Kategori arşivi: Yazılar

Stop Motion Animasyon ile Korku Türü’nün Yeni Birlikteliği

Bu hafta gösterime giren ‘ParaNormaN’, durağan üç boyutlu objeleri hareket edermiş gibi gösteren ‘stop motion’ tekniğiyle çekilmiş uzun metraj bir animasyon.

Temelleri sinemanın öncülerinden Georges Melies’in ‘Ay’a Seyahat’ gibi ilk denemelerine kadar uzanan stop motion tekniğinde işlemlerin çoğu çizgi film tekniği ile aynıdır, fark ise animasyonda kullanılan gerçek üç boyutlu obje, model ve setlerdir.

Türün klâsiklerinden 1993 yapımı ‘The Nightmare Before Christmas (Noel’den Önceki Kabus)’ Tim Burton’ın öykü ve karakterlerinden yola çıkarak Henry Selick’in yönettiği ve tüm dünyaya dağıtımı yapılan ilk uzun metraj stop motion animasyondur. Danny Elfman’ın olağanüstü söz ve müziğiyle de belleklere yerleşen bu filmin ardından bu kez karakterleri yaratan Burton’ın bizzat yönettiği 1995 yapımı ‘Tim Burton’dan Ölü Gelin (Corpse Bride)’ türe büyük saygınlık kazandır.

2009 yılında Henry Selick, Neil Gaiman’ın fantastik romanından yola çıkarak yazıp yönettiği ‘Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)’ ile hem muhteşem bir dönüş yapar, hem de türe unutulmaz bir başyapıt daha kazandırır.

Türün 3D teknolojisinin kullanıldığı ilk örneği olan ‘Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)’ın gerek ticari, gerekse eleştirmenler nezdinde kazandığı başarı üzerine yapımcı firma LAIKA yeni bir projeye, yine 3D formatlı ‘ParaNormaN’a imza atmış. Yönetmenlerden Sam Fell daha önce bizde de izlenen ‘Despero (The Tale of Despereaux) ve ‘Fare Şehri (Flushed Away)’in yaratıcılarından. İkinci yönetmen Chris Butler ise daha önce ‘Tim Burton’dan Ölü Gelin’ ve ‘Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)’ın storyboard takımında görev almış, ‘ParaNormaN’ın özgün senaryosunun da sahibi.

Baştan söyleyelim, ‘ParaNormaN’ yeni bir ‘Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)’ değil ancak ilgiyle izlenen hoş bir çalışma. Korku türü ve Norman adı sinemaseverlerin aklına ilk anda Hitchcock ve ‘Sapık (Psycho)’nun başkişisi Norman Bates’i getirse de, filmin asıl akrabalığı ‘Altıncı His (The Sixth Sense)’ ile. 11 yaşlarındaki Norman, Shyamalan’ın küçük kahramanı gibi ölüleri görme ve onlarla konuşma yetisine sahip. Ancak bu özelliği ve herkesten farklı davranışları, onu ucube diye niteleyen yaşıtları kadar ailesi tarafından da hoş karşılanmıyor. Ta ki, yaşadıkları küçük New England kasabası, 300 yıl önce cadılıkla suçlanarak infaz edilmiş kurbanın lanetine uğrayana kadar. Bu noktada devreye girecek olan Norman geçmişin günahını affettirebilecek midir.

‘ParaNormaN’ türün yukarda sözü edilen başyapıtları gibi özel ve yaratıcı bir fantastik dünya kurmuyor. Büyük ölçüde tipik bir Amerikan kasabasında geçen ve genç izleyiciye yönelik korku gerilim türünün trükleriyle ilerliyor. Özellikle ‘Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum’ serisinden ve bugünlerde yeniden popüler olan Zombi dizilerinden ve Frankenstein benzeri türün klâsikleşmiş örneklerinden izler taşıyor. Ancak finalde ulaştığı nokta ilgiye değer. 300 yıl öncesinin püriten ahlâkıyla, sırf farklı özellikleri ve yetileri olduğu için kasabalıların kurbanı olan, cadı kazanlarının kaynadığı o cehalet yıllarında büyücülükle suçlanarak idam edilen yaralı küçük ruh’a uzatılan dost eli, içinde yaşadığımız bu kargaşalı dönemde geçmişin günahlarıyla yüzleşmek ve bu sayede iyileşebilmek için toplum olarak Norman’lara ne denli ihtiyacımız olduğunu hatırlattı bana.

(18 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemada Üretim Fazlası “Balon” Var mı?

Bu yıl 49. Altın Portakal Film Festivali sırasında, Sabah Gazetesi ekonomi yazarı Meliha Okur’la sinema üzerine havadan sudan konuşmalar yaptık. Uzmanlık alanı olan “sayılar” söz konusu olunca Meliha Okur’un ilgisi sektörümüze yönelmiş oldu. Nitekim festival süresince Sabah’ daki köşesinde (11 ve 13 Ekim tarihlerinde) bir değil iki yazı yazdı. Ayrıca bana bu konunun peşini bırakmayacağını da söyledi.

Konuyu biraz daha ve derinlemesine açalım. Konu şu: sekiz yıldan bu yana Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen filmler (ki sayısı 200 civarında) sinema seyircisinin ilgisinden mahrumdur. Önemli bir kısmı, ‘Pay TV’ hariç kamu veya özel TV’ler tarafından satın alınıp gösterilemiyor. Ayrıca üretilen film sayısı ve film başına düşen seyirci sayısı dikkate alındığında ekonomik olarak irrasyonel bir tablo karşısındayız. Bu durumda “TÜRKİYE SİNEMA ENDÜSTRİ”sinin üretim fazlası bir “balon”u mu var?

Ben sinemada “meselesi” olan filmleri sevdim ve destekledim, hatta ithâl ettim. Bu ülkede bu filmleri yürekten destekleyen önemli bir seyirci kitlesi her zaman olmuştur. Ancak benim sevdiğim ve desteklediğim yerli filmlerimizin “mesele”ye önem veren seyirci kitlesine bile ulaşamamış olması karşısında “yeni şeyler” söylemek gerekiyor. Çünkü yanlışlığın bu seyirci kitlesinden değil, bizden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kitle her zaman yüzbin seyircinin üzerinde olmuştur. Bu kitle bizim can suyumuzdur. Nefes borumuzdur. Yaptığımız filmlere öncelikle bu seyirci kitlesinin “değer” vermesini isteriz. Son altı yılın sayılarına bakalım.

Görüldüğü gibi destek alan filmler toplam yerli film seyircisinin % 5’i mertebesindedir. 2006 ve 2007 de % 10 seviyesine ulaşabilmiştir. Yukarıdaki listeye eş dost desteği ile yapılan filmler eklenirse bu oranlar daha da düşer.

Nasıl oluyorda filmlerimiz bu kitleye bile ulaşamıyor. Gişede binin (1.000) altında bilet satışlarıyla gösterimini tamamlayanlar bile var. Bu kadere razı olan filmlerin sayısı her yıl hızla artıyor. Durum bir hayli vahimdir. Elimizdeki verilere bakınca “ART HOUSE” tanımının fena halde “house filmler”e dönüştüğünü görmek çok ürkütücü bir durum değil midir? Öte yandan, altı-yedi filmle toplam yerli seyircinin % 90’ını toplayan “ticari film” kodamanlarının, “Sinema Destekleme Fonu, bizim filmlerimizle besleniyor ama bize destek verilmiyor” yakınmaları karşısında savunmasız kalınmıyor mu?

Bu filmlerin büyük bir bölümü TV sektörünün de ilgisini çekmediği için TV seyircisine de ulaşamıyor. Sinemada ve TV.de (bir kısmının da DVD ortamında) seyircisi ile buluşamayan bu filmlere (bu görüntülere) hangi ismi vermemiz gerekecek?…

Sebeplere geçmeden önce “ART HOUSE” filmlerimiz için bir parantez açmamız lâzım. Yılda en az sekiz – on filmimiz, “art house” vasfına uygun olarak hem ulusal hem de uluslararası film festivallerinden ödüllerle dönmektedir. Bu filmlerin yapım bütçesine çoğu kez Batı Avrupa’lı sinema fonlarının da katkısı var. Gişe başarıları olmasa da ulusal ve uluslararası festivallerden alınan akçeli ödüller ve marketlerde yapılan yurtdışı satışlar, bu filmlerin yapımcılarını mutlu etmeye yetmektedir. Söz konusu balonun dışında kaldıkları için, konumuz bu filmler değildir.

Balonu şişiren filmlerin temel kaynağı, Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Fonu’dur. Bu fon, sektör temsilcileri ve Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü yetkililerinden oluşan “özerk” bir kurul tarafından yönetilmektedir. Yılda iki defa toplanan Fon yönetiminin on yıldan beri sürdürdüğü temel bir yanlış bu günkü balonun sebebidir. Her toplantıya uzun metraj film yapımı için yüzün üzerinde proje başvurmaktadır. Fon yönetimi “mümkün olan en çok sayıda” projeyi desteklemekle vahim bir yanlış yapmaktadır. Bu durumda proje başına düşen destek miktarı bir sinema filminin maliyetinin beşte birine denk gelmektedir. Bu sayı ortalama 200 bin TL.dir. Bu para ile nasıl film yapılır?

Yapımcı önce yurt içinde sponsor bulmak veya TV ön satışı için kanal aramaya başlar ve çoğu kez bulamaz. Yurt dışındaki fonlardan da ümidi kesince, filmini Fon’un verdiği parayla yapmaktan başka çaresi kalmaz. Bu para ile ortaya çıkan ürünü, sinema endüstrisinin “merdiven altı” üretimi olarak algılamak yanlış olmasa gerek. Bu bütçe ile çalışanların ücretleri, SGK primleri, stopajlar ve yasal satın almaların karşılanması mantık dışı bir varsayımdır. “İman kuvveti” ile stüdyoya indirilen film, post prodüksiyon için, ya borçlanarak ya da, biraz şansı olanlar stüdyoyu filme “ortak” etmeyi başararak bir adet 35 mm kopya elde edebilmektedir.

Ancak işin zor kısmı bundan sonra başlamaktadır. Fon’dan aldığı parayı çoktan tüketen yapımcı, filmin sinema vizyonu için en az 50-100 adet 35 mm kopya ve tanıtım giderleri için asgari 400 bin TL. bulmak zorunda. Yapım için para bulamayan, gösterim için nasıl para bulabilir? Bu durumda ya, 2-3 kopya ile gerekli tanıtımı yapmadan gösterime (!) girip hüsrana uğrayacak, ya da filmini kutulara hapsedip bekleyecektir. İşte “merdiven altı film üretimi”nin sonucunda oluşan “balon” budur. Bu filmler zarar ettikleri için Fon’dan aldıkları parayı geri ödemeleri de gerekmiyor. Talebi kışkırtan ve heveslileri coşturan fon’umuz böylece bu “balon”u her yıl biraz daha da şişiriyor.

Öte yandan her yıl en az otuz civarında yeni yönetmen (ayni zamanda yapımcı) ilk filmi ile bu yapıya entegre oluyor. Bu kan değişiminin sektöre yepyeni bir canlılık getirdiğini ileri sürenler haklı olabilirler. Ancak bu genç insanlar, sinema yapma hayallerini kolay yoldan gerçekleştiriyor ama ardından “balon”a toslayarak tükeniyorlar. Yüzlerce “ilk film” yapımcı ve yönetmeni arasında ikinci filmini çekebilme başarısını gösterenlerin oranı bir hayli düşüktür.

Doğru Çözümler Her Zaman Vardır

Çözüm basittir. Türkiye Sineması’nın üretim kapasitesini pompalamak yerine akılcı bir yöntemle yeniden plânlamak gerekmektedir. Kültür Bakanlığı’nın stratejik hedefleri arasında gördüğü sinema sektörünü “plânsız ve hedefsiz” olarak algılaması düşünülemez. Bu başıbozuk ve plânsız destek sisteminden hemen vazgeçilmelidir. “Mümkün olan çok sayıda projeye destek” yanlışından dönülmelidir.

Destek miktarı, yapım bütçesinin en az üçte birine denk gelmelidir. Bu da destek alan film sayısının sınırlanması demektir. Bu birinci adımdır. Ancak bu yetmez. Ayrıca, “gösterim desteği” olarak “ikinci bir destekleme kategorisi” oluşturulmalıdır. Bu da yetmez. Desteklenen filmlerin uluslararası marketlerde satılmasını sağlamak üzere, personeli tamamen profesyonellerden oluşan “TÜRK FİLM” birimi oluşturulmalıdır. (Bu tür “birimler” her ülkede var.)

Sektörün Sorumluluğu

Bakanlık yetkilileri Fon’un yanlış yönetiminden sektörü sorumlu tutmaktadırlar. Çünkü fon yönetiminde sektörün gönderdiği üyeler çoğunluktadır. Ayrıca üye olarak gönderilenler arasında uzun metrajlı bir sinema filminin yapımında bulunmamış kişilerin çoğunlukta olması büyük bir yanlışlıktır. Fon Yönetmeliği’nin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Plânlama anlayışını esas alarak, gerekli düzenlemeyi yapmak için yasa çıkarmaya gerek yoktur. Yönetmelik, “fon üyeliği”ne sektörün göndereceği temsilciler için çok net kriterler koymalıdır. Fon’un, Bakanlığın siyasi eğilimlerine göre veya üyelerin eş-dost tercihlerine göre değil, “sektörün üretim plânlaması” hedeflerine uyumlu olarak yönetilmesi sağlanmalıdır. Sektörde denetleyici görevini etik kurullar oluşturarak yapmalıdır.

Sektörde Oluşan “Balon” Ne Olacak?

Öte yandan Sinema gösterimi başarısız olmuş veya hiç gösterime girememiş filmlerle, TV’lerin satın almaya yanaşmadığı “balon”u besleyen filmler için “yeni bir destek sistemi”ne gereksinim vardır. Kurulacak bir komisyon bu filmler arasında TV gösterimine uygun olanları seçerek işe başlayabilir. TV’lerin reyting kaygısını aşmak üzere Kültür Bakanlığı’nın sponsorluğuna ihtiyaç vardır. Hiç değilse bu filmler TV’de seyirciye sunularak “film” vasfına kavuşabilir. Böylece bu “balon” en fazla iki yıl içinde eritilerek söndürülmüş olur.

Bu yapılmazsa, yani “destek” verilerek yapılan bu filmler “film” vasfını kazanamazsa, kutularda bekleyen “görüntüler” Kültür Bakanlığı’nın ve “destek” veren kurul üyelerinin tarihsel sorumluluklarına “ağır bir yük” olarak asılı kalacaktır.

(15 Ekim 2012)

Sabahattin Çetin
(Yapımcı – Dağıtımcı)

2012 / 49. Antalya Altın Portakal Film Yarışması: En İyi Erkek Oyuncu – En İyi Kadın Oyuncu ve…

Bir festival daha bitti… Notlarımızı alalım, festivaller tarihçemize ekleyelim. Bu yılki festivalde, önceki yıllarda olmayan bir şey oldu; En İyi Erkek Oyuncu Ödülü bir oyuncuya (Abdülkadir Tuncer) verildi ama 13 yaşında… Ertesi gün gazeteler yansıyan eleştiriler: “Bir çocuğa ödül verilmiş”, “Bu çocuğun oyuncu olması -geçmişi olmadığı için- olmazmış, ödülde verilmemeli imiş”, “Jüri başkanı Hülya Avşar’ın çocuklara ilgisi ile verilmiş”, “Çocuk oyuncular için ayrı bir ödül olmalı imiş…”

Kimlerin söylediği önemli değil. Bir düşünelim. Bir oyuncunun bir festivalde ödül alması için kaç yıllık oyuncu olması gerekir? Daha önce kaç filmde oynaması gerekir? Oyunculuk eğitimi alması şart mıdır? Öncelikle “oyuncu” (toplumumuz açısından büyük bir yanılgıdır ama) bir filmin asli unsuru değildir. Yönetmen, herhangi bir kimseyi, profesyonel oyuncu olsun olmasın, filminde oynatabilir. Bir oyuncuyu -kontrolü elden kaçırmayan bir yönetmense- ister profesyonel, ister amatör olsun, isterse ilk kez oynayan biri olsun, istediği gibi oynatabilir, kadrajına istediği biçimde sokabilir (oynatabilmeli / sokabilmelidir).

Bizim eski festivallerimizde çocuk oyunculara verilmiş ödüller vardır ama o festivallere katılan başka “çocuk oyuncu” yoktur. Çocuk oyuncular, yapım ilişkileri nedeni ile filmin ağırlığını taşıdıklarından, yarışacakları başka çocuk oyuncu olmasa da, zaman zaman, jüriler tarafından değerlendirilmişlerdir. Böyle bir ödül kategorisi de -aslında yoktur da- verildiği festival bünyesinde yer alır ve münhasıran çocuğa verildiği içinde kimseden itiraz almaz. Ama bir festivalde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün, diğer profesyonel oyuncuları -yoksa “yaşını başını almışları mı” demeliyim- hesaba katmadan bir çocuğa verilmesi tepkileri üzerine çeker. NEDEN? Bir oyuncu kaç yaşında çocuk oyunculuktan, oyunculuğa geçer? Sonra, ilk kez bir filmde oynamak, yapılan rolün ödülle değerlendirilmesine neden manidir? Jüri başkanının (kişisel olarak başkanlığını sindirememiş olabilirim) çocuklara ilgisi nedeni ile ödül verilmesi de ayrı bir komedidir. O jüride başkan kararları tek başına mı alıyor? Diğer üyeleri etkilese, -hele böyle bir değerlendirmede- ne kadar etkileyebilir? Ve ödül töreni sırasında, başkan o ödülü kendi vermek isteyebilir ama filmde seyrettiği, üstelik ödül verdiği birinin adını, sırf küçük adı ile söyleyip üç-dört tekrardan sonra soyadını ile beraber ancak anons edebildiği biri için… (“Heyecandan” diyeceksiniz, peki kabul edebilirim ama doğru değil). Oyuncu, 13 yaşında da olsa açıklama tam adı ile (birinci kerede) yapılmalı idi.

Ayrıca şunu söylemek isterim ki, En İyi Oyuncu’yu anlarım da En İyi Yardımcı Oyuncu ne demektir, bunu anlayamam. Başrole göre daha kısa (?) rollerde oynayan oyuncular mı? Peki Gecelerin Ötesi filminde başrol oynayan Kadir Savun, Kuyu’da başrol oynayan Hayati Hamzaoğlu nasıl oluyor da, filmlerinin katıldığı yarışmalarda / festivallerde En İyi Yardımcı Oyuncu Ödülü alıyorlar. (Klâsik Yeşilçam yapılanmasında oynadıkları filmlerde başrole göre daha küçük rollerde oynadıkları için mi?)

Bunun yanında yardımcı oyuncuya, bir zamanlar (bazı kereler) karakter oyuncusu deniliyordu, başroller “karaktersiz” mi oluyor böylece. Karakter oyuncusu deyimi, başrolün karşıt anlamı (eski tabiri ile mefhumu muhalifi ) değil ama kullanıldığı zamanlar oldu. Umut Veren Oyuncu tabiri için ise -basiretim bağlanıyor-, söyleyecek söz bulamıyorum. Tiyatrodan farklı bir örnek: -sanırım (yanlış hatırlamıyorsam) yalnız bir kez verilen- Ulvi Uraz Ödülü, sadece En İyi Oyuncu Ödülü veriyordu, kadın-erkek ayrımı yapmadan. Tabiki festivallerimiz için bunu önermek abesle iştigâl olur.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne gelince, ödülü alan Anna Andrusenko, ilk kez bir filmde, Elveda Katya’da oynayan bir Rus. Ulusal bir festivalde bir yabancı oyuncuya neden ödül verilmesin? Bu tartışılacak, konuşulacak bir konu bile değil. Daha önce örnekleri var. Ulusal yarışmaya katılan film yarışma koşullarına uyuyorsa, oyuncunun milliyetini araştırmak, kimsenin haddi olamaz. Geçmiş yıllarda, daha yakında Claudia Cardinale’ye ödül vermedik mi? Ondan öncesinde de -her ne kadar uzun süre ülkemizde kalıp bir çok filmde oynadı ise de-, bir yerde “yabancı” olan Ferit Şevki’ye ödül vermedik mi? Heyecandan ödülü düşürüp, -oturduğu tablayı koparan- Andrusenko’ya ödül vermişiz ne olur?

Ve festivaller -her türlüsü- eleştiriye açıktır, aynı filmleri başka bir jüri başka türlü değerlendirebilir. Yeterki festivaller, kendi içlerinde sağlam bir statüyü sağlamış olsunlar, filmleri ile öne çıksınlar. Yoksa sadece, gelip halka gösterilen eski “yıldız(?)-ların” boy gösterdiği yerler olmasınlar.

Benim anlayamadığım bir uygulama da festivallerin başlangıç geceleri, daha önceden açıklanmış 5-6 kişiye (eski sinemacıya) onur ödülü verilmesi. Son filmini 15-20 yıl önce yapmış, yeni kuşak seyircinin çoğunlukla tanımadığı, TV-lerde eski filmleri zaman zaman gösterilse de -genellikle- izlemediği, yılda 200’ün üstünde film çevrildiği yıllarda bir kısım filmlerde oynamış, filmleri çoktan unutulmuş (hatırlandığı zamanlar -!?!- olmuş olabilir), kişilerin yıldız-mış gibi gösterilerek ödüllendirilmesi. ONUR ÖDÜLÜ, zamanında gerçek bir değer olmasına rağmen -bizde uzun süre festival diye bir şey yoktu- gerek festivallerde, gerek sair yollarda değeri yeteri kadar bilinmemiş, hakkı yenmiş, (bunlarda her yıl 5-6 tane olmaz), kişilere verilebilir. (Hedefimde kimse yok, tamamen -genel anlamda- kişisel görüşlerimdir.)

(15 Ekim 2012)

Orhan Ünser

Sabah Uyandığında Başka Bir Hayat

Başka Bir Kadın (La Vie d’une Autre)
Yönetmen: Sylvie Testud
Roman: Frédérique Deghelt
Senaryo: Claire Lemaréchal-Sylvie Testud
Müzik: André Dziezuk
Görüntü: Thierry Arbogast
Oyuncular: Juliette Binoche (Marie), Mathieu Kassovitz (Paul), Aure Atika (Jeanne), François Berleand (Volin), Danièle Lebrun (Denise), Vernon Dobtcheff (Dimitri), Yvi Dachary-Le Béon (Adam), Marie-Christine Adam (Babouchka), Sylvie Herbert (Rita), Audrey Langle (Mona)
Yapım: Fransa-Belçika-Lüksemburg (2012)

Fransız oyuncu-yönetmen Sylvie Testud’nün Frédérique Deghelt’den uyarladığı “Başka Bir Kadın”, Atıf Yılmaz’ın “Aaahh Belinda” filmini çağrıştırıyor. Testud’nün filminde Paris şehri Juliette Binoche’tan rol çalmış adeta.

Sıcak bir yaz günü. Marie, karikatürist Paul’ün babası Dimitri’ye iş için başvuruyor. Marie, Paul’ü görür görmez tutuluyor. Marie, 29. doğum gününde Paul’ü partisine davet ediyor. Marie’nin tekerlekli sandalyede çok hasta babası da var. Marie, annesi Denise’in doktor Vincart’la ilişkisine de tanık oluyor bu doğum gününde. Annesine öfkeli Marie, o gece aşık olduğu Paul’le yatıyor ve sabah da bambaşka hayata uyanıyor. Marie’nin hayatı 15 yıl ileriye sıçramış. Marie, hayatındaki bu 15 yılı hatırlayamıyor. Yeni hayatında Paul’ün kocası olduğunu fark ediyor. Bayan Bontant adı Bayan Speranski olmuş. Üstelik llkokula giden Adam adında bir oğlu olduğunu da keşfediyor. Sabahları üzerine bal sürülmüş kızarmış ekmek yemeyi seven oğlunun Mona adında dadısı bile var. Evin hizmetçisi de Rita. O, zengin bir ailenin gelini. Kayınpederinin Royal Yatırım ve Pazarlama Şirketi’nde üst düzey bir yönetici şimdi. Kocasına boşanma davası açtığını da avukat Volin’den öğreniyor. Babasının vefatını da. Paul’ün yayıncı Jaenette’le ilişkisi olduğunu mu düşünmüştü bu boşanma davasını açarken? Marie, hayatının kayıp yıllarını hiç hatırlamıyor ve Paris’te doğum günündeki hayatının peşine düşüyor. Geçmişinde bazı şeyleri hatırlıyor, ama kimseye ulaşamıyor. Paris’in 14. bölgesinde oturduklarını hatırlıyor. Vincart’ın dairesini buluyor ve annesinin doktorla yaşadığını görüyor. En azından babasının acı çekmeden öldüğünü öğreniyor onlardan. Marie şimdi ne yapacak? Kayınpederi onu, boşanmadan sonra Londra’ya göndermek istiyor. Doğum günündeki gibi Paul’le yatarsa geçmişte hayatına kaldığı yerden devam edebilecek mi? Yönetmen, seyircilerini boşlukta bırakarak Marie’nin hayatından çıkıveriyor.

Bir dejavu gibi…

Sinemaskop çekilmiş 2012 yapımı “La Vie d’une Autre-Başka Bir Kadın filminin 1971 Lyon doğumlu Fransız yönetmeni Sylvie Testud, Olivier Dahan’ın iki Oscarlı 2007 yapımı “La Môme-Kaldırım Serçesi” filmindeki Mômone karakteriyle biliniyor. Bu filmi seyrederken küçük bir dejavu yaşadık. Atıf Yılmaz’ın Barış Pirhasan’ın senaryosundan çektiği 1986 yapımı “Aaahh Belinda” filmi aklımıza geldi. Aşağı yukarı aynı şeyleri anlatıyor bu iki fantastik film de. “Aaahh Belinda”, 23. Antalya Film Festivali’nde “Altın Portakal” kazanmıştı. Yönetmen Testud, filmini Frédérique Deghelt’in 2007’de yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanmış. Filmde Paris şehri muhteşem güzellini sunmuş perdede. Bu güzel şehir, neredeyse Juliette Binoche’tan rol bile çalmış. Yönetmenin görsel dünyası iyi. İç ve dış çekimleri neredeyse eşit kullanmış. Paris sokaklarında müzisyen André Dziezuk’un piyano tınılarını da dinlemek keyifli. 1964 Paris doğumlu Binoche, yönetmen Leos Carax’nın bütçeleri delip geçen 1991 yapımı “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Aşıkları” filmiyle taraflı tarafsız herkesi kendine aşık etmişti. Binoche’un bu filmde anlattığı fıkra hâlâ güldürüyor. Kieslowski ustanın 1993 yapımı “Trois Couleurs: Bleu-Üç Renk Mavi” filminde en tepeye çıktı ve Hollywood onu gördü. Sinemanın yaşayan en önemli ve özel oyuncularından Binoche. Haneke usta da onun yüzünü ölümsüzleştirmeye katkıda bulundu. Haneke-Binoche işbirliğinden 2000’de “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod” ve 2005’te “Caché-Saklı” ortaya çıktı. 1967 Paris doğumlu Fransız yönetmen-oyuncu Mathieu Kassovitz, Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülü kazandığı 1995 yapımı siyah-beyaz “La Haine-Protesto” filmiyle umut bağlanan bir yönetmen olsa da genelde oyuncu olarak öne çıktı hep.

(12 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Türkiye’nin Tarihine Kişisel Yolculuk

Uzun Hikâye
Yönetmen: Osman Sınav
Eser: Mustafa Kutlu
Senaryo: Yiğit Gökalp
Müzik: Ulaş Özdemir
Görüntü: Vedat Özdemir
Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu (Ali), Tuğçe Kazaz (Münire), Ushan Çakır (Mustafa), Damla Sönmez (Ayla), Batuhan Karacakaya (Genç Mustafa), Altan Erkekli (Emin), Güven Kıraç (İstasyon Şefi), Zafer Algöz (Şeref), Cihat Tamer (Okul Müdürü), Mahir Günşiray (Savcı), Mustafa Alabora (Kamil Zeki), Cengiz Bozkurt (Müstahdem), Mustafa Üstündağ (Makasçı), Erkan Avcı (Selami), Taha Yusuf Tan (Çocuk Mustafa), Elif Atakan (Feride)
Yapım: SineGraf Film (2012)

Televizyona tartışmalı dizler yapan yönetmen Osman Sınav, ülkemizin karanlık ve zorlu yıllarına baktığı “Uzun Hikâye”, önemli yazarlardan Mustafa Kutlu’nın otobiyografik hikâyesinden yola çıkıyor. Bu film insanları etkiliyor.

Osman Sınav’ın yazar Mustafa Kutlu’nun otobiyografik hikâyesinden çektiği 2012 yapımı “Uzun Hikâye” filmini gördükten sonra şunu düşünebilirsiniz: Hemen Avrupa Birliği’ne girmeliyiz… Sinemaskop çekilmiş bu filmde, 1950’lerden 1970’lere kadar Türkiye’nin hâli pür melâlini görüyorsunuz. Devlet, her an ve her yerde kendini hissettiriyor. Durumdan vazife çıkartanlar da taşrada insanlara hayatı zehir ediyorlar. Filmi seyrederken, Ankara Kriterleri’ne değil, Kopenhag Kriterleri’ne sıkı sıkıya bağlanmamız gerektiğini anlıyorsunuz.

Anadolu’da uzun hikâye…

Filmi, Mustafa’nın anlatımıyla izliyorsunuz. Mustafa, bir sevdaköylü. Hikâyede yolculuk aldığınızda anlamını buluyorsunuz. Pehlivan Süleyman’ın torunu Bulgaryalı Ali, Eyüplü yazlık sinema işleticisinin lepiska sarı saçlı, mavi gözlü kızı Münire’yi kaçırmış. Münire’yi kaçırırken sinemayı yakmış. O sırada perdede Victor Fleming’in 1939 yapımı “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti” film oynuyormuş. Ardından evlenmişler. Şimdiyse beş yaşındaki oğulları Mustafa olmuş aşklarının meyvesi. Kayınlarının öfkesinden kaçan Ali ve ailesi, bir tren istasyonunda iniyor ve yeni bir hayata başlıyor. Yüreği iyi, coşkulu ve girişken sosyalist lâkabı da takılan Ali, kasabanın okulunda kâtip olarak iş buluyor hemen. Evleri de elbette eski bir vagon. O küçücük vagon, mutlulukla sıcak bir yuvaya dönüşüveriyor. Okul müdürü devletin varlığını daima hatırlatıyor. Okulun boş toprağını sebze bahçesine dönüştürdüğünde kaderi yine yollara düşmek oluyor Ali’nin. Bu defa canından çok sevdiği Münire olmadan. İkinci çocuklarına hamile karısı, komşuları olan makasçı ve ailesinin yardımına rağmen trajedi geliyor. Sonra yol başka bir kasabaya düşüyor. Ali, Emin efendinin kahvehanesinin bir köşesinde arzuhalcilik yaparken, Emin efendi dışarıda çerçi Abdullah’ın yanına bir yer yaptırmayı istiyor. İşte bu andan sonra yine her şey değişiyor ve devlet soğuk yüzünü gösteriyor. Belediye reisi, zabıtalarıyla sosyalist Ali’ye işkence yapıyorlar. Liseli genç Mustafa da, en iyi arkadaşı Celal’le aynı kıza, Feride’ye aşık oluyor. Celal, kemik erimesinden dolayı evden çıkamıyor. Mustafa, arkadaş için fedakârlığı da öğreniyor bu kasabada. Baba oğul yine yollara düşüyorlar. Bu defaki yer Hanyeri. Orada insanların sevgisini kazanan Ali ve oğlu, küçük bir kitapçı dükkânı açıyorlar. Hanyeri, Mustafa’ya yeni ufuklar sunuyor savcının güzel kızı Ayla’nın aşkıyla. Ali, ilçenin yerel gazetesi Yeşil Hanyeri’nde muhalif köşe yazıları da yazmaya başlayınca Savcı Bey rahatsız oluyor. Devlet yine araya giriyor ve muhalefetin başını eziyor. Burada babanın kaderi oğulun kaderi oluşuna bir defa daha tanıklık ediyorsunuz final bölümünde. Sevdaköylü Mustafa da babasının yoluna düşüyor.

Çarpıcı Türkiye görüntüleri…

Osman Sınav’ın 2012 yapımı “Uzun Hikâye” filmi, 1945’te Erzincan’da doğan yazar Mustafa Kutlu’nun 2000 yılında yayımlanmış aynı adlı hikâyesinden uyarlanmış. Muhafazakâr kesimde yer alan yazarın, 1968’de “Sait Faik’in Hikâye Dünyası” ve 1972’de “Sabahattin Ali” deneme-inceleme kitapları da öne çıkıyor. Filmi seyrederken, insanı titreten bir Türkiye panoraması görüyorsunuz. Devlet, koca bir ülkeyi kıskaç altına almış ve insanlara nefes aldırmıyor. Sosyal bir faşizm var sanki. Sistem, insanları muhbirliğe teşvik ediyor. Bir korku kuşatması var. Sisteme göre çatlak bir ses hemen susturulmalı. Ezelden günümüze düşündüğünüzde bu ülkenin ne kadar çok şey yitirdiğini anlıyorsunuz. Filmin biçim ve içerik dili de birbirini tamamlıyor. Bu sinemamızda nadir durumlardan biri. Mekân kullanımları da çok çarpıcı. Dış mekân kullanımları da iç mekânlar kadar etkileyici. İlk bölümlerdeki vagon sahneleri gerçekten unutulmaz. Ali’nin küçük Mustafa’ya annesini nasıl kaçırdığını anlattığı “ses efektli” hikâyesi yaşanmaya değer. 1956’da Burdur’da doğan yönetmen Osman Sınav, televizyonda sansasyonel “Kurtlar Vadisi”, “Deli Yürek”, “Sakarya-Fırat” dizilerini yönetti. 2001’de “Deli Yürek: Bumerang Cehennemi” ve 2007’de “Pars: Kiraz Operasyonu” filmlerini çekti. Bu iki filmle televizyondan gelen başarıyı sinemaya taşımak istedi Sınav ve başardı. Filmin adının da nereden geldiğini de filmin derinliğinde öğreniyorsunuz. Oyuncu performansları da etkileyici. Kenan İmirzalıoğlu hayatının rolünü oynamış. Elbette Mahir Günşiray, Altan Erkekli, Cihat Tamer, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Mustafa Alabora ve Tuğçe Kazaz muhteşemler. Elbette filmdeki tüm Mustafalar da. Hanyeri’ndeki Mustafa’nın favorileri bize sinemamızın takma sakal ve bıyık devirlerini hatırlattı. “Uzun Hikâye”, görülmeye değer bir film.

(12 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çorbada Benim de Tükürüğüm Olsun!

İki yıldır Antalya ve Adana Film Festivali’ne gitmiyorum. Her yıl “sinema yazarı” olarak beni davet eden Festival komiteleri “sinema yazarı” olmadığıma karar vermiş! Festivallerin yapıları gereği gösterilecek ve yarıştırılacak filmleri seçen kurulları vardır. Bütün dünyada bu böyledir, bunda garipsenecek bir şey yok. Ama bu oluşumların her biri adeta belli isimlere angaje olmuş. On yıldan fazladır ulusal festivalleri takip eden biri olarak bunu görmem hiç de zor olmadı. Festivallerin “benim sinema yazarı olmadığıma karar vermesi,” geçen yıl Birgün Gazetesi’nde yazdığım, Festivaller ya da Kaşınmak Bazen Zihin Açar, adlı yazıdan sonra oldu. Yazıda film sayısının arttığını ve filmlerin niteliklerinin yükseldiğini söyledikten sonra, “Ancak sinemamızdaki bu gelişme, film festivallerimize yansımadı. Daha organize olmuş, sinemamızın gereklerini görerek kendini yenileyecek, kurumsallaşmaya doğru giden festival organizasyonları beklerken, festivallerde her yıl başka garipliklerle karşılaşıyoruz.” diye yazmışım.

Sonrasında herkesin festivalleri hedeflediğini ama pastanın ne kadar küçük olduğunun kimsenin farkına varmadığını yazmıştım. “Festivallerin politik havasından, organizasyonların cehaletinden yararlanmaya çalışan yapımcı ve yönetmenler ise aslında yazılı olmayan, ama artık hayata geçmesi gereken bazı inceliklerden bihaber(miş) gibi gözüküyor,” diye eklemişim.

Herkesin fısıldayarak söylediğini yine yüksek sesle söylemek gerekiyor; yapımcılar, yönetmenler festivalleri gelir kaynağı olarak görüyor. Yedi yıl öncesine kadar Adana, Antalya hatta İstanbul Film Festivali’nde yarıştıracak film bulunamazdı. Festivaller dört beş yönetmene angaje olmuştu. Şimdi öyle değil, öyle olmasını beklemekte işin doğasına aykırı. Biz sinemacılar, yazarlar festivallerde sana ödüller verildi, buna verilmedi, diye tartışacağımıza şu meşhur “pasta”nın nasıl büyütüleceğini, nasıl korunacağını tartışsak daha iyi olmaz mı?

Kurtlar Sofrası

Niçin festivaller gelir kapısı olarak görülüyor? Çünkü filmlerimizin gelir getireceği bütün enstürümanları kaybettik. Televizyonlara filmlerimizi satamıyoruz. Ya sulu komediler çekeceğiz ya salya sümük izleyici ağlatacağız ya da gidip Berlin’de, Cannes’da ödül alacağız. Televizyonlara bu kadar film üreten yönetmenler, yapımcılar varken niçin televizyonlar sinemaya destek vermiyor? Çünkü sinema örgütlerimizin bu konuda yaptırım gücü yok. Sinema sektöründe çalışan yönetmenlerin, görüntü yönetmenlerinin, senaristlerin, ışıkçıların ve bütün bir ekibi oluşturan öznelerin yıllardır o dizileri üretmelerinin hiç yaptırım gücü yok.

Bir diğer sorun ise, filmlerimizin CD ve DVD gelirlerinin yerlerde sürünmesi. Filmin DVD’si çıkar çıkmaz aynı gün bütün internet sitelerinde “beleşe” izlenebiliyor. Bunun engellenmesi için hiçbir yasal çalışma yok. “Var,” diyecek yetkililer. Yasa hazırlıyoruz, bilmem ne yapıyoruz! Kaç yıldır aynı terane. Korsan DVD’ler ise hâlâ tezgahlarda.

En önemli sorunlardan biri de sinema salonlarındaki tekelleşme. Yıllardır konuşuyoruz, yabancı filmlere kota konulmalı. Bunu belki on yıl önce talep etmemiz anlamsız görünebilirdi, “Hangi Türkiye yapımını göstereceğiz,” sorabilirlerdi salon sahipleri. Bugün artık böyle bir bahaneleri yok. Yeni yapımlara destek vermek, finansman sorunlarını çözmek için doğru bir zamandayız.

Türkiye’de birçok sektöre vergiden muafiyet, devlet desteği ya da sıfır faizli krediler açılırken sinemacılara “Avucunuzu yalayın,” deniliyor. Hatta bunun ötesinde hem üretim aşamasında hem de gösterim süreçlerinde yüksek vergiler uygulanıyor. Kültür Bakanlığı, “Sinema Genel Müdürlüğü vasıtasıyla destek oluyoruz ya sinema üretimine,” diyebilir. Ama hem verdikleri destek miktarı filmin üretimi için yeterli değil hem de sinemacıları borçlandırmaktan başka bir işe yaramıyor bu. Yabancı yapımcılara, “Gelin Türkiye’de film çekin, vergi almayacağız sizden,” diyen yetkililer, bu topraklarda yaşayan yönetmenlerin, yapımcıların çok parası olduğunu sanıyor. Bir filme harcanan paranın yüzde yirmisinden fazlası vergilere gidiyor. Oysa, milyonlarca dolar paranın döndüğü futbol sektöründe futbolculardan vergi almıyorlar.

Bir yılda çekilen 100 filmden 90’nın bütün getirisinin 70.000 liranın altında olduğunu söylersek Türkiye sinemasının televizyonlardan, korsan DVD’lerden, internet mecrasından ve vergilerden ne kadar büyük bir sermaye kaybettiğini daha iyi anlamış oluruz.

Sinema Yazarlarının Metal/Mental Yorgunluğu

Bunların film festivalleriyle ne ilgisi var diye soran var mı hâlâ? Festival adı üstünde festivaldir! Ödüller verilir alınır, ayrıca her jüri başlı başına bir özendir, jüriden bir kişi değişse sonuçlar değişebilir. Ama işte, sektöre dönmesi gereken paralar dönmeyince festivaller “Kurtlar Sofrası”na dönüyor. Yönetmenler, yapımcılar, sinema yazarları birbirini ısırıyor.

Son olarak sinema yazarları ve SİYAD’a dair yapılan eleştirilere değinmek istiyorum. Birçok sinema yazarının, ürettiği filmlerden dolayı sevdiği yönetmen vardır, bunda hiçbir acayiplik yok. Kötü film yaptığında yerin dibine sokarlar yönetmeni. Ancak, genel bir perspektiften bakınca, sinema yazarı arkadaşlarımın yüzüne söylediğim gerçeği burada dillendirmekte yarar var; “Birçok sinema yazarı arkadaşımızda metal/mental yorgunluk var.” Biraz nefeslenin! Daha çok okuyun, insanlarla haşır neşir olun. Sinemadaki ve diğer sanatlardaki gelişmelere dikkat kesilin. Bunları yapmıyorsunuz demiyorum, bunları biraz daha fazla yapın. En azından içinde bulunduğunuz derneğin yani SİYAD’ın nasıl bir çizgiye doğru çekildiğini görün. Telefon edecek kadar cesareti olmayan yönetim kurulunun, “e-mail” gönderilerek dernekten atılan arkaşlarınızın hesabını sorun. Eski bir SİYAD üyesi olarak kendi içinde böyle şeylere dikkat etmeyen bir derneğin üyelerinin festivallerdeki jüri üyeliklerinden, vereceği kararlardan kuşku duyarım.

(Bu yazı 11 Ekim 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(11 Ekim 2012)

Rıza Kıraç

Stalin’in Gazabından Nazi Zulmüne

Cannes Film Şenliği Jüri Büyük Ödülü’nün ardından 1995 yılında Yabancı Film dalında Oscar’ı da alarak büyük başarı kazanan Güneş Yanığı (Burnt by the Sun – Utomlennye Solnstem), yıllar sonra bir devam filmiyle yeniden gündeme geldi. Nikita Mikhalkov’un Sovyetler Birliği’nin dağılması ertesinde kotardığı klâsikleşmiş ilk film, 1936 yazında bir günde geçer. Devir Stalin’in ‘Büyük Temizlik’ olarak da tarihe geçmiş terör dönemidir. Cadı kazanlarının kaynadığı bu yıllarda Troçki’nin başı çektiği Bolşevik Partinin eski önderleri akıl almaz suçlamalarla emperyalist devletlerin ajanları olarak mahkûm edilmişlerdir. Filmimizin baş kişisi Sosyalist Devrim kahramanı Albay Kotov da bu haksız suçlamalardan nasibini alarak kendisinin ve ailesinin hayatı karartılan dönemin trajik aktörlerinden birisidir. Karısının burjuva kökenli ebeveynlerinin emektar yazlık evinde, parlak güneşin ortalığı neşeye boğduğu o Çehovyen yaz gününde beklenmedik bir ziyaretçi, albayın ailesini, özgürlüğünü ve yürekten bağlı olduğu Sovyet ülküsünü ellerinden alacaktır. Karısının ilk gençlik aşkı Mitya, Sovyet Gizli Polisi kimliğiyle yıllar önce yetiştiği bu güzelim ‘Vişne Bahçe’sine bir bomba gibi düşecek ve kişisel intikamının ateşiyle aileyi dağıtacaktır. Film adını dokunaklı bir aşk şarkısından almıştır, mecazi anlamda kullanılmış Stalin güneşi de cezbedici parlaklığı ölçüsünde yakıcıdır, yıkıcıdır, ya da Fransızca çok yakışmış ismi ‘Le Soleil Trompeur’de olduğu gibi aldatıcıdır.

Oscar başarısının ardından politikaya da atılan Mikhalkov, klâsikleşmiş ilk filmden tam 16 yıl sonra, Rusya’da yapılmış en büyük bütçeli yapım sloganıyla takdim edilen bir devam filmine soyunmuş. Sonucun parlak olmadığını, fazlasıyla zorlama bir filmle karşı karşıya olduğumuzu baştan söyleyelim. Şöyle ki, ilk filmin sonunda çıkan yazılarda belirtildiği üzere Albay Kotov tutuklandıktan sonra infaz edilmiş, karısı Marusya ise bir toplama kampında hayatını kaybetmişti. Güneş Yanığı 2’nin başında Albayın ölümden kurtulduğunu, eşi ve kızının ise Mitya’nın himayesinde başka kimliklerle hayatta kaldığını öğreniyoruz. Ve bütün film boyunca Nazi işgâli altında kırılan Sovyetler Birliği’nden kanlı savaş manzaraları ardı ardına sergileniyor. Mikhalkov’un Hollywood savaş filmlerine nazire olarak çektiğini düşündüğüm bu Rus üstün yapımının tarz olarak özgün Güneş Yanığı ile yakından alâkası yok. Üstelik yeniden hizmete giren Feriye Sineması’nda gösterilen 2,5 saatlik kopya, devam filminin yalnızca birinci bölümünü içermekte olup öykü de sonlanmıyor. Benzerlerini gerek Rus, gerekse dünya sineması örneklerinde defalarca izlediğimiz bu savaş mezalimi toplamından şahsım adına geriye kalan, ölmek üzere olan gencecik Rus askerinin kendisine yardım elini uzatan genç kızın göğüslerini görmek istediği o dokunaklı sekans oluyor. Bir de bazı plânları devam filminde de kullanılan özgün ilk filmi yeniden izleme isteği ve uzun bir aradan sonra Feriye Sineması’na tekrar kavuşmanın keyfi.

(11 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kaçın! Oryantalistler İstanbul’da…

Pek sevgili sinemaseverler; filmi izleyeceğiniz varsa, yazıya hiç bulaşmayın çünkü filmle ilgili pek çok kritik noktayı ifşa edeceğim.

Taken 2 o kadar heyecanla beklediğim bir filmdi ki, meraktan uykularım kaçıyordu. Elbette bunun en büyük sebebi filmin İstanbul’da geçiyor olması, ilk filmin güçlü referansı, oyuncu demeye dilimin varmadığı adeta her rolünü yaşayarak oynayan şahane insan Leam Neeson… Ama yok, bu filmde beklediğim hiçbir şey yok… Yok, demek ki ne Türkler, ne Fransızlar yapınca olmuyor, İstanbul’a bir Hollywood eli değmesi lâzım. Christopher Nolan ayarında bir yönetmenin gelip film çekmesi lâzım bu şehirde… Bu şehrin hakkı ancak öyle verilir.

Lâfı hiç uzatmadan söyleyeyim, sinema salonundan gerçekten büyük bir moral ve sinir bozukluğu ile çıktım. Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilmiyorum. Bir filmde her şey bu kadar mı olmamış olur… Liam Nesson gibi bir oyuncu ve İstanbul gibi bir şehir nasıl harcanır merak ediyorsanız buyurun izleyin.

Yahu bu nasıl bir İstanbul, Allah aşkına, her dakika gözümüze gözümüze sokulan Türk bayrakları olmasa bu şehrin İstanbul olduğuna kim inanır. Tamam siz Avrupalı ve Amerikalıların oryantalist manyağı olduğunu biliyoruz ama o kadar da değil ya. O taksiler, o dolmuşlar, o polis arabaları hangi yıldan kalma? İstanbul’daki polislerin altında Mini Cooper falan var artık. İstanbul yalnızca Kapalıçarşı ve Eminönü’nden mi ibaret?

Ayrıca o itici final sahnesi de neyin nesidir? Oh be dünya varmış, o iğrenç İstanbul’dan kurtulduk, modern insanlarla dolu, güneşli memleketimizde milkshake’lerimiz yudumlayalım. İstanbul’da çaydan başka içecek yok zaten. Biz ne bilelim milkshake nedir? Biz zavallı bir üçüncü dünya ülkesiyiz zaten.

Bir tek finaldeki hamam sahnesini beğenmiştim ama Bryan ve Murad arasındaki son diyalog beni yeniden çıldırttı. Yine de kendimi tutup filmin sonunu söylemeyeceğim ama o kadar çok alt metin var ki o son diyalogta… Çok afedersiniz Amerika’da bu filmi izleyen bir sürü dünyadan haberi olmayan insan… Ne düşünmesin?

(10 Ekim 2012)

Gizem Ertürk

19. Adana Altın Koza Film Festivali: Başarılı Bir Organizasyonun Ardından

Bereketli topraklar üzerinde 17 – 23 Eylül 2012 tarihleri arasında düzenlenen film festivalini yakından izleyen bir yazar olarak genel değerlendirme notlarımı paylaşmak istedim.

1 – Festival Programı

Festival Programı içerdiği çeşitlilik ve filmlerin genel düzeyi itibarıyla birinci sınıftı. Bu konuda, sinema programları genel koordinatörü Kadir Beycioğlu’nun şahsında emeği geçen herkesi içten kutlarım.

– Yarışma filmlerinin yarıya yakını En İyi Film ödülünü alabilecek düzeyde güçlüydü. Bu da bir festival için önemli başarı göstergesidir.

‘Babamın Sesi / Orhan Eskiköy-Zeynel Doğan’, ‘Yeraltı / Zeki Demirkubuz’, ‘Ana Dilim Nerede? / Veli Kahraman’, ‘Şimdiki Zaman / Belmin Söylemez’, ‘Siirt’in Sırrı / İnan Temelkuran-Kristen Stevens’, ‘Devir / Derviş Zaim’, ‘Gözetleme Kulesi / Pelin Esmer’, ‘Araf / Yeşim Ustaoğlu’ ve ‘Lal Gece / Reis Çelik’ sinemamızın günümüzde ulaştığı başarı düzeyini gözler önüne seren kalburüstü bir toplam oluşturmaktaydı.

– Yarışma dışı gösterimler de önemli filmlerden oluşmaktaydı.

Türkiye prömiyerini yapan son Cannes şenliğinin büyük ödüllü başyapıtı ‘Aşk (Amour) / Michael Haneke’, yine aynı şenlikte yer almış ‘Sevmek Gibi’ (Like Someone In Love) / Abbas Kiarostami’ ve ‘Cennetteki Çöplük (Der Müll im Garten Eden) / Fatih Akın’ gibi parlak yapıtların yanısıra, Christian Petzold ve Ferzan Özpetek toplu gösterileri, Sessiz Sinema’nın paha biçilmez örneklerinden oluşan toplam, çarpıcı belgesellerden oluşan seçki, Lütfi Akad, Metin Erksan ve Yılmaz Güney klâsikleri veya Rekin Teksoy anısına ‘Senso’yu programda bulmak büyük sürprizdi. Özellikle Visconti’nin filmini yıllar sonra perdede ve 35 mm sağlam bir kopyasından izlemek keyif vericiydi.

2 – Festival Gösterim Mekânları

– Yarışma filmlerinin tek bir salona toplanması yerinde bir seçimdi.

Cinemaximum Sinemaları’nın 3. salonu bu açıdan geniş, ferah ve projeksiyon sistemi kusursuzdu. Aynı sinemaların 2. salonu da gösterim için uygun koşulları içeriyordu.

– Yarışma dışı filmlerin gösterildiği Optimum Avşar Sinema salonları da daha küçük olmalarına rağmen gösterim koşulları açısından birinci sınıftı.

– İzlediğim 20’ye yakın filmin gösterimi gecikme olmadan başladı ve sorunsuz sona erdi. Başka festivallerdeki bu konudaki aksamalar düşünüldüğünde Altın Koza bu açıdan başarılı bir sınav vermiştir.

Festivalin Açılış Töreninin gerçekleştirildiği Merkez Park Amfi Tiyatro bir yaz festivali için iyi seçilmiş bir mekândı. Kapanış ve Ödül Töreni, hava tahminlerinin yağmuru işaret etmesi nedeniyle TÜYAP Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’ne alınmıştı.

Festivalin bir diğer sürprizi Mimar Sinan Kültür Parkı yanında hizmete giren Yazlık Sinema’da gerçekleştirilen gösterim idi. Eski bir Adana geleneği olan Açıkhava Sineması keyfinin yaşandığı gecede Erden Kıral klasiği ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ gösterildi. Darısı İstanbul ve İstanbullu sinemaseverlerin başına diyelim ve derin bir iç çekelim…

3 – Gösterim Sonrası Söyleşiler

Yarışma filmlerinin yoğunluğu nedeniyle gösterimler sonrasında basın toplantıları düzenlenmedi ancak filmlerden sonra yarım saati aşan ve genel olarak tüm film ekiplerinin iştirak ettiği soru-cevap uygulaması son derece verimli ve düzeyliydi.

4 – Ödül törenleri

– Festival açılış töreninde sunulan Onur Ödülleri’nin son derece yerinde seçimleri için öncelikle festival yönetimini kutluyorum.

Sinemamızın değerli oyuncuları Ediz Hun ve Perihan Savaş’ın yanı sıra, Yılmaz Güney filmlerinden başlayarak ‘Hazal’, ‘Muhsin Bey’ gibi önemli klâsiklere yapımcı olanak imza atmış Abdurrahman Keskiner’e verilen onur ödülleri açılış töreninin en parlak ve duygusal bölümünü oluşturdu.

Kapanış ve ödül törenine Zuhal Olcay ve Mahir Günşiray’ın başarılı sunuşları damgasını vurdu.

Ortamı yönetecek ve tecrübesiyle atmosferi yönlendirebilecek isimler bu törenlerin olmazsa olmazıdır. Kapanış gecesinde tüm zerafeti ve deneyimiyle Zuhal Olcay bunu sağlamıştır. ‘Tango’ adlı güzelim şarkısıyla kapanış törenini açan Olcay’ı bir sinema filminde izlemeyi ne kadar özlediğimizi farkettik.

5 – Dokümantasyon

– Festival kataloğu titizlikle hazırlanmıştı ve yarınlara kalacak önemli bir belge olarak festivalin yüz aklarından biriydi.

– Onur Ödülleri verilen sanatçı ve emekçilere adanan ve artık gelenekselleşmiş bulunan hacimli katalog kitaplar bu yıl da özenle hazırlanmıştı. Sinema yazarı Burçak Evren, Bircan Usallı Silan ve akademisyen yazar Bülent Vardar’ın katkılarıyla hazırlanmış bu kitapların özellikle Türk Sineması tarihçileri için değerli kaynak yapıtlar olduğunu belirtmek isterim.

6 – Diğer Yarışmalar ve Adana Pazarı

Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ve İletişim Fakülteleri öğrencilerinin filmlerinin yarıştığı iki bölüm geleceğin sinemacılarını teşvik etmek açısından festivalin olumlu çabaları olarak devam etti.

Bu yıl Hilton Otel’inde ilk yılını yaşayan ve değerli meslekdaşım Alin Taşçıyan’ın önerisiyle hayata geçen Adana Film Pazarı girişimini ise çok olumlu buluyor ve yürekten destekliyorum. İlk sene için azımsanmayacak bir ilgiyle karşılanan bu yeni girişimin ülkemiz sinemacıları ve yabancı yapımcılar, dağıtımcılarla işbirliğinden olumlu sonuçlar çıkmasını ve bu ortak projeleri önümüzdeki festivallerde alkışlamayı umuyor ve diliyorum.

7 – Bitirirken

19. Adana Altın Koza Film Festivali, başarılı organizasyonu, birinci sınıf programı, gösterim koşulları ve saygın yarışma jürisiyle sinemamız tarihindeki yerini almıştır.

Festivalin gerçekleşmesinde büyük katkıları olan Festival Yürütme Kurulu Başkanı ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Vekili sayın Zihni Aldırmaz ve Festival Genel Koordinatörü sayın Candan Yaygın’ın şahıslarında emeği geçen herkesi kutluyor ve 20. yılında Adana Altın Koza Film Festivali’ne başarılarının devamını diliyorum.

(08 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İngiltere, IRA’yla Masaya Oturduğunda

Gölgede Dans (Shadow Dancer)
Yönetmen: James Marsh
Senaryo: Tom Bradby
Müzik: Dickon Hinchliffe
Görüntü: Rob Hardy
Oyuncular: Andrea Riseborough (Colette), Clive Owen (Mac), Gillian Anderson (Kate), Aidan Gillen (Gerry), Domhnall Gleeson (Connor), Brid Brennan (Anne), David Wilmot (Kevin), Martin McCann (Brendan)
Yapım: BBC-Irish Film (2012)

“Teldeki Adam” belgeseliyle tanınan İngiliz yönetmen James Marsh, “Gölgede Dans” filmiyle IRA sorununa bakıyor. Yönetmen, 1990’larda başlayan müzakerelere bir adım geriye çekilerek anlatsa da IRA’nın sabit fikirli şiddet örgütü olduğunu da gösteriyor.

Kuzey İrlanda, 1973… Küçük Colette McVeigh, masada kendine boncuklu kolye yaparken, babası ondan bakkaldan sigara almasını söylüyor. Colette de parayı küçük kardeşi Sean’a veriyor. Sean dışarı çıkıyor ve İngiliz askerleriyle IRA militanlarının çatışması ortasında kalıyor. Film, yirmi yıl sonrasına gidiyor. Londra metrosunda, tedirgin ve hüzünlü gözlerle etrafı gözleyen Colette, elindeki çantayı merdivenlere bırakıp tünelin içine girip gözden kayboluyor ve uzaktan bomba sesi duyuluyor. Colette dışarı çıktığında M15 ajanları onu tutukluyor. Muhafazakâr hükümet, IRA’yla Kuzey İrlanda sorunu için müzakerelere başlamış. Elbette IRA da ikiye bölünmüş. Şahin kanat eylemlerini sürdürürken, hükümet de ılımlı IRA’yla masada barış görüşmelerini sürdürüyor. Ajan Mac, Colette’e, merkezdeki sorgu odasında bazı fotoğraflar ve balistik raporlar gösteriyor. Raporda, küçük Sean’ın üzerinde IRA silâhından çıkan kurşun bulunduğu yazıyor. Mac, İngiltere’ye büyük bir öfke duyan ve IRA militanı olmuş Colette’e hapisten kurtulması çin muhbirlik teklifi yapıyor. IRA’nın şahin kanadının içinde olan Colette, küçük oğlu Mark ve yaşlı annesini düşünerek bu teklfi istemeden kabul ediyor. Bu görev öyle zor ki. Zihninde çelişkiler yaşayan Colette, IRA’nın eylemleri hakkında M15’e küçük bilgiler verse de, IRA’nın sert yüzü Kevin, rüzgârın esişinden bile anlamlar çıkartan tam bir örgüt yöneticisi. Belfast’taki şahin kanadın temsilcisi. Kevin, dışarıdan bakılınca öyle müşfik görünüyor ki. Kravatlı, her sabah tıraşlı yüzü, yumuşak ses tonu. İnsana güven veriyor. Film derinleştikçe IRA’nın şiddet yüzü olduğunu anlıyorsunuz. Öyle acımasız ki. IRA’nın sabit fikirliler tarafında. İhanet eden o an infaz edilmeli.

Filme dikkatli bakmalı…

Filmde, sadece IRA’nın içinden değil, M15’in içinden de anlar yansıyor. Mac’in muhbiri olduğu gibi başka ajanların da muhbirler var. M15 idarecileri, Kevin’in başını çektiği şahin kanadı bertaraf etmeye çabalıyorlar. Mac, amiri Kate Fletcher’la fikir tartışmasına giriyor ve IRA operasyonunda alınıyor Mac. Filmde gerçekten insanı irkilten anlar var. Kevin, şüphelendiği Colette’i sorgularken, militanın biri yere naylon seriyor. IRA’nın ihanet edenlere cezası, tabancayla başın arkasından vurup infaz etmek. Yerle kan olmasın diye naylon işe yarıyor. Kevin, tam bir dedektif gibi McVeigh ailesi içinde muhbiri arıyor. Colette’in kardeşleri Connor ve Gerry de sertlik yanlılarından. Barış yanlısı gazeteciyi evinin bahçesinde katledeceği sırada İngiliz askerlerince öldürülen IRA militanı Brendan’ın cenazesi de akılda kalacak sahnelerden. Filmde beklenmedik ve gerilimi yükselten anlar var. Bunları perdede keşfetmek gerek. Sinemaskop çekilmiş 2012 yapımı “Shadow Dancer-Gölgede Dans” filminin görselliği ve kurgusu da çarpıcı. Yönetmen, politik bu geriliminde korkuyu seyircisine ulaştırabilmiş. Yönetmen, filminin büyük bölümünde Colette’e kırmızı elbiseler giydirmiş. Final bölümündeyse Colette maviler içinde. Sinema sanatında bunların anlamları var. Filmi seyrederken belki zihninizde bunlar anlamlaşacak. Filmin senaryosu, romanın da yazarı olan 1967 Malta doğumlu Tom Bradby’ye ait. Gazeteci-yazar Bradby, bu romanını 2001’de yılında yayımlamış. Filmde duyulan müzikler de sağlam.

IRA sorunu derin…

Kuzey İrlanda ve IRA sorunu gerçekten derin. Orada, sadece bağımsızlık savaşı değil, mezhep savaşı da var. Katolik olan IRA, Protestanlara karşı da şiddetini uyguluyor. İngiltere 1920’lerde birden İrlanda’yı ikiye bölüp Kuzey İrlanda’yı Britanya’ya katıyor. İngiliz Ken Loach usta, Cannes’da “Altın Palmiye” 2006 yapımı “The Wind That Shakes the Barley-Özgürlük Rüzgârı” filminde Kuzey İrlanda’nın 1920’lerde Britanya’ya katılışını anlatmıştı. 1963 doğumlu İngiliz yönetmen James Marsh, 2008 yapımı “Man on Wire-Teldeki Adam” belgesiyle biliniyor.

Bu yönetmen, “Gölgede Dans” filminde bir adım geriye çekilip soruna baksa da IRA’nın korkunç eylemlerini de gösteriyor. Yönetmenin bu filmini seyrederken IRA sorununun hâlâ bitmediğini anlıyorsunuz. IRA’nın silâhlı kanadı fikri sabit. Topraklarının istilâ edildikleri, kültürlerinin yok edilmesi konusunda haklı olabilirler. Ama şiddet dışında önerileri yok.

(05 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Macera Dolu Bir İstanbul’da

Takip: İstanbul (Taken 2)
Yönetmen: Olivier Megaton
Senaryo: Luc Besson-Robert Mark Kamen
Müzik: Nathaniel Méchaly
Görüntü: Romain Lacourbas
Oyuncular: Liam Neeson (Bryan), Maggie Grace (Kim), Famke Janssen (Lenore), Rade Serbedzija (Murat), Kevork Malikyan (Durmaz)
Yapım: Fox-EuropaCorp (2012)

Luc Besson, ilk filmde Paris’e başrolü vermişti. Şimdi sıra İstanbul’da. Fransız yönetmen Olivier Megaton’un “Takip: İstanbul” filmi, macera, aksiyon ve şiddet tarafıyla tam anlamıyla Teksas’a çeviriyor.

Bu bir acının ve dizginlenemez öfkenin filmi. 2008 yapımı “Taken-96 Saat” filmini Pierre Morel yönetmişti. İlk filmde CIA’in saha ajanı Bryan Mills, kızı Kim’i kaçıran Arnavut insan kaçakçılarına karşı Paris’te kanlı mücadele verince, Olivier Megaton’un yönettiği 2012 yapımı “Taken 2-Takip: İstanbul” devam filminde Arnavut gangsterlerle bu defa İstanbul’da hesaplaşıyor. Başında Murat’ın olduğu Arnavut çete, kadın ticareti yapıyor. Murat, oğullarını öldüren Bryan’a acıyı yaşatmak istiyor. İçinde dindirilemez bir öfkenin intikamı var. Film, Arnavutluk’ta Müslüman mezarlığındaki cenaze töreniyle açılıyor. Şeyh dedikleri Murat, adamlarına Bryan’a kendisinin yaşadığı acıları yaşatması emrini veriyor. Çetenin, Bryan’ın İstanbul’a gideceğinden haberi var. Bryan, Los Angeles’ta İstanbul seyahat öncesi ayrıldığı eşi Lenore ve kızı Kim’le küçük sorunlarıyla uğraşırken bir yandan da İstanbul “tatilini” düşünüyor. Travmadan çıkmaya çalışan Kim, aşık bile olmuş kendi yaşlarındaki bir gence. Bryan, adres ve yön bulmada uzman bir CIA ajanı. Filmin derinliğinde bunun içinde yaşıyorsunuz. Asıl hikâye İstanbul’da başlıyor. Murat’ın başını çektiği Arnavut çete, İstanbul’da Tarlabaşı’na konuşlanıyor. Filmdeki kaçıp kovalamacalar Eminönü, Kapalıçarşı gibi mekânlarda. Bir de İstanbul’un güzelliğini yansıtan tarihi damlarda.

İstanbul bir Teksas…

Hemen şunu belirtelim: Bu filmi seyrederken yaşadığımız şehir İstanbul mu, dedik. Kaçıp kovalamacalardan yansıyan, İstanbul sokaklarında kara çarşaflı kadınlarla dolu. Başka giyimli kadınlar pek göze çarpmıyor. Sanki özenle seçilmiş bu fotoğraflar. Buranın İstanbul olduğunu bilmesek, Kahire veya Tahran olduğunu sanabiliriz. Kim, dar şortuyla tazı gibi damlarda koşarken batılı kızların böyle atik ve güzel olduğu vurgulanıyor sanki. Film, Türklere ve kültürlerine saygı göstereyim derken cahilliklere kurban gitmiş. Batıda bu filmi görenler ülkemizin laik değil de dini yasalarla yönetilen bir ülke olduğunu düşünecek elbette. Ulu orta atılan el bombaları ve ortalığa savrulan kurşunlar da buranın Beyrut’un şiddet kardeşi olduğunu düşünecek. Türkiye, tipik bir Ortadoğu ülkesi gibi. İstanbul, vahşi batıdan bir Teksas sanki. Polis nerede derseniz, onlar külüstür arabalarıyla bir takibi bile beceremiyorlar. Filmde ezan sesleri de duyuluyor. Kültürlerötesi bu şehirde tüm inanışlara yer var.

Ünlü yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı Luc Besson, Fransa’da göçmenlere sıcak bakan yüreği şefkatli biri. Avrupalılar, herhalde bu filmde gördüklerine gülüp geçecekler, ama ya Amerikalılar? Onlardan emin değiliz. Özellikle de 11 Eylül’den sonra. İslamofobi diye bir şey var. Filmdeki bazı içerikleri bir tarafa bıraktığımızda ortada nefes kesen bir gerilim aksiyon var. Tarihi yarımadadaki sahneler görsel anlamda da çarpıcı. Kapalı Çarşı ve Mısır Çarşısı’ndaki kaçıp kovalamacalar, damların üzerinde panoramik yansıyan İstanbul, daha sonra bu filmi arşivine katacaklara için ileride muazzam bir görsel belge olacak. Lenore ve Bryan’ın esaret altında tutuldukları mahzenle, kanlı final bölümündeki Türk hamamı filme çok şey katmış. Kim’in, Arnavut çetesinden saklandığı oteldeki anlar da gerilim anlamında nefes kesiyor. 1965 doğumlu Fransız yönetmen Megaton, 2008 yapımı “Transporter 3-Taşıyıcı 3” ve 2011 yapımı “Colombiana-Kolombiyalı: İntikam Meleği” filmleriyle biliniyor. Yönetmenin adını ilginç bulanlar olabilir. Yönetmen, Fontana olan soyadını değştirmiş ve sanat yaşamında Megaton’u kullanıyor. Nedeniyse, Hiroşima’ya atılan atom bombası yüzünden. Yönetmen doğduğunda bu trajedinin yirminci yıldönümüymüş. Megaton’un aksiyon duygusunun, önceki filmlerini düşündüğünüzde akıcılığından bir şey kaybetmediğini görüyorsunuz bu sinemaskop çekilmiş filminde de. Bu filmde bir şeyi hiç anlamadık. Arnavutlar neden İngilizce konuşuyordu? Filmde, İngilizce ve Türkçe kelimeler duyulurken, fonda Türkçe şarkılar da kulağa geliyor. Sabahat Akkiraz’ın “Boşumuş” türküsü de bolca duyuluyor. Filmde duyulan müziklerin iyi olduğunu da belirtelim. Müzisyen Nathaniel Méchaly’yi keşfetmeli.

(05 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Seyirciler Bu Kez Kadınlar

Bu hafta gösterime giren Steven Soderbergh’in yeni filmi Magic Mike (Muhteşem Mike diye çevirebiliriz) ya da bizdeki adıyla Striptiz Kulübü yönetmenin farklı özelliklerini yansıtan ilgiye değer bir yapım.

Sinemanın bu harika çocuğu 1989’da henüz 26 yaşındayken çektiği küçük bütçeli bağımsız ilk uzun metrajlı filmi Sex, Lies and Videotape ile Cannes şenliğini ayağa kaldırmış, En İyi Filme verilen Altın Palmiye’nin yanı sıra, erkek oyuncu (James Spader) ve eleştirmenler ödülü Fipresci’yi de kucaklamıştı. Soderbergh’in verimi ilerleyen yıllarda devam etti, sene başına yaklaşık bir filmle hem ana akım sinemanın farklı türlerinde ilginç eserler verdi, hem de başlangıçtaki bağımsız ruhunun doğrultusunda farklı denemelere girişti.

Soderbergh bu defa pek tanımadığımız farklı bir dünyanın kapılarını aralamış. Striptiz Kulübü’nün dansçıları bu kez yakışıklı erkekler, Weather Girls’ün meşhur ettiği seksenli yılların kült şarkısı It’s Raining Men (Gökten Adam Yağıyor) eşlikli erotik şovla kendinden geçen seyirciler ise kadınlar. Kulübün yöneticisi Dallas, geçkin yaşına rağmen hâlâ formda, Cabaret’nin Joel Grey’i edasında dansçıları sunuyor, şova iştirak ediyor. Matthew McConaughey bu yıllanmış eski dansçı kompozisyonunda çok başarılı, sözlerini yazmış olduğu iki şarkıyı da bizzat kendi seslendirmiş.

Soderbergh bu renkli şov dünyasını, mesafeli üslûbuyla bir belgeselci titizliğiyle yansıtıyor, ancak bununla yetinmeyerek madalyonun arka yüzüne bakmamızı da istemiş. Baş dansçı Mike (Channing Tatum), kadınların bir gecelik yasal kaçamaklarına hizmet verdiğinin, ancak gençliğinin ve yakışıklılığının geçici olduğunun bilincinde, biriktirdiği parası ve banka kredisiyle yeni bir hayat kurmanın peşindedir. Bir inşaat işinde yollarının kesiştiği ve kulübe aldığı 19 yaşındaki Adam (Alex Pettyfer) ise aniden gelen kadın, para ve eğlence sarhoşluğunda yolunu şaşıracaktır.

Film Boogie Nights örneğinde olduğu gibi diğer karakterlere ilişkin ayrıntılar üzerinde fazlaca durmuyor, ancak gözalıcı fantezi dünyası ile ekonomik darboğaz tedirginliğini yaşayan günümüz Amerika’sından gerçekçi kesitleri koşut olarak yansıtmada başarılı. Sinema kariyeri öncesindeki erkek striptizci deneyimleri senaryo yazımında esin kaynağı olmuş, aynı zamanda yürütücü yapımcılardan biri olan Tatum’un performansı da öyle.

(04 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tahrip Edilmiş Cennet

Çamburnu köyü Trabzon iline bağlı yeşilin maviyle kucaklaştığı bir sahil beldesi. Bu güzelim cennet köşesinin üzerine 2007 yılında kara bulutlar çökmüş. Hemen köyün tepesinde yer alan ve maden arama çalışmaları için oluşturulmuş bir koca çukur, Doğu Karadeniz’in ezeli çöp sorununa çözüm olarak kullanılmak istenmiş ve sahillere atılmasını önlemek gerekçesiyle çöpler kıyıdan tepelerdeki bu köyün içine konulmuş. Bu işlem öncesinde köy halkına doğanın korunacağı hususunda sözler verilmiş, bir çöp paketleme fabrikası inşa edileceği söylenmiş ancak sonuçta çöpler bir paketlemeye tabi tutulmadan gelişigüzel çukurun içine doldurulmaya başlanmış. Ortaya çıkan dayanılmaz kokuya isyan eden köy sakinleri şiddetli yağışların başlamasıyla birlikte felâkatin büyüklüğüyle yüzyüze gelmişler. Bir zamanların cennet köşesi Çamburnu artık yağmur sularına karışarak yeşil alanı, akarsuları ve masmavi denizi zehirleyen bir çöpkent haline gelmiş bulunmakta.

Yönetmen Fatih Akın dedesinin köyü Çamburnu’yu 2007’de Yaşamın Kıyısında filmini çekerken ziyaret etmiş ve bu doğa katliamından haberdar olmuş. Kamuoyu yaratmak ve bu olaya dur demek amacıyla bir belgesel çekmeye başlamış.

Cennetteki Çöplük adıyla Cannes Film Şenliği ve Adana Altın Koza Film Festivali’nin ardından sinemalarda gösterime giren belgeselin çekimleri beş yılda tamamlanmış. Akın, Almanya’da yaşadığı için çekimler uzamış, bu arada yöre halkından Bünyamin Seyrekbasan ile karşılaşması verimli bir işbirliğine yol açmış. Seyrekbasan’ın Çamburnu’nda kendine ait bir stüdyosu var, resim yapıyor, fotoğraf çekiyor. Mahkemelerin sürmesine rağmen devam ettirilen çöp alanı inşası ve çöp yığma sürecini ve oluşan doğa tahribatını beş yıl boyunca filme çekerek belgelemiş. Ülkemizdeki ilk gösterimin yapıldığı Adana’da galadaki konuşmasında Akın, filmin üçte ikisi Seyrekbasan’ın çalışmasıdır ve bunlar belgeselin en etkileyici bölümleridir demiştir.

Cennetteki Çöplük göz göre göre gelen bir doğa cinayetinin belgesi, acı bir çığlık. Alınan bilgiye göre Çamburnu’ndaki çöplük alan dolmuş ve üstü kapatılarak ağaçlandırma çalışmalarına gidilecekmiş. Ancak çöp sorunu çözülmüş değil, sırada tahrip edilmeyi bekleyen başka cennet köşeler var. Şimdilerde yine Trabzon’un ilçelerinden Araklı’ya yeni çöp beldesi olarak göz dikilmiş bulunmakta. Çamburnu’nu kurtaramadık, bari Araklı’yı ve diğerlerini kurtaralım.

Son bir not olarak, filmin gösterime gireceği salonlardan Beyoğlu Sineması’nın ekonomik zorlukların pençesinde kıvranmakta ve kapatılma tehlikesi içinde olduğunu haber vermek isterim. Uzun yıllar boyu nitelikli seçimleriyle hizmet vermiş bu güzel sinemada film izleyerek mekânın yaşamasını sağlamak tüm İstanbullu sinemaseverlerin görevidir diye düşünüyorum.

(03 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayat, Aşk, Ölüm

Claude Lelouch’un 1969 yapımı filminden adını alan yazı başlığım, son Cannes şenliğinde hayranlıkla karşılanan ve büyük ödül Altın Palmiye’nin yanısıra saygın Fipresci ödülünü de kazanan Avusturyalı auteur sinemacı Michael Haneke’nin yeni filmi Aşk (Amour) ile ne de güzel örtüşüyor.

Filmin kadın kahramanı Anne’ın unutulmaz bir sahnede dediği gibi yaşam ne kadar güzeldir ve aşkla dolu yaşandıysa ne kadar da uzundur. Yaşamın tüm güzellikleri gibi yaşlılık ve yaklaşan ölümü de doğallıkla karşılar yaşlı çiftimiz. Uzun yıllara yayılmış aşkları zor günlerde yeniden sınanacaktır.

‘Aşk’ tek mekânda geçen bir oda filmi. Haneke bu kış sonatını kendine özgü uzun plân sekanslarla anlatmış. Işık kullanımı yine minimal. Film için bestelenmiş müzik yine kullanmıyor ancak ustanın klâsik müziğe ilgisi malûm. Funny Games’in ölüm yolculuğuna çıkan ailesinin otomobilinden bir opera aryası yükseliyordu. Keza La Pianiste’in baş kahramanı müzikle haşır neşirdi. Bu defa evdeki yardımcılar dışında filmin tüm karakterleri müzisyen: yaşlı çiftimiz saygın müzik öğretmenleri, kızları, damatları bir oda orkestrasının elemanları, Anne’ın eski öğrencisi ve günümüzün ünlü müzisyeni ise bizzat Fransa’nın önde gelen piyanistlerinden Alexandre Tharaud’dan başkası değil. Böyle olunca film Schubert’le başlayıp Beethoven ve Bach’tan alıntılarla devam eden piyano müziğiyle bezenmiş.

Finali haberleyen kısa giriş bölümünün ardından film bir konser salonunda Schubert’in Op.90 Do Minör 1 numaralı Impromptu’sünün etkileyici ezgileriyle açılıyor. Hemen ardından gelen bir atardamar tıkanıklığı ve başarısızlıkla sonuçlanan ameliyat yaşlı kadını tekerlekli sandalyeye ve giderek yatağa mahkûm ediyor. Evde yarı zamanlı hastabakıcılar olmasına rağmen karısının baş yardımcısı ve bakıcısı yıllardır birlikte olduğu kocasıdır. Sabırla, özveriyle, şefkatle, aşkla bakıyor sevgili karısına. Belki daha kederli günler yaşanacak ama gün gelecek her şey bitecektir. Yaşamın kanunu budur, isyan etmez kabullenirler. Ta ki o tahammül edilmez an gelene ve yeni bir karar alana kadar.

‘Aşk’ yetmişlerini yaşayan usta yönetmenin yaşlılık üzerine yaptığı çok etkileyici, hüzünlü, şiirsel bir yapıt. Sinemanın anıtlarından Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva (Hiroşima Sevgilim’in unutulmaz oyuncusu) ve Haneke’nin gözdelerinden Isabelle Huppert’in yorumlarından büyük destek alıyor. Ve bir de ‘eve giren güvercin’li o unutulmaz plân sekanstan.

Adana Altın Koza Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan Aşk olağanüstü ilgi üzerine Filmekimi’nde tam 6 kez gösteriliyor. Seanslar şöyle: 28 Eylül Cuma 19:00 Beyoğlu / 21:30 Atlas; 29 Eylül Cumartesi 21:30 Atlas; 02 Ekim Salı 21:30 Atlas; 03 Ekim Nişantaşı Citylife 11:00; 04 Ekim Perşembe 16:00 Beyoğlu

(27 Eylül 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Karanlık Gelecekte Güvenlik Devleti

Yargıç Dredd (Dredd 3D)
Yönetmen: Pete Travis
Karakterler: John Wagner-Carlos Ezquerra
Senaryo: Alex Garland
Müzik: Paul Leonard-Morgan
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Karl Urban (Yargıç Dredd), Olivia Thirlby (Anderson), Lena Headey (Ma-Ma), Rakie Ayola (Baş Yargıç), Warrick Grier (Caleb), Wood Harris (Kay)
Yapım: DNA Films-IM Global (2012)

“Bakış Açısı” filmiyle Roma’da Amerikan başkanına yapılan suikastı sekiz bakış açısıyla yansıtan İngiliz yönetmen Pete Travis, çizgi romandan uyarladığı üç boyutlu “Yargıç Dredd” filminde de çarpıcı bir görsellik oluşturmuş.

Gelecek… ABD’nin başkenti Washington’dan Boston’a kadar uzanan “Lanetli Dünya”da (Cursed Earth) 800 milyon insan yaşıyor. Şehirler devasa ve kaotik. Hikâyenin geçtiği metropole de “Mega City One” diyorlar. Nükleer bir felâkatin ardından şehirler duvarların içine hapsolmuş ve insanlar şehirlerde hapishanede yaşar gibi. Çünkü duvarların ardı radyasyon ve çöl. Suç oranları yükselmiş. Her şey güvenliğe göre ayarlanmış. Eski şehrin harabe binalarının yanında 200 kattan daha yüksek apartman bloklarının bazıları gecekondu gibi. Suç örgütleri her şeyiyle ele geçirmiş. Dış görünümleriyle “robocop”ları hatırlatan motosikletl yargıçlar şehirde asayişi sağlıyorlar. İtaat etmeyenleri öldürme yetkileri var. Yargıç Dredd’e ortak olarak çaylak bir yargıç da veriliyor. Sarışın ve güzel çaylak yargıç Anderson, telepatik tarafları çok güçlü ve insanların zihnini okuyabiliyor. Ona medyum diyorlar. İlk görev 200 katlı “Peach Trees” (Şeftali Ağaçları) bloğunda sorunlar çıkıyor. Eskiden fahişelik yapan, ama yüzü bıçakla doğrandıktan sonra uyuşturucu işinde barones olan Ma-Ma lakaplı Madeline Madrigal, kendi kurallarına uymayan birkaç kişiyi “yavaş çekim” uyuşturucu verdirip derilerini yüzdürdükten sonra gökdelenin tepesinden aşağıya attırıyor. Bu uyuşturucuyu alanlar zamanı yavaş çekimde yaşıyorlar. Cesetler, Dredd oradayken yere çakılıyorlar. Olaya el koyan Dredd, Anderson’la beraber Ma-Ma’nın çetesinin peşine takılıyorlar. Bu o kadar kolay değil. Bina, bilgisayar kontrolüyle zırhını bürünüyor ve dış dünyayla ilişkisi kesiliyor. Binanın katlarının çoğunda yoksul insanlar da yaşıyor. Dredd ve Anderson, Ma-Ma’nın siyahi adamlarından Kay’i rehin alıyor. Ardından cehennemi bir savaş başlıyor ve sonunda iyiler kazanıyor.

İnsanı irkilten bina…

“Peach Trees” kulesi göründüğünde insanı gerçekten ürpertiyor. Kalın beton duvarlar, dış saldırılara karşı binanın kendini zırhla koruması insanda tecrit edilmişlik duygusu yaşatıyor. Bu binada yoksulluk ve geleceksizlik de var. Şehrin diğer binalarında olduğu gibi. Sistem, kıyamet sonrasında hayatın normale dönmesinden çok güvenliğe yönelmiş ve tam anlamıyla polis devleti kurulmuş. Geleceksiz bu dünyada suç oranları artmış. 2012 yapımı “Dredd 3D-Yargıç Dredd” filmi distopik bir bilmkurgu. Ridley Scott’ın 1982’de Philip K. Dick’ten uyarladığı “Blade Runner-Mahşerin Fedaisi” bilim-kurgusunda olduğu gibi gelecek karanlık ve umutsuz. Pensilvanya’da 1949 yılında doğmuş İskoç asıllı çizgi romancı John Wagner, Carlos Ezquerra’yla ortak yarattıkları “Judd Dredd” çizgi romanıyla tanınıyor. Wagner, Vince Locke’la ortak yarattıkları “A History of Violence-Şiddetin Tarihçesi” çizgi romanları da var. Önemli yönetmenlerden David Cronenberg bu çizgi romanı aynı adla 2005 yılında beyazperdeye uyarlamış ve başrolü de Viggo Mortensen’le Ed Harris’e vermişti. İngiliz çizgi romanının diğer öneml adı 1947 Zaragoza doğumlu İspanyol Ezquerra. 1970’te Londra’da doğmuş yazar Alex Garland, Danny Boyle tarafından 2000’de sinemaya uyarlanmış “Beach-Kumsal” romanıyla biliniyor. Garland, Mark Romanek’in 2010’da Japon yazar Kazuo Ishiguro’dan uyarladığı “Never Let Me Go-Beni Asla Bırakma” romanının senaryosunu da yazmıştı.

İngiliz yönetmen Pete Travis, görselliği ve kurgusuyla çarpıcı 2008 yapımı “Vantage Point-Bakış Açısı” filmiyle sinemada ilk filmini çekmişti. 1955 Oxford doğumlu kameraman Anthony Dod Mantle, Lars von Trier ustanın filmlerindeki görüntülerden hatırlayabilirsiniz. Saniyede 20 bin kareyle çekilmiş anların perdeye yansıyışı muhteşem. Görüntü alabildiğine yavaşlıyor ve her şeyi tüm ayrıntılarıyla görüyorsunuz. Yavaş çekimlerde, ketçap şişesinden fışkırır gibi savrulan kanlar üzerinize geliyor gibi sanki. Yönetmen, bazı anlarda şehri en tepeden gösteriyor. Görüntüler üç boyutlu olduğu için aşağıya düşecekmişsiniz gibi oluyor. Adrenalin hayli yüksek filmde.

(27 Eylül 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com