Kategori arşivi: Yazılar

Kaderden Kaçılmaz

Zeki Demirkubuz’u çok özlemişiz. 15 Aralık’tan beri gösterimde olmasına rağmen rahatsızlığım nedeniyle yeni izleyebildiğim ‘Hayat’ yönetmenin 2016 yılında görücüye çıkan ve çoğu eleştirmenin belli bir mesafe ile yaklaşmasına karşın kişisel olarak pek sevdiğim, evlilik ve küçük burjuva yaşamının sahteliklerle örülmüş evrenini üçlü bir ilişki çerçevesinde ele alan ‘Kor’un ardından gün ışığına çıkan yeni filmi. Auteur sinemacımızın son opusu 30 yıllık kariyerinin sıkı bir özeti olarak gönüllerde yer alırken, ‘Masumiyet’, ‘Kader’ ya da ‘Üçüncü Sayfa’ gibi ilk dönem başyapıtlarının izini sürüyor. Ancak onlar denli karanlık bir yöne doğru yol almıyor, hüznüyle sevinciyle hayatın getirdikleri ya da kaderin belirlediği çizgide paylarına düşeni alan iki genç insanın öyküsünü izliyoruz.

Sinop iline bağlı Boyabat ilçesinde yaşayan, anne ve babasını küçük yaşta yitirmiş, fedakâr dedesinin mütevazı fırınında çalışan Rıza, görücü usulü nişanlandığı aile dostunun kızı Hicran ile evlilik hazırlıkları yaparken, genç kızın bir not bile bırakmadan büyük kente kaçışı delikanlıyı derinden sarsıyor. Etrafa karşı aldırmaz görünüyor ama neden istenmediğinin yanıtını bulmak onun için bir saplantıya dönüşüyor. İstanbul’a giderek rüyasında gördüğü Hicran’ın izine ulaşıyor ardından. Özgürlüğünün peşindeki genç kızın başkaldırısını anlayabiliyoruz ancak gelecek hayalleri kaderin pençesine takılmaktan kurtulamıyor. Hicran’ın pezevengine silah çeken Rıza hapse girerken ortada kalan kız Yeşilçam melodramlarının ‘büyük şehirde batağa düşen kadın’ klişesini yıkarak aile ocağına dönüyor. Baba evinde horlanmaya, küçük yerleşim bölgesinde kötü gözle bakılmaya katlanan Hicran’ın kısıtlı çevresinde kendisine küçük bir özgürlük alanı yaratma çabasına tanıklık ediyoruz, lakin kaderine boyun eğerek yaşça kendinden büyük çocuklu bir adamla evlenmeye razı oluyor.

Pek fazla konuşmuyor, duygularını açığa vurmuyor Hicran. İki gencin aylar sonra bir araya geldiği finalde ise Demirkubuz sinemasını bilenler için şaşırtıcı bir iyimserlikle karşılaşıyoruz. Rıza’nın beklenmedik dönüşü Hicran’ı da şaşırtıyor ve onun Tayvanlı usta Tsai Ming – Liang’ın 1994 yapımı ünlü klasiği ‘Yaşasın Aşk / Vive L’Amour’un unutulmaz finalinden esinler taşıyan plan sekans dışavurumu ‘Hayat’ın en güzel bölümlerinden biri olarak kayda geçiyor. Demirkubuz’dan gelen mutlu sonu yadırgıyoruz önce. Kendisi bir röportajında ‘yaşamın insanı yumuşattığını, geçen zamanın insan ruhunu ve düşüncelerini değiştirdiğini’ ifade ediyor gerçi. Sinema kariyerinde ilk kez kullandığı rüya sekanslarından (oğlan ve kız aynı rüyayı görüyor) yola çıkarak Hayat’ın son bölümünün bir düş olduğu fikri düşüyor akla. Hani Luis Buñuel’in ölümsüz başyapıtı ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’da Séverine’in mutluluğun düşünü gördüğü o eşsiz final sahnesinde olduğu gibi.

Hayatın kendisi gibi farklı yorumlara açık güzel bir film bu. TV dizilerinden aşina olduğumuz genç yetenekler Burak Dakak ve Miray Daner’in sinemadaki ilk önemli performansları, dedede Kıbrıs asıllı usta oyuncu Osman Alkaş’ın incelikli yorumuyla parlıyor. Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ardından bizleri bir kez daha hayran bırakan Cevahir Şahin – Kürşat Üresin ikilisinin görüntü çalışması ise olağanüstü yine.

(12 Ocak 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Devlet, Örgütler ve Cüneyt Arkın: Arıcı: Ölüm Kovanı

Adam (Jason Statham) arıcıdır ve komşusu yardımsever Eloise (Phylicia Rashad) bir çağrı merkezinin siber saldırısıyla dolandırılınca intihar eder. Buraya kadar bir sorun yok, zaten film bu olayın üzerinden örülüyor. Arıcı, aslında bir gizli örgütün “emekli” elemanıdır. Arkadaşının intikamını almak için harekete geçer. Tamam, öyküyü artık siz tamamlayabilirsiniz; çünkü filmde Statham varsa vurdulu kırdılı aksiyonun dorukta olduğu bir film izliyoruz demektir.

Adam, önce o çağrı merkezini bulur; öyle kolay değildir bu, çünkü onlar da en az bir örgüt titizliğiyle ve alabildiğine güvenlikli olarak gizlenmiştir. Ancak gerek devletin ilgili birimlerinde gerekse emeklisi olduğu örgütün içinde hâlâ arkadaşları vardır ve onların izini bulur. Tabii ki, şiddetin doruğunda sahneler arasında çağrı merkezini ve bulunduğu binayı yakar, kaçabilen canını kurtarmıştır.

Cüneyt Arkın bunun neresinde?

Çağrı merkezi sahibi, dolandırıcı Derek Danforth (Josh Hutcherson) ile onların da tepesindeki Mickey (David Witts) da boş durmayacak, kendilerinin bir merkezine saldıran Adam’dan intikam alacaktır; gerçi geriden daha birçok merkezleri vardır ama zararın neresinden dönülse kârdır. Cüneyt Arkın burada giriyor filme… Tabii ki, Cüneyt Arkın’ın kendisi değil… Onun filmlerde saçının bile dağılmadığını biliyorsunuz; herkesi öldürür ama karşısındakiler ne kadar gaddar ve keskin nişancı olsa da vurulmaz asla (vurulduğunda da ayakta kalır tabii, “mutlu son”a ulaşana dek). Statham da bir ordunun arasına dalar, yakar yıkar, öldürür ve sıyrık bile almadan sıyrılır oradan. Yeni sinema anlayışının gereği uzaklara gider, çünkü film tutarsa devamı çekilecektir muhakkak.

Şiddet şiddeti doğurur

CIA, FBI, Devlet Başkanı ve onu koruyanların katil ruhlu güvenlikçileri (burada yoktu, ama MOSSAD, KGB de dâhil edilebilir hiç kaygılanmadan) insanların arasındalarmış, hiç günahsız insanlar da ölecekmiş, her yer darmadağın olacakmış diye düşünmeden sürekli silahlarını ateşler ve birbiri ardına mermi yakarlar (siz bir merminin ne kadara mal olduğunu biliyor musunuz? Neyse, Türkiye’ye girmeyelim şimdi.)

İşin içinde devlet ve onun gizli açık örgütleri varsa orada ne huzur olur ne de şiddet tükenir. Anladınız siz, siber dolandırıcılar da, onlarla mücadele eden polis ve diğer gizli örgütler de devletle iç içedir. Aksiyondan hoşlananlar, verilmek istenen mesajdan kendilerine bir ders çıkarmayı sevenler çok beğenecektir Arıcı: Ölüm Kovanı (The Beekeeper) filmini

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(11 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kendi Gücüne Güven: Onat Kutlar Belgeseli

Üç kişi bir araya gelmiş, kendi güçleriyle, harçlıklarını bir araya getirerek bir dergi çıkarmışlar: a. Yarım yüzyıldan önce çıkan bu dergi öyle bir devrim yaratmış ki, adı hâlâ unutulmamış, hatta devamı da (yeni a) gelmiş. Onlardan biri Onat Kutlar. Hem edebiyatçıların hem sinemacıların hem de muhaliflerin Onat Abi’si…

Onat Kutlar, bir yıla yakın bir süre Paris’e gitmiş, orada sinemanın gücünü görmüş, olanaklarını keşfetmiş. Yine üç kişiyle Sinematek’i kurmuşlar. Öyle bir rüzgâr estirmiş ki Sinematek, Yeşilçam’ı da ayaklandırmış, yeni ve toplumsal gerçekçi filmler yapılmaya başlanmış. Tabii ki, sinemanın özünde var toplumu etkilemek, tek etken Sinematek olamaz, ama Sinematek’in etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Sonra… sonra dergiler, paneller, açık oturumlar, konferanslar, festivaller gelmiş. Bugün, sinemamızın gücünü ve tanınırlığını o örgütlülükte aramak gerek; ama önce Onat Abi’nin yılmaz ve üşenmez kararlılığında ve gücünde tabii.

Bölünmek her zaman kötü olmaz

Tek hücreler bölünerek çoğalır ve bedeni, canlıyı oluşturur; buna da bağlı olarak bölünmek her zaman uzak tutulması gereken bir şey değildir. Yabancı filmlerin yeterince salon bulamadığı, siyasal iktidarların sansür kılıcını sürekli tepesinde sallandırdığı sinema, Sinematek’in izleyicinin de haklı katılımıyla birçok sorunu aşmış. Arkasından devletin de gücüyle (Sinema TV Enstitüsü ve Türk Film Arşivi) Yeşilçam yeni bir adım atmış. Tabana yayılan bu tartışmalarla büyüyen yeni durum sinemamızı bugünkü düzeyine çıkartmış.

Gelişen sinemamızın yaşadığı sorunları; siyasetçilerce gündeme yeniden ge(tiri)len “uhuletle ve suhuletle” tartışması ve çözüm bulması bir gelişimin nasıl olacağının da göstergesi aynı zamanda. O dönemin (gerek teknik gerekse toplumsal ve devlet tarafından çıkarılan) birçok sıkıntısını sadece yürek ve kendi gücüyle aşmayı başaran sinemamızın bilinmeyen kahramanlarının anlatıldığı “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeseli, yeni belgesel, hatta sözlü tarih ve nehir söyleşelere de kapı açacak.

Günümüzle bağlantısı…

Belgeselin özel gösteriminden çıkınca diğer izleyicilerle konuştuk ayaküstü. Onat Abi ve arkadaşlarının (tabii, Şakir Eczacıbaşı, Ömer Pekmez, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Vecdi Sayar ve diğerlerini de anmalıyım kuşkusuz) yaptığı bu “devrim”in… (sahi, bir devrim bu yapılan, sinemamızda yeni kapıların açılması, yeni güçlerin, yeni bakışların gelmesi ve önünde yolların açılması) günümüzün sanatsal ve kültürel hatta sosyal ve siyasal hayatında da kapı(lar) aralamasını diliyoruz. Neden böylesine geniş bir alanda önemli bu belgesel? Çünkü gerek Onat Kutlar ve arkadaşlarının oluşturduğu Sinematek’in gerekse karşısına devlet eliyle çıkarılan Türk Film Arşivi’nin (bu arada hemen belirtmeliyim ki, Türk Film Arşivi, topun geri tepmesi gibi devlet eliyle kurulmuş olsa da sinemanın ve sanatın yanında, sansürün karşısında artık) alabildiğine olgun ve yararlı tartışmalarını izleyip örnek almalıyız. Mesela egemen erk Anayasa’yı kabul etmiyor, en hafif deyimiyle tebdil, tağyir ve ilga ediyor neredeyse… Hukuk olmazsa ne demokrasi olur ne toplumsal huzur ve barış. Çok kısa bir süre sonra yerel seçimler yapılacak ve daha ilk günden birbirlerine hırçınca saldıran aday ve parti yetkilileri bu belgeselden geleceğimizin yolunun nasıl çizilmesi gerektiğini öğrenebilirler.

Son sözümüz, bu, burada kalmasın yeni belgeseller, yeni filmler çekilsin, yeni kitaplar yazılsın, hepimiz yakın tarihte yaşananların önemini kavrayalım, geleceğimize yol göstersin.

Dijital platform Mubi’de gösterimde…

(10 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sürprizli ve Çok Neşeli: Argylle: Gizli Casus

Film, Yunan adalarından ya da kıyılarından birinde, inanılmaz bir kovalamacayla başlıyor. Bu, Türkiye’de çekilebilir miydi acaba diye düşündürttü beni. Sahi, gerçekten neden bizim kıyılarımızda çekilemez. Çünkü bütün dokuyu yok ettik, bütün güzellikleri betona boğduk. Artık tipik Ege yaşamı yok bizim kıyılarımızda ve doğal olarak da tanıtımını bile yapmakta zorlanıyoruz.

Bir casus filmine böylesi bir hüzünle girince insanın içi acıyor. Ama film o acıyı büyütmeme izin vermiyor. Argylle tipik bir casus, yakışıklı, göz alıcı, görünümüyle de giyimiyle de fark ettiriyor. James Bond’dan bu yana hemen bütün casuslar böylesi ayrıksı; hemen tanınabilecek denli çarpıcı.

Ama Argylle’den önce o karakteri yazan/yaratan yazar filmin ana kahramanı… Romanın yazarı, Elly Conway takma adıyla, hem nasıl yazdığını anlatıyor (epey güzel ipucu var, casus romanı hem de kendisi de bir casus olarak yer alıyor. Tabii ki bir casus filminin gizemli, kaçma kovalamalı, şiddet sahneleriyle, bol ölümle dolu olması beklenir, ama bu kez film, Jason Fuchs’un senaryosuyla Matthew Vaughn’in yönetiminde daha bir rahat izlenir ve daha bir gerginlikten uzak olarak yansıyor beyazperdeye.

Hemen bütün casus filmlerinin vazgeçilmez trükleri var filmde, sürprizler yer alıyor; bu umulmadık ya da öngörülmedik bir şey değil. En büyük özelliği, Argylle’in yakın (hep biri vardır yanında bu tür karakterlerin ve onu kurtarır her türlü tehlikeden) çalışma arkadaşı dışında, yazarla birlikte olayları yaşayan/yaşatan bir başka “yakın çalışma arkadaşı” olması ve tabii, o da olmadık zamanlarda olmadık tehlikelerden koruyor yazar casusu.24

Filmdeki bir diğer “yakın çalışma arkadaşı”nı, sırt çantasında taşınan ve tüm filmde yazar casusun yanından hiç ayrılmayan, kediyi unutmamak gerekir. O da “yakın çalışma arkadaşı” niteliğini yerine getiriyor.

“Küstah mizah” diye bir tanım çarptı gözüme bu filmle ilgili… Sahi, bu filmin mizahı küstah mı acaba? Bana öyle gelmedi. Bu soğuk kış günlerinde izleyicinin içini ısıtan, ışıltılı, renkli ve alabildiğine neşeli bir film olduğunu düşünüyorum.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(01 Şubat 2024)

[email protected]

Geçmiş ile Yüzleşmek

Bağımsız auteur sinemacı Todd Haynes’in geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘May December’ özgün adını aralarında büyük yaş farkı olan çiftlere yakıştırılmış tabirden alıyor. Bizde ‘Bir Skandalın Peşinde’ adıyla gösteriliyor yapım, çünkü 90’lı yılların başlarında yaşanmış sansasyonel gerçek bir hikaye söz konusu. 1992 yılında 34 yaşında olan Mary Kay Letournaeu’nun henüz 12 yaşındaki ortaokul öğrencisi Vili Fualaau ile ilişkisi bir dönem ortalığı ayağa kaldırmış, ikilinin gönül bağı kadın öğretmen tecavüz suçu ile hüküm giydikten sonra da sürmüş. Çiftin ilk çocukları cezaevinde dünyaya gelmiş, Letourneau’nun hapisten salıverildiği 2004 yılında evlenmiş ve 2 çocuk sahibi daha olmuşlar.

Filmin Sammy Burch tarafından kaleme alınan senaryosu şok edici magazinel vakaya sadık kalmakla birlikte ana karakterlerin adları değişmiş. 2015 yılında 50’li yaşlarının sonlarındaki Gracie (Julianne Moore) 30’lu yaşlarını süren Joe (Charles Melton) ile Savannah, Georgia ‘daki evlerinde liseyi bitirmek üzere olan çocukları ile birlikte görünürde sakin ve huzurlu bir yaşam sürdürmektedir. Magazin basınını yıllarca meşgul etmiş (ve bu sayede onlara para da kazandırmış) öykülerinden yola çıkacak bağımsız bir yapımın kadın oyuncusu ile görüşmeyi kabul etmişlerdir. Bir TV dizisi ile parlamış Elizabeth Perry (Natalie Portman) ön araştırma yapmak üzere villalarına geldiğinde onu mesafeli bir sevecenlikle karşılar Gracie. Aradan geçen onca yılın sonunda toplum tarafından görünüşte belli ölçüde kabullenilmiştir evlilikleri. Lakin villanın kapısına düzenli olarak bırakılan hayvan pisliği muhteviyatlı paketlerle tepkilerini sürdürenler de vardır ve hep olacaktır. Bu koşullar altında aşk hikâyelerinin daha anlamlı bir biçimde dile gelmesi arzusuyla Gracie’nin Elizabeth ile yakınlaşmasına tanık oluruz. Elizabeth’in çiftin geçmişine yönelik araştırması ailenin derinliklerine doğru bir yolculuğa dönüşmekte gecikmez. Geçmiş Elisabeth’in varlığıyla birlikte gün yüzüne çıkarken sorgulanan aile dinamiği çözülmeye başlar. Elisabeth’in etkisi altında Gracie ve ailesi unutulmaya yüz tutmuş duyguları, hayalleri ve yaşanamamışlıkları ile yüzleşme fırsatı bulacaklardır.

‘May December’ şaşırtıcı, tuhaf, zaman zaman komik ve kimi yabancı eleştirmenlerin yerinde saptaması ile ‘camp’ özellikleri yanında dokunaklı bir trajedi ve keder barındırıyor. Film bir yandan Gracie’nin hayatı dilediği gibi yaşamayı seçmiş, Edith Piafvari ‘başına gelen hiçbir şeyden pişmanlık duymayan’ tavrının altındaki hüznünü ve çocuk yaşta kabullendiği tutku ve bağlılık girdabında büyüyememiş hep çocuk kalmış genç adamın geçmiş ile hesaplaşmasını soluk soluğa sergiliyor. Öte yandan Elizabeth karakteri ile ihtiraslı bir aktrisin mesleğinde yükselme arzusuyla çevresindeki insanların duyguları ve özlemleri ile nasıl ustaca oynadığını gözler önüne seriyor.

Genel geçer ahlâk kurallarına çarparak yara alan aşkların usta sinemacısı Haynes duyguların ve zaptedilemez tutkuların filmini çekerken, hikâyenin sansasyonel özüne yakışır sinsice patlamaya hazır, tecavüzkâr bir ses bandı tercih etmiş. Joseph Losey’in Harold Pinter’ın senaryosundan çektiği 1971 yapımı L. P. Hartley uyarlaması ünlü klasiği ‘Arabulucu / The Go-Between’in Michel Legrand tarafından bestelenmiş benzersiz temasını aynen kullanmış. Gracie ile Elizabeth’in yakınlaşması ve aynalar önünde masklarının benzeşmeye başladığı sahnelerde ‘Persona’ tadını duyumsamaktan kendimizi alamıyoruz. Amerikalı yönetmen daha önce 2 kez çalıştığı Moore (‘Safe’ ve ‘Cennetten Uzakta / Far From Heaven’) ile Portman’dan nefis oyunlar alırken ‘Riverdale’ dizisiyle parlayan Melton ilk önemli sinema deneyiminde yıldız oyunculuğa adım atıyor.

(08 Ocak 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Görünüşte Aşk Ya Da Daha Fazlası: Narsistle Aşk

Bir film, izlerken eğer, görüntüye, ışığa, oyuncuya takılmıyorsanız o zaman sinemadır. Bu saptama, sinemanın belki de en birincil göstergesidir. Valerie Donzelli, Éric Reinhardt’ın romanını alabildiğine başarılı ve izleyiciyi sarsacak denli iyi uyarlamış. Filmin temel mesajı: “Yaşam, sizin bekledikleriniz değil size sunulandır.”

Eğlenmeye giden ikiz kardeşin biri, çocukluğundan bile anımsayamadığı bir gençle karşılaşır. Sevimli görünen ve alabildiğine nezaketle yaklaşan yakışıklı bu gençle aralarında bir çekim oluşur. O çekimin aşka dönüşmesi hızlı olacaktır ve evlenirler.

Ondan sonra…

Eskilerin bir deyişi var, bağışlayın, “Tapuyu aldın mı, her şey mubah” derler. Erkek de evlendikten sonra eteğindeki taşlar dökmek, kıskançlığını göstermek, yaşamı işkenceye çevirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, çocuklarını da o işkenceye alet ederek…

Bizim ülkemizde pek görülmeyen, ama olması gerektiği herkes tarafından dile getirilen psikolojik desteğin Fransa’da verilmesi önemli. Çıkışı bir başkasında bulmayı kararlaştıran genç kadın belki de daha büyük bir sorunun doğmasına yol açıyor. Yine bizim ülkemizde, “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımıyla katledilen kadınların sonuna benzemiyor oradaki kadınların yaşadıkları. Kendini beğenmiş koca, her şeyin kendi istediği gibi olmasını (filmin adı da narsist zaten) bekliyor ve göremediğinde tepki gösteriyor, şiddete varacak denli acımasızca.

Kadınların kendi yaşamlarını kendilerinin kurmaları, erkeklerin ‘benim dediğim olacak’ tavrını bırakmaları, iki tarafında alabildiğine haklı ve güçlü olduğunu kabûl etmeleri gerekiyor. Kadınların “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” sloganında kendisini bulan o güç, bu filmin özünü oluşturuyor. Eşine baskıcı davranan erkeklerin, ama önce görücü usulüyle evlenen kadınların da hak ve özgürlüklerinin olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

Kadınların, sadece bizde değil, tüm dünyada haykırdıkları “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganı hayata geçsin artık.

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(08 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Canım Benim

Kaybettiklerimiz 2023

Levent Yücel (03 Ocak 2023), Tiyatro ve Sinema Oyuncusu (?????)
Sadun Aksüt (03 Ocak 2023), Bestekar, Oyuncu (?????)
Burhan Çaçan (12 Ocak 2023), Türkücü, Oyuncu (Fatih Camii)
Muammer Özterzioğlu (14 Ocak 2023), Makinist, Bölge İşletmecisi, Sinema İşletmecisi (İzmir, Görele)
Ersin Ökten (18 Ocak 2023), Sinema, Tiyatro, Dizi Oyuncusu (Ayvalık Saatli Camii, Ayvalık Mezarlığı)
Yalçın Yelence (20 Ocak 2023), Yönetmen, Senarist (Kartal Soğanlı Nursen Özdayı Safa Camii)
Orhan İlkerler (23 Ocak 2023), Sinema Makineleri Üreticisi, Makine Mühendisi, Makinist (?????)
Şaban Aydın (25 Ocak 2023), 35 mm.lik Filmleri Sinemalara Dağıtım İşleri (Fatih Camii)
Levent Güner (26 Ocak 2023), Oyuncu (?????)
Çiğdem Aslan (06 Şubat 2023), Antakya Primemall Sineması Müdürü (?????)
Ahmet Yürür (13 Şubat 2023), Besteci, Akademisyen, Oyuncu (Göztepe Merdivenköy Şahkulu Dergâhı, Edirnekapı Mezarlığı)
Muhlis Asan (25 Şubat 2023), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (Şişli Camii)
Aydın Bağardı (25 Şubat 2023), Yapımcı, Yönetmen (Bilecik Şerifpaşa Camii, Bilecik Şehir Mezarlığı)
Kazım Akşar (27 Şubat 2023), Sinema, Tiyatro ve Dizi Oyuncusu (Muğla, Ula, Akyaka Mezarlığı)
Türker Vatan (03 Mart 2023), Şafak Film Stüdyosu Sahibi (?????)
Derviş Pasin (04 Mart 2023), Animasyon Sanatçısı, Yönetmen, Çizer, Çizgi Film Yapımcısı, Afiş Tasarımcısı (?????)
Ali Demirci (15 Mart 2023), Sinemacı İşletmecisi, Makinist (Teferrüç Camii, Yıldırım, Bursa)
Erhan Canan (21 Mart 2023), Görüntü Yönetmeni (Yalova Çınarcık Taşliman Camii)
Köksal Engür (27 Mart 2023), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii, Karacaahmet Mezarlığı)
Sungu Çapan (01 Nisan 2023), Sinema Yazarı, Grafik Sanatçısı (Zincirlikuyu Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Recep Sarı (04 Nisan 2023), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (?????)
Necati Demirel (10 Nisan 2023), Oyuncu (Seferihisar Ulu Camii, Kavakdere Mezarlığı)
Rana Cabbar (20 Nisan 2023), Oyuncu (Şişli Ermeni Mezarlığı)
Duygu Sağıroğlu (29 Nisan 2023), Yönetmen, Senarist, Öğretim Görevlisi (Levent Afet Yolal Camii, Feriköy Mezarlığı)
Mustafa Noyan Arat (02 Mayıs 2023), Oyuncu
Mustafa Ziya Ülkenciler (05 Mayıs 2023), Set Tasarımcısı, Sanat Yönetmeni (?????)
Tolgahan Salim Urfalı (11 Mayıs 2023), Görüntü Yönetmeni, Focus Puller, Kamera Asistanı (Antalya)
Necati Şimşek (12 Mayıs 2023), Yapım Amiri
Nuri Sesigüzel (20 Mayıs 2023), Türk Halk Müziği Sanatçısı, Oyuncu (Teşvikiye Camii, Büyükçekmece Mezarlığı)
Akın Uğurlu (20 Mayıs 2023), Şarkıcı, Oyuncu (Zincirlikuyu Cami ve Mezarlığı)
Nurhan Damcıoğlu (05 Haziran 2023), Kanto Şarkıcısı, Oyuncu (Bostanlı Hacı Beşikcioğlu Camii, Doğançay Mezarlığı)
Yıldız Tezcan (07 Haziran 2023), Şarkıcı, Oyuncu (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Ayfer İncemen (01 Temmuz 2023), Genel Koordinatör (Zincirlikuyu Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Ferhat Karaçak (01 Temmuz 2023), Oyuncu
Ayla Büyükataman (02 Temmuz 2023), Şarkıcı, Müzisyen (Üsküdar Karacaahmet Camii, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı)
Zehra Tülin Sertöz (03 Temmuz 2023), Belgesel Yönetmeni (Ankara Gölbaşı Mezarlığı)
Cem Sürücü (06 Temmuz 2023), Yönetmen
Olcay Poyraz (08 Temmuz 2023), Seslendirme Sanatçısı
Özkan Uğur (08 Temmuz 2023), Müzisyen, Oyuncu (Taksim Camii, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı)
Tanju Tuncel (15 Temmuz 2023), Oyuncu (Erenköy Galippaşa Camii)
Mehmet Tekirdağ (17 Temmuz 2023), Müzisyen, Yönetmen, Senarist (Bilecik – Osmaneli’nde defnedildi.)
Faik Demir (18 Temmuz 2023), Kasseria Sinemaları İşletmecisi (Dedeoğlu Camii, Halef Hoca Mezarlığı)
Baha Boduroğlu (20 Temmuz 2023), Şarkıcı, Besteci (?????)
Yaşar Yağmur (24 Temmuz 2023), Oyuncu (Balıkesir, Gönen, Ekşidere Köyünde defnedildi)
Yılmaz Gruda (25 Temmuz 2023), Sinema, Tiyatro Oyuncusu (Üsküdar Şakirin Camii, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı)
Safa Önal (30 Temmuz 2023), Senarist, Yönetmen (Teşvikiye Camii, Feriköy Mezarlığı)
Burhan Kocataş (01 Ağustos 2023), Dublör
Erkin Koray (07 Ağustos 2023), Besteci, Şarkıcı, Oyuncu (Kanada Toronto Westminster Mezarlığı)
Ahmet Cengiz (26 Ağustos 2023), Oyuncu
Mürsel Yaylalı (27 Ağustos 2023), Oyuncu (Sarıgazi Cem Evi)
Ünal Silver (29 Ağustos 2023), Oyuncu (?????)
Muharrem Buhara (01 Eylül 2023), Senarist, (Pendik Yenişehir Ulu Camii, Osmangazi Mezarlığı)
İbrahim Naci Güçhan (01 Eylül 2023), Sinema Profesörü, Akademisyen (Eskişehir Alaattin Camii)
Mehmet Ulay (05 Eylül 2023), Sinema, Tiyatro Oyuncusu (Nürnberg)
Oya Alasya (16 Eylül 2023), Oyuncu, (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Merve Kayaalp (19 Eylül 2023), Oyuncu
İlker Berke (24 Eylül 2023), Görüntü Yönetmeni, (Cebeci Asri Mezarlığı)
Ersin Alok (29 Eylül 2023), Belgesel Yönetmeni, Yapımcısı
Haydar Gültepe (29 Eylül 2023), Seslendirme Sanatçısı
Alparslan Türkeş (03 Ekim 2023), Oyuncu, Ses Sanatçısı
Altan Sazak (07 Ekim 2023), Belgesel Yönetmeni
Kemal Teksöz (16 Ekim 2023), United Internationals Pictures (UIP) Finans Müdürü, (Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı)
Jeyan Mahfi Ayral Tözüm (29 Ekim 2023), Seslendirme Sanatçısı (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Yücel Uçanoğlu (21 Kasım 2023), Yönetmen (Beşiktaş Sinanpaşa Camii)
Şahin Dilbaz (22 Kasım 2023), Sinema İşletmecisi, Yapımcı, Oyuncu (Taksim Camii, Feriköy Mezarlığı)
Güzide Kasacı (29 Kasım 2023), Şarkıcı,
Şükran Özer Doruk (30 Kasım 2023), Şarkıcı, Oyuncu
Can Gürzap (01 Aralık 2023), Oyuncu
Sevna Somuncuoğlu (03 Aralık 2023), Akademisyen
Norayr Demirci (06 Aralık 2023), Besteci, Müzik Tasarımı
Yılmaz Atadeniz (13 Aralık 2023), Yönetmen (Bebek Camii, Aşiyan Mezarlığı)
Rafet Şiriner (13 Aralık 2023), Görüntü Yönetmeni, Oyuncu
Cevdet Arıkan (19 Aralık 2023), Oyuncu
Elvan Gruda (25 Aralık 2023), Oyuncu (Şişli Camii, Feriköy Mezarlığı)

(31 Aralık 2023)

Sadi Çilingir

[email protected]

Bizim Ülkemizde Değilse de…: Atan Kazanır

Tam zamanı… Futbol oynayan, izleyen, takım çalıştıran ya da takımın malzemecisi bile olsa futbolla ilgilenen herkesi az ya da çok ilgilendiren bir film. Aslına bakarsanız çok, hatta çoktan da çok ilgilendirmesi gerekiyor, bana göre. Peki, neden tam zamanı dedim başta. Çünkü daha dün, Cumhuriyetin 100. yılı nedeniyle yapılması planlanan, lig şampiyonu Galatasaray ile Kupa Şampiyonu Fenerbahçe arasında yapılacak Süper Kupa maçı oynanamadı. Bunun türlü nedenleri var ileri sürülen. Bizi ilgilendiren o maçın neden, nasıl oynanmadığı aslında. Ve cevabı “Atan Kazanır” veriyor.

Futbol her zaman futbol değildir…

Aslına bakarsanız, işin içine para girdiğinden bu yana, başta siyasi kaygılar olmak üzere çok bilinen, klişeleşmiş bu tanım kullanılıyor. Birileri, tuttuğu takım küme düşmesin diye siyasi ve silahlı gücünü kullanır, birileri parayla takım satın alır, rüşvet verir, birileri hakem yumruklar, birileri sporcuların otelleri önünde davul çaldırarak uyutmaz, birileri derin devletin karanlık isimlerini öne çıkararak göz korkutmaya çalışır… saymakla bitmez. Terle sırılsıklam ıslatılan formalar maçın ardından, daha kurumadan masa başında puanlar alınır verilir, birileri para kazanır, birileri üzüntüsünden kalp krizi geçirir, birileri intihar eder. Olan futbolcuya ama en çok da futbolu seven seyirciye olur.

Takım tutmak yaşamaktır…

Bizim ülkemizde, gönül verilen renkler, her ne olursa olsun ölesiye savunulur, sonunda dayak da olsa… Seyircilerin birbirine girmesi, taşlı sopalı, bazen silahlı ölümlere varan kavgalarının nedeni de budur. Al bayrağa sahip çıkmazlar da takımlarının bayrağına laf söyletmezler; egemen erk de öyle…

Sokak aralarında oynanan futbolun en değerli sözü, “5’te haftaym, 10’da biter”se de “atan kazanır” da unutulmamalıdır. Son sözü atan söyler çünkü.

Pasifik Adalarından Amerikan Samoası, futbolun sadece keyif için oynandığı, bütün oyuncuların, hatta federasyonun bile amatör olduğu bir ülke… Tabii ki, bütün dünyada olduğu gibi Amerikan Samoası’nda da toplumun her kesimi tarafından beğeniyle izlenen, gündem oluşturan (kesinlikle bizim ülkemizdeki kadar değil) bir spor futbol…

2001’de Avusturalya’ya 31-0 yenilince, dünyanın en kötü takımı olarak gösterilen Amerikan Samoası Futbol Federasyonu, yabancı bir teknik direktör getirir. Gelen çalıştırıcı, çok da başarılı olmayan, artık kenara çekilmesinin zamanı geldiğine inanılan biridir. O da zaten “tatil” niyetine gelmiştir… Futbolcuları balıkçı, garson, bakkal veya tarım çalışanı olan takımda bir de fa’fafine (üçüncü cins, trans olmak yolunda) vardır. Kimsenin umurunda bile olmayan bu durum, tabii ki teknik direktör için alabildiğine önemlidir. Federasyonun tek talebi vardır: Bir gol atın yeter!

Motivasyon önemli…

Başından sonuna kahkaha atarak izleyebileceğiniz film, bir yandan da önemli bir mesaj veriyor. Bir yandan bizdeki takım tutma alışkanlığının ne denli yersiz ve anlamsız olduğunu düşüneceksiniz. Futbol federasyonlarının amaç ve beklentileriyle takımların nasıl çalıştığının da çatışması üzerine gerçekten keyifli bir sinema şöleni izleyeceksiniz. Sinemanın bir eğlence olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir (mi, bilmiyorum).

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Açık Yaralar Hep Kanar…: Kör Noktada

Gün herkes için aynı başlar mı, bilemem, ama herkes aynı değilse de benzer kaygılarla çıkar evinden… hele de bizim ülkemizde. Bir Bakan, istifa gerekçesi olarak “at izi it izine karıştı” demişti. Onun ekonomi ve siyaset bağlamında söylediği, aslında yaşamın her anında, her alanında geçerli.

12 Eylül’le birlikte bir devlet terörü yaşanıyor; herkes biliyor ama kimse sahiplenmiyor ve üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Derin devlet denilen, netice itibarıyla, toplumsal muhalefeti yasa dışı bastırmaya çalışan, insanlara korku salan bu yapılanma bilinse de hiç bu kadar açık ve net ele alınmamıştı.

Ayşe Polat, “Kör Noktada”ya, Cumartesi Anneleri (artık Cumartesi İnsanları) ile başlıyor. Bir belgesel yapımı için kente gelen Alman bir ekip, bir avukatla röportaj yapmak ister, ama o siyah araçtaki “derin devlet” hep peşlerindedir. Hatice Ana, “siyah toros”larla kaçırılan ve kaybedilen oğlu için çok sevdiği çorbayı köylüye dağıtıyor sürekli. Anne yüreği bu, umudu hiç üzmüyor, bilse bile, farkında olsa bile oğlunun -en azından kemiklerini- mezarı olmasını diliyor. Büyük bir travma ve bunu sadece o anne değil, ülkenin büyük bir kısmında çok sayıda insan yaşıyor. Tabii, o “derin devlet” annelerin çocuklarının akıbetini merak etmesini bile istemediğinden ya yerlerde sürüklediği yaşlı insanları gözaltına alarak ya da Galatasaray Meydanındaki 50. yıl heykelini tutuklamak(!!!) pahasına yasaklıyor buluşmalarını.

Üç bölümde üç ayrı…

Ayşe Polat, kendi yazdığı senaryosunu üç ayrı çerçeveden, üç ayrı görsel dille ve üç ayrı cinayetle aktarıyor izleyiciye. Birinci bölümde, gözaltında kaybolan oğlunu arayan anne ve onlara destek olan bir avukat öyküsü belgesel bir dille veriliyor. Avukatın çok şey bildiği açık, derin devletin oradaki uzantıları, işin ucunda kendileri olduğunu biliyor ve fırsatı hiç kaçırmıyor. Tabii, avukat da kaçırılıyor ve işkence görüyor.

İkinci bölümde derin devlet ekibinin yaptıklarını, yaşadıklarını izliyoruz. Bu kez daha yakından ve işin içine gizem, merak ve gerilim de katılıyor. Derin devletin tetikçilerinden biri olmasına rağmen evli ve bir çocuk babası olan adam öne çıkıyor. Küçük kız, bazı şeylerin farkında, ama ne anlamlandırabiliyor ne de dillendirebiliyor. Bir şeyler oluyor olmasına da ne! Derin devletin o tetikçi ekibi sadece insan peşinde, insan avcısı aslında. Ama kendilerini de unutmamaları gerekiyor. En küçük bir falsoda (konuşmalarda geçen bir gergin cümle, birbirlerini itham etmeleri vb.) ortadan kaldırılacaklarını bilmeseler de farkındalar. Ekip arkadaşlarının evine, her yere, mutfaktan yatak odasına, salondan banyoya, girişten balkona hem de üçer beşer gizli kamera yerleştirip takibi gece gündüz sürdürüyorlar. Burada, izleyici olarak aklıma onların nasıl bir halet-i ruhiye içerisinde, nasıl bir depresyonda yaşadıklarını, gerginliklerinin temelinde arkadaşına bile güvenmeme yaşamalarına karşın birbirlerinin yüzlerine gülme sahtekârlığı geliyor. Film, bunu küçük kızın gözünden veriyor. Yazık değil mi bu insanlara?

Üçüncü bölüm, tam da Fransız Devriminin sonu(nda devrim kendi çocuklarını yedi, denir ya…) gibi “birbirlerini yiyorlar”; ama önce kendi kafalarını…

Bir ülke gerçeği aslında anlatılan. Belki bugün büyük şehirlerde birçok insanın unuttuğu, birçok insana unutturulan bir gerçek bu durum. Ama bu, hep var, hep yaşıyor ve hep güzellikler, yaşam sevinçleri yok ediliyor. Tabii, bunlarla birlikte ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal bunalımlar artıyor.

Oyuncular alabildiğine doğal, alabildiğine güçlü bir oyunculuk sergiliyor filmde. Özellikle küçük kız (yönetmenin, küçük oyuncunun üzerinde özellikle durması çok doğru, çünkü az buz bir travma değil bu) çok başarılı. Tüm oyuncular, çekilen filmin hedefini, amacını, niye yapıldığını çok iyi kavramış ve ellerinden geleni yapmış. Buna da bağlı olarak, hiçbirinin adını bile geçirmedim; onlar hepimiziz aslında, siz de olabilirs(d)iniz, bir tanıdığınız, komşunuz, çocuklarınız da… En tam da o nedenle, yönetmen, filmin yorumunu izleyiciye bırakmış.

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(01.01.2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Suistimalin Topluma Yansıması: Dogman

Bu yıl tartışmalarla dolu geçti. En ilginci belki de Yılmaz Güney’in sanatçılığıyla yaşamı tartışmasıydı. Her ikisi de Yılmaz Güney’di ve onu, olduğu gibi kabul etmek zorundaydık. İki yanını bir araya getirmek ve/veya iki yanını bir arada tartışmak doğru değil… Bunu böyle bir şekilde ele alırsak sanırım tartışmayı daha kolay sonuçlandırırız.

Bu kez Luc Besson, Venedik Bienali’nde ilk gösterimi yapılan Dogman ile ilgili görüşlerde, bu ikilik (veya çelişki) gündemdeydi. Film geçmişi yükseliş ve düşüşlerle dolu bir yönetmenin sivil/gündelik yaşamına dönük birçok şey konuşuldu. Gelin biz, bu konuyu sadece filmi üzerinden görelim.

Douglas (Caleb Landry Jones), aile istismarı nedeniyle babası tarafından köpek kulübesine hapsedilmiş ve birlikte yaşadığı köpeklerle sıkı ilişkiler kurarak onları eğitmiş bir genç… Babası kurşunladığı için belden aşağısı tutmuyor, ama okumuş, tiyatroyu seven, sahneye de çıkan Dogman, kimi zaman yardımsever, kimi zaman ciddi bir hırsız, kimi zaman azılı bir katil; ama onu bu hale getiren mahalle baskısı.

Küçükken, babasının köpeklerin bakımını yaptığı için hor görülen ve dışlanan Dogman, ne iş bulabilir ne evlenebilir ne de normal gündelik yaşama karışabilir. Yapabileceği tek şey sadece köpekleriyle birlikte yaşama tutunmaktır. Yasadışı şeyler yapması aileden başlayarak kaldığı yurtlarda öteki olarak görülmesi, dışlanması, itilmişliği olamaz mı? Yani suç sadece Douglas’ın mı?

Douglas, yurttayken kendisine tiyatro sevgisi kazandıran Grace’e (Salma Bailey) âşık olur; onu bulduğunda evlenmiştir bile. Bir yıkım daha… Yapabileceği tek iş kalmıştır, drug theater’de (çok başarılı) şarkı söyler, haftada bir gün ve bir şarkı sadece…

Filmdeki köpeklerin eğitilmeleri pek kolay olmasa gerektir, ama gerçekten rol çalıyorlar. Oyuncuların da güçlü ve güzel oyunları olağanüstü başarılı… Besson alkışı hak ediyor.

Yaşar Kemal, bir romanın insan psikolojisini anlattığını söyler, konusu her ne olursa olsun. En tam da bu filmde insan psikolojisi öne çıkıyor. Nezarethanede (suçlu mudur, değil midir, kocaman bir soru işareti kasap çengeli örneği) görüştürüldüğü psikiyatr Evelyn’e (Jojo T. Gibbs) yaşamını anlatır. Film zaten bu anlatımın geri dönüşlerle perdeye yansımasıdır.

İnsan, sosyal bir varlıksa ve bir arada yaşamak zorundaysa, birbirine değer vermek, farklılıklarını zenginlik olarak görmek ve alabildiğine empatik olmak zorundadır.

29 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(27 Aralık 2023)

Korkut Akın

2023’den Benim Seçtiklerim

Bir senenin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. 2023 yılı içinde izleyebildiklerim arasından seçtiğim geleneksel en iyiler listemi bir kez daha paylaşıyorum. Cannes ve Venedik’te büyük övgü toplayan ‘The Zone of Interest’ ve ‘Poor Things’ başta olmak üzere festivallerde yakalayamadığım ve henüz bizde vizyona girmemiş kimi filmler önümüzdeki yıl değerlendirilmek üzere listenin dışında tutulmuştur. (Not: Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayınlanmış yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz.)

1- KURU OTLAR ÜSTÜNE

Klasik Rus edebiyatı başyapıtlarının izinde bir roman filme dönüşmüş olan yapım, 197 dakikalık uzunluğuna karşın zamanın nasıl geçtiği fark edilmeden izleniyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan ödülle dönen son opusu kusursuz bir başyapıt. ‘Umut etme yorgunluğu’ üzerinden bu karamsar deneyim, Nuri Bilge’nin de dahil olduğu açık hesaplaşmayı daha da sarsıcı kılmış. (‘Umut Etmenin Yorgunluğu’ / 27.09.2023)

2- BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ / Anatomie d’Une Chute

Cannes Film Festivali’nin bu yılki galibi Altın Palmiyeli yapım önceki ilgiye değer filmleri bizde gösterilmemiş Justine Triet’nin dördüncü uzun metrajı. Film polisiye ve mahkeme dramalarının bildik klişelerine düşmeden, yaman bir senaryonun izinde bir ilişkinin çözülmesinin adım adım sahnelerken, filmin lokomotifi Sandra Hüller’in müthiş performansına şapka çıkarıyoruz. (‘Bir İlişkinin Anatomisi’ / 05.11.2023)

3- KIZIL GÖKYÜZÜ / Roter Himmel

Christian Petzold, Berlinale’den ödülle dönen elementler üçlemesinin ikinci ayağında ‘Ateş’ yaklaşmakta olan tehdidi, ekolojik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. Alman sinemacı dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söylerken, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkiyi tartışmaya açıyor. (‘Alevler Yaklaşırken’ / 27.11.2023)

4- KORKUYORUM / Beau Is Afraid

Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor’ doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin yaşadığı kara komik Amerikan kâbusu üzerine. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile sinemacı bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile besliyor. (‘Kara Komik bir Yolculuk’ / 09.06.2023)

5- ÇOCUK VE BALIKÇIL / Kimitachi Wa Dô Ka’

Hayao Miyazaki’nin 82. yaşının dönüş ve belki de vasiyet filmi, onun görkemli sinema kariyerinden değerli parçaların izini süreceğiniz, her izleyişte farklı şeyler keşfedeceğiniz tam bir sinema şöleni. Bilge usta durmadan dönen dünya misali hayal etmekten kendini alamıyor, barışı, dostluğu, doğayı yücelten şiirsel düşlerine dalmaktan başka yol bulamıyor bir kez daha. (‘İnsan Ne İçin Yaşar’ / 27.10.2023)

6- SUZUME

Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin büyülü mirasının varisi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Makato Shinka, Berlinale’de prömiyer yapan son animesinde klasik büyüme öyküsü ve romantik bir aşk hikâyesini bilimkurgunun sonsuz olanakları içinde harmanlarken, Japon ulusunun geçmiş travmalarını özgün bir serüven aracılığı ile neşter altına yatırıyor. (‘Bir Ulusun Yaralarını Sarmak’ / 26.05.2023)

7- DISCO BOY

Giacomo Abbruzzese imzalı çarpıcı bir ilk film. İtalyan yönetmenin sağlam bir politik mesaj taşıyan sömürgecilik ve militarizm karşıtı yapıtı, bir Apichatpong Weerasethakul filmini anımsatan düşsel girişinden başlayarak sinyallerini verdiği farklı bir duyusal evrenin kapılarını açıyor. Bu çizgi dışı yapımın Berlin’den ‘olağanüstü sanatsal katkı’ ödülü ile dönmüş olması hiç şaşırtıcı değil. (‘Efsunlu Bir İçsel Yolculuk’ / 11.07.2023)

8- SONSUZ SIR / The Eternal Daughter

Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının gotik hayalet öykülerinden beslenen çalışması, usta sinemacının ‘Hatırat / Souvenir’ üçlemesini tamamlayan son küçük mücevher. Muhteşem Tilda Swinton’ın çifte karakteri yorumladığı etkileyici bir oda filmi, annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyon. (‘Onay Bekleyen Kız Çocuğu’ / 06.09.2023)

9- GÜZEL BİR SABAH / Un Beau Matin

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile bağrımıza bastığımız Mia Hansen-Løve, Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş dedenin oğlu babasının yaşlılık hikâyesinde hayatını düşünmeye adamış felsefe profesörünün adım adım belleğinin yitirecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyişini perdeye taşımış. Hüzünlü ve tutkulu. (‘Geriye Aşk Kalacak’ / 21.09.2023)

10- GÜVENLİ BİR YER / Sigurno Mjesto

Şaşırtıcı bir ilk fim daha. Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun meta anlatısında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme farklı biçimsel arayışları ile sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir çalışma. (‘Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar’ / 14.09.2023)

11- SESSİZ KIZ / The Quiet Girl

Çocukluk ve ‘ebeveyn olmak’ üzerine çok önemli dersler içeren film çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış novellasından yola çıkmış. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip bu ilk kurgu çalışması unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benziyor. (‘Emanet Çocuk’ / 10.03.2023)

12- SAINT OMER

Fransız sinemasının yeni parlayan sinemacılarından Alice Diop imzasını taşıyan film 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak, bir duruşma sürecinde kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna devrolunan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüveriyor. Sakin görünümü altında nefes nefese izlenen yılın en iyilerinden. (‘Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı / 08.06.2023)

BONUS:

ÖRÜMCEK-ADAM: ÖRÜMCEK EVRENİNE GEÇİŞ / Spider-Man: Across The Spider-Verse

‘Bu sefer gerçekten farklı bir şey yapmışlar.’ Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış devam filmi alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zeka ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. (‘Örümcek Kulübüne Hoşgeldiniz’ / 01.06.2023)

(28 Aralık 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Hata Yaparsan Kaybeder, Yaptırırsan Kazanırsın: Ferrari

İkinci Dünya Savaşının ardından, yanmış yıkılmış, dahası yenilmiş İtalya, yeniden ayağa kalkmanın yolunu sanayi hamlesinde görür. Hepimizin bildiği Fuat, Ferrari, Maserati, Lamborghini gibi dünya devleri o dönemin yatırımları ve ürünleridir.

Filmde, ilgi çeken, bizim ülkemizde, bırakın uygulamayı düşünülmesi bile epey güç olan bir vaaz var… Kilisedeki ayinde papaz, marangoz olan İsa’nın, bu yıllarda (1957) İtalya’da yaşasaydı, motorcu olacağını söylüyor. Gelişimi ve daha da önemlisi, ileri görüşlülüğü dile getiriyor. Darısı bizim ülkemizin din adamlarına ve yöneticilerine…

Enzo Ferrari (Adam Driver), Laura (Penelope Cruz) ile evli olmasına rağmen savaşta çocukları öldükten sonra bir başka kadından çocuk sahibi olmuştur. Zor günler yaşamaktadırlar. Ya batacak ya da çıkacaklardır; hisselerini elinde tutup yeni atılımlar yapmak isteyen Enzo’ya, Laura’nın şartları vardır.

Böylesi bir karmaşanın arasında, ülkenin, hatta dünyanın da gözünün üzerinde olduğu zorlu Mille Miglia yarışından başarıyla çıkmak zorunluluktur. Her patron gibi Enzo da kendi çıkarını düşünür, sürücülerinin canlarından önce. (Burada, filmin hayatın her alanına, her anına yönelik iletileri olduğunu; hiçbir şeyin birbirinden ayrı tutulamayacağını görüyoruz.)

Biyografi filmleri zordur; aslına bakarsanız romanları da öyle… Ancak resmi tarihe bakarak çok daha doğru ve güvenilirdir, birtakım gizleri içerse de… Hataları da, eksikleri de öğreniriz bu çerçevede. Hemen eklemem gereken bir şey, düzeltmesi yoktur burada dillendirilenlerin, siz yeni bir film (ya da kitap) ile kendi görüşünüzü bildirebilirsiniz.

Bir kitaptan uyarlanan Ferrari’de de benzer zorluklar var. Sadece bir dönem ele alınmış, öncesi ve sonrası yok. Enzo’nun hem erkek çocuk hem de fabrikasını/markasını koruma hırsı var. Bu hırs değil mi, zaten insanın başına dertler açan?

Etkili ve yenilikçi filmleriyle tanıdığımız Michael Mann, senaryoyu çok iyi işlemiş, görselliği dorukta bir film çıkartmış Ferrari ile. Sinemada oyunculuk “susları oynamakla” ölçülür. Gerek Cruz, gerekse Driver gerçekten çok başarılılar. Hele Cruz’un gözlerinin dolduğu o sahne, unutulmazlar arasında.

Savaşın yıkıntıları arasından çıkan…

Toplumsal ahlâk hepimizin yaşamında belirleyici… Kişi kendisi kadar mahalle baskısının da altında ezilir çoğu zaman. Burada Enzo, gayrimeşru oğlunu gizlemesi, ama öncesinde başarma hırsıyla öne çıkıyor. Sürücülerini de öyle, ölümüne motive ediyor. Hata yapmaktan çok (keskin dönüşlerde kazayı önlemek için frene basan sürücülerine kızıyor) hata yapmaya zorlarlarsa kazanabileceklerini söylüyor. Hatta eşlerine/yakınlarına birer mektup bırakmaları, belki de Enzo’nun ajitasyonlarından kaynaklanıyor. Laura ise yıllarını verdiği kocasının kendisine yaptıklarına sessiz kalmasa da ileriyi gördüğü için hep yardımcı oluyor. Erkek egemen dünyada kadının bu içtenliği bir kez daha göz alıcı.

22 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Korkut Akın Yazıyor: Barış, Hemen Barış, Hep Barış…: Nefes: Yer Eksi İki

Dağ çiçeği gelincik, nazlıdır… Rüzgâra, borana dayanır, salınsa da incecik boynunun üstünde direnir. Yağmurda da kopmaz yaprağı, güneşte de… Belki solar biraz ama inançla, mutlulukla, insanları ikna etmek istercesine güler gözlerinin içine. Ama belki de ilk kez kan metaforuyla birleştirilmiş ve bu çok, gerçekten de çok acı… “Nefes: Yer Eksi İki”, devletin bakış açısıyla alabildiğine hamaset yüklü, alabildiğine tek yönlü, alabildiğine hayatın … Devamı… »

Güzel Bir Gelecek Hayalle Başlar: Wonka

Sinema bilgilendirdiği kadar eğlendiren de bir sanat… Wonka, müthiş görselliği, insanı sarıp sarmalayan müziği, inanılmaz renkli sahne düzeni, hareketli setlerle hem mutlu ediyor hem de “bir umut” dedirtiyor.

Ronald Dahl’ın, Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın hemen öncesini, anlatan Paul King’in çektiği, Timothée Chalamet, Olivia Colman, Rowan Atkinson ve daha nice tanıdığımız oyuncunun bulunduğu Wonka, yeni yılı mutlu, umutlu, keyifli karşılamak için tasarlanmış. Hem drama hem müzikal hem de eğlence bir araya gelince, görsel bir şölen çıkıyor ortaya, tamam… ama hızına yetişmek için sizin de alabildiğine hızlı olmanız gerekiyor. Görüntünün şaşaasına dalınca müzikale dönüşen şarkı sözlerine yetişememek söz konusu. Bilmem, dublaj yapıldı mı şarkılara? Yoksa şarkı sözlerine takılmak yerine görselliğin mutluluğunu tam olarak çıkarmak en doğrusu.

Annesinin tariflerine biraz sihir katıp kentin tam da merkezinde bir çikolatacı olmak isteyen Wonka (Timothée Chalamet), doğal olarak kötü adamlarla karşılaşır. Kimler mi kötü adamlar? Tabii ki bir çete… Tüccarından polisine, din adamından otelcisine kadar hemen tüm yetkililer. Sahi, bu size bir ülkeyi anımsatmıyor mu? Bu soruyu hemen bir kenara bırakıp filmin keyfine dalmak istiyorum… Onların karşısında haksızlıklar nedeniyle dışlanmış insanlar dayanışma gösteren (bakın, burası çok önemli, dayanışma göstermek başarmanın ilk adımlarından) insanlar var. Tabii ki Wonka, onlarla birlikte olup o sihirli çikolatasını insanlara ulaştırıyor.

…dikkatinizi verin lütfen, bir küçük ipucu… oompa-loompa. Bu bir şarkı ve küçük bir adam söylüyor. Kim mi? Hugh Grant. Keyifle tempo tutacaksınız onunla birlikte.

Bu arada Wonka’nın sihirlerinin yanı sıra mucit olduğunu da görüyoruz… Arkadaşlarına zaman kazandıracak ilginç makineler icat ediyor. Laf aramızda, ikna kabiliyeti de çok yüksek. Sahi Timothée Chalamet gibi şirin birinin o görsel şölenin içinde ikna edemeyeceği biri (izleyici bile) çıkar mı? Bir de, filmden çıkarken ağzınızda çikolata olmayacak ama beyninizde çikolatanın verdiği o mutluluk duygusu sizi hiç bırakmayacak.

15 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(14 Aralık 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Barış, Hemen Barış, Hep Barış…: Nefes: Yer Eksi İki

Dağ çiçeği gelincik, nazlıdır… Rüzgâra, borana dayanır, salınsa da incecik boynunun üstünde direnir. Yağmurda da kopmaz yaprağı, güneşte de… Belki solar biraz ama inançla, mutlulukla, insanları ikna etmek istercesine güler gözlerinin içine. Ama belki de ilk kez kan metaforuyla birleştirilmiş ve bu çok, gerçekten de çok acı…

“Nefes: Yer Eksi İki”, devletin bakış açısıyla alabildiğine hamaset yüklü, alabildiğine tek yönlü, alabildiğine hayatın gerçeklerinden uzak, ama güzel görüntüleri, tutarlı rejisiyle izleyicinin tercihi olacaktır. Yokluktan, yoksulluktan, barınma sorunlarından, açlıktan, eğitimsizlikten, sağlıktaki problemlerden uzak sadece karşısındakini “düşman” belleyen, belleten bir film. Aklıma, ilkokuldayken, hatırladığım kadarıyla “bize dağları, nehirleri öğrettiniz, ama o dağlarda nelerin nasıl yetiştiğini, ırmakların, göllerin kazandırdıklarını öğretmediniz” diyen şiir geldi. Niye bunca savaş? Gencecik insanlar neden ve niye ölüyor? Okul yerine karakol yapmaktan kimin kazancı var?

Ozan Uzunoğlu, Hakan Evrensel’in senaryosunu, tam da istenilen gibi, sadece kahramanlık ve milliyetçi duyguları kabartarak çekmiş. Filmi izlerken aklıma Yavuz Turgul’un, o ünlü filmi, “Av Mevsimi”nde, kadim oyuncusu Şener Şen’in canlandırdığı polis komiserinin ekibine söylediği, “Bakış açınızı değiştirin” sözü takıldı. Sahi, bakış açımızı değiştirsek de analar ağlamasa, yavuklular birbirlerini kucaklayabilse, ocaklara ateş düşmese…

15 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2023)

Korkut Akın

[email protected]