Kategori arşivi: Yazılar

Kopyala Yapıştır Emek Sineması Filmi Devam Ediyor

Emek Sineması’nın yıkılıp üst katlara kopyala – yapıştır yapılmasına en son yorum değerli üstad Hıncal Uluç’dan geldi. Değerli üstad bakın ne diyor:

Yahu neyi yıktırmıyorsunuz?. Emek zaten çökmüş. Bir leş. Bir fare yuvası. Sinema olarak on paralık değeri olsa yaşardı. Kimseler gitmediği için kapandı. Devir değişti. Kimse farkında değil. Sinema devri değişti. Artık Emek, Atlas, Yeni Melek’ler dünyanın hiçbir yerinde yok. Sinemalar site halinde. Millet oralara koşuyor, etrafında hızlı, ağır yemek yerleri, kafeleri ile, sinema sitelerine.

Oysa, her gün yüzbin kişinin seller gibi aktığı İstiklâl Caddesi’nde Emek’e giren yok. Emek bitmiş, tükenmiş, kapanmış zaten.

Dahası. Binayı tutan kolonları da kesmiş birileri bir zaman. Şimdi zelzele değil, “Zel” dese biri çökecek.

Bir plân yapılmış Emek’i kurtaracak.

Dinleyen yok. Yahu hele dinleyin. Dinleyin ki tartışalım.

Anlatılanlar makûl. O blok, sağlam kolonlar üzerine yeniden yapılacak. Alt taraf alışveriş merkezi. Üst tarafta sinemalar, kafeler, restoranlar. Yani günümüz koşullarına uygun modern bir yapılanma. En rahat, en ileri film izleme teknikleriyle cazip bir sinema alanı.

Peki Emek.

Emek’i yıkmıyor, aynen üst kata, “Büyük Salon” olarak taşıyorlar.

Başkasından duysam kimse bu sözlerin Hıncal Uluç’a ait olduğuna inandıramazdı beni. Hocam ne oldu sana böyle de birden galeyana geldin. Hem bugüne kadar neden sustun. Aylardır o kadar konuşuldu da neden şimdi yazmaya başladın. Karşı fikir olsun diye mi konuşuyorsun, yoksa inandığın değerleri mi savunuyorsun bilmiyorum. Hıncal Uluç bildim bileli ya siyah ya beyazdır. Onda gri bulamazsınız. Ya tam sever, ya da tam döver. Bu defa tercihini yanlış yapmış olabilir mi acaba?

Hocam ben her İstanbul’a gittiğimde ilk ziyaret ettiğim yer Yeşilçam Sokağı’dır. Sokağa her girdiğimde içimi hüzün kaplar. Evet orası gerçekten berbat bir halde, gerçekten o sokağa girince pis kokudan ve çöpten geçilmiyor. O zaman ‘yıkalım yok edelim’ öyle mi. Peki neden restore edilmesi fikrine karşısın. Olduğu gibi yerinde korunmasına karşısın.

Restorasyon nedir, “Eski, tarihi, otantik ve özgünlük değeri olan, önemli bir olaya ev sahipliği yapmış eserin, aslına uygun olarak, asli malzemeden, asli yapım tekniğinden ve özgünlüğünden faydalanarak, mümkün olduğu kadar az müdahale ile koruyarak onarılmasıdır.”

Hasankeyf yok edilmesin diye az çabalamadın. O zaman tarihi eserleri oldukları yerden taşıyalım duralım. Meselâ Bergama Zeus Tapınağı’nın Berlin Pergamon Müzesi’nde akvaryumun içinde sergilenmesine ses çıkarmayalım. Nasıl olsa bizden daha iyi bakıyorlar. Orda kalsın ne güzel olur değil mi.

Aswan Baraj Örneği

Aswan barajı bize gösterebileceğin kötü bir örnek. Biliyor musun ki hocam Unesco önderliğindeki kurtarma çalışmaları sayesinde en önemlileri kurtarılsa da, sayısız tarihi eser sular altında kaldı. Dikkatinizi çekerim ki burada taşınma olayı var, Emek Sineması örneğinde ise yıkılıp aynısının yapılma olayı var. Yani kopyası. Mısır piramitlerinin de kopyasını yapsak nasıl olur hocam, ya da Ayasofya’yı baştan yaratsak. O zaman devam edelim, Hasankeyf’i yok edip yenisini yapalım.

Ne dersin Hocam…

(19 Nisan 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

İhanet Çemberi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni de bitirdik. Festival de günümüzdeki açılım modasına uydu ve Türkiye’de gösterime giren ilk Kürtçe film olan Min Dit’e verdiği ödüllerle açılımcıları sevindirdi. Öte yandan Semih Kaplanoğlu’nun Berlin Film Festivali’nde ödül kazandığı Bal ile birkaç kez sahneye çıkması da Türk Sinemasının iyi yolda olduğunu gösterdi. Her ne kadar birisinin 6 yaşında Diyarbakır’dan ayrılan ve yaşamını Almanya’da sürdüren, Kürtçe bilmeyen bir yönetmen tarafından Kürtçe çekildiği, diğerinin de cemaatçe esintiler taşıdığı konusunda yorumlar yapılsa da iki filmin başrollerindeki çocuk oyuncuların gösterdiği büyük başarı sinemamızın geleceği açısından önem taşıyor. Dikkat çekmekte fayda var, sinema sektörünce, daha bir ay kadar önce açıklanan Yeşilçam Ödülleri’nde, 3 filmde rol almış olan 16 yaşındaki Elit İşcan’a En İyi Genç Yetenek ödülü verilirken, nasıl oluyorda film festivali sektörünce, henüz tek filmde rol almış olan daha küçük yaştaki Şenay Orak’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü veriliyor, anlayan beri gelsin.

Reha Erdem’in Yarışma Dışı bölümde gösterilen başyapıtı Kosmos’un Şamanizm’den de esintiler taşıması ile 6 yönetmenli Kars Öyküleri’nde ezanın Türkçe okunması gibi bölümlere, birde üstüne, ticari sinemalarda gösterilen İvedik ve Damacana gibi filmlere bakarsak sinemamızın her yönde başarıyla ilerlediğini görüyoruz.

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, ülkemizde son yıllarda düzenlenen film festivalleri içinde her açıdan en doyurucu olanıydı. 15 film seyrettiğim festivalde gösterilen filmler içinde -vizyonda ve daha önceki yıllarda gördüklerim hariç- beğendiklerimi şöyle sıralayabilirim: Aşkın Son Mevsimi, Babil’in Oğlu, Bay Hiçkimse, Kansız, Kars Öyküleri, Kontrol Limitleri, Mao’nun Son Dansçısı, Matmazel Chambon, Paris’te Son Konser.

Bu yıl festivalin en dikkat çeken olayı kuşkusuz Emek Sineması’nın yıkılacağı söylentileri üzerine yapılan protesto gösterileri oldu. Her sinemasever Emek Sineması’nın restore edilerek aslına uygun şekilde muhafaza edilmesini istiyor, bundan şüphe yok. Ancak tarihsel sinemaların bölünme aşamalarında kimseden ses çıkmamasını da hatırlamak gerekiyor.

Yaşlanmış sinemaseverler Sinepop Sineması’nın Yeni Ar Sineması adıyla faaliyet gösterdiği yıllarda girişinin sokak ile aynı düzeyde olduğunu, eski fuayenin salona katıldığını, şimdiki fuayenin sonradan oluşturulduğunu ve sinemanın balkonunun 2. salon haline getirildiğini bilir. Keza Alkazar Sineması’nın da balkonunun ayrılarak 3. salon haline getirildiğini hatırlarız. O kadar ki en üstteki salonun makine dairesi aylarca çatının üstüne kondurulmuş baraka halinde durmuştu. Bu seneki festivalin birinci klâsik sineması haline gelen Atlas Sineması’nın girişindeki pasajın, sinemanın parter denilen ana salonu olduğunu, salonun arkasında güzelim localarda film izlemenin keyfine doyulmadığını gençler bilmez. Keşke o zamanlar da şimdiki gibi sinemaseverlerin sesi çıksaydı ve bu güzelim sinemaları orijinal halleriyle geleceğe taşıyabilseydik.

Film gösterimleri sırasında verilen bir anket formunda sinemaseverlere: “Hangi sinemalarda film izlersiniz?” ve “Seneye festivalin hangi sinemalarda yapılmasını istersiniz?” gibi sorular soruldu. Bendeniz istemeye istemeye, gönülsüz mönülsüz de olsa Levent Cinebonus Kanyon, Esentepe Cinebonus Astoria, Nişantaşı City’s AVM ve Maçka Cinebonus G-Mall Sinemaları’nın adlarını yazdım. Aslında gönülsüz mönülsüz değil de gönüllü mönüllü yazdığımı da parantez içinde belirteyim. Neden? Şundan: Sağolsun Beyoğlu sinemaları ve çalışanları -istisnaları var tabi ki- sinemaların altın çağından gelen alışkanlıklarını sürdürdüklerinden olsa gerek festival sırasında yer gösterme faaliyetleri sırasında olsun, tuvalet ziyaretleri sırasında olsun seyircilere karşı azarlar gibi davrandılar. O nedenle festival seneye de Beyoğlu’nda yapılırsa 3,5 TL olan bilet fiyatlarının 7 TL.na çıkarılmasını ve 3,5 TL.nın personele dağıtılmasını, bilet ücreti haricinde seyirciden herhangi bir ücret alınmamasını öneriyorum. Ayrıca bayan tuvaletlerinde oluşan yoğunluk nedeniyle zaman zaman erkek tuvaletlerinin bir kısmı da bayanlara tahsis edilmeli. Malûm erkek milleti ifrazatının bir kısmını ayakta da def edebiliyor.

(18 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

16 Nisan 2010 Haftası

“Tek Başına Bir Adam”, moda tasarımcısı Tom Ford’un ilk filmi: Şaşırtıcı derecede estetik ve duyarlı. Ford, “Kabare”nin yazarı Christopher Isherwood’un kitabının yapısını ve niteliğini, sinemasal değerlerle zenginleştirerek korumuş, yükseltmiş. Film, İngilizce profesörü George’un, 16 yıldır birlikte olduğu genç erkek sevgilisinin trafik kazasında ölmesinin ardından ‘bir karar’ (kendi yaşamından da istifa edip etmeme kararı) verme aşamasında, mütereddit bir gününü öykülerken, izleyenlerin kalplerine de ‘sevginin cinsiyetinin olmadığını’ işlemektedir. Sanıldığının aksine, bir insanı sevip anısına sahip çıkmanın, seks dürtüsünün önüne geçebildiğini de incelikle anlatmaktadır… George rolüyle Oscar adayı olan Colin Firth’ün karakterin ruhuna nasıl sızdığını görmek önemli.

“Salgın”a bilet alırken, biyolojik silâh sızıntısının kaza sonucu kasaba sakinlerini zehirlemeye başlamasıyla, insanların çıldırıp birer cani haline gelmeleri ve terör estirmeleriyle sınırlı kalacağınızı sanmayın. Çünkü en büyük terör olan devlet terörü devreye girip, karantinayla birlikte yok etme operasyonunu, hem de en vahşi yöntemlerle uygulamaya başlıyor: Vatandaşlarına! İzlediğiniz, çok katmanlı ve çarpıcı sert aksiyonla başa baş giden bir gerilim. Tüm karmaşanın ortasında kaçıp kurtulmaya çalışan genç şerif ve hamile karısı için en büyük engel ise, kilometrekarelerce geniş alan! Filmin altı çizilmesi gereken önemli özelliği, gerçekçiliği! Ve kısaca da, “bomba gibi”!

“[Rec] 2”de, kan ve tükürükle bulaşıp, ısırılan insanları hızla saldırganlaştıran bir tür kuduz vakası nedeniyle karantina altına alınıp tüm giriş – çıkışların yasaklandığı apartmana giren dördü güvenlik görevlisi beş adam, salgının yayıldığı korkunç çatı katının sırrını çözmeye çalışırlarken… Müthiş klostrofobik ortamda ve salt kameramanın çektikleriyle sınırlı bilinmezlikte, şahsen çok şaşırdığım bir yön değişikliği oldu. Maharetli ve kabiliyetli iki İspanyol yönetmen, sinema tarihinin belki de en fazla başvurulan prototipi “The Exorcist”ten yardım aldılar. Tahmin edersiniz ki, teknik numaralara rağmen, ilk filmdeki hakiki olma duygusu gevşedi, etki azaldı. Zaten yaş sınırı da, “15+”; korkuya su katılmış yani.

“Genç Victoria”, adı üzerinde, bir sürecin merhalelerini, gösterişli bir sinemayla naklediyor. 1819 – 1901 yılları arasında yaşayıp, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun en uzun tahtta kalmış hükümdarı olan I. Victoria’nın, 9 çocuk verdiği ve yirmi yıl en önemli danışmanı olarak yanından hiç ayırmadığı kocası, aynı zamanda kuzeni olan Prens Albert’la (1819 – 61) tanışmasından sonraki ilk yıllarda ilişkileri… Ve koşutunda, deneyimsiz bir genç kadın olarak türlü entrikaların içinden geçip, kralın ölmeden hemen önceki açık desteğinin rüzgârıyla taç giyip Kraliçe olmasıyla noktalanan süreç! 2005 yılında “C. R. A. Z. Y.” adlı bol ödüllü filmini izlediğimiz Jean – Marc Vallee’nin, konuya, oyunculara, biçime egemen yönetimi, sağlam bir tarihsel dram sunuyor. Kusur bulamayız fakat özel bir etkisi de yok. Anlatı tastamam; seyredenin kafasına çengel atacak bir tartışma yok! Türkiye’de sadece 1 kopya olarak gösterimde: Yani, Kostüm Tasarımı Oscar’ı kazanan bu film, meraklılarına sadece.

“9”, ‘Kısa Metraj Animasyon’ dalında Oscar adayı, 2005 yapımı aynı adlı filmin (11 dakika) uzun versiyonu… İlgilenip yapımcı olarak imza atmış Tim Burton ve Timur Bekmambemov gibi isimlere rağmen, yönetmen Shane Acker öyküyü genişletmenin sıkıntılarını yaşamış belli ki ve komplike aksiyon bölümleriyle bunu büyük oranda aşmış… 9, bilim insanlarının yaratıp bir diktatörün silâh olarak kullanmak istediği makinelerin, insan ırkına savaş açıp tümünü ortadan kaldırmasına çok az kala, bir bilim adamının, parçalarını bir araya getirerek dikip birleştiği küçük boyuttaki son bez bebeğe canla birlikte verdiği numaradır. 9’un görevi ise, diğer 8 ile birlikte, insan ruhunun karanlık tarafını ele geçiren ana makineyi yok edip, ruhu ‘yeni bir yaşam’ için programlamaktır… Geleceğe ilişkin oldukça karamsar, karakter kreasyonu ilginç, izlemesi de oldukça dikkat gerektiren, zor sayılabilecek bir film olmuş. İzleme yaşı, sanırım 13’ten başlamalı. Zaten –“Genç Victoria” gibi- bu film de tek kopya ile sinefilleri bekliyor. Orijinal, alt yazılı ve seslendirme kadrosu hayranlık uyandırıcı. Bir de orkestra için bestelenmiş müziği var ki, kulaklarınız paslanmışsa eğer, dinledikten sonra pırıl pırıl olacak!

(14 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

İstanbul Film Festivali Hızla Devam Ediyor

Bu yıl 29.su gerçekleşen İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Andrea Arnold’un yönettiği İngiliz yapımı “Fish Tank – Akvaryum”u Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı buldum. Parçalanmış bir aileyi, iletişimsizliği ve aralarında sevgi bağının olmadığı insanları ele alan bu film izleyiciyi derinden etkilemese de izlenilebilir ve düşündürücü bir yapım. İlgisiz bir anne ve kendi başına var olmaya çalışan kızı izlediğiniz zaman kendinizi sanki gerçek bir hayatla karşı karşıyaymış gibi hissediyor ve onların duygularını paylaşıyorsunuz.

“Akvaryum”un en beğendiğim yanlarından biri de inanılmaz güzel bir görüntüye sahip olması, gökyüzünde sürü halinde uçan kuşların görüntüsü çok iyi yakalanmış ama genelde bu dönemde çekilen bütün dünya filmlerinde mutsuz aileleri görüyoruz, ne yazık ki dünyada sevgiden yoksun o kadar çok aile var ki, bu da ister istemez beyazperdeye yansıyor.

Filmin yönetmeni Andrea Arnold, daha önce “Red Road” ve “Ex Drummer – Eski Davulcu” gibi filmlerin yönetmenliğini üstlenmiş. 15 yaşında bir genç kız olan Mia’yı oynayan genç yıldız Katie Jarvis, rolünün hakkını vermiş, gelecekte iyi filmler yapacak gibi gözüküyor.

Bir diğer film ise ilk röportajını sadibey.com’da benim yaptığım ve 02 Nisan 2010’da vizyona giren “Herkes mi Aldatır”, haftasonunda şekerleme tarzında izlenip unutulacak tarzda bir film olmuş. Daha önce tiyatrosu yapılan sonradan sinema filmine dönüştürülen yapımın en büyük sorunu mekân. Başından sonuna kadar tek bir mekânda geçmesi filmi sıkıcı kılmış ama az da olsa gülümsetecek sahneler var. En azından oyuncular iyi performanslar sergilemişler, özellikle Metin Zakoğlu ve Asuman Dabak rollerini başarıyla oynamışlar. Ben size tiyatrosunu izlemenizi tavsiye ediyorum, çünkü oyunun Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nda seyredilmesi daha gerçekçi ve interaktif. Başrol oyuncusu Metin Zakoğlu, zaman zaman rolünden çıkıp sizinle sohbet ediyor ve oyunu yaptığı esprileriyle daha da keyifli hale getirebiliyor. Arzu edenler oyunu Caddebostan Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nda izleyebilirler.

(09 Nisan 2010)

Emir Batuş

Kederli Bir Hüzünle Yansıyanlar

Şark Oyunları (Iztochni Pies – Eastern Plays)
Yönetmen-Senaryo: Kamen Kalev
Müzik: Jean-Paul Wall
Görüntü: Julian Atassanov
Oyuncular: Christo Christov (Itso), Saadet Işıl Aksoy (Işıl), Ovanes Torosian (Georgi), Nikolina Iancheva (Niki), Hatice Aslan (Işıl’ın annesi), Kerem Atabeyoğlu (Işıl’ın babası)
Yapım: Waterfront (2009)

Itso’yu oynayan Bulgar oyuncu Christo Christov, bu filmin çekimlerinden sonra vefat etti. Film, birdenbire bitiyor ve insanı hüzünlü bir boşluğun içerisinde bırakıyor.

Evet, tutumanamış ressam Itso’ya hayat veren Christo Christov (1969-2008), bu filmin çekimlerinde vefat etti. Yönetmen de bu filmini Christo Christov’a adamış. Bir de Sofya’ya. Bu şehir, bir belgesel gibi yansıyor perdeye. Sofya’nın sokaklarında peşine kameranın takılıp dolaştığı yenik ressam Itso’nun gerçek hayatta da hayata yenilmesi belki hüzün çöktürecek üzerinize. Gerçekten insanın üzerine bir hüzün çöküyor. Itso, kısacık da olsa bir aşk yaşadığı Işıl’ın peşinden İstanbul’a geliyor ve hikâye birdenbire bitiyor. İnsan hüzünlü bir boşluğun içindeymiş gibi hissediyor birden kendini. Başkarakterin gerçekten öldüğünü öğrenince hüzün daha da çoğalıyor.

Modern Bulgaristan’dan…

Film, Avrupa Birliği’ne üye olmuş modern Bulgaristan’dan hikâyeler anlatıyor. Babası başka bir kadınla yaşayan lise öğrencisi Georgi, evde mutsuz. Arkadaşı onu önce bir dövmeciye götürüyor, sonra da dazlakların içine. Irkçı Neo-Naziler, öncelikle Türklere ve çingenelere karşı nefret dolular. Televizyondan yansıyan aşırı sağcı bir politikacının çingeneler üzerine konuşması insanı gerçekten sarsıyor ve utandırıyor. Irkçılık, en büyük insanlık suçu değil miydi? Hikâyelerin birbirine bağlandığı filmin önünde kaybetmiş ressam Itso var. Resimden bir yere varamamış Itso zorunlu olarak bir mobilya atölyesinde marangoz olarak çalışıyor. Belki de kaybetmiş bir insanın kederiyle sürekli içiyor Itso. Bir de sevgilisi var Niki adında. Niki de oyunculuk dersleri alıyor. Almanya’ya giderken Sofya’da bir gece geçiren bir Türk aile de hikâyeye dahil oluyor. Aile, gecenin içinde dazlakların saldırısına uğruyor ve rastlantıyla oradan geçen Itso’yla Işıl’ın yolları kesişiyor ve küçük bir aşk hikâyesi başlıyor. Aileyi hastaneye götüren Itso, kardeşi Georgi’nin dazlakların içinde olduğunu fark ediyor. Filmin hikâyesi derinleştikçe önyargıların her şeyi kuşattığı fark ediliyor. Filmi seyrederken Bulgaristan’da neo-nazi ırkçılığın neden bu kadar yoğun olduğunu ve öncelikle Türklere yöneldiğini anlayamıyorsunuz. Sofya’nın içerisinde dolaşırken sanki Türkiye’den bir şehir gibi Sofya. Hatta Bulgaristan’ın köyleri bile Anadolu’nun köylerine benziyor. Hatta Bulgarlar bile bize ne kadar benziyor. Yunanlılar gibi. Yönetmen, şehirleri ve mekânları seviyor. Bu filminde asıl başrolde olan Sofya şehriydi. Bu şehrin sokakları ve her şeyi filme ruh katıyor. Itso’nun, Sofya’ya sabah inerken yaşlı adama yardım ettiği sahne gerçekten büyüleyiciydi. Mekânlar da çarpıcı yansıyor filmde. Öncelikle Itso’nun yaşadığı ev. Bu filmde Saadet Işıl Aksoy’a da övgü göndermek gerek. Bu muhteşem oyuncu göründüğü an bir hale sarıveriyor perdeyi. Bu büyücü oyuncu Avrupalı yönetmenleri de büyüleyecek belki. Kieslowski usta yaşasaydı onu hemen keşfederdi.

(08 Nisan 2010)

Ali Erden

[email protected]

Serseri Mayınlar’ın Önemi Üzerine

Önce yazdığım yazıyı yineleyeyim.

“Serseri Mayınlar”da, bir önceki, enfes ve bence en iyi filmi “Mükemmel Bir Gün”le tekâmül kuvvetine ulaştığını sandığımız Özpetek, ‘aslına dönüp’ tipik bir “İtalyan Ailesi”ni komik biçimde anlatıyor. Doğaldır ki bu ülkede akla ilk gelen gıdayı, makarnayı üreten bir aile! Gerisi bildiğiniz klişeler: Sırrı olan babaanne, ‘kafadan çatlak’ hâlâ, koşullanmaların yönettiği baba ve evde otoriteyi sağlamaya çalışan anne, tuhaf hizmetçiler vesaire… Genç nesil bilmez; 70’li yıllarda Amerikan ambargosu nedeniyle sinemalarımızı mecburen istilâ eden İtalyan erotik güldürülerinin hallicesi. Farklı ne var? Aileye (aslında babaya) açılamayan ve doğanın bir şakası sonucu ikisi de eşcinsel olan erkek kardeşler! Olaylar bu minvalde gelişirken, işte o malûm konuya da son derece yüzeysel, basit, bildik bir bakış atılıyor. ‘Gaycilik’ oynayan yeni yetmeleri eğlendirse de Özpetek, Sezen Aksu şarkıları ve eşcinsellik meselesiyle bendenizi bıktırmış bulunuyor.

Bir büyük sanatçı Ang Lee, “Brokeback Dağı” ile kolay kolay kimsenin ulaşamayacağı bir zirve yaratmış, ne yapsanız hafif artık yahu! Özpetek de bunun farkında olduğundan sanırım, işi eğlenceye vurmuş. İflâh olmaz hayranları gidip kıkırdayabilir.

Genç sinema tutkunu, blog yazarı – editörü Mert Yenici, bu satırları okuyunca haklı olarak isyan edip, aslında üslûbumdan kaynaklı yanlış anlama sonucu bana çok kızmış. Onunla çok yararlı bir yazışma sonrası, evet, tamamen kastımı aştığımı düşünüyorum. Hata bende, okurlardan özür dilerim. Çünkü bazen farklı yerlere yazı yazmanın sonucu okuru ihmâl edebiliyoruz. Biz sinema yazarları, çok film izleme sonucu, sanki okurlar da o filmleri izlemiş, bizim yazdıklarımızla da ne kastettiğimizi anında ve eksiksiz olarak anlayacaklarmış gibi yazıyoruz. Oysa sadibey.com’daki bu köşe, filmleri izlememiş seyirciye, sinemaya gitmeden önce film seçmeye pratik biçimde yardımcı olmak için hazırlanan bir köşe. Dolayısıyla sözcükleri biraz daha seçerek kullanmamda yarar var.

“Serseri Mayınlar”a gelince, anlatmaya çalıştığım şudur: Ferzan Özpetek 8 film yönetmiş, belli başarılara imza atmıştır. Şahsen en sevdiğim iki filmi, “Cahil Periler” ve “Mükemmel Bir Gün”dür. Benim Özpetek’ten beklentim, her filminde giderek büyümesi ve evrensel boyutta güçlü filmlerle farklılıklar yaratması (temalar hiç önemli değil). Fakat sanki İtalya’da kapalı kaldı ve hep benzer filmlerle devam ediyor…

Tabii bu benim beklentim. Yoksa bir sanatçıya ahkâm kesmek haddimize değil. Bu nedenle ‘malûm’ sözcüğünü kullandım. Yani, yedi filminde, eşcinsellik temasını odak alması ya da anıştırması, onun dokuzuncu filmine yönelik beklentilerin de o yönde olması ve artık bir tür alışkanlığa yol açması sonucunu doğuruyor ki, “Yeni Özpetek filmi mi, herhalde malûm konudur yine” şeklinde bir ön kabûle yol açabilecektir.

İşte tam bu noktada, Mert mealen diyor ki, “bırakın o da zaten Türkiye’de kimsenin film çekmediği / çekemediği bu konuda çeksin sürekli” … Doğru, katılıyorum.

Belki ben kendi ülkemden bir yönetmenin Ang Lee’nin zirvesine çıkmasını hep bilinçaltımda sakladığım için “Brokeback Dağı” örneğini verdim… Oysa “eşcinsellik hastalıktır” diyerek “ülkemin bakanı” demekten hicap duymama yol açan bir hanımın görevde kaldığı topraklarda yaşıyoruz (görevde bilimsel gerçekleri inkâr ettiği için kalmamalıydı; bir de “ben kendi fikrimi söyledim” diyor; bilmiyor mu sade vatandaş kendi fikrini söyleyebilir, Türkiye’nin sorumlu bakanı bilime sadık kalıp fikrini kendine saklamak zorundadır). Dolayısıyla, eşcinsel karakterleri sınıfsal anlamda sıkıştırılmış bulsam da ve işte bu ‘hafif’ hali dolayısıyla filmi bir tür eğlenceli oyun gibi düşünüp, maksadı aşan biçimde “gaycilik oynamak’ tanımını kullansam da, “Serseri Mayınlar”ın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira dünya nüfusunun yüzde altı civarındaki bölümünün, bilimsel olarak ispatlandığı üzere eşcinsel olduğu ve çoğunluğun azınlık üzerinde her daim tahakküm kurma arzuları besleyip fırsatını bulduğunda harekete geçtiği gerçeği önümüzde durduğu sürece, hafif ya da felsefi bakışa sahip, şöyle ya da böyle, ikiyüzlülüğü reddedip farklılıkların haklarını savunan her film önemlidir. Bu açıdan “Serseri Mayınlar” da önemli bir filmdir.

Hemen her filmdeki Sezen Aksu şarkısına gelince: Özpetek, Aksu gibi bir feylesofun şarkısını, hem kökleriyle, hem de kültürlerarası yakınlaşmada anlamlı bir bağ olarak görüp kullanıyor… Ve seviyor tabii. Ben ise zorlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Bazı filmlerde, tüm sahnelerde akıp giden dilin kendine has melodisi ve ahenginden sonra, yabancı dilde bir şarkı yama gibi gelebiliyor. Bu yüzden, Türk seyirciyi ele geçirse de, benim girdiğim havayı bozuyor. Hepsi bu!

Yaşamı boyunca sansürün her türüne karşı çıkıp bu konuda çok sayıda yazı yazmış ve sanatın / yaşamın, kimseye zarar vermediği sürece alabildiğine sınırsız özgürlüğünü savunmuş biri olarak, yanlış anlaşılma hiç arzu etmediğim bir şeydir. Bu düzeltmeyi yazmama neden olan Mert’e teşekkürler.

(08 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bal’ın Tadı

Konuyu kısaca özetleyip hızla “Bal”ın bende bıraktığı tada geçme niyetindeyim… Kahramanımız Yusuf, Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde, ilkokul 2. sınıfta okuyan ve ciddi anlamda iletişim problemleri yaşayan, aynı zamanda kekeme bir çocuk… İletişim kurabildiği tek kişiyse babası Yakup… Karakovan balcılığı ile uğraşan babasının, soyu tükenmekte olan Kafkas arılarının -aynı zamanda yok olmak üzere olan bir mesleğin de son demleri- peşinden uzak bir ormana gidişi, Yusuf’u iyiden iyiye yalnızlığa itiyor. Ve “Yumurta”da tanıştığımız, “Süt”te çözmeye çalıştığımız Yusuf’u, “Bal”da tam anlamıyla keşfetmeye başlıyoruz.

Sanırım şunu kabûl etmek gerekiyor; Semih Kaplanoğlu filmi izlemek zor zanaat… Her şeye çok hızlı bir şekilde ulaşmaya ve tüketmeye endekslendiğimiz şu dönemde, hiç kimsenin herhangi bir şeyi sabırla beklemeye vakti yok… Şimşeğin çakmasını, yağmurun yağmasını, güneşin doğmasını beklemeye sabrımız yok… Tüm bu tüketim çılgınlığının ve şehir hayatının bitip tükenmek bilmeyen hızının orta yerinde, kendinizi her şeyden soyutlamak için çaba göstermeniz gerekiyor. “Bal”ı izlemek için vereceğiniz bu çabanın boşa gitmeyeceği ise garanti… Çok çok istediğiniz bir şeye ulaşmak için verdiğiniz emeği ve sonucunda aldığınız hazzı hatırlayın. İşte “Bal”ı izlemek böyle bir şey… Ağzınıza çalınmış bir parmak bal tadıyla kalakalıyorsunuz işte…

Bir de Karadeniz’in büyülü atmosferi, Kaplanoğlu’nun kendine has yaratıcılığı ile birleşince, sanki daha önce hiç var olmamış bir yeri keşfediyormuşsunuz hissi uyandırıyor. Bu yüzden “Bal” zamanın çok ötesinde, belki de çok gerisinde, bilinmeyen bir bölgede duruyor…

Filmin her dakikasında hissetiğiniz çok güçlü bir yönetim dışında; renkler, sesler her şey doğal ve gerçek… Çünkü zaten yapay ne ses var ne de ışık… Sesler; kuş, rüzgâr ve yağmur seslerinden ibaret… Işık; ayın karanlığı, güneşin aydınlığıyla sınırlı…

Ayrıca Semih Kaplanoğlu’nun çekimler sırasında farkettiği önemli bir noktayı da tekrarlamak istiyorum; Kaplanoğlu; su kaynaklarının, dere ve nehirlerin santral yapma sevdası uğruna yok edildiğine tanıklık ettiğini söylüyor. Kısa bir süre içinde bir şeyler yapılmazsa, artık filmlerde bile kaçıp saklanabileceğimiz bir yer kalmayacak… Bir de küçük öneri, “Bal”ı zihninizin en taze olduğu bir zamanda ve bir çocuk merakıyla izleyin. O zaman gördükleriniz sizi gerçekten büyüleyecektir…

(08 Nisan 2010)

Gizem Ertürk

09 Nisan 2010 Haftası

“Şark Oyunları”, ‘sancılı bir geçiş’ yaşayan ülkenin başkenti Sofya’da, dağılmış ailesinin yaşattığı sıkıntının da etkisiyle ve geleceğinin soru işaretlerini aşırılıklarla doldurmaya çalışan genç kardeşinin aksine, içindeki boşluğu doldurabileceği bir ‘şey’ arayan adam hakkında. Son derece doğal çekilmiş bir film. İzlerken umutsuzluk sarmalının sınırlarında dolaşıyorsunuz. Yaşamının ilk ve tek rolünde Christo Christov (1969 – 2008), sinema perdesinden seyirciye uzanıp yüreğini kavramanın, o hiçbir formül / koşul içermeyen büyüsüne dair önemli bir örnek olarak tarihe geçiyor. Bu filmle, Bratislava ve Tokyo Uluslararası Film Festivalleri’nde kazandığı iki ödülü göremeden yaşamını yitirse de, sinemanın ‘daima genç’ kalacak yüzleri arasında yerini almış bulunuyor.

“Son İstasyon”, evin reisi babanın demiryolları işletmesinde otuz yıl çalıştıktan sonra emekli olmasının arifesinde, yetişkin çocukların, evlilik dışı ilişki / gebelik, cinayet, kanundan kaçma eylemleriyle başlayan ve Uşak’tan İstanbul’a göçle birlikte hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken felâketler zincirine giren ailenin tam bir ‘çorba’ya dönen öyküsü. Ritmi bozuk; üzerinde çalışılmamış izlenimi veren karakterler; bir ikisi hariç abartılı ya da tamamen karikatürize oyunculuklar; cinayet sahnesi hariç vasat seyreden mizansen çalışması… Ah kaçırılmış fırsatlar, ah!

“İki Babalık”taki, iki başarılı iş ortağı – eski dosttan biri uslanmaz çapkın, diğeri başarısız evlilik adamıdır. Bu başarısız evli, boşanma sonrası tek gecelik teselli macerasından ikiz çocuğu olduğunu 7 yıl sonra öğrendiğinde, annenin mecburen hapiste kalacağı iki haftada baba olmayı da öğrenecektir! Tabii ki canım: Ortağıyla birlikte; onu da yanında sürükleyerek! Amaç, seyirciyi eğlendirmek olunca ideal bir konu… Ve John Travolta ile Robin Williams da, öyle sahnelerle öyle güldürüyorlar ki, bu Disney filmine, ‘kendi çerçevesi içinde’ başarısı tam bir aile filmi olarak not düşebiliyoruz. Bu başarıda, filmin hızlı ritminin aksamamasının payı var. Yani kurguda ayıklama, bazen en önemlisi: Her şey dâhil 88 dakika!

“En Mutlu Olduğum Yer”, genç yaşlarına rağmen hayatın örselemiş olduğu kadın ve erkeğin, bir anda tanışıp hızla oradan ‘uzaklaşmaya’ karar vererek kent cengelini geride bırakmalarını ve ‘birbirlerinin olmalarını’ öykülüyor. Fakat bir tür mafya ile başları derde girdiğinden, uzaklaşmak aynı zamanda ‘kaçış’a dönüşüyor; film de dağılıyor, zaten zar zor kurulan dram tesiri iyice kayboluyor, küçük sürprizli final ise tatmin etmiyor. Hatta bu mafya mensupları, korkutmak bir yana, birer hoşluk haline geliyor. Eski ‘vedet oryantal’ dansöz Şıvga, kötülük yaptıkça rol çalıyor ve daha da dişileşiyor meselâ (ben kendi adıma onun kazanmasını arzu ettim)… Neyse; “En Mutlu Olduğum Yer”, aslında, afişi dâhil “Love Lies Bleeding”le (2008) fena halde benzerlikler taşıdığından (tamamen tesadüf, altında başka bir şey aramayın), meraklıların, ‘home video’ dağıtım sistemi için çekilmiş bu filmi de izlemelerini öneriyorum. Bizim filme de tümden olumsuz yaklaşamayız: Fikir iyi, iki genç oyuncu fena değil, yönetmenimiz de sonraki filminde çok daha çarpıcı bir işe imza atabilir.

“Beş Şehir”, yazgının bir oyunu ya da yaşanılan ülkenin ‘arızaları’nın bir sonucu olan ‘zamansız ölüm’e saplantılı hikâyesini, ‘şaibeli insanoğlu’nun ‘iç karanlığı’ üzerinden anlatmaya çalışıyor. İyi başlıyor, kadrajlarındaki farklılığı öykülemesine de aktarmaya çalışırken, karakterlerinin seçim ve davranışlarının seyirci üzerindeki etkisi giderek soluyor, araya giren ‘kedi figürü – mecazı’, zamanı boşa harcatıp olayların gerçeklikle bağını zayıflatıyor, deforme ediyor. Ve böylece yengesini boğan öğretmenin dramı da ‘şıpın işi’ görünüyor. Oysa sinemasal etkilere öyle açık bir öykü ki… Yazık olmuş!

“Cehenneme 2 Adım”, Appalachian mağara sisteminin dev dolambacında, insanımsı, kör ve sese duyarlı yamyam yaratıklardan sağ kurtularak dışarıya çıkan tek kadının, güvenlik – kurtarma ekibiyle yeniden derinliklere girmesi, klostrofobinin gerilimi tetiklediği yeni bir terör dalgasını başlatıyor başlatmasına da… Sürpriz pek yok! Hatta, “Memento”, “Insomnia”, “The Prestige”, “Outlaw”, “Eden Lake” gibi filmlerdeki çalışmalarıyla anımsanabilecek, Türkiye’de de ciddi bir hayran kitlesi bulunan İngiliz besteci David Julyan’ın, bu film için ‘büyük’ geldiğini düşündüğüm müziğinin katkısıyla ‘dramatik bir kadın filmi’ olarak bile kabûl edilebilir. Dirençli, güçlü, korkusuz, giderek vahşi, fedakâr kadınların filmi! Makyaj çalışmasının ve görüntü yönetiminin, başarısını vurgulamayı unutmamalı.

“Aşkın Yaşı Yok”ta, iki ‘çokbilmiş’ çocuğuyla -kocasının ihanetini yakaladığı için- New York’ta ‘yeniden’ başlayan 40 yaşındaki anne, ayakları üzerinde durmayı başarırken aynı zamanda ‘değişik olarak tanımlanabilecek denli iyi’ bir genç adamla heyecanı yakalar. Peki, nedir izlenir kılan bu filmi? İki sözcük: Kusursuz ‘tartım’…Ve kalp atışlarını duyabileceğiniz canlılığı. Unutmayın, boşanmak bir son değil, her zaman yeni bir başlangıçtır!

(07 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Ayrılık Günleri

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 15

Sinemamız 09 Nisan’da 5 film vizyona çıkararak bir rekor daha kırıyor: En Mutlu Olduğum Yer, Son İstasyon, Bal, Beş Şehir, Rina.

Hayırdır, peşinizden kovalayan mı var, yangından mal mı kaçırıyorsunuz? Filmleri birbirine kırdırmanın ne alemi var?

Son zamanlarda sinema yazarları arasında bir geri zekâlılık tartışmasıdır gidiyor. Bakın ben size bir zekâ hikâyesi anlatayım da gülmek …

… mi gerekir, ağlamak mı, karar verin. Cast ajansı kurmuş ve batırmış, TV sektöründe krediyi tükettikten sonra sinema dergisi …

… yayınlayarak editörlük yapmış, sinema yazarlığı yaptığını sanarak sağa sola bulaşan, bu yüzden herkesin selâmı sabahı kestiği …

… vatandaşın biri tutup film festivalinin birine, dergisiyle basın sponsoru olmayı teklif ediyor ve kabûl görüyor. Fakat nasılsa …

… festival bu vatandaşı konuk olarak çağırmıyor. Vay sen misin çağırmayan, “Sizi rezil edeceğim, dergide bütün kirli çamaşırlarınızı …

… ortaya dökeceğim, vs, vs…” şeklinde festivale tehditvari bir mektup gönderiyor. İşte zekâ ölçüsü tam burada devreye giriyor. Vatandaş…

… mektubu muhatap olduğu ilk festivale değilde başka bir festivale gönderiyor. Bu vatandaşı merak edersiniz şimdi, adını kısaltarak …

… vereyim: Ta. Şa., ki bu vatandaş adıyla sanıyla anılmaya layık olmadığından bu şekilde yazıyorum. Hadi hadi dayanamadım, meraktan …

… çatlamayın, adını da belirteyim: Tarık Şafi adıyla maruftur kendisi. Aman kendisiyle telefonda konuşuyorsanız veya …

… elektronik yazışma yapıyorsanız dikkat edin, hepsini kayda alır ve ileride size karşı kullanır.

Neden Hürriyet Gazetesi’nde hep Kanal D’nin filmleri, dizileri de, Sabah Gazetesi’nde hep ATV’nin dizileri, filmleri reyting birincisi olur?

Reha Erdem yine bir başyapıtla geliyor; Kosmos’dan Beyazperde Yazısı: “Sol eli başımın altında olsun, sağ eli beni kucaklasın.”

Yeni Rüya Sineması fuayesine Emek ve Yeni Rüya Sinemaları’nın yıkılmaması için imza ve anı defteri açmışlar, şöyle yazdım: “Ayhan Işık ve Emel …

… Sayın’ın başrolünü oynadığı ‘Şampiyon’u bu sinemada 3-4 kişi ile birlikte izlemiştim ve önümdeki sırada Neşe Karaböcek oturuyordu, …

… yıkmayın sinemalarımızı.” Sonra salona geçtim “Paris’te Son Konser”i izledim, hüzünlendim.

Festivallerde ve basın gösterimlerinde filmler ara vermeden gösterilir. Güzel bir uygulamadır, ancak sigara ve prostat tiryakileri …

… düşünülerek -en azından festivallerde- ara verilen matineler de yapılamaz mı? Hanımlar da makyajlarını felan tazelerler.

Oturma düzenleri amfitiyatr şeklinde olmayan sinemaların yapımı sırasında bu salonlarda altyazılı film izleneceği düşünülmemiş herhalde. O…

… nedenle vatandaş film boyunca kafasını bir o yana, bir bu yana oynatır durur. Uzun boylu ise arkasındaki seyirci filmi izleyebilsin diye …

… koltuğunda büzülür durur. Netekim bendeniz heybetli boyumla, Yeni Rüya, Emek, Alkazar ve Sinepop’ta hep öyle yapardım ve yaparım. Belki …

… seneye yıkılmazlar da kalırlarsa ve yine festival sineması olarak görev alırlarsa -daha önce de belirttiğim gibi- bu sinemalarda …

… altyazı sistemi üstyazı sistemine çevrilsin, Türkçe yazılar perdenin üst tarafına yansıtılsın, vatandaş okusun da büyüsün.

“Aşkın Yaşı Yok – The Rebound”dan iki Beyazperde Yazısı: “Sükûnet enerji demektir.”, “Yüreğin isteklerine söz geçmez.” (Yön: Bart Freundlich.)

Şu sıra herkes yıkılmaması için protestolara destek verirken bende Emek Sineması’nın kamera arkasından bahsedeyim. Emek Sineması …

… hemen hemen 25 – 30 yıldır aynı çalışanlarla hayatını sürdürmekteydi. Önce kapıda bilet kesen Hüseyin abimiz sağlık nedenleriyle …

… ayrıldı. Onun peşinden neredeyse her bilet kestiği, benim gibi iriyarı müdavimlerin gıdısından makas almasıyla meşhur İskender abimiz…

… eşinin hastalığı ile yakından ilgilenmek için ayrıldı. Sonra sinemanın işletmecisi, tam İstanbul beyefendisi denebilecek…

İsmet Kurtuluş ağabeyimiz hakkın rahmetine kavuştu. Kapanmasından yaklaşık bir sene kadar önce de neredeyse Emek Sineması’yla …

… özdeşleşmiş müdür Hikmet Bey emekli oldu. İstisnasız sinemaya gelen herkesle bıkmadan usanmadan, güler yüzle ilgilenen Hikmet Bey, …

… şu sıralar Çınarcık’a yerleşmiş, emekliliğin keyfini oralarda sürdürüyormuş. Demlenmeyi bıraktığıda verilen haberler arasında. Emek …

… Sineması’nın yer göstericilerine gelirsek, yakında ameliyat olacak Hayri’ye geçmiş olsun dileklerimi buradan ulaştırıyorum. Hüseyin …

… ayrıldıktan sonra, Gazeteci Erol Dernek ve Ayhan Işık Sokak’ta gün geçiriyor. İskender ağabeyin oğlu sanırım şehirlerarası bir …

… otobüs firmasında iş bulmuş çalışıyor. Adını hatırlayamadığım kaloriferlerle ilgilenen arkadaşın ne yaptığını bilemiyorum, diğeri …

… ise hüzünle çalışmakta olduğu Yeni Rüya Sineması’nın akıbetini bekliyor. Kimilerince gerizekâlı diye küçümsenen sinema yazarları …

… sinemanın herşeyiyle ilgilenirler, kadirşinaslık gösterirler. Acaba TV stüdyosu çalışanlarınının uzun yıllar sonra ne yaptıkları, ne …

… ettikleri, anlı şanlı TV sunucularının umurunda mıdır, yoksa kazandıkları paraların zevk-ü sefasını mı sürmektedirler mütemadiyen.

(06 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Filmin Adı: Kopyala Yapıştır Emek Sineması

Bugünlerde yıkılma tehlikesi yaşayan tarihi Emek Sineması, Yeşilçam Sokağında kaderine terkedilmiş bir şekilde sonunu bekliyor

Bugünkü Seans: Boş Oda – Yakında: Diriliş

Oyuncular:

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi

Mücella Yapıcı: Sinemanın yıkılıp restorasyonu devam eden Serkildoryan (Cercle d’Orient) Kompleksi’nin üst katına yeniden inşa edilmesine karşı olan şube. Mimarlar 12 Mart’ta yürütmeyi durdurma istemiyle mahkemeye başvurdu.

T. C. Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu

Kurul, yıkım projesini ilke olarak kabûl etti ama henüz onaylamadı. İlke olarak kabûl edilen şeyse, Emek Sineması’nın yıkılması ve yerine yapılacak AVM’nin en üst katına kopyasının yapılması.

Beyoğlu Belediyesi

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan: “O şimdi Anıtlar Kurulu’nun tasdiklediği bir proje. Bina içinde çözülecek bir sorun o, ha bodrumda durmuş ha ikinci katta. Önemli olan Emek Sineması’nın korunması” şeklindeki tarihi konuşmasını yaptı.

Mim Yapı – Mimarlık

Dahiyane projeyi çizen firma.

Sosyal Güvenlik Kurumu

Ev sahibi, mülk sahibi. Onun için paranın nereden geldiğinin bir önemi yok.

MARS Entertainment Group

Kiracı: Sinemanın işletmeciliğini üstlenen Mars Sinemaları Genel Müdürü Semih Hoşgör, Yenileme Kurulu’nun prensipte onayladığı bu projeden haberleri olmadığını belirtiyor. Mars Sinemaları olarak kurula sundukları çeşitli projeler arasında, sinemanın olduğu yerde tadilâtını içeren bir projenin de bulunduğunu vurguluyor.

Filmin Web Sitesi:

http://www.emeksinemasiniyasatalim.org/

Filmin Konusu

Beyoğlu’nun en eski sinemalarından biri olan tarihi Emek Sineması’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Tarihi kimliği, barok ve rococo bezeli duvarları, 875 kişilik ihtişamlı salonu, görkemli perdesi ve yüksek duvarları ile diğer sinemalardan ayrılan 86 yıllık Emek Sineması’nın yıkılıp yeniden inşa edilmesi gündemde. Beyoğlu Belediyesi’nin sunduğu bir yenileme projesi, mimarlarla belediyeyi bir kez daha karşı karşıya getirdi…

Türk Sinemasının Merkezi

Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Atıf Yılmaz’ın ölümünü öğrenen sinema camiası o sabah apar topar Emek Sineması’nda biraraya gelmişti. Bu tamamen refleks olarak gerçekleşen bir toplanmaydı, çünkü Türkiye’de sinemanın adresi Emek Sineması’ydı.

Özgür Bir Dayanışma Bildirgesi

“Türk sinemasıyla özdeş Yeşilçam Sokağındaki 86 yıllık Emek Sineması, yalnızca İstanbul’un değil Türkiye’nin sinema geçmişini barındırmaktadır. Yalnız İstanbul’un değil aynı zamanda Türkiye’nin sembol sineması olan Emek Sineması’nın özelleştirilmesini, ardından yıkılarak alışveriş merkezi içine taşınmasını öngördüğü basında yer alan proje yalnızca bir kültürel mirasımızın yok edilmesi, sinema geçmişimizin bir parçasının silinmesi değildir. Aynı zamanda, bağımsız sinema salonlarının yok oluşu meselesidir, bağımsız sinemaya, sinema sanatının geleceğine vurulan ağır bir darbedir.”

Yeşilçam Sokağı Kaderine Terk Edildi

Beyoğlu semtinin ortasında herkesin bildiği meşhur İstiklâl Caddesi vardır. Bir ucu Taksim’e, diğer ucu Galata kulesine kadar uzanan bu caddenin tam ortasında bir de kendi haline terk edilmiş küçük bir sokak bulunmaktadır. Bu sokak, Türk sinemasının yıllarca kalbi sayılmış, binlerce insana ekmek kapısını açmış, birçok ünlünün keşfedilmesine ön ayak olmuş Yeşilçam Sokağıdır. Sokak da bugün, bomboş, kaderine terk edilmiş bir haldedir.

Yeşilçam Sokağının Tarihi

CHP iktidarı döneminde, 1948 yılında belediye Gelirler Kanunu’nda, yerli filmler için %75 olan vergi, %25′e düşürülünce, para kazanma olasılığını gören yapımcılar, şirket yazıhanelerini Yeşilçam Sokağına kurmaya başlarlar. Bu dönemde yerli filmlerde hızlı bir artış olduğunu görmekteyiz. 10 yılda 50 film üreten Türk sineması aynı sayıya 1 yılda ulaşmaya başlar. 1950′ler Yeşilçam sinemasının ilk büyük yıllarıdır. Yeşilçam kavramı, ilk olarak belirli bir mekân ortaklığını, bu ülkenin ticari sinemasını anlatmaktadır. Bu mekân yaklaşık 30 yıl boyunca Türk sinemasının kalbi olmuş, sinema sanatının ülkemizde yerleşmesini sağlamıştır.

Cumhuriyet Kadar Eski Emek Sineması

Yeşilçam Sokağının tam ortasında, 1924′de kurulmuş ve ilk adı “Melek” olan “Emek” Sineması bulunmaktadır. Sinema adını, sahnenin iki tarafında yer alan sarı-turuncu renkli 2 melek tablosundan alır. Daha sonraları yok olan tabloların yerinde bugün boş nişler bulunmaktadır. Sinemadan önce burada “Skating Palace” adıyla bilinen Pera’nın yegâne buz pateni sahası bulunmakta idi. Ara sıra paten sahasının kimi bölümlerinde film gösterileri yapılmakta idi. Sinemanın ilk sahibi 1945′de iflâs eden A. Saltiel ve H. Arditi idi. Sinema, İstanbul Belediyesi’ne, oradan da Emekli Sandığı’na geçer. 1958′e kadar İpekçi Kardeşler tarafindan işletilir. Sonra Emekli Sandığı, Emek Film’i kurarak işletmeyi üstlenir ve bugünkü adını verir. 1969 yılında Turgut Demirağ’a geçen sinemanın işletmesini 1975 yılından 2009′un sonlarına kadar İsmet Kurtuluş ve Süreyya Kurtuluş yaptı. Daha sonra ise işletmesini Mars Entertainment Group üstlendi. Sinema son olarak 2000 yılında bir restorasyondan geçti. Geçen aylarda perdesinin kapatan sinemanın bulunduğu adanın tümü restore ediliyor.

Atatürk Yeşilçam Sokağında

Yeşilçam Sokağında bir zamanlar, bugün açık olmayan Opera Sineması vardı (1924). Bu sinemada yerler halılarla kaplıydı ve fraklı, beyaz eldivenli teşrifatçılar hizmet verirdi. 21 Ocak 1932′de, İngiliz yapımı olan Çanakkale filmini izlemek üzere Atatürk bu sinemaya gelir ve salondan çok etkilenir. Sinemanın sahibi Mehmet Rauf Sirman’dan sinema sektörünün Türkiye’deki durumu hakkında bilgi alan Atatürk, yüzde 33 olan sinema vergilerini yüzde 10′a indirir. Atatürk, sonraki yıllarda defalarca Opera Sineması’na gelir. Sonradan Şehir Tiyatroları’na geçen Opera Sineması, bir giyim mağazasına kiralanır ve 1970′lerin sonunda yanarak kapanır.

Son Söz Giovannı Usta’dan

“Tarihsel olarak 40′lı yıllarda Türk sinemasını Yeşilçam Sokağında doğmuştur. Bugün Yeşilçam Sokağı bir simge olarak kalmıştır ve ona böylece bakmak gerekiyor. Uzun bir süre merkez görevini yaptı ve sonra doğal olarak yapımevlerinin çoğalması ile başka mekânlar, başka sokaklar daha uygun görüldü. Kala kala bir çeşit mitos olarak kaldı ve kalıyor. ”

(04 Nisan 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

Çok Güzel Sinema Hareketleri Bunlar

Geçtiğimiz hafta magaziniyle, siyasi gündemi ile yine dopdolu bir sinema haftası yaşadık. Haftaya damgasını vuran konuları sizler için özetledik.

Levent Kırca Bombaladı

Değerli komedi ustası Levent Kırca, Başbakan’ın kahvaltılı toplantısına neden gitmediğini Can Dündar’ın “Canlı Gaste” programında açıkladı. Kırca, bu ülkede aydınların, askerlerin, profesörlerin, hakimlerin içerde olduğu bir ortamda böyle bir kahvaltıya gitmesinin uygun olmadığını söyledi.

Sanatçı olmak biraz anarşist olmayı ve otoriteye karşı çıkmayı gerektirir. Kırca da bu hareketi ile nasıl bir sanatçı olduğunu bizlere göstermiş oldu.

Yeşilçam Sokağı Hüzünlü: Emek Sineması Yıkılacak mı?

İstanbul’un bir tarihi mekânı daha modern yapılaşmanın kurbanı olacak. Cumhuriyetle yaşıt olan ve yıkılarak alışveriş merkezi yapılması plânlanan Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkılması gündemde. “Emek Sineması’nı onarmayalım, yıkıp alışveriş merkezi yapalım, üst katına da Emek’in kopyasını tekrardan inşa edelim.” Plân bu. Siz hiç tarihi bir eserin yıkılıp tekrar başka bir yere yapılığına şahit oldunuz mu?

Bu arada tarihine sahip çıkan bir grup eylemci Cumartesi akşamı herkesi Dziga Vertov’un Kameralı Adam filminin gösterimi için Emek Sineması’na çağırdı.

Yeni Sinema Hareketi

Aralarında Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerinde bulunduğu 27 sanatçının başlattığı Yeni Sinema Hareketi geçtiğimiz haftaya damga vurdu. Hareketin asıl amacı “Sinemanın daha düzeyli, daha eşitlikçi, daha şeffaf ve demokratik bir ortamda yapılması ve bu anlamda, her türlü baskıcı ve sansürcü güce karşı, farklı seslerin kendini özgürce ifade edebileceği bir üretim ortamı yaratmak.”

Tabi bu sebepler işin felsefe yanı. Asıl mesele ise bağımsız yönetmenlerin devletten yeterli destek alamaması ve filmlerinin seyirci ile buluşamaması.

Bu bağlamda ilk olarak 23 Nisan – 10 Mayıs tarihleri arasında Ortaköy Feriye Sineması’nda Yeni Sinema Günleri gerçekleştirilecek.

SİYİOP

Sinema sektörünün sorunlarını dile getirmek için kurulan örgütlere bir yenisi daha eklendi: SİYİOP. Örgüt, “sinema çalışanlarının Kültür Bakanlığı’nca ‘sanatçı’, Maliye Bakanlığı’nca ‘serbest meslek erbabı’, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca ise ‘işçi’ olarak nitelendirmelerinden hareketle ‘yaşatılan kimlik bunalımına dur demek’, ‘Sinema İş Yasası olmadığına dikkat çekmek’ ve ‘oyunculuğun mesleki bir tanımının olması’ için” oluşturuldu.

Umarız bu örgüt, sadece tabelâsı ve sekreteri olan ve oyuncuların çay kahve içmek için geldikleri lokale dönüşmez ve kuruluş amacına uygun olarak faaliyetlerde bulunur.

Haftanın Sözü

yesilcam.gen.tr yazarlarından Ali Murat Güven arkadaşımızın haklı isyanı internet sinema dünyasında ses getirdi. Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kısa film dayanışmasına da bir yazı gönderen Güven, isyan gerekçesi olarak iktidar partisinin kısa film yarışmasının parti programına dönüştüğü takdirde jüri üyeliğinden çıkacağını belirtti. Ayrıca dünyada hiçbir kısa film yarışmasında 50.000 TL gibi büyük bir ödülün verilmediğini söyledi.

Tüm yüreğinin sinema coşkusu ile dolu olduğuna inandığımız Ali Murat Güven arkadaşımızın haklı isyanına destek veriyoruz ama pireye kızıp yorgan yakarak sinema yazarlığı mesleğini bırakmamasını istiyoruz.

(03 Nisan 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

Çok Filim Hareketler Bunlar

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 14

Geçtiğimiz hafta kendisini “Türk Sineması’nın Oscar Ödülleri” olarak da lânse eden Yeşilçam Ödülleri’nin 3.sü dağıtılmıştı. Haftası …

… dolmadan (“dolmadan” dediysek, “bir hafta süre geçmeden” manâsına) Türk Sineması’nın 2. Oscar Ödülleri’nin dağıtılacağını öğrenmiş olduk.

“15. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri” adaylarının açıklanacağı basın toplantısının duyuru bülteninde aynen şöyle yazıyor:

“Her yıl geleneksel olarak yapılan ve Türkiye’nin ‘Oscar’ları olarak …”. “Türkiye’nin Oscar’ları” ibaresinin 42 yıldır yapılan SİYAD …

Ödülleri ile özdeşleştiğini ve yazılı medyada yüzlerce kez belgelendiğini Yeşilçam Ödülleri töreni vesilesiyle yazmıştım. Bu duruma göre …

“Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri”nin “Türk Sineması’nın SİYAD’dan Uyarlama Yeşilçam Ödülleri’nden Uyarlama Oscar”ları …

… olarak nitelendirilmesi uygundur, şahsen, bizzat, kendi, zatî kanaatimce.

Öğrenci olaylarına müdahale eden polisler, çocukları lise ve üniversitede okuyan polisler arasından seçilmeli, baba polisler olmalı.

Son zamanlarda sinemamızda Çok Tuhaf Hareketler Bunlar diyebileceğimiz olaylar çoğalmaya başladı. Demişken “Çok Filim Hareketler Bunlar” …

… ile sinemamızın klâsik güldürüleri arasına gireceğine emin olduğum “Eyyvah Eyvah”ın aynı yapım şirketince yapılması şaşırtıcı.

Diğeri, oluşturulmaya başlanan Yeni Sinema Hareketi. Bu hareketin sinyalini birkaç ay evvel Reha Erdem vermişti. Bazı filmlerin ilk …

… haftalarında iş yapmaması üzerine, acımasız dağıtım sisteminin tolerans göstermeyerek filmleri ikinci haftasına bırakmadan…

… dışlamasına dikkat çekmişti. Sanat filmlerine odaklanan yeni bir dağıtım sisteminin gerektiğini belirtmişti. Nitekim çalışma başladı.

Gelgelelim hemen sağdan soldan eleştiriler duyulmaya başladı. “Bu bildirinin altına imza atmış arkadaşların çoğu bir yada iki film çekmiş…

… sinemacılar. Hemen hemen hiçbirinin asistanlık geçmişi de yok, kendilerini Türk sinemasının kurtarıcıları olarak lânse …” …

… gibi eleştirileri haksız bulduğumu belirtmek istiyorum. Yeni Sinema Hareketi içindeki sanatçılarımızın çoğu son yıllarda sinemamızın …

… yüzünü ağartan filmler yapan sinemacı ve yönetmenlerimiz. Alaylı Yeşilçamlılara bakıyoruz, bir yandan gençleri kınıyorlar, …

… “Yeşilçam denilince akla biz geliriz, Yeşilçam’ın adı geçen etkinliklerden dışlanıyoruz” diye feryat ediyorlar. Ancak son yıllardaki …

… sinema filmlerinde çoğunun esamesi okunmuyor, TV dizilerinin yan karakterleri olarak günlerini gün ediyorlar.

Dünyada ses getiren filmlerin hemen hepsi ise yeni Türk Sineması sanatçılarının eserleri.

Sinemamızdaki Çok Tuhaf Hareketler’in bir başkası Festival, Ödül Töreni, Günler vs. gibi etkinliklerin çoğunun sinemaya fiilen emek …

… vermeyen kurum ve kişiler tarafından düzenlenmesi. Ondan sonra eskisiyle yenisiyle Türk Sineması bu etkinliklere katılabilmek …

… lûtufmuş gibi düzenleyicilerine yağmur gibi iltifatlar yağdırıyor. Oysa Türk Sineması herhangi bir üretimde bulunmasa, ortada ne …

… festival, ne ödül töreni, ne yarışma, hiçbir şey kalmayacak. Son düzenlenen Yeşilçam Ödülleri töreninde bazı karakter oyuncularının …

… kenarda köşede mahzun mahzun durmalarına üzüldüm doğrusu.

SİYAD Ödülleri, Yeşilçam Ödülleri derken önümüzdeki günlerde Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri de dağıtılacak. Ödüller, sanatçıları motive eden …

… güzel bir uygulama. Ben diyorum ki herhangi bir seçmede her yıl, meselâ En İyi Erkek Oyuncu Ödülü hep aynı sanatçıya verilse. Olur mu?

Olmaz tabiki. O zaman ödüllerin kime verileceğini belirleyen Seçiciler Kurulu, Ön Jüri, Ana Jüri, Baba Jüri, vs. gibi kurullar bazı …

… etkinliklerde neden hep aynı kişilerden oluşuyor? Bendeniz geçen sene İzmir Kısa Film Festivali’nde jüri üyesiydim. Kayhan’a …

… söyleyeyim, beni bu senede jüri üyesi yapsın.

“Herkes mi Aldatır?” adlı filme bir ara “Erotik Karantina” adı mı konulmak istendi?

Çanakkale bu yaz sinemaya iyice doyacak gibi görünüyor. 1. Çanakkale Troia Film Festivali’nin 21 – 25 Temmuz 2010 tarihleri arasında …

… yapılacağı 2 – 3 hafta önce açıklanmıştı. Twitter alemi henüz duymamışsa benden duymuş olsun, 16 – 24 Temmuz 2010 tarihleri arasında …

… yine Çanakkale’de 2010 – 1. Geleneksel Uluslararası Çanakkale Troia Şeffaf Beygir Film Şenliği yapılacakmış. Bizim sinema sektörünün…

… bir avuç insanı zaman zaman böyle hoşluklar yaparlar. Yoğun sinemasal etkinlik bir bakıma yöredeki sinemaseverleri tabiki çok memnun …

… eder. Ancak peşpeşe düzenlenen etkinliklerin birbirini şeffaf bir şekilde olumsuz etkilediklerini de söylemekte fayda var.

Öğle yemeğini Paris’ta, akşam yemeğini Londra’de yemekten sıkıldım. Bundan böyle sabahları Taksim’deki börekçide, öğlenleri Ortaköy’deki …

… kokoreççide yiyeceğim. Bu yazdıklarımın kime ne yararı var veya kimi ilgilendirir? Kendimi şekerim, kendimi.

Akşam üstü deniyor da niye sabah üstü denmiyor? Keza sabahın körü gibi akşamın körü niye denmiyor. Ayakkabı da niye el kabı değil, …

… eldiven de niye ayakdiven değil. Hani meselâ örneğin de, hani meselâ ful dolu.

(02 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

02 Nisan 2010 Haftası

“Titanların Savaşı”nda, mitolojinin verimli alanına giren bir önceki benzer film “Percy Jackson & Olimposlular: Şimşek Hırsızı”ndan farklı olarak, geriye yolculukla epik serüvenin yüreğine, entrika, sırlar, kahramanlık, cesaret ile yazılan zamanına gidiliyor. Esasen, aynı adlı 1981 yapımı filmin yeni çevrimi. Tanrılara baş kaldıran insanları korku ile yönetmeyi (politik çağrışımlar yaptı mı?) hedefleyen Yeraltı Tanrısı Hades’in, Göklerin Tanrısı olan kardeşi Zeus’u kandırmaya çalıştığı dönem! Zeus’un insandan olma oğlu Perseus’un Argos kentini kurtarmak için bir grup savaşçıyla çıktığı yolculukta kendi benliğine dair sınavı da vermesi, filmin canavar saldırılarıyla doruğa çıkan aksiyonunun önüne geçemiyor. “Evet”, diyorsunuz, “şu diyaloglar tamamlansa da hareketlense ortalık”! Merak etmeyin, yetenekli Fransız Louis Leterrier, “The Incredible Hulk”dan sonra yine ‘eğlence’nin hakkını, çağdaş teknikleri azami kullanarak veriyor. Mitolojinin oldukça hafifletilmiş hallerinde, günümüz ticari markalarının (Pegasus, Andromeda, bu hikâyede de kilit rol üstlenen Medusa…) isim anneleri ve babalarıyla tanışmak için bir fırsat aynı zamanda.

“Dr. Parnassus”un yaratıcısı Terry Gilliam ile ilgili 2006 yılında kaleme aldığım bir yazının giriş paragrafı: “Sanat hayatın yansıması” ise aynaya dikkatle bakın: Ve sonra elinizi dokundurun, düşleyin arkasını. Görünenin ardındakini. Şimdi, burada, bu boyutta yaşarken paralel evrenlerde neler olabileceğini… Biraz daha düşleyin. Beyninizin en elektrikli bölgelerindeki fırtınalarla darmaduman edin ortalığı, çılgınlaşın, kuralların / koşullanmaların asla izin vermeyeceği sahalara girin, biçimsizleşmeye izin verin, masalları eğip bükün, ayıp şeylerle karıştırın, asla ehlileşmeyin, uslu olmayın… Nasıl? Daha iyi mi hissediyorsunuz… Cesur olun, size dayatılan sistemin sınırlarını zorlayın, karşı çıkmaya başlayın, dalganızı geçin, ‘tek tip’ makyajı reddedin, silin atın. Elinizi kolunuzu bağlayıp atsalar da akıl hastanesine, ruhunuzun giderek hızlanan biçimde duvarlara çarptığını hayal edin… Oldu işte, parmaklarınız aynanın içinden geçiyor… Diğer taraf karanlık mı? Korkmayın! Orada Terry Gilliam sizi bekliyor.”

Gilliam, sinemanın ‘sanat’ niteliğini, düş gücünün sınırlarını zorlayarak yine yükseltmiş bulunuyor. Şeytanla anlaşma yapmış ancak daimi bir gizil hüzne sahip, yorgun Dr. Parnassus karakteri aynanın diğer yanına geçen insanlara fantastik dünyalar sunuyor. Sonunun nasıl biteceği kişiye bağlı olsa da, insan hissetmenin anahtarı aynanın arkasında!

Dr. Parnassus, Terry aslında. Şeytanın bile muzip bir kumarbaz olduğu bir dünyada, kötülüğün kaynağında insan olduğunu keşfeden, yine de sevmenin yüceliğine inanan, tüm hayal kırıklıklarına rağmen sistemin dayattıklarına düşlerinin gücü ile karşı koyan Terry! Özgür ruh Terry! Ahlâkın ne olduğuna dair aydınlatıcı bu öyküde, tüm bir kariyerinin en olgun ürününü sunuyor.

Şu sinema denilen büyünün gerçekte ne olduğunu iyice anlamak isteyenler, özellikle izlemeli.

(01 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Semih Kaplanoğlu ile “Bal” Üzerine

Öncelikle röportaj teklifimi kabûl ettiğiniz ve bize böyle bir gurur yaşattığınız için çok teşekkür ederim. Son yapıtınız Bal ile Almanya’nın Oscar’ı olarak kabul edilen Altın Ayı ödülünü kazandınız ve isminiz geniş bir kitle tarafından aldığınız ödülle duyuldu. Oysa sizin köklü bir sinema geçmişiniz var. Semih Kaplanoğlu’nun sinema kariyeri nasıl başladı ve bugünlere nasıl geldi, bizimle paylaşır mısınız?

1984 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema – TV Bölümü’nden yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiğim MOBAPP isimli (16 mm, siyah – Beyaz, 14 dk.) kısa filmle mezun oldum.

2000’de yönetmenliğini yaptığım ve 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film seçilen Herkes Kendi Evinde benim ilk uzun metrajlı filmimdir.

1994 – 1996 yılları arasında ise Şehnaz Tango adlı TV dizisini yazıp yönettim.

2003’de eşim Leyla İpekçi ile kurduğumuz Kaplan Film yapım şirketi ile birlikte Meleğin Düşüşü, Yumurta, Süt ve Bal filmlerini gerçekleştirdik. Bir Türkiye – Yunanistan ortak yapımı olan ve Eurimages’in katkısıyla gerçekleştirdiğimiz Meleğin Düşüşü dünya galasını Berlinale’de yaptı ve Nantes, Kerala, Barcelona gibi uluslararası festivallerde En İyi Film ödüllerine lâyık görülürken başrol oyuncusu Tülin Özen de Antalya Altın Portakal Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.

2007’de gerçekleştirdiğimiz Yusuf Üçlemesi’nin ilk filmi bir Türkiye – Yunanistan ortak yapımı olan ve Eurimages tarafınan da desteklenen Yumurta, Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı ve Altın Portakal olmak üzere ulusal ve uluslararası festivallerde 30’dan fazla ödül kazandı.

2008’de bir Türkiye, Fransa ve Almanya ortak yapımı olan Süt ise 65. Venedik Film Festivali’nde ana yarışma programında Türkiye’yi temsil etti.

2010’da Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne lâyık görülen Bal da bir Türkiye – Almanya ortak yapımıdır ve Eurimages, ZDF, Arte tarafından finanse edilmiştir.

“Altın Ayı” ödülünü almanız bundan sonraki finansman arayışınızda size kolaylık sağlayacakmış gibi görünüyor. Bu güne kadar çektiğiniz filmlerde finansman bulma süreciniz nasıl işliyordu? Genç sinemacı arkadaşlarımıza, finansman arayışlarını kolaylaştırmak adına neler tavsiye edersiniz?

Yukarıdaki yanıtımda da okuduğunuz gibi filmlerimin yapımcılığını üstleniyorum. Filmlerime finans bulma konusunda bütün bu süreç içinde çok şey öğrendim. Özellikle uluslararası marketlerde Kanarya Adaları’ndan, Belgrad’a, Berlin’den Cannes ve Paris’e, Rotterdam’a ve hâtta Güney Kore’nin Pusan şehrine kadar projelerimi içinde benim de olduğum oldukça genç ve finans konularında tecrübesiz bir ekiple sunduk ve her seferinde sinema dünyasından yeni insanlar, genç prodüktörler, uluslararası dağıtımcılar, televizyon kanalları ve world sales ajanslarıyla tanıştık. Her bir buluşma gelecekteki filmlerimizin co-prodüktörleriyle karşılaşmamızı ve yeni tecrübeler kazanmamızı sağladı. Bugün Türkiye sinemasının genç prodüktör adaylarının en parlakları bizimle birlikte yetiştiler.

Kendi istediği filmleri istediği gibi çekmek isteyen yönetmenler mutlaka yapımcılık konusunda da tecrübe kazanmalılar. Sinemanın iktisadını bilmeyen bir yönetmen, filmleri konusunda yeteri kadar cesur hareket edemeyebilir ve yönlendirilmeye açık hale gelir ki bu da filmine zarar verebilir. Öte yandan sadece yapımcılık alanında değil aynı zamanda laboratuvar, ses, kamera ve ışık alanlarında da tecrübe kazanmalıdır bir yapımcı – yönetmen adayı.

Son yapıtınız Bal’ın bir özelliği de, müzik yerine daha çok doğa seslerini kullanmış olmanız, hâtta set ışığı yerine de ortamdaki ışığı kullanmışsınız genellikle. Bu tercihiniz bütün filmleriniz için mi geçerli, yoksa sadece Bal filmi için mi böyle bir teknik kullanmak istediniz? Eğer öyleyse neden?

Sadece Bal’da değil ben üç filmdir, hâtta dört filmdir müzik kullanmıyorum. Doğal ışık konusu da öyle. Ayrıca hiç bir filmimde digital efekt ya da görsel, hiç bir müdahale yok. Yani çekerken hangi kadrajla çekmişsek izlediğiniz de o. Çekerken hangi bulutlarsa gökyüzündeki izlerken de onlar. Yağmur gerçek yağmur… Bu prensipleri çok önemsiyorum. Filmlerimin içeriği ile biçimini birbiri içinde, ahenkle oluşturmak çok önemli bir süreç benim için. Film yapmak aynı zamanda bütün bir ekip olarak biraz da kendimizi yapmak değil mi? Her film hayata ve kendimize dair bir şeyler öğretir; zorla ya da güzellikle. Zorluklar karşısında tevekkülle, sabırla, kalp kırmamaya çalışarak ve keşfederek, fethederek çalışmak… Yani ışığı, bulutu, rüzgârı, yağmuru beklemek, tanık olmak, zanaattimizin mahirliği ölçüsünde bunları peliküle aktarmak ve buradan bir güzellik ortaya çıkarmak…

Ödül öncesinde ve sonrasında sizin için önemli olan, sizi etkileyen anları bizimle paylaşır mısınız?

Ödül verseler de vermeseler de güzel bir film yaptığımızı biliyordum. Bu insanda bir güven duygusu yaratıyor. Bir de biz Berlin’e gitmeden çok önce bir çok insan rüyalarında bu ödülü aldığımızı gördüklerini söylediler. Festival sırasında da Bal’ı izleyen pek çok izleyici de ödülü almamızı gönülden dilediklerini söylediler. Belki de bu temenniler gerçekleşti, kim bilir… Ayrıca, Altın Ayı’yı film yapma ilkelerini çok değerli bulduğum jüri başkanı Herzog’dan almak da beni çok sevindirdi.

Son olarak genç sinemacılara ve sadibey.com okuyucularına ne söylemek istersiniz?

Selâm!

Röportaj için teşekkür ederim.

(29 Mart 2010)

İlayda Vurdum

Festivaller… Festivaller…

Sinemamızın ilk festivali 1948’de yapılır. İlk olmanın tüm heyecanını ve acemiliklerini taşır. Hadi söyleyelim, sonuçta Unutulan Sır (Domaniç Yolcusu / Şakir Sırmalı) birinci seçilir. Ama ilginçlik burada değildir, ikinciliği, yönetmen ve senaryo ve de En İyi Genç Kadın ve Genç Erkek Oyuncu Ödüllerini Bir Dağ Masalı (Turgut Demirağ) kazanır.

[Turgut Demirağ ziraat öğrenimi için gittiği ABD’den “sinema eğitimi” alarak geri döner, AND Film şirketini kurar ve “Çalıkuşu”nu çekmeye karar verir fakat yapım sorunları nedeni ile gerçekleştiremez yerine bir başka Reşat Nuri öyküsü Bir Dağ Masalı’nı çeker. Bunun kahramanı da öğretmendir ama bir erkek öğretmen. Demirağ nerede ise iki filmlik çekim yapar ve bu malzemeden Bir Dağ Masalı’nı oluşturur. Bu film 1948 yılında yapılan ilk festivalde yukarıda saydığımız ödüller dışında bir başka ödül daha kazanır: En İyi Hikâye ödülü. Film gerçi bir öyküden (hikâye) uyarlanmıştır fakat ayrıca yazılmış bir senaryosu vardır ama festival jürisi senaryo yanında, hikâyeye de ödül verir, yani Reşat Nuri Güntekin’e. (Dünyada yazdığı hikâye nedeni ile, bu öykünün sinemaya uyarlanmış olması nedeni ile, bir film festivalinde ödül almış başka yazar var mıdır?!) Demirağ, Çalıkuşu’nu çekemez ama yıllar sonra 1967’de bir tane daha Bir Dağ Masalı çeker. Çeker ama renkli olan bu filmde erkek kahraman da (muallim de) kadın kahramana (muallime’ye) dönüşmüştür. Bu muallimeyi de Türkan Şoray oynadığı nedenle, dönüşen başka şeyler de vardır.]

1948’den sonra zaman zaman festival girişimleri olur ancak bunlar uzun soluklu olamaz; 1964’de bugün halâ devam etmekte olan Antalya Film Festivali ilk kez yapılır. Gurbet Kuşları (Halit Refiğ) filminin birinci seçildiği ilk yıldan sonra festival içinde festival içeren festival ikinci kez bir yıl sonra 1965’de yapılır. Aşk ve Kin (Turgut Demirağ) değerlendirme sonunda birinci seçilir. Jüri dışında bir grup yapılan değerlendirmeyi eleştirir ve sekiz kişi arasında yapılan festival sonu bir değerlendirmede Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç), katılanların hepsi tarafından birinci seçilirken, festivalin birincisi, sırf festival filmlerinin değerlendirildiği bu ikinci (resmi olmayan) seçimde hiç bir katılımcı tarafından seçilen filmler listesine -hiç bir sırada- giremez.

[Bu biraz da tepkisel bir değerlendirmedir ama seçime katılanlardan bir kısmı Aşk ve Kin’i neden seçmediklerini de açıklarlar. Katılımcılardan Tanju Akerson, “dünyanın hiç bir yerinde, bir prodüktörün kendi filminin yarıştığı bir festivalde jüri azalığı yapamayacağını” söylüyor. Benzeri, festival içinde festivallik olaylar, Altın Portakal’ın ilk yıllarında sıkça görülen olaylardandır. Meraklısı, bu konudaki -piyasada ancak sahaflarda bulunabilecek- geniş bilgileri Erman Şener’in Festivaller (Ocak – 1972) adlı kitabında bulabilir.]

1967 yılında yapılan 4. Antalya Festivali’nde ilk (ve tek) defa bir festivallik durum daha yaşanır. Daha önce yapılanlarda ve sonra yapılacaklarda uygulanmayan bir sistem uygulanır ve birincilik üç kategoriye bölünür: Dram Filmi / Tarihi Film / Komedi filmi. Dram dalında Zalimler (Yılmaz Duru) birinci olur. (O günlerde yapılan kurmaca filmlerin hepsinin bir dramatik yapısı vardır, film komedi filmi olsa bile ama dramların dramatik yapısı daha öne çıkar. Demekki bu birincilik seçimi dram-lar arasında yapılmış). Tarihi film dalında Bir Millet Uyanıyor (Ertem Eğilmez) birinci seçilir. [Bu filmin Muhsin Ertuğrul’un -adaşı olan filmi (1932)- ile adaşlıktan öte bir ilişkisi yoktur.] Festivale katılan diğer tarihi film yine bir ikinci çevrim olan Allahaısmarladık’tır. (Nejat Saydam). Bu kategoriye girebilecek bir başka film ise Çalıkuşu’dur (Osman Fahir Seden) ki tarihi film olmakla beraber daha çok dönem filmidir. Komedi filminin birincisi ise Güzel Bir Gün İçin’dir (Haldun Dormen). Yarışmaya katılan filmler arasında Yeşilçam ölçülerine göre komedi filmi olabilecek bir başka filmi ben bulamadım. İçinde komedi unsuru içeren filmler tabii ki var, ama o kadar. (Festivallere katılan filmler hakkında yayınlanmış çeşitli kitaplar bulunmaktadır, meraklılarının biraz araştırması gerekecek.)

Bir diğer festivalli festival 1972’deki 4. Adana Film Festivali’dir. Festival jürisi değerlendirmesini yapar ve Baba (Yılmaz Güney) filmini birinci seçer. Yılmaz Güney’de En İyi Erkek Oyuncu seçilmiştir. Sonuçlar açıklanır ve ödüller dağıtılır. Adana’yı terk etmek üzere olan jüri havaalanından geri çağrılarak, yanlışlık yapıldığı, Baba’nın aslında yarışmaya katılamaması gerektiği, değerlendirmenin hatalı olduğu, yeniden değerlendirme yapılması gerektiği söylenir ve jüri de -hiç itirazsız- yeniden bir değerlendirme yapar, Baba’yı yok sayarak ikinci olan Karadoğan’ı (Yılmaz Duru) birinci ilân eder. Üçüncü olan Yaralı Kurt (Lütfi Ömer Akad) ikinci olur, daha önce değerlendirmede olmayan Irmak (Lütfi Ömer Akad) üçüncü ilân edilir. Yılmaz Güney’den geri alınan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Yaralı Kurt’ta oynayan Cüneyt Arkın’a verilir. Festivalin festivalliği burada bitmez, Adana’da ve İstanbul’da devam eder ama verilen ödüllerin geri alınması festivali festivale dönüştürmesi bizim için yeterlidir.

Yine Antalya’ya dönersek 1997’de 34. Antalya Film Festivali’ndeki festival festivalden sonra yaşanır. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Köpekler Adası (Halit Refiğ) filmi ile Tanju Gürsu’ya verilir, festival biter. Bir festival olan basınımız, Gürsu’nun ödül almasını eleştirir, bu gayet normal bir şeydir. Bir oyuncuya verilen ödül eleştirilebilir ama bu eleştiri oyuncuyu başka birisi (Müşfik Kenter) seslendirmiştir diye yapılırsa, bunda bir gariplik vardır, çünkü ne daha önceki yıllarda ne daha sonra Antalya ve diğer festivallerde, ödül alan bir oyuncu sırf başkası seslendirdi diye eleştirilmemiştir. Sanki ödül alan diğer oyuncular seslendirmelerini kendisi yapmış gibi, oklar Gürsu’ya yöneltilir. Bu da eleştirmenlerin festivali…

Festivallerimize -genel olarak- herhangi bir diyeceğimiz yok ama zaman zaman festivallik festivallerimiz olmuyor değil, hem bunlar yukarıda saydıklarımla sınırlı değil. Bu ikincil festivaller, asıl festivallerin sonuçları gölgesinde zaman içinde unutulup gidecektir. Aşağıda yazacağım son festivalde yaşananlar, bana yukarıda yazdıklarımı hatırlattı, ilgi duyabilecek olanlarla paylaşmak istedim, hepsi o kadar…

Son (taze) festivalimiz (ama ilk değil, daha önce de oldu bunlar) bir festivali yapıp, sonuçlarını ilân ettikten sonra ödül töreni düzenlenmesidir ki, festivalin festival özelliğine (bence) gölge düşürür. Geçenlerde sonuçları açıklandıktan (Köprüdekiler / Aslı Özge) sonra ödül töreni yapılan festivalinin ödül törenine -sonuçta ödül alamayan- yarışma filmlerinin çalışanlarından kaç tanesi -gönül rahatlığı ile ve heyecanlı olarak- gidebilir? Festival komitesi buna -ikna edici bir- cevap verebiliyorsa, biz -bir takım ilişkilerin dışında kalanlar- boş yere yazıp çiziyoruz demektir. Başka bir deyişle, havanda su dövüyoruz.

(28 Mart 2010)

Orhan Ünser