Kategori arşivi: Yazılar

Bir Ekran ve İnternete Yenilecekler…: Kayıp

Bilgisayarın ardından internet ile bağlantılı iletişim başladığında, 30 yılı aşmıştır, “kavramların içeriklerini değiştirmek gerekir” diye yazmıştım. Bizim için sosyalleşme sokakta oynamak, hatta okula gitmekti, çünkü arkadaşlık kuruluyordu dersliklerde, teneffüslerde… Şimdi, Z kuşağı dediğimiz genç arkadaşlar evden çıkmadan, ekran ve internet bağlantılı kamera üzerinden sosyalleştiği gibi filmde izlediğimiz üzere dedektiflik bile yapıyor.

Will Merrick ve Nick Johnson’ın yazıp yönettiği, hızıyla da ilgi çeken bu farklı, farklı olduğu kadar merak uyandıran ve en az bir o kadar da heyecanlandıran film; pandemi sonrası yapılan az mekânlı, kişileri sınırlı, bütçesi kısıtlı bir yapım. Her şeyi bir ekrandan izliyoruz.

Kadrajı doldurmak belirleyici…

Bu, önemli bir dil aynı zamanda. Yazılı basın dediğimiz, bir dönemin en önemli haberleşme olanağı sunan gazeteler yerini çoktan kameraya bıraktı. Ressamlar bile kamera çerçevesine uygun 16:9 oranı (günümüz teknolojisiyle çok küçük değişikliklerle güncellenmiş bile olsa) çerçeve kullanıyorlar. İşlerinin yaygınlaşabilmesi için televizyon, daha doğru deyişle kameraların gözüne hoş görünmek bir zorunluluk artık.

Will Merrick ve Nick Johnson, belki ilk değiller (telefonla dizi çekildiğini hatırlayın lütfen), ama bir gerçekliği öne çıkararak ilgiyi farklı bir alana odaklıyor. Bu, önemli bir gelişme, önemli bir adım. Bu arada, tablet, bilgisayar, hatta telefonla izlenme oranlarını göz önüne alırsanız, yakın plan çekimler giderek daha da artacak. Sinema ile televizyonu birbirinden ayıran bu fark unutulmamalı…

Grace Allen (Nia Long), kızı June (Storm Reid) ile yaşarken erkek arkadaşıyla tatile çıkar. Geri dönmeyen annesini ekranlar üzerinden arar. Genç kız, hemen hiçbirimizin (orta yaş üzeri herkesin, kesinlikle) aklına gelmeyecek yöntemler kullanırken hayret etmemek mümkün değil. Tabii, birçoğumuz şaşkınlıktan dilimizi bile yutabiliriz.

Vay canına!

18 yaşındaki June’u, evde bıraktığı için tedirgin anne, sürekli uyarır kızını. Haklı olarak tedirgindir ve merak etmektedir. Bizler de seyirci olarak kızın başına bir şeyler gelecek diye kaygılanır, ona göre izleriz filmi… İlk ters köşe! Sürpriz orada da bitmez…

Yeni kuşak gençleri tanımak, nasıl akıl yürüttüklerini anlayabilmek, nasıl bir çözüm bulduklarını bilmek için biçilmiş kaftan “Kayıp” filmi. June, annesi ile erkek arkadaşı tatildeyken, yaşının gereği, sabahlara kadar eğlenir, ortalığı dağıtır, evi altüst eder… Sonra da internet üzerinden bulduğu temizlikçiye evi teslim eder, yine internet üzerinden parasını ödemiştir, peşin olarak.

Asıl sonrası önemli…

Gerek annesinin gerekse erkek arkadaşının e-posta ve sosyal medya şifrelerini bulur (kimini kırmaya bile gerek yoktur, kolay yolunu bilirseniz) takibe başlar. Türlü yollar dener ve sonunda annesinin izini bulur. Tabii ki, orada da bir sürpriz bekliyordur bizleri…

Bu filmden sonra, “benim şifrem çok güçlü, kimse kıramaz” demeyin. Bazı püf noktalarını atlayamaz ve ipucu bırakırsınız ister istemez. Yok, dijital hayat uzak dursun diyemezsiniz, film dijital yollarla annesinin gittiği yerleri, kaldıkları otelleri, yemek yedikleri lokantaları buluyor. Hatta canlı (arşivler ne güne duruyor) izliyor da…

Ne dijital yaşamdan uzak durun ne de ona kanıp her şeyinizi emanet edin.

Anne babalar, çocuklarınıza bilgisayar başından kalkmıyor diye kızmayın, onların bilgisayarla sosyalleştiğini, yeni dünyalara yelken açtığını unutmayın.

…ama bir şekilde, uzaktan takip edin, özellikle bizim ülkemizde, son yıllarda artan uyuşturucu kullanımını gözeterek.

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(29 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yalana İnanmak Kolaydır: Çaykovski’nin Karısı

İnsanlar hep dört dörtlük insan hayal eder. Her şeyiyle kendisinin beklentisine uyacağını sanır. Zaman içerisinde bu beklentiler törpülenir, ‘fazlalıklar’ dengelenir. Ama yine de o ilk beklentinin kalıntıları durur küller altındaki köz gibi… Kimi zaman işine, kimi zaman yapıp söylediklerine, kimi zaman boyuna posuna, şekline şemailine, saçının kıvrımına… bakıp umutlanırız: “Tamam, işte buldum ruh eşimi!”

Bu, ünlülere karşı daha da yüksektir ve Çaykovski’nin Karısı tam da bu açmazı, hem de alabildiğine güçlü anlatıyor.

Kirill Serebrennikov, daha önceki filmlerinde olduğu gibi başarıyı yakalıyor. Bu, alabildiğine uzun olmasına karşın sıkmayan, temposu düşmeyen, ilgi odağını yitirmeyen filmden etkilenmemek, Çaykovski’nin veya karısının yerine kendisini koymamak ne mümkün!

Antonina (Alyona Mikhailova), Çaykovski (Odin Lund Biron) ile tanışıp konservatuar eğitimi almak isterken, sanatçının ‘lastikli’ yanıtıyla belki de, takıntılı bir aşığa dönüşür. Ama öyle böyle bir takıntı değildir bu, hayatını adar o andan sonra Çaykovski’ye… Peki, Çaykovski? Çaykovski’nin umurunda bile değildir, görmezden gelir karısını, yok sayar. Boşanabilmek için neler yapar neler!

Filmin iki ucu var: Biri Çaykovski, diğeri karısı. Her iki ucu da aslına bakılırsa sorunlu. Eşcinsel olduğu bilinen Çaykovski, biraz ekonomik zorunluluk, biraz dedikoduları önlemek amacıyla kabûl ettiği bu evlilikten nefret etmekte, buna da bağlı olarak hep itici davranmaktadır. Antonina ise gözünde artık o denli büyütmüştür ki kocasını, giderek gerçek yaşamdan uzaklaşır. Her iki ucun da çok iyi ve alabildiğine görsel anlatıldığı filmin ilişkilere, geleceğe, yaşama bakışınızı etkileyeceği muhakkak. Güncel bir not olsun; bakalım siz de günümüz Türkiye’siyle, gerek cumhurbaşkanlığı gerekse parlamento seçimleriyle bağlantı kuracak mısınız?

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(28 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

42. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren, bir tanesi ikili 10 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- SONSUZ SIR (The Eternal Daughter):
Hatıra (The Souvenir), Hatıra: 2. Bölüm (The Souvenir: Part II), Takımada (Archipelago) filmleriyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un dünya prömiyerini Venedik Film Festivali ana yarışma seçkisinde yapan yeni filminde Tilda Swinton hem bir yönetmeni hem de annesini canlandırıyor. ABD Ulusal Eleştiri Kurulu’nun on filmlik 2022 listesine giren, idari yapımcılığını Martin Scorsese’nin üstlendiği yapım, bilinmeyenler ve gizemli güçlerle çevrili bir dünyada insanın geçmişine dönüp kendini anlamaya çalışmasını anlatan bu sıra dışı gotik hayalet hikâyesi.

2- KIZIL GÖKYÜZÜ (Roter Himmel):
Barbara, Transit ve Undine’nin yönetmeni Christian Petzold’un son filmi, dünya prömiyerini büyük ödüle layık görüldüğü 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında yaptı. Yönetmenin doğal elementleri konu alan üçlemesinin bu ikinci ayağı, Baltık denizi kıyısında, bir yanı orman küçük bir tatil evinde geçiyor. Sıcak amansız bastırmışken haftalardır yağmur yağmayan bölgede ikisi eski ikisi yeni dört genç arkadaş bir araya geliyor ve duygular, etraflarındaki kurak ormanlar gibi alev almaya başlıyor. Çok geçmeden ormanın alevleri eve ulaşacaktır.

3- KÖTÜ YAŞAMAK (Mal Viver) ve YAŞAMAK KÖTÜ (Viver Mal):
Saygın Portekizli auteur yönetmen João Canijo’nun dünya prömiyerlerini 2023 Berlin Film Festivali’nde yapmış, aynı otelde geçen ikili filmleri Kötü Yaşamak ile Yaşamak Kötü Portekiz’in kuzey sahillerinde bir otelin işletmecisi olan birkaç kuşaktan kadınları izliyor. Yıllardır birbirlerine içerledikleri için ilişkileri zehirli bir hal almış, otel gibi onlar da içten içe çürümeye başlamıştır. Ailenin en küçüklerinden bir genç kadının bu mekâna varışı ortalığı karıştıracak, birikmiş hasetlerle gizli nefretleri canlandıracaktır. Yönetmen Canijo, bu yıl İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’nın jüri başkanlığını yürütecek.

4- GECENİN SONUNA DEK (Bis Ans Ende Der Nacht):
Christoph Hochhäusler’in yönettiği yapım, Frankfurt’un karanlık olduğu kadar şık suç labirentlerinde üç kişiyi takip eden, suçla aşkın, arzuyla cinsel karmaşanın girift hikâyesini anlatan bir gerilim. Gizli görevdeki polis memuru olan Robert, karanlık uyuşturucu baronu Victor’un güvenini kazanmak için trans kadın Leni ile ilişkiye girdiğinde bastırdığı duyguları ve gerçek benliğiyle yüzleşiyor. Bu ilginç kara film Fassbinder’den izler taşıyor.

5- YAVAŞ (Slow):
2023 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dramatik kategorisinde en iyi yönetmen seçilen Marija Kavtaradze imzalı Litvanya yapımı, dans, uzlaşma ve sevmenin farklı yollarına dair dokunaklı bir dram. Tanıştıkları andan itibaren güzel bir bağ kuran dansçı Elena ile işaret dili tercümanı Dovydas’ın ilişkisi derinleştiğinde ve Dovydas aseksüel olduğunu açıkladığında gerginlik kaçınılmaz oluyor ve ikilinin kendilerine özgü bir yakınlık kurmaları gerektiği ortaya çıkıyor.Amerikalı tanınmış fotoğraf sanatçısı Nan Goldin’den etkilenen sinemacı, doğal bir estetik elde etmek için çekimleri tamamen el kamerası ve 16mm filmle gerçekleştirmiş.

6- DÜNYANIN KRALLARI (Los Reyes Del Mondo):
Çağdaş Latin Amerika sinemasının en büyük yeteneklerinden biri olarak görülen Laura Mora Ortega imzalı 2022 San Sebastian büyük ödüllü, Kolombiya’nın Oscar adayı yapım, yasasız sokaklarda yaşayan, vaat edilmiş topraklara doğru yollara düşmüş ailesiz beş çocuğu öznesine alan, vahşilikle sevimliliğin harmanlandığı sert bir masal. Paylaşılan yalnızlıklar, direnmekten taşan itaatsizlik, öfke, dostluk ve haysiyet üzerine Kolombiya cangılından geçen şiirsel bir yolculuk.

7- 34. MADDE (Regra 34):
Her şeyin pornografik bir karşılığı olduğunu iddia eden internet meme’i “34. Madde”ye atıfta bulunan film, toksik erkekliğin yaygınlığı, zevk ve arzunun politikası, eşitlikçi ve daha iyi bir toplum özlemi gibi şiddet dolu bir dünyanın varoluşsal çatışmalarını cesurca ele alıyor. Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nde en iyi filme verilen Altın Leopar’a layık görülen Julia Murat imzalı yapım, taciz davalarında kadınları tutkuyla savunan genç hukuk öğrencisi Simone’un kişisel cinsel ilgilerinin izinde gerçeklik ve fantezinin sınırlarının birbirine karıştığı karanlık bir şiddet ve erotizm dünyasına yolculuğun öyküsü.

8-OTOBİYOGRAFİ (Autobiography):
2022 Venedik Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazanan Makbul Mubarak imzalı yapım, Endonezya’nın kırsalındaki bir kasabada emekli general Purna ile malikanedeki hizmetkârı Rakib’i izliyor. Ailesi yüzyıllardır Purna’nın ailesine hizmet etmiş olan Rakib, örnek aldığı, hem akıl hocası hem de baba gibi görüp bağlandığı yaşlı adama giderek yükselen sadakati şiddet dolu olayları tetikliyor. Yönetmen ilk uzun metrajında, ortada bir sözleşmenin olmadığı hâlâ süregelen derin feodal yapıyı neşter altına yatırırken, genç delikanlı sadakat ve adalet ikileminde yolunu kaybediyor.

9- MÜZİK (Music):
Alman “Yeni Yeni Dalgası”nın öncüsü Angela Schanelec’in 2023 Berlinale’den en iyi senaryo ödülü ile dönen son filmi, klasik bir efsaneyi müzikle birleştiren, Oidipus trajedisinin kendine özgü ve çarpıcı bir çağdaş yorumu. Doğduğunda Yunanistan’da dağlık bir alanda terk edilen ve babasını ya da annesini tanımadan evlat edinilen Jon, yirmi yaşındayken yanlışlıkla bir adamın ölümüne neden oluyor. Cezaevinde tanıştığı gardiyan Iro onunla ilgileniyor ve onun için müzikler kaydediyor. Giderek görüş yetisini kaybeden Jon müzik sayesinde hayatını her zamankinden daha dolu yaşayacaktır.

10- PASAJLAR (Passages):
Amerikan bağımsız sinemasının ilginç yönetmenlerinden Ira Sachs’in dünya prömiyerini Ocak ayında Sundance’te yapan yeni filmi olağandışı bir aşk üçgenini izliyor. Film bu üçgenin kişilerini canlandıran yıldız oyuncularından büyük destek alıyor. Kuir film yönetmeni Tomas (Franz Rogowski), eşi Martin (Ben Whishaw) ve bir gecelik beraberliği ilişkiye dönüşen Agathe’nin (Adèle Exarchopoulos) öyküsü, karizmatik ve kendini beğenmiş bir erkeğin kendi evliliğini mahvetmekle yetinmeyip toksik hakimiyetini iki ilişkisinde birden sürdürmesi üzerinden ilerliyor.

(25 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 42 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 42. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 07 – 18 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 6 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 134 uzun metrajlı, 29 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl 70’li yıllarda Amerikan Sineması’nı tazelemiş yeni Hollywood’un öncülerinden William Friedkin’i uzun kariyerini süsleyen 10 filmlik bir seçki ile anıyor. ‘Hollywood’da Bir Asi: William Friedkin’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. Bizde gösterilmemiş 1970 yapımı off-Brodway uyarlaması ’The Boys in the Band’, hemen onu takip eden 5 Oscarlı ‘Kanunun Kuvveti / The French Connection’, sinema tarihinin belki de en ürkütücü filmi, William Peter Blady uyarlaması ‘Şeytan / The Exorcist’ ve sinemacının son dönem ilginç yapıtlarından ‘Böcek / Bug’ ve 2011 yapımı ‘Katil Joe / Killer Joe’ya uzanan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Festival bu yıl Fransız sinemasının önemli klasiklerinden ’Anne ile Fahişe / La Maman et La Putain’in 50. yaşını dünya sinemalarıyla birlikte kutluyor. Jean Eustache’ın başyapıtı olarak kabûl edilen Yeni Dalga sonrasının önde gelen, alışılmadık bir aşk üçgenine dahil olan üç karakterin aşk ve seks üzerine felsefi diyalog ve monologlarını izleyen şefkatli, tutkulu, romantik, samimi genç yapıtı restore edilmiş kopyasından izlenebilecek. Saygın sinema dergisi ‘Sight & Sound’un 2022 eleştirmenler anketinde ‘tüm zamanların en iyi filmi’ seçilen Chantal Akerman imzalı 1975 yapımı ‘Jeanne Dilman, 23 Quai Du Commerce, 1080 Bruxelles’ gerçek zamanlı gündelik yaşamın ayrıntıları üzerine yoğunlaşan ve 3 gün boyunca ergenlik çağındaki oğlu ile yaşayan ve geçinebilmek için evde seks işçiliği yapan dul bir ev kadınını izleyen bu yılın tartışmasız en güzel sürprizlerinden bir diğeri.

İstanbul Film Festivali, Türkiye sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını sinemamıza kazandırmaya devam ediyor. Bu yıl yenilenmiş kopyasından sunulacak olan auteur sinemacımız Metin Erksan’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1976 yapımı ‘İntikam Meleği: Hamlet’, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan sinemamızın unutulmaz oyuncusu Fatma Girik’i anmamız için de güzel bir fırsat olacak. İlk filmi ‘Fırat’ın Cinleri’ ile büyük ses getirmiş yönetmen Korhan Yurtsever’in 1980 sonrası cunta döneminde yıllarca yasaklı kalmış yapıtı ‘Kara Kafa’ da festivalin ‘Cinemania’ seçkisi dahilinde yine restore edilmiş ve ilk kez geçtiğimiz ay Berlin Film Festivali’nde gösterilmiş kopyasından gösteriliyor.

Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmaları ile birlikte yakın geçmişte Ulusal Belgesel ve Kısa Film kategorileriyle yarışma cephesini genişleten festival, etkinliğin geleneksel bölümlerinden, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmlerin yer aldığı ‘Genç Ustalar’ seçkisini bir kez daha yarışmalı bir bölüme dönüştürmüş. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış filmlerden zengin bir toplamın yanı sıra, ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer alan ve sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan yapımlar bu yıl da izleyicisini bekliyor. ‘Antidepresan’, ‘Çiçek İstemez’ ya da ‘Nerdesin Aşkım’ başlıklı tematik bölümler bu yıl da eksik olmazken, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Hırçın / Scrapper’, Charlotte Regan imzasını taşıyor. Bu yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dram kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan yapım, sıcak ve esprili bir baba-kız hikâyesi anlatıyor. Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin bu yıl 31 Mart Cuma gününden itibaren passo.com.tr, Passo mobil uygulaması, Passo perakende satış noktaları ve İKSV ana gişeden genel satışa sunulacağını hatırlatmış olalım.

(24 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ustalıklı Bir Görsel Şölen: John Wick: Chapter 4

İnsan yaşamdan ne bekler? Huzurlu bir dünya. Evet, sadece o. Hepimiz, ama hepimiz aynı umut, aynı beklenti, aynı heyecanla benzer bir dünya bekliyoruz. Peki, izin verilir mi? Yok, illa birilerinin engellemesinden ya da deyim yerindeyse taş koymasından değil, koşulların, olanakların, fırsatların, hatta tesadüflerin bile denk gelmemesinden ulaşılamayabilir o düşlenen huzura.

John Wick de aynı… Eşi öldükten sonra kendi içine kapanmak istese de peşini bırakmayanlar nedeniyle bir türlü umduğu gibi yaşayamaz. Bu kez de (bu dördüncü kısım…) öyle oldu; hem de hiç ummadığı bir şekilde ve boyutta.

Duygusallık…

Belki de akılda kalıcı bir öyküsü olmayan ama gerçekten beyazperdeye bağlayan, günün gündemini unutturan (bizim gibi gündemin hep yoğun ve sürekli değiştiği ama dozunun hiç düşmediği ülkelerde daha çok), o şık ve suikastçıyla özdeşleştiren John Wick filmleri izleyici çekiyor. İşte, en tam da o nedenle en yüksek hasılat getiren film oluyor…

Bir üçleme olarak tasarlansa da, dördüncüsünün, hem de neredeyse iki film uzunluğunda çıkması John Wick yapımcılarının beklentisinin ne denli yüksek olduğunun da göstergesi.

Anlatılamaz, izlemek gerekir…

İlk üç bölümünü izleyenler bilir (hem zaten üzerine bir şey de okumaya gerek duymadan koştular bile sinema salonlarına), akın akın gelen düşman (!) ne gözünü korkutur John Wick’in, ne de yıldırır. Keanu Reeves’in, büyük çoğunluğunu (çok zorunlu olanlar dışında, tüm dövüş sahnelerinde kendisi oynamış) dublörsüz oynadığı açıklanan filmde akılcılık değil duygular öne çıkıyor. Onca silahlı adam attığını vuramıyorsa ne diye tutuluyor ki! Gerçi Wick de vuramıyor, diğer tüm “kahraman”lık filmlerinin aksine. Ama bir şey var; şiddeti körüklese de, sıçrayan kan insanın içini soğutuyor. Olanlar belki mantıksız ama izlettiriyor kendisini. Ne şiddet olsun ne de ölüm… Ne ayrılık olsun ne de sorun…

John Wick, dünyayı omuzlarında tepeden aşırmaya çalışan mitolojik kahraman Sisyphos gibi üç kez yuvarlandığı merdivenlerden yeniden çıkıyor. Filmi uzun bulanlar için bu bir gerekçe olarak gösterilebilir, ama ne denli yılmaz ne denli korkmaz ne denli bitmez enerjili olduğunu da başka türlü anlatmak zordur.

Gözleriniz kamaşacak

Uzundan da uzun bir film John Wick’in bu yeni filmi, yani 4.sü. Yine de sıkılmadan, hatta zamanın su gibi aktığını düşünerek çıkacaksınız salondan. Zor kuşkusuz, hem uzun hem dozunda, hem şiddet dolu hem de mesajı yok. John Wick’in tümünün bir mesajı bulunabilir aranırsa, ama bu filmin günün gündeminden sıyrılıp da rahatlamaktan başka bir görevi yok.

22 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(23 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Güleriz Ağlanacak Halimize ya da: Özel Bir Hediye

Sami, (Jamel Debbouze) karnı burnunda eşinin de zorlamasıyla tembelliği bir tarafa bırakıp bir AVM’de gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Patronun (Philippe Etienne, Daniel Auteuil başarıyla canlandırıyor) şımarık oğlu Alexandre, (Simon Faliu) (annesi öldükten sonra, babasının yoğun işleri ama daha önce katı ve sekter tutumu nedeniyle ilişkisi kopuktur), doğum günü armağanı olarak “ne istersen al” dendiği için Sami’yi ister. Tabii ki, “özel hediye”, emeğinin karşılığını alacaktır. Ne istersin sorusuna verilebilecek tek yanıt: Banka borcu kadar bir tutardır…

Öykü bu. Bu çerçevede gelişen öyküde, Sami’nin eşi de dahil tüm arkadaşlarının kapanması istenen (aynı patronun bir diğer iştiraki) fabrikada çalışıyor olmaları önemli; patronun çevresi ise ya başbakanlar ya da çok zengin iş insanları ile dolu ve lüks içinde…

Emek sermaye çatışması…

Alıştıkları fabrikanın kapanmasıyla hepsi işsiz kalacak mahalleli, haklı olarak patronu protesto edip haklarını istemektedirler. Sami ise patronun oğlunun “özel oyuncağı” olarak ömründe göremeyeceği bir para kazanma şansı yakalamıştır.

Eşine ve arkadaşlarına durumunu açıklasa bir dert, açıklamasa bir başka… Çocuğun şımarıklığından yılıp da kaçsa bir, kaçmasa başka… Tam bir çelişki. Bu arada, patronun durumu da Sami’den aşağı kalır değil. O da şımarık da olsa oğluna taviz verse, yani yakınlık gösterse -ki, büyük olasılıkla kendisi de sevgisiz, empati yoksunu büyütüldüğü için- bir dert, göstermese oğlu gözlerinin önünde eriyecek. Sami hepsini çözecektir.

“Özel Bir Hediye” aslına bakarsanız, basit ama derinlikli, dram yüklü ama komedi ağırlıklı, patrondan yana gibi ama emekçiyi destekliyor… İzleyiciyi sarıp sarmalayan keyifli ve dokunan bir film. Hemen bütün popüler filmler gibi yüzeysel yaklaşım içerisinde, sorunun kaynağına inmeyen, dokundurmalarla değinip geçen, çözümü izleyicinin düşüncesine bırakıyor. Siz, eğer bilinçli biriyseniz çözümün ne olduğunu buluyorsunuz, değilseniz güldükleriniz yanınıza kâr kalıyor, belki küçük bir soru işareti ile çıkıyorsunuz salondan.

Poker surat…

Daniel Auteuil, çıkarlarının peşindeki patron Philippe Etienne’de başarılı. Sami, onun, oğluyla iletişim kurması için her ne olursa olsun, düşüncesinin ve tavrının yüzüne yansıması gerektiğine ikna etmeye uğraşıyor. Adam, o denli içselleştirmiş ki patronluğu bir milim bile gerilemiyor… Sami’ye hak verdiği bir konuşma sonrasında, maç izlerken gol olduğunda bile insanlar gerginliklerinden (korkularından da; ne de olsa patron, iki dudağı arasında yaşamları) kurtulamıyorlar.

İnsanların çıkarlarını gözeterek birbirlerinin üzerine çıkma hesapları sadece filmin geçtiği Fransa’da değil, tüm dünyada yaşanan bir gerçek. En küçük bir fırsat geçmeyegörsün ellerine, hemen satıyorlar birbirlerini… Gerçi hepsi farklı ırklardan ve tabii, renklerden ama filmde altı çizilen bir diğer konu göçmenler ve ucuz işgücü… Bizde de öyle değil mi? Kadın erkek ayrımı da işlenen bir diğer konu muhakkak ki.

Bizim ülkemiz açısından bakarsak, tam da kritik (bu son günlerin en moda sözcüğü, o nedenle ben de kullanıyorum) seçim sürecinde herkes yerini ve konumunu belirlemeli.

Keyifle izlenen, izleyiciyi rahatlatan film, (ben de dahil) kim ne derse desin. Filmin son sözü ise, çok eski bir slogan: “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!” Bakalım, Alexandre nasıl davranacak!

24 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(22 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

En Güzel Sığınak Belleğin Sığınağıdır

Filmekimi yolculuğumda izlediğim ‘Sekiz Dağ / Le Otto Montagne’ nihayet gösterimde. Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü dönen film Belçikalı yönetmen Felix van Groeningen ile oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch’in ortak imzasını taşıyor. İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin dilimizde de yayımlanmış aynı adlı otobiyografik romanından perdeye aktarılan yapım, bir ömürlük dostluğun, şehirli Pietro (Luca Marinelli) ile dağ çocuğu Bruno’nun (Alessandro Borghi) yıllar içinde her karşılaşmalarında paylaştıkları aşkları, kayıpları, babaları ile ilişkileri ve kesişen yazgıları üzerinden tıpkı romanda olduğu gibi sakin bir ırmak misali yol alıyor. Özellikle doğa tutkunlarının derinden etkileneceği bu zarif roman/film ‘Brokeback Mountain’ yazarı Annie Proulx’un ifadesiyle ‘dağlara bir kez olsun ilgi duymuş bizim gibi insanlar için çok yoğun ve insanın içini sızlatan bir hikâye anlatıyor’.

Öykümüz 1984 yazında başlıyor. 12 yaşındaki Pietro ailesiyle yazı geçirmek için geldiği dağ evinde yaşıtı Bruno ile sıkı bir arkadaşlık kuruyor. İçe dönük mühendis babanın kentli oğlu ile gurbet ellerde çalışmaya gitmiş duvarcı ustasının köylü çocuğunun ortak tutkusu dağların eteğine kurulmuş Grana köyünün mis gibi havası ve göz kamaştırıcı doğasıdır. Çayırları, buzulları keşfe çıktıkları zirve yürüyüşleri, terkedilmiş kulübeleri, viraneleri, eski değirmenleri inceledikleri yazlar boyunca iki çocuk gitgide büyürken, tüm farklılıklarına rağmen dostluğun anlamını öğreniyorlar. Yıllar geçtikçe birbirlerinden uzaklaşsalar da dağlara olan tutkuları yaşadıkları trajedilerde bile onları birarada tutacaktır.

Çocukluk, yetişkinlik, dostluk, insanın dünyadaki yerini arayış serüveni, baba-oğul ilişkileri, hayatın acımasız gerçeklerine dair evrensel temaları lirik bir dille işleyen metin 2012 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’ ile gönüllerimizi fethetmiş sinemacı çiftin elinde leziz bir filme dönüşmüş. ‘İnsan dünyadaki yerini aklının ucundan geçmeyecek bir bölgede ve biçimlerde buluyor’ diyor yazar Cognetti ve Belçikalı yönetmenler hayatın olanca hızına rağmen durup soluklanılması gerektiği yerde eşlik edilesi türden sakin, meditatif bu öyküyü perdeye taşıyor.

‘En güzel sığınak belleğin sığınağıdır’ diye ilave ediyor yazar ve yönetmenler. Yaz mevsimi karları erittiği gibi anıları da silip süpürüyor, ama buzullar dağların geçmiş kışların belleğini muhafaza ediyor. İşte bu yüzden dağlara, hikâyelerinin saklı olduğu yerlere dönüş yapıyor yetişkin dostlar. Her geri dönüşte öykülerini yeniden okuyabilmek için. ‘Sekiz Dağ’da sessizlikler besteci ve yorumcu Daniel Norgren’in country tadındaki ezgileriyle kaynaşıyor. Sinemacıların değişmez çalışma arkadaşı Ruben Impens soluk kesici görüntü çalışmasıyla yüreğe dokunan metnin görsel dilini yaratıyor. Mutlaka izlenmeli.

(21 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğa Soyut Bir Kavramdır: Sekiz Dağ

Babasının terk ettiği köyde kalmış Bruno ile (Alessandro Borghi) babasıyla düş(ünce)leri uyuşmayan Pietro (Luca Marinelli) çocukluktan başlayan samimi ve bir o kadar da kopmayan bir arkadaşlık kurarlar. Çocukluk yıllarında çocukça, büyüdükçe belki biraz uzak, yetişkin olunca daha sıkı sarılırlar birbirlerine. Kentte bürokrat olarak yaşayan babasının dağ aşkı baştan beri kentin (ve okulun) karalığından sıkılan Pietro için yeni bir kapıdır, belki bir uyum yakalayabilmeleri için. Bruno ise kenti deneyimleme olanağı pek de yolunda gitmez. Her iki arkadaş için dağ bir özgürlüktür, kim ne derse desin.

Pietro’nun babasıyla uyumsuzluğu, aslında kuşak çatışmasıdır. Baba, kendisinin hayata geçiremediklerini oğlu üzerinden gerçekleştirmek amacındadır. Aslında baba iyi niyetli olsa da oğlunun itirazlarına hak vermemiz gerekir. Onlar bu “açmaz”ı öğrendikten sonra Pietro’nun babasıyla Bruno’nun arası düzelir ve görmesek de keşif yolculuklarına çıkarlar.

Çevrecilik…

Ekoloji, günümüzün en çok dillendirilen konusu. Özellikle son yıllarda siyasal iktidarın beton saplantısı nedeniyle yeşil alan bırakmaması, ormanları kesip beton yığınıyla doldurması (Validebağ Korusu’na belediye tarafından moloz dökülmesi de aynı anlayışın sonucu) insanların tepkisini çekiyor. Doğal olarak itirazlar yükseliyor. Gezi Direnişi de benzer bir kalkışmaydı ve iktidar, direniş önderlerini haksız ve hadsiz yere cezalandırarak kendisini halkın gözünde mahkûm ettirdi.

Filmin başarısı yürekte…

Charlotte Vandermeersch, Felix Van Greoningen’in üstlendikleri senaryo yazımı ve yönetmenlik filmin katıldığı hemen her festivalde kabul gördü. Festival jürileri gibi izleyici de, bu denli geniş bir yelpazede güçlü bir film olduğunu gördü ve hakkını verdi. Özellikle Ruben Impens’in görüntüleri enfesti. “Ah, ben de o dağlara tırmansam, insan boyunu aşan karlara, insanı devirecek denli sert rüzgârlara, insanı sağır edecek denli sessizliğe ve yalnızlığa, her işin kendi omuzlarına yüklenecek olmasına karşın yılmam.” demedenen çıkan izleyici yoktur herhalde hangi ülkede, hangi salonda gösterilirse gösterilsin.

Manzara filmi demek filmi inkâr etmektir

“Sekiz Dağ” pastoral bir manzara filmi olarak tanımlansa da sadece manzara ile sınırlandırılamaz. Muhakkak ki, başarılı görüntüsüyle alabildiğine ferah dağ havasıyla izleyiciyi içine çekiyor. Aynı şekilde kentteki tekdüzelikten sıkılan gençler de dağda bir kulübe yaptırıp küçük bir işletme (süt, peynir taze otlar vb. satışı yapmak) ile “bağımsız” yaşamak istiyorlar. Bruno, onlara, “doğa dediğiniz soyut bir kavram; burada çayır, inekler, taş, dağ, güneş var” diyor. Bir araya gelip haydi köyde yaşayalı dediğiniz zaman, oraları da beton yığınına döndürürsünüz ister istemez. Bodrum ön bilinen örnek; gerçi hemen her kıyı köyü aynı… Bile isteye, zorluklarını göğüslemeyi de kabûl ederek, yılmadan, bıkmadan mücadele etmek gerekir dağda, köyde yaşamak… Filmin en can alıcı iki mesajı (biri kuşak çatışması, diğeri çevre gönüllülüğü) bunlardı. Peki, iki saati aşkın süren film bu kadar mı? Tabii ki değil, iki arkadaşın kopmaz bağlarla birbirlerine sarılmaları da öne çıkıyor (sanki herkes bu yönü almış ele, nedense bizimle de doğrudan bağlantılı asıl meseleyi göz ardı etmeye söz birliği etmişler).

Sığınılabilecek tek liman

Pietro, kaçıp kurtulmak isteğiyle Nepal’e gitse de orada da duramayıp dönüp geliyor ikide bir. Bruno ise zorluklara göğüs germeye çabalarken kız arkadaşı ve çocuğu kente dönünce yapayalnız kalıyor. Sığınabileceği tek liman yine çocukluk arkadaşı Pietro’dur ve ondan medet umuyor.

17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(21 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Balinayı Öldürmek

270 kiloluk dev bir balinayı andıran Charlie sorunlu kalbinin onu sıkıştırdığı ve ölüm zamanının geldiğini zannettiği anda o anda evinde bulunan misyoner gençten kendisine bir makale okumasını ister. Aşırı kiloları yüzünden hareket etmekte zorlanan edebiyat öğretmeninin bir öğrencisi tarafından yazıldığını akla getiren deneme, yazar Herman Melville’in tanınmış romanı ‘Moby Dick’ üzerinedir. Yazıyı kaleme alan kişi yazarın denizde olma öyküsünden söz eder. ‘Kitabın ilk bölümünde kendisine Ishmael adını veren Melville küçük bir sahil kasabasında Queequeg isminde bir adamla aynı yatağı paylaşır. Aynı pipodan tüttürürler, birlikte kiliseye giderler ve daha sonra tek bacaklı kaptan Ahab’ın kaptanlığında denize açılırlar. Kitap boyunca pek çok zorlukla karşılaşan Ahab’ın hayatı beyaz dev balinayı öldürmek üzerine kuruludur. Balinaların tasviri olan uzun sıkıcı bölümleri okuduğumda üzüldüm çünkü tüm bunların bizleri kısa bir süreliğine de olsa yazarın kendi kederli hikâyesinden kurtarmaya çalışmak üzere kaleme alınmış olduğunu biliyordum. Bu kitap benim kendim hakkında düşünmemi sağladı.’

Bilgisayar ekranından deforme bedenini saklayarak çevrimiçi ders verdiği öğrencilerine ‘yazdıklarınızda dürüst olsun’ tavsiyesi veren Charlie için de bir aydınlanmadır bu kısa deneme belki. Ders verdiği erkek öğrencisine kapılarak karısını ve henüz küçük yaşlardaki kızını terk edişi üzerinden 8 yıl geçmiştir. Delice tutulduğu Alan, papaz babası tarafından reddedilerek kiliseden atıldığında bir köprüden atlayarak hayatına son verdiğinde, pişmanlıklar içinde bocalayan Charlie, kayıpları ile başa çıkmak için aşırı ölçüde kilo almak suretiyle ölümünü hazırlama yolunu seçmiştir. ‘Elveda Las Vegas / Leaving Las Vegas’ta içkinin yardımıyla ölüme yatan Nicolas Cage misali şişmanlatıcı sağlıksız besinler tüketerek öz yıkım yolunda ilerleyen Charlie son demlerini yaşadığının farkındadır. Ağır kalp yetmezliği ve çok yüksek tansiyonuna karşın kendisine bakıcılık yapan Liz’in hastaneye gitme önerilerini sürekli reddeder. Son arzusu şimdilerde 16 yaşında olan uyumsuz ergen kızı ile yüzleşmek ve ona karşı pişmanlığını dile getirmektir. Ancak bu hesaplaşma süreci kolay geçmeyecektir.

‘Pi’ ve ‘Bir Rüya İçin Ağıt / Requiem for a Dream’ gibi çizgi dışı ilk dönem çalışmalarıyla tanıyıp sevdiğimiz New Yorklu yönetmen Darren Aronofsky, uluslararası başarılar kazandığı karakter odaklı ‘Şampiyon / The Wrestler’ ya da ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ gibi filmlerin ardından bu kez senaryoyu da kaleme almış olan yazar Samuel D. Hunter’ın bol ödüllü sahne oyunu ‘Balina / The Whale’den yola çıkmış. Metnin teatralliğine hiç dokunmadan tek bir mekânda geçen filmde ağır ve hüzünlü bir atmosfer hakim. Dışarda sürekli yağmurun yağdığı yarı aydınlatılmış, her bir köşesine fast food artıklarının saçılmış olduğu, ağır beden kokusunu hissedebildiğimiz kasvetli bir odanın içinde geçiyor herşey. Bu karanlık ev ortamında Brendan Fraser bir mucize gerçekleştiriyor. Hollywood’da kadri kıymeti bilinmemiş 90’lı yılların genç ve yakışıklı oyuncusunun aldığı kilolara ilave olarak son derece başarılı bir makyaj ve protez giysiler içinde sinema dünyasına dönüşü kelimenin tam anlamıyla görkemli. Bu 5 kişilik sahne oyunu/filmde onun nüanslı performansına eşlik eden, Liz’de Hong Chau, ergen Ellie’de Sadie Sink ve kısacık bir rolde görmeyi çok özlemiş olduğumuz Samantha Morton gayet iyiler. Öykünün katı gerçekçiliği ve duygusal patlamalarını benzersiz dokunuşları ile dengeleyen ve geçtiğimiz günlerde en iyi erkek oyuncu Oscar ödülünü kazanan Fraser’ın dönüşünü kutlamak için mutlaka izlenmeli.

(17 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Propaganda Yaşamın İçinde: Rebel

Eskiden misyonerler, din bezirgânları olurdu, sizi kendi görüşüne çekmek için çaba harcardı. Değişmedi, artık tebliğci olduklarını söylüyorlar. Türlü yalan dolanlarla kandırarak, belli bir strateji çerçevesinde militan devşirenler vardı bir dönem.

İsrail – Filistin savaşları sürerken İran – Irak savaşı çıkarıldı, oradan yeterince nemalanamayan siyasal güç, bu kez Suriye’de iç savaş çıkardı. Çok toplumlu bir ülke olması, etnik karşıtlıkların gündemden düşmemesi orada da bir savaşı körükledi. Kendilerini Siyasal İslam olarak gören ve (hemen bütün radikal gruplar öyledir, kendilerinin dışındakiler asla gerçek İslamcı değildir) hemen silahlanarak ortalığı kan gölüne çeviren IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) örgütü dünyanın birçok yerinden militan edindi.

Özellikle Avrupa’da, Müslüman ülkelerden çeşitli nedenlerle göç etmiş, gerek dinleri gerekse gelenekleri nedeniyle yabancı olarak dışlanmış gençleri kandırarak savaşa göndermeye başladı. IŞİD sadece dini bir silahlı örgüt değildi, hak ve hukuk tanımayan, kuralı olmayan, eli kanlı bir örgüttü.

Belçika’da annesi ve küçük kardeşi Nazım ile yaşayan Kemal, yoksul ve zorlu bir hayatı hak etmediğini düşünen, hızlı yaşayan ve rap müzik yaparak bunu dile getiren bir gençtir. Annesiyle tartışınca, kendisini IŞİD’cilerin arasında bulur. Onların kurallarını hiçe saysa da bir gün o simli perde kalkar ve gerçekler ortaya çıkar.

Bu arada Belçika’da da savaşçı devşirmeye çalışan IŞİD militanları Kemal’in küçük kardeşini kandırmak, onu da savaşa yollamak için girişimde bulunurlar. Küçük Nazım, hem annesinin kendisi üzerinde baskı kurmasından hem de okuldaki arkadaşlarının özellikle ağabeyi üzerinden kendisini aşağılamalarından sıyrılmak için bu teklifi kabul eder.

Küçük Nazım da bir savaşçıdır artık. Ağabeyinin durumunu öğrenir ve gecikmiş olsa da kaçar. Bütün zorluklar annelerin omuzlarına yığılmıştır; anne büyük oğlunun ardından küçüğünü kaybetmeyi hazmedemez ve peşinden Suriye’ye gider.

Suriye’de, savaşın en ön saflarında, IŞİD ile YPG (Yurtsever Partizan Güçleri) çarpışmaktadır. Anne YPG’li savaşçıların da yardımıyla küçük oğlunu bulur ve evlerine dönerler.

Film, özellikle rap yapan (veya seven) Kemal’in müzikleriyle etkiyi arttırıyor. Rebel’in “acı” anlamına geldiğini düşününce, itiraz eden bir müziğin, yani rap’in anlamı artıyor. Yaşanan acı, içine işliyor insanın…

Burada anne ile oğlunun öyküsünden çok dini kendi görüşlerine alet eden ve insanları kandırmak için her türlü hileyi yapmaktan çekinmeyen misyonerler öne çıkıyor. Ailenin tanıdığı, küçük Nazım’ı ikna etmeye çalışan din görevlisi her ne kadar karşı çıksa da gidişatı engelleyemez. Gerçekten iyi organize olan, her türlü iletişim olanağını kullanan IŞİD’ciler Nazım’ı götürürler savaşa.

İnsan filmden çıktıktan sonra, uzun bir süre izlediklerinin etkisinden kurtulamıyor. Yakın planlarla, etkileyici görüntülerle devam eden filmde, bir yandan da niye, nasıl, neden, kim bunlar sorusu dönenip duruyor izleyicinin kafasında. Öyle olsaydı, böyle olmasaydı diye doluya koyuyor aldıramıyor, boşa koyuyor dolduramıyor…

Aradan geçen on yıl kadar süre sonrasında, belki IŞİD gücünü ve etkisini yitirdi, ama milyonlarca insan canından, evinden, ülkesinden oldu. Hem değil mi ki bu savaş nedeniyle milyonlarca insan Türkiye’ye sığındı… Bu filmin bir sonraki ayağı, Türkiye’de kalması istenmeyen zorunlu göçmenlerin yaşadığı sefalet olmalı… 17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(14 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Emanet Çocuk

80’ler başlarının İrlanda kırsalındayız. Beşincinin yolda olduğu çok çocuklu çiftçi ailenin sessiz kızıdır Cáit. Kalabalık evlerinde hamile annesi, depresif kumarbaz babası ile her biri kendi havasında kız kardeşleri ona karşı öylesine ilgisizler ve yuvaları öylesine kasvetlidir ki, 9 yaşındaki Cáit ne evde ne okulda göz önünde bulunmaktan kaçınır sürekli. Küçük kız okul tatili başladığında yaz boyunca kalması için annesinin uzaktan akrabasına yollandığında, başta kendini tedirgin hissetse de kısa sürede endişeye yer olmadığını ve güzel günlerin onu beklediğini hisseder. Çocuk yeni evine gelir gelmez Kinsella çifti ile kendi ebeveynleri arasında dağlar kadar fark olduğunu keşfeder. Çocukları olmayan çiftin ona hiç tatmadığı sevgi, özen ve şefkati sunmasıyla aile ve ev denilen şeylerin daha önce deneyimlemediği olanaklarını keşfetmeye başlar. Utancın ve sırların barınmadığı bu evde kendi iç dünyasını ve duygularını tanıma şansı bulan ve gerçek mutluluğu yudumlayan küçük kız, münasebetsiz bir komşu kadının ağzından geçici ailesinin trajik geçmişini öğrenecektir.

Çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış -özgün adı ‘Foster’ bakıcı anlamına geliyor- 80 sayfalık novellasından yola çıkan ‘Sessiz Kız / An Cailín Ciúin’ mevsimin en ilgiye değer filmlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın bu ilk kurgusal çalışması hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip. Keegan’ın metninde olduğu gibi çocuk gözü ve hissiyatı ile aktarılan hikâye gücünü sessiz sadeliğinden alıyor. Yine özgün öyküde incelikle tasvir edilmiş olan İrlanda kırsalının el değmemiş yeşili ve pastoral güzelliği Kate Mullough’un görüntü çalışmasıyla perdeye yansıyor. İrlandalı besteci Stephen Rennicks’in filmi bir tül gibi saran meditatif müzik çalışması ayrıca övgüye değer. Keza filmin oyuncu kadrosu birinci sınıf. Sevgi ve ihtimamla bir çiçek gibi açan Cáit’te ilk filminde çok parlak bir yetenek olduğunu kanıtlayan küçük aktris Catherine Clinch ve ona eşlik eden Kinsella çiftinde Carrie Crowley ile Andrew Bennett gayet iyiler. Özgün İngilizce metni nesli tükenmekte olan İrlanda diline uyarlayarak hemşerilerine vefa borcunu ödemek istemiş yönetmen Bairéad. Çocukluk ve ebeveyn olmak üzerine çok önemli dersler içeren ve unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benzer bu güzel filmi mutlaka izlemenizi öneriyorum.

(10 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

65: Milyon Yıl Önce…

Bir nöroloji profesörü olan ve popüler bilim kitapları yazarı olarak tanınan Hoimar von Ditfurth’un yazdığı, sinemayı da iyi bilen (ışığı üzerimize değsin) Veysel Atayman’ın çevirdiği altı ciltlik “Dinozorların Sessiz Gecesi” sanki bu filmin çıkış noktası…

O kitabın girişinde dünyamızın oluşumu anlatılır, sonra canlılığın gelişimi… Yıllar önce okumuştum, ama aklımdan hiç çıkmayan bir tanımlaması var yazarın: Eğer kozmosta bir başka gezegen varsa ve erken gelişmiş bir teknolojiyle uzaya çıkmışlarsa (şu anda uzay çalışmaları tam da aynı amaçlı sürdürülüyor), dünyamıza rastladıklarında bu gezegende hiçbir canlı yaşayamaz deyip beklemeksizin başka gezegene doğru yola çıkarlardı…

Buzul dönemi, kuraklık dönemi, sıcak ama alabildiğine sıcak geçen belki de bin yıllar… Derken atmosfer oluşunca canlılık yavaştan başlıyor. Bilindiği gibi suda başlayan yaşam, karaya da çıkıyor. Kitabı anlatmak için değil, 65 filmi için klavye başındayım… Dinozorlar ve ardından göktaşlarının sona erdirdiği bir süreç. İnsanlık çok daha sonra…

Scott Beck ve Bryan Woods yazdıkları senaryoyu yönetmişler de… 65 milyon yıl öncesini anlatan bir film bu. Tam da “Dinozorların Sessiz Gecesi”ndeki gibi bir başka gezegenden gelen bir insanın dinozorlarla karşılaşması… Herhalde Adam Driver’ın canlandırdığı Pilot Mills de bir daha bu gezegene gelmemeye karar vermiştir.

Film, bir gezegenden başka bir gezegene yolculuk sırasında göktaşı yağmuru nedeniyle Pilot Mills’in yönetimindeki uzay aracı bilinmeyen bir gezegene düşer. Bu bilinmeyen gezegenin dünyamız olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?

Koa (Ariana Greenblatt) adındaki genç kız dışında tüm yolcular ölmüştür. Mills ile Koa kurtarma aracına ulaşmaya çalışırlar. Pilot Mills, kızını hastalık nedeniyle kaybetmiştir ve dilini bile bilmediği Koa’yı kızının yerine koyar. Gelişmiş teknolojik araçları olmasına rağmen insan, yine insandır ve duygusal davranır, bir başka gezegende yaşıyor olsa da…

Aksiyon bilimkurgu olarak tanıtılan 65 filminde belki dinozorların vahşi saldırılarını görmüyoruz, öyle bir beklentiniz varsa, unutun. Ancak gerek çok başarılı görüntü, iyi kotarılmış oyunculuk ve tam kıvamındaki temposuyla filmi heyecan, merak ve beklentilerle izleyeceksiniz, koltuğunuzda hop oturup hop kalkarak.

10 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(09 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ertelenmiş Bir Hayat

6 ay bilemediniz 8 – 9 ay ömrünüz kaldığını öğrendiğinizde ne yapardınız? Çocuk yaşlarda kafasına koymuş olduğu beyefendi olma hevesi doğrultusunda Belediye’nin Bayındırlık Bürosu’nda yıllarını tüketmiş olan Bay Williams ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde hayatını sorgulamaya başlar. Kamu görevlisi olarak senelerini verdiği yöneticilik koltuğuna bir gün bile geç oturmadığı bilinir yaşlı adamın. Yıllar ilerledikçe bürokrasi makinasının tüm anlamsız meşguliyetini giyinmiştir üzerine. Büro çalışanları gibi hep meşguldür ama aslında koltuğunu korumaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. Hayat gerçekten sadece bundan mı ibarettir? Dostumuzun bu soruyu ciddiye alması için kalan günlerinin iyice azaldığını fark etmesi gerekecektir.

İKSV festivallerinde izlediğimiz ‘Güzellik / Skoonheid – Beauty’ (2011) ve ‘Moffie’ (2019) gibi eşcinsellik teması üzerinden ilerleyen filmleriyle tanıdığımız Güney Afrikalı yönetmen Oliver Hermanus’un 2 dalda Oscar adayı olan son çalışması ‘Yaşamak / Living’ sinema tarihini iyi bilen okurların bu kısa girişten tahmin edebilecekleri gibi Japon sinemasının büyük ustası Akira Kurosawa’nın 1952 yapımı unutulmaz klasiği Ikiru’nun 70 sonra kotarılmış yeniden çevrimi. Japon ustanın II. Dünya Savaşı yıkımından çıkalı çok olmamış hızla kalkınan memleketinde güncel olarak çektiği film aynı yıllar Londra’sına taşınmış ve 70 yıl sonrasında haliyle bir dönem filmine dönüşmüş. İlk versiyonda Uzak Doğu’nun muhteşem oyuncularından Takashi Shimura’nın hayat verdiği Watanabe’nin yerini almış olan İngiliz sinemasının deneyimli aktörlerinden Bill Nighy’nin Bay Williams performansı gerçekten çok incelikli.

Sabahları demiryolu istasyonunda mesai arkadaşları gibi takım elbisesi ve şapkasıyla Londra treni için peronda bekleyen yaşlı adam neye dönüştüğünün farkına bile varmamıştır. Karısını erken kaybetmiş, aynı evde yaşadığı oğlu ve karısı ile sevgisiz bir ilişkisi olmuştur hep. Çok kısa bir ömrü kaldığını öğrendiğinde işleri düzene sokmak ve rutin görevler dışında biraz olsun yaşamak ister. Ancak hayatı işlem bekleyen dosya kuleleri arasında geçtiği için yaşamanın ne olduğunu bilmediğini hüzünle idrak eder. Biraz olsun nefeslenebilmek için kendini attığı sahil kasabasında karşılaştığı bohem yazara açılır önce. Onunla birlikte kentin eğlenceli gece hayatına dalar. Kalan azıcık yaşamı ele geçirme çabasındadır. Sıkıcı Belediye ofisinden ayrılarak bir cafede çalışmak isteyen Harris ile oyalanır bir süre. Onun yaşama iştahına, her şeyi neşeli ve eğlenceli hale getirme biçimini hayranlıkla izler. Genç kızın ofis çalışanlarına taktığı isimler ile eğlenirken, kendisinden hareket edebilen ancak bir Mısır mumyası misali ölü olduğunu düşündüğü ‘zombi’ lâkabını taktığını acı bir gülüşle karşılar. Bunca yıl biriktirdiği parası ile gezip tozmanın ötesinde, sona ermekte olan yaşamına anlam katabilecek bir şeyler yapmalıdır. Büronun kapısını aşındıran üç kadının evrak kulesinde unutulmaya terkedilmiş dilekçesi gelir aklına: biteli çok olmamış savaştan kalma bomba çukurunun dibindeki yoksul mahallenin yanı başındaki içinden lâğım suyu akan, koca koca farelerin cirit attığı mezbelenin çocuk parkına dönüştürülmesi projesini ne pahasına olursa olsun hayata geçirmek yaşlı adam için ölüm kalım meselesi haline gelmiştir artık.

Tanınmış Japon yazar Kazuo Ishiguro’nun özgün metni 50 dakika kadar kısaltarak 1950’ler İngiltere’sine uyarladığı Oscar adayı usta işi senaryosu ve yine Oscar adayı Bill Nighy’nin yorumuyla öne çıkan ilgiye değer bir çalışma ‘Yaşamak’. Kişisel tarihimin en iyi 10 filmi arasına rahatlıkla aldığım özgün Kurosawa versiyonu ile kıyaslamamak koşuluyla hiçbir zaman eskimeyecek evrensel mesajı üzerinden insan ve hayat üzerine çok önemli şeyler söyleyen.

(09 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sessiz Kız: Kadınlar Gününe Özgü…

08 Mart, biliyorsunuz Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilince tüm dünyada kutlanmaya başladı. Gün boyu hemen her yerde tarihini, yaşananları ve olup biteni duymuş, izlemişsinizdir. 08 Mart önemli bir yıldönümüdür ve hepimiz, hepimizi var eden kadınları kutlamalıyız.

Colm Bairéad, İrlanda’da, sıradan bir ailenin sıradan yaşamına konuk ediyor bizleri. Gösteriminin 08 Mart haftasına denk gelmesi bizler için önemli bir tesadüf. Filmin tanıtımında “hastalıklı bir aile” diye tanımlansa da, hemen her ailenin, hemen her ülkede yaşadığı pek farklı değil. İlk filmini çeken Yönetmen, izleyiciye bir pencereden gerçekliği izletiyor. Başı sonu olmayan, nerede ve nasıl başladığı bilinmeyen, nasıl biteceğinin de kestirilmesi imkânsız bir zaman kesitinde merak ve heyecanla birlikte duygular da dorukta.

Kemalettin Tuğcu öyküleri gibi gözü yaşlı, abartılmış dramatik yapısı olmayan ama öykü kurgusu anlamında pek de fark etmeyen filmi İrlandalılar da çok sevmiş ki hem en çok izlenen film olmuş hem de farklı festivallerden ödüller almış hem de İrlanda’nın Oscar adayı olmuş…

Bizde de vardır, özellikle çok çocuklu aileler bakmakta zorlandıkları çocuklarını akrabalarına yollar, hem bakımı sağlanmış olur, tırnak içinde de olsa mutlu olması sağlanır hem de bakan aile ücretsiz bir yardımcı bulmuştur. Herkes mutludur. Tabii, yürekler, gönüller, duygular… Onları kimse görmediği için pek de önemsenmez.

Cait (Cathrine Clinch) de ilk filminde alabildiğine başarıyla canlandırıyor yuvadan atılmış küçük kızı. Anne babasının vurdumduymazlığı, gittiği ailenin insani davranışı, ama yaşananları, çenebaz bir komşu kadından öğrenince düştüğü darboğazı ama her ne olursa olsun kararının sevgiden yana olması gerçekten insanın içine işliyor.

10 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(08 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kocaman Kalpli Otto

“Zamana gelince, o da acayip bir şeydir. Birçoğumuz yalnızca önümüzde serili olan zaman kadar yaşarız; günler, haftalar, yıllar. Bir insanın yaşamındaki en acı veren anlardan birisi, arkasında bıraktığı günlerin, geriye kalan zamandan daha fazla olduğunu fark ettiği yaşa ulaştığını hissettiği andır. Artık yaşanacak diğer şeyler için zaman kalmaz. Sadece anılar için belki…” İsveçli yazar Fredrick Backman’in tanınmış romanı ‘Ove Adında Bir Adam / En Man Som Heter Ove’de ana karakterin deyişleridir bunlar. 2015 yılında memleketlisi Hannes Holm tarafından beyazperdeye aktarılan eser bizde sinemalara gelmemiş, –futbolsever bir çevirmenin azizliği olsa gerek- roman olarak yayımlandığı ‘Hayata Röveşata Çeken Adam’ adıyla TV ve dijital platformlarda gösterilmişti. Hayat üzerine unutulmaz dersler içeren ve Ove rolünde İsveçli aktör Rolf Lassgard’ın parladığı bu sımsıcak öykünün Amerikalı tanınmış oyuncu Tom Hanks’in ilgi alanına girmesi pek de uzun sürmedi. Tam 7 yıl sonra yapılan yeni çevrim ‘A Man Called Otto’ ülkemizde eserin dilimize yerleşmiş Türkçe adı korunarak gösteriliyor.

Yeni versiyonun ‘Otto’su olan Hanks ilk bakışta herkesin yaka silktiği o yaşlı huysuz adamlardan. Hani o çocukken kapısının önünde oynadığınız zaman ‘gidin başka yerde oynayın, gürültünüzü çekemem’ diyen ya da bahçesine kaçan topumuza el koyan aksi amcaları akla getiren. Ohio’nun sakin bir beldesinde mazbut bir mahallede yaşayan 70’ine merdiven dayamış Otto site yöneticisi olarak kurduğu düzeni çok seven bir adamdır. Mahalle nöbetini ve sabah teftişlerini hiç aksatmaz. Ama o ne kadar karşı çıksa da dijital çağ her şeyi dönüştürmüş, onun zamanı dolmuştur artık. Yıllardır çalıştığı fabrikada yönetimden alınması, iş saatlerinin azaltılması yetmediği gibi, kendi deyişiyle ‘akıllı telefonuna bakmadan hangi yılda olduğunu anlamakta zorlanan’ genç asistanını amir diye başına getirdiklerinde emekliliğini ister. Her hafta pembe çiçeklerle mezarını ziyaret ettiği hayat arkadaşını da yitirdikten sonra daha fazla yaşamanın bir anlamı kalmadığını düşünür. Bu dünyadan çekip gitmek için türlü yollar dener ancak karşı eve taşınan Meksika göçmeni Marisol ve sevimli ailesinin devreye girmesi onu yeniden hayata bağlayacak, genetik rahatsızlığı nedeni ile genç yaşından itibaren büyük olan kalbini yeni edineceği dostlara ve yardım bekleyen komşularına sonuna kadar açmaktan geri durmayacaktır.

Deneyimli yönetmen Marc Foster’ın yönettiği yapım, girift kurgu sinemasından vazgeçmem diyen izleyicilerin bile güzel bir molaya ihtiyacı olduğunu düşündüğüm hayata dair şirin bir Tom Hanks filmi. Usta oyuncu yapımcılığını da yaptığı yapımın tek hakimi. İlk versiyonun İranlı Pervane’sinin yerini almış 3 çocuk annesi Marisol’de Meksikalı aktris Mariana Treviño ve hayli geniş tutulmuş geriye dönüşlerde Otto’nun gençliğini canlandıran usta oyuncunun öz oğlu Truman Hanks gayet iyiler.

(03 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com