İlerlemiş yaşına rağmen evlenememiş Seniha, Mükerrem’in Nüzhet ile ilişkisini sezinledikten sonra, Mükerrem’in kendine açılmak istemesi üzerine konuşmaları sırasında, yıllar önce, hiçde beğenmediği bir adamla girdiği ilişkide “bakireliğini yitirdiğini” anlatır. Oysa -filmde olmayan- bir olay daha vardır, filmde ilk olduğunu söylediği ilişki ikinci bir ilişkidir. İlk ilişkisi, ağabeyi Halit’in yurt dışında tahsilde olduğu sırada, komşularından biri Seniha’ya talip olur, “erkek” çocuğun tahsilde olması nedeni ile, “çirkin” kız için yapılacak masraf göze alınmaz ve “gelen teklif” geri çevrilir ama Seniha talibi ile mektuplaşma fırsatı bulur ve bir gece bahçedeki kameriyede buluşurlar, Seniha bakireliğini burada yitirir. Bu komşu Cemil Şevket’tir. Cemil Şevket, Selim İleri’nin “Cemil Şevket Bey, aynalı dolaba iki el revolver” isimli romanının kahramandır ve -roman bir biyografi olmamakla beraber- Nahit Sırrı Örik’ten başkası değildir. Böylece Kıskanmak bir roman uyarlaması olmaktan başka ilginçlikler de içermektedir, içiçe geçmiş ilişkilerde.

Final… (filmde) açılışta bir Cumhuriyet balosunda Zonguldak taşrasının ileri gelen ailelerinin hanımları ilginç bir diyalog içindedir. Konu, baloya henüz teşrif etmemiş olan, sonradan görme ailenin herkesi -özelliklede kadınları- kendine meftun eden ve onlarla bir süre “bıkana kadar” gönül eylendiren yaşı yirmilere ulaşmış hâlâ lisede okuyan oğulları Nüzhet’tir ve Mükerrem şehre geleli bir ayı geçmesine rağmen Nüzhet’i görmediği gibi hakkında da bir şey duymamıştır, o gece tanışacak ve ilk danslarını yapacaklardır. Kapanışda ise, (romanda) Zonguldak’tan aldığı yolcularla Trabzon’a giden gemi güvertesinde Seniha, Samsun’a gitmekte olan bir kısım pavyon kadınının konuşmalarına tanık olur, konuşulan Ayten isimli birisidir. Bir süre sonra Ayten de ortaya çıkar -Ayten artık saçları sarı olan- Mükerrem’den başkası değildir, o da Samsun yolcusudur. Ve Mükerrem / Ayten, Seniha ile konuşmalarını yaparlar. Demirkubuz ikiliye benzer bir konuşmayı -ikili arasında- yıllar önce, kopmaları sırasında yaptırır. Filmde ise bu konuşma, gemi güvertesinde değil salonundadır ve beraber çalıştıkları pavyon işleten bir kişiden söz ederler, Ayten olayı hiç yoktur. Film, -Dostoyevski’ye de ilginç gelebilecek bir son ile- gemi kamarasında ekmek arasını yemeğini yiyen Seniha’nın aklından geçenlerle bitiyor: “Önümüzdeki yıllarda, ağabeyimin ölümünden sonra olmak üzere gittiğim kasabada ölmek isterim.”

Nüzhet… Romanlarda, tasvir edilen tipler / kişiler (kahraman) vardır, çoğunlukla da kadınlardan… Okurken -herkes gözünde farklı canlandırır ama- detaylı ve inadına kusursuz / güzel olarak verilirler. Kıskanmak’ta (Örik) bu, bu kez erkek (Nüzhet) olarak çiziliyor. Roman sinemaya uygulanırken “en zoru budur” sanıyorum, o tipi bulmak, oynamaktan önce bulmak, Kıskanmak’taki (Demirkubuz), Nüzhet; Kıskanmak’taki (Örik) Nüzhet değil… İki de (!?) roman var filmde, Seniha, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza’sını okuyor. Seniha’nın Polathane’deki evinde raflardaki kitaplar arasında “şahaser romanlar” serisinden çıkan Tolstoy’un Harp ve Sulh’u vardı (diğer romanların yanında). Film 1930’larda (başlayıp) geçtiğine ve arada Halit’in yedi buçuk yıl hapis yattığını hesapa katarsak 40’lı yılların sonunda, -50’li yılların sonunda yayınlanmış bulunan- Harp ve Sulh (şahaser romanlar) romanı biraz erken elde edilmiş bir kitap oluyor… (Bu detay “eleştiri” değil!) Demirkubuz, romanı uyarlarken, tarihine bağlı kalmış, doğru yapmış.

Kıskanmak tabii ki romanı ile karşılaştırılacak ama, o bir sinema ürünü ve finalin giderek etkisini artırışı, ilk gördüğümde şaşırdığım, giderek beğendiğim, kabûl ettiğim görüntüsü… bitirmenin, başlıbaşına bir “iş” olduğuna bir örnek.

(12 Kasım 2009)

Orhan Ünser

Belgeselciler Ayrımcılığa Karşı “Bir Şey Yapmalı” Diyor

Yıllardır kurmaca film ve belgesel film arasındaki ayrım tartışılır. Seyirci belgeselleri sevmez, yapımcılar belgesellere para yatırmak istemez vs… Kısacası belgesel hep “öteki” muamelesi görür… Belgeseller sıkıcı ve didaktik bulunur. Çok da örneği vardır açıkçası… Ama kurmaca filmin kötüleri yok mu? Hem de dillere destan kötüleri var…

Ayrıca son yıllarda belgesel film, klâsik görünümünden çok uzaklaştı. James Marsh imzalı Teldeki Adam (Man On Wire) ve Franny Armstrong imzalı Aptallık Çağı (The Age Of Stupid), belgesellerin de ne kadar dinamik olabileceğini gösterdi.

Ülkemizden örnek vermek gerekirse Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’sı ve yılın en şahane filmlerinden Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan yönetimli İki Dil Bir Bavul, belgeseldeki tabuları yıkma yolunda önemli adımlardı…

Geçtiğimiz günlerde İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy ile yaptığımız söyleşide kurmaca – belgesel kutuplaşmasını da konuşmuştuk. Eskiköy’e filmin başarısını sorduğumda, “Eğer filmimiz belgesel olarak görülseydi, fark edilmeyecekti” demişti… Sadece bu cümlede bile belgeseller üzerindeki ön yargıyı açıkça görmek münkün…

Son olarak 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde belgesellerin gösterimi sırasında yaşanan bir takım sorunlar, belgesel yapımlara yaklaşım noktasında gün yüzüne çıkan somut durum, belgesel emekçilerinin rahatsızlığını son noktaya getirdi. Sinema dünyası ve festivallerdeki bu ayrımcı durumun düzeltilmesini isteyen belgeselciler, ilk olarak yine Altın Portakal çerçevesinde Porto Bello Otel’de bir toplantı düzenlemiş ve durumu tartışmıştı.

Nihayetinde ülkemizdeki belgesel emekçileri bir şey yapmalı, bu iş bir dur demeli dediler ve kolları sıvadılar… Siz de www.belgeselfilm.org sitesini tıklayarak imza verebilir, kampanyaya destek olabilirsiniz… Daha sonraki adım ise basın açıklaması ve bir takım etkinlikler olacak.

Her Yerde Etkinlik

Büyük emek ve bütçelerle hazırlanmasına rağmen Türkiye’de belgesel yapımlara gereken ilginin gösterilmemesi ve özellikle festivallerde de sinema filmleri karşısında adeta üvey kardeş muamelesine tabi tutulan belgeseller, benzer nedenlerle seyirciye de yeterince ulaşamıyor. Aralarında Çayan Demirel, Metin Kaya, Metin Avdaç, Rodi Yüzbaşı gibi isimlerin de bulunduğu çok sayıda belgesel sanatçısı Antalya’da düzenledikleri toplantıda bu sorunları detaylıca tartışmıştı. İlgili kurum ve kimselerin dikkatini çekmek üzere şimdi de bir imza kampanyası başlatan belgeselcilerin amacı belgesel yapıma hakkettiği değerin verilmesi.

Her yerde aynı ayrımcı tutumla karşılaştıklarını ve yapımlarına gereken saygının gösterilmediğini, festivallerde bile sürekli aynı ayrımcı tutumla karşılaştıklarını ifade eden, kampanya sözcülerinden Metin Avdaç, bu doğrultuda imza kampanyasının ardından bir basın açıklaması düzenleyerek, konuya dikkat çekeceklerini ve bir takım etkinlikler düzenleyeceklerini söyledi.

Belgesellerini büyük bir emek ve çabayla hazırladıklarını ancak bunun karşılığını almadıklarını kaydeden Avdaç, festivallerin bu ayrımcı tutumunun ise artık kabûl edilemeyecek boyuta geldiğini, kamuoyunda belgesel dünyasına farkındalığı yaratmaya çalıştıklarını söyledi.

www.belgeselfilm.org isimli web sitesi üzerinden yürütülen kampanyayı şimdiden onlarca belgesel gönüllüsü imzaladı. Hazırlanan kampanya metninde şu ifadelere yer veriliyor:

Kampanya Metni:

“Bizler açık bir bilinçle yaşadığımız toprakları yeniden tanımak, onları algı perdemizde duygularımızla, düşüncelerimizle harmanlayıp yaşanılır bir toplum gayesine hizmet etmek için belgesel film üretiyoruz.

Ülkemiz koşullarında gösterim salonuna ulaşan bir belgesel filmin ardında ciddi bir emek süreci vardır ve bu büyük orada tek başına yürütülen bir çabadır. Maalesef ülkemizde belgesel sinemanın gücü henüz tam olarak algılanabilmiş değildir. Bu doğrultuda bilinmelidir ki zor koşullarda gösterime hazırlanmış bir çalışmanın hak ettiği değeri görmemesi bu emeğe saygısızlık olacağı gibi belgesel sinemanın ötelenmesi anlamına da gelir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız yaklaşımlardan hareketle belgesel sinema emekçileri olarak yıllardır festivallerde tekrarlanan eksiklerin, üretimlerin paylaşımında yaratığı tahribat hakkında farkındalık yaratmak için hazırladık bu metni.

Filmlerimizin ülkemizde yapılan festivallerde gösterimi ile ilgili çeşitli sorunlar yaşamaktayız. Bu sorunların çözümü için önerilerimizi aşağıda sıralıyoruz Bu ülkenin düşünen insanları ve sinema emekçileri olarak bu konuda hassasiyet göstereceğinize inanıyoruz.’’

Belgeselcilerin metinde yer alan önerileri ise şu şekilde:

* Ön jüri bildiğiniz gibi çok sayıda film arasından bir seçki yapmak ile yükümlüdür. Bu yüzden izleyici ile buluşacak filmlerin belirlenmesinde oldukça önemli bir aşama olduğunu inanıyoruz. Bu doğrultuda ön jürinin bu farkındalığa sahip, mesleği yeterliliği olan, festivalin amacını kavramış kişilerden oluşması gerekmektedir.

* Festivallere yolladığımız filmlerimizin akıbeti hakkında sağlıklı bilgi akışı olmalıdır.

* Festival süresince gösterimlere katılım sağlanması için hassasiyet gösterilmesi oldukça önemlidir.

* Filmlerin tanıtımı için kısa videolar hazırlanması, TV programlarında ve basın açıklamalarında belgesel sinemanın da yer alması, afişleme ve benzeri çalışmalarda belgesel filmlerin tanıtımı içinde hassasiyet gösterilmesi önemlidir.

* Gösterimden önce filmlerin afişlerinin asılması ve hangi salonda gösterim yapılacaksa katılımcıların rahatlıkla fark edebileceği bir şekilde ilân edilmesi önemlidir.

* Gösterimler filmin kalitesini düşürmeyecek şartlarda düzenlenmelidir. (DVD.den gösterim, kalitesiz projektör kullanımı gösterim kalitesini zayıflatır)

* Teknisyenlerin kullandıkları programlar ve aletler hakkında yeterince bilgi sahibi olması ve mutlaka gösterimden önce testler yapmış olması gerekmektedir. Gösterim sırasında yaşanan aksilikler festivalin kalitesini de gölgede bırakır.

* Filmlerin altyazılarında senkrona dikkat edilmelidir.

* Kataloglarda, belgesel filmin adı, ekibi, gösterim saati, kısacası bir izleyicinin asgari düzeyde bilmesi gereken bilgilerin yer alması gerekmektedir.

* Festivallerde belgesel filmlerin bölümleri ve temasına göre yarışma düzenlenmelidir.

* Yarışma bölümüne seçilen filmlerin: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Müzik ve En İyi Görüntü Yönetmenleri dalında ödül verilmelidir.

* Festival komitesi bu konudaki hassasiyetlerini bütün festival emekçilerine iletmelidir.

* İzleyici ile iletişim kurabildiğimiz yegâne mekânlardır festival salonları. Ancak tanıtım aksaklıkları, izleyicinin belgesele olan eksik yaklaşımı festivallerde izleyici sayısını iyice düşürmektedir. Çoğunlukla filmlerimizi biz bize izledik. Bizim için gösterimler kadar festivallerin belgesel sinemanın konuşulduğu, tartışıldığı bir zemin olması da önemlidir. Bu yüzden film ekiplerinden yönetmen dışında en az iki kişinin daha katılım sağlaması için gerekli koşulların oluşturulması ve festival süresince belgesel sinemanın konuşulacağı platformlar hazırlanması belgesel sinemanın ve dolayısıyla sinemamızın gelişimi için çok önemlidir.

* Gösterimden sonra film ekibinin izleyici ile buluşması (Soru – cevap, tanışma) için uygun şartların hazırlanması gerekmektedir.

* Bizler özgün bir sinemanın ancak kendi topraklarından beslenerek var olabileceğini biliyoruz. Üretimlerimizin sinemaya katacağı değerin farkındayız. Kameramızla toplumsal değişime – gelişime katkıda bulunacağımıza inandığımız için özelikle belgesel film üretiyoruz.

Belgesel sinema bir tavırdır. Yaşamın gidişatına karşı alınmış bilinçli bir tavırdır. Belgesel sinema düşünmektedir, fark etmektir, tanımak – tanışmaktır, sahip çıkmaktır. Çabamıza sahip çıkalım.

(12 Kasım 2009)

Gizem Ertürk

13 Kasım 2009 Haftası

“2012”de kopan kıyametin çıkış noktası, Maya takviminin bu yıl itibariyle sona ermesi; bilimsel olarak da gezegenlerin aynı hizaya gelip güneş aktivitesinin yükselmesi ve dünya kabuğunun yer değiştirmesine neden olması. Sinemada teknoloji çıtasını belli aralıklarla yükselten birkaç isimden biri olan Roland Emmerich, kentlerin yok olmasına neden olan depremler, yanardağ patlamaları, dev dalgaların başrollerde olduğu sahnelerde, izleyenin yüzüne şaşkınlıkla karışık bir hayranlık ifadesi yerleştiriyor. Fakat… Hem argümanları zayıf, hem de barındırdığı insan öykücükleri klişe bir film bu. “Tehlikede kalan ve son saniyede kurtulan insanlar”ı o denli sık kullanıyor ki, sıkıcılık tuzağına düşüyor. Kendi adıma, bittikten sonra arzuladığım, sadece müthiş felâket sahnelerinin arka arkaya montajlandığı bir versiyonu yeniden seyretmekti.

“Bornova Bornova”, darbe ile ardından bastıran -tamamen para endeksli- serbestliğin, Türkiye’nin genç insanlarını, hayattan kopuk ve tehlikeli nasıl apolitik birer ‘şey’e dönüştürdüğünü, usulca ama etkin şekilde örnekliyor. Diyalog yoğun filmi, neden sinema ekranında izlemem gerektiğini bilemiyorum fakat evde, dvd oynatıcıda geri-ileri alarak çok keyifle izleyeceğime eminim.

“The Watercolor – Suluboya”, el emeği ve bilgisayar teknolojisini sabır kozasında birleştiren karikatürist Cihat Hazardağlı’nın ortaya çıkarttığı rengârenk bir kelebek. Resim kâğıdı dokusunu aynen hissettiren dijital görüntülerde yer alan plânlardaki suluboya tabloların içine girerek izlediğiniz, sanata, aşka, büyümeye dair evrensel bir öykü. Doğaldır ki, su kenti Venedik’te geçiyor. Oyuncuların tümü de bir suluboya tablonun saflığına yakışır biçimde oynamış. Sinemamız için bir ilk olan “Suluboya”, yaratıcı, estetik, insanın içini ılık duygularla dolduran bir güzellik.

“Turnuva”, aklın sınırlarını zorlayan insan kötülüğünün bu son zirvesinde, tümü -neyse ki- profesyonel olan otuz katilin birbirlerini en vahşi yöntemlerle öldürme oyunu ve bu eğlenceyi genel / özel kameralarla izleyip üzerlerine bahis oynayan çok zenginlere verilen hizmet (!) tanıtılıyor. Yönetmen, vicdanı temsil eden alkolik bir rahibi hikâyeye karıştırıp, bu karakter sayesinde, en vahşi katilin bile içinde ahlâki kırıntılar kalmış olabileceği umudunu taşısa da, esasen, tavizsiz şiddet ve sıkı aksiyonun sunulduğu bir seyirliğe imza atmış; ilk saniyelerden başlayarak hiç duraksamadığını söylemek mümkün.

(11 Kasım 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Dünya Yerle Bir Olurken

2012
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Roland Emmerich, Harald Kloser
Müzik: Harald Kloser, Thomas Wanker
Görüntü: Dean Semler
Kurgu: David Brenner-Peter S. Elliot
Oyuncular: John Cusack (Jackson), Amanda Peet (Kate), Chiwetel Ejiofor (Adrian), Thandie Newton (Laura), Oliver Platt (Carl), Woody Harrelson (Charlie), Danny Glover (Başkan Wilson), Liam James (Noah), Morgan Lily (Lilly), Thomas McCarthy (Gordon), Zlatko Buric (Karpov)
Yapım: Columbia (2009)

Maya uygarlığının takviminden yola çıkan Roland Emmerich’in “2012” mahşer bilimkurgusu, aslında küresel ısınma yüzünden insanlığa uzak bir mahşer değil. Emmerich, mahşeri yaşatırken, filminde hikâyeler de anlatıyor.

Maya uygarlığının takviminden yola çıkan “2012” bilimkurgu filmi, sinema perdesinde çok etkileyici mahşer görüntüleri yaratıyor. 1955 yılında Stuttgart’ta doğan Alman yönetmen Roland Emmerich’in 2004 yapımı “The Day After Tomorrow-Yarından Sonra” bilimkurgusunu görenler, “2012”den de etkilenecekler. Maya uygarlığı, M. Ö. 600’de yükselişe geçmiş, M. S. 250-600 arasında klâsik dönemini yaşamış, M. S. 900’e dek uygarlığı geniş bir alana yayılmış ve Kristof Kolomb’un işgâliyle sonları gelmiş. Maya uygarlığı astronomi, matematik, mimari ve sanat alanlarında çok gelişmişler. Mayalar, “güneş takvimi” kullanıyorlardı ve bizim kullandığımız “Gregoryen” takvime yakındı. Yılı 365,2422 gün olarak hesaplamışlar. Bizim kullandığımız takvimse 365,2420 gün. Arada sadece 17 saniye var. Mayalar, güneşten kaynaklanan manyetik değişiklikleri de hesaplamışlar. İşte bu hesaplamalar, Aralık 2012’yi gösteriyor. Elbette, filmde de gösterildiği gibi mahşer dünyayı ve içindekileri tümden yok etmiyor. Maya inanışına göre de öyle. Kıtalar kayacak ve yeni uygarlıklar oluşacak. Dünyanın tepesi Himalayalar değil, Afrika olacak. Ama, bunlar olurken dünya gerçek bir mahşeri yaşayacak. Yerler yarılacak ve her şey çökecek. Oynanuslar yükselecek. Tsunamiler oluşacak. “Tsunami”, Japonca “liman dalgası” anlamına geliyor ve “sunami” diye de okunuyor. Okyanus, “dünyanın tepesi” Himayalar’ı bile yutuyor. Ama, bu mahşerde de “Nuh’un Gemisi” olacak.

Güneşten gelen felâket…

Film, 2009 yılında Hindistan’da açılıyor. Jeolog Adrian Helmsley Hindistan’a gidiyor. Bakır madenlerini kontrol ederken jeolojik değişimlerin farkına varılıyor. Güneşteki patlamalar dünyayı etkilemeye başlıyor. Elbette Maya takvimi akla geliyor hemen. Bu takvimde, güneşteki değişimler hesaplanarak 21 Aralık 2012’de dünyanın sonu geleceği hesaplanmış. Film, bu takvimin mahşerini yaratıyor perdede. Filmde küresel ısınmaya dair bir şeyler söylenmiyor. Bir ihtimalden yola çıkılıyor. Astronomide ve matematikte ileri bir uygarlığın hesapları ya doğru çıkarsa? İşte film bu korkudan yola çıkarak küresel felâketi perdeden yansıtıyor. Özel efektler, öncelikle bilgisayarla oluşturulan atmosferler yer yer insanı o mahşerin içine alıyor. Depremlerle oluşan sarsıntılar, yükselen denizler, tsunamiler ve birçok şey. Bunlar olurken elbette filmde hikâyeler de var. En öndeki hikâye de Curtis ailesinin. Kitapları çok satmayan yazar Jackson Curtis, pek para kazanamadığı için bir Rus milyarder Yuri Karpov’un lumizin şoförlüğünü yapıyor. Yazmaya çok yoğunlaştığı için karısı Kate’i bile kendinden uzaklaştırmayı başarmış Jackson. Kate, Gordon Silberman’la yaşıyor artık. Jackson’ın oğlu ve kızı, Noah ve Lilly baba figürü olarak Gordon’ı yakınlarında görüyorlar. Ama, küresel felâket gerçek babaya yaklaştırıyor çocukları. Başkalarının da hikâyeleri yansıyor filmde. Jeolog ve başkanın yeni bilimsel danışmanı Adrian Helmsley ve başkanın kızı Laura Wilson’ın da hikâyeleri öne çıkıyor filmde. Hangi felâket olursa olsun sonunda kazanan daima aile ve aşk oluyor. İşte bütün bunlar filmdeki melodramı çoğaltıyor ve dünyanın trajedisinin içinde insani duyguları yansıtıyor. Yönetmen Emmerich’in kültürel genlerinden gelen karamsarlık da hissediliyor filmde. Her ne kadar finalde umut olsa da. Bu filmde bir şey daha fark ediliyor: Dünya yerle bir olsa da paran varsa kurtulursun… Yönetmen bu adaletsizliğe eleştiri de getirmiş. Filmde, Fritz Lang ustanın ruhuna da dokunuyorsunuz. Filmde, Çin’de inşası süren devasa gemide çalışan binlerce insanı görünce ustanın 1927 yapımı “Metropolis” bilimkurgusunu hatırlıyorsunuz. Hem görsellik hem de içerik anlamında. Emmerich, bu filminde bir şeyi daha unutmamış. Tsunami, Amerikan ordusuna ait John F. Kennedy savaş gemisini Beyaz Saray’ın üzerine bırakıyor. 1963 yılında suikasta giden Kennedy, Amerika’nın 35. başkanıydı. Filmde unutulmaz bir karakter de var. Woody Harrelson’ın hayat verdiği Charlie Frost, Montana ve Idoha eyaletleri arasında kalmış Yellowstone’daki ulusal parkta insanlığı uyandırmaya çabalayan Yunan mitolojisinden düşmüş bir Cassandra sanki. Charlie’nin varlığıyla seyirci bir an “Cassandra Sendromu”nu da yaşıyor. Yellowstone’un altında bir yanardağ var. Çok geçmeden o yanardağ patlıyor ve felâket daha da hızlanıyor. Filmde, küresel felâket her yere dokunuyor, ama sadece bir yere dokunmaya gücü yetmiyor. Orası da Müslümanların yoğun yaşadığı topraklar elbette. Yönetmen de zaten itiraf etmişti. Filmdeki İslâmofobi kendini iyiden iyiye hissettirmiş.

(11 Kasım 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Sinema Salonlarında ‘Sinemayı Katleden’ Adamlar

“Sinema makinistliği”; ülkemizde -tıpkı “taksi şoförlüğü” gibi- herhangi bir okulu, kursu, disipline edilmiş eğitimi bulunmayan, bütünüyle “saldım çayıra, mevlâm kayıra” karadüzeni içinde ilerleyen başıboş bir meslek grubu…

Çocukluk ya da gençlik yıllarınızda kıdemli bir makinistin eteğinin dibine çöküyorsunuz, o kişi keyfi geldiği zamanlarda size işin inceliklerinin her ne kadarını öğrettiyse bütün bilgi birikiminiz de bundan ibaret oluyor. Eğer sinemayı gözükara bir aşkla seven, kendisini mesleğiyle ilgili olarak sürekli geliştirmeye çalışan inatçı biri değilseniz, hayatın dalgaları sizi makine dairesine rastgele sürüklemişse, o durumda zâtınızın ellerinden (ve teknik bilgisinden) film izlemeye gelenlerin de vay haline!

Türk sinema işletmeciliği tarihine geçmiş çok ünlü bir olay vardır. Efsanevî Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick, 1975 yapımı “Barry Lyndon” filminin küresel ölçekte gösterime girmesinden hemen önce dünyanın pek çok ülkesine, bu arada da Türkiye’ye “film gösterim standartlarını denetlemesi için” özel temsilcilerini gönderir. Elemanlar ülkemize geldiklerinde “en iyi” sayılan bir kaç sinemaya gider ve gördükleri karşısında dumur olurlar. Filmin çekim ölçeklerine uymayan yanlış objektif kullanımları, perdedeki görüntülerde (eski moda kömürlü makinelerden kaynaklanan) âni ışık düşmeleri, bazen onlarca saniye süren zifiri karanlıklar, bir türlü tam keskinlik elde edilmeyen flû gösterimler ve nihayet filmin bitiş jeneriklerini asla oynatmayan, daha ilk yazı perdenin üzerine düşer düşmez projeksiyon cihazını -hastalıklı bir inatla- kapatan “emeğe saygısız” makinistler…

Kubrick’in adamları ABD’ye döndüklerinde, titizliğiyle tanınan bu yönetmene pek çok Ortadoğu ülkesindeki film gösterim koşullarıyla ilgili olumsuz rapor verirler ki kara listeye alınan ülkeler arasında Türkiye de vardır.

Sırf bu nedenle, ülkemizin sinema salonlarında 1970’lerin ortalarından 1996 yılına kadar bir tek Stanley Kubrick filmi bile oynatılamamıştır. Ne zamanki Warner Bros şirketi Türkiye’ye gelip bizim “ezik” salonlara baştan aşağıya çeki düzen verdi; Kubrick’ten de ancak ondan sonra “Full Metal Jacket” adlı kült filminin Türkiye gösterimine (dünyanın batısında gösterime girişinden yaklaşık 9 yıl sonra) izin çıktı.

Adını sinema tarihine altın harflerle kazımış olan bu büyük usta sonuna kadar haklıydı elbette… “Barry Lyndon” gibi ön hazırlığı 3-4 yıl süren, hiç yapay ışık kaynağı kullanılmamış, yalnızca güneş ve mum ışığı aydınlatmasıyla çekilmiş (ki Kubrick bu projesi için Zeiss şirketine film yapımında ilk kez kullanılan özel lensler ısmarlamıştı) bir başyapıt ortaya koyacaksın; sonra da böyle bir görsel harikayı makine dairesinin bir köşesinde oturup köydeki yavuklusunu düşünen, teybinden “Batsın bu dünya” dinlerken perdedeki görüntünün ışık düzeyini falan unutup giden bilgi fukarası Türk mecnunlarının insafına bırakacaksın!

1987 yılında, o dönemin Çemberlitaş-Şafak sinemasında Tony Scott’un “Top Gun”ını izlerken, (İngiliz olduğunu sandığım) iki turistin, salonun ve projeksiyonun sefaletine bakarak, devre arasında “Disguisting!” (İğrenç!) nidaları eşliğinde sinemayı terk ettiklerine tanık olmuştum ki bugün bile o ânı hatırladığımda bir sinemasever olarak kendi kendime utanırım. Perdede öylesine soluk bir projeksiyon vardı ki Scott’un o güzelim jet uçağı manevralarını doğru düzgün görememiştik bile. Söz konusu filmi ancak yıllar sonra DVD’den izlediğimde yönetmenin hakkını teslim edebildim.

Hele de sinema salonlarımızdaki şu “bitiş jeneriklerini göstermeme” hastalığı tam anlamıyla evlere şenliktir. Film biter, jeneriği oluşturan son bir kaç dakikalık kısım da (teknik bir zorunluluktan dolayı) zaten cihazın içinden geçmek zorundadır. Fakat, gelin görün ki tepedeki karanlık odada oturan gizemli şahıs bu bölümü izlememize asla izin vermez! Sanki o yazılarda sülâlesine hakaretler sıralanıyormuş gibi derhal ışığı kapatır ve bitiş jeneriği cihazın içinden biz göremeden akıp gider. Oysa, o jeneriklerde gerçek sinema meraklıları için yığınla ekstra bilgi gömülüdür. Ki benim de geçmişte sırf oralarda yakaladığım ilginç bilgiler ve bağlantılardan hareketle yazdığım gayet derinlikli inceleme-araştırmalarım olmuştur.

Yıllardır aylık maaşımın en az dörtte birini “sinema”ya harcıyorum; fakat Türkiye’deki bütün sinema salonu işletmecileri şunu çok iyi bilsinler ki bunu son derece gönülsüz bir biçimde yapmaktayım. Çünkü, sinema optiği ve mekaniği konusunda uzman bir adam olarak (evimde 9 yaşından beri sinema makinem var ve şu anda da 5 tane 8 mm, 3 tane 16 mm oynatıcıya sahibim), “sinemayı sinemada izleme” yönünde harcadığım o kadar para ve zamanın karşılığını muhataplarımdan kesinlikle alamıyorum!

Yıllardır, bir-iki istisna hariç, İstanbul’daki sinema salonların tamamına yakınında üste para vererek aynı rezilliği yaşamaktan artık resmen gına getirmiş durumdayım. Yaklaşık bir buçuk ay önce Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler”ini Beyoğlu Atlas Sineması’nda yarısı flû bir projeksiyonla izledim; ki bu salonun projeksiyon-perde açısında çok belirgin bir hesap hatası vardır. Arada gittiğim bir sürü irili-ufaklı filmde de aynı şeyleri bolca yaşadıktan sonra, nihayet geçen cuma akşamı Mecidiyeköy-Profilo AFM Sinemaları’nda “Yasak Bölge 9”u iki saat boyunca altı net-üstü flû bir projeksiyonla izlemek zorunda kalınca, artık dayanamayıp, salonun yetkilisine “Film oynatırken arada sırada şu perdeye bir göz atın Allah aşkına!” diye çıkıştım. Çünkü, 12 TL bilet bedeli ödeyerek izlediğim o film boyunca, sözünü ettiğim netlik sorunu yüzünden gözlerimden yaşlar süzülüp durmuştu.

Bir de sinema işletmecilerine “Filmi yanlış oynatıyorsunuz” diye başvurduğumda, bunların pek çoğunun kibirli tavırlar sergilediğine tanık olmuşumdur. Hayatta bir tek kendilerinin film gösteriminden anladıklarını düşünür, bu konuda herhangi bir şikayette bulunan müşterilerine söylediğinin aslını astarını araştırma gereğini duymadan fütursuzca posta koyarlar. Beyoğlu’nun “meşhur” Emek Sineması’nın -şimdi artık hayatta olmayan- müdürüyle de böyle bir tartışmam olmuştu yıllar önce… İstanbul’un bu anlı şanlı, “festivallere ev sahipliği yapan” salonunda projeksiyon öteden beri hep sorunludur. “Örümcek Adam-2”yi izlediğim bir gün müdür beyin odasına girip “Üstad, şu makinistinizi bir uyarsanız da filmi biraz daha netleştirse” dediğimde, “Bizim sinemamızda asla netlik hatası olmaz. Siz gereksiz yere sorun çıkarıyorsunuz!” gibi bodoslama bir karşılık vermişti. Ben de işi inada bindirip makinisti odaya çağırttığımda, gelen görevli “Ağabey, müşterimiz doğru söylüyor, perdedeki eğim yanlış… Ben görüntünün alt kısmını netliyorum, bu sefer de üst kısım bozuluyor. Perdenin eğimini en kısa zamanda düzelttirmemiz lâzım” diyerek rahmetliyi fena hâlde bozguna uğratmıştı. Ancak iyi de olmuştu, çünkü benim gibi o makineleri evinde parçalayıp tekrar toplayan bir adama konulabilecek en yanlış postaydı bu…

Velhasıl, bu memleketin taksiciliğindeki manzara her nasılsa, sinema işletmeciliğindeki manzara da onun tıpatıp aynısı… Taksi işletmecileri, şoförlere yönelik gasp ve cinayet olaylarına, polis kabalıklarına, sosyal güvence yoksunluğuna ve korsan araçlara karşı zaman zaman gösteriler yapıp toplumdan (ve devletten) merhamet talep ediyorlar. Fakat, bugün kadar müşterilerine revâ gördükleri davranışlar o kadar kötü, o kadar çirkin ki hiç kimse onlara (aslında hak ettikleri) bu merhameti sergilemeye yanaşmıyor. Çünkü, insanları kısa mesafelerde ve yağmurlu havalarda almamaktan kadın yolcularına sarkıntılık etmeye, araçlarının içini pavyon gibi donatmaktan turistleri iki adımlık adresler için saatlerce dolaştırmaya kadar aklınıza gelebilecek hemen her konuda pek çoğunun dehşet verici bir sabıka dosyaları var.

İşte, sinema salonları da tamamen bu görünümdeler… İzleyiciye “Ey millet, film sinemada izlenir. Bırakın korsan izlemeyi, gelin salonlarımıza” diye yalvarıp duruyorlar, fakat salonlara gelenlere sundukları hizmet kalitesi ise taksicilerden farksız…

40 yıllık bir sinemasever ve 20 küsur yıllık bir sinema yazarı olarak;

-Gişelerde mahkeme duvarı suratlı adam ve kadınlar değil, yüzü gülen görevliler görmek istiyorum…

-Perdede ilk karesinden son karesine kadar “net” film izlemek istiyorum…

-Filmlerin bitiş jeneriklerini son karesine kadar rahatça oturup izleyebilmek istiyorum…

“Dolby Digital” ses sistemi olan bir salonda o ses derinliğini doğru düzgün duymak istiyorum…

-Tuvaletlere ya da adına “teşrifatçı” denilen o lüzumsuz insan grubuna para vermek, bir şişe meşrubatı dışarı fiyatının 5-6 katına içmek istemiyorum…

-Ve nihayet, medyada ve gişelerde ilân edilen seans saatine bakarak girdiğim bir filmden önce, ilk yarım saat boyunca (kimileri yanımdaki küçük çocuklarımın algı düzeyine uygun olmayan, bazen de beni ve eşimi düpedüz utandıran) ağır alkollü içki ve prezervatif içerikli düzinelerce reklâm filmi izlemek istemiyorum…

Mecbur muyum kardeşim bir kadının histerik iniltilerini ilkokul çağındaki çoluk-çocuğumla yan yana izlemeye! Bana televizyondaki “zap yapma” hakkımı, dünyanın parası ve zamanını harcayarak gittiğim bir sinema salonunda neden tanımıyorsunuz?

Reklâm sizin vazgeçilmez bir ekonomik gereklilikse, o halde bitmez tükenmez reklâm kuşaklarınızla (keyifle izlemek üzere para ödediğim) asıl filmin başlaması arasındaki süreyi salonların girişindeki panolarda daha belirgin bir biçimde duyurun müşterilerinize…

Seyircilerinizin istekleri net olarak anlaşıldı mı bayanlar, baylar?

Sinema salonlarındaki -istisnasız her müşterinin şikayetçi olduğu- bu gibi kronik sorunları halletmediğiniz sürece, “korsan sinema” karşısında kan kaybetmeyi sürdüreceksiniz.

İşin kötü tarafı, hiç kimse de batışınıza acımayacak.

Tıpkı taksi şoförlerine acımadıkları gibi…

(09 Kasım 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Taşrada Girdap Büyüyor

Sanırım bir galada film izlemekten daha fena bir şey yok… Kokteyl zamanı olan kalabalık ve felâket gürültü bir nebze çekiliyor da, film başladıktan sonra da devam etmesi çekilir dert değil… Yine de haksızlık etmeyeyim, her seferinde yaşadığım bir şey değildi, İncir Çekirdeği filminin galasında başımıza gelenler…

Filmin vaad edilen saatte başlamaması zaten alışılmış bir durum ama film boyunca salonda gezinen insanlara pek alışık değildim şahsen… Salonun kapısı bir türlü kapanmak bilmedi. İnsanlar içeri girip, dışarı çıkmaktan yorulmadı. Amaç neyse, onu da çözemedim… Sanki kocaman kocaman kadın ve erkeklere değil de, ilköğretim öğrencilerine bir gösterim yapılıyor gibiydi. En fenası da, tam da benim oturduğum sırada bir adamın horul horul uyuması oldu. Hem de ne horlama, bütün salon inledi… Üstelik bir türlü de dışarı çıkarılmadı. Filmin yönetmenine, oyuncularına, ekibine ve aklı sadece sessiz bir şekilde filmi izlemek isteyen izleyicilere ne büyük bir işkence, nasıl büyük bir ayıp siz düşünün…

Bir de ben, bir film ne kadar kötü olursa olsun -ya da bu filmde olduğu gibi şartlar kötü olsun- asla salonu terk edemem. Bir şekilde sonuna kadar izlerim. Tüm bu olanlar beni filmden haliyle kopardı. Yine de filmi sonuna kadar izledim. Bu yüzden filmle ilgili sağlıklı bir eleştiri yapabileceğimi sanmıyorum. Filmden kötü çıkmamın sebebinin film kötülüğü değil, ortamın kötülüğü olarak görüyorum. Ancak yine de çok da beklediğim gibi bir filme karışlaştığımı söylemeyeceğim.

Taşra hayatı, son yıllarda özellikle genç yönetmenlerin eğildiği konularda başı çekiyor. Seyfi Teoman’ın Silifkeli bir ailenin girdabını anlattığı Tatil Kitabı; Mardin’deki kadın intiharlarınının gerçek yüzünü gösteren Mehmet Güleryüz’ün Havar’ı ve Murat Düzgünoğlu imzalı Hayatın Tuzu taşrayı anlatan başarılı yapımlardan…

Tüm bunların yanında İncir Çekirdeği’nin zayıf kaldığını düşünüyorum… Özgü Namal ve diğer oyuncular rollerinin hakkını veriyordu ancak salt iyi oyunculuk filmi kurtarmıyor.

Özellikle de bir filmde bir çocuğun da ağırlığı varsa, birçok mesaj onun aracılığıyla veriliyorsa, -küçük kızın kadınlar ile ilgili söylediği sözler özelliklle- role daha uygun bir çocuk seçilmesi daha inandırıcı olurdu diye düşünüyorum. Küçük kızın ezberden okuduğu replikler beni bir türlü içine alamadı.

Nihayetinde derdi ve tasası itibariyle önemli bir konuyu ele alıyor İncir Çekirdeği… Yönetmen Selda Çiçek’in ileride çok daha güçlü filmler yapacağını umuyorum…

(08 Kasım 2009)

Gizem Ertürk

Sinema Şenlik (midir?)

Sinema Bir Şenliktir, yanılmıyorsam Onat Kutlar’ın sinema anılarını / yazılarını topladığı bir kitabının adı idi. Yılların sinemacısı Memduh Ün’ün ise sinemaya veda filmi olacaktı, oldu da, ama -her zaman, her dem galip gelen yaşam- sinemamızın bu kendine has yönetmenini, cilveleri ile setlerden uzaklaştırıverdi; filmi, bir çok filminde yardımcılığını ve yeri geldiğinde ufak rollede oyunculuğunu yapan asistanı Tunç Başaran’ın tamamlamasına neden oldu. Sinema Bir Mucizedir filmini yeni seyrettim (TV’de). Sinemamızda, sinema üzerine yapılan -sırf sinema da değil- ender filmlerdendir. Charlie Chaplin’in son filmi A Countess from Hong Kong (1967) filmi için bir eleştirmen “Gidin görün hiçbir şey değilse bile, bir Chaplin filmi değişti” (aşağı yukarı) demişti. Evet Sinema Bir Mucizedir içinde aynı şey söylenebilir: “Gidin görün, hiçbir şey değilse bile bir Ün (+Başaran) filmi.” (ÜN’ün her filminin başarılı olduğunu söylemiyorum ama, Ün, sinemamızın temel taşlarından birisidir.)

Ben film hakkında yazmayacağım zaten. Filmde kullanılan filmlerden -bazıları- hakkında yazacağım. Film 1950 seçimlerinin hemen arifesinde geçiyor. Güney Anadolu’nun bir ilçesi ve ilçenin tek sineması, eski bir İstiklâl Savaşı gazisi sinemacı Nakip Ali ve sinema tutkunu bir çocuk (Ümit)… Film gösterim odasında (makine dairesi), gösterimciye (makinist) yardım ediyor, gösterilen fimlerden parçaları topluyor, eline fırsat geçince makinistten -filmlerin istediği yerlerinden parçaları- tehdit ile alıyor, mahallesinin çocuklarını bedava sinemaya -patrondan izin alarak- sokuyor… Film, Rita Hayworth fotoğrafı ile açılıyor, Gilda (Charles Vidor / 1946) filminden. Sonra Stagecoach (John Ford – 1939 – Cehennemden Dönüş) filminden hareketli sahneler ve buna bağlanmış farklı filmlerden -Errol Flynn, Lorel/Hardy ikilisi,Tarzan örneğin- görüntüler ile devam ediyor. Gilda’dan Hayworth’un şarkı söylediği ve Glenn Ford tarafından tokatlandığı -birbirinden ünlü- sahneler var. Onu Ben Öldürdüm (Dr. Alyanak / 1952) sinemada gösterime giriyor ve de filmde de yer alıyor, seyirciyi ağlatıyor, -daha sonra- Nimet Alp’in kısacık bir dans sahnesi var.

Filmde iki ayrıtı var, makinistten topladığı filmleri bir kutu içinde biriktirir Ümit, (Bir bindirme ile geçişli sahnede, giderek biriken filmlerin arttığını görürüz.) Finalde yaralı Nakip Ali’nin yanından ayrılan Ümit koşarak sinemaya gelir ve topladığı parçaları -birleştirmiştir- göstericiye takarak perdeye yansıtır ve onlardan, yardıma gelerek Nakip Ali’yi kurtarmalarını ister… Birleştirdiği bu filmlerin içinde Stagecoach filminden bir sahne hem başta, hem sonra kullanılmıştır. Bu başka iki ayrı parça mıdır -(aynı sekansın ana filmden iki kere çıkarılması?)-, yoksa Ümit elindeki parçayı ikiye mi bölmüştür. Stagecoach 1939 yapımıdır, o yıllarda filmler üç-dört yıl geçikme ile gelirdi ülkemize ama Sinema Bir Mucizedir ’50’li yılların başında geçiyor, nereden bakılırsa on yılı aşkın bir süre, ama o yıllarda bunu çok garip bulmamak lâzım. (’60’lı yıllarda bir Cumhuriyet Bayramında Tokat’ta Ali Sabri, deposundan çıkardığı -nasıl girmiş ve kalmıştır oraya?- Ali Sabri Sineması’nda 1945 yapımı Köroğlu (Refik Kemal Arduman – Mümtaz Ener) filmini çıkarıp göstermişti.) Nakip Ali Sineması’nda oynayan Onu Ben Öldürdüm’de 1952 yapımı olmasına rağmen İstanbul’da 01.01.1953 tarihinde vizyona girmiş, (Agâh Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü, Cilt 1, Sahife 79) Nakip Ali Sineması’na ulaşması daha sonralarda olmalı. O filmden de bir alıntı var ve film gösterime girdikten sonra, “ağlamaklı” olan finali seyirci isteği üzerine değiştiriliyor. Sırf Ümit değil film parçalarını birleştiren, sinemanın makinisti de, filmlerden dansöz sahnelerini kesip birleştirdikten sonra “kendine” oynatırken Ümit’e yakalanıyor. Bu bölümde kısacık Nimet Alp -zamanlama doğru- var, diğerini, çıkaramadım… Birleştirilen -filmde yer alan- iki dans sahnesi var, farklı filmlerden, -müzik var mı idi ve aynı mı? idi!?.

Giuseppe Tornatore’nin bir filmi var: Nuovo Cinema Parasido. İtalya’nın taşrasında bir sinema, sinemanın makinisti ve bir çocuk… Çocukluğun insanı yönlendirdiği günler… Çocuk günü gelince, kasabayı terk eder, gider ünlü bir yönetmen olur, bir gün makinistin öldüğü haberini alır ve kasabasına döner. Cenaze töreninden sonra, kendisine makinistin bıraktığı bir film kutusu verirler. Dönüp, krallığına (sinemasına) gelir ve kutuyu verip göstermelerini ister. Film, yıllar önce makinistin gösterdiği filmlerden kestiği ve birbirine eklediği “öpüşme sahneleri”nden ibarettir… Tabii Sinema Bir Mucizedir’de makinistin yaptığı dansöz klibi, (sadece 2 dansöz?) yıllar sonra çocuğa verilecek bir miras değildir. Zaten çocukta -en azından filmde- büyümez. Tornatore’nin filminde bir tane, Ün(Başaran)’ün filminde iki tane, film parçalarından oluşturulmuş, tamamen farklı amaçlarla oluşturulmuş üç tane kurgu film… Ün, filmde kullanılan yabancı filmlerin (Ümit de bunların kurgusunu yapıyor, sonunda) “kısa ve anlamsız” kullanıldığını söylüyor, (Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor, Sahife 404) katılmamak elde değil…

(07 Kasım 2009)

Orhan Ünser