Kategori arşivi: Yazılar

Başkalarının Hayatı İçin

Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go)
Yönetmen: Mark Romanek
Roman: Kazuo Ishiguro
Senaryo: Alex Garland
Müzik: Rachel Portman
Görüntü: Adam Kimmel
Oyuncular: Carey Mulligan (Kathy H), Andrew Garfield (Tommy), Keira Knightley (Ruth), Izzy Meikle-Small (Genç Kathy H), Charlie Rowe (Genç Tommy), Ella Purnell (Genç Ruth), Charlotte Rampling (Emily), Sally Hawkins (Lucy),
Yapım: Fox Searchlight-Film4 (2010)

Japon yazar Kazuo Ishiguro’nun, insanı zihinsel anlamda zorlayan ve sorgulatan “Beni Asla Bırakma”sı, Amerikalı yönetmen Mark Romanek tarafından sinemaya başarılı bir sinema diliyle uyarlanmış.

Bu film sizleri, hayal edemediğiniz yerlere götürüyor. Hiç düşünmediğiniz, hep insani olarak sıcak baktığınız organ bağışı bu roman/filmdeki gibi olsaydı, rahatlar mıydınız, yoksa dehşete mi kapılırdınız? “Never Let Me Go – Beni Asla Bırakma” filmi, İngiliz yurttaşlığına geçmiş 1954 doğumlu Japon yazar Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından uyarlanmış. Roman, ülkemizde 2007’de YKY’den çıktı ve beşinci basımına ulaştı. Kazuo, ülkemizde birçok kitabı yayınlanmış bir yazar. Kazuo’nun kelimeleri ve betimlemeleri de çok güçlü. Romanı sinemaya uyarlayan, ünlü şarkıcılara çektiği kliplerle tanınan 1959 Şikago doğumlu yönetmen Mark Romenek, yazarın betimleme gücünden epey yardım almış. Dışarıdan bakınca normal yatılı okul gibi görünen Hailsham’da çocuklar klonlanmış gibi. Filmdeki bağışçı olacak insanlar sanki tarlada yetiştirilmiş mısırlar gibi. Toprağı iyi sürülmüş, gübrelenmiş, sulanmış mısır tarlası gibi Hailsham adındaki bu yatılı okul. Bu romana/filme bilimkurgu diyebilir miyiz? Bu romanı/filmi fütüristik olarak görüyoruz. Gerçekleşme ihtimali var. Filmin senaryosu, 1970 Londra doğumlu yazar Alex Garland’a ait. Yazarın, “Kumsal” ve “Dördüncü Boyut” romanları Epsilon’dan çıkmıştı. Yazar, Danny Boyle’un 2002 yapımı “28 Days Later – 28 Gün Sonra” ve 2007 yapımı “Sunshine – Gün Işığı” bilimkurgu filmlerinin de senaryolarını yazmıştı.

Kafkaesk dünya gibi…

İngiltere’nin güneydoğusundaki Doğu Sussex’teki Hailsham Yatılı Okulu’nda öğretmenler yok, gözetmenler var. Ama önce, hikâyeyi anlatacak bakıcı Kathy H’nın hayatının sevgilisi genç Tommy’ye son bakışını gördükten sonra Hailsham’da neler olduğunu yavaş yavaş keşfediyorsunuz. Kathy H, Tommy’ye bakarken seyirciye iç sesiyle geçmişten şimdiye kadar olan şeyleri anlatıyor iç burucu bir sesle. Film, 1978 yılına gidiyor. Yatılı okulda çocuklar, neden orada olduklarını bilmeden kalıyorlar. Kafkaesk dünyanın bu okuluna yeni gelen gözetmen Lucy, çocuklara neden burada bulunduklarını anlatıyor ve ardından istifa ediyor. Çocuklar iyi besleniyor ve sağlıklarına dikkat ediliyor. Çocuklar, okulun müdiresi Emily’nin talimatlarının dışına çıkamıyorlar. Okulun dışına da. Çocukların yazdığı şiirler ve yaptıkları resimler “galeri” denilen bir yerde saklanıyor. Çocuklar dış dünyayı da bilmiyor. Tek alışverişleri, biriktirdikleri markalarla okula gelmiş eşyaları almak. Kathy H, kırılgan Tommy’ye ilgi duyuyor. Tommy’ye Ruth da ilgi gösteriyor. Dişiliğini kullanan Ruth, Tommy’yi etkiliyor, ama en önemli armağanı Kathy H’ya veriyor Tommy. Biriktirdiği markalarla, içinde Jane Monheit’in “Never Let Me Go” şarkısının olduğu kaseti Kathy H’ya armağan ediyor. Jane Monheit’in söylediği “Never Let Me Go” şarkısı, Kathy H’nın kısacık hayatının ve aşkının şarkısı oluyor. Bu şarkı, Jane Monheit’in 2000 yılında yayımlanan “Never Never Land” adlı ilk caz albümünde yer almıştı. Film, 1985 yılına gidiyor. Çocuklar birer genç olmuşlar ve yeni yerleri de “Kulübeler” denilen çiftliğe benzer bir yer. Burada komünal bir hayat yaşıyorlar ve bağışçılık zamanlarını bekliyorlar. Tommy, Ruth’la aşk yaşasa da kalbi Kathy H’dan tarafta atıyor. Kathy H, bu aşk karşısında mağlup olduğunu düşünerek, bakıcılık için başvuruyor. Bakıcılar, organ bağışı sırası gelenlere refakatçilik yapıyorlar. Sonra film, 1994 yılına gidiyor ve dram daha da çoğalıyor. Kathy H’nın, finalde sonsuz tarlayı hüzünle seyredişi insanın yüreğini sızlatıyor. Romanda da öyle.

Renklerin ve müziğin büyüsü…

Daha çok Bennett Miller’ın 2005 yapımı “Capote” filminden hatırlanan New Yorklu kameraman Adam Kimmel’in çarpıcı ve sakin sinemaskop görüntüleri, öncelikle yatılı okul bölümlerinde etkileyici. Aslında bu görüntüler en başından beri seyircileri etkiliyor. Yatılı okulun içinde mekânlar biraz daha karanlık yansıyor ve gölgeler daha fark ediliyor. “Kulübeler” bölümünde renk kontrastları daha bir öne çıkıyor. Son sahnede renkler biraz daha pastel tonlarda yansıyor perdeye. Fonda duyulan müzikler de etkileyici. İngiliz besteci Rachel Portman’ın bu müzikleri insanın ruhunda dolaşıyor. Müzisyen, yönetmenin filminde çello, keman ve piyano tınılarına ağırlık vermiş. Portman, Akademi tarihinde, Douglas McGrath’ın Jane Austen’ın romanından uyarladığı 1996 yapımı “Emma” filmiyle 1997’de “En İyi Özgün Müzik” dalında Oscar kazanan ilk kadın besteci de olmuştu. Filmin bütün genç oyuncuları, performanslarıyla övgüyü hak ediyorlar. Kathy H’yı canlandıran, 1985 Londra doğumlu Carey Mulligan son keşiflerden. Onun perdeyi kuşatan ışığı insanı etkiliyor. Önemli yönetmenleri de etkiliyor tabii ki. Bu güzel oyuncuyu, Lone Schefrig’in 2009 yapımı “An Education – Aşk Dersi” filminde Jenny karakteriyle hatırlayabilirsiniz. Bu film ilk defa 30. Uluslararası Film Festivali’nde seyirciyle buluşmuştu.

(30 Nisan 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Belgeselcilik Zor Zanaat, Şimdi de Hetherington Gitti

Oxford mezunu yakışıklı genç İngiliz, Oscar adayı, savaş fotoğrafçısı, savaş alanlarına girmekten çekinmeyen belgeselci Tim Hetherington, meslektaşı fotoğrafçı Chris Hondros ile Libya’da, Muammer Kaddafi’nin adamları ile asiler arasındaki çatışmada canverdi. Sundance büyük ödüllü, Oscar adayı “Restrepo” ile Afganistan’da onca tehlike atlatmıştı, demek randevu buraya imiş.

Theo van Gogh

Yakın tarihin ilk öldürülen yönetmeni, 2 Kasım 2004 sabahı erken saatlerde bisikletle işine giderken katledilen Hollandalı yönetmen, yapımcı, köşe yazarı, yazar ve aktör Theodoor “Theo” van Gogh’tu. Kırk yedi yaşındaydı. Somali doğumlu yazar Ayaan Hirsi Ali ile İslâm’da kadınlara edilen muameleyi eleştiren “Submission” diye bir film yapmanın cezasını, Hollandalı / Faslı Müslüman Mohammed Bouyeri tarafından öldürülerek çekti. Bir süre saklanan Hirsi Ali, sanıyorum şimdi A. B. D.’de. Van Gogh, tehditlere rağmen, “Kimse köyün delisini öldürmez,” gerekçesiyle koruma istememişti. Bouyeri ona tabancayla sekiz kez ateş etti. Sonra da gırtlağını kesmeye çalıştı, beceremedi. İkinci bir bıçakla göğsünden bıçakladı, iki bıçağı da üzerinde bıraktı. Biriyle Batı ülkelerini, Yahudileri ve Ayaan Hirsi Ali’yi tehdit eden beş sayfalık bir not tutturmuştu. Von Gogh’un ölmeden önce yaptığı son film, politikacı Pim Fortuyn’un suikastinin kurmaca bir versiyonu olan 06/05’ti.

Christian Poveda

Beş yıl sonra, El Salvador’un vahşi çeteleri hakkında bir belgesel yapan Christian Poveda bir arabanın ön koltuğunda kafasından vurulmuş olarak bulundu. Başı direksiyonun üzerindeydi, arkadan kurşun yemişti. Arabanın camları parçalanmış, her yere kan bulaşmıştı. Polis, kurbanı 52 yaşındaki Christian Poveda olarak belirlerken, herkesin şüphelendiği şeyi de doğruladı: Bu, bir çete infazıydı.

Elli dört yaşındaki Fransız belgeselci ve foto muhabiri Poveda, 2009 yılının 2 Eylül Çarşamba sabahı erken saatlerde, San Salvador’un 15 km. kadar dışında yarı kırsal bir yer olan Tonacatepeque’den arabasıyla geçiyordu. Cezayir’e sürgün edilmiş İspanyol ana – babanın oğluydu. 1961’de ailesiyle Fransa’ya göçmüştü. Ölümünün nedeni, Eylül 2008’de Uluslararası San Sebastian Film Festivali’nde gösterilen, El Salvador’daki çetelerin hayatı hakkındaki, “La Vida Loca” adlı belgeseldi. Poveda, 16 ay boyunca, her türlü tehlikeyi göze alarak, iki rakip çeteye bölünmüş 50 kadar marjinal El Salvadorlu gencin (16 – 18 yaş arası) hayatlarını filme çekmişti. El Salvador, beş buçuk milyonluk nüfusunun yaklaşık 30 binini oluşturan çetelerle, Batı yarıküresinin savaş alanları dışındaki en tehlikeli yerlerinden biri. Poveda’yı öldüren kişinin Mara Salvatrucha çetesinden olduğu sanılıyor.

Juliano Mer-Khamis

Arabasında vurulan bir başka yönetmen ise, İsrailli aktör, yönetmen ve siyasi eylemci Juliano Mer-Khamis’ti. Yahudi ve Hıristiyan Arap anne babanın oğlu Mer-Khamis, Filistin’deki Jenin şehrinde, kendi kurduğu “Freedom / Özgürlük” Tiyatrosu’nun yakınlarında, arabasındayken öldürüldü. Aktör olarak yeraldığı “Wedding in Galilee”, “It is not Jerusalem, Berlin and Jerusalem” gibi filmlerle tanınan sanatçı, çeşitli ölüm tehdidi mesajları almıştı. Ülkesinde ve ülkesi dışında birkaç tiyatro yapımı da gerçekleştirmişti. 1984’te oyunculuğa başladı, onu belki ilk filmi “Little Drummer Girl”den hatırlarsınız. Kamera arkasına geçtiği ilk filmi “Arna’s Children”ı 2003’te Danniel Danniel ile yönetmişti. Jenin Mülteci Kampı’ndaki çocuklarla gençlerin yeteneklerini geliştirmeyi hedefleyen Özgürlük Tiyatrosu’nu kurdu. Ancak ölümüne tutucu İslâmi değerlere karşı çıkan oyunlarının yolaçtığı söyleniyor. Ölümünün ardından Jenin’de yayınlanan fetva nitelikli bir broşürde, sanatçı eleştiriliyor ve yeniyetme cinselliğini araştıran tartışmalı bir Alman oyununu sahneye hazırlamasının ölümüne yol açtığı belirtiliyordu. Polis onu aynı kamptan Mujahed Qaniri’nin öldürdüğünü düşünüyor. Qaniri’nin Hamas’la ilgisi olduğu söylendi ama Hamas bunu reddetti. “Yüzde yüz Filistinli, yüzde yüz Yahudiyim” diyen, 52 yaşındaki Mer-Khamis öldüğünde, oğlu Jay’in annesi olan Finli eylemci eşi, ikizler çocuklarına hamileydi.

Tim Hetherington

Sadece belgeselcilik değil, tiyatroculuk ve foto muhabirliği de zor zanaat öyleyse. “Restrepo” ile Oscar adayı olan, Sundance’de Büyük Ödül alan 41 yaşındaki Tim Hetherington, ödüllü foto muhabiri arkadaşı Chris Hondros ile Libya’da, Misrata’da Muammer Kaddafi’nin askerleri ile Libyalı asiler arasındaki çarpışmada öldü. Hetherington, ödüllü belgeseli “Restrepo”yu Afrika’da Sebastian Junger’le ve gerçekten de askerler ile aynı şartlar altında bulunarak çekmişti. Savaş muhabirliği yaparsan topun ağzındasındır, tamam, ama onun ve Hondros’un arkadaşları dünyanın her yanındaki savaş bölgelerinde mesleklerini icra ederek tecrübe kazandıklarını ve çok dikkatli olduklarını söylüyor. Demek ki tecrübe de, sezgi de, ihtiyat da bir yere kadar.

Önce fotoğrafçı Andre Liohn Facebook sayfasında Tim’in öldüğünü yazdı. Hastaneye gidip durumu görmüş. Sonra BBC, havan saldırısı sırasında batılı bir gazetecinin öldürüldüğünü, üç kişinin yaralandığını bildirdi. Derken Hondros’un ağır yaralı olduğu haberi geldi. Nihayet, Hetherington’ın çalıştığı Vanity Fair Dergisi, ‘Tim’imiz’ ve arkadaşı Chris’in öldüklerini üzüntüyle doğruladı. Tim Hetherington’ın Twitter’daki son mesajı şöyleydi: “İşgâl altındaki Libya şehri Misrata’dayız. Kaddafi’nin kuvvetleri hedef gözetmeden topçu ateşine tuttu. NATO’dan eser yok.” İkisinin de sitelerinde fotoğraflarına bakabilir (gerçekten dünyanın sorunlu pek çok ülkesinde çekilmişler), alıştığımız belgesellere hiç benzemeyen “Restrepo”ya da Internet’te bulabilirsiniz. Görsel iletişimin farklı biçimlerini yaratmakla ilgilenen edebiyat ve foto muhabirliği eğitimli Tim’in hayli sıradışı çalışması var.

Bu sonuncu ölüm(ler), ötekilerle aynı değil, elbette. Sonuçta Hetherington, gözünü budaktan esirgemeyen bir savaş muhabiri olarak, her an tehlike altındaydı. Ama diğer üç olayın tehlikesi, inandığı şeyi yapmaktan çekinmeyen, korkup vazgeçmeyen, tehditleri de ciddiye almayan kişilerin kurban olmasından kaynaklanıyor. Sanatçıların, sinemacıların… Belki de bugünün dünyasında duyarlı, namuslu, cesur bir sanatçı olmak ölümle cezalandırılan bir seçimdir.

(25 Nisan 2011)

Sevin Okyay

Genç ve Masum

Kocaman, hüzünle bakan gözleri, narin yüzüyle 1960’larda sinemanın yakışıklı ve duyarlı aktörleri arasındaydı. 1970’lerde de etkinliğini sürdürdü. Esas olarak 1969 yapımı “They Shoot Horses, Don’t They? / Son Gerçek: Atları da Vururlar”da Jane Fonda ile hiç durmamacasına, ölümüne dans eden genç adam olarak hatırladığımız Kanadalı Michael Sarazzin, 70 yaşında Montreal’de kanserden öldü.

Siyah şeritli bir “Kaybettiklerimiz” köşesi için yeterince kayıp yazısı yazmadık burada. Gene de, eski aşinaların teker teker öldüğünü düşünmeden edemiyorum. Oscar adayı genç sinemacı Tim Hetherington ile aynı haftada ölen (onun yazısı tumblr’da) Sarazzin, çok filmde oynamış ama hafızalarımıza Sydney Pollack’ın filmindeki umarsız Robert Syverton karakteriyle kazınmıştı. Dokuz dalda Oscar adayı olan film, bunlardan sadece birinde ödülü aldı. Yarışmanın yöneticisi acımasız ve gıcık Rocky’yi oynayan Gig Young, En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu oldu.

Sarazzin 1967’deki “The Flim – Flam Man / Üç Kağıtçı”da ise üçkâğıtçı Mordecai’ın (George C. Scott) asker kaçağı gönülsüz çırağı Curley’le de hatırlanır.

Frankenstin’ın canavarından, yankesicilik stajyerine, Barbra Streisand’in taksi şoförü kocasına kadar pek çok rolde izledik onu ama sinema tarihine adı, bir dans maratonuna tanımadığı bir kızla katılan umarsız genç olarak yazıldı. Amaçsız, işsiz bir sinema figüranı… Jane Fonda’nın oynadığı Gloria’nın kavalyesi tıbbi testi geçemeyince, Rocky’nin müdahalesiyle onun yerine yarışmaya girer. Katılımcıların hepsi gibi onlar da umutsuzdur, müsabakanın ödülü olan 1500 dolara şiddetle ihtiyaçları vardır. Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra bir gazeteyle “They Shoot Horses, Don’t They?” üzerine yaptığı bir söyleşide, filmi izleyince hâlâ çok etkilendiğini söylüyordu. “Haftada bir dolara bile çalışırdım o filmde.”

Jacques Michel André Sarrazin 22 Mayıs, 1940’ta Kanada’da, Montreal’de doğdu. Liseyi bıraktıktan sonra orada ve Toronto’da sahneye çıktı, televizyonda çalıştı. Hatta Kanada televizyonunda Geneviève Bujold ile ikisi Romeo ile Juliet’u oynadılar. 1965’te Universal Studios ile anlaşma imzalayıp önce televizyona devam etti, iki yıl sonra da “Gunfight in Abilene / Abilene’de Çatışma” ile ilk sinema filmini çevirdi. Onu şöhret yoluna çıkaran film, “The Flim – Flam Man / Üç Kağıtçı” oldu. Barbara Hershey ile oynadığı, Robert Mulligan’ın yönettiği, yeterince takdir görmemiş “The Pursuit Happiness”teki (1971), bir kadını kazayla öldüren adam rolüyle dikkati büsbütün üstüne çekti.

Bu arada, 1968’de Jacqueline Bisset ile birlikte oynadıkları “The Sweet Ride”ı da unutmamak gerek. Sarazin filmde, avare bir Malibu sörfçüsü olmuştu. Hatta onu belki de “Sometimes a Great Notion”dan, Paul Newman’ın yanlış anlaşılmış üvey kardeşi olarak hatırlarsınız. Filmi Newman yönetmiş, Jane’in babası Henry de oynamıştı. Ertesi yıl Sarazzin, Newman ve Bisset ile yeniden bir araya geldi. “The Life And Times Of Judge Roy Bean”de Bisset ile karı-koca oldular. Gerçek hayattaki durumları da pek farklı değildi. Beatnik dramı “The Sweetest Ride”la başlayan (hakiki) ilişkileri 14 yıl sürdü.

Bu dönemde, “Midnight Cowboy”de Joe Buck’ı oynama teklifi, eline geçen en büyük fırsattı. Ama Universal aktöre izin vermedi, rol de Jon Voight’a gitti ve ona Oscar adaylığı getirdi. Ne var ki, stüdyo oyuncusunu Pollack’ın filminde oynatarak bir telâfi mekanizması çalıştırdı. Üç-dört gece hiç uyumadan çalıştıklarını söylüyor. Yönetmenleri hakiki yorgunluk belirtileri göstermelerini istiyormuş. Bu durum oyuncuları olumsuz yönde etkilemiş. Bruce Dern ile birbirlerine girip, boyuna kavga ediyorlarmış. Yıldızı 1970’lerin ortasından sonra sönmeye yüz tuttu. Ama 1993’te, Hollywood, Florida’da külüstür bir moteli işletmeye çalışan Quebecli bir aile üzerine kurulu bir Kanada komedisinde oynaması yeniden hatırlanmasına sebep oldu. Fransızca filmde, parlak dönemini geride bırakmış Kanadalı çapkın şarkıcı Romeo Laflamme, onu ülkesinde kült haline getirdi.

Daha yakın geçtimşte TV dizilerinde oynayan Sarazzin, son olarak 2008’de televizyon filmi “The Christmas Choir / Noel Korosu”nda rol almıştı. “Star Trek / Jazy Yolu” hayranları da onu dizinin “Deep Space Nine”ından hatırlar belki. Hiçbir zaman star olmadı. Uzunca bir parlak dönem yaşasa da, yavaş yavaş geri plâna çekildi. Genellikle kendinden meşhur aktörlerle oynadı. Ama o yılların yakışıklı, güzel gözlü, Altın Küre ve BAFTA adayı, sevilen bir oyuncusuydu işte. Masum gençliğin timsali… Geriye filmleri ve bir başka ilişkiden olma, ikisi de Montreal Gazette’te çalışan kızları kaldı. Bir selâm göndereyim dedim.

“They Shoot Horses, Don’t They?”in veda yılı olsa gerek. Yarışmacılardan birini, Alice’i oynayan çok yetenekli İngiliz aktris Susannah York da 15 Ocak’ta bu dünyayı terk etmişti. Ona da selâm olsun!

(24 Nisan 2011)

Sevin Okyay

Oğulun Ölümünden Sonra Kalanlar

Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole)
Yönetmen: John Cameron Mitchell
Oyun-Senaryo: David Lindsay-Abaire
Müzik: Anton Sanko
Görüntü: Frank G. DeMarco
Oyuncular: Nicole Kidman (Becca), Aaron Eckhart (Howie), Dianne Wiest (Nat), Tammy Blanchard (Izzy), Sandra Oh (Gabby), Giancarlo Esposito (Auggie), Miles Teller (Jason), Phoenix List (Danny)
Yapım: Olympus-Blossom-Odd Lot (2010)

Üzerine hüzün çökmüş Corbett ailesinin hikâyesi New York’ta geçiyor. John Cameron Mitchell’in “Mutluluğun Peşinde” filmi bir tiyatro oyunundan başarılı bir sinema diliyle beyazperdeye uyarlanmış.

New Yorklu Corbett ailesinin kederli trajedisini anlatan “Mutluluğun Peşinde”, çok acıtıcı olsa bile o acının üzerine gitmeli diyor. Yönetmen, ailenin kederli anlarını gerçekçi bir sinema diliyle perdeye yansıtıyor. Film, 1969 doğumlu Amerikalı yazar David Lindsay-Abaire’in Amerika’da büyük ilgi görmüş tiyatro oyunundan uyarlanmış. Senaryoyu da, kendi oyununundan Lindsay-Abaire yazmış. Filmin hikâyesi az mekânda geçiyor ve beklenmeyecek kadar da sinematografik. Tüm karakterler derinlikli yansıyor perdeye. Oğulun ölümünden sonra her şeyleri paramparça Corbettlerin. Becca, oğlundan kalan ve hatırlatan her şeyi evin dışına taşıyor, sonunda da evin her yerinde hatıraları olan bu evden kurtulmak istiyor. Kocası Howie, oğlunun video görüntülerini cep telefonuna yüklemiş ve oğuldan kalan anları unutmak istemiyor. Hikâyeye başka insanlar da giriyor. Becca’nın deli dolu kız kardeşi Izzy de bu hikâyede önemli yer tutuyor. Becca, hapisten kurtardığı kız kardeşinin hamile olduğunu da öğreniyor. Izzy, anneleri Nat’in evine taşınıyor siyahi sevgilisi Auggie’yle beraber. Becca ve Howie, kendileri gibi evlât acısı çekenlerin terapilerine katılmaya başlıyorlar. Becca, Tanrı kelimesinin çok geçtiği bu bu yere bir daha uğramak istemiyor. Çünkü, acı çektirmekten haz duyan Tanrı ona sıkıntı veriyor. Günler geçip giderken, Becca gücünü toplayıp, oğullarını kendilerinden alan Jason’ın peşine takılıyor bir süre. Sonra Jason’la konuşmaya başlıyor Becca. Corbett ailesinin dört yaşındaki oğulları Danny’ye sekiz ay önce çarpıp ölümüne neden olan Jason, Connecticut Üniversitesi’ni kazanmış. Jason, “paralel evrenleri” anlatan bir çizgi roman bile yapmış. Belki de farkında olmadan içindeki suçluluk duygusunu yenebilmek için. Becca, kendisini çürüten korkusunun üzerine giderek, hayatlarını mahveden Jason’ın da bir insan olduğunu görüyor. Becca’nın on bir yıl önce abisi de ölmüş. Annesi oğlunun acısını hep yüreğinde hissetmiş. Becca, belki de bunlarla başkalarının çektiği acıları görüyordur.

Renkler ve müzikler…

Filmdeki oyuncular övgüyü hak ediyorlar. Dar mekânlarda gerçeğe yakın inandırıcı, dramatik yönü çoğaltıcı performans verebilmişler. Becca ve Howie’nin tartıştıkları sahnede, aslında hayata ve insana dair birçok şey yansıyordu. Howie’nin, terapide tanıştığı ve arada bir afyon çektiği Gabby’yi cinsel yönden istemesi, kendini bastırmaya çabalaması erkek dünyasını çok iyi yansıtıyor. Yönetmenin renk tonları da filmin kederli atmosferine katkı sağlamış. Becca’nın, Jason’ı üniversiteye uğurlayan arkadaşlarıyla izlediği sahneyle başlayan sekans belki filmdeki kederin ve yenilenmenin en derinine inişi gibiydi. Sarı tonlar, yavaşça dağılıyor ve belli belirsiz canlı tonlar fark ediliyor. Bu anda zamanın bir an yavaşladığını hissediyorsunuz. Bu film, yavaşlığa ve sakinliğe bir övgü olabilir. Kameraman Frank G. DeMarco’ya da bir övgü göndermeli. Fonda da Anton Sanko’nun keman, çello ve piyano tınılarını iç içe geçirdiği müziği de bu sekansa çok şey katmış. Bu filmdeki müzikler gerçekten etkileyici. Anton Sanko, şarkıcı Suzanne Vega’nın gitaristliğini de yapmıştı. Yönetmen genel olarak, sarı yumuşak renk tonları kullanmış. Bu film insana pitoresk bir his de veriyor. “Mutluluğun Peşinde”de, 1970’lerin ruhunda dolaşıyormuş gibi de hissediyor insan nedense. Havai’de doğmuş Avustralyalı oyuncu Nicole Kidman, “Mutluluğun Peşinde”deki performansıyla bu yılki 83. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar’a aday olmuştu. Kidman, Stephen Daldry’nin 2002 yapımı “The Hours – Saatler” filminde, İngiliz modernist yazar Virginia Woolf’un hayatını canlandırmış ve 2003 yılında Akademi’den “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı.

(22 Nisan 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hangi Belgesel?

Son yıllarda festivaller ve etkinliklerde belgesel sinemanın tanımları için bazı sorunlar yaşanmaya başlandı. Belgesel filmler için kurulan jüriler karşılarına gelen filmlerin çeşitliliği karşısında şaşırıyorlar. Yarışma sonunda jüriler, akademisyenler, seyirci ve yaratıcılar arasında çok farklı, uzlaşmaz ve sonucu tartışmalı anlayışlar ortaya çıkıyor. Seyircinin ayakta alkışladığı bir “belgesel” jüri tarafından belgesel kabûl edilmiyor, vs. Hatta çıkan tartışmalar sonunda yaratıcıya belgeselin ne olduğu üstüne formüller önerenler, nutuk atanlar bile oluyor. Fakat bazı değişimi sezen bazı anlayışlar da var. Çünkü yarışma sonunda bazı rahatsız jüri üyeleri veya akademisyenler tek tek gelip yaratıcıdan “sana haksızlık ettik galiba!” dercesine özür diliyor ve davranışlarının nedeni sorulduğunda da cevaplayamasalar bile “içimden öyle geldi” davranışları gösteriyorlar. Bunlar neden oluyor diye sormak gerek?

Çünkü dünya çok değişti ve her geçen gün de hızla değişiyor. Televizyon kameraları artık her yerde… Kameralar artık neredeyse savaşları canlı yayına aktarıyor. Belgeselin ilkçağının klâsik örneği “Kuzeyli Nanook” vb. bir insan / doğa olayını keşfetmek ve onunla ilgili bir belgesel yapmak artık çok gerilerde kaldı. Öyle bir şey / birisi bulunsa bile televizyon kameraları onu haber programlarında iki dakikada içinde tüketip bir kenara bırakmış oluyor!

Belgeselin ilkçağını, zamanında TRT’de de oynayan “Leonardo da Vinci” zaten kapatmıştı. Anlatıcının görüntü akışına girip çıktığı, düzenlenmiş sahnelerle birlikte (yarı – yapıntı / restore edilmiş kalede Leonardo Da Vinci’nin yaşamıyla ilgili canlandırılmış sahneler!) bu dizi ile belgesel başka bir çağa girmişti.

Ön belirtilerini, yine TRT’de izlediğimiz “İpek Yolu”ndan sonra belgesel sinema “Baraka” ile de yeni bir çağa girdi. Baraka, her gün dünya üzerinde yayın yapan binlerce televizyon ekranında görülen görüntülere karşı verilen en güzel bir cevaptı. Üzerinde 20 yıl geçse de belgeselin çıtası artık Baraka’nın koyduğu gerçeğin lirik anlatım çıtasıdır.

Film üretim tarzı pelikül filmden elektroniğe doğru değiştikçe, üretim tarzı da artık yaratıcının kişisel tasarrufu altına girdi / giriyor. Belgeselci artık çekeceği konu için sermayeden izin almak zorunda değil. Belgeselci artık televizyonun kendisine dayattığı içerik ve formatları da kullanmak zorunda değil. Belgesel (ve kısafilm) şimdi altın çağını yaşıyor. Belgeselin artık bir ucunda Kuzeyli Nanook diğer ucunda da Baraka var. Bu çizginin yan kutuplarında da görsel antropoloji ve etno-kurmaca var.

Belgesel bu geniş skalada yeni keşifler yaparken, ağdalı ve şiirsel bir metinle görüntülere zorla başka anlamlar yüklemeye çalışan TRT belgeselleri bir yana, acaba biz bu gelişimin neresindeyiz? Üniversiteler hâlâ kitaplardaki tanımlarla eğitime devam ederken, festivaller / etkinlikler de hâlâ eski yarışma veya gösterim başlıklarını korumaya devam ediyorlar. Yeni anlatımlı belgeseller eski biçim, içerik ve formatlardan izin almak zorunda değil. Atı alan Üsküdar’ı zaten geçmiş durumda. Jüriler ve akademisyenler bu yeni eğilimleri görseler iyi olacak. Yoksa daha çok özür dilemek zorunda kalacaklar.

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(20 Nisan 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Sinema ve NY, Lumet’siz kaldı

Film Festivali’nin heyecanına kapılıp savrulduk ama Sidney Lumet’yi kaybettiğimizi elbette unutmadık. Nereden baksanız, dört yıl öncesine kadar film çekiyordu. Philip Seymour Hoffman ile Ethan Hawke’un oynadıkları “Before the Devil Knows You’re Dead”, 2007 yapımı. Televizyon filmleriyle dizilerini ve kısa filmi de ihmal etmemiştir. Ama modern dünya onu hiç heyecanlandırmıyordu. Son filmini çektiği sıralarda, “Twelve Angry Man / On İki Öfkeli Adam”ı yaptığından bu yana işlerin kötüye gittiğini söylüyordu.

Lumet’nin ilk sinema filmi olan bu klâsikte (o zamanlar Melek Sineması adını taşıyan ‘kapalı Emek’te izlemiştim herhalde), oniki kişilik jüriden onbir kişi zanlıyı suçlu bulur. Bir tanesi ise, onları yanıldıklarına, delillerin yeterli olmadığına inandırmaya çalışır. Sonunda bunu becerir de. Lumet, şimdi çekse filmin hiç de böyle iyimser olmayacağı görüşünde. “İlginç, değil mi? Öylesine umut dolu bir filmmiş ki. Dünyanın bugünkü haline bakarsak, umutludan çok saf demek gerekir. Yani bugün onbir kişi, sırf bir kişi karşı diye vakit harcamaz. O sıralar zaten ülkenin kendisi daha saftı. Aynı şekilde berbat davranıyorlardı ama, hiç değilse bazı şeyler dile getirilmiyordu.” Lumet’ye göre bugün, insanlar televizyon yüzünden kendilerini daha yalnız, daha tecrit edilmiş hissediyor. “Başkalarına nasıl davranacaklarını bilmiyorlar, çünkü insan görmüyorlar. Hepimiz oturmuş gündüz gece kahrolası bir kutuyu seyrediyoruz.”

Oysa kendisi de yönetmen olarak o kutuyu erken tanımış, son dönemlerine kadar da ihmâl etmemişti. Televizyonda yönetmenlik yapmaya 1950 yılında başladı. CBS’in en önemli yönetmenlerinden biriydi. İkisi de uzun soluklu olan “Danger / Tehlike” ile “You Are There / Oradasın” (1953) dizilerini yönetmişti. 1955’te de tiyatro yönetmeni olarak ilk oyununu sahneledi. Ama tiyatroyla ilk tanışıklığı aktör olarak, daha eskiye uzanır. Oyunculuğu ise, çok daha eskilere.

İkisi de Eskenazi Tyatrosu’nun saygın oyuncuları olan Baruch Lumet ile Eugenia Wermus’un oğlu olarak 1924’te Philadelphia’da doğan Sidney Lumet de onların izinden gitti. New York’taki Eskenazi Sanat Tiyatrosu’nda sahneye çıktığında dört yaşındaydı. 1930’lu yıllarda Broadway’de birçok oyunda oynadı. Sidney Kingsley’in, New York’un yoksul mahallelerindeki hayattan vinyetler sunan ve sonra da beyazperdeye uyarlanan oyunu “Dead End”de de rol aldı. Yani o meşhur ‘çıkmaz sokak çocukları’ndan biri de oydu. Bir filmde oynamasının ardından, 1947’de aralarında Yul Brynner ve Eli Wallach’ın da bulunduğu bir grup oyuncuyla Broadway dışı bir grup kurdular. Bu grup, Lee Strasberg’in Actor’s Studio’da uyguladığı yöntemlerden şikâyetçi olup ayrılan oyunculardan oluşuyordu. Lumet sık sık, oyunculuğun çok acı veren bir şey olduğunu söylerdi.

Ne var ki, bu grubu kurduktan on yıl sonra tümüyle bir jüri odasında geçen On İki Öfkeli Adam ile adım attığı sinema onun gerçek yuvası oldu. Daha ilk filminde Berlin’de Altın Ayı kazanıp üç dalda (Film, Yönetmen, Senaryo Uyarlaması) Oscar’a aday olan kaç yönetmen var? O filmden sonra da sinema dünyasının önde gelen yönetmenlerinden biri olmayı sürdürdü. Belki istikrarlı değil ama, daima tahlilci, deşici bir sinemacı oldu. Güldürdüğü zaman bile iğnelemekten, hatta cepheden saldırmaktan geri kalmazdı. Adaletle, hukuk dünyasıyla çok ilgiliydi, başından beri bu tür filmler yapmaktan vazgeçmedi. Sol eğilimliydi, filmlerinde de toplumsal bir anlamı olan konuları ele almayı tercih ederdi ama ille de siyasi film yapmak gibi bir arzusu yoktu.

Bir de, filmlerinin çoğunu New York’ta çekmiştir. Bu konuda adının Woody Allen ve Martin Scorcese ile aynı solukta anılması gerekir. Sidney Lumet, Jean-Luc Godard ile birlikte, New York Film Eleştirmenlerinin 76 yıllık tarihinde Yaşam Boyu Başarı ödülü verilen iki yönetmenden biridir. Godard’ın, modern sinemanın en büyük ustalarından biri olduğu inkâr edilemez. Lumet ise onları, sokakla ilişkisini kesmemiş sinemanın havarisi olması, gerçekçiliğin meşalesini taşımasının yanısıra, yarım yüzyıl boyunca New York şehrinin ‘vakanüvis’i oluşuyla da etkilemişti. Evet, gerçi Boston, Chicago, Toronto, Londra, Paris, Texas, New Mexico ve Louisiana’da filmler çekmişti ama (Hollywood’da asla) esas olarak doğup büyüdüğü, yaşlandığı şehrin acı gerçeklerini araştırmıştı: “12 Öfkeli Adam”dan başlayarak “The Pawnbroker / Tefeci”, “Serpico”, “Dog Day Afternoon / Köpeklerin Günü”, “Network / Şebeke”, “Prince of the City / Şehrin Prensi” ve yukarıda bahsi geçen “Before the Devil Knows You’re Dead”, bu filmlerden sadece birkaçıdır.

Filmlerindeki karakterler kadar hırslı ve atak olan, neyi istediğini bilen Lumet, 1957’deki ilk Filmi “12 Öfkeli Adam”dan 2007 yapımı “Before the Devil Knows You’re Dead”e kadar 43 uzun metrajlı sinema filmi çekti. Dört kez En İyi Yönetmen dalında Oscar adayı oldu, 2005’te Onursal bir Akademi ödülü aldı. Sonunda hikâyeleri bitti, hatta belki o engin yaratıcılığı da tükenmiştir. New York filmlerinin yanısıra tiyatro uyarlamalarıyla, Eugene O’Neill’in “Long Day’s Journey into Night”ı ve Çehov’un “Seagull / Martı”sı ile de hatırlanacak. Bir de, Agatha Christie uyarlaması, sırf birlikte olmanın keyfi için üç kuruşa oynayan starlarla dolu “Murder on the Orient Express / Şark Ekspresinde Cinayet”iyle. İyi oyuncularla çalıştı demiştik. Mevcut en iyi yazarlarla çalışmak da başka bir sırrıydı. Hepsi birbirine bağlandı, o yazarlar, kendisi de aktörlükten gelme Lumet’nin oyuncularına fırsat verdi. Filmografisi onun hayatını doğruluyor.

(17 Nisan 2011)

Sevin Okyay

Son Çığlık’tan 11 Yıl Sonra Daha Güçlü Çığlık 4

Yön: Wes Craven
Senaryo: Kevin Williamson
Oyn: David Arquette, Neve Campbell, Courteney Cox, Emma Roberts

70’li yıllarda ortaya çıkan ama rüştünü 80’lerde ispatlayan, Tobe Hooper, John Carpenter, Sean S. Cunningham ile birlikte slasher türünün en büyük yönetmenlerinden Wes Craven, son Çığlık’tan 11 yıl sonra geri döndü!

1984 yılında çektiği Elm Sokağı Kabusu’yla korku filmleri antolojisine adını altın harflerle yazdıran Craven, akabinde başlattığı Scream (Çığlık) akımıyla türe yepyeni bir soluk getirmiş, iki de devam filmi çektikten sonra Çığlık dosyasının kapatmıştı. Biz de filmi klâsiklerimiz arasına kaldırılmıştık. Ta ki bugüne kadar!

Hem eski fanlarını toplamayı, hem de yeni jenerasyonu sallamayı hedefleyen Çığlık 4’ün senaryosu diğer üçlemede de olduğu gibi yine Kevin Williamson’a ait.

Yeni filmde, Neve Campbell, David Arquette ve Courteney Cox – Arquette gibi kemik kadronun yanında genç oyuncular da var.

Mevzu ise şöyle; aradan geçen yıllar içinde karakterlerin de hayatlarında birçok değişiklik olmuş. Sidney tüm bu yaşadıklarının etkisiyle iyi bir yazar olmuş. Şerif Dewey ve Gale ise evlenmiş. Sidney, yeni kitabının tanıtım turunun son durağı Woodsboro’ya geri dönünce maskeli katil yeniden ortaya çıkıyor.

Malûm aradan geçen 15 yılda zaman değişti. Teknoloji iyice gelişti. Çığlık’ı izleyerek büyüyen çocuklar bugün birer yetişkin oldu. Ve çok sayıda korku filmi izlediler. Çığlık 4’ün onları yeniden yakalayabilmesi için bu gerçeği çok iyi özümsemesi gerekiyordu ve onikiden vurmuş.

Çığlık 4; diğer üç filmde de olduğu gibi yavan bir korku filmi değil. Film içinde filmin geçtiği, sinemasal göndermelerle dolu dev bir bulmaca… Katilin kim olduğuna dair son dakikaya kadar tahmin yürüteceğinize ve çoğu zaman ters köşeye yatırılacağınıza emin olabilirsiniz. Zaten bu da işin en eğlenceli kısmı…

Craven bugün 72 yaşında… Ama filmi izledikten sonra hâlâ genç ve enerji dolu bir yönetmenle karşı karşıya olduğunuzu göreceksiniz. Hem yenilik hem de ustalık fışkıran Çığlık 4, şahane bir geri dönüş filmi…

Tekrar değil, sağlam bir devam filmi olan Çığlık 4, türün olmazsa olmazlarına sadık kalıp zamanını da çok iyi yakalıyor. Özellikle de çağın bence illeti internete bolca verip veriştiriyor. Ki çok da haklı… İnternet olmadan hepimizin hayatı çok daha güzel değil miydi?

(15 Nisan 2011)

Gizem Ertürk

Yeşilçam’ın Siyah – Beyaz Devirlerinden

Renkli dönem öncesi Yeşilçam’dan keşfedilmesi gereken çok film var. Metin Erksan’dan Feyzi Tuna’ya, Hülya Koçyiğit’ten Cüneyt Arkın’a birçok değer var. Yeşilçam, hiç de küçümsenecek bir hayal ülkesi değilmiş.

Bir kanalda, Yeşilçam Smart’ta Metin Erksan ustanın 1954 yapımı “Beyaz Cehennem – Cingöz Recai” filmini keşfedince, bu kanalda görebildiğimiz filmlerle sinemamızın ustalarına selâm göndermek istedik. “Beyaz Cehennem – Cingöz Recai”, Peyami Safa’nın Server Bedi imzasıyla yayımladığı bir Türk hafiye (dedektif) seri hikâyesi. Safa Önal’ın 1969 yılında renkli çektiği ve başrolünde Ayhan Işık’ı oynattığı bir “Cingöz Recai” filmi daha var. Peyami Safa (1899 – 1961), Cingöz Recai karakterini, hırsız Arsen Lüpen’den ve dedektif Sherlock Holmes’tan ilham alarak yaratmış. Erksan’ın (1929) filmi, Çiftehavuzlar’da işlenen bir cinayetle başlıyor. Hızlı gazeteci Nevzat, nam-ı diğer Cingöz Recai polislerden de önce cinayet mahalline gelir. Basit bir cinayet değildir bu. Cingöz Recai, hemen araştırmalara girişir. Cinayet yerinde dört yüz bin dolar da kaybolur. İranlı Yasemin de bu paranın peşinde. Polis şefi Mehmet Rıza, Cingöz’ün işe karışmasından hoşlanmaz. Çapkın ve açıkgöz Recai, vakayı çözer ve Mehmet Rıza’yı atlatır. Bu filmdeki sakin İstanbul büyülüyor. Boğaz sırtları daha kuşatılmamış, insanlar nazik konuşuyor, sevgililer dudak dudağa öpüşüyorlar. Dış mekânlar, öncelikle gece çekimleri insanı sinemamız adına heyecanlandırıyor. Kapalıçarşı’da, Mehmet Rıza ve adamlarının Tatar Şevki’yi kıstırdıkları sahne tek kelimeyle etkileyiciydi. Filmde Cingöz Recai’yi oynayan Turan Seyfioğlu, 1961’de tedavi için gittiği Londra’da kırk yaşında vefat etti. Mehmet Rıza’yı Avni Dilligil (1908 – 1971), Cingöz’ün sevgilisi Jale’yi Neriman Köksal (1929 – 1999), Cingöz kadar kurnaz İranlı Yasemin’i Pola Morelli (1920 – 1970), Tatar Şevki’yi Fikret Hakan (1934), Başkomiser Hamdi’yi Nubar Teziyan (1909 – 1994) canlandırmış. Filmin senaryosunu da Erksan yazmış. Görüntülerse Fethi Mürenler’e aitti. Mürenler’in 1976’da vefat ettiğini bulabildik. Gerçekten, polisiye bu sinemanın genlerinde var. Hürriyet Gazetesi’nin kurucusu merhum Sedat Simavi (1896 – 1953), 1917 yılında sinemamızda ilk polisiye filmi çekti “Casus”la. Bu film, Birinci Dünya Savaşı’nda geçen bir casusluk hikâyesini anlatıyordu. “Casus”, sinemamızın ilk kurgusal filmiydi ayrıca. Kültür Bakanlığı, tıpkı ABD Ulusal Film Koruma gibi sinemamızın mücevherlerini korumaya almalı. Filmler, ABD’de Kongre Kütüphanesi’nde korunuyor. Bizde de belki bu Milli Kütüphane olabilir.

Sinemamızda 1954 yapımı bir “Nilgün” filmi de var. Münir Hayri Egeli’nin (1903 – 1970) yönettiği “Nilgün”ün senaryosunu Sezai Solelli (1914 – 1979), Refik Halit Karay’ın (1888 – 1965) aynı adlı üç ciltlik romanından yazmış. Filmin görüntüsünü de Enver Burçkin (1914 – 1990) gerçekleştirmiş. Ömer’i Cüneyt Gökçer (1920 – 2009), Nilgün’ü 1932 Endonezya doğumlu Avusturyalı Erika Remberg, Dilbeste’yi Lale Oraloğlu (1924 – 2007) oynamış. “Nilgün” üçlemesi, 1950 – 52 arasında yayımlanmış ilk olarak. İnkilap Kitabevi, 2010 yılında bu üçlemeyi okurlarla buluşturdu bir defa daha. Ömer, edebiyatımızın ve sinemamızın özel şahsiyetlerinden biri. Hindistan’da ve Pakistan’da geçen, Ömer’le Nilgün’ün denizlerdeki fırtınalar gibi aşkı bu. Gerçekten de etkileyici bir filmdi bu. “Nilgün” filmi, 1968’de Ertem Eğilmez (1929 – 1989) tarafından renkli olarak bir defa daha sinemaya aktarılmıştı.

Orhan Erçin’in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı 1955 yapımı “Çeto Sihirbaz”, sinemamızın mücevherlerinden. Erçin (1926 – 1993), Fransızların ünlü “jandarması” büyük komedyen Louis de Funès’yi sinemada seslendirmişti yıllarca. Filmin kameramanlığını da Hayrettin Işık üstlenmiş. Filmde Çeto’yu Orhan Erçin, İnci’yi İnci Birol (1933 – 1975), Hakkı Baba’yı Hakkı Ruşen, tiyatronun sihirbazını da Gazanfer Özcan (1931 – 2009) canlandırmış. Film, baştan sona eğlenceli bir yapıt. Final bölümünde bütün kadronun hep beraber şarkı söylemesi de bir armağan gibiydi. Her şey bir miras ve evlenme işiyle başlıyor. Tiyatrocu Hakkı babanın kızı, mirası alabilmek için şartları yerine getirmek zorunda. O da, Hakkı babanın yeğeni Çeto’yla evlenmek. İnci, tiyatrodan başka bir oyuncuyla yer değiştirir ve Çeto da tiyatroya düşer elindeki sepetle peşinden. İşler karışır ve bir her şey bir vodvile dönüşür sonra. Aslında “Çeto” serisinin ilk filmi 1953 yapımı “Çeto Salak Milyoner” adıyla çekilmiş. Erçin, yine senaryoyu yazmış, yönetmiş ve başrolde oynamış.

Tiyatromuzun değerli yönetmen ve oyuncularından 1928 doğumlu Haldun Dormen de film yönetmiş. 1965 yapımı “Güzel Bir Gün İçin”, estetiği ve gerçekçiliğiyle bugün de değerini koruyor. Filmin senaryosunu Erol Günaydın (1933) ve Erol Keskin (1931) beraber yazmışlar. Çarpıcı fotoğrafları da, sonradan oyunculuğa geçen Orhan Çağman (1927 – 1997) yapmış. Hayatın sıkıştırdığı Abbas, evi ve işi arasında monoton akışa bırakmış gitmiş kendini. Kız kardeşi Zarife, evine ve çocuklarına bakıyor. Çalıştığı giyim mağazasında Cemile’ye de vurgun Abbas. Bir türlü açılamıyor Cemile’ye. Cemile’yle işyerinde Zeki de ilgileniyor. Abbas’ın dertleşebildiği tek dostu işyerinden Sadık. Bir zaman sonra işten atılan Abbas, mağazanın kasasını soymaya karar veriyor. Onunla beraber başkaları da mağazayı soymaya karar verince işler karışıyor ve traji-komik olaylar perdeyi kuşatıyor. Çerçevelemelerden dolayı olmalı bu film bize sinemaskop tat verdi. Filmin, gündüz ve gece dış çekimlerinin etkileyici olduğunu belirtmeli. İç mekânlar da iyiydi. Dormen, filmin ilk bölümlerinde İstanbul’un insanı boğan kalabalığını iyi yansıtmış. Filmde Abbas’ı Erol Günaydın, Cemile’yi Belgin Doruk (1936 – 1995), Sadık’ı Altan Erbulak (1929 – 1988), Zeki’yi Metin Serezli (1934), Zarife’yi Nisa Serezli (1928 – 1992) ve soyguncu başını Haldun Dormen canlandırmış. İki kadim dostu, Erol Günaydın’la Altan Erbulak, yıllarca sinemada “002 Yavru ile Katip”i seslendirmişlerdi. Filmin sonundaki rüya ve ardından gerçekliğe dönüş, bu filmi daha da değerlendiriyordu. “Mutlu son”, bazılarına uğramıyordu hiç.

Büyüleyen Feyzi Tuna…

1939 doğumlu Feyzi Tuna, sinemamızda biçim araştırmalarıyla heyecan verici yönetmenlerden. Tuna’nın 1964 yapımı “Aşka Susayanlar”, James Jones’un, anlamı “Kimi Kaçarak Geldi” olan “Some Came Running” romanından uyarlanmış. Bu romanı, ilk olarak 1958’de Vincente Minnelli aynı adla renkli ve sinemaskop çekerek sinemaya uyarlamıştı. Frank Sinatra, Dean Martin ve Shirley MacLaine’in başrolünü paylaştığı bu film ülkemizde “Kader Yolcuları” adıyla gösterime çıkmış. Filmde, Suna’nın enkaza dönüşmüş eviyle Suna’nın enkaz hayatı arasında metafor kurulması, gerçeklik yönünden de filme değer katmış. Filmdeki iç ve dış mekân kullanımlarıyla ışık düzenlemeleri gerçekten heyecan vericiydi. İstanbul görüntüleri muhteşemdi. Askerlik dönüşü eve değil bir otele yerleşen Ekrem, otelde İstanbul’a iş bulmak umuduyla gelmiş Ahmet’le tanışıyor. Bir İstanbullu olmasına rağmen Ahmet’e iş bulma konusunda faydası dokunmayan Ekrem, Ahmet’e şehri tanıtıyor. Bir gece yolları Suna’yla buluşuyor sonra. Suna’yı belâlısından kurtardıktan sonra, ona yardımcı olmaya çabalıyor bu yeni iki arkadaş. Suna, kendisine kalbiyle aşık olan sıcak Ahmet’i değil, soğuk Ekrem’i seçiyor ve trajedisine doğru yol alıyor bu hikâyede. Filmin senaryosunu Tuna’yla, sonradan yönetmenliğe de geçecek Erdoğan Tokatlı beraber (1939 – 2010) yazmışlar. Filmin kameramanlığınıysa Ali Uğur (1939 – 2008) ve Orhan Kapkı (1930 – 1987) beraber yapmışlar. Filmde Ekrem’i Ekrem Bora (1932), Suna’yı Semra Sar (1943), Sedat’ı Kenan Pars (1920 – 2008), Ahmet’i Özkan Yılmaz (1938 – 2010), Tülin’i Nur İnsel (1942) oynamışlar.

Tuna – Bora işbirliğinde doğan “Tek Kurşun” filmi, 1968’de çekildi. Tuna’nın bu film, Jean-Pierre Melville ustanın 1967’de, Joan McLeod’un “The Ronin” romanından uyarladığı “Le Samourai – Kiralık Katil” filminden ilham almış. Tuna’nın filminin dışavurumcu ışık düzenlemeleri, sinemamız için şimdi bile muhteşem ötesi. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmin stilize görüntülerini Cengiz Tacer (1938) gerçekleştirmiş. Cemil, bir kiralık katil. Donuk görünüşlü Cemil, kış atmosferindeki bu koca şehirde yapayalnız. Kendisine yakın olan tek canlıysa kafesindeki kuşu. Cadde üzerinde, başkasının arabasını alan Cemil, önce eski nişanlısı Semra’ya uğrar. Ardından gece kulübü sahibi Ahmet’i tek kurşunla öldürür. Polis, muhtemel suçluları toplar. Tanıklar, katilin yüzünü çıkartamazlarsa da Polis şefi Cemil’den şüphelenmeye başlar. Final bölümü, Melville ustanın filminde de melodram kendini hissettiriyordu, ama Tuna’nın filminde derin melodram daha derindi. Filmde Cemil’i Ekrem Bora, Semra’yı Mine Mutlu (1948 -1990), polis şefini Orhan Günşiray (1928 – 2008), Yılgın Rıza’yı Hasan Ceylan (1922 – 1980), Semra’nın sevgilisi Orhan’ı Süleyman Turan (1936), Ahmet’i Mümtaz Ener (1907 – 1989) oynamışlar.

Sinemamızda seri cinayet filmi…

İlhan Engin’in (1925 – 1991) yönettiği 1967 yapımı “Kadın Düşmanı”, belki de sinemamızın ilk seri cinayet filmi. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmin çarpıcı fotoğraflarıysa Memduh Yükman’a (1925 – 1983) ait. İstanbul’un semtlerinde birbirine benzer kadın cinayetleri işleniyor. Polis Kemal, katilin öldürdüğü kadınlarla cinayet işlenen semtlerinin baş harflerinin akrostiş gibi olduğunu fark eder. Yüzü maskeli katil, gecenin karanlığında kadınları takip eden röntgenci mi? Sevgilisi öldürülen Ali mi? Yoksa heykeltıraş Sami mi? Ya da yengesi Oya’ya aşık Kenan mı? Yönetmen, seyircinin zihnini sürekli karıştırıyor. Georges Simenon polisiyelerinin tadını veren “Kadın Düşmanı”, mekân yansımalarıyla, stilize kamera açılarıyla, dışavurumcu ışık düzenlemeleriyle, uzayan gölgeleriyle, gerilimli müzikleriyle ve merak duygularıyla sinemamızın özel filmlerinden. Gerçekten kolay aşılmaz bu film sinemamızın başyapıtı. Final bölümündeki yoğun sis, filme anlam katıyordu. Vaka çözülünce sisin dağılışı da etkileyiciydi. Kemal’i Ekrem Bora, Oya’yı Sema Özcan (1943), röntgenciyi Erol Taş (1926 – 1998), Kenan’ı Engin İnal (1942 – 2004), heykeltıraş Sami’yi Tanju Korel (1944 – 2005), Ali’yi Suphi Tekniker (1940), Kenan’ın annesini Güzin Özipek (1925 – 2000) oynamış.

Nejat Saydam’ın (1929 – 2000), Orhan Kemal’in (1914 – 1970) aynı adlı romanından uyarladığı 1966 yapımı “El Kızı”, sinemamızın tepelerinde bir melodram. Hem hayatın gerçekleriyle buluşabilen hikâyesiyle hem de bu kadarı yeter dedirten hüzünlü yolculuğuyla acılara adanmış bir film bu. Orhan Kemal’in “El Kızı” romanı Everest’te yeniden yayımlandı 2010 yılında. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmin görüntüleri Melih Sertesen’e (1926 – 1994) ait. Mazhar, yüzüğü aldıktan sonra, geçmişi hatırlar. Nazan’a aşık olduğu o avukatlık stajını yaptığı yılları. Teyzesi hamile Nazan’ı evden kovunca, Mazhar’la hemen evleniyorlar, İzmir’de Mazhar’ın annesiyle yaşamaya başlıyorlar sonra, çocuk Haldun da büyümüş. Mazhar’ın annesi Saime, kaynanalığını gösteriyor ve sıcak yuva entrikalarla dağılıyor. Nazan’la Mazhar boşanıyorlar. Gerisin geri trenle İstanbul’a, teyzesine dönerken bar kızı Nesrin’le tanışan Nazan için kader de ağlarını örüyor ve acılar derin kederlerle kuşatmaya başlıyor onu. Mazhar da bar kızı Neriman’la evleniyor. Kederlerle dolu yıllar akıp gidiyor. Nazan barda şarkılar söylüyor, alkole düşüyor. Oğul Tayfun büyüyor ve doktor oluyor. Ama, trajediler bitmiyor. Bu gerçekten çok ağır bir melodram ve belki bu film 1960’larda seyirci rekorlarını kırmış olabilir. Filmde Nazan’ı Türkan Şoray (1945), Mazhar’ı Ekrem Bora, Saime’yi sinemamızın ilk starı Cahide Sonku (1916 – 1981), Nesrin’i Çolpan İlhan (1936), Neriman’ı Suzan Avcı (1937), Haldun’u Tunç Oral (1938) oynamışlar. Filmde “Ümitsiz Bir Bekleyiş Hasreti Var İçimde” şarkısı çok iyiydi. Ali Erköse’nin Müzehher Güyer’in güftesinden bestelediği bu şarkı Hüzzam makamındaydı. Filmde, kara kediyle Neriman arasında metafor kurulması anlatımı güçlendiriyordu. Yönetmen, aralara yerleştirdiği kara kediyle tam anlamıyla “leit motif” yaratıyordu.

Sinemamızdaki iyi melodramlardan 1968 yapımı “Ağlayan Bir Ömür” filmini Nejat Saydam yönetmiş. Senaryoyu da Safa Önal (1931) yazmış. Filmin kameramanlığını da Melih Sertesen yapmış. Vedat, ailesine iyi bakabilmek için zengin kızların gittiği bir özel lisede edebiyat dersleri veriyor. Karısı Şermin ve küçük kızı Oya’yla mutlu ve sıcak yuvası olan Vedat’a sınıftan Hülya aşırı ilgi gösterir. Başlarda Hülya için oyun olan bu ilgi, sonradan tutkuya dönüşüyor. Kendisiyle evlenmek isteyen Metin’e bile yüz vermemeye başlıyor Hülya. Filmde, derin bir meloramı başlatansa Şermin’in kanseri. Tahliller sonunda Şermin’in beyninde ur tespit ediyor doktor. Öleceğini düşünen Şermin, ailesini kendi yokluğuna alıştırmak için onlara soğuk davranmaya başlıyor. Elbette hikâyede Metin ve Hülya da var. Sonunda her şey düzelince, başkarakterler gibi seyirci de rahatlıyor. Şermin’in doktordan çıkıp, caddede dalgın dalgın yürümesi, Şermin’in ruh halini iyi yansıtıyor. Filmde Vedat’ı Ekrem Bora, Şermin’i Sema Özcan, Hülya’yı Esen Püsküllü (1946), Metin’i Salih Güney (1943), Oya’yı Ufuk Enünlü (1957), Metin’in babasını Renan Fosforoğlu (1918 – 1991), Dr. Semih’i Muammer Gözalan (1905 – 1981) oynamışlar.

Ülkü Erakalın’ın (1934) yönettiği 1967 yapımı “Kiralık Kadın”, finali sürprizli bir melodram. Filmin senaryosunu, melodramların ustası Bülent Oran (1923 – 2004) yazmış. Görüntülerse, Orhan Kapkı’nın. Murat, kadınlara inanmayan, onlardan nefret eden, tiksinen bir genç adam. Kadınları sürekli aşağılasa da onlarla olmayı sürdürüyor. Abisi Ekrem Kutlu, “yürüme engelli” biri ve tekerlekli sandalyede günlerini geçiriyor. Gül, gecekonduda iyilik meleği bir hemşire. Bu üç insanın yolu, bir yerlerde buluşuyor. Murat, eve kapanmış ve bunalımlarıyla gününü geçiriyor. Murat, abisinin evlenebilmesi için geç kızları sınavdan geçiriyor. Sınavı, içkici babasının baskısıyla bu oyuna katılan Gül kazanıyor ve Ekrem’le evleniyorlar. Murat, bu kenar mahalle gülüne sırılsıklam tutuluyor ve kadınlara karşı önyargısını bir ölçüde yeniyor. Filmin, iç mekân çekimleri gerçekten çarpıcı ve ilham vericiydi. Bazı çekimler ve kamera kullanımları sinemamız adına insana heyecan veriyordu. Murat’ın romanın satırlarındaki anları yansırken, kameranın yatay ve plonje açılar oluşturması. Gül’ün, kayınbiraderi Murat’ın satırlarında kendisini arzulamasını hayal ettiği an, sinemamızda az görülür kışkırtıcılıkta perdeye yansıyordu. Melodram, tutku, ihtiras ve oyunlar bugün bile etkileyici. Filmde Gül’ü Fatma Girik (1943), Ekrem’i Ekrem Bora, Murat’ı Kuzey Vargın (1940) oynamış. Murat’la Gül’ün dudak dudağa öpüşmeleri bu filmden armağan gibi. Bu Filmde, Ajda Pekkan’ın söylediği “İki Yabancı” şarkısı da duyuluyordu. “İki Yabancı”, Frank Sinatra’nın 1966’da yayımlanan “Strangers in the Night” şarkısından uyarlanmış bir aranjman.

1965 yapımı “Şeker Gibi Kızlar” filminde, sadece Mavi Işıklar’ın müziği ve şarkıları değil, Ankara’nın, İzmir’in ve İstanbul’un 1960’lardaki manzaraları da etkileyiciydi. Sadece onaltı film yönetmiş Muzaffer Arslan’ın (1921 – 1992) Erdoğan Tünaş’ın (1935 – 2007) senaryosundan çektiği “Şeker Gibi Kızlar”ın kameramanlığını da Mengü Yeğin (1935 – 1993) yapmış. Filmde Fatma Girik ikizleri canlandırmış. İstanbullu Belgin, bilgi küpü. İzmirli Hülya argo konuşan, güzel şarkılar söyleyen bir kız. İki kız kardeşin yolu rastlantıyla Ankara’da kesişiyor. Sonra yer değiştirip yıllar önce ayrılmış anne-babalarını, Nevin’le Kenan’ı barıştırmak için uğraşıyorlar. İkisinin de sevgilisi var elbette. Belgin İzzet’le, Hülya, Taylor Fikret’le çıkıyorlar. İkizlerden dolayı çıkan karışıklar seyircileri hayli eğlendiriyor filmde. Sonuçta kazanan mutluluk oluyor. İkizlerin aynı çerçevenin içinde göründüğü sahneler teknik anlamda gerçekten inandırıcıydı. Bir de Fatma Girik bolca öpüşüyor filmde. “Şeker Gibi Kızlar” filminde Mavi Işıklar, “Helvacı”, “Oyna Yarim Oyna” ve Fatma Girik vokaliyle “Kanamam” şarkılarını söylüyordu. Filmde Belgin’le Hülya’yı Fatma Girik, İzzet’i Erol Tezeren (1942), Kenan’ı Hulusi Kentmen, Nevin’i Keriman Köksal, Taylor Fikret’i Burçin Oraloğlu (1941) canlandırmış. Mavi Işıklar müzik grubu, çok gençlermiş ve Beatles’ı çağrıştırırıyorlarmış.

Sinemamızın melodram ustası Osman F. Seden’in (1924 – 1998) yazıp yönettiği 1968 yapımı “Ana Hakkı Ödenmez” filmi, hastalıklar üzerinden gelişen bir melodram. Filmin kameramanıysa Cengiz Tacer. Orhan, Fatma’yla evli ve bebekleri Funda amansız bir hastalığa yakalanmış. Mine de amansız bir hastalığın içinde ve yaşayacak günleri de sayılı. Mine, Orhan’a tutkulu. Mine’nin babası Hilmi, bu ilginin farkında ve Orhan’a karısından boşanıp, az ömrü kalmış kızıyla evlenmesi koşuluyla bebeğini ameliyat yaptıracağını söyler. Mine de Fatma’ya baskı uygular. Fatma, kocasının kendisinden ayrılmayacağını bildiğinden melodramlardaki o yanlış anlamalar hayatın içine giriyor ve sonunda Fatma’yla Orhan ayrılıyorlar. Sonra, Orhan’la Mine evlenirler. Yıllar geçer. Funda yedi yaşına gelir. O mutluluk hiç kimseye gelmez. Yıllar sonra hikâye bir suç filmine dönüşüyor. Politik oyunlar ve rekabetler, filmdeki acıları daha da çoğaltıyor. Rakip Mesut, Orhan’ın başkanlık adaylığından çekilmezse elindeki kanıtları şantaj olarak kullanacağını söylüyor hayatında karanlık taraflar olan Fatma’ya. Olanlar oluyor, hikâye daha da trajik hal alıyor. Filmde Orhan’ı Ediz Hun (1940), Fatma’yı Fatma Girik, Mine’yi Serpil Gül (1941 – 1990), Nubar Terziyan, Komiser İlhami’yi Hüseyin Peyda (1920 – 1990), Mama Neriman’ı Güzin Özipek, Fatma’nın abisini Ahmet Mekin (1932), Mesut’u Önder Somer (1937 – 1997) oynamışlar.

Sinemamızda Ajda Pekkan devri…

Orhan Elmas’ın (1925 – 2002) yazıp – yönettiği 1964 yapımı bir gençlik müzikali “Plajda Sevişelim” filmi için iki farklı adla afiş hazırlanmış zamanında. İkinci afiş “Neşeli Aşıklar”, Anadolu için hazırlanmıştır herhalde. Filmin kameramanlığını da Turgut Ören (1924 – 2011) yapmış. Bu film, Robert Mulligan’ın renkli ve sinemaskop çektiği 1961 yapımı, “Eylülde Gel” anlamına gelen “Come September” filminden ilham almış. Rock Hudson, Gina Lollobrigida, Sandra Dee ve Bobby Darin’in başrolünde olduğu bu film, ülkemizde 1963 yılında “Sonbahar Hatıraları” adıyla gösterime çıkmış. Mulligan’ın filminde Tony karakterini canlandıran şarkıcı Bobby Darin (1936 – 1973), filmin adıyla aynı olan o güzel şarkıyı söylüyordu dans eden gençlere. Köşkün uşağı Adil, patronu Muzaffer olmadığında köşkü otel olarak işletiyor. Köşke kız öğrenciler yerleştikten sonra, Muzaffer ve nişanlısı Lale de geliyor. Ardından müzisyen gençler geliyor. Bu da yetmiyor, Alman Mayer’in kızını fidye için kaçıran gangsteler de köşkün sakinlerinden oluyorlar. Aralarda Erol Büyükburç, “Anadolu Pop” tarzında şarkılarını yorumlama fırsatı buluyor. Gerçekten, Büyükburç’un sesi Elvis Presley gibi insana iyi geliyor. Şarkıcı Suat, Lale’ye ilgi duyunca, işler daha da karışıyor. Suat’ın Lale’ye gitarıyla “Yeşilim, yeşilim, yeşilim amman / Yeşil yaprak altında üşüdüm amman” şarkısını söylerken, fırsat buldukça Lale’nin dudaklarından öpüyordu. Muzaffer’le çetebaşı tıpatıp birbirlerine benziyor. Bu filmdeki en heyecan verici anlardan birisi, iki roldeki Ekrem Bora’nın aynı çerçevenin içinde hiçbir teknik sorun yaşanmadan görünmesiydi. Günümüzde böyle çekimler, bilgisayar kontrollü kameralarla yapılıyor. Filmde Muzaffer’i Ekrem Bora, Lale’yi Ajda Pekkan (1946), Suat’ı Erol Büyükburç (1936), uşak Adil’i Ali Şen (1918 – 1989), Mayer’i Feridun Çölgeçen (1911 – 1978), Oya’yı Nilüfer Koçyiğit (1951) canlandırmış. Filmin komedi sahnelerinin çok güldürdüğünü de belirtmeli.

Ülkü Erakalın’ın yönettiği 1965 yapımı “Şepkemin Altındayım – Deli Futbolcu”, Öztürk Serengil’in (1930 – 1999), iki rolde göründüğü hem komedi hem de derin melodram yüklü bir film. Senaryoyu Bülent Oran’ın yazdığı filmin görüntüleri Kenan Kurt’a (1925 – 2002) ait. Sarı-lacivertli Yenerbahçe’nin golcü ve çapkın forveti Selim’in “yaramazlıkları”nı engelleyemeyen başkan Hulusi, ne yapıp edip Selim’i kaçırmaya yeminli sarı-kırmızı Salatasaray’ın başkanı ve sanki bu filmden kopuk bir hikâye gibi yansıyan sokak müzikçilerinin hikâyesi. Salatasaray’ın idarecileri, gece kulübü güzeli Selma’nın yardımıyla Selim’i kaçırırlar. Yenerbahçe’yi bir türlü yenemeyen Salatasaray, şimdi ezeli rakiplerini alt edebilir. Sokak şarkıcılarının arasında Selim’in aynadaki yansıması gibi bezeyen Kerim de var. Hulusi, Kerim’i Selim zanneder maça çıkarır, ama sonunda esir Selim kurtulur ve Salatasaray, yine Yenerbahçe’yi yenemez. Öte tarafta, melodramın ateş gibi yaktığı bir aşk hikâyesi de var. Sokak müzikçisi Ahmet, ayağı felçli Fatma’ya deli divane aşıktır. Sonunda her şey yoluna giriyor ve herkes için mutluluk gecikmeyle de olsa geliyor. Selim’in Selma’yı dudaklarından öptüğü sahne akılda kalıyordu. Filmde Selim ve Kerim’i Öztürk Serengil, Selma’yı Ajda Pekkan, Ahmet’i Yusuf Sezgin (1942), Fatma’yı Esen Püsküllü, Yenerbahçe’nin başkanı Hulusi’yi Vahi Öz (1911 – 1969) ve Salatasaray’ın başkanını Hüseyin Baradan (1932 – 2004) oynamış. Filmin bir sürprizi de vardı. TRT’nin ünlü maç spikeri Orhan Ayhan, statta maçı anlatıyordu. Öztürk Serengil, seyirciyi bol bol güldürüyordu bir de. Bu filmde Ajda Pekkan, “Kalenin Bedenleri” şarkısını da söylüyordu.

Yine Ülkü Erakalın – Bülent Oran işbirliğinden doğan 1966 yapımı “Şoför Deyip Geçmeyin”, gariban şoförün melodramı. Filmin kameramanlığını Memduh Yükman’ın yaptığı filmde, zengin kızı Gül, fakir genç Selim’e aşık olur, ama babası Vahit bu aşkın karşısında durur. Yollar ayrılır. Hamile olduğunu öğrenen Gül, ortadan kaybolur, bebeği doğurur, bebeğini gariban şoförün taksisine bırakır ve bebek büyür Ömercik olur. Çocuğunun hasretine dayanamayan Gül, fakir çocukların öğrenimine adar kendini. Öte tarafta şoförün de hayatı var bir de. Şoför de umutsuz bir aşkla bar güzeli Ayla’ya yangın. Sondaysa, hem mutluluk hem de trajedi bekliyordu. Ayla’nın striptiz dansı hayli çarpıcıydı. Filmde şoförü Sadri Alışık (1925 – 1995), Ayla’yı Ajda Pekkan, Gül’ü Esen Püsküllü, Ömercik’i Ömer Dönmez (1959), Vahit’i Süha Doğan (1920 – 1979), aşık Selim’i Atacan Arseven (1939) canlandırmış.

Nejat Saydam’ın yönettiği 1963 yapımı “Kendini Arayan Adam”, belleğini yitirmiş bir adamın gerçek aşkı bulmasının melodramı. Filmin senaryosunu, sinemamızda üç filme senaryo yazan Kevkep Öklem yazmış. Öklem hakkında bilgiye ulaşamadık. Filmin müziklerini Rauf Tözüm bestelemiş. Görüntüleri de Melih Sertesen çekmiş. Balıkçı kasabasında kumlar üzerinde baygın bulunan bir genç adam, ne adını ne de geçmişini hatırlar. Murat Reis ve kızı Gönül’ün evlerinde kalan genç adamın adını bir mezar taşında öğreniyor seyirci. Adı Cevat olan fabrikatör genci, karısı Suzan ve Necdet ortadan kaldırmak istemiş. Belleği yavaş yavaş yerine gelmeye başlayan Cevat, kötüleri yenip aşkına kavuşuyor. Yer yer insanı etkileyen bu melodramda Cevat’ı Tamer Yiğit (1942), Gönül’ü Ajda Pekkan, Murat Reis’i Hulusi Kentmen (1911 – 1993), Halim’i Ali Şen, Necdet’i Sadri Alışık, Suzan’ı 1958’de Türkiye güzeli seçilen Sunay Uslu (1940), Süleyman’ı Hüseyin Baradan oynamış.

“Kral” Ayhan Işık…

1929’da İzmir’de doğan sinemamızın “Kral”ı Ayhan Işık, 1979’da İstanbul’da vefat etti. Aram Gülyüz’ün (1931) yönettiği 1966 yapımı “Siyah Otomobil”in senaryosunu Vecdi Uygun (1930) yazmış. Görüntülerse Memduh Yükman’ın. Film, hayatında trajediler yaşayan polis Kenan’ın dramını anlatıyor. Karısı öldükten sonra geri hizmette görev yapan Kenan’ın oğlu Ahmet, şehirde dehşet saçan bir siyah otomobil tarafından öldürülür. Şefi, siyah otomobil seri cinayetleri yüzünden yeniden eski işine çağırır Kenan’ı. Oğlu Ahmet’le aynı sınıfta okuyan Erol’un annesi Selma’yla da tanışıyor o sıralarda Kenan. Selma, siyah otomobil çetesinin gece kulübünde zorla çalıştırılıyor. Sonunda kötüler mağlubiyete uğratılıyor ve aşk kazanıyor. Filmde Kenan’ı Ayhan Işık, Selma’yı Ajda Pekkan, çetebaşı Yusuf’u Süha Doğan, polis şefini Asım Nipton (1915 – 1972), Ahmet’i Ercan İnangiray (1958) oynamışlar. Filmin müziklerini de Vasfi Uçaroğlu Orkestrası çalmış. Filmin kurgusu da iyiydi. Ajda Pekkan, “Seninle Bir Sonbahar” ve “Yollar Uzak Gelemedim” şarkılarını söylüyordu.

Hulki Saner’in (1923 – 2005) yönettiği, senaryosunu Orhan Aksoy’la (1930 – 2008) beraber yazdığı 1962 yapımı “Zorlu Damat”, eğlenceli ve hoş film. Fonda duyulan muhteşem müzikleri Yorgo İlyadis (1914 – 1974) bestelemiş. Görüntülerse Kosta Psaros’a ait. Yarış atlarına meraklı zengin ve şımarık kız Gönül, atı Veliefendi’de Bursalı at çiftliğinin sahibi Necdet’in atına geçilince küplere biniyor ve Necdet’ten at satın alabilmek için soluğu Bursa’da alıyor. Ardından ipinden kopmuş eğlence seyirciyi bekliyor. Necdet, kendine Hasan diyerek Gönül’e yaklaşır ve onu aşk ateşiyle yakar. Sonunda aşk kazanıyor tabii ki. “Zorlu Damat” filminde, Necdet’le Gönül, bol bol öpüşüyorlar. Sinemamızın sultanı Türkan Şoray’ın kanunları o vakitler yokmuş herhalde. Afişte ve ön jenerikte de adı ikinci yazılmış sultanın. Filmde Necdet’i Ayhan Işık, Gönül’ü Türkan Şoray, Rıza’yı Hulusi Kentmen (1911 – 1993), Abdulah’ı Kadir Savun, Mıstık’ı daha otuz yaşındayken yoksulluğa isyan eder gibi intihar eden Suphi Kaner canlandırmış. Kaner, 1933’te İstanbul’da doğdu, yine 1963’te İstanbul’da vefat etti. Bir zamanlar Yeşilçam’da insanı böyle eğlendiren sıcak filmler yapılıyormuş. Şimdiyse bu başarılamıyor.

Hulki Saner’in yazıp – yönettiği 1963 yapımı “Helal Olsun Ali Abi” filmi, “Turist Ömer” karakterinin de doğuşunun filmi. Tıpkı Blake Edwards’ın 1963 yapımı “The Pink Panther – Pembe Panter” filmindeki Müfettiş Jacques Clouseau karakteri gibi. “Helal Olsun Ali Abi”, eğlenceli bir polisiye. Ayhan Işık, külhanbey ağzıyla konuşan esprili bir sivil polis. Filmde Ali’yi Ayhan Işık, Turist Ömer’i Sadri Alışık, Fettan’ı Sevda Ferdağ (1942) canlandırmış. Filmin görüntülerini de Kosta Psaros çekmiş.

İlhan Engin’in yazdığı ve yönettiği 1966 yapımı “İstanbul Dehşet İçinde” filminde, “007 James Bond” filmlerinin etkisi bir hayli hissediliyor. Hatta, Ayhan Işık’ın merkezde göründüğü ilk anlar, tıpkı Terence Young’ın yönettiği serinin ilk filmi 1962 yapımı “Dr No”daki gibi. Filmin kameramanı Mahmut Demir’in ölüm yılının 1998 olduğunu öğrenebildik sadece. Uluslararası bir suç örgütü, İstanbul’un su şebekesine ölümcül virüs karıştırmak istiyorlar. Tam bir casusluk gerilimi olan bu filmde, öncelikle dış gece çekimleri çok çarpıcıydı. Filmde Kemal’i Ayhan Işık, Kurenko’yu Kenan Pars, Tekin’i Reha Yurdakul (1926 – 1988), dilsizi Tanju Korel (1943 – 2005), sivil polisi Hüseyin Zan (1930) canlandırmış.

Cüneyt Arkın bambaşka…

1937’de Eskişehir’de doğan sinemamızın “doktor”u Fahrettin Cüreklibatur, yani Cüneyt Arkın, sinemamızda bir Alain Delon’du. Kemal Kan’ın (1929 – 1997) yönettiği 1964 yapımı “İstanbul Sokaklarında” filmi, ağır melodramıyla insanı sarsan bir film. Senaryoyu da Vecdi Uygun yazmış. Bu fimin müzileri Metin Bükey’e (1933 – 1997), görüntüleriyse Fevzi Eryılmaz’a ait. Metin, askerden döndükten sonra kola fabrikasının başına geçer. Yorgun babası Ahmet de gönül rahatlığıyla kendini emekliye ayırır. Metin, hayatının kadını Sevim’le ilgilenecekken askerlik öncesi tanıdığı Necdet’in avı olur, “meşum kadın” Leyla’nın baştan çıkarmasıyla koca serveti kumarda batırır ve sonunda anne-babasıyla beraber sokaklara düşer. Onca ibretlik acılar çekildikten sonra Metin, Sevim ve Metin’in anne-babası için geç de olsa mutluluk gelir. Filmde Metin’i Cüneyt Arkın, Sevim’i Filiz Akın (1943), Ahmet’i Turgut Özatay (1927 – 2002), Leyla’yı Suzan Avcı, Necdet’i Tunç Oral, Metin’in annesi Zehra’yı Nedret Güvenç (1930) canlandırmış.

Hulki Saner’in yazıp – yönettiği “Cibali Karakolu”, büyük tiyatro insanlarımızdan Muammer Karaca’yla Cüneyt Arkın’ı yan yana getirmiş eğlenceli bir film. Filmin kameramanıysa Turgut Ören. Karakol amiri zengin ve çapkın olursa ne olur? Etrafta kendine Necip Zoka diyen amir Cafer Saba, genç ve yakışıklı Orhan’la yarışabilir mi? Bir dolu karışıklık seyircilerin iyi vakit geçirmelerini sağlıyor. Filmde Orhan’ı Cüneyt Arkın, Cafer Saba’yı Muammer Karaca (1906 – 1978), Ayfer’i Sevda Ferdağ oynamış.

Hülya Koçyiğit’in duru güzelliği…

Ülkü Erakalın’ın yönettiği 1964 yapımı “Hepimiz Kardeşiz”in senaryosunu Hamdi Değirmencioğlu (ölümü 1990) ve Bülent Oran yazdığı filmin görüntüleriyse Manasi Filmeridis’e (1913 – 1997) ait. Film, “Cüneyt Arkın’ı iftiharla takdim ettiği” için ön jenerikte en sonda yazıyor adı. Öğretmen Ahmet, kendini yoksul köylü çocuklarına eğitim vermeye adamış genç bir öğretmen. Geldiği köyde zalim ağa Kara Yusuf’un gazabına uğruyor. Bununla beraber başka hikâyeler de var. Nazlı ananın büyüttüğü Murat, Elif’e yangın. Elif de, köye gelen öğretmen Ahmet’e. Ahmet, duru güzelliği olan bu köylü kızının ilgisine karşı koyamıyor. Murat, Elif için Ahmet’ten nefret etse de öğretmenin okul yapma çabasına yardımcı oluyor. Ama finalde trajedi de bekliyor. Öğretmen Ahmet’in ders verici konuşmalarını bir tarafa bıraktığınızda iyi bir köy filmi bu. Filmde Murat’ı Tamer Yiğit, Ahmet’i Cüneyt Arkın, Elif’i Hülya Koçyiğit (1947), Nazlı’yı Aliye Rona (1921 – 1996), Aşık Garip’i Semih Sezerli (1930 – 1980), Kara Yusuf’u Hasan Ceylan (1922 – 1980) canlandırmış. Aliye Rona, bu filmdeki rolüyle 2. Antalya Film Festivali’nde “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında ödül kazandı. Fonda da “Nem Alacak Felek Benim” tınıları da duyuluyor. Bir vakitler Yeşilçam’da güzel kadınlar varmış. O güzel kadınlar şimdi nereye gittiler?

1963 yapımı “Genç Kızlar”, sinemamızın beyefendisi Ediz Hun’un ilk sinema filmi. Hun, sinemamızdaki önemli melodramlarda oynadı. Nevzat Pesen’in (1924 – 1973) yönettiği “Genç Kızlar”ın senaryosunu Nihal Yeğinobalı (1927) yazmış. Görüntülerse Gani Turanlı’ya (1926 – 2005) ait. Filmde hitabet hocası İskender’i Ediz Hun, Oya’yı Hülya Koçyiğit, Eylül’ü Türkan Şoray, müdireyi Bedia Muvahhit (1897 – 1994), hastabakıcı Nuran’ı Nedret Güvenç, tiyatro hocasını Feridun Çölgeçen, Eylül’ün dadısını Kadriye Tuna (1902 – 1970), Pervin’i trafik kazasında ölen Zuhal Tan (1944 – 1966), okul bekçisi İsmail’i Faik Coşkun (1914 – 1978) canlandırmış. Film, zengin kız öğrencilerinin yatılı kaldığı tiyatro okulda geçiyor. Oya, öğretmeni İskender’e aşık oluyor bir zaman sonra. Oya, annesin öldüğünü sanıyor. Babası da kendini işine vermiş. Belki de Oya, manevi babasından görmediğini şefkati İskender’den geleceğini umuyor. İskender’in de kalbi Eylül’e doğru atıyor. Ama, İskender evliymiş. Bir kızı olan İskender’in eşi akıl hastanesinde yatıyormuş. Aşkından umutsuzluğa düşen Oya, kendini yüksekten atarak intihar eder, ama kurtulur. Filmde, piyano tınılarıyla dans sekansı hoştu. Hülya Koçyiğit “Katibim”i çalarken, Türkan Şoray da dans ediyordu. Filmin uyarlaması da ilginç. Nihal Yeğinobalı, “Vincent Ewing” imzasıyla yazdığı romanından senaryosunu yine kendisi yazarak “Genç Kızlar” perdeye uyarlanmış. Bu türden romana “sözde çeviri” deniliyormuş. “Genç Kızlar” romanı, “Vincent Ewing” imzasıyla en son 1999’da Altın Kitaplar’dan çıktı.

Charlie Chaplin’in 1952 yapımı “Limelight – Sahne Işıkları” filminden ilham almış 1965 yapımı “Serseri Aşık”, derin melodramıyla büyük bir fedakarlığın hikâyesi. Ülkü Erakalın’ın yönettiği, Bülent Oran’ın yazdığı, Memduh Yükman’ın görüntülediği “Serseri Aşık”, iyi melodramlardan. Erol, şarkıcı Hülya’ya aşık olur ve aşkın karşısında katı kalpli babasını bulur. Baba, seven gençleri ayırır. Hülya, Galata Köprüsü’nde intiharı düşünürken, kendine “Doktor” diyen eski kuklacı “Serseri” tarafından kurtarılır. “Serseri”, onu evine götürür. Hayatına taze bir çiçek gibi doğan Hülya’ya içten içe aşık oluyor. Mahalleli, başlarda bekâr bir erkeğin evinde bir genç kızın oturmasına karşı çıksa da, Hülya’nın iyiliği mahallelinin yüreğini yumuşatıyor. Hikâye, elbette Chaplin’in filmindeki gibi gelişmiyor. Hikâye bize dönüştürülmüş. Sonunda “Serseri”, sevenleri kavuşturuyor ve filmde kendisini bulduğumuz Galata Köprüsü’nde yalnızlığına doğru yürüyor. “Serseri”de Sadri Alışık, Hülya’da Hülya Koçyiğit, Erol’da Cüneyt Arkın, babada Hulusi Kentmen, Bakkal Arif’te Necdet Tosun (1926 – 1975), Romantik Ayşe’de Rengin Arda (1940), Müzeyyen Teyze’de Mualla Sürer (1902 – 1976) vardı. Filmin en büyük sürprizi de İsmail Dümbüllü (1897 – 1973) üstattı. Sünnet düğününde Dümbüllü’yle “Serseri”nin “atışmaları” sinemamızdan bir armağandı.

Sinemamızda bir “Çirkin Kral…”

Ertem Göreç’in (1931) yönettiği 1966 yapımı “Yiğit Yaralı Olur” filminin senaryosunu büyük usta Ömer Lütfü Akad (1916) yazmış. Görüntüleriyse Ali Yaver (1929) gerçekleştirmiş. Gecekonduda oturan fabrika işçisi iki nişanlı, Yusuf’la Gül, evlenebilmek için Yusuf’un fabrikadan gelecek toplu paraya umutlarını bağlamışlar. Gül’ün babası Recep işsiz kalmış, kızının haftalığıyla sürekli içen biri. Gül’ün annesi de çileli bir kadın. Mahalleden çıkmış gecekondu güzeli Melahat, şimdi fabrikanı ortaklarından Şevket’in metresi olmuş. Fabrikanın diğer ortaklarından Remzi’de her türden pislik iş var. İşte Yusuf, fabrikadan toplu parasını almaya gittiğinde dümenlerin döndüğünü anlıyor. Bir gece gizlice fabrikaya girip asıl defteri çalarken, ustabaşı Hakkı’yı yaralıyor. O sırada gecenin bir vakti, fabrikada kalpazanlık faaliyetleri de var. İşler karışıyor, Yusuf hapse düşüyor. Gül, Melahat ablasının kandırmasıyla “kötü yol”un kıyısından dönüyor. Trajik finale, bu filmde anlam bulamadık. Filmde, Yılmaz Güney’in çöp kamyonundan dökülen çöplerin içinden çıkması, aklımıza bir filmi getirdi. Sam Peckinpah, 1972 yapımı “The Gateway – Sonsuz Kaçış” filmi için 1966 yapımı “Yiğit Yaralı Olur”daki çöp sekansından ilham almış olabalir mi? Bir düş işte!.. Filmde Yusuf’u Yılmaz Güney (1937 – 1984), Gül’ü Hülya Koçyiğit, Melahat’ı Muhterem Nur (1932), Remzi’yi Tuncel Kurtiz (1936), Şevket’i Kenan Pars, Recep’i Asım Nipton, Gül’ün annesini Leman Akçatepe (1918 – 1992), Ustabaşı Hakkı’yı Hakkı Haktan (1919 – 1981) hayat vermiş. Remzi karakterindeki Tuncel Kurtiz, “kötü adam”da muhteşemdi ve insanın sinirleriyle oynuyordu. Gerçekten büyük oyuncu. Bu filmde, Yusuf’la Gül’ün yatakta öpüştükleri sahnenin kesildiğini fark ettik.

Ülkü Erakalın’ın 1965’te yönettiği “Uzakta Kal Sevgilim”, gurbetçiler üzerine bir film. Senaryoyu Bülent Oran yazmış. Görüntülerse Turgut Ören’in. Filmin hikâyesi Kasımpaşa’da geçiyor. Tersanede çalışan Fikret, Hülya’nın kendisine olan ilgisini fark ediyor ve ilgiye karşılık veriyor. Ama, evlenebilmek için de ekonomik gücü yok. Fikret’in babası Hasan kahvehane işletiyor. İş arkadaşı Erol, Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için bir yerlere başvurmuş. Fikret’i de başvuru için ikna ediyor Erol. Fikret, Hülya’nın aşkı için ikna oluyor, İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvuruyor, hemen kabûl ediliyor. Gitmeden önce Hülya’yla sevişen Fikret, elbette geride hamile bir kız bıraktığını bilmiyor. Zaman geçtikçe Fikret’ten haber alınamaz oluyor. Karnı büyüyen Hülya, yaşlı Kamil’le evlenmek zorunda kalıyor. 1960’ların Kasımpaşa semti etkileyici bir görsellikle yansıyor “Uzakta Kal Sevgilim”de. Filmde Fikret’i Fikret Hakan, Hülya’yı Hülya Koçyiğit, Erol’u Erol Tezeren, Hasan’ı Nubar Terziyan, Kamil’i Avni Dilligil, Şerife’yi Aliye Rona canlandırmış.

Memduh Ün’ün (1920) yönettiği 1962 yapımı “Kısmetin En Güzeli”, mahalle kültürünü ve zaman zaman riyakârlığını anlatan iyi filmlerinden. Film, sonradan önemli yönetmenlerden olacak Bilge Olgaç’ın (1940 – 1994) eserinden uyarlanmış. Senaryoyu da Bülent Oran yazmış. Kameramanlığı da Mustafa Yılmaz (1936) yapmış. Fikret ve Semih, ikisi de züğürt sanatçı. Gecekonduda bekâr evinde kalıyorlar. Fikret yazar, Semih ressam. Ama paraları yok. Borçları boğazı geçmiş. Kasaptan ve manavdan kaçıp duruyorlar. Mahalleye yeni taşınan iki kız arkadaş, Fatma ve Nermin de bu hikâyeye katılıyor. Yavaş yavaş Fikret’le Fatma arasında aşk da doğar. Hikâyenin bir başka yerinde zengin kızı Jale var. Fikret bu şımarık zengin kızına ders vermek de gecikmiyor. Gerçek hayatta da böyle miydi? O zamanlar 1960’lardı. Sonradan araya milli piyango girer ve eğlence de artar melodramın kıyılarında dolaşan bu filmde. Fikret, Fatma’ya aşık olunca ilham gelir ve “Tarzan” gibi bir hikâye yazmayı hayal eder. Sonra çölde bir cengaver. Fatma, Fikret’in kendisinin yürüme engelli olduğunu bilmesini istemiyor. Buldukları yüz bin lira ikramiye vuran milli piyango bileti ellerinden uçar Fikret’le Semih’in. Umutlarını yitirdikleri anda bilet onları buluyor. Fikret ve Semih, bilet sahibini aramaya başlarlar parayı çektikten sonra. Çantanın içinden çıkan günlük, çok yakınlarında birinin. Mutluluk sonunda sevenleri buluyor finalde. Filmde Fikret’i Fikret Hakan, Fatma’yı Fatma Girik, Semih’i Semih Sezerli, Nermin’i Uğur Kıvılcım (1942), İtalyan Kazım’ı Abdurrahman Palay (1923 – 2002), Lord Hüseyin’i Ulvi Uraz (1921 – 1974), Hilton Şemsettin’i Ali Şen, Hilmi’yi Ahmet “Kostarika” Turgutlu (1927 – 1994), Bakkal Saim’i Zeki Alpan (1908 – 1992), Kasap Cemal’i Necdet Tosun, Jale’yi Diler Saraç (1937) oynamışlar.

Agah Hün’ün unutulmaz melodramı…

1918’de doğmuş ve 1990’da ölmüş oyuncu, yönetmen, senaryo yazarı ve dublaj sanatçısı Agah Hün, 1959 yapımı “Ben Kahpe Değilim” filmiyle, sinemamızda çok güçlü bir melodrama imza atmış. Filmin müziklerini Nedim V. Otyam (1919 – 2008) yazmış. Görüntülerse Manasi Filmeridis’e ait. Çiftlikte, toprakla ilgilenen Ahmet, genç karısı Ayşe’yi ihmal ediyor. O sıralarda babasının toprağını satmak için köye gelen Osman, bir erkeğin yakınlığına ihtiyaç duyan Ayşe, başlarda dirense de Osman’ın büyülü kelimelerine kanıyor. Geride kocası Ahmet ve bebeği Rüya’yı bırakıp, yanına mücevherleri alarak Osman’la İstanbul’a gidiyor. Elbette hayal kırıklığı gecikmiyor. Randevuevinin kıyısından da dönüyor Ayşe. Kumarbaz Osman her şeyi, başta Ayşe’yi tüketiyor birkaç yıl içinde. Geride kalanlarsa birer enkaza dönüşmüş. Ahmet, bulanıma girerek hep intiharı deniyor deliliğin sınırlarında. Bebek de büyüyor yıllar içinde. Birçok olaydan sonra iyilikler hayatta karşılığını bulurken, kötülük de cezasız kalmıyor. Bazı anlarda kamera kullanımı ve kurgusu insanı heyecanlandırıyor filmde. O anlarda az da olsa Sergey Ayzenştayn tadı alıyorsunuz. Nedim Otyam’ın bazı sahnelerde duyulan gerilimli müzik insana kasvet hissi yaşatabiliyor. Filmde Ahmet’i Sadri Alışık, Ayşe’yi Muhterem Nur, Osman’ı Nazım İnan (1922 – 1975), Ahmet’in annesini Nezahat Tanyeri (1917 – 1986), İhsan’ı Faik Coşkun (1914 – 1978), Rüya’yı Rüya Gümüşata (1952), Selma’yı genç yaşta vefat eden Hikmet Serçe (ölümü 1960) canlandırmış.

Bol karakterli İzzet Günay…

1934’te İstanbul’da doğan İzzet Günay, beyazperdenin sevimli yüzüydü herhalde. İki rolde oynamayı da seviyor olmalı. Ülkü Erakalın’ın yönettiği 1964 yapımı “Tophaneli Osman” filminde, birbirinden farklı karakterdeki iki insanı yüksek bir performansla oynamış. Senaryoyu Bülent Oran yazmış. Kameramanlığıysa Cahit Engin (1922) yapmış. Filmin hikâyesi bir köşkte geçiyor. Köşkte, miras uğruna bir cinayet işlenir. Murat, tıpatıp kendine benzeyen Osman’ı köşke gönderir. Osman, köşkün hizmetçisi Fatma’ya görür görmez tutulur. Aslında, Murat’ın sevdiği Semra’ya ilgi göstermesi gerekiyor. Köşke, mirastan pay almak isteyen akrabalar akın etmiş. Osman yüzünden, bir dolu eğlencenin ardından katilin kim olduğu ortaya çıkıyor. Miras da masum Murat’a kalırken, sevgililer de birbirlerine kavuşuyor. İzzet Günay, Fatma Girik’in güzelliğiyle büyülenmiş ki, onu öpmeden duramıyor. “Tophaneli Osman”, bizim sanat kültürümüze yakın duran mizahıyla insanı gerçekten eğlendiriyordu. Filmde Murat ve Osman’ı İzzet Günay, Fatma’yı Fatma Girik, Semra’yı Semra Sar, Nihat’ı Nubar Terziyan, Aşçı Rıza’yı Cevat Kurtuluş (1922 – 1992), Deli Vildan’ı Rengin Arda canlandırmış.

Nejat Saydam’ın yönettiği 1964 yapımı “Acemi Çapkın” filmi, “Dr Jekyll ve Mr Hyde” hikâyesinin “canavarsız” sevimli hale gelmesi gibi sanki. En azından bu hikâyeden ilham almış. Müzikâl yönleri de olan bu romantik komedinin senaryosunu yönetmenle beraber İlhan Engin yazmış. Görüntülerse Melih Sertesen’e ait. Müzikleri de Metin Bükey bestelemiş. Sıtkı Candost, bir kız müzik okulunda idareci. Gündüzleri, kadınlara pek yanaşamayan pısırığın biri. Geceleriyse çapkının biri. Kişiliği ikiye bölünmüş gibi, iki Sıtkı’nın da birbirlerinden haberleri yok. Bir gün Sıtkı hayatının kadını Nurten’le karşılaşıyor ve onu kaybetmemek için kendiyle savaşıyor. Filmde Ahmet Tarık Tekçe güzel bir şarkı da söylüyor. Bu filmde Sıtkı’ya İzzet Günay, Nurten’e Tijen Par (1938), Cemil’e Ahmet Tarık Tekçe (1920 – 1964), Süreyya’ya Sadettin Erbil (1925 – 1997) hayat vermiş.

Sırrı Gültekin’in (1924 – 2008) yönettiği 1968 yapımı “Kalbimdeki Yabancı”, Semiramis Pekkan’ın güzelliğini sunan eğlenceli ve romantik bir filmdi. Senaryoyu Sadık Şendil (1913 – 1986) yazmış. Kameramanlığıysa Cahit Engin yapmış. 1948’de İstanbul’da doğan oyuncu – şarkıcı Semiramis Pekkan, sesiyle Patricia Kaas ve Zuhal Olcay gibi huzur verebiliyor. Birbirine ikiz gibi benzeyen iki adam. Biri zengin, kumarbaz ve çapkın. Diğeri İstanbul’a iş aramak için gelmiş. Zengin olanı, mirası alabilmek için ayrıldığı karısına muhtaç. Kötü adamlarladan kaçarken, İstanbul’a yeni gelmiş benzeriyle yer değiştiriyor ve tam kurtuldum diye düşünürken, sonra da bir kazada ölüyor. Diğeri için bundan sonrası için eğlence başlıyor. Uşak Mücteba, ona günlük programa uygun güzel günler yaşattırıyor. O sıra da zengin adamın karısı gelir ve kadın, kocasının benzeri taşralı gençle eğlenmeye başlar. “Kalbimdeki Yabancı”, polisiye film tadı da veriyor. Bu filmde Semiramis Pekkan güzel sesiyle şarkılar da söylüyor. Filmde iki karakteri İzzet Günay, kadını Semiramis Pekkan, Uşak Müctaba’yı Münir Özkul (1925), patronu Ali Şen canlandırmış. Semiramis Pekkan, “Sevemez Kimse Seni Benim Sevdiğim Kadar” şarkısıyla ablası Ajda Pekkan’ın 1967’de yorumladığı “Sevdiğim Adam”ı da söyler gibi yapıyordu. “Sevdiğim Adam”, Mireille Mathieu’nün “Celui qeu J’Aime” (Sevdiğim Biri) şarkısının aranjmanı. Türkçe sözleri de Fecri Ebcioğlu yazmış. Ebcioğlu’nun sözleri, Fransızca şarkının içeriğine de pek de uzak değilmiş. Semiramis Pekkan, ablasının “Boşvermişim Dünyaya” şarkısını da yorumlar gibi yapıyordu bu filmde. Elbette yine ablası Ajda Pekkan’ın vokaliyle.

Unutulmaz “Altın Çocuk…”

Sinemamızda “Altın Çocuk” diye anılan Göksel Arsoy, 1939’da Kayseri’de doğdu. Göksel Arsoy’un başrolünde olduğu 1962 yapımı “Öldüren Bahar”, melodram yüklü olsa da, karakterlerin güçlü yansımasıyla iyi bir filme dönüşüyor. Filmde duyulan “Gel sevgilim artık gel / Ayrılamam senden” diyen o güzel şarkıyı kimin yorumladığını bulamadık. Film, Zonguldak’a doğru vapurla yolculuğa çıkmış Yücel’in anlattıklarıyla başlıyor. Teyze çocukları, Selim ve Sevil’le büyüyen Yücel, Sevil’le büyük bir aşk yaşıyor. Mühendis olan Yücel, çocukken anne-babasını kazada yitirmiş, teyzesinin büyüttüğü Sevil’e melânkolik bir tutkuyla aşık. Biri daha var. O da, Sevil’in teyze oğlu Selim. Tek amacı, Sevil’e kalacak mirasa ulaşmak. Kader, başlarda her şeyi Selim’in istediği gibi geliştiriyor. Yücel, Zonguldak’tan Yadigâr adındaki yük gemisiyle dönerken fırtına patlar ve Sovyetler’in eline düşer. İşkenceler görür, taş ocağında çalışır ve sonunda zor da olsa firar eder Yücel. Radyo haberinde, batan gemide Yücel’in de öldüğü söylenince, Selim amacına ulaşıyor ve düğün başlıyor. Selim’in sevgilisi Aysel de var. Hikâye derinleştikçe, kolay olmasa da iyiler ve sevgililer kazanıyor, kötüler trajediler yaşıyor. Polisiye filmine de dönüşen bu melodramda, mekânların yansıyışı çok çarpıcıydı. İç mekânlara düşen ışıklar ve yansıyan gölgeler, filme estetik katkı sağlamış. Kopan fırtınayla Sevil’in kâbusunun yansıyışı görsel anlamda iyiydi. Yücel’in firar sekansı da macera doluydu. Fonda duyulan senfonik tatlar veren müzikler de hemen fark ediliyor. Bu film, Sadık Şendil’in eserinden uyarlanmış. Senaryoyu Şendil’le beraber yönetmen yazmış. Bu filmin yönetmeni, sinemamızın muhteşem “kötü adam”larından Süha Doğan. Filmin kameramanı da Ali Yaver. Filmde Yücel’i Göksel Arsoy, Sevil’i Leyla Sayar (1939), Selim’i Turgut Özatay canlandırmış. Turgut Özatay, sinsi ve tedirgin edici taraflarıyla “kötü adam”a yeni bir bakış getirmiş. Bir de Leyla Sayar var. Sinemamıza gelmiş en güzel kadın oyuncularından biriymiş o.

Müzikaller de vardı…

Nejat Saydam’ın yönettiği 1966 yapımı “Boğaziçi Şarkısı”, sinemamızdaki ender müzikâllerden. Senaryosunu yönetmenin yazdığı filmin görüntülerini Melih Sertesen çekmiş. Anadolu’dan İstanbul’a gezmeye gelen liseli kızlar ortalıkta şarkılar söylerken, peşlerindeki gençler de onlara şarkılarla karşılık verir. Bu karşılıklı şarkı yarışı, Boğaz’da kazayla kesiliyor ve Mine’yle Tarık arasında aşk kıvılcımı aleve dönüşüyor. Araya başka şeyler giriyor ve melodram filmi kuşatıyor. Ama, onca acılardan sonra mutluluk finalde bekliyor. İnsanı etkileyen Boğaz manzaralarıyla duyulan şarkılar muhteşem. Selda Alkor, Sevim Şengül’ün sesiyle bol bol şarkı söylüyor. Filmin ilk bölümünde Tanju Okan’ın da sesi duyuluyor. Üstat, 1960’larda “Anadolu Pop” okumuş. Filmde, Adnan Şenses göründükten sonra konserlerdeki sahne şovları da çarpıcıydı. “Boğaziçi Şarkısı”nda Mine’yle Tarık bol bol öpüşüyorlardı bir de. Günümüzde böyle öpüşmeler olay olurdu herhalde. Filmde Tarık’ı Tamer Yiğit, Mine’yi ve Şükran’ı Selda Alkor (1943), Mine’nin babası Kadir’i Atıf Kaptan (1908 – 1977), Tarık’ın babası Rüstem’i Nuri Altınok (1921 – 1993), Tombul Ali’yi filme neşe getiren Necdet Tosun canlandırmış.

Metin Erksan’ın abisi Çetin Karamanbey’in (1922 – 1995) yazıp yönettiği 1960 yapımı “Aliii”, bir çocuğun macera dolu hikâyesini anlatıyor. Filmin kameramanlığını Ali Yaver yapmış. Filmde Fatma’yı Fatma Girik, Hasan’ı Baki Tamer (1926 – 2004), Ali’yi Tanju Eraslan (1947), Gönül’ü Gönül Beyhan (1932), Cambaz Kadir’i Kadir Savun, Kaçakçı Ahmet’i Ahmet Tarık Tekçe, Kaçakçı Hakkı’yı Hakkı Haktan canlandırmış. Hasan, Fatma’yla evli bir tren başmakinisti. Komşuları “kötü adam”, Hasan’la Fatma’nın oğlu Ali’nin kaderini bir süreliğine değiştiriyor ve bir macera başlıyor. Öncesinde, Hasan’ın kaçakçı kardeşi Hakkı, elinde kaçak mallarla ailenin evine dayanır. Baba görevde. Hakkı, Ahmet’le iş yapıyor. Bir tartışma sonucu çıkan kavgada Hakkı ölüyor. Gecenin bir yerinde, Ahmet’in evinde olan bu vakaya Ali tanık oluyor. Çocuğu fark eden Ahmet, çocuğu öldürmek isterken çocuk kurtuluyor. Ali’nin yolu cambazlık yapan Kadir ve varyeteci Gönül’le kesişiyor. Gönül hep evlât hasreti çekmiş. Ali’ye çocuğuymuş gibi tutuluyor. Fatma, cezaevine düşünce melodram da çoğalıyor böylece. Polis, Hakkı’yı Fatma’nın öldürdüğünü sanıyor. Zincir kıran cambaz Kadir, kuvvetiyle vücuduna sarılmış zinciri kırıyor, ama devir ve insanlar değişmiş. Cambaz gözden düşmüş. Bu film, Federico Fellini’nin 1954 yapımı “La Strada – Sonsuz Sokaklar” filminden epey ilham almış. Sonunda kazanan mutluluk oluyor. Geriye kalansa, Ali’nin yaz macerası ve trenler oluyor.

Filmin ön jeneriğinde, Barış Manço’nun “İşte Hendek İşte Deve” şarkısı duyuluyor önce. Filmin adı da “İşte Hendek İşte Deve…” 1971 yapımı filmi Semih Evin (1920 – 1987) yazıp yönetmiş. Filmin görüntüleriyse Muzaffer Turan’a (1943 – 2001) ait. Veli eşeğiyle, Nuri devesiyle gelmiş İstanbul’a. Nuri, mektupla tanıştığı güzel bir kadınla evlenme umuduyla düşmüş yollara. Gelin adayı geçkince, bir de babası külhanbeyi olunca işler karışıyor. Bu filmdeki güzellikler Şükran Ay (Benden Başkalarına Yok Yok De), Alaaddin Şensoy (Cici Kız), Rana Alagöz (Her Şey Bitmiştir Artık), Selçuk Alagöz (Seherde Bir Bağa Girdim), Handan Kara (Dostlar Başına) gibi önemli seslerin görüntüleri de yansıyor sesleriyle beraber. Semiramis Pekkan’ın, “Dert Ortağım Benim” şarkısıyla sesi de duyuluyor. Filmin hikâyesi genelde gazinoda geçiyor. Futbolcu ve çapkın Yalçın, aslında zengin, ama gece kulübünde dansözlük yapan Aysel’le ilgileniyor. Gazinoya, Aysel’in Kayserili babası Ali de gelir. Her şey birbirine karışıyor ve sonra da bu komedi filminde su yolunu bulup herkes için mutlu son oluyor. Filmde Veli’yle Yalçın’ı Münir Özkul, Nuri’yi Sami Hazinses (1925 – 2002), Aysel’i Gülgün Erdem (1951), Ali’yi Ali Şen, külhanbeyi Mehmet Büyükgüngör (doğum ve ölüm tarihi bilinmiyor), kendisini Bilal İnci (1936 – 2005), geçkin kızı Mualla Sürer, hippiyi Mürvet Sim (1919 – 1983), gazinocuyu Tevhit Bilge (1919 – 1987) oynamış.

Akad’ın köy gerçekliği…

Sinemamızın yaşayan büyük ustası Ömer Lütfi Akad’ın (1916) senaryosunu yazdığı ve yönettiği 1967 yapımı “Ana”, köy gerçekliğini, duygu sömürüsüne girmeden beyazperdeye aktaran filmlerden. Bu toprak insanlarının, Akad’ın 1970’lerdeki şehre göç üçlemesiyle dramları uç noktaya ulaşacaktı. “Ana” filminde kan davası öne çıkıyor. Filmdeki oyunculuklar ve diyaloglar gerçekten etkileyici. Görüntüler övgüyü hak ediyor. Kameraman Cengiz Tacer’in çarpıcı fotoğrafları ilham verici. Filmin müziklerine Orhan Gencebay’ın da (1944) katkısı olmuş. Müziğe diğer katkıyı da Abdullah Nail Bayşu (1926 – 1983) yapmış. Kan davalı Şevket, karısı Güllü, gelinlik kızları Halime, oğulları Mehmet Ali ve bebekleriyle üç yıl önce bu köye göç etmişler. Köyde ırgatlık yapıyorlar. Gariban Salman da Karadenizli ailenin en yakın dostları. Kanlıları izlerini buluyor. Tedirginlik ve korku çoğalıyor. Şevket vurulur. Güllü ve çocukları köyden ayrılırlar. Salman’ın tanıdığı Üzeyir de at arabasıyla peşlerinden onları takip eder. Sonra beraberce yola devam ederler. Üzeyir, onlara yardımcı olur ve tarlalarda iş bulur. Üzeyir’le Halime’nin gönülleri de birbirlerine yaklaşır sonra. Düğün yaklaşır. Ama, bir kanlı, Musa da peşlerinde ailenin. Bu film sinemamızın önemli yapıtlarından. Kazanan trajedi oluyor. Filmde Döndü’yü Türkan Şoray, Üzeyir’i Yılmaz Duru (1933 – 2010), Şevket’i Erol Taş, Salman’ı Osman Alyanak (1916 – 1991), Musa’yı Kadir Savun, Halime’yi Gonca Alyanak canlandırmış.

(16 Nisan 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Carmen 3D: Koltuğunuz Sahnenin İçinde!

Real-3D, Londra Royal Opera House sahnesinde uluslararası bir kadroyla sergilenen Carmen’i ayağımıza getirdi. Üstelik koltuğumuz en torpilli yerde: Sahnenin içinde!

Beş 3D kamera ile çekilen eseri, hiçbir opera salonunda ulaşamayacağınız bir yakınlıkta izliyorsunuz. Mars Entertainment Group sinemalarında, 7 il ve sadece 28 seans gösterilecek 170 dakikalık bu klâsiği kaçırmamak gerek. Sahne zirvelerinden biri, ileri teknoloji sayesinde, izlerken zevkten ‘öleceğiniz’ bir sanat olayına dönüşmüş.

Bilindiği gibi, Prosper Mérimée’nin (1803 – 1870) romanından Henri Meilhac (1831 – 1897) ve Ludovic Halévy (1834 – 1908)tarafından librettosu yazılan “Carmen”, Georges Bizet’nin (1838 – 1875) 4 perdelik operasıdır… İlk kez 1875 yılında Paris’te sahnelendiğinde, eleştirmenler tarafından ‘yüzeysel’ bulunmuştu… Eser, 1830’ların İspanya, Sevilla’sında, bir tütün fabrikasında çalışan, yakıcı güzellikte ve özgürlüğüne düşkün genç çingene kadınının tecrübesiz onbaşı Don José’yi kendine âşık edip onun hayatını kökten değiştirmesini, sonra da boğa güreşçisi Escamillo’ya tutulmasıyla kendi sonunu hazırlamasını anlatmaktadır. Bu çok gösterişli operada, ‘tutkunun rengi kırmızı’ baskındır.

İngiliz ‘mezzo soprano’ Christine Rice (Carmen), ABD – New Orleans doğumlu ‘tenor’ Bryan Hymel (Don José), Yunan ‘bariton’ Aris Argiris (Escamillo), Letonyalı ‘soprano’ Maija Kovalevska‘yı (Don José’nin nişanlısı Micaëla) bir araya getiren “Carmen 3D”, gerçek bir sürpriz.

Not: Filmde, 20 dakikalık bir ara mevcut.

(10 Nisan 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Her Defasında Sekiz Dakika

Yaşam Şifresi (Source Code)
Yönetmen: Duncan Jones
Senaryo: Ben Ripley
Müzik: Chris Bacon
Kurgu: Paul Hirsch
Görüntü: Don Burgess
Oyuncular: Jake Gyllenhaal (Colter), Michelle Monaghan (Christina), Vera Farmiga (Goodwin), Jeffrey Wright (Dr. Rutledge), Michael Arden (Derek), Gordon Masten (Kondoktör), Cas Anvar (Hazmi)
Yapım: ABD-Fransa (2011)

Duncan Jones’un filmi, güvenlik devletinin gelebileceği son noktakları anlatıyor. Sanal ortamda bir terör eylemi önlenebilir mi?

İngiltere’nin güneydoğusundaki Kent bölgesinde 1971’de doğan yönetmen Duncan Jones, ilk filmi “Moon – Ay” bilimkurgusuyla buralara kadar gelmişti geçen yıl bu zamanlar. Jones’un ikinci bilimkurgusu olan “Source Code – Yaşam Şifresi”ne gerçek anlamda fütüristik bir film diyebiliriz. Gerçekleşme ihtimali var çünkü. Gerçekten böyle bir program var bilgisayarlar için. Daha çok dil ve yazılar için. Bilmediğiniz bir dilde bilgisayar size otomatik olarak çeviri yapabiliyor örneğin. Bu programa “Source Code”, yani “Kaynak Kodu” deniliyor. Bunun bir üst aşaması sesli çeviridir belki. Yabancı dil öğrenmeye gerek kalmayacak yakın bir gelecekte. Yönetmen Jones, bu programdan ilham almış ve bu filmi çekmiş. Güvenlik toplumuna dönüşmüş batı toplumlarında, güvenlik saplantısının nerelere kadar gelebileceğini de gösteriyor bu film. Gerçekten ölü bir insan, terör saldırılarını önleyebilir mi? “Yaşam Şifresi” adındaki bir programla bu önlenebiliyor. Afganistan’da savaşmış ve ölmüş Amerikalı asker Colter Stevens, gözlerini hızla yol alan bir trenin içinde açıyor. Karşısında da tanımadığı güzel bir kadın Christina oturuyor. Genç kadın, Colter’ı tanıyor ve ona Sean Fentress diyor. Colter, uykudan yeni uyanmış bir insanın mahmurluğunu yaşıyor etrafında olanları anlamaya çalışırken. Tren Şikago’ya yaklaşınca istasyonda duruyor. Colter, yolcularla aşağı inerken, o sırada genç bir insan cüzdanını düşürüyor. Bir genç de cüzdanı düşürene geri veriyor. Colter trene yeniden biniyor. Tren Şikago’ya yaklaşırken bomba patlıyor ve vagonlardaki herkes ölüyor. Colter gözlerini bilmediği bir yerde açıyor ve yeni bir görevin içinde olduğunu anlıyor.

Aynı uykudan uyanmak…

Seyirci, neyin ne olduğunu Colter’la beraber öğreniyor. Yeni programda Colter, başka bir kimlikle sanal olarak terör saldırılarını önlemek zorunda. Kendisi sanal olsa da, saldırı gerçek. Her başarısızlıkta geriye dönen Colter, her trene dönüşünde sekiz dakikası var sadece elinde. Bombayı ve bombacıyı bulan Colter, nefes kesen anların içinde Christina’ya duyduğu aşk duygularıyla zor olanı başarıyor. Aşkın o gizemlerle yüklü gücü kazanıyor sonunda. Bu filme felsefi açıdan bakılabilir mi? Elbette bakılabilir. Günümüzde, sanal dünyayla gerçek dünya iç içe geçti sanki. İnternet ve onu sağladığı imkânlar. Artık telefonlar sadece telefon değil ve birçok şey. Şizofren bir içe çekiliş var ve hissetme duyuları azalıyor. Bu filmin öne sürdüğü önerinin uzakta olmayan bir gelecekte gerçekliğe dönüşme ihtimali var. Colter’ın bu sanal yolculuklarında tek iletişim kurduğu insan Yüzbaşı Colleen Goodwin. Bu programı geliştiren ve başında olan da Dr. Rutlege. Batılı eleştirmenler bu filmin kurgusunu, Harold Ramis’in 1993 yapımı “Groundhog Day – Bugün Aslında Dündü” filmiyle karşılaştırıyorlar. Bir yere kadar haklılar. Jones kendi filminde, benzer anları, filmin ilk bölümlerinde yapıyor. Ama, film ilerledikçe anlar da neredeyse kendi başına anlara dönüşüyor. Değişmeyen sadece, Colter’ın trende uyanma anları. Tren fikrinin de, Agatha Christie’nin “Şark Ekspresinde Cinayet” romanından gelme ihtimali var. Aslında Jones, ilk filmi “Ay” bilimkurgusunu da sinema tarihine geçmiş önemli bilimkurgulardan ilham alarak çekmiş. Stanley Kubrick’ten Andrey Tarkovski’ye kadar. Her şeyi bir tarafa koyup, Jones’un perdedeki filmi “Yaşam Şifresi”ni nefes kesen bir bilimkurgu gerilimi olarak seyredebiliyorsunuz. Oyuncu performanslarının iyi olduğunu belirtmeliyiz. Los Angeles’ta 1980’de doğan Jake Gyllenhaal, Colter’ın uykulu şaşkınlığını çok iyi yansıtıyor. Gyllenhaal’ın performansı, David Fincher’ın 2007 yapımı “Zodiac” filmindeki kadar iyi. Yüzbaşı Colleen’i canlandıran New Jerseyli Vera Farmiga’yı, Martin Scorsese’nin Oscarlar kazanmış 2006 yapımı “The Departed – Köstebek” filminden hatırlayabilirsiniz.

(07 Nisan 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

A. Baki Çallıoğlu: Zaman Zaman Maziyi Düşünüyorum

Pendik’te yaşayan A. Baki Çallıoğlu’nun kartvizitinde şunlar yazılıdır: “Duayen A. Baki Çallıoğlu. Şair bestekâr ses sanatçısı, oyuncu ve prodüktör, film yönetmeni.”

“Aşka Gönül Vermem Aşka İnanmam”, “Unut Sevme Beni” adlı besteleri yıllardır dilden dile dolaştı, söylendi kuşaklar boyu. Genç kuşaklar da Candan Erçetin’in söylediği şarkılarda eşlik ediyor Baki Bey’in bestelerine. Candan Erçetin’le yeniden ünlenen “Çapkın” da bir A. Baki Çallıoğlu bestesi.

Aile boyu müzisyenler. Geçmiş yıllarda birlikte sahneye de çıktıkları, solistlik yapan, yan flüt ve piyano da çalan konservatuar mezunu Eşi Ümran Hanım keman öğretmeni. Tarkan ve kızı Melisa da müzisyen.

1928 yılında Denizli’de doğan Baki Beyin çocukluğu, müzik öğretmeni olan babasının işinden dolayı Mardin, Mersin, Adana gibi şehirlerde geçer. Askerlik sonrası İstanbul’a gelip Tünel Apartmanı’nda oturan anneannesi ve dayısının yanına yerleşir. Besteler yapıyor, müzisyen olmak, ‘plâk yapmak’ istiyordur. Konservatuarda okur. Columbia, Odeon, Sahibinin Sesi gibi plâk şirketleri vardır. Plâk yapmak zordur. Plâk şirketlerinden birine ilk bestelerinden olan Çapkın’ı dinletir. “Bu şarkı olmaz, satmaz” derler. Baki Bey olacağına inanıyordur, bir yıl gider gelir şirkete. Sonunda “yapacağız” derler. Heyecandan uykuları kaçar Baki Çallıoğlu’nun. 50’li yılların başıdır. Bir gün Yüksek Kaldırım’dan aşağıya inerken, bir bakar bütün plâkçıların vitrinini okuduğu, sözü, müziği de kendisine ait olan Çapkın plâğı süslemiştir. Bir anda ünlenir, yeni plâklar yapar. Kapılar açılmıştır, o yılların ünlüleri arkadaşıdır. “Dudakları Nar Kırmızı”, “Niçin Kaçıp Gittin Neden”, “Sensiz Dünyamda Hiçim” adlı bestelerini taş plâğa okur.

Evlenir, ilk eşinden Kerem adında bir çocuğu olur. Müzisyen olan eşi, çocukları Tarkan ve Melisa’nın annesi Ümran hanımla da mutlu evlilikleri otuz yılı aşmıştır. Baki Çallıoğlu sahneye Gar Gazinosu’nda çıkar, “Korsanlar” adını verdikleri kendi orkestrasıyla. Assolist Sevim Çağlayan’dır. Baki Bey sahneye çıktığında yer yerinden oynar, çok büyük alkış alır.

Film müzikleri de yapmaya başlar A. Baki Çallıoğlu. “Uçuruma Doğru” (1949), “Aşk Besteleri” (1952), “Boş Beşik” (1952), “Altı Ölü Var / İpsala Cinayeti” (1953), “Cinci Hoca” (1953), “Leylaklar Altında” (1954), “Hayat Sokaklarında” (1956), “Bağrıyanık” (1959), “Divane” (1960), “Arzu” (1961), “Dertli Gönlüm” (1968), “Seyyid” (1985) adlı filmler müziğini yaptığı filmlerden bazılarıdır.

Sinema serüveni de başlar Baki Çallıoğlu’nun. 1952 yılında Nuri Akıncı’nın yönettiği “Aşk Besteleri” adlı filmde başrolde oynar. Filmin müzikleri de Baki Bey’e aittir. “Hayat Sokaklarında” (1956), “Kara Yazı” (1957) ve “Ateş Bacayı Sardı” (1961) adlı filmlerde de aktör olarak yer alır, müziklerini yapar.

1956 yılında Çallı Film’i kurarak yapımcılığa ve yönetmenliğe başlar, bazı filmlerinin senaryosunu yazar Baki Çallıoğlu. Yönetmenliğini yaptığı filmler: “Hayat Sokaklarında” (1956), “Yangın” (1956), “Kara Yazı” (1957), “Bağrıyanık” (1959), “Divane” (1960), “Meryem” (1960), “Ateş Bacayı Sardı” (1961), “İnsan Doğarken Ağlar” (1962), “Yarına Boş Ver” 1965).

Nuri Akıncı, “Aşk Besteleri” adlı filminin bazı sahnelerini Pendik’te çekiyordur. Yıl 1952’dir ve Baki Bey, Pendik’i ilk kez görüyordur. Palas Otel’de kalırlar. “Cennet gibiydi Pendik, anlatılır gibi değildi. Pendik’e geldim ömrüm uzadı” diyor o günlerin Pendik’i için. Pendik’ten kopamaz. Yazlık Mehtap Sineması’nda konserler verir. 60’larda. 1974 yılında şimdi oturdukları Somtaş Sitesi’ndeki evi alır, Pendik’e yerleşir. Palas Otel yıkıldığında çok üzülür, ağlar.

Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirini bestelemek ister, izin alırlar. Acemaşiran makamında besteler de, şarkının da, şiirin de bütün dünyada bilinmesini, dinlenmesini istiyordur. Aynı günlerde Münir Nurettin de besteler ve yayınlar şarkıyı. Münir Nurettin daha ünlüdür, şarkı radyolarda çalınır ve yayılır. Baki Çallıoğlu müziğini yaptığı Ege Kahramanları filmi için Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi şiirini besteler. Antalya’da sinemacı Behlül Dal’la tanışırlar. Behlül Dal’ın şiirlerini beğenir ve birçoğunu besteler. 1950’li yıllarda Antalya ıssız bir yerdir, ‘oralarda’ film de çekilmemiştir. Sinemadan da epey çevre dinmiştir Baki Çallıoğlu. Neriman Köksal, Gülistan Güzey, Galip Arcan, Ayten Güvenç yakın arkadaşları, ‘ahbapları’dır. 1956 yılında senaryosunu Behlül Dal’ın yazdığı “Yangın” filmini Çallı Film adına Antalya’da çekerler. Filmin yönetmeni Baki Çallıoğlu’dur. Filmde Gülistan Güzey ve Neriman Köksal dışında Eşref Kolçak, Ahmet Tarık Tekçe, Atıf Kaptan, Ayten Güvenç ve Danyal Topatan da oynar.

Baki Çallıoğlu kendini anlatmayı, övünmeyi fazla sevmeyenlerden, fakat öylesine çok yaşamış, anlatacak öyle çok anısı vardır ki, dinlemeye doyamazsınız anlattığında.

“Dansöz Nana vardı, çok severdim onu. Asıl adı Nana Aslanoğlu’ydu. Babası Fransız, annesi İstanbul Ermenisi. Dame de Sion’da okumuştu. Fransızcası iyiydi. Nuri Akıncı’nın 1952 yılında yönettiği, benim de başrolünü oynadığım ‘Aşk Besteleri’ filminde oynattılar. O zaman 16 yaşındaydı. Sonra arkadaş olduk, kardeş gibi sevdik birbirimizi. Sonra bu hasta oldu, Ayhan ışık’a âşık olmuştu, kan kusuyordu. Taksim’den Elmadağ’a giderken, Talimhane tarafında, bir apartmanın üst katında oturuyordu. Gün aşırı oraya gider, çalar söylerdim. Onu ben iyileştirdim, yaşattım. Sonra Nana ‘buralar bana dar geliyor’ dedi ve İtalya’ya gitti. Ben de bir gün Behlül Dal ile İtalya’ya, Roma’ya gitmiştim. Adresi, telefonu vardı bende Nana’nın. Nana’yı buldum. Kapıyı annesi açtı. Beni görünce şaşırdı, inanamadı. İçeriye, ‘Nana bak kim geldi?’ diye seslendi. Nana, Roma’da bir gazeteci ile evlenmişti. Zenginlerin gittiği bir lokalde sahneye çıkıyor, dans edip şarkı söylüyormuş. Bir gece ‘Soyun’ diye bağırıp striptiz yapmasını istemişler. ‘Ceketlerinizi serin, soyunup üstünde dans edeceğim’ demiş. Bu haber olarak basında da çıkmış, buralarda da duyulmuştu. Dertleştik, ağladı. O gece onda kaldık, sohbet ettik. Bana, ‘Bak Baki’ dedi, ‘Sen de buralara gelsene. Türkiye’de yüz tane şarkı yaparsın, ünlü olursun belki, yüz kişiyi de ünlü yaparsın fakat paran olmaz, evin, araban olmaz. Burada bir şarkıyla bile ünlü olsan paran olur, villan olur, araban olur, olur oğlu olur. Burada paralı adam olursun’ dedi.”

“Her şarkıda bir hatıra vardır. Oturup ‘ben bir şarkı yazayım’ demekle olmuyor. Yazarsın ruhu olmaz, duygu olması gerekiyor” diyen Baki Bey, seksen yıllık ömrüne çok şey sığdıran, sanatın bir çok alanında ürünler vermiş gerçek bir duayen.

Pendik sevdalısı bestekâr A. Baki Çallıoğlu, Pendik’te, Somtaş Sitesi’ndeki evinde eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayat sürdürüyor. (Pendik’li Yıllar: Sine-Masal Anıları kitabından…)

(30 Ağustos 2010, Pendik)

Mesut Kara

22. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin En İyisi: Gölgeler ve Suretler

HALKBANK sponsorluğunda, Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından 17 – 27 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilen 22. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin ulusal uzun, kısa ve belgesel film yarışmaları ödülleri MEB Şura Salonu’nda gerçekleşen törende verildi. En İyi Film Ödülü, Derviş Zaim’in yönettiği Gölgeler ve Suretler filmine gitti. Filmin yönetmeni Derviş Zaim, yurtdışında olduğu için törene Skype aracılığıyla katıldı. Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü’nü Selim Güneş’in yönettiği Kar Beyaz, Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü’nü ise Sedat Yılmaz’ın yönettiği Press filmi aldı.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • İsveç’ten Derin Devlet Hikâyesi

    Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III (Luftslottet som Sprängdes)
    Yönetmen: Daniel Alfredson
    Roman: Stieg Larsson
    Senaryo: Ulf Ryberg
    Müzik: Jacop Groth
    Kurgu: Håkan Karlsson
    Görüntü: Peter Mokrosinski
    Oyuncular: Michael Nyqvist (Mikael), Noomi Rapace (Lisbeth), Annika Hallin (Annika), Lena Endre (Erika Berger), Anders Ahlbom Rosendahl (Teleborian), Georgi Staykov (Zalachenko), Michael Spreitz (Niebermann), Lennart Hjulström (Frederick Clinton), Hans Alfredson (Evert Gullberg), Thomas Köhler (Veba)
    Yapım: İsveç (2009)

    İsveçli yazar Stieg Larsson’un üçlemesinin son filmi de sinemaseverlerle buluşuyor. Sarsıcı ve çarpıcı bu gerilim – suç filmi, sinema tarihine de özel bir yapıt olarak geçiyor. Bu son filmle beraber üçlemenin bütün filmleri ülkemizde gösterime girmiş oldu.

    İsveçli yazar Stieg Larsson’un (1954 – 2004) çarpıcı gerilim – suç “milenyum üçlemesi”nden sinemaya uyarlanan bu seri, 2009’da peş peşe sinemaya uyarlandıktan sonra yedi bölüm olarak televizyona da aktarıldı 2010’da. Daniel Alfredson ve Niels Arden Oplev’in yönetmenliğinde hem sinemada hem de televizyonda var olabildi bu üçleme roman. En çarpıcı olansa, hem televizyon hem de sinema uyarlamalarında baş karakterleri aynı oyuncuların canlandırması. Belki bir kanal bu üçlemenin televizyon uyarlamasını yayımlar. Bu “milenyum üçlemesi”, Pegasus Yayınları’ndan çıkmıştı. Sinemadaki uyarlamanın ilk filmi, Oplev’in yönettiği “Män som Hatar Kvinnor – The Girl with the Dragon Tattoo – Ejderha Dövmeli Kız”dı. Serinin ikinci filmi “Flickan som Lekte med Elden – The Girl who Played – Ateşle Oynayan Kız”ı İsveç’in iyi yönetmenlerinden Alfredson yönetti. Yine Alfredson, sinemadaki bu serinin üçüncü filmi “Luftslottet som Sprängdes – The Girl who Kicked the Hornet’s Nest – Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III”ı da yönetmiş oluyor. Sinemadaki bu seriyle ilk defa karşılaşanlar için gerçekten zihin karıştırıcı olabilir. İsveçce adı “Havaya Uçurulan Hayal” olan “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III”, başına kurşun sıkılarak infaz edilmiş ve şimdi Göteborg’da komada olan Lisbeth’in ölmediğini öğrenen derin devletin çetesi, onu öldürmek için plânları devreye sokarken, Millennium Dergisi’nin sahibi gazeteci Mikael ve arkadaşları da derin devletin çetesinin peşine düşüyor.

    Karanlık ve şiddet yüklü…

    Toplumun gözünde saygın mesleklerde çalışan insanlar, “vatan için” kan döktüklerinde ne olur? Sol ruhlu yönetmen Alfredson, derin devlet çetesinin paniğe düşüşünü ve çöküşünü anlattığı “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III” filmi, güçlü bir yapıt. Filmi seyrederken dehşet içine düşüyorsunuz. Belki de bu filmde anlatılanlar yabancı gelmediği içindir. Film, Lisbeth’in üvey kardeşi Ronald Niedermann’ın yarattığı şiddetler üzerine açılıyor. Hastanede komadan çıkan Lisbeth, babası eski Sovyet ajanı, 1976’da İsveç’e sığınmış Alexander Zalachenko’yu öldürmeye çalışmış bir katil zanlısı. Savcılık da bu yüzden onu sorgulamak istiyor. Hastalığından dolayı ölümü bekleyen emekli Evert Gullberg, hastaneye gider ve Zalachenko’yu öldürür. Ama, Lisbeth’i öldürecek zamanı bulamayınca vahşice kendini öldürüyor. Bu karışık hikâyede, iyileşen Lisbeth’in mahkemesi de başlıyor. Lisbeth’in avukatı da, Millennium Dergisi’nin sahibi Mikael Blomkvist’in hamile kız kardeşi Annika Giannini. Stockholm’deki mahkemeye “punk”çı görüntüsüyle gelen ejderha dövmeli Lisbeth, Millennium ekibi ve Annika’nın kanıtlarıyla mahkemece de aklanıyor. İlk iki filmi göremeyen seyirci için de mahkeme anları, Lisbeth’in karanlıkta kalmış geçmişini ortaya çıkartıyor. Filmin final bölümü, gerçekten çok sert ve şiddet yüklü.

    Yönetmen, bu şiddet ve gerilim yüklü filminde daha çok klâsik anlatıma yönelmiş. Hikâyeyi anlatma anlamında. Film, yoğun olarak iç mekânlarda geçiyor. Ama, kamera kullanımı ve kurgusu, bu filmi seyirci için büyüleyici yapıyor. Bu serinin bütün oyuncularına da övgü göndermeli. Aynı karakterleri hem sinema hem de televizyon versiyonunda canlandıran oyunculara şapka çıkartmalı. 1959’da Stockholm’de doğmuş Daniel Alfredson, bizim için heyecan verici yönetmenlerden biri. Yönetmenin, 1997 yapımı “Tic Tac – Tik Tak” adında kurgusuyla çok çarpıcı bir filmini görmüştük. Irkçılık karşıtı “Tik Tak”, sinemasal belleğe alınmalı. Elbette bu “milenyum üçlemesi” de belleğe alınmalı. Sinemanın özel üçlemelerinden bu seri.

    (31 Mart 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Devletin Akılsızlığına Bir Deli Tokadı: Meş

    Deli deliyi görünce sopasını saklarmış. Devlet Kürdü görünce ne olur elbette bilinir ya biz diyelim aklını saklar ve de başlar bir akıl tutulması… Kamuoyu ve devlet zevatının bir milletvekilinin tokadıyla gerilmekten yırtılma noktasına geldiği şu günlerde, devlete esaslı bir tokat da Kürt sinemasından geldi. Üstelik de bu tokadı atan Kürt deli bir Kürt. -Ki ‘beyaz’ın gözünde akıllı Kürt yoktur.- Ve de bu delinin tokadı gösterir ki; bu devletin akılsızlığı ne yama tutar gayrı, ne de toprağı cesetten bir doymuş çözeltiye çevirmesinin saklanacak bir yanı kalmıştır.

    Kürtlerin henüz politize olmadığı, devlet denen suç aygıtının kitleleri Kürt – Türk çatışmasının temel harcı olan sağcılık – solculuk ya da Alevilik – Sünnilik karşıtlıkları üzerinden birbirine boğazlattırdığı günlerin finali. Yani 12 Eylül ‘ileri demokrasisi’nin ülkeyi ‘muasır medeniyet’ seviyesine çıkardığı günler. Ki şimdinin epey bir ileri demokrasisinin çocuk hali, o günlerde Kürdün deli olanına bile tahammül edememektedir. Düşünün o zamanın çocuk devletinden bir katil yaratmanın paha biçilmezliğinin sonucunun bu günkü yansımasının nelere kadir olabileceğini…

    12 Eylül toplum mühendisliğini konu alan filmlerin gırla podyumu arşınladığı Türkiye sinemasında, bu tarihsel dehlizi konu alırken Kürt coğrafyasında nelerin yaşandığını irdeleyen film bulmak imkânsız. En değme Marksistinin bile konu Kürtler olduğunda, sonu gelmez ‘ama’lı cümlelerle ulusçuluk batağında debelendiği bir ülkenin sinemasından bunu beklemek de elbette safdillilik olurdu. Yılmaz Güney ve birkaç ‘deli’yi saymazsak… Ancak devletin delirttiği o toplumun delileri, hesabını sadece bir tokatla sormaya kalktığında ise kızılca kıyamet kopuyor. İşte ‘Meş’ (Yürüyüş) isimli sinema filmi, bir delinin bile Fırat’ın öte yakasında yaşananlar karşısında dayanamayıp, devlete esaslı bir tokat atmasıyla, birilerini yeniden yırtılma noktasına getirmeye hazırlanıyor.

    Toplumun sindirilişini bir delinin itaatsizliği üzerinden aktaran film, hem Kürdistan sinemasının doğurmaya hazırlandığı günler açısından büyük umutlarla dolu, hem de o topraklarda biriken öfke kuyularının sinema, edebiyat ve sanatın diğer disiplinleri yoluyla patlamaya başlayacağının işaretlerini veriyor.

    Yönetmenliğini Shiar Abdi’nin yaptığı, senaryosunu Selamo’nun yazdığı ve tamamı Kürtçe olan film 12 Eylül 1980 darbesinin öncesi ve sonrasında Mardin’in Nusaybin ilçesinde geçer. Darbenin etkileri zaman zaman hissedilmektedir. Cengo ile birlikte bir grup çocukla arkadaş olan Xelilo, bir yandan dışlandığı dünyadan giderek uzaklaşırken, bir yandan da politik isyanın bir öznesi haline gelir. Xelilo’nun arkadaşlarının bazısının ailesi ilçeyi terk eder, bazılarının yakınları bilinmeyen yerlere götürülür. Xelilo ise ağızlardan aşırdığı sigara ile hem ölümün kanıksanmasına epik bir müdahalede bulunur, hem de sessiz protestosunun bedelini işkence ile öder…

    Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak 12 Eylül’ü ve o dönemki toplumsal, deli Xelîlo’nun hikâyesi üzerinden beyazperdeye aktaran yapım, kitlesel delilik karşısında Xelîlo’nun sessiz farkındalığı ile bir çok parametreyi sorguluyor.

    Başrolde Selamo’nun oynadığı film, alışılmış göze parmak sokma yöntemini aşarak öyküyü evrensel bir düzlemde sunma denemesiyle dikkat çekiyor. Ancak konunun aktarılmasında haddinden fazla ketum davranılması nedeniyle filmin yavaş akışı, merak unsurunu usandırıcı bir sınıra getiriyor. Bunun yanında özellikle Xelîlo’yu oynayan Selamo ile filmde rol alan çocukların üstün performansı açığı birazcık kapatmayı başarıyor.

    Sinema estetiği açısından önemli bir başarıya imza atan filmdeki bazı mantık hataları ise ilk film olma acemiliğine işaret ediyor. Örneğin dışarıda bir yaz havası ve çocukların suya girmesiyle başlayan bir günün akşamında evde soba başında ısınılmaya çalışılması garip bir durum oluşturuyor. Hikâyenin devamı ve ironilerin anlamını seyirciye bırakırken de benzer bir handikapa düşülüyor. Komutanın geldiği bir evin sahibine ‘bu evi yarına kadar beyaza boyayacaksın’ şeklindeki baskısı elbette ki devletin ve askerin keyfi muamelelerine işaret edebilir. Ancak bu baskının bir keyfiyet olduğunun öykü içerisine tam olarak yedirilmemiş olması gibi durumlar, filmin yer yer lokal bir kitle tarafından anlaşılabileceğine neden oluyor. Darbenin getirdiği ağır sonuçlar, ev basmalar, insanların ağır bir cendereden geçilmesi, yani dışarının politik atmosferinin biraz daha hissedilebilmesi filmi çok daha başarılı kılabilirdi. Ancak burada da yönetmen ve senaristin son derece ketum davrandığı görülüyor.

    Yine darbe ve sürekli öldürülmelere karşı gençlerin kendi aralarında örgütlenip suikast plânlamasındaki yansıma da problemli şekilde ele alınmış durumda. Silâhlanan iki gencin bir çete mi, yoksa bu günün Kürt hareketi mensupları mı, ya da başka bir isyanın unsurları mı olduğu anlaşılmıyor. Reji ve öykülemedeki bu handikaplı durumlar dışında, oyunculuklarla birlikte görüntü yönetmeninin başarısı da filmin her karesinde hissedilebiliyor. Ercan Özkan’ı Kürdistan sineması adına kazandırdığı bu yeteneğiyle sinemaseverler ileriki zamanlarda epey bir anacak gibi…

    Oyuncu kadrosunda Abdullah Ado, Aydın Orak, Brader, Nujîyan Kılgı, Talat Ekinci, Rugeş Kırıcı gibi isimlerin bulunduğu filmde Xelîlo’nun yönelişi ise son derece manidar şekilde ele alınmış durumda. Xelîlo bir yandan toplumdan izole, karanlık bir harabede yaşarken, öbür taraftan da özellikle de hükümet konağının önünde deli atlar gibi o baştan bu başa yürüyüp, sürekli konağın kapısı önünde yere tükürmesiyle ve insanların ağızlarından sigara aşırmasıyla kendini izole ettiği topluma da çaktırmadan müdahalede bulunuyor.

    Buradan da Xelîlo’nun kendini tecrit etme durumunun gerekçesinin sistem ve toplum yanlışlara pasif bir itaatsizlik olduğu anlaşılıyor. Zira sürekli çocuklarla zaman geçirmesi, bir tek onlarla mutlu olması durumu özetliyor. Ancak devletin bakışı elbetteki Xelîlo’nun bir deli olduğunu görebilecek kadar körlük kuyularından çıkmamıştır. Sokağa çıkma yasağına uymayı bir deliden beklemek, ancak şizofren bir devletin işi olabilir… İşte Xelîlo tam da bu şizofreninin kurbanlarından sadece biri. Sokağa çıkma yasağına uymadığı gerekçesiyle akıllılarla birlikte gözaltına alınıp işkenceden geçirilen Xelîlo, bu yasağa uymamamın gerekçesini elbette hayatıyla ödeyecektir. Devletin yasağına uymayan deli de olsa, kendisine biçilen kefenin rengi aynıdır maalesef… Ancak filmin en çok tartışma yaratması beklenen yeri ise kuşkusuz Xelîlo’nun komutana attığı esaslı tokat. Xelîlo boş bulduğu kim olursa ağzından sigarayı aşırmaktadır. Bu bir komutan da olsa… İşte komutanın ağzından sigara aldığı için feci halde darp edilen Xelîlo, komutana öyle bir tokat patlatır ki, hem komutanın feleği şaşar, hem de bu günler en tartışmalı ismi Sebahat Tuncel’e selâm çakar cinsten… Kürtlerin devletten yediği ağır tokadın rövanşını Kürt kadınları ile delileri mi alıyor nedir?…

    (28 Mart 2011)

    Rawin Sterk (İsmail Yıldız)

    ismailsterk@gmail.com

    Baharı Getiren Festival Geldi

    02 – 17 Nisan 2011 tarihleri arasında gerçekleşen 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde, birçok başlık altında film festivalseverlerle buluşuyor. Filmler Beyoğlu’nda Atlas, Fitaş 1 ve 2, Beyoğlu ve Pera’da. Festival, Nişantaşı City’s ve Kadıköy Rexx’te de sürüyor. En düşük bilet dört lira.

    02 – 17 Nisan tarihleri arasında yaşanacak 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 1974 doğumlu Fransız yönetmen Marc Fitoussi’nin yönettiği 2010 yapımı “Copacabana” filmiyle açılıyor. Filmin başrolünde de Isabelle Huppért gibi muhteşem bir oyuncu var. Festivali bu yıl, Susanne Bier’in 2010 Danimarka yapımı “Haevnen – Daha İyi Bir Dünya” filmi kapatıyor. “Daha İyi Bir Dünya”, 2011’de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar aldı. Bu festivale, yazılarımızla çok emeğimiz geçti yıllar içinde. Popüler olana tutkulu bu festival, diğer emeklerin hiç farkında olmadı. Ne yapalım, öyle olsun.

    Yarışma filmleri…

    Bu yıl oniki film “Altın Lale” için yarışıyor. İngiliz sinemasının gerçek anlamda aykırı yönetmenlerinden 1961 doğumlu Michael Winterbottom’ın kendisinin çektiği aynı adlı televizyon dizisinden sinemaya uyarladığı 2010 yapımı “The Trip – Yolculuk” filmini de başrollerinde Bob Brydon ve Steve Coogan var. Winterbottom’ın bu filminin, Roger Corman’ın 1967 yapımı “The Trip”le sadece isim benzerliği var. 1976 doğumlu Uruguaylı yönetmen Federico Veiroj’un yönettiği “La Vida Util – Faydalı Hayat”, sinemadan başka bir iş bilmeyen Jorge’nin, Sinematek’in kapanmasıyla dışarıdaki dünyayla, hayatla baş başa kalışının siyah-beyaz filmi bu. Filmde bazı anlarda çok uzun olmasa bile yine de uzun çekimler yapmış yönetmen bu ikinci filminde. Sinema bir aşktır işte!.. Seyfi Teoman’ın, Barış Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’dan çıkan aynı adlı eserinden uyarladığı “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, 2011’de 61. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” için yarışmıştı. İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın ve Taner Birsel’in başrolünde oynadığı bu filmde aynı kıza aşık olan iki arkadaşın hikâyesi. Sinemaseverleri etkileyecek filmlerden biri de, 1967 doğumlu Kanadalı Denis Villeneuve’ün 2010 yapımı “Incendies – İçimdeki Yangın…” Filmde Radiohead’in müzikleri de duyuluyor. Öncelikle “You and Whose Army”, piyano tınılarıyla başlıyor ve sonra “sert rock”a dönüşüveriyor. İnsanı etkiliyor. Film, Quebec ve Amman’da çekilmiş. Bir kadının kökenlerine, Lübnan’a yolculuğunu anlatıyor film. Ayrıca bu yarışmada, besteci yönetmen Ola Simonsson’la karikatürist – yazar – yönetmen Johannes Stjärne Nilsson’un ortak yönettikleri İsveç filmi “Sound of Noise – Yaşamın Ritmi” de var. 1961 doğumlu Jonathan Nossiter’in Charlotte Rampling, Bill Pullman ve Irène Jacob’u bir araya getirdiği 2010 yapımı “Rio Sex Comedy – Rio Seks Komedisi”, Rio’da zevklerinin tam ortasında sosyal adaleti arayan başka mesleklerden insanlar üzerine bir komedi. Çinli Zhang Meng’in yönettiği 2010 yapımı “Gang de qin – The Piano in a Factory – Fabrikadaki Piyano”da, çelik fabrikasında çalışan, ama işsiz kalmış Chen, velâyetini üzerine almak istediği, piyano çalmayı seven kızı için kendisi piyano yapmaya çalışıyor. Çin’in kuzeydoğusundan gelen bu hikâye, zaman zaman iç burkucu olsa da mizahı iyi olan ve 1990’ların Çin’inden sevimli anlar sunan bir film deniliyor. Lech Majewski’nin yönettiği 2011 yapımı “The Mill and the Cross – Değirmen ve Haç”ta, başrolü Rutger Hauer, Charlotte Rampling ve Micheal York paylaşıyor. Bu film Polonya’da çekilmiş. Filmde, “live-action” denilen sahneler de var. Film, 1564 yılında Flaman bölgesinde geçiyor. Bu filmde, Rönesans’ın büyük ressamı Pieter Bruegel’in hayatının son dönemleri yansıyor. Filmde, sert sahneler de var. Yakın çekimlerin Rönesans tablolarını andırdığı söyleniyor. “Değirmen ve Haç”, tam sanatseverler için. Bruegel (1525 – 1569), peyzaj ressamıydı. Köylüleri, işçileri resmetti. Eserlerinde çoğunlukla savaşlar ve yıkımlar vardı. Gérald Hustache – Mathieu’nün yönettiği “Poupoupidou – Pupupidu”, kara mizah yüklü bir polisiye. Yazar Rousseau, dağ yolunda bir kızın cesedini buluyor. Yazar, kızla Marilyn Monreau arasında benzerlik kurunca, seyirciyi de meraklı bir yolculuğa çıkartıyor kendisiyle beraber. Jordi Cadena – Judith Colell’in beraber yönettikleri 2010 yapımı “Elisa K”, İspanya’dan, Katalonya’dan geliyor. Film, çocuk istismarı üzerine. Vietnam sinemasının önemli yönetmenlerinden 1962 doğumlu Tran Anh Hung’un bir filmiyle daha karşılaşmak mutluluk ötesi bir şey. Hung’un festivalde 2010 yapımı “Noruwei no Mori – İmkânsızın Şarkısı”, inanılmaz ama “Altın Lale” için yarışıyor. Manevi lâlemiz onun. Usta, bu filmini Japonya’da çekmiş. Başrolde de Rinko Kikuchi var. Film sinemaskop çekilmiş. Hung bu filmini, Japon yazar Haruki Murakami’nin romanından çekmiş. Murakami’nin romanı, Doğan Kitap’tan “İmkânsızın Şarkısı” adıyla yayımlanmıştı. Filmde Beatles’ın “Norwegian Wood” şarkısını da duyuyorsunuz. Filmin orijinal adının Beatles’ın bu şarkısından geliyor ve “Norveç Ahşabı” demek. “Wood” kelimesi, “koru” veya “orman” anlamında kullanılmıyor. Norveç’te keresteden yapılmış ahşap yapılar geleneksel bir mimari türü. Roman ve filmde “ahşaplığa”, “keresteliğe” gönderme yapılıyor. “Norwegian Wood”, aynı zamanda Beatles’ın deneyselliği hissettiren 1965’te yayımlanmış ilk albümü (LP’si) “Rubber Soul”da yer alan bir şarkı. Bu şarkının diğer adı da “This Bird has Flown” (Bu Kuş Uçtu). Beatles’ın bu tekerleme dolu şarkısında sevdiği kızla beraber olmayı umut eden bir gencin hayal kırıklığı anlatılıyor. Veya John Lennon’ın hayal kırıklığı… Şarkıda duyulan sitar tınılarını George Harrison çalmış. Yönetmen Hung, Murakami’nin bu romanını sinemaya uyarlarken zor bir işin içine girmiş. Murakami, Amerikalı ve Avrupalı bazı yazarların eserlerinden etkilenmiş. Roman karakterleri de o yazarları ve eserlerini seviyor. F. Scott Fitzgerald ve “Muhteşem Gatsby”, Thomas Mann ve “Sihirli Dağ”, Hermann Hesse ve “Çarklar Arasında” ve de Fransız yazar, şair ve müzisyen Boris Vian’ın ruhu. Filmin hikâyesi 1960’larda geçiyor. Geçmiş, dinginlik ve Uzakdoğu’ya özgü bir kabûlleniş. İnsanın ruhuna iyi gelecek bir roman ve film… Yarışmada Mısırlı yönetmen Ahmad Abdalla’nın (Ahmet Abdullah) 2010 yapımı “Microphone – Mikrofon” için İskenderiye üzerine bir müzikal yolculuk filmi deniliyor.

    Yarışma dışında…

    2011 yapımı “Then and Now, Beyond Borders and Differences in 2010 – O Zaman ve Şimdi, 2010’da Sınırların ve Farklılıkların Ötesinde” kolektif filmini on bir yönetmen bir araya gelerek çekmiş: Tata Amaral (Brezilya), Fanny Ardant (Fransa), Hüseyin Karabey (Türkiye), Masbedo (İtalya), Idrissa Ouédraogo (Burkina Faso), Jafar Panahi (İran), Robert Wilson (ABD), Sergey Bodrov (Rusya), Mahanat – Saleh Haroun (Çad), Guka Omarova (Kazakistan), Abderrahmane Sissako (Moritanya / Etiyopya)… Filmin müziklerini de Michael Galosso bestelemiş. Filmin süresi altmış dakika. Film, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin, “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır” diyen 18. maddesinden yola çıkıyor. Büyük Alman yönetmen Wim Wenders’in, 2009’da ölmüş Alman koreograf Pina Bausch üzerine 106 dakikalık “Pina”sı, üç boyutlu (3D) bir dans filmi. Oyuncu – yönetmen John Turturro’nun, Napoli’ye müzikli aşkı deniyor 2010 yapımı “Passione – Tutku”ya. Fernando Trueba, Javier Mariscal ve Tono Errando’nun ortak yönettikleri 2010 yapımı “Chico y Rita – Chico ile Rita”, cazı öne alan bir müzik filmi. Bu renkli animasyon filmin hikâyesi 1948’de Küba’da geçiyor. Perdede müziklerle ve görüntülerle büyülenecek sanatseverler. Rita’nın söylediği “Besame Mucho”, hatıralara kalabilir. Unutulmaz bir deneyim olabilir belki “Chico ile Rita” filmi. Kasper Holten’in yönettiği 2010 yapımı “Juan”, kadınlara hem tutkulu hem de onlardan tiksinen bir tuhaf insanı anlatıyor. Opera yönetmeni Holten, başka bir açıdan Mozart’ın “Don Giovanni” yapıtını modernize ederek sinemaya uyarlamış.

    Galalar…

    “Akbank Galaları”nda iyi filmler var. İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın Casey Affleck, Kate Hudson ve Jessica Alba’yı bir araya getirdiği 2010 yapımı “The Killer Inside Me – İçimdeki Katil”, Oklahoma ve New Mexico’da geçen sadizm ve mazoşizm üzerine bir suç filmi. Sinemaskop çekilmiş bu film, sinemaseverleri zorlayabilir. Bu film Oklahomalı yazar Jim Thompson’ın (1906 – 1977) romanından uyarlanmış. Roman ilk defa 1952’de basılmış. Bu roman, ilk olarak 1976’da aynı adla Burt Kennedy tarafından sinemaya uyarlandı. İran asıllı Amerikalı yönetmen Massy Tadjedin’in 2010 yapımı sinemaskop “Last Night – Son Gece” filmi Keira Knightley, Sam Worthington, Eva Mendes, Guillaume Canet ve Griffin Dunne’yi bir araya getirmiş. Filmin müziklerini Clint Mensell’in bestelediğini hatırlatalım. Tadjeddin, “Yeni roman”ın öncülerinden Fransız yazar Alain Robbe – Grillet’nin 1955’te yazdığı “Le Voyeur” (Yolcu) romanını da Columbia’ya çekecek ünlü aktör Wiil Smith’in desteğiyle. “Son Gece”ye aldatmanın, sadakatin ve baştan çıkarmanın filmi deniliyor. Sinemanın önemli oyuncu ve yönetmenlerinden 1936 doğumlu Robert Redford, son filmi “The Conspirator” (Komplocu) filmiyle Abraham Lincoln suikastını anlatıyor. Suikast sonrası, biri kadın yedi kişi tutuklanıyor. Tutuklanan tek kadın Mary Surratt’ı (Robin Wright), genç avukat Frederick Aiken (James McAvoy) savunuyor mahkemede. Olayların gelişimiyle, Mary’nin suçsuz olabileceğini fark ediyor genç avukat. Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği iyi. Filmin hikâyesinin, kurgusal değil gerçek olduğu söyleniyor. 1967 yılında Paris’te doğan yönetmen François Ozon’un 2010 yapımı “Potiche – Kadın İsterse”nin hikâyesi Fransa’nın kuzeyinde geçiyor. Aslında film Anderlecht’te çekilmiş. Anderlecht, Belçika’da sadece bir futbol kulübünün adı değil. Brüksel’de bir bölgenin adı. Ozon’un bu filmi, yoğun olarak Anderlecht bölgesinde geçiyor ama filmde Fransa’nın kuzeyi diye anılıyor. Filmin başrollerinde muhteşem oyuncular var: Catherine Deneuve, Gerard Depardieu, Fabrice Luchini, Karin Viard, Judith Gordreche, Sergi Lopez. 1983’te televizyona uyarlanan “Potiche”, Pierre Barrillet ve Jean – Pierre Gredy’nin oyunundan uyarlama. Yıl 1977. Suzanne, sanayici Robert Pujol’le evli. İşçiler greve giderler ve patronları Pujol’ü rehin alırlar. Politik ve komik bir Ozon filmi. Nicole Kidman’ın sürüklediği 2010 yapımı “Rabbit Hole – Mutluluğun Peşinde” filmini John Cameron Mitchell yönetmiş. Filmin senaryosunu, kendi oyunundan David Lindsay – Abaire yazmış. Filmin hikâyesi New York’ta geçiyor. Mutlu Corbett ailesi, oğullarının bir trafik kazasında ölmesiyle derin acıların içine düşüyor. Bu film, hatıralarda yer edecek gibi. Festivalde bir Mike Leigh filmi de var. 2010 yapımı “Another Year – Ömrümüzden Bir Sene”, insan hayatında olabilecek her şey üzerine. Usta, bu son filminde de sinemaskop çalışmış. 2010 yapımı “The Wistleblower – Muhbir”, Nebraskalı polis Kathryn Bolkovac’ın, Birleşmiş Milletler’le boy ölçüşmesi anlatılıyor. Bosna’ya gönüllü giden Kathryn, orada BM görevlilerinin de karıştığı seks ticaretinin olduğunu fark ediyor. Filmi Larysa Kondracki yönetmiş. Filmde Rachel Weisz, Monica Bellucci, Venessa Redgrave var. Fransız oyuncu Guillaume Canet’nin sinemaskop çektiği 2010 yapımı “Les Petits Mouchoirs – Küçük Beyaz Yalanlar” filminde François Cluzet, Marion Cotillard, Benoit Magimel, Gilles Lellouche gibi muhteşem oyuncular var. Bir kaza sonrasında tatile gitmeyi ertelemeyen bir grup Parisli burjuva arkadaşın bu tatili hayatlarının önemli bir yerinde olacak. Çünkü, sorgulamalar, sırlar ve birçok şey ortaya serilecek deniz kıyısındaki tatilde.

    Onlar, yıllara meydan okuyorlar…

    1951 doğumlu Çinli yönetmen Zhang Yimou’nun 2010 yapımı “Shan zha shu zhi lian – O Ağacın Altı” filmi, Mao’nun 1966’da başlamış ve 1976 yılına kadar sürmüş Kültür Devrimi dönemlerinin sonlarında, liseli iki gencin saf aşkını yansıtıyor perdeye. Aşık oğlanın babası, Çin Komünist Partisi’nden nüfuzlu biri. Kızın babasıysa düşünce suçundan hapiste. Yönetmen, bu filminde parayı öne çıkaran bir topluma saf sevgiyi göstermek istemiş. Film, güzel Jing’in hayat hikâyesinden yola çıkmış. Romanı, internet üzerinde “Sonsuza Kadar Alıç Ağacı” adıyla Ai Mi yazmış. Yazar bu filmin senaryosunu da yazmış. Sinemaskop görüntülerle yansıyan doğa muhteşem şiirsellikte. Filmin müzikleri de iyi. Avustralyalı 1944 doğumlu Peter Weir’in, 2010 yapımı “The Way Back – Özgürlük Yolu”nda Colin Farrell, Ed Harris, Jim Sturgess oynuyor. Sovyetler’de Gulaglardan kaçan mahkûmların, Sibirya’dan Hindistan’a yolculuğu yansıyor. Film, yazar Slawomir Rawicz’in (1915 – 2004) romanından uyarlanmış. Bu trajedi 1940’ta yaşanmış. 1938 Lodz doğumlu Polonyalı Jerzy Skolimowski bir yönetmen, bir aktör, bir ve bir oyun yazarı. Skolimowski’nin 2010 yapımı “Essential Killing – Ölümüne Kaçış”ta Muhammed’i Vincent Gallo, Margaret’i Emmanuelle Seigner canlandırıyor. Bu filme politik gerilim deniliyor. Amerikalı bağımsız yönetmen John Sayles, 2010 yapımı “Amigo” filminde, Amerika’nın günümüzdeki işgâlleriyle benzerlik kuruyor. “Amigo” filmi, Filipinler – Amerika arasındaki savaşı anlatıyor. Amerika, 1900 yılında Filipinler’i işgâl ediyor. 1945’te Moskova’da doğan Nikita Mikalkov, 1994 yapımı ”Utomlyonnye Solntsem – Güneş Yanığı” filminin devamını çekmiş yıllar sonra, 2010’da ”Utomlyonnye Solntsem 2 – Güneş Yanığı 2” filmiyle. Gürcistan sinemasının büyüklerinden Otar Iosseliani’nin bir filmi daha festivalde. 1934’te Tiflis’te doğan ustanın 2010 yapımı “Chantrapas – İşe Yaramaz” filminde kendi çocukluğundan ilham almış. Bu film, yönetmenin 1959’da çektiği doğaya adanmış “Sapovnela” (O Kadar Çiçeği Hiç Kimse Bulamaz) kısa filmiyle başladığı söyleniyor. 1908’de doğmuş ve hâlâ film çeken Portekizli usta Manoel de Oliveira’nın 2010 yapımı “O Estranho Caso de Angelica – Angelica’nın Tuhaf Vakası”, bir fotoğrafçının peşine takılıyor. Gerçeküstücü anların da olduğu filmde, yeni ölmüş gelin Angelica’nın fotoğrafını çekmek için çağrılan Isaac, mercekten baktığında Angelica’nın hayata döndüğünü görüyor. Hatta fotoğraflarda bile. Oliveira, yüz yaşını aşmış bir yönetmen ve belki de bu filmiyle bir şeyler anlatmak istiyordur. Fransız sinemasının etkileyici yönetmenlerinden 1939 doğumlu Bertrand Blier’in, kanserle kansere yakalanmış bir adamın, Charles’ın tuhaf ve kara mizah yüklü ilişkisini anlatan 2010 yapımı “Le Bruit des Glaçons – Buz Sesi”, gerçeküstücü yönüyle de ilgi çekiyor.

    Onlar şimdiden usta…

    “Genç Ustalar” bölümünde on dört film var. Perulu Daniel ve Diego Vega Vidal kardeşlerin yönettikleri 2010 yapımı “Octubre – Ekim”, mucizeler üzerine bir film. Tefeci Clemente’nin kapısına bir bebek bırakılıyor. Bu dünyada hiçbir şeyi olmayan Clemente’nin şimdi bir bebeği oluyor. Sinemaskop çekilmiş bu filmin senaryosunu da kardeşler yazmışlar. 1975 doğumlu Polonyalı yönetmen Marek Lechki’nin 2010 yapımı “Erratum – Düzelti”, genç bir adamın doğduğu topraklara dönüşünün ve geçmişin sıcaklığını hisseden yolculuğunun filmi. Tomasz Kot, Michal’ı canlandırıyor. Filmin hikâyesi, yönetmenin doğduğu Wroclaw şehrine bağlı Dolnoslaskie’de geçiyor. Görüntüler estetik ve çarpıcı. Alman yönetmen Philip Koch’un 2010 yapımı “Pico filmi, Bavyera’dan ıslahevi manzarası yansıtıyor. Zaman zaman sert ve iç yakıcı gerçekçi bir film bu. Singapur’dan gelen 1983 doğumlu Boo Junfeng’in 2010 yapımı ilk filmi “Sandcastle – Kumdan Kale”de, militarizmi ve milliyetçiliği, askere yeni giden En’in peşine takılarak anlatıyor. Costa Gavras’ın kızı Julie Gavras’ın 2010 yapımı “Late Bloomers – Aşkın İkinci Perdesi”, sinemanın muhteşem yüzlerinden Isabella Rossellini’yi sinemaseverlerle bir daha buluşturuyor beyazperdede. Isabella Rossellini, annesi Ingrid Bergman’a ne kadar çok benziyor! Filmde William Hurt de var. Bu filmde, bir vakitler birbirlerine aşıkken ayrı düşmüş aşıklar, şimdi yaşları altmışı bulunca yeniden karşılaşınca, aşkın ateşiyle yeniden yanacaklar mıdır? Tiyatro kökenli 1977 doğumlu Kanadalı yönetmen Ed Gass – Donnelly’nin senaryosunu da yazdığı ikinci filmi 2010 yapımı “Small Town Murder Songs – Cinayet Şarkıları” bir suç filmi. Ontario’da Conestogo Gölü’nde bir kadın cesedi bulunuyor. Bu cinayet, “mennonite” bir toplumun arasında işlenmiş. “Mennonite”ler, radikal Protestanlara deniliyor. Yönetmenin, bu filminde de ölüm, çatışma ve insanın karanlık taraflarını öne çıkaran temaları yansıttığı söyleniyor. Yönetmenin üslûbu da fark ediliyor. Anlatılan hikâyeyle doğrudan ilgisi olmayan hikâyelerin iç içe geçerek her şey günlük hayatın içinden yansıyor. “Cinayet Şarkıları”, özel bir film olabilir. 1976 doğumlu Rumen yönetmen Marian Crisan’ın 2010 yapımı “Morgen – Yarın”, Romanya’nın Transilvanya bölgesinde geçiyor. Filmde, Rumence, Türkçe ve Macarca kelimeler duyuluyor. Film sinemaskop çekilmiş. Yönetmen, bu ilk filminde senaryoyu da kendisi yazmış. Balkan tadı veren müzikler de iyi. Bu, Rumen Nelu’yla sınırı kaçak geçmiş bir Türkün dostluğunun filmi. Kim Ki-duk’un yardımcı yönetmenliğini yapmış Yang Chul-soo’nun ilk yönetmenlik deneyimi olan 2010 yapımı “Kim Bok-nam salinsageonui jeonmal – Bedevilled – Cinnet”, sinemaskop çekilmiş ve şiddeti yüzünden bakmaya zorlanabileceğiniz filmlerden. Tayvanlı yönetmen Arvin Chen’in senaryosunu yazıp yönettiği 2010 yapımı “Yi Yi Taipei – Elveda Taipei”, Paris’teki kız arkadaşının yanına gidebilmek için mafya işine bulaşan bir gencin peşine takılıyor. Kai (Jack Yao), başka gangsterlerden kaçarken yolu güzel Susie’yle (Amber Kuo) kesişiyor. Eğlenceli ve romantik bir film. İşin içinde Wim Wenders usta da var.

    Ustaların hatıraları için…

    “Anılarına” bölümünde, sinemanın yakın zamanlarda, 2010 yılı içinde kaybettiği yönetmen ve oyuncuların filmleri gösteriliyor. 1936’da Kansas’ta doğan oyuncu-yönetmen Dennis Hopper, 29 Mayıs 2010’da Los Angeles’ta öldü. Onu anmak için gösterilen David Lynch’in 1986 yapımı “Blue Velvet – Mavi Kadife”, sinemanın önemli filmlerinden. Dennis Hopper, bu filmde Frank Booth karakteriyle “kötü adam”a neredeyse yeni bakış açıları getiriyordu. Bobby Vinton’ın 1963 yılında yayımlanmış “Blue on Blue” albümünde yer alan blues klâsiği “Blue Velvet” şarkısı hemen filmin başında duyuluyor. Bobby Vinton’ın sesi kadife gibi ve büyüleyici. Isabella Rossellini de bu şarkıyı gece kulübünün sahnesinde caz tarzında söylüyor. Lynch, bu şarkıdan az da olsa ilham almış. Şarkının girişi, “She wore blue velvet (Mavi kadife giyerdi) / Bluer than velvet was the night (Mavi kadife daha geceydi) / Softer than satin was the light (Satenden daha yumuşaktı) / From the stars (Yıldızlara kadar)” diyordu… Filmin müzikleri ve şarkıları armağan gibi. Ketty Lester’ın etkileyici sesiyle 1962 yılından kulaklarınıza gelen “Love Letters” muhteşem. Filmin hikâyesi Kuzey Carolina’da geçiyor. Bu postmodern filmde seyircinin zihni sürekli karışıyor. Bütün bunların hepsi bir rüya mıydı, yoksa gerçekliğin kâbusu muydu, diye düşünmeye başlıyorsunuz filmin içinde tekinsiz dolaşırken. Filmin açılışındaki ve final bölümündeki evin bahçesi önemli. Çiçekler, çimler, böcekler, sulamalar vs. Kamera kulağın içine giriveriyor burada işte. Gizemlerle dolu, bir gerçeküstücü kara film bu… Sinemaskop bu filmin öncelikle gece çekimlerinin ilham verici olduğu belirtilmeli. Batıda bu film için, sürekli röntgencilik hissi verdiği söylenmiş. Bu film, küçük şehir atmosferiyle, insana gotik bir karanlığın ortasında sürekli bir tedirginlik duygusu da veriyor. Bu filmde Freudyen taraflar bulanlar da olacaktır belki. Ustanın, 2001 yapımı “Mulholland Dr. – Mulholland Çıkmazı” filmi Lynch sineması için az da olsa ışık olabilir sinemaseverlere. “Mulholland Çıkmazı”ndan keşfedeceklerinizle diğer filmlerinde farkına varamadıklarınızı fark edebilirsiniz belki. 1922’de doğan ve 15 Aralık 2010’da ölen Hollywood’un efsanesi Blake Edwards, seksen sekiz yaşındaydı. Festival, bu ustanın sinema perdesinde görmekten mutlu olduğumuz 1982 yapımı “Victor Victoria”yı gösteriyor. Bu film, MGM’in son büyük müzikâllerinden. Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği, dansları ve şarkıları büyülüyor. 1934 yılında, Paris’te soprano Victoria Grant iş bulamayınca, adını Victor diye değiştirir, erkek kılığına girer ve kadınsı şarkıcı olarak iş bulur. Eğlenceli, komik ve muhteşem müzikler, işte hepsi “Victor Victoria”da var. Bu filmde, güzel Julie Andrews ve muhteşem sesi bir armağan gibi. 28 Eylül 2010’da seksen sekiz yaşında ölen sinemanın büyük ustalarından Arthur Penn, 1967’de çektiği “Bonnie and Clyde – Bonnie ve Clyde” filmiyle anılıyor festivalde. Bu film, postmodern yapısıyla neredeyse türlerin ötesinde bir film. Bir an gangster filmi seyrediyormuş hissini yaşarken, film western tadına, tam anlamıyla bir polisiyeye, hatta romantizme dönüşüveriyor. Bu filmdeki yoğun şiddet ve az da olsa sevişme sahneleri, önceki gangster filmlerine hiç de benzemiyordu. Ayrıca bu yapıta, yeni Hollywood’un dönüm filmlerinden deniliyor. ABD Film Koruma Kurulu, bu filmi Kongre Kütüphanesi’ne aldı. Kültür Bakanlığı da bizim mücevher filmlerimizi Milli Kütüphane Arşivi’ne alabilir. Filmde Warren Beatty, Clyde’ı, Faye Dunaway, Bonnie’yi, Gene Hackman, Buck’ı canlandırıyor. Bu filmdeki çarpıcı “technicolor” fotoğraflarıyla Burnett Guffey, “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazandı. Film, ekonomik buhran yıllarında, 1930’larda soyguncu iki sevgilinin şiddetle yüklü gerçek hikâyesinden anları yansıtıyor perdeye. Yönetmen Penn, bir röportajında, “Sam Peckinpah gibi sağcıyım” demişti. Onun filmlerini ideolojilerin ötesinde değerlendirmek daha mı iyi? 1930’da Paris’te doğan ve 12 Eylül 2010’da yine Paris’te ölen, Fransız sinemasının Hitchcock’u diye anılan Claude Chabrol’ün 1988 yapımı “Une Affaire de Femme – Bir Kadın Meselesi”, bir kadının adım adım trajediye sürüklenişini anlatıyor. Hem de yer yer gerilimi yükselterek. Filmin hikâyesi, kuzeyde Yukarı Normandiya’da Manş Denizi’nin kıyısında Seine – Maritime bölgesindeki Dieppe komününde geçiyor. Film, avukat Francis Szpiner’in kitabından yola çıkarak, İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekten yaşanmış bir trajediyi anlatıyor. Savaş yıllarında kocası savaşta olduğu için iki çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalan Marie, savaş sırasında askerlerden hamile kalmış genç kadınları gizlice kürtaj yapıyor. Sonra da genç Lucien’le yasak ilişkiye girerek zina yapıyor. Devir, Vichy hükümetinin devridir. Savaştan dönen kocası Paul, olayları fark edip Marie’yi ihbar ediyor. Chabrol, her şeyi tedirgin edici bir sakinlikle anlatmış. Isabelle Huppert ve François Cluzet etkileyici performans göstermişler. 07 Ağustos 1943’te doğan ve 29 Ağustos 2010’da ölen yönetmen Alain Corneau, son filmi “Crime d’Amour – Aşk Suçu”yla festivalde anılıyor. 2008 İstanbul Film Festivali’nde polisiye sinemada bir başyapıt olan 2007 yapımı “Le Deuxieme Souffle – İkinci Nefes” filmini, Beyoğlu Emek Sineması’nda kendi katılımıyla görmüştük. Şimdi Emek de Corneau da yok. Film, uluslararası bir şirkette iki kadının iktidar savaşını gerilimli bir dille anlatıyor. Ludivine Sagnier’nin güzelliği yine büyülüyor.

    (27 Mart 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com