Kategori arşivi: Yazılar

Güzellik Çağında Aşk

Aşkım (Chéri)
Yönetmen: Stephen Frears
Eser: Colette
Senaryo: Christopher Hampton
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Darius Khondji
Oyuncular: Michelle Pfeiffer (Léa), Rupert Friend (Chéri), Kathy Bates (Charlotte Peloux), Frances Tomelty (Rose), Felicity Jones (Edmée)
Yapım: BK Films-Pathé (2009)

İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın “Chéri-Aşkım” filmi, orta yaşlı bir kadınla jigolosu Chéri’nin tutkulu aşkını anlatıyor. Yönetmen, “Belle Epoque” diye adlandırılan burjuvaların Avrupa’daki “altın çağı”nı görselleştiriyor bu filmiyle.

Stephen Frears’ın Colette’in 1920’de yazdığı “Chéri”yle 1926’da devamını yazdığı “Le Fin du Chéri” (Chéri’nin Sonu) romanlarından beyazperdeye aktardığı “Chéri-Aşkım”, eski fahişe Léa de Lonval ile Léa’nın “Chéri” (canım veya sevgilim) dediği genç Fred Peloux’nun tutkulu aşklarının peşlerinde dolaşıyor. Fred de, kendisine Chéri diyen Léa’ya nine gibi bir anlama gelen “nounoune” diyor hep. “Chéri” romanı, Ezra Erhat’ın çevirisiyle “Cicim” adıyla Can Yayınları’ndan 1991 yılında çıkmıştı. Uzun adı Sidonie-Gabrielle Colette olan Fransız kadın yazar Colette, 1873-1954 yılları arasında yaşadı. Colette, 19. ve 20. yüzyılları gördü. Colette’in “Gigi” romanı, 1958’de Vincente Minelli tarafından müzikal olarak sinemaya uyarlanmıştı. 59. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” için yarışan “Chéri-Aşkım” filmi 1900’lerin başında Paris’te geçiyor. O devirlere “Belle Epoque” deniliyor, yani “Güzellik Çağı…” 19. yüzyılda başlayan ve I. Dünya Savaşı’na kadar süren burjuvaların altın çağı bu. Otomobiller, trenler, telefonlar ve fotoğraf makineleri de hayatın içine iyice girmiş. Ama, kostümler ve dekorlar bu modernizmle daha buluşamamış gibi. Zengin orta yaşlı kadınlar oğulları yaşlarındaki gençleri para karşılığında kendilerine alıyorlar. Yani gençler birer jigolo. Gelenekler de sürüyor modern gelişmelere rağmen. Zengin aileler, daha az parası olan yakışıklı gençleri kızlarıyla servetlerinin gücüyle evlendirebiliyorlar. Chéri’nin de başına gelen bu. Léa’nın jigolosu Chéri, zengin kızı Edmée’yle evleniyor annesi Charlotte’un yönlendirmesiyle. Léa da, aşkını kalbine gömüp bu evliliği onaylamak zorunda kalıyor. Colette’in “Chéri”si, sanatın vazgeçemediği romanlardan biri. Müzikâller ve tiyatro oyunlarıyla da hayat bulan “Chéri-Aşkım”, modernizmle gelenekleri iyi gözlemleyen, modern sancıları sezen bir yapıt. Belki de bu yüzden sanatın diğer dalları Colette’in bu yapıtına uzak duramadılar hiç. “Chéri-Aşkım” filminde, bir dış erkek sesiyle hikâyenin içerisinde dolaşılıyor. Bu film, orta yaşlı bir kadının tutku dolu ve fedakâr aşkının hikâyesi her şeyden önce. Léa’nın, pencereden Chéri’nin gidişini umutsuzca seyredişi aşkın gücünü de hissettiriyor. Belki de aşk onun için fedakâr olmaktır. Bu filmin son sahnesi belki de en unutulmaz andı. Léa’nın, aynaya (seyirciye) bakışı, “ölüm kadına yakışır” bakışı gibiydi. Léa’nın gözlerindeki hüzün sinemaya bir armağan gibiydi. Bu aşkta trajedi Chéri’yi mi, yoksa Léa’yı mı bulacak? Dış ses hikâyenin sonunda ne olduğunu söyleyecek belki.

Çarpıcı mekânlar…

1941’de doğan İngiliz yönetmen Stephen Frears ülkemizde 1985 yapımı “My Beautiful Laundrette-Benim Güzel Çamaşırhanem” filmiyle tanındı. Frears’ın ününü çoğaltan filmse Choderlos de Laclos’un aynı adlı eserinden uyarlanmış 1988 yapımı kostümlü film “Dangerous Liaisons-Tehlikeli İlişkiler”di. “Chéri-Aşkım” filminin etkileyici dekor ve kostümlerinin hangi deneyimlerden geldiği anlaşılıyor. Yönetmen Frears, yoğun olarak iç mekânları kullansa bile dış mekânlar da yansıyor bu filmde. Bazı dış mekânlar stüdyo dekoru tadı da veriyor seyirciye. 1958’de doğan sinemanın en güzel kadınlarından biri olan Amerikalı oyuncu Michelle Pfeiffer’ı en azından bu taraftakiler Brian de Palma’nın 1983 yapımı “Scarface-Sicilyalı” filmindeki Elvira karakteriyle tanıdı. “Scarface-Sicilyalı”, DVD’de “Yaralı Yüz” olarak yayımlanmıştı. Ülkemizde pek tanınmayan Chéri rolündeki 1981 doğumlu İngiliz oyuncu Rupert Friend, Jean-Marc Vallée’nin 2009 yapımı kostümlü “The Young Victoria-Genç Victoria” filminde de Prens Albert karakterini canlandırdı. Bu sinemaskop filmin kameramanı da ünlü bir isim. 1955’te Tahran’da doğan kameraman Darius Khondji’nin babası İranlı, annesiyse Fransız. Bu önemli kameraman, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro ikilisinin ortak yönettikleri filmlerden hatırlanıyor. 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri” ve 1995 yapımı “La Cité des Enfants Perdus-Kayıp Çocuklar Şehri” hemen öne çıkıyor. Khondji’nin “Şarküteri” filmindeki dışavurumcu görüntüleri gerçekten unutulmazdı. Karanlıkların ve iç mekânların kameramanı Khondji, Frears’ın Chéri-Aşkım” filminde parlak ışıklar kullanarak dönemin renkli atmosferini yansıtabilmiş.

Ali Erden

(03 Ocak 2010)

sinerden@hotmail.com

25 Aralık 2009 Haftası

“Alvin ve Sincaplar 2”, ‘üç popüler sincap şarkıcı’ gibi, sevimli, hareketli, komik animasyon karakterleri canlı oyuncularla buluşturup tam bir aile seyirliği özelliği kazanmış olan serinin yeni filmi. ABD’de, filmden önce, 1958’den başlayarak zaten kültürel fenomen olmuş bu ince sesli müzik grubunun arasına, bu kez üç de bayan sincap katılıyor. Sinema meraklıları için, gerçek ve ‘çizgi’ karakterler arasındaki aksiyonun, mükemmel bir teknoloji sayesinde ‘falsosuz bir gerçeklik’ içerdiğini belirtelim. Özellikle kürkü için katledilen bu hayvanları, ‘henüz büyüklerin acımasız dünyasına girmemiş’ küçüklere sevdiren endirekt misyonu dolayısıyla da önemli buluyorum seriyi.

“Arızalı Çiftler”, her ‘evli çift’in -aynı zamanda- potansiyel birer ‘sorunlu çift’ olduğu gerçeğinden hareketle, yakın arkadaş olan dört çifti cennet gibi bir adadaki terapi merkezi otele yerleştirip, mizahi biçimde irdeliyor. Çok tanıdık kalıpları kullanmasına karşın seyirlik olmayı başarabilen, karakterlerle özdeşlemeniz hayli kolay olduğu için de pek sıkılmadan tüketeceğiniz bir eğlencelik. Evliliklerin sağlığını koruma ve devam ettirme formülü ise gayet basit, uygulanabilir: Birbirinizle konuşun, ailenize zaman ayırın ve çokça sevişin!

“Orada”, bir ‘art house’ film örneği. Bir annenin huzurevindeki intihar gibi ölümü üzerine bir araya gelen çoktandır ayrı düşmüş bir erkek ve bir kadın iki kardeşin, ‘yabancısı oldukları’ cenaze töreninden sonra tek başına yaşayan babalarını ziyarete gidişlerini aktaran yaklaşık yirmi dört saatin hikâyesi. Metni çok güçlü: Aile denilen kurumun her zaman sevgi ve mutluluk içermediği, aslında, evlilik kararıyla birlikte süregiden yanlışlıklar silsilesi ile yalnızlıkların, düş kırıklıklarının, nefretlerin, parçalanmışlık hissiyatının aile bireylerinin derilerinden içeri nasıl nüfuz edip silinemediğini öykülemeyi başarıyor. Görselliği, gerçekliği kavrayan ‘ağır bir atmosfer’ içeriyor (kuşkusuz daha çarpıcı olabilirdi). Performanslar ise hayli sorunsuz; özellikle Sinan Tuzcu, karakterinin tüm verilerini aynen aktarıyor. Bu filmin, beklentimin çok üzerinde çıktığını itiraf ediyorum.

“Zombieland”, bir gün gelip tüm ailenizi virüs saldırısı sonucu hızla yayılan salgında kaybeder ve ‘saldırgan ölü yamyam’ların dünyasında bir başınıza kalırsanız, bunun hem komik, hem de korkunç olabileceğini, dengeleri doğru kurarak, eğlendirme mantığı içinde sunuyor. Dört zombileşmemiş ‘yalnız’ kahramanla, bir yol serüveni boyunca, çok gergin, neşeli, sürprizli, delicesine çılgın, şiddeti yüksek macerayı yaşarken, onların bir aile gibi yakınlaşmasıyla da duygudaşlık kuracaksınız. Cılkı çıkmaya başlamış bir konuyu yeni buluşlarla izlenir kılmak, az marifet değil tabii ki.

(23 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ödüllendirilmesi Gereken Yeni Sinemasal Değerler: “Afiş”, “Fragman” ve “İnternet Sitesi”

Ülkemiz sinemacılığında 2000’li yıllara kadar “başarılı bir film”i tanımlayan temel unsurlar, o filmin yönetmeni, oyuncuları, senaristi, özgün müzik bestecisi, kurgucusu ve hadi bilemediniz bir de görüntü yönetmeninden ibaretti. Dolayısıyla, prodüksiyonun bu aşamalarına hizmeti geçmiş kişilerin ödüllendirilmesi, o eserin hakkını teslim etmek için herkese yeterli geliyordu.

Buna karşılık, son 10 yıldır sinema sektörümüzde bir filmin başarısını doğrudan etkileyen, “afiş”, “fragman” ve “internet sitesi” gibi daha başka unsurlar da ortaya çıkmaya başladı. Gerçi bunlardan ilk ikisi beyazperde tarihi boyunca zaten hep varolagelmiş destekleyiciler ve Batı’daki festivallerin en azından bazılarında da düzenli bir biçimde ödüllendirilmekteler. Ancak, yapımcıların afiş ve fragmanlara “tamamlayıcı birer sanat eseri” gözüyle bakıp bunların tasarımına titizlenmeleri, yanısıra filmleri için özgün ve zengin içerikli internet siteleri hazırlatmaları, bizim sinemamız açısından görece yeni bir uygulama… Öyle ki Türkiye’de bundan 25-30 yıl önce hazırlanan afiş ve fragmanlara kabaca göz atıldığında bile ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılacaktır!

Ulusal sinemamızın son yıllardaki silkelenme sürecinde zaman zaman öylesine etkileyici afişler, fragmanlar ve internet siteleriyle karşılaşmaktayım ki tanıttıkları yapımın artistik değerini ikiye katlayan, onları gişede parlak başarılara taşıyan bütün bu “eser”lerin Türkiye’deki hiç bir festivalde ödüllendirilmediğini görmek beni fena hâlde rahatsız ediyor.

Oysa, başta ABD olmak üzere, artık pek çok ülkede yalnızca film afişleri ve fragmanlara özel yarışmaların düzenlenmekte olduğunu gayet iyi biliyorum. Dahası, “afiş tasarımı” alanında ulusal gururumuz konumundaki Emrah Yücel ve “fragman kurgusu” nda giderek uluslararası bir ustaya dönüşen Göktuğ Sarıöz de Hollywood’da düzenlenen böylesi yarışmalarda üst üste ödüller kazanmalarıyla hemen aklıma geliveren iki Türk sanatçısı…

Sanat olduğu ölçüde ticarî bir ürün de olan sinema filmleri, günümüzde artık yalnızca kendi kudretleriyle değil, afiş, fragman ve internet sitesi üçlüsünün psikolojik etkisi oranında başarı kazanan bir ön tanıtım faslından geçerek izleyicinin karşısına çıkıyorlar. Bu üçlünün genel kalitesi de piyasaya sürülen “ürün”ün ticarî başarısını doğrudan etkiliyor.

O yüzden, başta Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza ve İstanbul Altın Lale olmak üzere, ülkemizde düzenlenen irili ufaklı bütün uzun metrajlı film yarışmalarının, artık daha fazla zaman yitirmeksizin ödül yelpazelerine “en iyi afiş tasarımı”, “en iyi fragman tasarımı” ve “en iyi internet sitesi tasarımı” gibi yeni kategoriler ekleme zamanı geldi. Böylesi bir adımın şimdiye kadar ortaya konulmuş başarılı işlerin sahiplerine somut bir yararı olmasa bile, en azından bundan sonra aynı destekleyici medyaları üretecek olan sanatçıları motive edeceği âşikâr…

İşin aslına bakarsanız, çağdaş sinemadaki yenilikler “en iyi özel efekt”, “en iyi CGI / bilgisayar üretimi görüntü” gibi daha ileri kategorileri bile dayatır duruma geldi; fakat Türk sinemasının teknik gelişimine paralel olarak bu alandaki ödüller belki bir kaç yıl daha ertelenebilir. Öte yandan, saydığım üçlünün ise artık ertelenebilecek bir pozisyonu kalmamıştır; çünkü Türk izleyicisi bir filmin içeriği ve kalitesine ilişkin temel yargılarını nicedir bu taşıyıcılar üzerinden ediniyor.

Sinema sektörümüzü yöneten meslek örgütleri, anılan kategorileri mevcut yarışmalara dahil edemiyorlarsa bile, en azından ABD’deki “Key Art” ödülleri gibi, bu yarışmalardan bütünüyle bağımsız, organizasyon yapısı olarak da “Kristal Elma Reklâm Ödülleri”ne benzeyecek yeni yarışma türleri kurgulamak zorundalar. Böylelikle, sektöre perde arkasında hizmet veren afiş grafikerleri, internet sitesi tasarımcıları ve fragman kurgucuları da şimdikinden çok daha güçlü bir biçimde motive edilebilecekleri, kişisel yeteneklerinin sınırlarını zorlamalarını sağlayacak bir teşhir mecraına kavuşmuş olacaklar.

Aynı şekilde, yapımcılar da filmlerinin -yönetmenden elektrikçi çırağına kadar- irili ufaklı bütün çalışanlara yer verilen bitiş jeneriklerinde afiş, fragman ve internet tasarımcılarının adlarının geçmesine özen göstermeli ki bu alanlar sektöre ilk adımlarını atan bütün gençler tarafından ciddi birer “iş” olarak kabûl edilebilsin…

Velhasıl, 2010’da “afiş”e, “fragman”a ve “internet sitesi”ne yönelik en az bir adet bağımsız yarışma ya da -hiç olmazsa- önemli bir yarışmada bunları da içine alacak yepyeni ödül kategorileri bekliyoruz. Çünkü, sinemamızın günümüzde yakaladığı teknik ve estetik düzey, ister istemez bu değişimi dayatıyor.

* * *

Aynı konuya ilişkin olarak 2007 yılı sonbaharında yazdığımız bir başka yazının linki:
http://yenisafak.com.tr/sinema/default.aspx?t=22.09.2007&i=70253

İzleyici sayısı 3 milyona yaklaşan “Nefes”in başarısında, filmin tedirginlikle bezeli atmosferini pek güzel yansıtan bu afişin ve sinemalarda aylarca gösterilerek izleyicinin merakını doruk noktaya çıkartan 5 ayrı fragmanın hiç mi etkisi yoktu? Özellikle de “Nefes”in gösteriminden kısa bir süre önce salonlara dağıtılan 5 numaralı fragman tek başına dahi bir sanat eseri düzeyindeydi. Keza, internet sitesiyle de benzer bir titizliği ortaya koyuyordu bu başarılı yapım… Filmlerin tanıtım sürecine somut katkılarda bulunan böylesi destekleyici unsurların sektör ve izleyici tarafından ödüllendirilmemesi, sinema dünyasının isimsiz kahramanlarının motivasyonunu da doğrudan etkiliyor.

(21 Aralık 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

İletişimi Derin Aşk

Başka Dilde Aşk
Yönetmen: İlksen Başarır
Senaryo: İlksen Başarır, Mert Fırat
Müzik: Uğur Akyürek, Erdem Yörük
Kurgu: Arzu Volkan
Görüntü: Hayk Kirakosyan
Oyuncular: Saadet Işıl Aksoy (Zeynep), Mert Fırat (Onur), Lale Mansur (Kadife), Emre Karayel (Aras), Emre Karayel (Kâmuran), Şebnem Köstem (Handan)
Yapım: Ofis İstanbul, Tonaj, Kutu Film (2009)

Sağır-dilsiz bir gençle hayat dolu bir genç kadının aşkını anlatan “Başka Dilde Aşk”, bir aşkta ne yaşanıyorsa onu yaşatıyor seyircisine. Ama bu aşkta muhteşem bir iletişim de hissediliyor. Bu filmde sağır-dilsizler için altyazı da düşünülmüş.

Yönetmen İlksen Başarır, ilk filmi “Başka Dilde Aşk”la iletişimi okyanuslar kadar derin bir aşkın hikâyesine götürüyor. Bu yalnız Onur’la Zeynep’in değil, agorafobisi, yani dış mekân korkusu olan şair Kâmuran’ın da hikâyesi. Herkesin bir hikâyesi var. Onur, grafik bölümünü bitirmiş, sağır-dilsiz olduğu için kendi mesleğinde iş bulamamış bir genç insan. Sessizliğin mekânı kütüphanede çalışıyor. Zeynep, babasına kırgın bir genç kadın. Oda çağrı merkezinde çalışıyor. Bu iki genç insanın yolları bir gece bir barda tesadüfen buluşuveriyor. Perdede Zeynep’le Onur’un aşkını seyrederken, aralarındaki iletişim gerçekten insanı heyecanlandırıyor. Birbirleriyle konuşan iki sevgiliden daha çok birbirleriyle çok konuşuyor onlar. Aşkın ve hayatın dili bambaşka. Filmdeki aşk, günümüzde yaşanan aşklar gibi başlıyor. Belki de ikisi de bir aşkın başladığının farkında değil. Günümüzde akşam tanışılıyor ve sabah beraber uyanılıyor, sonra herkes kendi yoluna gidiyor. Belki de bu aşkın büyümesi Zeynep’in heyecanındandır. Onur’un sağır-dilsiz olduğunu öğrenmesine rağmen ona arkasını dönüp gitmiyor Zeynep. Kalbini ve hayatını Onur’a açıyor. Yönetmenin bu filmde yaptığı en iyi şey belki de, hayata ve aşka fazla müdahele etmeden her şeyi oluruna bırakır gibi gözlemesi kamerasıyla. Belki de bu yüzden melodramın içlerine girmeden kıyılarında dolaşabiliyor yönetmen. Bu hayatta Zeynep’in de sorunları var elbette. Çağrı merkezinin müdürü Aras’la beraber olmuş ve ayrılmış. Onur, kendi ayakları üzerinde durmaya çabalayan bir genç. Kendisinden utanmış babasından nefret ediyor. Annesi Kadife, tüm sevgisini Onur’a vermiş. Onur, kütüphanede çalışırken, Galatasaray’ın kürek takımının da oyuncusu. Bir de Kâmuran var. Kız kardeşiyle beraber yaşayan Kâmuran, geçmişteki bir trajik olaydan sonra bir daha dışarı çıkamamış. Depresyon içinde yazdığı şiirleri penceresinden boşluğa atıyor hep.

Öjenik olmayacaksın…

Kurgusu iyi bu “Başka Dilde Aşk” filminde yönetmen, karakterlerini eski Yeşilçam melodramlarındaki gibi hayattan koparmamış ve karakterlerini hayatın tam içinden sunmuş. Aşk yaşanırken, hiçbir şey düzenli gitmeyebilir ve hayat da sorunsuz olmayabilir, diyor yönetmen. İster engelli olun, isterse engelsiz, cennetle cehennem arasında sıkışmış Araf’ta yuvarlanıp gidiyorsunuz. Hayat budur işte!.. Yönetmen, çağrı merkezindeki çalışma koşullarını ve ruh sıkıntısını Kafkaesk bir ruhla yansıtabilmiş seyirciye. Çağrı merkezinde çalışanların eylemleri de filmi hayatın içine çeken önemli anlardan. Bu filmden bir tek öjenikler rahatsız olacak herhalde. Öjeniklik, engelli insanların ayıklanarak sağlıklı toplum oluşturulmasını savunan ırkçı bir düşünce. Öjenik düşüncenin kökeni Antik Yunan filozofu Eflatun’a, yani Platon’a (M. Ö. 427 – M. Ö. 347) kadar uzanıyor. Ama düşüncenin bilimsel temellerini atansa Francis Galton (1822 – 1911) adlı bir biyolog. “Başka Dilde Aşk”, insana aşk adına heyecan veren bir film. Bu filmdeki aşk da sağlıklı denilen insanların aşkları gibi fırtınalı. Bir taraf nedense hep en çok fedakârlık yapan taraf oluyor. Her aşktaki gibi. Yönetmen, filminin finali üzerine biraz daha düşünse iyi mi olurdu, bilmiyoruz. Açık uçlu finallerde yönetmenler seyircilerinin zihinlerine daha mı çok inanıyorlar? Ama film iyi. Yönetmenin, sağır-dilsizler için altyazı kullanması da gerçekten bir incelik. Filmin bazı sahnelerinde işaret dili de kullanılmış. Elbette Saadet Işıl Aksoy’a bir övgü. Semih Kaplanoğlu’nun 2007 yapımı “Yumurta” ve 2008 yapımı “Süt” filmlerinde yüzünden hüzünlü şiirler düşüren Saadet Işıl Aksoy, yönetmen İlksen Başarır’ın bu filminde yerden şiirler topluyordu. Genç oyuncu neşeli, zarif ve aşk dolu bir kompozisyon çiziyor “Başka Dilde Aşk”ta. Sinemamız iyi bir oyuncuyu kazanıyor. Bu genç oyuncuyu perdede her gördüğümüzde Juliette Binoche heyecanına biraz daha daldığımızı belirtelim.

(16 Aralık 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

18 Aralık 2009 Haftası

“Avatar”, ‘yüksek sinema’nın en yeni tanımı; hem teknik, hem artistik, hem de içerik olarak izleyeni çarpan ve her izleyenin, doğanın yüreğini dinleyip sevmesini sağlaması gereken epik bilim kurgu serüveni. ‘Beyaz adam’ın dünyayı ‘bitirdikten’ sonra gözünü diktiği, değerli bir madene sahip Pandora uydusunda (gaz temelli bir gezegenin uydusu), belden aşağısı sakatlanmış asker Jake gibi ‘insan’lığınız sınanacak. Hazır mısınız? Bu film, günlük olaylara dalmış kaos gibi dünyamızda, açgözlülüğümüz, acımasızlığımız, hırslarımızın ortasında soluk alıp vereceğimiz ve yaşadığımızı hissedebileceğimiz, tabii ki kendimizi sorgulayabileceğimiz bir fırsat. Belki de son fırsatlardan biri.

“Başka Dilde Aşk”, “aşk bu, engel mi tanır” diyen, bizim “Başka Tanrının Çocukları”. Bir çalışan olarak sömürüldüğü çağrı merkezinde sürekli konuşan, tepkili – öfkeli genç kadın ile doğuştan duyma engelli -yani çok duyarlı- genç adamın, çevrelerine, kopuk oldukları ailelerine ve ‘kendilerine’ / irade çatışmalarına rağmen birbirlerini sevmelerinin hikâyesi, sinemamızda pek rastlanmayan bir görsel estetikle anlatılmış. Bu yılın dikkate değer performanslarından birkaçı da (Mert Fırat & Saadet Işıl Aksoy ve Lale Mansur) bu filmde.

“Vavien”, tipik orta sınıf kasaba insanlarına dair ayrıntılı gözlemleri, cinayet içeren bir öyküye dönüştüren kara mizah örneği… Ve fakat bir lâmbayı iki ayrı yerden farklı zamanlarda yakıp söndüren “vavien anahtar uygulaması” gibi her plânın, başka bir unsurun devreye girmesiyle her zaman tamamına eremeyebileceği vurgulanarak, hikâye, ‘lamba yakılarak aydınlatılıyor’, denge kuruluyor, mutluluk -bir sonraki kötücül plâna kadar- devreye giriyor. Bir Coen Kardeşler filmi düşünün; Taylan Biraderler onların izinde gitmiş ve başarılı olmuşlar. Doğru ritimli, matematiği kusursuz bir çalışma. Binnur Kaya ve senaryoyu da yazan Engin Günaydın, sinemamızın açlığını çektiği ‘farklı’ oyunculardan… İkisini ve diğerlerini izlemek keyif veriyor.

(15 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Documentarist’te Cezaevi Trajedileri

Documentarist Belgesel Haftası, 14-17 Aralık arasında “Hangi İnsan Hakları” temasıyla belgeseller gösteriliyor. Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri, yıl içine yaydığı etkinliklerine “Hangi İnsan Hakları”nı da eklemiş. Belgesel gösterimleri, Hollanda Konsolosluğu’na bağlı Beyoğlu Dutch Chapel ve Tophane Tütün Deposu’nda gerçekleştiriliyor.

Documentarist, 10 Aralık İnsan Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası dolayısıyla 14 – 17 Aralık’ta, bir belgesel haftası düzenliyor. “Hangi İnsan Hakları” başlıklı bu yılki etkinliğin ana temasıysa “cezaevleri…” Dünyada pek çok ülke ve şehirde düzenlenen “insan hakları film festivali” geleneğine uygun olarak, mini bir festival boyutunda tasarlanan etkinlikte, çok önemli belgeseller gösterilecek. İnsan hakları ihlallerinin en kronikleşmiş yeri olan cezaevlerinin iç burucu dramları yansıyor. Belgesellerin birçoğu daha önce Türkiye’de gösterilmemiş filmlerden oluşturulmuş.

İnsan hakları için…

Etkinlikte gösterilecek filmlerden biri, 28 yıldır cezaevinde yatan ve her an infaz tehdidiyle yaşayan idam hükümlüsü gazeteci-yazar Mumia Abu Jamal’ın hayatını konu alan “In Prison My Whole Life-Ömrüm Hapiste Geçti”, yapımcılığını ünlü aktör Colin Firth’ün üstlendiği ve Marc Evans’ın yönettiği 2007 yapımı bir belgesel. Bir polisi öldürmekle suçlanan, çeyrek yüzyıl masum olduğunu haykıran Kara Panterler üyesi Abu-Jamal’in hikâyesi, onun yakalandığı gün doğmuş bir gencin Amerikan adalet sistemine yaptığı bir yolculuk üzerinden anlatılıyor. Abu-Jamal’in infazı şu günlerde yeniden gündeme geldi. Etkinlikte gösterilecek bir başka belgesel, çekimi yaklaşık yirmi yıl süren “Rene”, yaşamının büyük bir bölümünü cezaevinde geçiren bir adamın iç dünyasına doğru bir yolculuk yapıyor. Bu belgeseli, uzun yıllara yayılmış öyküleriyle tanınan Çek sinemasının önemli belgeselcilerinden Helena Trestikova yönetmiş. Fernand Melgar’ın yönettiği 2008 yapımı “La Forteresse-Kale” belgeseli, İsviçre’nin gözden uzak bir köşesinde, dağdaki bir kampta tutulan mültecilerin dramını konu alıyor. Türkiye seyircisiyle ilk defa buluşacak olan belgesellerden biri de “The Reckoning – Hesaplaşma…” Pamela Yates’in yönettiği belgesel, Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’in tutuklanma talebi dahil olmak üzere, insanlığa karşı işlenmiş suçlarla ilgili kararlara imza atan Uluslararası Suç Mahkemesi’nin bir savcısının çabalarını yansıtıyor. Raymonde Provencher’in yönettiği Kanada yapımı “Blue Helmets: Peace and Dishonor – Mavi Bereliler: Barış ve Utanç”, Birleşmiş Milletler’e bağlı barış gücü askerlerinin görev yaptıkları bölgelerde yerel halka karşı işledikleri suçları sorguluyor. Hamid Rahmanian’ın yönettiği “The Glass House – Camdan Ev”, İran’da şiddetle karşılaşmış kadınların kaldığı bir sığınma evinden dramlarını anlatıyor. Festivalde, Hollanda’da yayın yapan Metropolis TV tarafından gerçekleştirilmiş, “Cezaevinde Yaşam” başlıklı kısa filmlerden oluşan bir seçki de gösterilecek.

Belgesel haftasında Filistin üzerine de üç film yer alıyor. “Encounter Point – Buluşma Noktası”, insanların savaş psikolojisi içinde yaşadığı bir ortamda barışa şans tanımak için İsrailli ve Filistinli barış eylemcilerinin hikâyesinin peşine takılıyor. Belgesel için, savaşta sevdiklerini yitirdiği halde intikam duygusuna kapılmak yerine “karşı saftakilere” elini uzatan, iki taraf arasında bir diyalog köprüsü kurmaya çalışan insanların doğaüstü çabası izleniyor deniliyor. İngiliz muhalif siyasetçi George Galloway’in öncülük ettiği “Viva Palestina” (Yaşasın Filistin) konvoyu, geçen yıl Britanya’dan yüzlerce araçla yola çıkıp Fransa ve İspanya üzerinden Kuzey Afrika’ya, oradan uzun bir yol katederek Mısır’a kadar gelmiş ve Gazze üzerindeki kuşatmayı kırmayı başararak, bölgeye yardım malzemesi götürmüştü. Aynı organizasyon Aralık ayında tekrar edilecek ve yine dev bir konvoy bu kez İstanbul’dan geçerek Suriye ve Ürdün üzerinden Gazze’ye ulaşmaya çalışacak deniliyor. Konvoyu kameralarıyla karşılamaya hazırlanan Documentarist, aynı tarihlerde bir önceki konvoyun hikâyesini anlatan “Three Uncles Go to Gaza – Üç Amca Gazze Yolunda” adlı belgeseli programda gösteriyor. Gösterim, yönetmenin ve konvoy temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşiyor. Filistin’le ilgili diğer belgesel, “Sumoud – This Palestinian Life / Azim: Filistin’de Hayat”, Filistinli köylülerin yıllardır büyük azimle sürdürdüğü barışçıl direnişlerini yansıtıyor. Yönetmen Philip Rizk, belgeselin çekimi sırasında Mısır güvenlik güçleri tarafından kaçırılarak sorgulandığı da söyleniyor.

Türkiye’den, 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Altın Portakal” ödülünü paylaşan, cezaevi sorununa biri içeriden diğeri dışarıdan yaklaşan “5 Nolu Cezaevi” ve “Ziyaretçiler” etkinlik kapsamında bir kez daha seyirciyle buluşacak. “5 Nolu Cezaevi”, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan gaddarlıkları, o işkencelere maruz kalmış tanıkların ağzından aktarırken, “Ziyaretçiler” New York dışındaki cezaevinde yatan yakınlarını her hafta ziyarete giden kadınların yolculuğunu anlatıyor. “İbret Olsun Diye” belgeseliyse, Türkiye’deki uygulamalar üzerinden idam cezasını sorguluyor. 14 – 17 Aralık tarihlerinde gerçekleşen Documentarist’te, cezaevindeki yaşam koşullarına dikkat çeken bir panel, içeridekilere mektup yazma kampanyası gibi yan etkinlikler de düzenleniyor. Film gösterimleri Hollanda Konsolosluğu’na bağlı Dutch Chapel (Beyoğlu) ile Tütün Deposu’nda (Tophane) yer alıyor.

(12 Aralık 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Sinema – Tarih Yine Buluştu

11-17 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilecek 12. Sinema – Tarih Buluşması’nda çoğunluğu yeni, hem kişisel hem de toplumsal tarihi anlatan keşfedilmesi gereken filmler var. Filmler Beyoğlu’ndaki Alkazar Sineması’yla Fransız Kültür Merkezi’nde gösteriliyor. Filmlerin seanslarıysa 12.00, 14.00, 16.30, 19.00 ve 21.00. Festival, bilet fiyatlarını tam 5 TL, öğrenci 4 TL olarak belirleyerek pahalı tutmuş.

İstanbul Sinema – Tarih Buluşması, 12. yılında Türkiye ve Avrupa’nın ortak mirasını ve bu mirasın uçsuz bucaksız zenginliğini keşfe çıkmaya hazırlanıyor. TÜRSAK’ın düzenlediği, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla gerçekleşen İstanbul Uluslararası Sinema – Tarih Buluşması, hem kişisel hem de toplumsal tarihi anlatan filmleri gösteriyor. Dünyanın dört bir yanından gelen filmlerin buluşacağı festivalin bölüm başlıklarından şöyle: “Avrupa Kültürleri Buluşması”, “Yeni Keşifler”, “Dünya Festivallerinden”, “İnsan Hakları”, “Beyazperdenin Tanıklığı: Polonya Sinemasına Bakış…” Gösterimler, 11 – 17 Aralık tarihleri arasında Beyoğlu’ndaki Alkazar Sineması’nda ve Fransız Kültür Merkezi’nde olacak. Film seanslarıysa 12.00, 14.00, 16.30, 19.00 ve 21.00’de. Biletlerse tam 5 TL, öğrenci 4 TL olarak belirlendi. Festival ilk düzenlendiği yıllarda ücretsizdi. Şimdiyse pahalı.

Alkazar’da…

Festival, 11 Aralık’ta Alkazar Sineması’nda, Alex van Warmerdam’ın 2009 yapımı Hollanda-Belçika ortak yapımı “De Laaste Dagen van Emma Blank – Emma Blank’ın Son Günleri”yle başlıyor. Warmerdam’a, Hollanda’nın çılgın yönetmeni denilirken filmi de kara mizah başyapıtı olarak değerlendiriliyor. İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin yönettiği “Darbareye Elly – Eli Hakkında”, yıllar boyu Almanya’da yaşamış Ahmet’in ülkesini ziyaret edişini anlatıyor. Alman yönetmen Matthias Emcke’nin “Phantomschmerz – Acının Hayaleti”, şehirli bir maceracının hayatına kamera çeviriyor. Michele Placido’nun 66. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışan filmi “Il Grande Sogno – Büyük Düşler” filmi de festivalde. Bu filmin hikâyesi 1968’de geçiyor: 68 kuşağı, özgür aşk, eylemler, emekçiler ve birçok şey var. Arjantinli yönetmen Juan Jose Campanella, “El Secreto de sus Ojos-Gözlerindeki Giz” filminde gizem, gerilim ve romantizmi buluşturuyor. Antonio Steve Tublen ve Alexander Brøndsted’ın ortak yazıp yönettikleri “Original-Orijinal”de kasvetli havadan dolayı depresyondaki Henry, arkadaşının kendisini İspanya’ya davet etmesiyle üzerine çöken kasvet dağılıverir. 1981 doğumlu Mona Achache, ilk yönetmenlik deneyimini “Le Herrison-Kirpi” filmiyle yaşıyor. Genç yönetmen Achache, Costa-Gavras’ın 2009 yapımı “Eden a L’Ouest-Cennet Batıda” da oynamıştı. Achache, filminde bir apartmandaki “tuhaf” insanları mizahi bir dille yansıtıyor. Sinemanın büyük ustalarından Francis Ford Coppola’nın “Tetro”su da gösteriliyor. Coppola, bu son filminde siyah-beyaz ve renkli çalışmış. Bu yapıta, Coppola’nın en kişisel fimi deniliyor. Denis Dercourt’un yönettiği “Demain des L’Aube-Şafakta Düello”, bir piyanistin kriz dönemlerini izliyor. Hint sinemasının önemli yönetmenlerinden Mira Nair’in son filmi “Amelia” da festivalin öne çıkan filmlerinden. Bu filmde Hilary Swank, Richard Gere, Ewan McGregor, Christopher Eccleston gibi ünlü oyuncular performans gösteriyorlar. Bu film, efsanevi kadın pilot Amelia Earhart’ın hayatının peşine takılıyor. Macar sinemasından gelen yönetmen Viktor Oszkar Nagy’nin ilk filmi “Apaföld-Buruk Hasat”a, “Oedipal bir gerilim etrafında örülen bir baba-oğul öyküsünü, aşırılığı dışlayan bir üslûpla” yansıtıyor deniliyor. 2005 yapımı “C. R. A. Z. Y. – Çılgın” filmiyle bilinen Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallee, “The Young Victoria – Genç Victoria” filmiyle festivalde. Filmin yapımcıları arasında ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin de olduğu filmin hikâyesi 19. yüzyılda geçiyor. Filmde İngiliz Sarayı’ndaki entrikalar ve iktidar savaşları öne çıkıyor. Macar sinemasından gelen Aron Matyassy’nin “Utolso Idok – Kayıp Geçmiş”i taşradaki hayatlara bakıyor. Polonya sinemasından “Swinki – Domuzcular”ı Robert Glinski yönetmiş. Filmin hikâyesi, Almanya – Polonya sınırındaki bir kasabada geçiyor. İsveç filmi “Flickand – Bir Kız”ı Fredrik Edfeldt yönetti. Filmde küçük kızın anne – babası yardım için Afrika’ya giderken onu da teyzesinin yanına bırakırlar. Çapkın teyze sevgilisiyle geziye çıkınca küçük kız tek başına kalır. Bu film, gösterildiği her yerde heyecan yaratmış.

Fransız Kültür’de…

Pornografi sınırlarını zorlayan filmleriyle tanınan Fransız kadın yönetmen Catherine Breillat’nın “Barbe Bleue – Mavi Sakal”ı da festivalde. Joe Berlinger’ın “Crude – Ham” belgeseli de gösteriliyor. Yapımı üç yıl sürdüğü belirtilen belgesele sinema – gerçek şöleni deniliyor. Belgeselde Amazonlara içeriden bir bakış yapılıyor. “Fixer: The Taking of Ajmal Naqshbandi – Aracı: Ajmal Naqshbandi’nin Kaçırılışı” da bir belgesel. Bu belgeseli de Ian Olds yönetmiş. Belgesel, Afgan bir tercümanla Amerikalı bir gazetecinin iş ortaklığı üzerinden gelişiyor. Ajmal, bir İtalyan gazeteciyle beraber Talibanca kaçırılıyor ve trajediler başlıyor. Abla – kardeş arasındaki “aşk” hikâyesini anlatıyor gibi duran “Daniel ve Ana” gerilim filmini Michel Franco yönetti. Rebecca Cammisa’nın “Which Way Home – Evden Uzakta” belgeselinde ABD’nin Meksika sınırına duvar örmesini anlatıyor. İranlı yönetmen Behnam Behzadi’nin “Tanha do bar Zendegui Mikonim – Ölmeden Önce” dramında, yirmi yıl önce üniversitedeki siyasi eylemleri nedeniyle tıptan atılan Siamak’ın hapisten sonraki anları yansıyor perdeye. Zeki Demirkubuz’un 1997 yapımı “Masumiyet” filmi de festivalde. Bu film, sinema tarihinin en acı veren en “tuhaf” aşk filmlerinden. Polonya sinemasının yaşayan büyük yönetmenlerinden Krysztof Zanussi’nin “Cwal – Dört Nala” filminin hikâyesi 1950’lerin ilk yarısında geçiyor. Bu filme otobiyografik deniliyor. Barbara Attie ve Janet Goldwater’ın ortak yönettikleri “Mrs. Goundo’s Daughter – Bayan Goundo’nun Kızı” belgeseli, küçük kızıyla sığınma ve sağlık hakkı için ABD’de verdiği mücadele anlatılıyor. Polonyalı yönetmen Maciej Dejczer’in “300 Mil do Nieba – Cennette 300 Mil” filminde, 1985’te bir kamyon arkasında Kopenhag’a kaçak giden iki kardeşin hikâyesi anlatılıyor. Zeki Demirkubuz’un 2006 yapımı “Kader”i de gösteriliyor. “Kader”, “Masumiyet”in ilk hikâyesi gibi. 2005 yapımı “La Petite Jerusalem – Küçük Kudüs” filmiyle hatırlanan Karin Albou’nun “Le Chant des Mariees – Evlilik Şarkısı”nda 1942 yılındaki Tunus yansıyor. Meryem ve Nur, tüm dinlerin birlikte yaşadığı yıllarda aynı evde yaşayan iki genç kız. Meryem okula gidiyor. Nur gidemiyor. Nur, Meryem’e imrenir. Ve sonra Naziler Tunus’a girer. Büyük Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın 1992 yapımı “Pierscionek z Orlem w Koronie – Kartal Taçlı Yüzük”ü de festivalde. Yıl 1944… Varşova Alman işgâlinde. Varşova Gettosu’ndaki direnişte yenilenler Naziler tarafından sınırdışı edilir. Anne Aghion’un “My Neighbor My Killer – Komşum, Katilim” belgeseli Ruanda’daki katliamlara bakıyor. Polonya sinemasından gelen “Wszystko co Najwazniejsze – Ailem, Her Şeyim”i Robert Glinski yönetti. 1939’da, Polonya’nın Nazi işgâlini öngören Polonya Yahudisi Alexander Wat, ailesini de yanına alarak Wat, Ukrayna’ya kaçar. Ukrayna’da Polonyalılarla karşılaşır, ihanete uğrar, ailesiyle beraber Kazakistan’da kolektif bir çiftliğe gönderilir ve burası Nazi kampları gibidir.

(09 Aralık 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

11 Aralık 2009 Haftası

“Aşka Dair”de, bir döneme adını kalınca yazdırmış aktör – yönetmen, müteveffa Ugo Tognazzi’nin kızı Maria Sole Tognazzi, aşk denilen şeyin terk etme – terk edilme / acı çektirme – acı çekme döngüsünden ibaret ve en az kadınlar denli erkeklerin de ıstıraplara gark olduğunu, mütevazı sineması ile anlatmakta… Tabii, aşkın ayakları nasıl yerden kestiğini vurgulamayı ihmal etmeden, sonradan ‘üzülmeye değer’ diyor. Oyuncular alımlı kuşkusuz fakat belirtelim ki, Almodovar’ın da kadınlarından olan Marisa Paredes, İtalyanca dublajlı ikincil rolünde bile rol çalıyor.

“Gecenin Kanatları”, sol örgütün ‘canlı bomba’ gönüllüsü kız ile ‘kapıcının oğlu’ atlet bir genç adam arasındaki aşk (!) ile tamamen ticari bir film olmayı hedeflemişken bunu bile beceremiyor. Bir yerli televizyon dizisi bölümünden hallice: Bizleri etki altına alması gereken dramatik bütünün hücreleri yaşamıyor… Ve komiktir, bazı yerlerde didaktik (örgütün toplantı sahnelerinde ünlü Rus Marşı’nın versiyonunu fona koymuşlar ki, tüy dikmiş yani)! İki başrol oyuncusu, burunları mandalla sıkıştırılmış gibi konuşuyor (yok mu bir diyalog çalıştırıcısı?); tüm kadro inandırıcı olmaktan çok uzak. Sinema değeri yok bu filmin. Neden ama neden sinemada gitmeliyim? Tek bir neden yok!

“Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi” adlı belgeselinde, Michael Moore, yine ‘yaramaz’, yine ‘en cesur’ yöntemlerini kullanarak ve yine ‘tersten sorular sorarak’, yüzde bire tekabül eden çok zengin azınlık ile yaklaşık otuz yıldır iyice sömürülen geri kalanın ilişkisindeki adaletsizliği belgeliyor. Siyasetçi takımının ezici çoğunluğunun şirketlerle nikâhı sonucu, ABD vatandaşlarının, konut, eğitim, sağlık, iş olanaklarından adil biçimde yararlanamadan borç içinde yüzerek nasıl zulme uğradığını çarpıcı örneklerle yüzümüze çarpıyor. Çarpıyor -belki- kendimize geliriz diye… Çünkü hepimiz uyuşturulmuş durumdayız; sistemde değişiklik yapmak için de, birlik içinde hak arayışına gitmeliyiz. Fazla söze gerek yok bence. Filmi görün, yaşamınızı gözden geçireceksiniz, bundan eminim!

“Testere VI”, işkence ile kendini ya da başkalarını öldürmenin binbir tekniğini gösterip öğreterek tam bir ‘istismar serisi’ne dönüşen zincirin son ‘yaratıcı film’i olarak, bu kez sağlık sigorta sistemindeki hinliklerden mustarip olmuşların yüreklerini soğutuyor. Eh, kapitalist gaddarlıktan bir miktar intikam aldığı için yenilip yutuluyor fakat -vahşete çok alıştığımız için- korkutmuyor!

10 Aralık 2009

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Tek Bir Fotoğraf Karesi Üzerinden Türk Sinemasının 95 Yıllık Tarihi

Yanımda yöremde sıkça bulunan meslektaş ve dostlarımın pek iyi bildiği üzere, benim sinema sevdamın önemli bir bölümünü “sinema arkeolojisi” ve bu alandaki koleksiyonculuk tutkusu kaplıyor. Söz konusu tutkunun doğal bir sonucu olarak da yaşadığım ve çalıştığım mekânlar artık oraya buraya sığdırmakta güçlük çektiğim geniş bir görsel arşivle kaplanmış durumda…

Bayramın hemen öncesinde, elime yine bu türden ilginç bir arşiv malzemesi geçti. Türk sinemasına ilişkin hatıra eşyalarının satıldığı bir internet sitesinde, diğer yüzlerce ıvır zıvırla birlikte, küçük bir bedel karşılığında satışa sunulmuştu bu siyah-beyaz fotoğraf karesi… Ancak, onun diğerlerinden farkı, film tanıtan bir lobi kart değil, doğrudan doğruya kamera arkasından nadir bir kare olmasıydı.

Üzerinde doğru düzgün açıklayıcı metinler bulunmayan böylesi belgeleri ele geçirdiğinizde, fotoğraftaki tanıdık simâlardan hareketle titiz bir arşiv taraması yapmanız gerekiyor. Ben de aynen öyle yaptım ve arkasında yalnızca “Filme başlanması vesilesiyle adak kesiyorlar” yazan bu fotoğrafta ilk anda gözüme çarpan iki efsanevî yıldız, Tamer Yiğit ve Belgin Doruk’tan hareketle, söz konusu karenin 1964 yapımı Metin Erksan filmi “Suçlular Aramızda”nın setinde çekilmiş olduğu sonucuna ulaştım. Nitekim, kamera ekibine mensup diğer iki kişinin, dönemin ünlü görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ve asistanı Tosun Bayrı olduğunu benden daha kıdemli sinema kurtlarına teyit ettirince, bulmacanın eksik kalan parçaları da tamamlanmış oldu.

gittigidiyor.com sitesinde satışa sunulan, Türk sinema tarihine ait binlerce siyah-beyaz ve renkli fotoğraftan yalnızca biriydi bu… Yani, en yüzeysel tanımıyla ticarî bir “mal”dan söz ediyoruz. Ancak bakınız, aynı kare, onu biraz daha yakından inceleyince bizlere neler neler anlatıyor:

Yıl 1964… Türk sinemasının hem sayısal açıdan, hem de kalite olarak büyük bir patlama yaptığı, birbiri ardına pek çok önemli filmin çekildiği hareketli bir dönem…

Filmin yönetmeni Metin Erksan… Ki kendisi -bırakın şimdileri- daha o günlerde bile, henüz bir-iki yıl öncesinde çektiği “Yılanların Öcü”, “Acı Hayat” ve “Susuz Yaz” gibi başyapıtlarla ortalığı birbirine katmış, özellikle sonuncusuyla Berlin’den “Altın Ayı” alarak dönmüş, sektördeki herkesin önünde ceketini iliklediği karizmatik bir isim…

Çekilen film, burjuvazinin ikiyüzlülüğünü, kendi içindeki kokuşmuşluğunu son derece başarılı bir Erksan senaryosu eşliğinde anlatan ve sonradan yönetmenin de en saygın çalışmaları arasına girecek olan “Suçlular Aramızda”…

Filmin başrollerinde Ekrem Bora, Belgin Doruk, Tamer Yiğit, Leyla Sayar ve Atıf Kaptan gibi, o tarihlerde şöhretinin zirvesinde yıldızlar yer alıyor.

Yapımcı deseniz, yine o dönemin en baba şirketlerinden Birsel Film; Özdemir Birsel, Nüzhet Birsel ve Saltuk Kaplangı üçlüsü…

Yani, görünüşte her şey dört dörtlük… “Merdivenaltı bir prodüksiyon”la değil, o yılların koşullarında “en ağır ağabey ve ablalar”ın imzasını taşıyan çok önemli bir setten yansımalar içeriyor bu siyah-beyaz, soluk kare…

Şimdi biraz daha “zoom” yapalım aynı fotoğrafa…

Türk sinemasının gelmiş geçmiş en popüler yıldızlarından biri olan, zarafet timsali “küçük hanımefendi” Belgin Doruk, güneşin altında, ne kendine ait bir oyuncu sandalyesi, ne de basit bir kafeterya şemsiyesi olmaksızın, toz toprak içindeki bir ortamda duvarın üzerine oturtulmuş, çekimin başlamasını bekliyor. Üstelik, filmde giydiği kostüm üzerinde olduğu bir hâlde… Onun bir bahçe duvarının üzerinde öylece sırasını beklediği yıllarda, Hollywood’da topu topu dört cümlelik bir rolü olan yaşlı bir karakter aktristi bile kendisine tahsis edilmiş özel bir karavan olmazsa asla sete gelmezdi. Ki aynı yıldız oyuncu kuralları günümüzün batı sinemasında eskisinden çok daha katı bir biçimde geçerli…

Ön plânda ise yakışıklı aktör Tamer Yiğit, filmin görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ile birlikte -çekimlerin başlaması şerefine- “horoz” kesiyor. Parmağını hayvana doğru uzattığına bakılırsa, biraz sonra da kanını alnına sürecek. Dikkat ediniz; yapımcısı, yönetmeni ve oyuncularıyla “yıldızlar geçidi” görünümündeki bir filme başlanırken kesilen adak, bir adet “horoz”… Muhtemelen bu “adağın” parası da prodüksiyon âmirinden değil, ya Yiğit’in kendisinden ya da set ekibindeki diğer bir sanatçıdan çıkmıştır.

Aynı şekilde, onun da bu horozun kanını alnına sürdüğü günlerde Hollywood’da en sıradan filmin çekimleri bile görkemli partiler eşliğinde başlardı.

Son olarak “kamera cephesi”ne odaklandığımızda, orada da ahşap tripotlu ve küçük magazinli alelâde bir cihaz görüyoruz. Ortada ne ekstra bir objektif koruyucusu, ne de görüntü yönetmeninin üstüne çıkıp rahatça çalışabileceği özel bir zemin var. Ortamın yegâne aksesuarı, kamerayı tozdan uzak tutmak için üzerine atılmış siyah bir bez… Batılı meslektaşlarının dev magazinli, bir defada 12 dakikalık film çekebilen, ön kısmı boru gibi özel lenslerle donatılmış “Panavision”larla, “Mitchell”lerle çalıştıkları bir zaman diliminde, Erksan ve ekibi en iyi filmlerini işte bu portatif kameralarla, televizyon haberciliği gibi günübirlik işlerde kullanılan düşük modelli “Arri”lerle çekiyorlardı.

Sonuç olarak, sette, o setin yönetmeni, oyuncuları ve teknik ekibini yüceltecek, kendilerini “özel ve ayrıcalıklı” hissetmelerini sağlayacak hiç bir şey bulunmuyor. Ne bir karavan, ne bir güneşlik, ne adlarının yazılı olduğu sandalyeler, ne de ekibin iştahını açacak türden yüksek bir teknoloji gösterisi…

Bırakın bunları, ortada -iddialı bir filme başlamanın şerefine getirilmiş- şöyle en cılızından bir “adak koyunu” bile yok! 1960’larda toplumun üzerinde fırtına gibi estirilen “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” yönündeki o güçlü propagandaya karşın, kültürel kökleriyle bağlarını bütün bütün de koparmak istemeyen bir grup inançlı sinemacı yeni bir projeye başlamadan önce Yaratıcı’larına küçük bir “şükran gösterisi”nde bulunmak istiyorlar; ancak o an ceplerinde bulunan para muhtemelen yalnızca horoz kesmeye yetiyor. Onlar da “Gerçi caiz değil, ama hiç yoktan iyidir” diyerek kameranın yanıbaşında alelacele kurban ediyorlar horozu…

Koleksiyonculuk işte bu yüzden güzel bir merak… Bazen elinize geçen bir afiş, bir lobi kartı, bir kamera arkası fotoğrafı size yüzlerce sayfalık kitaplardan çok daha fazla şey anlatıyor. Tıpkı Yeşilçam’ın 95 yıllık çileli tarihinin özetini sunan bu fotoğrafta olduğu gibi…

(07 Aralık 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Karanlık Dehlizlerde “Gizemli Yolculuk”

Yönetmenliğini Roberto Ando’nun yaptığı ve Türkiye’de gecikmeli olarak gösterime giren İtalyan filmi ‘Gizemli Yolculuk’ iki kardeş arasındaki beyinleri zorlayan ilişki biçimini ve bu ilişkinin yıllar sonra evlilik nedeniyle kopma noktasına gelmesini beyazperdeye aktarırken, kardeşlerin geçmişleriyle yüzleşmek zorunda olmaları ise seyircinin kafasını iyice karıştırıyor.

Sicilya gibi suç oranının hayli yüksek olduğu bir bölgede varlıklı bir ailenin çocukları olan Leo ve kızkardeşi Ale, yargıç babaları ile annelerinin anlaşılması güç ilişki şekline başından sonuna tanıklık eder. İki kardeşin bir kopya gibi gelişen yaşam öyküsü ileriki safhalarda ise kırılgan ve yorgunluk verici bir hal alıyor.

Yönetmenliğini Roberto Ando’nun yaptığı ve suç deryasındaki kapalı bir aile prototipinin çeşitli yönlerini seyirciyle buluşturan ‘Gizemli Yolculuk’ yapısı gereği gizli kalmış ve hangi kategoriye gireceği bile karmaşık olan ilişkileri ve sonucunda kişinin kendisiyle yüzleşmesine ışık tutuyor.

Baba ve annelerinden gizlice gördükleriyle aralarında tuhaf bir ilişki başlayan Ale ve Leo, zamanla bir suça dönüşen ve bir türlü sonlanmak bilmeyen bu ilişki nedeniyle kaderlerinin karanlık dehlizlerinde yol almaya başlarlar. Başlangıçta normal seyirle geçen filmin sonlara doğru karmaşıklaşması ise seyirciye tuhaf bir tat yaşatıyor.

Trajikomik bir melodram olan ancak mesajın seyirciyi tam anlamıyla içine almayı başaramadığı filmde Emir Kusturica da rol alıyor. Filmde Ale’nin ansızın evleneceğini duyurması, iki kardeş arasında parçalanmaya sebep olur. İkisinin arasında her zaman oldukça hararetli bir bağ olmuştur, birer yetişkin olduktan sonra bile, tamamen onlara özgü ve mahrem bir bağ. Beklenmedik bir olasılıkla, gerçekte zihinleri daha önce hiç kesişmemişti.

Gizemli bir şekilde, kaderin inanılmaz, hatta zalim bir oyunu sonucunda, Leo, Ale’nin Sırp ressam nişanlısının, Sicilya’da kızkardeşine bir ev almayı plânladığını öğrenir. Ancak bu evin kızkardeşinin bilmediği bir sırrı vardır; iki kardeş henüz çocukken daha sonra hiç konuşulmayan bir aile trajedisi sonucunda bu evden kaçmaya mecbur kalmışlardır.

Ev ikisinin çocukluklarının geçtiği ve annesinin burada hayatını karmaşık şekilde kaybettiği evdir. Annenin cinayetinde her ne kadar yargıç baba cezaevinde olsa ve suçu kabûl etse de aslında katil başkadır. Dışarıdakilerden sadece Leo’nun bildiği bir gerçek vardır ancak buna rağmen Ale ile aralarındaki ilişki sürmekte ve giderek bir suç ortaklığına bir işkenceye dönüşmektedir. Kız kardeşini korumak isteyen Leo, söz konusu evi önceden almak için Sicilya’ya, köklerine doğru gizemli bir yolculuk yapmak zorunda kalır. Burası nefes kesici bir doğa, şehvet, insafsız bir hayatiyet, korkunç yıkım ve her şeyin ötesinde hayatını küllerinden yeniden kurmak için karşı konulmaz bir arzu uyandıran bir kara parçasıdır. Leo’nun bu gizemli yolculuğu, O’nu ailesinin hikâyesindeki karmaşayı derinlemesine araştırmak ve bir cinayetle, bu eve, bu kara parçasına gömülmüş çözülmeyen bir gizemle yüzleşmek zorunda bırakır.

Eve girer girmez gerçeklerle yüzleşen ve üzerindeki lânetten kurtulmaya çalışan Leo, çocukluğunu mahveden bu gizli yaradan kurtulmaya çalışırken aynı zamanda sıradışı bir aydınlanmaya da ulaşır. Leo, bu çok güzel ve zorlu hedefe giden tek gerçek yolun, hayatın kendisinin sınırsız topraklarında olduğunu keşfeder.

Doğu toplumlarında feodal aile ilişkileri çerçevesinde ensest olarak tanımlanan, batının Sicilya gibi varlıklı bölgelerinde ise, varlıklı ve aydın aile ortamında gelişen bu ilişki biçimini tanımlamakta güçlük çekilirken, film seyirciyi ağır bir karamsarlık havasına sürüklüyor.

Ortak suçtan kurtulmaya çalışan Leo’nun kendi içindeki karanlık tünelden kaçamayışı ve “Bizim ülkemizde insanlar anıları unutarak mutlu olur” şeklindeki cümlesi ise aynı zamanda coğrafyaya özgü insan ilişkilerini de masaya yatırıyor.

Leo’nun uğraşısına rağmen Ale’nin nişanlısı söz konusu evi alarak bir anılar müzesine dönüştürür. Leo için bir ızdırapa dönüşen durum Ale için de benzer bir rota izler. Kendilerinden ve birbirlerinden kaçmaya çalışsalar da, buluştukları nokta yine ruhlar alemindeki suç ortaklığı olmaktan öteye gitmez.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Roberto Ando
Oyuncular: Alessio Boni, Donatella Finocchiaro, Valeria Solarino, Emir Kusturica ve Claudia Gerini.
Tür: Melodram
Yapım: 2006

(07 Aralık 2009)

İsmail Yıldız

ismailsterk@gmail.com

Ruhu Karanlık Kara Filmler

Her şey kötüye gittiğinde, edebiyat ve giderek sanat, o durumların içinden yapıtlar ortaya çıkarır. 1929 yılının ağır ekonomik tahribatı ve 1930’ların yarattığı belirsizlik, gelen savaş, ABD’yle Avrupa’yı sarsmıştı. 1930’larda Almanya’da yavaş yavaş yükselen Naziler, bir müddet sonra iktidarı ele geçirip dünyaya savaş açtılar. 1930’larda ortaya çıkan kara film türü karanlık ve kasvetli atmosferiyle, karamsar ve mutsuz dünyayı yansıtıyordu.

1930’lu yıllarla beraber Amerika’da Raymond Chandler, Dashiell Hamett vb. gibi yazarlar, farklı polisiyelerle dönemin karamsarlığını ve umutsuzluğunu çarpıcı bir biçimde yansıttılar. Sinema buna kayıtsız kalamadı. Kara film (film noir), adının çağrıştırdığı gibi hem dışı hem içi karaydı. Kasvetli dış mekânlarda her şey sakin ve sıradan görünebilirdi. Karakterlerin dünyasına girilince hiçbir şeyin göründüğü gibi sakin olmadığı anlaşılıyordu. Filmin başkarakterleri, diğer polisiye filmlerdeki gibi birer kahraman değil, tersine birer anti-kahramandı. Dedektifler kusursuz değildi. Onların da zaafları vardı. Kişilikleri zayıf olabilirdi. Her insan gibi yer, içer ve uyurlardı. Bu türde karakterler bıkkın, bezgin ve ironikti çoğu zaman. Bu filmlerde hiçbir insan ve hiçbir yer tekin değildi. Kadınlara asla güvenilmemeliydi. Çoğunlukla sarışın olanlarına. Kadınlar her şeyi bozar ve kötülük getirirlerdi. Bazı görüşlere göre ilk önemli kara film Boris Ingster’in 1940 yapımı siyah-beyaz Amerikan filmi “Stranger on the Third Floor-Üçüncü Kattaki Yabancı” yapıtıydı. Başrolde de Peter Lorre vardı. Bu filmdeki estetiğin, sonradan gelen tüm kara filmleri etkilediği belirtiliyor. Elbette, kara filmi oluşturan ve bu türün beslendiği öncül filmler var. Rouben Mamoulian’ın Dashiell Hammett’ın hikâyesinden uyarladığı 1931 yapımı siyah-beyaz “City Streets-Şehrin Sokakları”nı kara filmlerin öncülü kabûl edenler var. Alman sinemasının büyük ustalarından Fritz Lang’ın orijinal adı “Hayata Bir Defa Geliyorsun” anlamına gelen 1937 yapımı siyah-beyaz “You Only Live Once-Günahsız Katiller” de kara film türünün en önemli yapıtı olarak kabûl ediliyor. İlk renkli film gibi ilk kara film için de zihinler bulanık olabilir. Fransız sinema eleştirmeni Nino Frank (1904-1988), “The Maltese Falcon-Malta Şahini” filmini savaş sonrasında gördükten sonra kara film terimini ilk defa kullanmıştı. Yönetmen John Huston, 1941 yılında siyah-beyaz “Malta Şahini” filmini Dashiell Hammett’in romanından uyarlamıştı. “Malta Şahini”, klâsik kara filmlerin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.

Ruhu kapkara olan kara filmler estetik olarak Alman dışavurumcu akımının mekân kullanımından ve ışık düzenlemelerinden yararlanıyorlardı. İç dünyadaki kaosla dış dünyadaki kaos birbirlerini yansıtıyordu böylece. Yağan yağmurlar, ıslak caddelere yansıyan neon ışıkları, iç mekânlarda yoğun sigara dumanları filmlere bambaşka bir estetik yoğunluk katıyordu. Bu filmlerin finalleri de genel anlamda karamsar, umutsuz ve mutsuzdur. 1930’lardaki Fransız sinemasının şiirsel gerçekçi filmlerinin ruhuyla da buluşuyordu kara filmler. İngiliz eleştirmen Barry Norman, bu filmlerdeki tedirginliğin ve kaygının, savaş içinde ve sonrasında eve dönen askerlerin bu dönüşlerinde eşlerini eskisi gibi bulamayacaklarının endişesinin yattığını söylüyor. Değişen dünyada kadınlar, eskisi gibi eve kapanıp yemek pişirecekler mi, çamaşır yıkayacaklar mı, eve dönen erkekler iş bulabilecekler mi, diye uzayıp giden tedirginliklerin biraz olsun yansıdığını belirtiyor Norman. Kadınlardaki genel değişim kara filmlerin içeriğinde ve atmosferinde kendini hissettiriyordu. Kadınların “kötülüklerinin” yansımasıyla ilgili olarak, bu tür filmlerin (genel anlamda) psikanalitik olarak ruhlarına bakmak gerekiyor.

1940’lar öncesi…

Mervyn LeRoy’un (1900-1987) 1932 yapımı “I Am a Fugitive from a Chain Gang- Ben Bir Prangalı Hapishane Kaçağıyım”ı, kara filmlerin öncüllerindendi. Filmdeki hapishane atmosferi ve hapishaneden kaçış sahneleri, mekânlara düşen gölgeli ışıklar, kasvet duygusu bu filmi kara film yönünden değerli kılıyordu. Filmde Paul Muni (James), Glenda Farrell (Marie), Helen Vinson (Helen) başrolü paylaşıyordu. Filmin senaryosunu da Robert E. Burns, Howard J. Green ve Brown Holmes yazmışlardı. Görüntülerse Sol Polito’ya aitti. Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”i Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Başrollerde James Cagney (Rocky Sullivan) ve Humphrey Bogart (James Frazier) vardı. Filmin görüntüleriyse Sol Polito’ya aitti. Yönetmen Curtiz, 1886’da Budapeşte’de doğdu, 1962’de Hollywood’da öldü. İki çocukluk arkadaşı Rocky ve Jerry’yi, bir tren soygunundan sonra kaderleri onları savurur. Rocky hapse düşerken Jerry de rahip olur. Dashiell Hammett’in romanından uyarlanan 1935 yapımı siyah beyaz “The Glass Key” (Cam Anahtar) kara filmini Frank Tuttle yönetmişti. Bu kara filmin yeniden çevrimi 1942’de Stuart Heisler tarafından perdeye aktarılmıştı. Postmodern Coen kardeşlerin 1990’da yönettikleri “Miller’s Crossing-Miller Kavşağı” filminde de “The Glass Key”in tadı vardı. Sinemada saygıyla anılması gereken bir ad daha var. O da Ben Hecht (1894-1964)… Bu büyük sinemacıyı Howard Hawks’un 1932 yapımı gangster-kara filmi “Scarface-Yaralı Yüz”ün senaryo yazarı olarak hatırlayabilirsiniz. Hetch, Charles MacArthur’la ortak yönettikleri 1935 yapımı siyah-beyaz “The Scoundrel” (Yaramaz) kara filmini çekmişti.

O filmler…

Avrupa’da savaşın sürdüğü sıralarda John Huston, daha önce de iki defa filme alınan “Malta Şahini” romanını 1941’de bir kez daha uyarlayarak kara filmin anlatım özelliklerini geliştirdi. Sonuç mükemmeldi ve bugün bile aşılması zor bir film çıktı ortaya. Dashiell Hammett’in anti-kahramanı Sam Spade’i Humphrey Bogart canlandırdı. Sam, bir özel dedektiftir. Ayrıca, sert ve romantiktir. Bu türün, karanlık ruh halini, kasvetli mekânlarını, ihanetini ve kötülüğünü karamsar biçimde perdeye yansıttı Huston. Bu film, Huston’ın ilk yönetmenlik deneyimiydi ayrıca. Filmdeki kasvet, karanlık ve güvenilmezlik iç dünyaların yansıması gibiydi. Bu filmin kameramanı da Arthur Edeson’dı (1881-1970). Edeson, Micheal Curtiz’in 1942 yapımı unutulmaz klâsiği “Casablanca-Kazablanka”nın da kameramanıydı. Fonda duyulan Adolph Deutsch’un müzikleri de kara filmlerin ruhunu oluşturdu sanki. Bu filmde de, öncülleri gibi “femme fatale”, yani “ölümcül kadın” vardı. Bu kara filmin “femme fatale”ıysa Mary Astor’du. Aslında “femme fatale”, sanat eserlerinde, edebiyatta hep vardı. Bu bir tür “kadın korkusu”ndan kaynaklanıyordu. Kara filmlerdeyse, daha çok 2. Dünya Savaşı’nda gelişen feminist hareketlerle farklılaşan kadınlara karşı bir korku vardı. Kadın şiirle büyülenmiyordu ve artık mutsuzluk her yerdeydi şimdi. Yazar Samuel Dashiell Hammett (1894-1961), “Malta Şahini” romanını 1930’da yazdı. Hammett, 1934’te “Thin Man-İnce Adam” romanını yazdıktan sonra kendini sol aktivist düşünceye verdi. Amerikan Komünist Partisi’ne katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda çarpıştı. 1950’lerde McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ifade vermeyi reddetti ve kara listeye alındı. Büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann tarafından 1977’de sinemaya uyarlanan “Julia” filminde Hammett’in hayatına da dokunuldu. 1982 yılında büyük yönetmenlerden Wim Wenders, Francis Ford Coppola’nın yapımcılığıyla “Hammett” filminde kurgusal olarak Hammett’i yansıttı. Hammett kadar ünlü bir başka polisiye yazarı da Raymond Chandler’dı. Raymond Thornton Chandler (1888-1959), Hollywood’da senaryolar da yazdı. Depresyonlar geçirdi. İntiharı bile denedi.

Avusturya kökenli yönetmen Otto Preminger (1906-1986), sinemanın önemli kara filmlerinden siyah-beyaz “Laura-Kara Gölge” filmini 1944 yılında çekti. 1946’da ülkemizde de gösterime giren bu zeki ve yaratıcı kara filmde, bir dedektif (Dana Andrews) öldürülmüş bir kızın resmine aşık oluyordu. Yönetmen, bu filminde sürekli seyircisinin kafasını karıştırıyordu. Perdeden şüphe ve kaygı yansıyordu sürekli. Gerçekten bu film, tüm polisiye filmler arasında özel bir yere sahip. Psikanalitik açıdan da bu filmin ruhuna girmek gerekiyor. Preminger’in Vera Caspary‘nin romanından uyarladığı “Kara Gölge”si, insanın zihninin karanlık dehlizlerinde dolaşan tedirgin edici kapkara bir filmdi. Hikâye, bir geriye dönüşle açılıyor ve kara filmlere özgü karanlıklar içinde karakterlerini yansıtıyordu. Sonradan komedi filmleri çeken Avusturya kökenli yönetmen Billy Wilder (1906-2002), 1944 yılında “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) yazarı James M. Cain’in karamsar hikâyesinden “Double Indemnity-Çifte Tazminat”ını çekti. Cain, “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” romanının da yazarıydı. Wilder, senaryoyu Raymond Chandler’la beraber yazdı bu siyah-beyaz kara filmi. Bir sigortacı, bir kadınla plân yapıp kocayı öldürerek sigortadan yüklüce para almayı umut ediyor. Film, sigortacının (Fred MacMurray), anlatımıyla geriye dönüyordu. Geride kanıtlar bıraktığını itiraf ediyordu sigortacı. Yoğunlukla iç mekânda ve gece karanlığında geçen film, polisiyenin merak duygusu ve gerilimiyle bambaşka tatlar veren bir kara filme dönüşüyordu. Kadın (Barbara Stanwyck), bu türe özgü hem sarışın hem de “femme fatal”dı. Yani “ölümcül kadın”dı o. Kadın, erkeği baştan çıkartıyor ve felâketine neden oluyordu. Coen kardeşler “Çifte Tazminat”tan esinlenerek ilk yapıtları “Blood Simple-Kansız” kara filmini yaptılar 1984’te.

Amerikan sinemasının “auteur” (yaratıcı) yönetmenlerinden olduğu kabûl edilen Howard Hawks’un (1896-1976) Raymond Chandler’ın romanından uyarladığı 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler”, kara film türünün önemli yapıtlarındandı. Bu filmin senaristeleri arasında büyük yazar William Faulkner bile vardı. Anti-kahraman bu defa Philip Marlowe’du. Bir emekli general, dedektif Marlowe’u tutuyordu. Marlowe’un ( Humphrey Bogart) görevi generalin küçük kızıyla ilgilenmekti. Basit bir iş gibi görünse de, olayların içine dalan Marlowe, karanlık bir dünyayla karşılaşıyordu. Porno, şantaj, uyuşturucu ve gizem vardı burada. Gerçekten bu kara filmin konusu çok karmaşıktır. Bu film ülkemizde 1948’de gösterime girmişti. “Birleşen Kalpler” filmi, 1970’lerde Hollywood’da yeniden hayat bulmuştu. Michael Winner’ın 1978’de yönettiği “The Big Sleep-Derin Uyku”nun başrollerinde Robert Mitchum vardı. Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1944 yapımı siyah-beyaz “Murder, My Sweet-Cinayet Sevgilim” kara filmi de sinema tarihinin önemli yapıtlarından. Filmi Edward Dmytryk yönetmişti. Bu filmdeki dedektif Philip Marlowe, Dick Powell’dı. Dmytryk’in bu filmine en iyi Chandler uyarlaması deniliyor. Filmde gizem, karmaşıklık ve ironi vardı. Komedi filmleri de çeken Alman yönetmen Robert Siodmak (1900-1973), 1946 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Killers-Katiller”i Ernest Hemingway’in aynı adlı hikâyesinden uyarladı. Burt Lancaster (İsveçli) ve Ava Gardner (Kitty) başrolü paylaşıyordu. Filmin müzikleri de Miklós Rózsa’ya aitti. Filmde, Ava Gardner’ın söylediği “The More I Know of Love” şarkısı da duyuluyordu. Filmde “flash-back”ler, yani “geriye dönüş”ler sıkça kullanılmıştı. Bu “geriye dönüş”ler, klâsik anlatının yapısını kırdığı için övgüler almış zamanında. Filmde Ava Gardner, tam anlamıyla bir “femme fatale…” Büyük yönetmenlerden Andey Tarkovski de, 1958’de çektiği siyah-beyaz kısa filmi “Ubijtsi-Katilleri”i Hemingway’in bu hikâyesinden uyarlamıştı. Siodmark, yine aynı yıl “The Dark Mirror-Karanlık Ayna” kara filmini yaptı. Vladimir Pozner’in hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz filmde Olivia de Havilland (Terry ve Ruth) başroldeydi. Bu kara film, psikolojik gerilim türündeydi. Film, 2. Dünya Savaşı yıllarında tek yumurta ikizlerinin hikâyesini anlatıyordu. Siodmark’ın bu iki filmi de ülkemizde 1947 yılında gösterime çıkmıştı. Tay Garnett’ın 1946’da “Ucuz Roman” yazarı James M. Cain’in aynı adlı eserinden uyarladığı “The Postman Always Rings Twice-Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”, kara filmin tüm özelliklerini perdede yansıttı. Bu kara filmde “femme fatale” Lana Turner’ın “sarışın” Cora karakteri muhteşemdi. Cain’in bu romanı, 1981 yılında David Mamet’in senaryosuyla Bob Rafelson tarafından bir daha sinemaya uyarlanmıştı. Başrollerde de Jack Nicholson ve Jessica Lange vardı. Cain’in bu suç romanı ilk defa Luchino Visconti tarafından “Yeni Gerçekçi” tarzda 1943 yılında “Ossessione-Tutku” adıyla sinemaya uyarlanmıştı.

Orson Welles usta (1915-1985), 1946 yapımı siyah-beyaz “The Stranger-Yabancı” adlı kara filmini de hatırlamak gerekiyor. Filmde, Wilson’ın (Edward G Robertson) kaçak Nazi Charles Rankin’in peşine düşüşü ve buluşu anlatılıyordu. Filmin final bölümü de etkileyicidi. Welles, 1947’de siyah-beyaz “The Lady from Shanghai-Şanghaylı Kadın” adlı kara filmini de yaptı. Sherwood King’in “If I Die Before I Wake” (Eğer Uyanmadan Önce Ölürsem) hikâyesinden uyarlanan filmde Welles, eski eşi Rita Hayworth’la başrolü paylaşıyordu. Welles’in bu filminin estetiği klâsik anlatıma yakın bulunuyor. “Sarışın” Elsa (Hayworth) “femme fatale” olarak çok muhteşemdir bu filmde. Filmdeki “aynalar sekansı” sinema tarihine geçmiştir. Welles, 1958’de siyah-beyaz “Touch of Evil-Bitmeyen Balayı” kara filmini Whit Masterson’ın “Badge of Evil” (Günahkâr Rozet) romanından uyarladı. Filmde Charlton Heston (Ramon), Janet Leigh (Susan) ve Orson Welles (Polis Yüzbaşı Hank) başrolü paylaşıyordu. Filmin müziklerini de Henry Mancini usta bestelemişti. Filmdeki ışık düzenlemeleri dışavurumcu estetiğin tadını verirken, filmdeki en çarpıcı sahne giriş bölümüydü. Yedi-sekiz dakika hiç “kesme” yapmadan kamera sürekli kayıyordu ve Amerika’dan Meksika’ya geçiyordu.

Alfred Hitchcock (1899-1980), 1941’de siyah-beyaz “Suspicion-Şüphe” kara filmini Anthony Berkeley’in “Before the Fact” (Hakikatten Önce) romanından uyarladı. Filmde Cary Grant (Johnnie) ve Joan Fontaine (Lina) oynuyordu. Film bir servet avcısının hikâyesini anlatıyordu. Hitchcock, 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün” kara filmini, John Taintor Foote’nin “The Song of the Dragon” (Ejderin Şarkısı) hikâyesinden uyarlamıştı. Filmde Cary Grant (T. R. Devlin), Ingrid Bergman (Alicia), Claude Rains (Alexander Sebastian) oynuyordu. Casusluk üzerine bu filmde akılda kalan Cary Grant’la Ingrid Bergman’ın bol bol öpüşmeleriyle süt bardağıyla yaratılan gerilimdi. “Notorious”, “kötü ün” anlamına geliyor. Hitchcock’un 1951 yapımı siyah-beyaz “Strangers on a Train-Trendeki Yabancılar” kara filmi, “polisiye romanın kraliçesi” Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in (1921-1995) romanından uyarlanmıştı. Senaryo yazarları arasında Raymond Chandler da vardı. Trende tanışan iki yabancı, karşılıklı cinayet işlemeleri üzerine gelişen hikâye gerilim yüklüydü. Adam, tenisçinin nefret ettiği babasını kolayca öldürür, ama tenisçi adamın karısını öldüremez. Hitcchock sinemasının en önemli filmlerinden biridir bu. Hitchcock, 1953 yapımı siyah-beyaz “I Confess-İtiraf Ediyorum” kara filmini Paul Anthelme’in oyunundan uyarlamıştı. Filmde de Montgomery Clift (Peder Michael William Logan), Ann Baxter (Ruth), Karl Malden (Müfettiş Larrue) başrolü paylaşıyordu. Qeubec bölgesinde Katolik kilisesinde Peder Logan, bir gün bir adamın günah çıkartmasıyla bir cinayet işlediğini öğrenir ve vicdan azabı çekmeye başlar. Görevi ona bu sırrı saklamasını, vicdanıysa polise gitmesini söyler. Ama, bir süre sonra cinayet soruşturmasında suç kendine doğru geldiğinde katil olmadığını kanıtlamak zorunda kalacaktır Logan. Hitchcock’un 1956 yapımı siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam” kara filmi Maxwell Anderson’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Müzikleri de her zamanki gibi Bernard Herrmann bestelemişti. Filmde Christopher Emanuel “Manny” Balestrero’yu Henry Fonda, Rose Balestrero’yu da Vera Miles canlandırmıştı. Karanlığın içinde uzayan ince bir ışık çizgisinin içinde yürüyen gölgesi uzanmış bir adamın, Hitchcock’un görüntüsü imgesel olarak zihinlerde yer ediyordu filmde. Hitchcock, filmin gerçek bir olaydan yapıldığını söylüyordu. Film, “düzenli bir hayatı ve iyi bir ailesi olan, ama fazla geliri olmayan adam bir suçluya benzerse ne olur” sorusunu soruyordu.

Kara filmlerde “ikonik görüntülerin yaratıcısı” olarak anılan kameraman John Alton (1901-1996), ilk defa bir kara filmde, ünlü yönetmen Billy Wilder’ın abisi W. Lee Wilder’ın 1947 yapımı siyah beyaz “The Pretender” (Talip) kara filminde çalıştı. Bir evlilik üzerinden bir suçu anlatan bu film zamanında çok başarılı bir suç filmi olarak değerlendirilmiş. Ayrıca bu kara filme paranoya üzerine yapılmış en iyi yapıtlardan biri de denilmiş eleştirmenler tarafından. Kameraman Alton’ın bu filmdeki görüntü çalışmalarına karanlık kara film denilmiş. Mekânlara düşen ışıklar karakterlerin ruh haliyle buluşmuş çünkü. Yine aynı yıl Anthony Mann’ın Virginia Kellogg’un hikâyesinden uyarladığı siyah-beyaz “T-Man”le ikinci defa bir kara filmde çalıştı kameraman John Alton. Mann’in bu yapıtı “breakout” filmlerden, yani “hapisten kaçma” filmlerinden biri. Film, bir kalpazanlık şebekesinin suçlarını anlatıyor. Hazine Bakanlığı’nın ajanları şebekenin içine sızmaya çalışıyorlar. Tuğla binanın yangın merdivenlerindeki siyah-beyaz fotoğraflar olağanüstüdür. Kameraman Alton’ın bu filmdeki fotoğrafları “ikonik görüntü” tanımıyla tam anlamıyla buluşuyor. Öncelikle belirttiğimiz o yangın merdivenli sahnede. Kamera, yukarıdan merdivenlerden inen birini takip eder, sonra kamera birden yukarı çevrinir ve bir adamın yakın plân görüntüsünü yansıtır. Bu filmde öncelikle iç mekânlardaki çekimler çok çarpıcıdır. Karakterler, uzaktan kameraya doğru yönelirler ve görüntüyü kaplarlar. Bir de bu filmdeki ışık düzenlemeleri “ikonik görüntü”yü tam anlamıyla açıklıyor. Gizli kumar oynanan mekanda ışık bir spot gibi masanın üzerine düşer yoğunlukla, görüntünün yan taraflarında ışıklar çok az yansır. Elbette bu filmde gölgeler de önemlidir, diğer kara filmlerdeki gibi. Bu filmin ikinci çevrimi Sam Wanamaker’ın 1969 yapımı “The File of the Golden Goose” (Altın Kaz Dosyası) filmiydi. Alton, Anthony Mann’le 1948 yapımı siyah-beyaz “Raw Deal” (Adilik) kara filminde bir daha çalıştı. Bu film, bir piromanın, yani yakma takıntılı bir akıl hastasının hikâyesi etrafında geziniyordu. Alton, Anthony Mann’in 1949 yapımı siyah-beyaz “Border Incident” (Sınırda Olay) kara filmine de olağanüstü fotoğraflar armağan etti. Yönetmen Mann-kameraman Alton işbirliği sinema tarihine geçmiş olabilir. Bu filme sert ve güçlü bir gerilim denilmiş zamanında. Bu film, Meksika sınırından Amerika’ya kaçak göçmen işçilerin geçişini ve kaçakçılığı önlemek için iki gizli ajanın göçmenlerin arasına sızmasını anlatıyordu. Sosyal yönü de olan güçlü, sert ve tam bir kara filmdir bu yapıt. Macaristan’da doğan kameraman Alton, kariyerinin başlarında Arjantin’de çalışmış, sonra da Hollywood’a geçmişti.

Fritz Lang’ın karaları…

Fritz Lang, Alman sinemasının en kendine özgü ustalarından biriydi. 5 Aralık 1890’da Viyana’da doğdu, 2 Ağustos 1976’da Los Angeles’ta öldü. Alman “ekspresyonist-dışavurumcu” sinemasının bu önemli yönetmeni filmleriyle sinema sanatına yeni bakışlar oluşturmuş ve onu geliştirmiş bir sanatçıydı. Lang, 1921’deki “Der Müde Tod-Yorgun Ölüm”de dışavurumcu akımın özelliklerini öne çıkarmıştı, ışık ve gölge tasarımlarıyla. I. Dünya Savaşı’nın yenilgisiyle kendini daha yoğun hissettirdi dışavurumculuk akımı. Toplumdaki karamsarlığı, karabasanı ve kaosu tümüyle yansıtıyordu bu avangard akım. Tam ortada kalmış Alman toplumu, bu ideolojik bunalım ve kaos döneminde tüm iç karmaşası sanat yapıtlarında dışa yansıtıyordu. Dışavurumcular natüralistlere (doğalcılara), izlenimcilere (empresyonistlere) ve neo-romantizme tepki gösterirken, kendilerine “gerçeküstücü”leri yakın buluyorlardı. Dışavurumcularda Rönesans’a da büyük tepki vardı. Başlarda “avangard/öncü” ve “inreel/gerçekdışı” olan bu akım, öznel ve idealistti. Ama, materyalist dünyaya yaklaşan sanatçılarıyla kapitalizme ve militarizme karşı eleştirel bakışlar da oluşturdular. İlk defa gerçeklik üzerine tartışmalar da başladı. Dışavurumculuk akımında en önemli özellikler, mekân kullanımı ve ışık düzenlemeleriydi. Soyutçu olan bu akım, iç dünyadaki karamsarlığı ve kaosu, dış mekânları deforme ederek yansıtıyordu. Karanlık ve belirsiz bir dünyada, ışıklar parçalanmış bir aydınlığı mekânlara düşürüyordu. Nesneler, çarpuk çurpuk ve devasa görünüyordu. Yönetmenler, kamera merceklerinden de yararlandılar dış dünyayı deformasyona (biçimbozumuna) uğratmak için. Amerika’da doğan “kara roman/kara film” türü, dışavurumculuğun mekân kullanımı ve ışık düzenlemelerinden yararlandı. Günümüzde de gerçeküstücülükle beraber birçok sanat yapıtında kendini sürdürüyor dışavurumculuk.

İşte bu bunalımda doğan akımın içinde Lang, karısı Thea von Harbou’nun senaryolarını filme çekti. Lang, 1927 yılında bilimkurgu filmini yaptı “Metropolis”le. O devirde Avrupa’nın en büyük film stüdyosu UFA’da, ekonomik ve yaratıcılık özgürlüğü verilerek bugün bile yapılması imkânsız bir film yarattı Lang. Sınıflararası farklılıkları çok çarpıcı bir biçimde perdeye aktarsa da bu film, finalindeki “uzlaşma”yla düş kırıklığı yarattı. Sömüren zenginler, aşk aracılığıyla sömürdükleri işçilerle barış sağlıyorlardı. Bir masal filmiydi sanki bu. Ama, sinema tekniğiyle çok muhteşem bir filmdir “Metropolis.” Devasa dekorlar, kalabalık sahneler ve ışık kullanımı etkileyiciydi. Lang, ressam ve mimar özelliklerini en iyi biçimde buluşturdu bu filmle. Lang, 1931 yılında ilk sesli filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”la Nazilerin de dikkatini çekti. Bu bir çocuk katili üzerine bir filmdi. Nazileri reddeden Lang, önce Fransa’ya, sonra Amerika’ya gitti. Karısı Thea, Almanya’da kalıp Nazilere katıldı. Lang’ın kadınlara öfkesinin altında bu yatabilir.

Lang’ın Almanya’daki büyük filmlerinden biri olan 1931 yapımı “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kara filminde Peter Lorre, Hans Beckert karakterinde müthiş bir perfomans ortaya koydu. Bu irkiltici yapıt Lang’ın ilk sesli filmiydi ayrıca. Bir de ilk defa bu filmde “dış ses” denenmişti. Bu filmden bir önemli notsa, filmdeki tüm suçluların gerçek hayatlarında da birer suçlu olduğuydu. Berlin’de seri cinayetler işleyen bir katil şehre korku salıyor. Polis, kız çocuklarını öldüren katili yakalayamayınca herkes, çeteler de dahil tedirginlik içinde. İşleri sekteye uğrayan gangsterler de meçhul çocuk katilinin peşine düşüyor polisle beraber. Balon satıcısı kör dilenci (Georg John) hep ıslık çalan katili ıslığından tanıyor ve genç Heinrich de, avucuna tebeşirle yazdığı “M” harfini Hans Beckert’in paltosunun arkasına yapıştırıyor. “M”, “mörder” anlamına geliyor ve bu kelime Almancada “katil” demek. Gangsterler, polisten önce davranıp Hans Beckert’i bir alışveriş merkezinde kıstırıyorlar ve onu yakalayıp kendi mahkemelerini kuruyorlar ekonomik buhranda iflâs etmiş eski bir fabrikada. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”, Avrupa’da ilk kara film olarak değerlendiriliyor. Hatta Lang’ın bu filminin Amerikalı yönetmenleri derinden etkilediği de belirtiliyor. Önemli yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey, 1951 yılında “M” adıyla Lang’ın bu filmini siyah-beyaz uyarladı ve bu da bir kara filmdi. Losey’in bu filminde McCarthy’nin “cadı kazanı”na metafor yapılıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filmi, gerçekten gerilim yüklüydü. Öncelikle gangsterlerin Hans Beckert’i sıkıştırdıkları sekans. Bu filmde unutulmaz anlar da vardı. Polisler ve gangsterler, Hans Beckert’i ele geçirmek için toplantı yapıyorlardı farklı yerlerde. Sigara dumanlarının kuşattığı mekânları koşut kurguyla kamerasıyla gözlüyordu Lang. Filmde, uykusuz Müfettiş Karl Lohmann’ın (Otto Wernicke), kasa hırsızı Franz’ı (Friedrich Gnass) sorguladığı sahne gerçekten unutulmazdı. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filminde Michelangelo Antonioni’yi çok etkilemiş bir sahne de vardı. Antonioni, 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filminde bunu denemişti. Lang’ın kamerası pencereye, öne doğru yavaş yavaş kayıyor ve pencere demirleri arasından içeriye giriyordu. Antonioni de “Yolcu” filminde içeriden dışarıya doğru kamerasını yavaş yavaş kaydırıyor ve kamera demir parmaklıkların arasından dışarı çıkıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”un mekânları ve ışık düzenlemeleri de çarpıcıydı. Genelde kararma-açılma tekniği kullanan Lang, insan gölgeleriyle de etkileyici görüntüler yaratıyordu. Hans Beckert’in ilk göründüğü an, yansıyan irkiltici gölgesiydi. Filmin girişi de sinema tarihinin en muhteşem anlarındandı. Ama finali de öyleydi. Linç duygusunu eleştiren Lang, şizofren ruhlu katilin yine serbest kalacağı endişesini kızı öldürülmüş bir annenin kelimeleriyle ifadelendiriyordu filmin sonunda.

Fransa’dan Amerika’ya giden Lang, 1936 yılında Norman Krasna’nın hikâayesinden siyah-beyaz “Furry-Öfke” kara filmini çekti. Spencer Tracy’nin başrolünü üstlendiği bu kara filmde, Amerikan toplumundaki önyargıyı ve linç etme olgusunu dışavurumcu bir bakışla yansıttı usta. Bu filmi seyrettikten sonra, genel anlamda önyargılı toplumların karanlık ruh dehlizleri üzerine keşifler yapabiliyordu insan. 1937’de Henry Fonda’nın oynadığı “You Only Live Once-Günahsız Katiller” adlı siyah-beyaz suç filmini çekti. Suçsuz yere tutuklanan bir adam sonunda bir cinayet işliyordu bu kara filmde. Karamsar filmlerinde, sıradan ve sistem içinde hep kaybeden insanları anlatmayı sürdürdü yönetmen. Onun filmlerinde alttan alta sistem/kapitalizm eleştirisi vardı. Lang, bu sistemde kazanma şansı olmayan kaybeden insanları anlatırken, filmlerini bir inşaat gibi kurdu hep. Seyirci, film bittikten sonra, gerçek yaşamda pek farkına varamadığı ayrıntılara dokunabiliyordu. Çok yoğun biçimde, insan ve dramlarını gözlediğini fark edebiliyordu seyirci. Suçu oluşturan nedenler ve suç işleyen insanlar üzerine düşünürken, sistemle/kapitalizmle yüz yüze geliniyordu. Lang’ın 1944 yapımı kara filmi “Ministry of Fear-Dehşet Bakanlığı”nda Ray Milland ve Marjorie Reynolds oynuyordu. Film, ülkemizde 1945’te gösterime çıkmıştı. Graham Greene’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, bir adam kendini birdenbire casusluk olaylarının içerisinde buluyordu. J. H. Wallis’in romanından uyarlanan yine 1944 yapımı “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın” siyah-beyaz kara filminde rüyanın içerisinde dolaştı Lang usta. Profesör Richard Wanley (Edward G. Robinson), gece sokakta yürürken vitrinde bir kadın portresi görür. Dostlarıyla buluşma mekânına gider, koltuğa oturur ve kestirir. Bu küçük kestirmede uzun bir rüya görür. Rüyasının başrolünde de fotoğraftaki kadın vardır. Ünlü yazar Paul Auster, kendi yazıp yönettiği 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu” filminde de benzer bir şeyi denemişti. “Scarlett Sokağı” diye de anılan 1945 yapımı siyah-beyaz “Scarlett Street-Kırmızı Fener” kara filminde Lang, bir genç kadın tarafından suça yöneltilen orta yaşlı bir adamı anlattı. Georges de La Fouchardière’in “La Chienne” (Dişi Köpek) romanından uyarladığı bu suç filminin en önemli özelliği, cinayeti işleyenin cezasını çekmemesiydi. Bu, sinema tarihinde bir ilkti. Fritz Lang’ın 1953 yapımı kara filmi “The Big Heat-Büyük Öfke”, William P. McGivern’ın seri hikâyesinden sinemaya uyanlandı. Başrollerde de Glenn Ford (Dedektif Dave Bannion), Gloria Grahame (Debby) ve Jocelyn Brando (Katie) paylaşıyordu. Dedektifin karısı öldürülür. Komiser dedektifi intikam için caydırmaya çalışır. Dedektif istifa eder. Şimdi tek başına kalmıştır. Nefes kesici bir bu Lang filmi, günümüzde belki klişe gibi değerlendirilebilir. Ama, hikâyeyi anlatışı ve yansıtışı çok çarpıcıdır. Lang, bir yıl sonra 1954’te Glenn Ford’la “Human Desire-İnsan Arzusu” kara filmini yaptı. Émile Zola’nın (1840-1902) “La Bête Humaine” romanından uyarlanan filmin “femme fatale”ı Gloria Grahame’di. Bu roman daha önce Fransız sinemasının büyüklerinden Jean Renoir tarafından 1938’de sinemaya “La Bête Humaine-Hayvanlaşan İnsan” adıyla uyarlandı ve başrolde de Jean Gabin vardı. Bu yapıt, Fransız sinemasının ilk kara filmlerinden biri kabûl edilse de elbette bu film şiirsel gerçekçi bir yapıttı. Filmde lokomotifler ve ihtiraslar başroldeydi.

Kara filmin ruhu Bogart…

Humphrey DeForest Bogart, yani Humphrey Bogart 25 Aralık 1899’da New York’ta doğdu, 14 Ocak 1957’de Los Angeles’ta ölmüştü. Bogart, kara filmlerin ruhuydu. Bogart’in ilk göründüğü kara film, Chester Erskine’ın yönettiği 1934 yapımı siyah-beyaz “Midnight” (Geceyarısı) filmiydi. Film, Paul ve Claire Sifton’ın aynı adlı oyunundan uyarlanmıştı. Bogart bu filmde yardımcı rollerden Gar Boni’yi canlandırdı. Bogart, Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”de oynadıktan sonra Raoul Walsh’un 1940 yapımı siyah-beyaz “They Drive by Night-Zor Gece” kara filminde Paul Fabrini karakteriyle ikinci rolde göründü. Film, iki kamyon şoförü arkadaşın hikâyesini anlatırken Joe (George Raft) bir cinayet olayına karışıyor. Elbette kadınlar yüzünden. Filmin “femme fatale’ı da Lana’ya hayat veren Ida Lupino. Film, A. I. Bezzerides’in “Long Haul” (Uzun Nakliye) romanından uyarlandı. Zamanında ülkemizde orijinal adıyla gösterilmiş Raoul Walsh’un 1941 yapımı siyah-beyaz “High Sierra” kara filmi, adını Kaliforniya’da bulunan High Sierra sıradağlarından alıyordu. Film, W. R. Burnett’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. “High Sierra”da Ida Lupino (Marie) ve Humphrey Bogart (Roy) başrolü paylaşıyordu. Yazar W. R. Burnett’ın “Little Caesar-Küçük Sezar” gangster romanı Mervyn LeRoy tarafından 1931’de sinemaya uyarlanmıştı. “Kuduz Köpek” lâkaplı Roy, afla hapisten çıkar. Sonra bir otel soygununa karışır. Bogart’ı şöhrete kavuşturan bu filmde yönetmen “iyi”lere ve “kötü”lere mesafeli bir bakış yapıyordu.

Bogart’ı ve ilk filmini yöneten John Huston’ı tepeye çıkartan, kimilerine göre sinema tarihinin en görkemli kara filmi olan 1941 yapımı “The Maltese Falcon-Malta Şahini”, Dashiell Hammett’in kara romanından sinemaya uyarlanmıştı. Hammett’in bu dedektiflik romanı 1930 yılında Black Mask (Kara Maske) adlı “ucuz dergi”de (pulp magazine) tefrika edildi. Roy Del Ruth’un 1931’de uyarladığı “The Maltese Falcon” ilk, gevşek bir uyarlama denilen William Dieterle’ün 1936 yapımı “Satan Met a Lady” ikinci uyarlamaydı. John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini” de üçüncü uyarlama olmuştu. 1946’da ülkemizde gösterime giren siyah-beyaz “Malta Şahini”nde Bogart’ın, Sam Spade’in karşısındaki “femme fatale” Mary Astor’du. Etkileyici fotoğraflar Arthur Edeson’a müziklerse Adolph Deutsch’a aitti. Roy Del Ruth’un 1931 yapımı “Malta Şahini”, iffetsiz film diye yasaklanmış, John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini”yse gizli eşcinsellik var diye suçlanmış zamanında.

Alfred Neumann ve Robert Siodmak’ın “The Pentacle” (Tılsımlı Yıldız) hikâyesinden uyarlanan Curtis Bernhardt’ın yönettiği siyah-beyaz 1945 yapımı “Conflict” (Çatışma) kara filminde Richard (Bogart) ve Kathryn’in (Rose Hobart) mutlu gibi görünen evliliği üzerine açılıyor. Richard, karısının kız kardeşi Evelyn’le (Alexis Smith) ilişkiye girmiş başarılı bir mühendis. Richard, ıssız dağ yolunda karısını öldürür. Psikiyatrist Mark Greenwood (Sydney Greensteet), Richard’a suçluluk duygusu verir ve nefes kesici anlar da başlar böylece. Bogart, bu defa Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler” kara filminde özel dedektif Philip Marlowe karakterine büründü. Filmi de Howard Hawks yönetti. Bu filmin bir özelliği Bogart’la Lauren Bacall arasında Hollywood’da az görülür büyük bir aşkı başlatmasıydı. John Cromwell’ın yönettiği 1947 yapımı siyah-beyaz “Dead Reckoning” (Ölü Hesaplaşma) kara filminde Bogart, Yüzbaşı Murdock’u canlandırdı. Film, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gizemli bir hikâayenin içine çekiyordu Murdock’u ve seyircisini. 1947’de Martin Vale’in oyunundan Peter Godfrey’nin uyarladığı siyah-beyaz “The Two Mrs. Carrolls” (İki Bayan Carroll) kara filminde Bogart, Geoffrey Carroll karakteriyle Sally Morton Carroll’u oynayan Barbara Stanwyck’in karşısındaydı. Bogart, psikotik birini canlandırdı. Sürekli kötü olaylardan kendini sorumlu tutan kimselere “psikotik” deniliyor. Eleştirmenler, bu filmdeki “entrikacı” Cecily Latham karakterindeki Alexis Smith’in performansını övgüler göndermişler. Delmer Daves’in 1947 yapımı siyah-beyaz “Dark Passage-Karanlık Geçit” kara filmi, David Goodis’in aynı adlı romanından uyarlandı. Bogart bu filmde başrolü Lauren Bacall’la paylaşmıştı. Yazar Goodis’in romanlarını Fransız yönetmenler de uyarlamıştı. François Truffaut, yazarın “Down There” romanını 1960 yılında “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun” adıyla beyazperdeye aktardı. 1971 yılında Henri Verneuil de Goodis’in “The Burglar” romanından “Le Casse-Hırsızlar” filmini çekmişti. “Karanlık Geçit”te, San Quentin Cezaevi’nde hükümlü katil Vincent (Bogart) kaçıyor. Irene (Bacall) onu saklıyor. Bu filmde “öznel kamera” da kullanılmış ve büyük övgüler almıştı. John Huston’ın 1948 yapımı siyah-beyaz “Key Largo-Ölüm Gemisi” kara filmi, Maxwell Anderson’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde Bogart’la (Frank) beraber Edward G. Robinson (Johnny) ve Lauren Bacall da (Nora) başrolü paylaşıyordu. Key Largo, Florida açıklarında bir adanın adı. Bu filmdeki kasırga sahnelerinin yapay olduğu da vurgulanmış zamanında. “Key Largo”, McCarthy’nın “cadı kazanı”na da düşmüştü. Bretaigne Windust’ın 1951’de yönettiği siyah-beyaz kara filmi “The Enforcer-Öldürülecek Kadın”ı, gerçek bir olaydan kurgusal bir film olarak anılıyor. Bu film, organize suçlar üzerine. Film, adı belirtilmeyen bir Amerikan şehrinde geçiyor. Filmin hikâyesi, geriye dönüşlerle yansıyor çoğunlukla. Nisan 1957’de ülkemizde gösterime giren William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”in senaryosunu Joseph Hayes kendi oynundan yazdı. Bu film, kaybeden ve şimdi bir kaçak olan polis Glenn Griffin üzerineydi. Bu filmdeki diyaloglar, sahne düzenlemeleriyle mekanların ve karakterlerin yansıyışı da mükemmeldi. Bu film, 1990 yılında Michael Cimino tarafından “The Desperate Hours-Tehlikeli Saatler” adıyla yeniden uyarlanmıştı. Film, orta sınıf bir ailenin rehin alınmasını gerilimli bir dille anlatıyordu. Bogart’ın oynadığı son film 1956 yapımı siyah-beyaz bir kara film olan “The Harder They Fall-Şöhretin Sonu”ydu. Filmi Mark Robson, Budd Schulberg’ün romanından uyarladı. Film, bir boks skandalı çevresinde gelişen suçları yansıtıyordu. Budd Schulberg, Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filminin senaristi olarak hatırlanıyor. Sinemaseverler Kanadalı yönetmen Mark Robson’ı (1913-1978), “Peyton Place-Peyton Aşıkları” (1957), “Earthquake-Zelzele” (1974), “Avalanche Express-Çığ Ekspresi” (1979) filmlerinden hatırlayabilirler. Yönetmen “Çığ Ekspresi”ni çekerken kalp krizinden ölmüştü ve filmi Monte Hellman tamamlamıştı. Filmin başrol oyuncularından Robert Shaw da bu filmin çekimleri sürerken kalp krizinden ölmüştü.

1949 yılında Nicholas Ray’in Willard Motley’in romanından uyarladığı siyah-beyaz “Knock an Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde İngilizceyle beraber İtalyanca da konuşuluyordu. Orijinal adı “Herhangi Bir Kapıyı Çalma” anlamına gelen “Cinayet Mahkemesi”, gecekonduda geçen bir suç hikâyesini anlatıyordu. Bogart bu filmde avukat Andrew rolündeydi. Filmde “geriye dönüş”ler de kullanılmış. Bu filmde lümpen Nick’in söylediği “hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” lâfları bu filmden yadigâr olmalı. Bu lâfların İngilizcesi de şöyle: “Live fast, die young, and leave a good-looking corpse…” Nicholas Ray (1911-1979), gençlere önem veren bir yönetmendi. Onun, 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmi James Dean’ın yüzünden ölümsüzleşmişti. 1950’de Bogart’ın yolu yine Nicholas Ray’le “In a Lonely Place-Tehlike İşareti” kara filmiyle yeniden buluştu. Dorothy B. Hughes’ın hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz kara filmde Bogart, geçmişin başarılı senaristi, şimdinin bir alkoliği Dixon “Dix” Steele’i canlandırdı. Dixon, öfkeli ve acılar içinde bir insan. Gloria Grahame’in hayat verdiği Laurel Gray de bir genç oyuncuydu. Bu filmin estetiğinin “Çifte Tazminat” filmine yakın olduğu söyleniyor. Öncelikle mekânlarda uzayıp giden gölgeleriyle. Bu film, ahlaki ve manevi perişanlık üzerineydi bir de. Alttan alta McCarthycilik eleştirilirken “Kara Dalya” diye anılan, 1947’de vahşice öldürülmüş, ünlü olamamış ve porno filmlere düşmüş Elizabeth Short’u akla getiriyordu “Tehlike İşareti” filmi. Brian de Palma, 2006’da James Ellroy’un aynı adlı romanı “The Black Dahlia-Cehennem Çiçeği”nde Elilzabeth Short’un trajik cinayetini beyazperdeye aktarmıştı.

(06 Aralık 2009)

Ali Erden

04 Aralık 2009 Haftası

“Adını Sen Koy”, dört ana karakteri, bir aşk üçgeni ve geçmişte yaşanmış trajik olayı barındıran bir film senaryosunun nasıl ‘ham’ ve yoksul bırakılıp, perdeye de -neredeyse- her sahnesinin nasıl bir ‘olmamışlık’ duygusuyla yansıyabileceğinin örneği. Sadece bir ayrıntı vereyim: Can birkaç gün sonra evleneceği nişanlısı Aybige’ye, nikâhlarında şahitlik yapacağı için yurtdışından gelecek en yakın arkadaşının mesleğini söylediğinde kızın ilgisini çeker ve paleontologların ne yaptığını sorar… Sonra Ilgaz gelir; o da Aybige’ye sevdalanmıştır (bir fotoğraftan)… Aybige’nin de gönlü ona akarken, bakınız, işini bilen bir senarist, filmin başına konulmuş o merak sorusunu açar ve Ilgaz’ın, mesleğinin ilgi çekici noktalarını Aybige’ye anlatmasını sağlar, böylece kızın hayranlığı güçlenir (tabii dümdüz bahsetmez, büyülü biçimde anlatır). Çünkü Ilgaz’ın tüm bilinçli soğukluğuna rağmen ikisi sohbet etme olanağı yakalamıştır. Ama işte ‘bizim senaryo’da, o ayrıntı filmin başında havada asılı kalır ve bir daha dönülmez. Örnekler yığınla… Ha, bu arada oyunculardan Ali İl ve Cemal Toktaş ‘düşük tonda’, gerektiği gibi birer performans sergilerken, Melis Birkan doğal oynamaya çalışırken bunu vurguladığı için (“bakın ben nasıl oynuyorum”!) izleyeni rahatsız ediyor. Ahmet Mümtaz Taylan ise “kuyuya taş atan…” rolünde sahneleri ele geçiriyor ama etkili olamıyor. Tümü yönetim zaafı doğaldır ki… Bu niyeti güzel projeye yazık olmuş! Fakat bir yanıyla da ‘sıcak’ bir çalışma olduğundan dört üzerinden iki yıldızı hak ediyor.

“Dönüşüm”de, Bayan Marina de Van zor ve zorlu bir psikolojik ‘puzzle’ üzerinden, ilginç biçimde, iki ayrı oyuncuyu bir bedende birleştirmiş. Filmin bir bölümünde ne Sophie Marceau ve ne de Monica Bellucci, fakat her ikisinin birleşimi olan bir üçüncü oyuncuyu izliyorsunuz. Bu, hikâyenin zorlama çıkış noktasından da, zor seyrin sonunda ‘atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmemesinden’ de enteresan. Ben, kendi adıma böyle bir deneyim yaşadığımı anımsamıyorum. Salt bunun için izlenebilir. Görsel etki sanatçılarına kocaman bir aferin!

“Zamanın Tozu”nda Theo Angelopoulos, yirminci yüzyılın ikinci yarısında savrulan bir kadın ile iki erkeğin hikâyesini, ‘filmdeki yönetmen’i aracılığıyla, bugün ve geçmiş arasında köprüler kurup politik ayrıştırmanın yol açtığı kederleri iliklerinize işleterek anlatıyor… ‘Büyük usta’ sıfatını boşuna almış değil kuşkusuz: Önemli toplumsal – siyasal olayların, üç kişinin ruhunda nasıl fırtınalar yarattığını yansıtırken, bu fırtınaları yüz milyonlarca insana şamil biçimde hissetmenizi sağlıyor. Sinemada anlatının nasıl bir sanat yapıtına dönüştürebileceğinin de dersini veriyor. Sanatsal zevkleri her anlamda yudumlayabileceğiniz bir çalışma.

(02 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Tozun Altında Kalan Hatıralar

Zamanın Tozu (I Skoni tou Hronou)
Yönetmen: Theo Angelopoulos
Senaryo: Theo Angelopoulos, Tonino Guerra, Petros Markaris
Müzik: Eleni Karaindrou
Görüntü: Andreas Sinanos
Oyuncular: Willem Dafoe (A), Irène Jacob (Eleni), Bruno Ganz (Jacob), Michel Piccoli (Spiros), Tiziana Pfiffner (Torun Eleni)
Yapım: Yunanistan, İtalya, Almanya, Fransa, Rusya (2008)

Yunanlı büyük usta Theo Anglopoulos’un üçlemesinin ikinci filmi “Zamanın Tozu”, film içinde film gibi. 1950’lerden günümüze, 1999’a kadar dönemleri anlatıyor bu film. Komünist Yunanlılar, Sibirya, Berlin, sinema, aşk, hatıralar ve insana dair her şey var bu filmde…

Film, 1953 yılında açılıyor. Genç Yunanlı komünist Spiros, tren kompartımanında birisinden gizlice sahte kimlik alır, sonra da kadını Eleni’yi Rusya’da bulur. Eleni’yle Spiros tramvayda sevişirler. O gün Stalin ölmüştür. Bir ihbar üzerine tramvayda tutuklanırlar ve yolları ayrılır. Ruslar, Spiros’u hapse atarlar. Eleni’yse Sibirya’ya sürgüne gönderirler. İçinde yeni bir hayat büyüyen Eleni, dünyaya A’yı getirir. A, şimdi Yunan asıllı ünlü bir yönetmen. A, annesi ve babası üzerine çektiği filminin kurgusu için Roma’daki Cinecitta Stüdyoları’nda koşuşturup durur. Film, geçmiş zamanları ve genç Eleni’yi oğul A’nın filminden düşmüş anlarla perdeye yansıtıyor. Eleni, acılı hayatını yaşarken, A’nın da hayatında iyi gitmeyen bir şeyler var. İç içe geçen hikâyeler, bir yerden sonra günümüzle buluşuyor. A, seyahatlerinden ve film çekimlerinden dolayı ailesine ilgi gösterememiş, bu yüzden karısıyla boşanmış ve şimdi de kızı Eleni’yi ihmâl eden bir yönetmen. Sevgisizlik ve yalnızlık çeken küçük Eleni intihar etmeyi deniyor bir yerden sonra. Film içinde film olan “I Skoni tou Hronou-Zamanın Tozu”nda bir yerde buluşacak farklı hikâyeler iç içe geçerek insana uzun bir yolculuk duygusu yaşatıyor. Geçmiş zamandan yansıyan anlarda Eleni, Spiros’un izini kaybeder. Sonra da Sibirya’da tanıştığı Jacob’la beraber olmaya başlar Eleni. Aslında bu film, bir kadınla iki erkeğin, Eleni, Spiros ve Jacob’un büyük aşkının da destanı sanki. Komünist Spiros, Yunanistan’daki iç savaşı kazanan faşistlere yakalanmamak için Eleni’yle beraber kendilerini sürgüne göndermişler. Sürgüne gitmeselerdi, faşistlerin eline geçip vahşice öleceklerdi belki. Dramlar hayatlarını kuşatıyor bu filmdeki karakterlerin. Eleni ve Yahudi Jacob, 1974 yılında Sibirya’dan Avrupa’ya geçiyorlar. Jacob, Eleni’yi bırakamıyor. A, Vietnam Savaşı’na gitmemek için şimdi Kanada’ya sığınmış. Eleni, oğlunu Kanada’da buluyor gerçeküstücü bir anda, sisler içinde. Sonra da hikâye günümüze, 1999 yılına tümüyle geliyor. Eleni, Spiros ve Jacob artık yaşlanmışlar. Aşklarıysa her daim bahar gibi. Jacob’un Eleni’ye derin tutkusunu da perdeden hissediyorsunuz. Belki de Jacob’un final bölümündeki trajedisi de anlamlaşıyordur böylece. Üçlemenin ilk filmi 2004 yapımı “Trilogia: To Livadi pou Dakryzei-Ağlayan Çayır”da, diasporadaki Yunanlıların 1. Dünya Savaşı sonrası Yunanistan’da göçmen durumuna düşmelerini etkileyici şiirsel bir görsellikle perdeye yansıtan Angelopoulos, üçlemenin ikinci filminde 2. Dünya Savaşı’nın ardından Yunanistan’daki iç savaşta faşistlere yenilen komünistlere bakmış Spiros ve Eleni’nin dramını öne çıkartarak.

Birçok şeye aşk…

Yunanlı büyük usta Angelopoulos’un bu filmi sanki hatıralara, aşka, Berlin’e, Sibirya’ya, Cinecitta’ya ve sinemaya adanmış. Filmde hikâyeler, hem geçmiş zamanda hem de şimdiki zamanda yoğunlukla Aralık ayında geçiyor. Yeni yıllar, yeni devirler Aralık ayını geride bırakıp geliyorlar. Filmin büyük bölümü Berlin’de geçerken Sibirya da mekân sunmuş bu filme. Bu filmin ağırlıklı olarak Berlin’de geçmesinin simgesel anlamları var. Sosyalizmin yıkılışı Berlin Duvarı’yla simgeleşmişti çünkü. Angelopoulos’un Berlin’e aşkı fark ediliyor perdede. Bu gri Berlin, ölümün ve yenilenmenin bir şehri gibi. Angelopoulos’un bu filminde insanın belleğine oturacak sahneler, anlar ve mekânlar var. Rusya’da bir an düşer perdeye: Karlar altında Eleni önde, Spiros arkada tramvaya doğru yürürler. Tramvaya binerler. Angelopoulos, bu anda tramvayın içinde kamerasıyla yolculuk yaptırıyor sanki seyircisine. Karların kuşattığı şehri tramvayın içinden gösteren yönetmen dışarıdaki kalabalığı da takip eder, devasa Stalin heykeli görünür ve dışarıdaki kalabalık bir yerde toplanır, sonra bir ses “Stalin öldü” der. Ardından tramvay duruverir. Bu sahne, sinemada kolay unutulmaz anlardan biriydi. Angelopoulos, 1995 yapımı “To Vlemma tou Odyssea-Ulis’in Bakışı” filminde Lenin’in parçalara ayrılmış devasa heykelinin nehirde şileple taşınmasını uzun bir sekansla göstermişti. Kimi sinemaseveri, Eleni’nin Sibirya’dan yansıyan anları büyüleyecek belki. Ahşap merdivenlerden yavaş yavaş yukarıya doğru çıkan insanlar unutulmaz bir fotoğraf anı bırakacak belleklerde belki. Berlin’de torun Eleni’nin intihar etmek istediği enkaza dönüşmüş binadan yansıyan evsiz insanların trajik umutsuzluğu da insanların yüreğine oturacak belki. Angelopoulos’un filmlerinde sürgün olma, yolculuklar, göçmenler, sığınmacılar, evsizler, geleceksizler var çoğunlukla. 1998 yapımı “Mia Aioniotita kai Mia Mera-Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde de çocuk kaçakçılığı yansımıştı perdeye. Eleni Karaindrou’nun insanın ruhunun derinlikliklerine inen müzikleriyle 1991 yapımı “To Meteoro Vima tou Pelargou-Leyleğin Geciken Adımı” filminde de mültecileri anlattı Anglelopoulos. Almanya’da yaşayan babalarını bulmak için yollara düşen biri kız, diğeri erkek iki küçük kardeşin trajedilerini anlattığı 1988 yapımı “Topio Stin Omichli-Puslu Manzaralar” da yüreklere oturan bir filmdi. On yaşındaki kız çocuğunun trajedisi insanı gerçek anlamda sarsıyordu. Angelopoulos’un birkaç filminde başkarakterlerin adı hep Spiros’tu bir de. 1984 yapımı “Taxidi sta Kythira-Kitara’ya Yolculuk” filminde Spiros vardı ilk defa. Hemen sonra 1986 yapımı “O Melissokomos-Arıcı”da Marcello Matroianni’nin canlandırdığı karakter de Spiros’tu. Belki şu da ilginç gelebilir: “Ulis’in Bakışı” filminde de bir Yunan asıllı Amerikalı yönetmen vardı ve adı da “A”ydı. Kamerayla şiir yazan bu yönetmenin filmlerinin peşine düşmek gerekiyor.

(02 Aralık 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bornova

Sinemamız, başlangıçtan beri, hele Yeşilçam günlerinde, yaygın olarak bir öykü anlatım sineması olmuştur. Temelinde görsellik olan sinemanın bu özelliğine Yeşilçam’ın yaygınlaşmasından sonra fazla özen gösterilmemiştir. Kamera önünde realize edilen öykü, kimi zaman derli toplu, kimi zaman özensiz görüntülenerek, çoğunlukla da benzer öykülerin anlatılması ile -aşağı yukarı- otuz yıllık bir süre devam etmişti. Bu süreç içinde, benzer konuların -konular farklı da olsa fark etmeyeceği biçimde- bir anlatım diline, Yeşilçam Sineması denebilecek bir anlatım özelliğine ulaşılmıştır. Bu dil ile yapılan filmler içinde çok sağlam öyküler anlatan içi dolu dolu filmlerin yanında, bir filmlik süreyi dolduramayan, bu nedenle de yan öykülerle desteklenmiş veya uzatılmış, tekrara düşülen sahnelerle doldurulmuş anlatımlar da vardır.

Bu filmlerin üretim biçimleri de kendiliğinden biçimlenerek, düzenli şekilde işleyen bir sinema esnaflığı oluşmuştur. 80’li yıllarda sinema dışı gelişimlerinde etkisi ile temeli çok sağlam olmayan bu yapı yabancı sinema kuruluşlarının da piyasaya girmesi ile çözülmeye başlamış, 300’lere kadar ulaşmış film üretimi 20’li sayılara kadar düşmüş, fakat film üretimi hiç bir zaman sona ermemiştir. Bu düşüş yukarı dönüp çıkışa geçtiği zaman ise eski düzen mekanizmasını koruyamamakla beraber o günlerden kalma kimi yapımcıları ve o güne kadar çalışanların dışında piyasaya giren ve artık eskisi gibi bir birliktelik oluşturmayacak yeni oluşumların yapımları ile üretim sayısı her gün artmaktadır. Eski yapıya yapımcı sineması denirse şimdiki yapıya da -bir isim vermek gerekirse- yönetmen sineması demek, çok abartılmaması koşulu ile hatalı olmaz.

Sinemamızın bu yeni döneminde, yapım ilişkileri dışındaki değişiklikten başka, anlatım dilindede değişikler görülmektedir; sinemamızda hiç denenmemiş konuların ele alınması yanında en bildik beylik konularda daha önce denenmemiş biçimlerde sinemalaştırılmaktadır. Eskiden de -tutarlı- bir öyküsü olmayan filmler yapılmış ise de, o dönem içinde bu fazla itiraz görmemiş, boşluk dolduran filmler de arada kendisine yollar bulmuştur. Yeni dönemde yapılan “öyküsüz” filmler ise, yine itiraz görmemekle beraber, yeri geldiğinde aynı yıl üretildiği diğer yapıtların arasından sıyrılarak yukarılara çıkmakta, ilgi çekmekte ve kendini daha belirgin bir şekilde gösterebilmektedir. “Öyküsüz” film derken doğaldır ki, klâsik anlamda öykü içermeyen filmleri, yeni anlatım dillerini, şimdiye kadar sinemamızın ilgilenmediği konulardaki anlatımlarını söylemek istiyorum.

Bornova Bornova da bu yeni zamanın, içinde bulunduğumuz yılda üretilmiş yeni dönem filmlerinden biri. Daha önce Made in Europa filmini yönetmiş İnan Temelkuran’ın yeni filmi. Temelkuran birbiri ile ilişkili, çok farklı kişilerin yaşamından kesitleri bir öykü birlikteliği kaygısı taşımadan anlatırken, karşılıklı (diyalog) veya tek kişilik (monolog) konuşmalara dayandırılıyor. Ayağı kırılarak spor (futbol) yaşamı sona eren, yeni terhis Fare lâkaplı Hakan, sokakta gördüğü mahallesinin kızına aşık olur -da, o yaşta öyle nasıl saf ve bakir kalabilmiştir-, psikopat (ve iktidarsız?) Salih herkes öğüt verip, yalanları ile hava atar, parasız pulsuz felsefe doktora öğrencisi Murat ancak porno öyküler yazarak evinin kirasını karşılayabilmek için, dinlediği kimi gerçek, kimi uydurma belden aşağı “şey-leri” öyküleştirir, liseli Özlem okuduğu düz liseden üniversiteye geçme umudu taşımadan kurslara giderken, öfke içinde “atılan lâflara” cevap verir, bilardo’lu café-lere geyik muhabbetleri içinde hasbelkader arkadaşlara takılmak durumunda kalır… Filmlerimizde çatışmalar çoğunlukla üçgenler şeklinde oluşurken, buradaki kişiler bir çatışmaya girmeden bir dörtgen oluştururlar, bu düzgün bir dörtgen değildir. “Dörtgen”, Fare’nin Murat’a anlatırken Salih’e duyurduğu -uyduruk- öykü ile “küp”e dönüşür, ağır aksak giden öykü birden hacim kazanır… Aradan bir süre geçer, dingin bir düzeye kavuşmuş gibi duran Hakan ile Özlem, aradan Salih’in (Hakan tarafından öldürülür) çıkması ile (olayın tek tanığı) Murat’ın sultasına girmişlerdir. Özlem -üstelik- hamiledir…

Kadir Çermik, Öner Erkan, Damla Sönmez, Erkan Bektaş gibi oyuncular oyunlarının hakları verirken, Temelkuran yukarıda da değindiğimiz gibi diyalog ve monologa dayanan, düz, durağan sineması ile, yeni değilse bile, sinemamızda fazla kullanılmamış öykülemesi ile yeni filmleri için ümit verirken, temel çatışmaya denk düşmeyen -bakkal dükkanındaki konuşma- sahneleri ile altını çizdiğimiz “dörtgen”i bazı açılarından çarpıtıyor. Asgari bir süreyi tutturmayı anlıyorum, ama bunu öyküye yamalar yapılarak yapmamak gerektiğini de düşünüyorum. Bunların giderilmesi filmi -belki- biraz kısaltacaktır; ama buna rağmen, seyrettiğim andaki ilk intibam olan Bornova Bornova yeni bir kurgulanış ile -o fazlalıkların atılması ile- “çok güzel kısa film olur” düşüncesini şimdi, seyrinden sonra geçen kısa süreden sonra değiştiriyorum. (Bazı kısaltmalar yapılırsa ), Bornova Bornova -belki biraz kısa, ama- çok güzel bir film (olur).

Temelkuran, geri dönüşlerde, konuşarak, geri dönüşte, gösterilen olayı anlatan oyuncunun sesini verirken, zaman zaman dudak hareketlerini -özellikle- yaptırmayarak, flach back’e yeni bir biçim getirmiş, -ama flach back’lere genel eleştirimiz burada da geçerli, anlatıyı yapanın görüntü içinde olmaması gerekir, en azından yüzünün, eğer bir aynadan görmüyorsa- ama burada en azından bir değişiklik var, anlatılanların “oluş hali” öykü içinde yer almıyor.

(01 Aralık 2009)

Orhan Ünser

Ahmet Uluçay

Ben, Ahmet Uluçay’ı bir defa SİYAD gecesinde gördüm. Ama ben Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı da gördüm. Birincisi gerçekleşmemiş olabilirdi, buna üzülürdüm. Ama ikincisi gerçekleştiği için, Uluçay’ın bundan böyle “motor” diyemeyeceğine daha fazla üzüleceğim. Bozkırda Deniz Kabuğu’nun teknik işlemlerinin bitirilip gösterime çıkarılması sinemamızın bir gönül borcu olmalıdır.

Uluçay, köylü sinemacı olarak anılacak belki, ama ona -yaptığı filmlerden sonra- iyi veya kötü sinemacı diyebiliriz, ama kökeni ile vasıflandıramayız.

Yaptığı 8 kısa 1 uzun ve çekimleri bitmiş 1 uzun filmden sonra sadece yönetmen demeliyiz.

Sinematek’in bir programın kapağın içinde, tam olarak açılınca Orson Welles’in bir fotoğrafı vardı (siyah/beyaz), sonra bir “gazete küpürü”nde yer alan Yılmaz Güney’in kamera başında çömelmiş bir fotoğrafı (Arkadaş filminin çekimi sırasında) bir de Dönüş’ün setinde kameraya sarılmış Türkan Şoray fotoğrafı. Başka yönetmenlerin de kamera başında, vizörden bakarken bir çok fotoğrafları vardır. Bunlarda çok önemlidir ama ben yukarıda saydığım üç fotoğrafa sahip olduğum için şanslıyım. Bunların yanına, bu akşam (30.11.2009) televizyonda haberi verilirken gösterilen Ahmet Uluçay’ın, aldığı ödülleri önüne dizmiş, bacaklarını uzatıp yere oturmuş fotoğrafını koymak isterim.

Işıklar içinde yatsın. (Çok yazık)

(01 Aralık 2009)

Orhan Ünser