Kategori arşivi: Yazılar

Dünyada Onca Yoksulluk Var

Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild)
Yönetmen: Benh Zeitlin
Oyun: Lucy Alibar
Senaryo: Lucy Alibar-Benh Zeitlin
Müzik: Dan Romer-Benh Zeitlin
Görüntü: Ben Richardson
Oyuncular: Quvenzhané Wallis (Cimcime), Dwight Henry (Wink), Levy Easterly (Jean Battiste), Lowell Landes (Walrus), Pamela Harper (Küçük Jo), Gina Montana (Bayan Bathsheba)
Yapım: Fox Searchlight (2012)

Amerikalı yönetmen Benh Zeitlin, “Düşler Diyarı” filmini Lucy Alibar’ın oyunundan beyazperdeye aktardı. Bu filmde, iklimi değişen dünyada yoksulların daha yoksul olacağını keşfediyorsunuz. Zenginler, yoksullarla aralarına yüksek setler örüyorlar.

Louisiana… Bu film, bataklıklı kol (bayou) denilen bölgede tecrit edilmiş insanların, yoksullukla ve küresel iklim değişikliğiyle hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Bu yoksul insanlar, sanki tarih öncesi devirlerde yaşıyorlar. İlkel bir topluluk gibi. Atalarımız gibi avcı-toplayıcı gibiler. Şehirle bataklık bölgesini ayıran set var. Fırtına koptuğunda ve aşırı yağmur yağdığında kapaklar açılıyor, sular bataklıklı kola geliyor. Buranın sakinleri yoksullar bataklıklı kola “leğen” diyorlar. Kasırga ve yağmurun üstüne şehirden gelen su leğende sele neden oluyor. Derme çatma evler yıkılıyor, sular yükseliyor ve yiyecek bulunmuyor. Bunca yokluğun üzerine açlık da biniyor. 2012 yapımı “Beasts of the Southern Wild-Düşler Diyarı” filmine fantastik, hatta bilimkurgu bile diyebilirsiniz. Küresel ısınma bu kadar hızlı dünyayı kuşatınca bu filmde gördükleriniz uzakta değil. Evet, yine kaybeden yoksullar. Yiyecek, su ve barınma en büyük sorun olacak. Bu filmdeki gibi. Kutuplarda buzlar eriyor ve sular yükseliyor. Deniz suları verimli toprakları öldürüyor. Hatta erozyon çoğalıyor.

Cimcime’nin gözleriyle…

Filmi Cimcime’nin gözleriyle ve düşleriyle izliyorsunuz. Cimcime, İngilizcesiyle Hushpuppy. Babasıyla yaşayan altı yaşlarında nadir bulunan inci tanesi gibi. Annesine ne olduğunu tam bilmiyoruz. Babası ona, annesini anlatıyor arada bir. Cimcime’nin annesi öyle güzelmiş ki, rüzgârıyla ocağı yakıyormuş, bir bakışıyla tenceredeki suyu kaynatıyormuş, timsahı korkmadan öldürüp pişiriyormuş. Cimcime, filmin bir yerinde leğenin sakini kız çocuklarıyla okyanusta yüzerler, tekne onları alır ve yüzer eve götürür. Orada annesine benzeyen bir kadını gören Cimcime, babasının annesi için anlattığı hikâyenin içine düşüveriyor. Cimcime’yle ilk hayvanlarla iletişim kurarken tanışıyor seyirci. Babasının barakasının biraz ötesindeki barakada kalan Cimcime, babasının pişirdiği tavuklarla karnını doyuruyor. Okulda, diğer çocuklarla Bayan Bathsheba’nın derslerinde küresel ısınma, neolitik devir ve öncesini öğreniyor. Cimcime, mağarada yaşayan atalarımız gibi resimler çiziyor hep. Yüzbinlerce yıl sonra insanların Cimcime’yi hatırlamaları için. Kendi domuzlarını da düşlerinde devasa Avrupa bizonu gibi hayal ediyor. Film, gerçeklikle Cimcime’nin düşlerini iç içe geçiriyor. Cimcime öyle küçük ki. Karnı doyduğunda mutluluğun sıcaklığı perdeden seyircilere doğru esiveriyor. Leğenin sakinleri, bataklıkta tutulmuş kabuklu deniz ürünlerini de çiğ çiğ yiyorlar. Ateş olmasına rağmen. Filmde, dayanışma duygusunun insanlık tarihinde ne kadar önemli olduğunu fark edeceksiniz belki. Biz homo sapiensler (akıllı insan) beraber olunca bu zamana kadar geldik. Avrupa’daki yakın akrabamız neandertal insanı, topluluk ve dayanışma oluşturamadığı için 40 bin yıl önce dünyadan silinmişlerdi.

FBI acımaz…

“Düşler Diyarı” filmindeki yoksulluğa çok az filmde tanık olmuşsunuzdur. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en sosyalist filmi, William Wyler ustanın 1937’de MGM’e yaptığı siyah-beyaz “Dead End-Çıkmaz Sokak” filmiydi. 1990’ların sonuna kadar FBI’ın gözü “kızıl komünist” olarak değerlendirilen bu filmin üzerindeydi. Michael Curtiz’in Warner Bros’a çektiği “kızıl komünist” görülen 1935’teki yoksul madencilerin dramını anlatan “Black Fury-Kara Öfke” filmi de var FBI’ın hışmından kurtulamayan. Biz de de Yılmaz Güney ustanın 1970 yapımı siyah-beyaz “Umut” filmi hatırlanabilir. Dünyada onca yoksulluk var işte. “Düşler Diyarı”, Lucy Alibar’ın “Juicy and Delicious” (Sulu ve Lezzetli) piyesinden uyarlanmış. Senaryoyu da Alibar’la beraber yönetmen Benh Zeitlin yazmış. 1982 New York doğumlu yönetmen Zeitlin, kısa filmlerin ardından ilk uzun filmini “Düşler Diyarı” filmiyle gerçekleştirmiş. Yönetmen müziğin kıyılarında da dolaşıyor. Zeitlin bu filmiyle 65. Cannes Film Festivali’nde “Camera d’Or-Altın Kamera” ve FIPRESCI ödüllerini de kazandı. Yönetmen filminde çoğunlukla hafif el kamerası kullanmış ve öfkeli fotoğraflar oluşturabilmiş. Yönetmenin kamerası 16 mm. 2003 Louisiana doğumlu Quvenzhané Wallis, filmde altı yaşlarında bir kızı canlandırmış. Cimcime’nin babası Wink’i oynayan Dwight Henry, kariyerine 2012’de TV dizilerinde başlamış. Aslında bu filmde çalışan birçok insan için “Düşler Diyarı” ilk uzun metrajlı film.

(10 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Karaoğlan’ın Camoka’ya Karşı Savaşı

Karaoğlan
Yönetmen: Kudret Sabancı
Eser: Suat Yalaz
Senaryo: Melek Öztürk-Rana Mamatlıoğlu-Kudret Sabancı
Müzik: Tamer Çıray
Görüntü: Gökhan Atılmış-Türksoy Gölebeyi
Oyuncular: Volkan Keskin (Karaoğlan), Müge Boz (Bayırgülü), Özlem Yılmaz (Çise Hatun), Hasan Yalnızoğlu (Camoka), Hakan Karahan (Baybora), Gaffur Uzuner (Çalık), Tuncay Gençkalan (Balaban), Macit Sonkan (Berkehan), Suavi Eren (Koca Uruz)
Yapım: TMC (2012)

Kudret Sabancı’nın yönettiği “Karaoğlan”, Suat Yalaz’ın meşhur çizgi romanından beyazperdeye uyarlandı. Heyecanın, maceranın ve aşkın bol olduğu filmde sinemaseverler keyif alacaklar. 12 milyonluk bütçesiyle sinema tarihimizin de en pahalı filmi bu.

Oğuz boylarından “Bayan Avullu” oymağından, Baybora’nın oğlu Karaoğlan, Moğollardan kötücül savaşçısı Camoka’ya karşı mücadele veriyor. Selçuklu Beyi Koca Uruz’un kızı Çise Hatun, Çağanbay’la evlenecekken, kaçırılır. Çise Hatun Camoka’ya verilecek ama hiç de hesapta olmayan Karaoğlan oradan geçerken Çise Hatun’u kurtarıp Malatya’ya götürüyor. Yıl 1238… Selçuklu Hanedanlığı’nda Sultan Keykubat zehirlenerek öldürülmüş. Devrin en güçlüleri Moğollar. Önüne geleni kesiyorlar, Avrupa’nın içlerine kadar. 1071’de Anadolu’ya gelmiş Türkler Moğollarla savaşıyor. İzmir DEÜGSF Sinema-TV’den mezun olmuş Kudret Sabancı, 2012 yapımı “Karaoğlan” filmiyle bir düşünü gerçekleştiriyor. Yönetmenler düşlerini gerçekleştirmeli. Bütçe 12 milyon lira olsa bile. Aynı okuldanız. Üst sınıftaki Sabancı, sürekli üretirdi, araştırırdı, imkânları zorlardı. Bizim sinema okulundan çıkmış nadir iyi sinemacılardan. Suat Yalaz’ın çizgi romanı “Karaoğlan”, gerçekten de estetik olarak çarpıcı. Ama yine de çizgi roman ruhunun içinde dolaşması iyi olurdu. Elbette bu ruh kolay yansıtılamıyor perdeye. Hollywood filmlerinde de tam çizgi roman ruhuna ulaşılamıyor. Çizgi romanlardan beyazperdeye aktarılmış onca film izledik çoğundan tat alamadık. Warren Beatty’nin 1990 yapımı “Dick Tracy” ve Robert Rodriguez-Frank Miller’ın ortak yönettikleri 2005 yapımı “Sin City-Günah Şehri” filmleri, çizgi roman ruhunu perdede yaratmışlardı. Sabancı’nın filmi estetik olsa da, sanki beslendiği yer Suat Yalaz’ın 1960’larda Kartal Tibet’i oynattığı “Karaoğlan” filmleriymiş hissi veriyor. Bilgisayar efektlerini kullanmayı da çözdüğümüzde daha çarpıcı atmosferler yansıyacak perdeye. Sabancı’ya da haksızlık yapılmamalı. Seyretmesi rahat bir film çıkarmış ortaya. Bizim buraların kültürüne ve sanatına yabancı olanlar da filmden keyif alabilir. Biraz daha diyaloglar üzerinde çalışılabilirmiş. Yönetmen Sabancı’nın filminde sinema tadı var. Yönetmen ağırlıklı olarak televizyona iş yaptığı için oranın estetiğinin etkisinde kalabilirdi.

İki kadın arasında…

Çise Hatun’u Malatya’ya getiren Karaoğlan, pazar yerinde kesesini güzeller güzeli yankesici Bayırgülü’ne kaptırıyor. Sonra da kalbini. Cengiz Han’ın Moğolları dünyayı işgâl ederken sıra Anadolu’ya gelmiş. Çise Hatun’un, Altın Orda Hanı’nın oğlu Çağanbay’la evlenmesini engellemek için Moğol Camoka, Çise Hatun’u yok etmekle görevli. Camoka’nın yanında Manguday Birliği de var. Çise Hatun’u evlenebilmesi için, “Yağmur” adlı atıyla Karaoğlan, babası Baybora, Karaoğlan’ın seyisi Çalık, Cengiz Han’ın eski alay beyi Balaban, cüce Pekşen, maymunu “Kestane”yle Bayırgülü yolculuğa çıkıyorlar. Çise Hatun, Çağanbay’la evlenmek için yola çıksa da Bayırgülü’nü yağız Karaoğlan’dan kıskanıyor. Karaoğlan için Bayırgülü’yle tatlı çatışmalara bile giriyor. Onların peşinde de Camoka ve Mangudaylar var. Kale gibi şehrin etrafında büyük savaşı Türkler kazanıyor ve Moğolları dize getiriyorlar. Dokuz canlı Camoka gözlerini açtığındaysa bu hikâye burada bitmez diyorsunuz.

Daha önce de uyarlanmıştı…

Suat Yalaz, “Karaoğlan” çizgi romanını 1962 yılında gazete tefrikası olarak Akşam Gazetesi’nde yayımlamaya başladı. 1963 yılından itibaren de haftalık yayımlanmaya başlandı bu çizgi roman. Yalaz, 1965’te başrolü Kartal Tibet’in oynadığı “Karaoğlan: Altay’dan Gelen Yiğit” adıyla yönetti. 1972 yılına kadar altı film daha yapıldı. Sadece 1969’daki “Samara Şeyhin Kızı” filminde Kuzey Vargın, Karaoğlan olmuş ve bu filmi de Yalaz yönetmişti. Sabancı’nın filminin bütçesi 12 milyon lira. Herhalde iç piyasayı hesaplayarak bu kadar yüksek bütçeli film yapmadılar. Bunun dışarısı da vardır. 1984’te İstanbul’da doğmuş, İzmir’de büyümüş Müge Boz, “Leyla ile Mecnun” dizisiyle ünlendi. Talip Karamahmutoğlu’nun gösterime girecek “Bir Hikâyem Var” filminde de oynadı. Boz, Ali Adnan Özgür’ün yönettiği köy enstitüleri üzerine 2012 yapımı “Toprağın Çocukları” filminde de oynamıştı. Boz, “Karaoğlan” filminde insanın başına gelen en güzel şey. Işığıyla tüm perdeyi aydınlatıyor. Sinemamız bir oyuncu kazanıyor. 1983 Samsun doğumlu Karaoğlan Volkan Keskin, Faruk Aksoy’un “Fetih 1453” filminde Balaban’ı canlandırmıştı. 2007’de “Dağlar Delisi” dizisinde de oynamıştı. Keskin, geçmişteki Karaoğlan Kartal Tibet’i çağrıştırıyor sanki. Filmin müzikleri de iyi, belirtelim.

(10 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

En İyi Senaryo Yazarı Ödülü

Yukarıdaki başlık altında, ulusal ve uluslararası festivallerde bir ödül verilir. “Senaryo” nedir? Bazı yönetmenlerin senaryo hakkındaki düşüncelerine göre, örneğin: P. P. Pasolini, senaryoyu “bir başka yapıya yönelik bir yapı” olarak tanımlıyor. M. Erksan’a göre “edebi” bir metin olan senaryo, A. Yılmaz’a göre “teknik” bir metindir. (A. Yılmaz’ın bu tanımlamasını, “çekim senaryosu” ile daha rahat açıklayabilirsek de, klâsik anlamda senaryo olarak da alabiliriz.) Erksan ve A. Yılmaz’ın farklı düşünceleri sonucu “senaryo”nun edebi bir metin mi, yoksa hedefi olan (“bir başka yapıya dönüştürülmek”) bir metin mi olarak algılanması gerekliliği hakkında -sonuca ulaşabilinir mi?- tartışmak mümkündür. Cassavetes’in ilk filmi Shadows’un finalinde “filmin senaryosuz çekildiğine” dair bir ibare yer alır. Bize göre bu bir tartışmanın konusu olmamalıdır, bundan kastın “çekim senaryosu” olduğu sonucunu çıkarmak, sorunu çözüme kavuşturacaktır.

Başa dönersek, “Senaryo nedir?”e gelmiş oluruz. Öncelikle -her ne kadar Rosselini, “film kurgu masasında üretilir” diyorsa da,- sinema diğer sanatlardan farklı olarak dört ayak üzerinde duran bir sanattır. Öncelik şartı “senaryo”dur. “Senaryosuz” film olur mu? sorusunu hayli eskimiş olarak görüyoruz, evet, öncelik şartı senaryodur. Fakat Wajda’nın da dediği gibi, yönetmen, çektiği senaryoyu değiştirebilir, Wajda bunu, sahneye koyucunun, sahnelediği oyunu değiştiremeyeceğine değindikten sonra söylüyor.

Sinema eseri dört farklı yapıdan oluşur -dört ayak üzerinde durur. Öncelik senaryo’dur. Sonra yönetim gelir, yönetimi yönetmen yapar ama hazırlanacak bir mekân (maddi unsur) olmasının yanında, oyuncuların bu mekân içinde kullanılması (manevi unsur) gelir. Maddi unsur ile manevi unsur, yönetmenin kontrolünde hazırlanacaktır ama bunun görüntülenmesi (çerçevelenmesi ) gerekmektedir. Yönetmenin hazırladığı maddi / manevi ortamın kaydedilmesi / görüntülenmesi / çerçevelenmesi (ışıklandırma dahil) görüntü yönetmeninin işidir. Böylece yönetim ile (ikinci ayak), görüntüleme (üçüncü ayak) birlikte (eşzamanlı) oluşurlar.

Yine Erksan’ın görüşüne başvurursak, çerçeve “yönetmenin hakkıdır”. Görüntü yönetmeninin işi yönetmenin istemi doğrultusunda, görüntü alanını düzenlemektir, yani yönetmenin talebi ile bağlıdır, ustalığı, talebe uygun görüntü elde etmesi (teknik beceri) ile ortaya çıkar. Bir plân için, ister tek çekim yapılsın, ister birbirinin aynı veya ayrı (farklı) çekimler yapılsın elde bulunan çekilmiş filmlerin (=pediküllerin) bağlanması (kurgulanması) işi ise sinemanın dördüncü ayağı kurgu ile sonuçlandırılır. Normal olarak bu aşamada sinema eseri ortaya çıkmıştır ama teknik gelişmeler, basım ve müziklendirme (seslendirme değil) işlemleri sonucu film son halini alacaktır. (Filmin sinemalardaki gösterimi de, belli koşulları gerektirir ama o filmin oluşumundan sonraki, topluma sunulması ile ilgili -fakat gerekli- bir işlemdir.)

Tekrar senaryoya dönersek, “senaryo filmin öncelik şartı” dedik ama film, belirli bir süreçte -perdede- izlenmesi gerekli, yani izlenmesi bir zamana bağlı, devamlılık isteyen bir izlemeye ihtiyaç duyan, bir zaman içinde sonucuna varılabilecek bir gösteridir, senaryo ise -ne manada alırsanız alın- yazılı bir metindir. Senaryo özgün bir metin olabileceği gibi, bir başka metinden -çoğunlukla edebi tür metinlerinden- uyarlama da olabilir. Böyle bir senaryo genelde uyarlandığı metne yüzde yüz bağlı kalmaz, kalamaz. Öncelikle, görselliğe uygun olmayan bölümler çıkarılır, -bu önce senaryo yazarının, sonra yönetmenin değerlendirmesi ile olur. Bunun dışında edebi metnin -çoğunlukla- kısaltılması ya da ilâveler yapılması gibi değişiklikler yapılabilir. E. Bronte’nin Wuthering Heihts romanı yurtdışında gerek Wyler ve Bunuel, yurt içinde gerek Erksan tarafından yapılan uyarlamalarında (Ölmeyen Aşk) nerede ise sadece birinci bölümü (ilk yarısı) çekilmiş, ikinci yarı ise (nerede ise farklı bir öykü -ama ilk yarının devamı- çekilmemiştir. Orhan Aksoy ise TV için yaptığı dizi filmde (Acımak / R. N. Güntekin) romanda olmayan bir kahramanı filme (diziye) ekleyerek -öyküye ters düşmeyen- senaryoda değişiklik yapmıştır.

Senaryo, yukarıda da değinildiği gibi, yazılı bir metin olarak, başka (görsel) bir yapıya dönüştürülmek için hazırlanan bir metindir. Yönetmen (kendisi de yazmış olabilir) bu metni görselleştirerek, sinema eserini (filmi) oluşturur. Senaryo tek kişi tarafından yazılabileceği gibi bir ekip tarafından da yazılabilir. Film şekline getirilen senaryolar, ulusal ve uluslararası festivallerde değerlendirilirken, “en iyi senaryo” branşında senaryolar da değerlendirilir. Festivallere yalnız filmler katıldığı, senaryolar (metin olarak) katılmadığı için, senaryoların değerlendirmesi, o senaryodan çekilmiş film üzerinden yapılır. Peki, o filme kaynaklık eden (!) senaryoya, yönetmen ne kadar bağlı kalmıştır, yazılı metin senaryo görselleştirilirken, senaryonun ne kadarı peliküle aktarılmış, kurgu sonrası, filmin kaynağını oluşturan o senaryo, yazılmış metin halindeki senaryo ile ne kadar uyum halindedir.

Bir kısım filmlerin sonradan basılan (kitap haline getirilen) senaryolarında, işaretlenen bir kısım yerlerin, çekilmediği, bir kısım yerlerin kurguda çıkarıldığı veya yerinin değiştirildiği gösterilmektedir. Bu durum bile senaryonun değişebilirliğini gösterirken, filme bakarak (izleyerek) senaryonun değerlendirilmesi ne kadar doğrudur. Festivallerde, jüri üyelerinin filmleri değerlendirmelerine -değerlendirme koşulları, şu veya bu şekilde önceden belirlenebilir veya belirlenmez- diyeceğimiz her hangi bir şey olamaz, değerlendirme yapıldıktan sonra, bunun değerlendirmesi açık olmalıdır, fakat bu değiştirme talep hakkı vermemelidir.

Filmleri seyrederek, senaryo değerlendirmesinin, yukarıdan beri sözünü etmeye çalıştığımız sonuçları göz önüne alınarak, yarışmaya katılan filmlerin senaryolarının (metnin) okunarak değerlendirilmesini ise herhangi bir jüriden beklemek olası değildir ama bu olmadan senaryonun değerlendirmesi de, yapılan filme bağlı olarak, senaryonun değerlendirilmesinin farklı bir düzlemde yapıldığı sonucunu doğurmaktadır. Bunun başka bir şekilde yapılabilmesini de, festival fikri ile bağdaştırmak mümkün değilken verilen ödülün senaryoya değil filme verilmiş olduğunu -doğrusu da budur- kabul etmek gerekir ama yine adı “En İyi Senaryo” ödülü olacaktır ve sahibi de senaryonun yazarı.

Senaryo yazarlığı, sinema yapılanması içinde kaçınılmaz bir yer tutar, bazısı bu işi sürekli yapar (senaryo yazarları) bazısı ise bir kez dener. Ödül verilirken bu husus göz önüne alınmaz, alınmamalıdır da. Bazı yönetmenlerin kendi senaryolarını yazdıkları da olur -yukarıda da değindik-, yazmasalar da; yönetmenler çekecekleri filmin senaryosu üzerinde (yazılı metni üzerinde) çekim için gerekli değişiklikleri ve kendileri için gerekli çekim hazırlıklarını yaparlar, bu senaryonun dışında kalan bir durumdur. Bazı yönetmenler başka yönetmenlere senaryolar yazdıkları gibi, bazen senaryo yazarlığından yönetmenliğe de geçebilirler. Ama tüm bunlar, filmde senaryonun işlevini değiştirmez, senaryoyu ister bir kişi, ister bir ekip yazsın, senaryo ister değişiklik görsün veya görmesin, değişmeyen şey, senaryonun sinema eserini oluşturan dört ana yapıdan biri olduğudur.

(06 Ocak 2013)

Orhan Ünser

Kırık Kalpler İçin Umut Işığı

Bağımsız sinema çıkışlı David O. Russell’ın son filmi hoş bir yeni yıl sürprizi. Romantik komedi türünün son dönemdeki en iyi örneklerinden. İki kırık kalbin hikâyesini anlatan ‘Umut Işığım / Silver Linings Playboook’ aynı zamanda Amerikan komedisinin altın çağının gözde türlerinden ‘screwball’ tarzı güldürüye günümüzden hoş bir gönderme.

1930’lu 40’lı yılların yükselen Hollywood stüdyo sistemine damgasını vurmuş olan ‘screwball’ tarzı güldürünün merkezinde başlangıçta birbirinden nefret eden ve film boyunca gelişen gergin komik atışmalar ve kaçıp kovalamacalar sonrasında birbirine aşık olan bir çiftin romantik öyküsü yer alır. Kelime anlamı olarak ‘screwball’ beyzbolda falsolu topa verilen ad. Şöyle ki, top (yani film) başka yöne gidecek gibi dururken (ya da çiftler birbirinin gözünü oyacak gibiyken) ters tarafa döner (böylece çiftimiz mutlu son’da birleşir). Russell’in bu son çabası, altın çağ döneminde Frank Capra (It Happened One Night), Howard Hawks (His Girl Friday), Preston Sturges (The Lady Eve) gibi ustaların -parantez içindeki örnekleri çoğaltılabilecek- klâsik güldürüleriyle sinema tarihine damgasını vurmuş olan türü tazeleyen hoş bir çalışma. Önemli ayrıcalığı, kariyer peşindeki iddialı çiftlerden farklı olarak bu kez kahramanların dengesiz, sorunlu kişiler olması. Karısını iş arkadaşıyla yakaladıktan sonra adamı öldüresiye dövmüş ve psikiyatri kliniğine kapatılmış Pat (manik depresif bozukluk olarak da bilinen) bipolar ya da iki uçlu duygusal bozukluktan, polis kocasını talihsiz bir kaza sonucu kaybetmiş Tiffany ise şiddetli depresyondan muzdarip. Klâsik güldürülerin burnu havada çiftlerinin aksine yaralı, kırılgan bir o kadar da deliler.

Russell bu alışılmadık dengesiz çiftin hikâyesine uyum sağlayan ve önceki filmlerinden aşina olduğumuz omuz kamerası, hızlı geçişler ve son jeneriğinde bazı sinema yazarı dostlarımızı ayağa kaldırıp dansettiren ritmik müzik kullanımı eşliğinde dinamik bir anlatım tutturmuş. Ama asıl marifeti bu tür güldürülerin yapıtaşı olan mükemmel işleyen senaryosunda. Ülkemizde Feniks Yayınları’ndan çıkan Matthew Quick’in çok satan kitabından uyarlanan senaryo bizzat Russell’in kaleminden çıkma.

Russell orta sınıf Amerikan ailesini anlatmayı iyi bilen yönetmenlerden. 2010’da iki başarılı oyuncusuna (Christian Bale ve Melissa Leo) Oscar kazandırmış olan bir önceki filmi ‘Dövüşçü / The Fighter’ aile dayanışması üzerineydi. ‘Umut Işığım’ın sorunlu çifti de huzuru yine deli dolu ancak esirgeyen sıcak aile ortamında buluyor. Cadılar Bayramı ile başlayan Şükran Günü ve Noel kutlamalarıyla devam eden yıl sonu etkinliklerinin masalsı atmosferiyle uyumlu bu belki çok Amerikan öykünün ‘kendini iyi hissetmek isteyenlere’ iyi geleceği muhakkak. Hele drama ile komedinin tam kıvamında dengelendiği filmin oyuncu kadrosu da mükemmel olursa.

Anne’de ‘Animal Kingdom’dan daha farklı anaç karakteri yine gözleriyle oynayan harika Jacki Weaver, baba’da uzun yıllar sonra klâasına çok yakışmış bir kompozisyonda döktüren futbol ve Eagles delisi Robert De Niro, bipolar Pat’de dokunaklı yorumuyla Bradley Cooper çok iyiler. Ama filmin esas kahramanı mutsuz ve dengesiz Tiffany’de harikalar yaratan Jennifer Lawrence. İki yıl önce ilk başrolünü oynadığı ve Oscar adayı olduğu bağımsız yapım ‘Gerçeğin Parçaları / Winter’s Bone’ ile hayranlığımızı kazanan Lawrence, bu bağımsız yapımın ardından büyük stüdyo filmi ‘Açlık Oyunları / The Hunger Games’ ile genç seyirci ikonlarından biri oldu. Ancak bununla yetinmeyerek bu filmde olduğu gibi farklı kompozisyonlarla gönüllerimizi fethetmeye devam edecek gibi duruyor. Sırf Meryl Streep ışığı taşıyan bu gencecik yeteneği izlemek için bile seyredilir ‘Umut Işığım’.

(04 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Takıntılı İnsanlardan Bir Güldeste

Umut Işığım (Silver Linings Playbook)
Yönetmen-Senaryo: David O. Russell
Roman: Matthew Quick
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Masanobu Takayanagi
Oyuncular: Bradley Cooper (Pat Jr), Jennifer Lawrence (Tiffany), Robert de Niro (Pat), Julia Stiles (Veronica), Jacki Weaver (Dolores), Chris Tucker (Danny), Anupam Kher (Dr. Cliff), John Ortiz (Ronnie), Shea Whigham (Jake), Paul Herman (Randy), Brea Bee (Nikki)
Yapım: Weinstein (2012)

“Üç Kral” savaş-macera filmiyle tanınan David O. Russell’ın, içinde mizah olan “Umut Işığım” filmi, depresyon hallerindeki insanlara az da olsa ışık gönderiyor. İnsanın küçük de olsa amacı olmalı ve gelen aşka kapısını açmalı.

Bu film, 1973 doğumlu Amerikalı yazar Matthew Quick’in aynı adlı ilk romanından uyarlanmış. Roman ülkemizde Feniks Kitap’tan “Umut Işığım” adıyla 2012’de çıktı. UIP’nin iyi taraflarından biri eleştirmenleri kitapsız bırakmaması. 2012 yapımı “Silver Linings Playbook-Umut Işığım” filmi, ruhen dibe çökmüş, depresyona düşmüş ve sekiz aydır akıl hastanesinde yatmış Patrick “Pat” Solitano’nun hayatından küçük bir hikâye. Bu filmdeki mizaha kadınlar daha çok gülüyor. Hem de salonu kahkahalara boğarak. Kendimizi zorlasak da gülmemiz sırıtmadan öteye geçemedi. Pat’in babası Patrizio “Pat” Solitano, Amerikan futbolunun, Philadelphia Eagles’ın öyle fanatiği ki (bizim Cimbom tutkumuzu aşıyor), maçta kavga çıkarmış ve bu yüzden emeklilik şansını kaybetmiş. Ailesinin bahislerle geçindiriyor. Tek hayali restoran açmak. Baba Pat, kendi evinde bahisçi arkadaşı Randy’yle televizyondan maçları izleyip bol bol bahis oynuyorlar. Evin annesi Dolores Solitano da bol bol yemek yapıp duruyor. Genç Pat’in hastalığına “bipolar bozukluğu” deniliyor. Yani bir tür manik depresyon bu. Okulda yedek öğretmenlik yapan Pat, akıl hastanesine düşmeden önce bir gün eve zamansız geldiğinde o büyük sarsıntıyı yaşıyor. Evin içinde Stevie Wonder’ın söylediği tatlı bir şarkı “My Cherie Amour”, öğretmen karısı Nikki de banyoda. Banyo kapısını açtığında duşun altında “Nirvana”ya çıkmış karısının mutlu anını gören Pat, duşa girecekken bir adamı, bir öğretmen banyoda fark ediyor. Akıl hastanesinde aylarca yatan Pat’in en büyük takıntısı Nikki. Bu bir aşk mı, yoksa başka bir şey mi? Pat’in Nikki’ye yaklaşması da yasak. Mahkeme onu serbest bırakırken bu yasağı getirmiş. Psikiyatrist Cliff Patel’in seanslarına da katılması gerekiyor. Pat, Nikki’nin çocuklara okuttuğu kitapları da analiz yapmaya başlıyor. Ernest Hemingway’in I. Dünya Savaşı’nda geçen “Silâhlara Veda” romanını sanki pembe romanmış gibi değerlendirip insanı geriyor Pat. Bununla yetinmiyor, John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” romanına da dil uzatıyor. Biz bunu yazar olmaya çabalayan Matthew Quick’in hezeyanları olarak değerlendirdik. Pat’in mahallede en iyi arkadaşı Ronnie, düzen takıntısı olan Veronica’yla evli. Pat, Ronne’nin akşam yemeği davetinde Veronica’nın kız kardeşi Tiffany’yle tanışıyor. O da depresyonun içinde. Kocası trafik kazasında ölmüş. Bu depresyondan çıkmak için bütün yoğunluğunu dansa vermiş Tiffany. Pat’i de yanına çekmeye çabalıyor. Tiffany öyle ısrarcı ki, Pat kendne doğru gelen bu aşka fazla direnemiyor ve mutlu sonla aşk kazanıyor. Gerçek hayatta da hep böyle olsa.

Rocky’nin şehri Philadelphia’dan…

Yönetmen David O. Russell, 1958’de New York’ta doğdu. Yönetmen, 1991’deki Körfez Savaşı’nda geçen 1999 yapımı hiciv yüklü “Three Kings-Üç Kral” filmiyle biliniyor daha çok. 1996’daki “Flirting with Disaster-Tatlı Bela ile Flört”, 2004’teki “I Heart Huckabees-Tesadüfler” ve 2010’daki iki Oscarlı “The Fighter-Dövüşçü” spor biyografisi de ülkemizde vizyona çıkmıştı. Yönetmen, “Umut Işığım” filminde hafif el kamerası kullanmış çoğunlukla. Sarsıntılı kamera, Pat’in içindeki fırtınayla buluşmuş. Film sinemaskop çekilse de yönetmen dar açılarla Pat’le Tiffany’nin sıkıştırılmışlığını görselleştirebilmiş. 1990 doğumlu Amerikalı oyuncu Jennifer Lawrence’ı, ilk Debra Granik’in 2010 yapımı “Winter’s Bone-Gerçeğin Parçaları” filmiyle fark ettik. Sonra Garry Ross’un 2012 yapımı bilimkurgusu “The Hunger Games-Açlık Oyunları” geldi. Genç oyuncu, birbiri ardına filmlere yüzünü ödünç veriyor ve yüzünü eskitiyor sanki. Pat’i oynayan Bradley Cooper, 1975’te doğduğu şehir Philadelphia’da hayli rahat. Adı bile koca Robert de Niro’nun üzerinde yazılmış. Evet De Niro… Sinemanın ağır işçisi ve binbir surat o. Martin Scorsese’nin filmlerini adadığı büyük oyuncu. Sergio Leone’nin 1984 yapımı gangster destanı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika” filminde unutulmaz “Noodles” oldu. Oscar kazandığı Scorsese’nin 1980 yapımı siyah-beyaz “Raging Bull-Kızgın Boğa” boks filmi, “Taxi Driver-Taksi Şoförü” ve “Bir Zamanlar Amerika” filmleri de sinema tarihine geçti. “Umut Işığım” filmi, ağırlıklı olarak Pensilvanya’nın Philadelphia şehrinde geçiyor. Philadelphia, biliyorsunuz muhteşem Rocky Balboa’nın şehri. 1976 yapımı “Rocky” filmi Oscarlar kazandıktan sonra bu kadim şehir sanki birdenbire keşfedildi. 1970’lerde, işsizliğin ve umutsuzluğun dibe vurduğu bu şehre Rocky Balboa hayat getirdi. Turizm patladı ve şehrin ekonomisi düzeldi. Eğer bu şehre giderseniz, 1970’lerde işsiz insanların ucuza karınlarını doyurdukları sosisli sandviçlerinden de tatmanız gerek. Bir film bir şehrin kaderini değiştirebilir mi? Evet değiştirebilir. Eğer o film “Rocky” gibi modern klâsik olursa. Philadelphia, Sylvester Stallone’a her daim minnettar. Öyle ki, şehre Rocky Balboa’nın heykelini bile diktiler. Filmde Bob Dylan ve Johnny Cash’in beraber söyledikleri “Girl from the North Country” şarkı da duyuluyor. Yeni yılda aşkla çoğalsın insanlar…

(03 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

2012 Yılının En İyi On Filmi

2012 yılı çok sayıda iyi film izlemenin keyfini yaşadığımız, sinema açısından hayli bereketli bir yıldı. Sinema sezonu yıl bitiminde sona ermiyor kuşkusuz, ancak her yazardan geleneksel bir değerlendirme ve en iyiler listesi vermesi beklenir.

2012 yılı içinde izlediğim en iyi 10 film sırasıyla şunlardır:

1- THE MASTER / PAUL THOMAS ANDERSON

Anderson’ın altı numaralı opus’u, tüm yapıtı boyunca izini sürdüğü erkeklik halleri ve iktidar ilişkileri üzerine hayranlık uyandırıcı bir sinema deneyimi, çağdaş sinemanın önemli başyapıtlarından.

2- HOLY MOTORS / LEOS CARAX

Fransızların asi çocuğu Carax’ın 13 yıllık aradan sonra çektiği uzun metrajlı son filmi sinemanın geçmişine ve oyunculuk sanatına yaman bir ağıt, yenilikçi bir deneysel sinema örneği.

3- ALPLER (ALPEIS) / GIORGOS LANTHIMOS

Yunanlı ustanın ‘Köpek Dişi’ ve ‘Attenberg’den sonra çektiği üçlemeyi tamamlayan son filmi, iktidar ilişkileri üzerine sıra dışı bir gözlem. Geçtiğimiz 31. İstanbul Film Festivali’nin en iyilerindendi.

4- AŞK (AMOUR) / MICHAEL HANEKE

Bu yıl birçok sinema yazarının listesinde yer alması beklenen, Haneke’nin aşk ve ölüm üzerine mesafeli olduğu ölçüde dokunaklı son başyapıtı.

5- FAUST / ALEKSANDR SOKUROV

Rus ustanın Goethe’nin yapıtına kendi penceresinden bakışı sinemanın son dönemdeki en yaratıcı örneklerinden.

6- DÜŞLER DİYARI (BEASTS OF THE SOUTHERN WILD) / BEHN ZEITLIN

Sundance şenliğindeki ilk gösteriminin ardından ünü çığ gibi yayılan, şaşırtıcı. hatta devrimci nitelikte bir ilk film. İlk kez 11. Filmekimi’nde gösterilen film Ocak ortasında vizyona giriyor.

7- ELENA / ANDREY ZVYAGINTSEV

‘Dönüş’ ve ‘Sürgün’ün usta yönetmeninin günümüz Rus toplumundaki sınıf ilişkilerinden yola çıkan kara filmi, çağdaş insanlık durumu üzerine etkileyici bir evrensel anlatıya dönüşüyor.

8- ACI (PIETA) / KIM KI-DUK

Uzun bir inzivanın ardından Güney Kore’li yönetmenin parlak dönüşü. Kendine özgü dünyasını bu kez bir ana oğul ilişkisi çerçevesinde kurmuş, sonuç mükemmel.

9- YUKARDAKİ ÇOCUK (L’ENFANT D’EN HAUT) / URSULA MEIER

İsviçre’deki lüks kayak merkezinin konuklarıyla yamacın dibindeki kasaba sakinleri arasındaki sınıf ilişkilerini ‘Metropolis’ göndermesiyle aktaran yılın önemli filmlerinden. Ocak ayında İstanbul Modern’de yeniden gösteriliyor.

10- MASUM CUMARTESİ (V SUBBOTU) / ALEKSANDR MINDADZE

Çernobil faciası üzerine izleyiciyi nefessiz ve çaresiz bırakan bir deneme. Etkileyici sinema diliyle 11. İf İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin en çarpıcı filmlerindendi.

Film sayısını 10 ile sınırladığım için beğenimi kazanan birçok filmi liste dışı bırakmak zorunda kaldığımı vurgulamak isterim.

2013’te heyecan verici yeni filmlerle birlikte olmak dileğiyle tüm sinemaseverlere mutlu yıllar diliyorum.

(29 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Romandan Beyazperdeye Pi’nin Yaşamı

Soluk soluğa okuduğunuz, elinizden bırakamadığınız bir romanın beyazperde uyarlamasını izleme öncesinde ruh haliniz ne durumdadır. Bir yandan merak edersiniz, öte yandan hayal kırıklığına uğramaktan korkarsınız. (Hele bir de aynı günlerde içi boşaltılmış bir ‘Anna Karenina’ uyarlaması izlemişseniz). Yönetmen koltuğunda Ang Lee’nin oturması rahatlatıcıdır gerçi. ‘Dikkat, Şehvet (Lust, Caution)’ın yeri bir başkadır ama Çin asıllı ustanın bütün filmlerini seversiniz.

Yann Martel’in Booker ödüllü romanına büyük ölçüde sadık bir uyarlama izlediğimiz. Kitabın deniz kazası öncesini kapsayan ve ergenlik dönemindeki Hintli kahramanımız Piscine Molitor Patel’in (kısaca Pi) yaşamı ve evreni kavrama yolundaki farklı dinlerle olan alışverişini içeren ilk üçte birlik kısmı neredeyse bölüm atlamadan aktarılmış. Genç Patel doğuştan Hindu dinine mensuptur, ancak diğer inanç sistemlerine de açıktır. Vishnu kadar İsa’nın öğretisine de değer verir, daha sonra İslâm’la tanışır. Dinin batıl inançtan başka bir şey olmadığını savunan bilimsel düşünce adamı baba Patel oğlunu eleştirir, alay konusu yapar ama dinsel yönelimine mani de olmaz. Farklı dinsel öğretileri bir inanç potasında eritmiş genç Patel’in hikâyesi asırlardan beri süregelen ve halen günümüzde tüm şiddetiyle devam etmekte olan dinsel hoşgörüsüzlüğe, dinsel ötekileştirmeye esaslı bir karşı duruştur. Lee filmin ilk yarısında bunu iyi değerlendirmiş.

Filmin ikinci bölümü, Pasifik’teki şiddetli fırtınada trajik bir biçimde batan yük gemisinde ailesini yitiren genç Patel’in yaşam mücadelesi üzerinedir. Sığındığı filikanın davetsiz misafiri erişkin bir Bengal kaplanıdır. Dolayısıyla Patel sadece açlık ve susuzlukla değil korkuyla da mücadele edecek, nam-ı diğer Richard Parker ile bir güç ve iktidar savaşına girişecektir.

Filmin okyanus ortasında geçen bundan sonraki bölümü 3D teknolojisinin de katkısıyla görkemli bir biçimde anlatılmış. Başta Bengal Kaplanı olmak üzere tüm vahşi hayvanlar ve deniz yaratıkları bilgisayar marifetiyle yaratılmış. Geçmişin Moby Dick’i, hatta daha yakın Jaws gibi örnekler düşünüldüğünde sinema teknolojisinin ulaştığı nokta göz kamaştırıcı. Lee’nin zaman zaman bu 3D ihtişamına kapıldığını ya da büyük stüdyo (Fox) yetkililerinin talebiyle National Geographic tarzı çekimlere itibar ettiğini görüyoruz. Romandaki çok daha sert bölümler ise muhtemelen PG-13 sınıflandırması (13 yaşından küçükler aile büyükleriyle izleyebilir) alabilmek için yumuşatılmış. Bütün bunlar filmin, Patel’in yedi ay gibi uzun bir süre zarfında ne denli insanlıktan çıktığını, yaşam mücadelesinde ne denli vahşi bir hayvana dönüştüğünü yansıtmaktan hayli uzak kalmasına neden olmuş.

Sonuç olarak, ‘Pi’nin Yaşamı’ Ang Lee’nin en iyi filmlerinden biri değil. Ancak görkemli 3D kullanımı ve inançlar üzerine hoşgörülü mesajıyla ilgiyi hak ediyor. Salondan çıktıktan sonra bile kulağımızdan gitmeyen Mychael Danna’nın Hint ezgileriyle bezeli Altın Küre adayı enfes müzik çalışması da cabası.

(29 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yeni Başlayanlar İçin Anna Karenina

Günümüzün popüler İngiliz yönetmenlerinden Joe Wright’ın edebiyat uyarlamalarını sevdiğini biliyoruz. Kendi kültüründen Jane Austen uyarlaması ‘Aşk ve Gurur / Price and Prejudice’ ile yaptığı ilk çıkışına edebiyat çevreleri pek yüz vermese de, film Keira Knightley’nin de yıldızını parlatan hafif, sevimli bir denemedir. II. Dünya Savaşı’nın yakan kavuran atmosferinde ziyan olmuş bir aşkın hikâyesini anlatan çok daha mütevazi Ian McEvan romanından, Christopher Hampton imzalı senaryo ile çektiği ‘Kefaret / Atonement’ ise kanımca en başarılı çalışmasıdır.

Wright bu defa çok daha büyük bir lokmaya, Lev Tolstoy’un nehir romanlarından Anna Karenina’ya el atmış. Geniş hacimli edebiyat başyapıtlarını sinemaya uyarlamanın zorluğu, sinema tarihi boyunca bu konudaki denemelerin genellikle hayal kırıklığı ile sonuçlandığı malûm. Benzer bir durum Anna Karenina için de geçerli. Star sisteminin güdümündeki Hollywood’da Greta Garbo (1935) ve Vivien Leigh (1948)’nin baş kadın kahramanı canlandırdığı uyarlamalar sıradan melodramlardır. Sovyetler Birliği döneminin 1967 tarihli uyarlaması, çok yerinde bir oyuncu seçimine -Karenina’da benzersiz Tatiana Samoilova, Vronsky’de Vasili Lanovoy- rağmen ruhsuz ve donuk bir çalışmadır. İngiliz asıllı Bernard Rose’un Karenina’ya hiç yakışmamış Fransız Sophie Marceau ve uluslararası bir oyuncu kadrosu ile kotardığı daha yakın tarihli (1997) denemesi yine bu çok katmanlı eserin hakkını vermekten uzaktır, ancak bu kez romanda Tostoy’un alter ego’su konumundaki Konstantin Dmitriyeviç Levin karakterinin daha kapsamlı bir biçimde değerlendirilişi ile dikkatleri çeker.

Wright, Rusya’daki mekânlarda çekim yapmanın yüksek maliyetini hesaba katarak hikâyenin önemli kısmını bir tiyatro sahnesine taşımış. Seyirci koltukları kaldırılmış, tüm alan -sahne arkası ve sofita bölgesi de dahil olmak üzere- tiyatro sahnesi olarak değerlendirilmiş. Bu tercihte ebeveynlerinin işlettiği bir kukla tiyatrosunda büyümüş olması denli, tiyatroyu 19. yüzyıl sonları Rus İmpatorluğu’ndaki toplumsal hayatın metaforu olarak kullanma isteği etkili olmuş. Tiyatroyu bir sanat formu ve temaşa sanatı olarak hep küçümsemiş Tolstoy’un eseri için aslında hayli ironik bir seçim. Ancak sınıflararası derin eşitsizlikle içten içe kaynayan devrim öncesi Rusya’sında jet sosyetenin Batı Avrupalılara -özellikle Fransızlara- öykünmesinden, toplumsal hayatın herkese biçilen roller doğrultusunda bir tiyatro dünyasına benzeşmesinden yola çıkıldığında, yönetmenin buluşu hiç de fena sayılmaz. Dönemle bağlantılı sahne tasarımları, kostüm ve diğer ayrıntılar üzerine sohbet ettiğimiz tarihçi dostların da takdirleri doğrultusunda son derece başarılı. Döneme İngiliz dokunuşu kusursuza yakın olan film özellikle bu açıdan izlenmeye değer.

Wright’ın tüm bir detay zenginliği, tiyatro ve dans figürleriyle başdöndüren bu bir çeşit şarkıların olmadığı müzikâl formülü özellikle başlarda güzel işliyor. Tutkunun bacayı sardığı Dario Marianelli’nin enfes müziğiyle desteklenmiş o ünlü balo sahnesinde örneğin. Kitty’den red yanıtı alan Levin’in hayal kırıklığıyla baloyu terk ederek karlar altındaki köyüne dönüşünde olduğu gibi, kapalı mekânlardan doğaya dönüş bölümleri de iyi kotarılmış. Finaldeki sahne dışına taşmış kır tablosu da öyle. İtirazım oyuncu seçimine. Ne ağdalı İngilizce aksanı ve bildik mimikleriyle Keira Knightley’yi Anna Karenina, ne de ‘Alacakaranlık / Twilight’ serisinden fırlamışa benzeyen yakışıklı yeniyetme Aaron Taylor-Johnson’ı Vronsky olarak benimsemek kolay değil. Bu durum ikili arasındaki derin tutkunun perdeye yansımasını büyük ölçüde engelliyor.

Peki, Tostoy’un aralarında Orhan Pamuk’un da bulunduğu birçok yazar tarafından dünya edebiyatının en kusursuzu, en mükemmeli olarak kabul edilmiş romanı nerede diyorsanız, onu bu filmde aramayınız. Pamuk’tan alıntıyla eserin ‘evet, işte hayat böyle bir şey!’ dedirten zenginliğine nüfuz edebilmeyi düşünmeyiniz. Bunun için yapmanız gereken şey romanı okumak.

Wright’ın gösterişli barok uyarlaması bu haliyle -Baz Luhrmann’in ‘Romeo ve Juliet’i gibi- popüler oyuncularıyla daha çok genç izleyiciyi cezbetmeye yönelik bir çeşit ‘Yeni Başlayanlar İçin Anna Karenina’ görünümünde.

(28 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hangi Hikâyeye İnanmak İstiyorsunuz?

Pi’nin Yaşamı (Life of Pi)
Yönetmen: Ang Lee
Roman: Yann Martel
Senaryo: David Magee
Müzik: Mychael Danna
Görüntü: Claudio Miranda
Oyuncular: Suraj Sharma (Genç Pi Patel), Irrfan Khan (Pi Patel), Rafe Spall (Yazar), Ayush Tandon (Çocuk Pi Patel), Adil Hussain (Santosh Patel),Tabu (Gita Patel), Mohd Abbas Khaleeli (Çocuk Ravi Patel), Vibish Sivakumar (Genç Ravi Patel), Shravanthi Sainath (Anandi), Gérard Depardieu (Aşçı)
Yapım: Fox 2000 (2012)

Tayvanlı usta Ang Lee’nin Yann Martel’in romanından çektiği “Pi’nin Yaşamı”, fantastik macera sinemasında heyecan verici filmlerden. Üç boyutlu film, Pi’nin muhteşem macerasını beyazperdeye yansıtıyor.

Bu film, adı Piscine Molitor Patel olan Pi’nin trajik macerası. Bu ad ona Fransa’daki bir havuzdan geliyor. Amca dediği yüzmede usta aile dostlarından bu havuzu çok sevmiş ve Pi’nin babasına oğluna bu adı ver demiş. Paris’in 16. bölgesinde 1929’da açılmış bu eski havuz 1989 yılında kapatılmış. Tayvanlı usta Ang Lee, 2012 yapımı üç boyutlu “Life Of Pi-Pi’nin Yaşamı” filmini 1963 doğumlu Kanadalı yazar Yann Martel’in aynı adlı romanından uyarlamış. Yazar,“Pi’nin Yaşamı” fantastik macera romanıyla 2002 yılında “Man Booker Ödülü” kazanmıştı. Bu roman, Inkılâp Kitabev’nden 2012 yılında bizde de çıktı.

Pi’nin inanılmaz macerası…

Şimdi evli ve çocukları olan Pi’nin maceraları, ilhamını kaybetmiş yazarın ilgisini çekmiş. Filmdeki yazarın Yann Martel olduğunu düşünün. Babası Santosh, devletin arazisine hayvanat bahçesi açmış. Çocukken onun tüm derdi tuhaf adı. Okuldaki öğrenciler, “Piscine” adından lâkaplar ortaya çıkarınca o da Pi sayısıyla kendini savunuyor. Öyle ki, matematikte dahiliğe bile yükseliyor ve sonunda itibarını alıyor. Artık adı Pi. Doğunun Fransız Rivierası Pondicherry’de yaşıyorlar. Burada Fransız etkisi de var. Çocuk Pi, tesadüfen girdiği Katolik kilisesinde başka Tanrıların ve inanışların da olduğunu keşfediyor. Önce Hıristiyan oluyor, sonra Müslüman, ardından Yahudi. Aslında neyi keşfederse ondan oluyor Pi. Müslümanların da Tanrı’ya Allah dediklerini de öğreniyor gecikmeden. Ailesinin diniyle beraber tam dört inanışı olan Pi, bu dört inanışın da gereklerini yerine getiriyor kendince. Hindistan’daki inanışlarda 33 milyon Tanrı varmış. Yani 33 milyon defa suçluluk duygusu. Tek Tanrılı dinlerdeyse hiç olmazsa bu kadar çok suçluluk duygusu olmadığını düşünüyor. Zaman geçiyor. Biraz büyüyor. Aşkı da keşfediyor Pi. Müzik dersinde onu, Anandi’yi keşfediyor. Kalbi hızla atıyor. Sonra onunla konuşma cesareti buluyor. En azından kız ona bu cesareti veriyor. Ama kader diye bir şey var ve Pi trajedisine yol alıyor. 1978 yılı geldiğinde babası, artık Hindistan’ı terk edip Kanada’ya yerleşmeleri gerektiğini söylüyor. Tsimtsum adlı Japon yük gemisiyle Patel ailesi hayvanat bahçesindeki hayvanlarla Kuzey Amerika’ya, Kanada’ya doğru Pasifik’ten yola çıkıyorlar. Onca hayvana bakmak elbette zor. Geminin aşçısı da kötü biri. Ama daha da kötü plân gecikmiyor. Pasifik’in yani Büyük Okyanus’ta dünyanın en derin yeri “Mariana Çukuru” (Challenger Deep) var. Gemi buradan geçerken ürkütücü bir fırtına kopuyor, gemi batıyor ve Pi dışında insan kurtulamıyor. Filikada sadece Pi, zebra, sırtlan ve Bengal kaplanı, sonra gelen bir maymun koca gemiden geriye kalanlar. Pi, çocukken Bengal kaplanıyla arkadaş olmayı denemişti safça. Şimdi okyanusun ortasında yırtıcı hayvanlarla ölüm dansı başlıyor Pi’nin. Kaplan, diğer hayvanları beslenme zincirine takıyor. Sırada Pi mi var? İnsan zekâsı ve düşünce derinliği bu vahşi doğada ortaya çıkıyor ve ölüm dansı karşılıklı saygıya dönüşüyor. Filmi seyrederken inanılmaz anların ve mücadelelerin yaşanmasını seyrederken gerçekten heyecanlanıyorsunuz. Bunda filmin üç boyutlu olmasının da katkısı var. Pi’nin ve kaplanın, mirketlerin (meerkat), yani çöl farelerinin ormanındaki anlar muhteşem. Sonunda Atlantik’te, yani Atlas Okyanusu’nda kurtuluyorlar. Meksika kıyılarında kaplan arkasına bakmadan ormana dalıyor. Bu durum Pi’nin kalbini kırıyor. Bunca zaman beraber olup kaplanın hoşçakal bakışı yapmaması hüzünlendiriyor Pi’yi. Japon sigortasından memurlara neler olduğunu anlatsa da inanmıyorlar. Gerçeği istiyorlar. Pi, onlara başka bir hikâye anlatıyor. Filmi seyrederken, Pi’nin, fırtına patladığı anları anlatan hangi hikâyesine inandınız? Macera dolu olana mı, yoksa gerçekçi gibi durana mı? Ama ikisinde de trajedi var. Birden Akira Kurosawa ustanın 1950 yapımı siyah-beyaz “Rashomon-Raşomon” filmini düşünüyorsunuz. Dört kişiden hangisi gerçeği söylüyordu? Ang Lee’nin filminde anlatan bir kişi ama. Tek gerçek olsa da, yine de gerçeklik bakış açılarına göre değişiyor.

Filmin görselliği gerçekten büyüleyici. Hindistan kadar büyüleyici. Hindu mitolojileri kadar yaratıcı. Pasifik’teki anları perdede üç boyutlu yaşamak gerek. İnsan o anların içindeymiş gibi hissediyor. Müzikler de muhteşem. 1954 doğumlu Tayvanlı Ang Lee, Hollywood’a damga vurmuş yönetmenlerden. 1995’teki “Sense and Sensibility-Aşk ve Yaşam”, 1997’deki “The Ice Storm-Buz Fırtınası”, 2000’dek dört Oscarlı “Wo hu cang long-Kaplan ve Ejderha”, 2005’teki üç Oscarlı “Brokeback Mountain-Brokeback Dağı”, 2007’deki Venedik’ten “Altın Aslan” kazanmış “Se, jie-Dikkat, Şehvet” filmleri gerçekten sinemada önemli yerdeler. 1962’de Michigan’da doğan David Magee, Marc Forster’ın 2004’teki “Finding Neverland-Düşler Ülkesi” ve Bharat Nalluri’nin 2008’deki “Miss Pettigrew Lives for a Day-Öyle Bir Gündü ki” filmlerine de senaryo yazmıştı. 1962 doğumlu Hintli oyuncu Irrfan Khan’ı ilk, Mira Nair’in 2006 yapımı “The Namesake-Adaş” filmiyle tanıdık. Sonra da gerisi geldi. Hollywood bu iyi oyuncuyu kendi sularına çekti. Yeni Delhi’de 1993’te domuş Suraj Sharma, Bengal kaplanıyla beraber filmi tek başına sırtlanmış.

(27 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İnsana İlham Veren Büyük Aşk

Aşk (Amour)
Yönetmen-Senaryo: Michael Haneke
Görüntü: Darius Khondji
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant (Georges), Emmanuelle Riva (Anne), Isabelle Hupper (Eva), Alexandre Tharaud (Kendisi), William Shimell (Geoff)
Yapım: Wega-Films du Losange (‘2012)

Michael Haneke’nin alttan alta “buzullaşma” filmlerinin ruhunda dolaşan “Aşk”ta iki yaşlı insanın bir hastalık karşısında birbirine destek olması anlatılıyor. Baştan sona bir iç mekânda geçen film yer yer insanın zihnini karıştırıyor.

Ön jenerikten sonra film, itfaiyecilerin ve polislerin, dairenin kapısını kırışıyla açılıyor. İnsan ölüsünün kokusu apartmanı sarmış. Polis, yatak odasında yaşlı bir kadının cenazesiyle karşılaşıyor. Ardından film, Champs-Elisées’deki konser salonunda Alexandre Tharaud’nun Schubert resitaline gidiyor. Resitali gerçekleştiren Alexandre Tharaud. Yönetmen sahneden seyircileri gösteriyor sadece. Orada da Georges ve Anne var. Georges ve Anne, seksenli yaşlarında emekli müzik öğretmeni çift. Geçmişte öğrencileri olan, şimdi ünlü bir piyanist Tharud’ya Beethoven’ın “Bagatelle, Opus 126-No. 2” piyano parçasını çalması için teşvik etmişler. Bu Alexandre için hayatının dönüm noktası olmuş. Paris’te 1968 yılında doğmuş piyanist Tharaud, Fransa’nın önemli müzisyenlerinden. Filmde Schubert ve Bach’ın piyano için besteledikleri tınıları da duyuluyor sıkça. Michael Haneke’nin, Paris’te geçen 2012 yapımı “Amour-Aşk”, baştan sona bir iç mekân filmi. Paris, sadece pencereden göründüğü kadar yansıyor.

Aşka fedakârlık gerek…

Konserden sonra gece eve dönen Georges ve Anne. Georges, dairenin kapısının kırık olduğunu fark ediyor. Bu anda insanın zihnine bir kuşku düşüyor. Sabah olduğunda mutfakta kahvaltı yapan yaparken, Anne birden hareketsiz kalıyor. Georges onunla ilgilenirken yine birden Anne kendine geliyor. Anne’ın sağ tarafına inme gelmiş. Yavaş yavaş hastalığı kötüleşiyor. Konuşma yetisi varken Anne, Georges’tan kendisini hastaneye yatırmamasını istiyor. Belki de en büyük korkusu bakımevine yatmak ve orada ölmek. Georges, on yıllarca beraber olduğu karısı Anne için bir insanın katlanabileceği yere kadar fedakârlık yapıyor. O da bir yaşlı. Bu iki insanla beraber olurken bu büyük bir aşkı da yaşıyorsunuz. Eski insanların tutkusu ve paylaşımı gerçekten ilham verici. Günümüzde kaybolan aşkı ararken, onların on yıllarca sürmüş aşkı insanı etkiliyor. Georges, hayatının büyük bölümünde beraber olduğu eşine, saygı ve sevgiyle bakıyor. Onun yaşadığı acıyı her gün görmek, kederden daha keder verici. Ama, sonunda Georges’un yaptığı haklı görülebilir mi? Bu bir suç ve cinayet değil mi? Filmin derinliğinde dolaşırken, izlediğiniz bu film izlediğinizi sandığınız film olmayabilir. Haneke, filminin bazı anlarında seyircilere bunu hissettiriyor. Haneke’nin “Aşk” filmini seyrederken, Andrey Tarkovski ruhu yaşayan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in Venedik’te “Altın Aslan” kazmış 2003 yapımı “Vozvrashcheriye-Dönüş” filmini hatırladık. Zvyagintsev’in filminde görülenler gerçek miydi, yoksa küçük Vanya’nın zihninde yaşadıkları mıydı? Zvyagintsev de, filminin birkaç anında seyircinin zihnini bulandırıyordu. Michelangelo Antonioni ustanın 1966 yapımı “Blow-Up-Cinayeti Gördüm” filmini düşünün. Fotoğraf sanatçısı Thomas, Londra’daki Maryon Park’ta rastlantıyla iki sevgilinin fotoğrafını çeker. Genç kadın negatifleri ondan almak için çabalar. Thomas bundan şüphelenir ve fotoğrafları büyütür. İlk anda gördüğü orada bir ceset olduğu. Fotoğrafı büyüttükçe gerçeklikten uzaklaşır ve ceset sandığı şeyin hiçbir şey olduğunu fark eder. Bir hiçlik ve boşluk. Antonioni, “Cinayeti Gördüm” filminde, gerçekliğin yanılsamasını yaratıyordu. Zihin bulandıran Haneke de bunu yapabilir seyirciye. Georges’un, daireye giren güvercinle ilişkisi, insana Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiirini hatırlatıveriyor. Şiirde kuzgun bir tek şey söylüyordu: Bir daha asla… “Aşk” filminde olduğu gibi. Georges ve Anne’ın Eva adında evli kızları da var. Eva, anne-babasından çok kendi sorunlarıyla ilgileniyor. Çağımızın tuhaf bencillği üzerine çökmüş. Filmin girişi ve son bölümler zihninizi hayli karıştıracak. Haneke bazı anlarda aralarda Georges’un yalnızlığını hissettiriyor. Notlar tuttuğu sahneyi düşünün. Hatta yanında insanlar olduğunda bile. Zihinsel bulanıklığın içinde kıvranıyorsunuz. Bu film, ustanın “buzullaşma” filmlerinin içinde yer alıyor. Gri mavisi soğukluğunda ve trajik. Bu film, gerçeküstücü kıyılarında dolaşan dışavurumcu bir film.

Haneke, 2009 yapımı siyah-beyaz “Das Weisse Band-Beyaz Bant” filmyle Cannes’da “Altın Palmiye” kazanmıştı. Haneke, “Aşk” filmiyle de ikinci defa “Altın Palmiye”nin sahibi oldu. Haneke, 2005’teki “Caché-Saklı” filmiyle Cannes’da yönetmen ödülünü de almıştı. Haneke’nin, televizyon için çektiği ama sinemalarda da gösterime çıkmış 1997 yapımı “Das Schloss-Şato” filmini sinemaseverlere öneriyoruz. Haneke’nin Kafka’dan uyarladığı filmde, gri soğukluk içinde soyut faşizmin sindiren baskısını her taraftan hissediyorsunuz. 1930 doğumlu oyuncu Jean-Louis Trintignant, Fransız sinemasının büyüklerinden. Costa-Gavras’ın Yunanistan’daki cuntayı anlattığı 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiyle oyunculuğunun üst noktasına çıkmıştı. Bu filmdeki rolüyle Cannes’da oyuncu ödülü de almıştı. Onun, 1966’da Claude Lelouch’un aşka adanmış “Un Homme et Une Femme-Bir Kadın Bir Erkek”, Bernardo Bertolucci’nin 1970’te burjuvazinin faşizmle uzlaşmış ruh hastalığını gösteren “Il Conformista-Konformist”, Pierre Granier-Deferre’in 1973’teki “Le Train-Lekeli Güneş”, Michel Deville’in 1974’teki “Le Mouton Enragé-Çapkın Tilki”, Jacques Deray’in 1975’teki müthiş polisiyesinde Alain Delon’la oyunculuk gösterisi yaptığı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”, Roger Spottiswoode’un 1983’te El Salvador’daki Sandinist devrimine bakan “Under Fire-Ateş Altında”, Krzysztof Kieslowski’nin Fransız bayrağındaki renklerinden yola çıkarak çektiği üçlemesinden 1994’teki “Trois Couleur: Rouge-Üç Renk: Kırmızı” filmlerinde unutulmaz oyunculuklar sunmuştu. 1927’de doğmuş Emmanuelle Riva, en çok Alain Resnais ustanın 1959 yapımı “Hiroshima, Mon Amour-Hiroşima Sevgilim” filmiyle belleklere yerleşmişti. İranlı babayla Fransız anneden olmuş bu kameraman, Darius Khondji, sinemanın büyük kameramanlarından. İç mekânların ruhuna giren kameraman, öncelikle Jeunet-Caro ikilisinin filmlerine sinemaya muazzam fotoğraflar sunmuştu. İç mekânların ruhu için Haneke, Polanski, Bertolucci, Fincher, Allen gibi büyük yönetmenler ondan vazgeçemiyorlar.

(26 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Godard Sinemasının Kadınları

Sinemanın en önemli yaratıcı yönetmenlerinden Fransız Jean-Luc Godard’ın filmlerinde kadınlar gerçek anlamda başrolde. “Serseri Aşıklar” filmiyle başladı bu sinema macerası. Kadınlar, özellikle 1960’lardan başlayarak modern Avrupa’da birer simgeydiler Godard filmlerinde.

Jean-Luc Godard, 1960’larda yerle bir olan refah toplumunun simge yönetmenlerindendi. 1930 yılında Paris’te doğdu. Godard, André Bazin’in Cahiers du Cinéma Dergisi’nde François Truffaut, Claude Chabrol, Eric Rohmer gibi sinema yazıları yazdı. 1955’te, Guy de Maupassant’ın 1886’da yazdığı “Le Signe” (İşaret) hikâyesinden yola çıkarak “Une Femme Coquette-Cilveli Kadın” kısa filmini çekti. Öncesinde Godard, bir baraj yapımı üzerine “Opération ‘Béton’-Beton Operasyonu” belgeselini de yaptı. Bu belgeselde İsviçre’de Avrupa’nın en büyük barajı Grande-Dixence’ın inşaatını anlatıyordu. 1958’de Truffaut’yla beraber senaryosunu yazıp yönettiği “Une Histoire d’Eau-Bir Su Hikâyesi” kısa filmi de var. Eric Rohmer’in senaryosundan çektiği 1959 yapımı “Charlotte et Véronique, ou Tous les Garçons s’Appellent Patrick-Charlotte ve Véronique veya Patrick Adı Verilen Bütün Erkekler” kısa filmini de çekti. İlk uzun filmini çektiği 1960’ta Jean Paul Belmondo’yla “Charlotte et son Jules-Charlotte ve Erkekleri” kısa filmini de yaptı. Bu filmiyle, deneysel ve gerçeküstücü yönetmen Jean Cocteau ustanın 1940’ta yazdığı tek perdelik oyunu “Le Bel Indifférent”e saygı gönderdi Godard. Cocteau’nun 1932 yapımı deneysel “Le Sang d’un Poet-Şairin Kanı” filmi de görülmeli. Godard, Cocteau’dan çok etkilenmiş bir yönetmen.

“Serseri Aşıklar…”

Godard’ın Truffaut’nun hikâyesinden senaryosunu yazıp yönettiği ilk filmi, 1960 yapımı “À Bout de Souffle-Serseri Aşıklar”, Fransız “Yeni Dalga” akımının da çok önemli filmi. Godard bu filminde Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesine de yaklaştı. Filminde, küçük çaplı gangster Michel Poiccard’ı (Jean-Paul Belmondo) anlattı. Amerikalı öğrenci Patricia’ya da aşık. Patricia (Jean Seberg), Michel’in kafasında yarattığı kıza uyuyor muydu? Fonda dinlemeye doyulmaz Martial Solal’ın caz tınılarının ruhta dolaşan müzikleri ve Raoul Coutard’ın muhteşem siyah-beyaz sinemaskop görüntüleri, insanı şaşırtan ve yabancılaştıran kurgusuyla bu film, modern zamanların sarsıcılığını yaşatan bir film. Çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hem gerçek hayat hem de sanat. Görece refah toplumunun sonu geldi ve şimdi şiddet toplumu var. Marsilya’da araba çalan Humphrey Bogart’a tutkulu gangsteri Michel, yolculukta kameraya dönüp seyirciye bir şeyler anlatırken, peşine düşen trafik polisinin yaralanmasına neden oluyor. Plânlar suya düşüyor ve her şey Paris’te bir karabasana dönüşüyor Michel için. Michel, peşindeki polislerden kurtulmak için Patricia’yla İtalya’ya kaçmayı plânlıyor. Ama üniversitede okuyan Patricia’nın da kendi plânları var elbette. Bu filmde anların üzerinde durmak gerekiyor. O görselliğin ve kurgunun da. Patricia’nın dairesinde geçen uzun sahne unutulmaz. Hep kendine uymayan kızlar bulduğunu söyleyen Michel’le Patricia’nın konuşmalarını dinlemeye çabalayan seyirci, kısacık saçlı Patricia’nın güzelliğiyle başı dönüp duruyor. Öncelikle bu sekanstaki konuşmalar birer moloğa dönüşüyordu filmde. Bu, modern zamanların iletişimsizliği belki de.

Michel ve Patricia, kaldırımda bir öne bir geriye yürürken, kamera da aynı biçimde öne ve geriye kayıyordu. Godard bu filminde “sıçramalı kurgu”yu da denemişti. Uzun ve tek bir çekimde, aradan kareler kesilip atılınca görüntüde sıçrama oluyor bu kurguda. Michel, varoluşçu ve entel bir gangster. Patricia’yı “uzlaşmacı” olmakla suçluyor. Patricia, Amerikalı yazar William Faulkner’ın (1897-1962) romanlarını çok beğeniyor. Michel, Faulkner’ı uzlaşmacı bir yazar olduğu için suçluyor. Uzlaşmacılar, sistemle barışık ve amaçlarına ulaşmak için her şeyi kabulleniyorlar. Michel, “ya hep ya hiç” diyor. Onun için, Patricia ve Faulkner aynı. Patricia, kendi hayalleri için Michel’i hayatından çıkartıyor ve polise ihbar ediyor. Michel’in vurulduğu an, Michel sokakta öne doğru yürürken, kamera da onu hiç kesme yapmadan öne doğru kayarak takip ediyordu. Godard, Patricia üzerinden kadınları Makyavelci olarak görüyordu. Coutard’ın, Paris’in ruhunu yansıtan, neredeyse belgesel gibi fotoğrafları da 1960’ların başındaki Paris’i armağan ediyordu sinemaya. Bu film, Hollywood’da B sınıfı olarak değerlendirilen kara filmlere de saygı gönderiyordu bir de. Godard bu filmiyle Berlinale’de yönetmenlere verilen “Gümüş Ayı” ödülünü de almıştı.

“Küçük Asker…”

Godard’ın 1960 yılında çektiği Cezayir Savaşı üzerine ikinci filmi “Le Petit Soldat-Küçük Asker”, 1963’e kadar Fransa’da yasaklı film oldu. Bu filme, sonradan eşi olacak Danimarkalı oyuncu Anna Karina, Michel Subor’la başrolü paylaştı. Asıl adı Hanne Karin Blarke Bayer olan 1940 doğumlu Anna Karina, 1960’lardaki Godard sinemasının en önemli parçasıydı. Filmin müziklerini de önemli bestecilerden Maurice Leroux yapmıştı. Fonda piyano tınıları duyuluyor sürekli. Kamera, Leman Gölü’nün ikiye böldüğü Cenevre’de ağzından sigara düşmeyen ve sürekli iç sesiyle konuşan Bruno Forestier’nin peşine takılıyor. Bu iç sesler moloğa dönüşüyor sonra. Bruno, gökyüzüne baktığında Klee’nin portrelerini gördüğünü söylüyor üstü açık arabasıyla şehirde yol alırken. Paul Klee (1879-1940), Alman kökenli İsviçreli ressam. Birçok akımı etkilemiş. Özellikle dışavurumcuları, gerçeküstücüleri ve kübistleri. Ondan bir söz: “İnsanı olduğu gibi değil, olabileceği gibi vermek isterim…” Godard’ın filminde olduğu gibi.

Fransız Gizli Servisi Bruno’ya, Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi’nden önemli birini, Palivoda’yı öldürme görevini veriyor. Bu, Bruno için kendini servise kanıtlama işi de. Servis onun çift taraflı ajan olduğunu düşünüyormuş. Ama birini öldürmek o kadar kolay mı? Arkadaşı Hugh, Danimarkalı Veronica’yla tanıştırıyor fotoğraflarını çekmesi için. Hugh, Veronica’nın dudaklarının ünlü oyuncu Leslie Caron’a benzediğini söylüyor ve ona hemen aşık olacağına da iddiaya giriyor. Bruno, Veronica’yı ilk gördüğünde Giraudoux’nun oyunundan fırlamış gibi geliyor ona. Jean Giraudoux (1882-1944), denemeci, roman ve oyun yazarı. Giraudoux, eserlerinde zihnindeki ulaşılmaz ideallerle kadın-erkek ilişkilerindeki durumlara bakmış yoğunlukla. Bu yazarın Yahudi düşmanı bir ırkçı olduğu da söyleniyor. Veronica’nın dairesinde Veronica’nın fotoğraflarını çeken Bruno’nun bazı sözleri de akılda kalacak hep. Örneğin, “Fotoğraf gerçektir. Sinema da öyle. Saniyede 24 kare” diyor. Veronica’nın fotoğraflarını çekmeyi sürdürürken Veronica’ya, Mozart, Beethoven ve Bach’ın erken vakitlerde dinlenemeyeceğini de söylüyor Bruno. Sonra Haydn’ın neşeli müziğiyle çalışmayı sürdürüyorlar. Kamera da, Veronica ve Bruno’nun coşkusuna katılıyor. Bruno, Veronica’yla ressamlar üzerine de konuştuklarını söylüyor iç sesiyle seyirciye. Veronica, Gauguin’in Van Gogh’dan daha iyi olduğunu söylemiş ona. Bruno, Palivoda’yı vurmak için arabayla onu takip ediyor başka başka sahnelerde. Bruno, Palivoda’yı vuramamasının nedeni olarak da bu filmin kameramanı Raoul Coutard’ın kendisine anlattıklarından dolayı olduğunu söylüyor seyirciye. Bruno görevi yerine getiremiyor. Fransız ajanların oyunuyla İsviçre polisi de peşine düşüyor. Çünkü Fransa onu istiyormuş. Bruno kendi dairesinde Veronica’ya Alman şarkısından sözler okurken, kamera da duvardaki savaş, şiddet ve kadın fotoğrafları üzerinde dolaşıyor. Brigitte Bardot ve Jean Seberg’ün de fotoğrafları asılı duvarda. Godard, Bruno’nun dairesiyle Bruno’yu özdeşleştirmiş sanki. İkisi de dağınık ve yalnız. Godard’ın birçok filminde mekânlar ve şehirler bir karakter gibi. Ruhları var. Godard’ın filmlerinde yabancılaşmayı da sıkça yaşayabilirsiniz.

Daha sonra Araplar ve Fransızlar peşine düşüyor Bruno’nun. O da Brezilya’ya kaçmayı plânlıyor. Sonunda Araplar onu yakalıyor ve banyoda işkence yapıyorlar. İşkence sekansı ürkütücü ve Bruno’nun korkusunu hissediyorsunuz. Dairenin salonunda Cezayirli kız da Lenin ve Mao’nun kitaplarını karıştırıyor. Bruno, işkencecilerinden kurtuluyor. Sonra da Veronica’yla birçok şey üzerine konuşuyor. Tabii ki Veronica da Cezayirliler için çalışıyor. Bruno, nasyonelleri sevmiyor. Fransa’yla şairler Joachim du Bellay’yi (1522-1560) ve Louis Aragon’u çok seviyor. Sonra Veronica’ya, “Geleceğin estetiği ahlâktır” diyor. Emin olmasa da Lenin’in sözleri olduğunu söylüyor. Bruno, insanların ideallerini olduğunu belirtiyor, ardından da.Tanrı’nın ideali yok diyor. Bruno, sağ ve solun uzlaştıklarını da iddia ediyor: “Sağ kazanınca solun dediklerini, sol kazanınca sağınkini uygular…”

Siyah-beyaz ve 35 mm çekilmiş bu filmde, “Yeni Dalga”nın ruhu olan kameraman Coutard’ın fotoğraflarına dokunmak gerek. Coutard’ın omzundaki kamera sertçe sağa-sola dönüp duruyor Cenevre’nin caddelerinde. Bu şehrin gece halleri de yansıyor caddelerinden. Eski zamanların arabaları geçmişin filmlerine estetik anlamda çok değer katmışlar bu filmde olduğu gibi. Şimdiyse filmlerdeki ruhu alıp götürüyorlar. “Küçük Asker” filminde görülen Chevrolet ve Citroen arabalar, mekânlar kadar çarpıcı. Filmin görselliğin zenginleştirmişler. Godard, Jean Cocteau’yu bir defa daha anmış bu filminde. Cocteau’nun ilk 1923’te yayımlanmış “Sahtekâr Thomas” romanından alıntılar da yapılıyor filmde.

“Kadın Kadındır…”

Godard, 1961 yapımı “Une Femme est une Femme-Kadın Kadındır” üçüncü filmini çekti. Bu film, ustanın ilk renkli filmiydi. Üstelik de sinemaskop çekti filmi. Angela’yı Anna Karina, Émile Récamier’yi Claude Brialy, Alfred Lubitsch’i Jean Paul Belmondo canlandırmış. Anna Karina, bu filmdeki başarısıyla 11. Berlin Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü almıştı. Müzikleri Michel Legrand bestelemiş. Legrand’ın besteleri, müzikal filmleri çağrıştırıyor. Anna Karina’nın söylediği “Anna” şarkısı da muhteşem. Karina da en seksi haliyle bu şarkıyı söylüyor gece kulübünde. Godard, bu filminde Alman kökenli Amerikalı yönetmen Ernst Lubitsch’e de selâm göndermiş oluyor adını kullanarak. Lubitsch (1892-1947), müzikal ve komedileriyle sinemaya damga vurdu. Çarpıcı görüntülerse elbette Raoul Coutard’ın. Bu filmde Fransız usülü aşk üçgeni de öne çıkıyor.

Bizde “Unutulmayan Sevgili” olarak bilinen Truffaut’nun 1961 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş “Jules et Jim” üçüncü filmine de selâm vardı. Trufaut, bu filmini Henri-Pierre Roché’nin romanından uyarlamıştı. Godard, çekimleri süren bu filmi hatırlatıyor. Marcel’in Barı’nda Alfred, Angela’yla telefonla konuştuktan sonra Amerikan bardaki kadına (Jeanne Moreau) “Jules ve Jim’le nasıl gidiyor” diye soruyor. Kadın da İspanyolca “moderato” diyor. Yani “orta karar” anlamında. Bu İspanyolca kelimenin peşine düşünce, Belmondo ve Moreau’nun 1960’ta oynadığı “Moderato Cantabile-Yumuşak Nağmeli” filmine ulaştık. Siyah-beyaz ve sinemaskop bu aşk filmini de, Marguerite Duras’nın romanından Peter Brook çekmiş. Duras’nın bu romanı 1966 yılında orijinal adıyla ülkemizde yayımlanmış. Kitap kapağında da Belmondo ve Moreau var. Kitap 1998 yılında yine orijinal adıyla Can Yayınları’ndan da çıkmıştı. Peşinden gelen sahnedeyse Godard, hem Truffaut’ya hem de Truffaut’nun 1960’ta çektiği ikinci filmi “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun“a selâm da gönderiyordu. Bu suç filminde Aznavour başrolde oynamıştı. Angela dışarı çıkarken, Suzanne’a ne okuduğunu soruyor. Suzanne pandomimle ne okuduğunu anlatıyor Angela’ya. Hatta silâh sesi efekti bile duyuluyor. Angela, “Piyanisti Vurun. Filmini izledim. Aznavour harika” diyor. Truffaut bu filmini Amerikalı polisiye yazarı David Goodis’in “Down There” romanından uyarlamıştı. Suzanne, komünistlerin yayın organı L’Humanité’yi sattığı için uykusuz kalıyormuş ve bu yüzden işsiz kalmış. Suzanne’ın bir görevi daha varmış: Émile, Angela’yı takip etmesini istemiş. Marcel’in Barı’nda Charles Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısı bu defa müzik kutusundaki plaktan duyuluyor ve Angela’ya hüzün çöküyor kırmızı şarabı içerken.

Film, ön jenerik sonrası direktif veren kadın sesiyle başlıyor. Fonda da Charles Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısı dinleniyor. Kopenhaglı Angela, kafeye girer, sonra da müzik kutusuna para atıp önce fonda duyulan Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısını dinletiyor kafedekilere. Kamera, Paris sokaklarındaki Angela’nın peşine takılıyor. Angela, çocukları görünce müşfik tarafı dışarı çıkıyor. Angela’nın sevgilisi Émile kitapçıda çalışıyor. Evin içinde bisikletle dolaşmayı seven Émile, L’Humanité okuyor ve de Real Madrid fanatiği. Akşamın yavaş yavaş indiği Paris’in sokaklarında Alfred’le de karşılaşıyor. Otoparkçılık yapan Alfred, Émile’le kendisinin arkadaşı. Alfred, Angela’ya açıktan açığa duygularını belli ediyor. Angela, Alfred’in yanından ayrılınca Alfred kameraya dönüp “Gidiyor” diyor. Godard, bu filminde bol bol “steadicam” tarzda çekimler yapmış. Angela, “Gitanes” sigarası içiyor. Angela, denizci kostümleriyle sahne alıyor Zodiac gece kulübünde. Godard, bu gece kulübünde çalışan insanları da yansıtıyor. Orada bir iş ve hayat var çünkü. Zodiac’ta çalışan kadınlar çocuklarını da bu mekâna getiriyorlar. Angela, Cyd Charisse hayranı. Onun gibi müzikal yıldızı olmayı hayal ediyor. Sokakta onun gibi dans edip şarkı da söylüyor. Angela, Alfred’e değil de neden Émile’e aşık olduunu söylüyor Alfred’e. Çünkü Émile, yakışıklı ve kurnazmış… Angela ve Émile, evde çocuk yapma üzerine tartışıyorlar hep. Godard, sinemada klâsik anlatımdaki gibi “açı-karşı açı” kullanmamış. Kamera, masada oturan Angela ve Émile arasında dönüp duruyor. Godard, Émile ve Angela bebek için tartışırken, gerçeküstücü tarzda görüntünün üzerine yazılar da düşüyor. Émile, kıkandığı Alfred’i eve çağırıyor, ama Alfred’in de acelesi var, çünkü televizyonda Godard’ın “Serseri Aşıklar” filmini seyretmek istiyor. Bebek tartışmasının hızlandığı yerde Alfred, “Bu komedi mi, trajedi mi” diyor. Émile de, “Kadınlar söz konusu olunca asla bilemezsin” diye cevap veriyor Alfred’e. Godard, feministleri de bir hayli kızdırıyor bu filminde. Ama erkekleri maskara yapmaktan da geri durmamış. Çok eğlenceli. Birbirleriyle küs Émile ve Angela, yatakta kitapların kapak adlarıyla iletişim kuruyorlar gecenin bir vakti. Bu filmde gerçek aşka dokunuyorsunuz. Aşkta ne oluyorsa, Émile ve Angela’nın aşkında da o oluyor. Çatışma, kıskanma, özlem ve sonsuz aşk… Bu müzikal-komedinin final bölümü de gerçekten çarpıcı. Bebek doğurabilmek için Alfred’in yatağından sevgilisinin yatağına gelen Angela’ya seviştikten sonra Émile, “Çok rezilsin” diyor. Kameraya bakan Angela da, “Rezil değilim. Ben bir kadınım” diyor.

“Hayatını Yaşamak…”

Godard’ın 1962 yılında çektiği “Vivre sa Vie-Hayatını Yaşamak” filminin uzun adı “Vivre sa Vie: Film en Douze Tableaux-Hayatını Yaşamak: On İki Tablodan Oluşan Film…” Godard bu filmini Marcel Sacotte’un “Où en est la Prostitution” (Fuhuşun Olduğu Yer Neredeydi?) romanından uyarlamıştı. Filmin müziklerini Michel Legrand yapmıştı. Bu filmin tema müziği büyülüyor. 35 mm siyah-beyaz fotoğraflar da elbette Raoul Coutard’a aitti. Anna Karina Nana’yı, Sady Rebbot Raoul’u ve André Labarthe Paul’ü canlandırıyordu. Film, oyuncu olmak için kocasını ve çocuğunu geride bırakmış, keşfedilmeyi bekleyen plakçı dükkânında tezgâhtar Nana’nın trajik hikâyesini anlatıyordu Paris’te. Bu hikâye, bir melodram ustasının elinde olsaydı seyirciler gözyaşlarına boğulabilirdi. Godard, on iki bölümde anlattığı Nana’ya varoluşçu bir bakış getirirken, tüketim toplumuna, burjuvaziye eleştiri de getiriyordu. Nana Kleinfrankenheim fuhuşa düşüp bir fahişe oluyor. Bu filme Nana’nın kısa ömrü denebilir. Godard’ın filmi gerçeklik üzerinde dolaşıyor. Brechtyen yaklaşımla duyguların kıyılarında dolaşarak mahvolup giden genç bir hayatını belgesel tadında dürüst bir yaklaşımla yansıtıyor film. “Cinéma Vérité” üzerine de düşünmek gerekecek.Godard’ın bu filmindeki kamera kullanımlarına ve çerçevelerine de gözlemci bir bakış da yapmanız gerekiyor. Derinlikteki Paris hem büyülüyor hem de gerçek gibi acıtıcı. Bu filmin adı, ikinci bölümün başlığından geliyor.

Film, saçları kısa kesilmiş Nana’nın silüet görüntüsü üzerine açılıyor. Fonda da yaylıların hüzünlü tınıları duyuluyor. Görüntünün üzerine Montaigne’in “Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da özünü hep kendine sakla” diyen sözü düşüyor. Kafede Nana, Paul’den ayrılıyor. Çünkü Paul, bencil ve zorlu biri onun için. Kamera, kafe barda arkası dönük Nana’yı gösteriyor sadece. Karşıdaki aynadan yüzü seçilebiliyor. Ardından Paul’ü arkadan gösteriyor kamera. Paul onun kocası. Terk ettiği ailesi bir burjuva Nana’nın. Kirasını ödeyemediği için evsiz kalan Nana sinemada, Danimarkalı yönetmen Carl Dreyer’in 1928 yapımı “La Passion de Jeanne d’Arc-Jan Dark’ın Tutkusu” sessiz filmini izliyor. Filmden anlar da yansıyor. Kafe barda fotoğrafçıyla buluşuyor sonra Nana. Fotoğrafçı, onun fotoğraflarını çekip listesine alacakmış filmlerde oynama şansını arttırmak için. Parasız ve evsiz Nana, fuhuş sokaklarında turlarken bir adamla odaya çıkıyor. Ardından eski arkadaşı Yvette’i (Guylaine Schlumberger) görüyor. Kafe barda yolu Raoul’la kesişiyor sonra. Umutsuz Nana kendi kaderini çiziyor sanki. Yvette’in çalıştığı yere gidecekken Raoul karşısına bir daha çıkıyor ve pezevengi oluyor Nana’nın. Yasaları da iyi biliyor Raoul. Sonra işe başlıyor. Küçük çaplı reklâm filmleri çeken, orjiden hoşlanan Dimitri’yle (Dimitri Dineff) olduktan sonra kafe barda denemeci ve dil filozofu Brice Parain’le (1897-1971) iletişim kuruyor Nana. Bu sahne insanı etkiliyor. Konuşmak, ifade etmek, anlamak, aşk ve hatalar… Kelimeler çok derin. Konuşmak ölümcül müydü, yoksa yeniden doğuş muydu? Koca filozof, Alman filozoflarının genelde hatalar üzerinde durduğunu ve neredeyse insan hatalarına saygı duydukları söylüyor. Bu kısa konuşma Nana’yı anlatıyor sanki. Koca filozofun kelimeleriyle insan olmayı hatırlamak gerek.

Ve final bölümü… Genç adam (Peter Kassovitz) odada Nana’ya, şair Baudelaire’in Edgar Allan Poe üzerine “Oeuvres Complètes” kitabından Poe’nun “Oval Portre” kısa hikâyesini okuyor. Pencere önündeki Nana’ya da bakıyor arada bir. Poe’nun hikâyesinde, Amerikalı ressam Thomas Sully’nin (1783-1872) yaptığı bir genç kız portresi üzerine bu hikâye. Nana, Raoul’dan da ayrılmak istiyor, ama Raoul’un kendisi için plânları olduğunu bilmiyor. Raoul, birkaç adamla zorla Nana’yı arabaya bindiriyor ve Nana’nın trajediye yolculuğu da başlıyor. Arabanın içinde kamera sağa dönüp sinemanın önündeki kalabalığı gösteriyor bir anda. Truffaut’nun 1962 yapımı “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filmi için bu kuyruk. “Hayatını Yaşamak” filminde, bilardo salonunda Luigi (Eric Schlumberger) bilardo oynarken, Nana’nın Hollywood müzikâllerinden düşmüş müzikle dansı da unutulmazdı. Godard’ın bu filminde çıplaklık da yansıyor doğal olarak. Filmin başlarında yolunu belirleyen Anna, kafede hüzünle etrafına bakarken, “jukebox”ta, yani para atılıp plâk çalan müzik kutusunda Jean Ferrat’nın söylediği “Ma Môme” şarkısı duyuluyordu.

“Nefret…”

Mayıs 1972’de bizde de vizyona çıkan 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret”, İtalyan yazar Alberto Moravia’nın (1907-1990) “Il Disprezzo” (Hakaret) romanından uyarlanmış. Filmin Fransızca adı da “Hakaret…” Müzikleri yine Georges Delerue bestelemiş. Senfoniler büyülüyor. Renkli ve sinemaskop görüntüleri çekense elbette Raoul Coutard. Bu filmin en büyük sürprizi büyük yönetmen Fritz Lang. Usta kendini oynamış. Lang, 1931 yapımı “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”un en sevdiği filmi olduğunu da söylüyor. Filmde, Lang’ın yardımcı yönetmenliğini de Godard yapıyor ama fark edemeyebilirsiniz. Film içinde çekilen filmlerin kameramanı da Coutard. Amerikalı yapımcı Jeremy “Jerry” Prokosch’u Jack Palace, polisiye romancı ve oyun yazarı Paul Javal’ı Michel Piccoli, karısını Camille Javal’ı Brigitte Bardot canlandırmış.

“Nefret” filminde Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca konuşmalar duyuluyor. Filmin orijinal adının kırmızıyla yazıldığı filmde, dış ses (bir ihtimâl Godard) seyircilere kamera önünü ve arkasını anlatıyor çekim yapılan Cinecitta sokağından. Bu film, sanki bir bakıma Cinecitta belgeseli gibi bazı anlarda. Gerçekten şehir gibi burası. Dış ses, André Bazin’in sinema için söylediği bir sözü hatırlatıyor. Bazin, “Sinema, arzularımızla daha bir uyum içinde olan bir dünyaya bakışımızın yerini tutar” demiştir. Ses, “Nefret, işte bu dünyanın hikâyesidir” diyor kameraman Coutard yansırken. Coutard’ın kamerası seyirciye dönüyor, oradan yatakta konuşan karı-koca Javalların mahremiyetine geçiyor. Camille kırmızı ışığın düştüğü yatakta yüzüstü ve çırılçıplak uzanmış. Paul ve Camlle, günlük şeylerden, cinsellikten konuşuyorlar. Kamera, cennetin üzerinde dolaşır gibi Camille’in çıplak vücudunu yansıtıyor perdeye. Işıklar normale döndükten sonra hemen maviye dönüşüyor. Camille, “Beni büsbütün mü seviyorsun” dediğinde, Paul, “Seni bütünüyle, müşfikçe ve trajik olarak seviyorum” diye cevaplıyor. Amerikalı yapımcı Jerry, Homeros’un Yunan tragedyasından “Odysseia” destanını Fritz Lang’ın yönetmesini istemiş. Yönetmen Lang, stüdyodaki sinema salonunda “Odysseia” filminden, tanrı ve tanrıçalarının heykelleri üzerinden Jerry’ye, “Tanrılar insanı yaratmamıştır. İnsanlar tanrıları yaratmıştır” diyor. Bu andaki konuşmalar etkileyici. Odysseus’un hikâyesi de yansıyor salondaki perdeden. Sonunda Jerry patlıyor ve Lang’ı suçluyor. Şu ana kadar ortaya çıkan bir sanat filmi. Jerry, ortaya çıkan filmin senaryoyla uyuşmadığını söylüyor. Jerry’nin öfkesi, Hollywood’un sinemaya bakışının da yansıması gibi. Jerry, senaryo yazması için Paul’e çek veriyor. Sonra Jerry’nin, Camille’e ilgisi artınca kıskançlık da dışarı çıkıyor Paul için. Tartışmalar, mutsuzluk ve evlilikte olan birçok şey hikâyeyi kuşatmaya başlıyor. Paul’ün, Jerry’nin tarihi villasında anlattığı Hint hikâyesi çarpıcıydı. Usta ve çırak üzerine. Şapkasını hiç çıkartmayan Paul, villanın bahçesinde yürürken Jerry’ye, “Chaplin ve Griffith günlerine geri dönmeliyiz… United Artists günlerindeki gibi” diyor. Modern zamanlara eleştiri mi bu? Godard, sinemayı değiştiren yönetmenlerden olmasına rağmen hakiki sinemanın geçmişte olduğunu düşünüyor sanki. Aslında filmde her şeyi kuşatan Paul’ün kıskançlığı. Belki her şeyi oluruna bıraksa, Camille’in aşkı daima yanında olacak. Camille öyle güzel ki. Paul’ün kıskançlığıyla etraflarını ateş çemberi sarıyor. Onların ilişkisi, Ulysses’le Penelope’un ilişkisi gibi mi şimdi? Yoksa bu film, modern Ulysses-Penelope hikâyesi mi? Çarpıcı bir çekim de var evde. Pencerenin önünde, Paul ve Camille karşılıklı konuşuken, kamera da sağa ve sola kayıp duruyordu. Klâsik anlatımda kamera, “açı-karşı açı”da oluyor. Evdeki anların çok uzun olduğunu da belirtelim. Godard kamera için, “Öne ve geriye kaydırma ahlâki bir meseledir” demişti. Bu filminde bolca yanal kamera çekimleri kullanmış. Sinema salonunda şarkıcı dansçılarla şarkısını söylerken de yanal çekimler vardı. “Açı-karşı açı” tekniğini kullanmamak için olabilir yine. Filmin sonu trajik. Yunan tragedyası gibi bir film olabilir mi bu? Godard, Bardot’nun çıplaklığını bolca kullanmış filmde. Bardot, kısa siyah peruk taktığında da Anna Karina’yı çağrıştırıyordu. Özellikle “Hayatını Yaşamak” filmindeki gibi. Filmin son bölümü Napoli açıklarındaki ada olan Capri’de geçiyor ve insan büyüleniyor. Cennetten ödünç alınmış Capri’nin dik ve yüksek kayalıkları, Camille ve Paul arasında açılan uçurumları da hissettiriyor.

“Çete…”

Godard’dan bir gangster filmi. 1964 yapımı siyah-beyaz ve 35 mm çekilmiş “Bande à Part-Çete” filminde Anna Karina Odile’i, Claude Brasseur Arthur’ü, Sami Frey Franz’ı oynuyor. Godard da anlatıcı. Müzik Michel Legrand’ın, görüntü Raoul Coutard’ın. Senaryoyu Godard, Dolores Hitchens’ın “Fools’ Gold” (Altın Şans) romanından yazmış. Amerikalı yazar Hitchens’ın (1907-1973) bu romanı 1958’de yayımlanmış ve Türkiye’ye uğramamış.

Filmi, Holywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın “”özgürlük kadını” sunuyor. Filmin adı, Odile, Arthur ve Franz’ın yüzleri üzerine klip tadında yazılıyor. Fonda da sessiz sinemaya selam gönderen bir müzik duyuluyor. Ön jenerik, Paris’in sabah kış atmosferinde akıp giden trafiği üzerinde okunuyor. Sonra altta müzik duyulmaya başlıyor usulca. Godard, doğal sesleri kullanmış bu anlarda. Yönetmen yerine de “Jeanluc Cinéma Godard” yazıyor… Kamera, üstü açık 1955 model Simca otomobili buluyor, şapkalı Arthur ve Franz’la şehirde yol alıyor. Arabayı süren Franz, Odile’le birkaç hafta önce tanışmış. Arthur de Odile’e ilgi duyuyor. Odile ve Franz İngilizce kursunda tanışmışlar. Bir aşk üçgeni mi kuruluyor? Odile, Bayan Victoria’nın villasında kalıyor. Odile, Arthur’e yakınlık gösteriyor. Odile, Franz’a villada Bay Stolz’un para sakladığını ağzından kaçırınca, meteliksiz arkadaşlar plân yapmaya başlamışlar. Franz ve Arthur, saklı parayı çalmayı planlıyorlar şimdi. Bay Stolz, bankaya yatıramadığı paraları devletten çalmış. Soygun öncesinde, Arthur ve Franz ellerindeki gazetelerden cinayetleri okudukları sahne çarpıcı. Arthur, Ruanda’daki soykırım gibi katliamları da okuyor gazeteden. Sonra zaman geçmesi gerekiyor. Paris’in çok büyük kafeleri muhteşem. Kafede Franz, Odile’in kendi sigara paketinden değil de Arthur’ün sigara paketinden sigara içmesini kıskanıyor belli etmese de. Onun kadınları anlaması için biraz daha mı zamana ihtiyacı var? Kadınlar, sinirli, yalancı samimi olmayan erkeklerden hoşlanmıyorlar mıydı? Kadınlar daima doğru kararları mı verirlerdi? Ya Arthur de agresifse? Arthur, serseri ruhlu ve macera yüklü. Odile belki de onda bunu gördü. Belki de kadınlar entelektüel erkeklerden sıkılmışlardır.

Franz Arthur’e, Edgar Allan Poe’nun 1844’te yazdığı “The Purloined Letter” dedektiflik hikâyesini okuduğunu söylüyor kafede. Poe’nun bu kısa hikâyesi maalesef bizde yayımlanmadı. Odile, kafede bilardocuların yanından geçip lavaboya gittiği sahnede, besteci Legrand’ın Jacques Demy’nin 1964 yapımı “Les Parapluies de Cherbourg-Şerburg Şemsiyeleri” için yaptığı filmle aynı adı taşıyan şarkısı duyuluyor. Masada, sessizlik üzerine konuşmadan sonra film, yarım dakikayı aşkın sessiz filme dönüşüyor ve Franz “Bu kadar yeter” diyor birden. Sessiz an gerçekten uzunmuş gibi geliyor insana. Kafenin dans pistinde de Odile, Arthur ve Franz Madison dansı yapıyorlar beraberce. Quentin Tarantino, 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filminde, John Travolta’yla Uma Thurman, klâsik arabaların olduğu mekânda dans yapıyorlardı. Tarantino, Godard’ın bu filmine gönderme yapıyordu işte. Odile, tüfekle atış yapan Arthur’e soyadını soruyor. O da “Rimbaud” diyor. Rimbaud (1854-1891), sembolizmin büyük şairlerindendi. Arthur’e aşık olan Odile metroda, Louis Aragon’un şiirinden Jean Ferrat tarafından bestelenmiş “J’entends, j’entends” şarkısını mırıldanıyor. Mutsuz, yalnız ve evsiz insanlar da yansıyor vagonun penceresinden. Öncesinde, uyuklayan bir adam üzerine konuşuyorlardı. Arthur Odile’e, adam üzerine hangi hikâyeyi düşürsen o olur, diyor. Adamın görüntüsü değişmeden hikâyeye göre anlamları değişiyor. Tıpkı Rus yönetmen Lev Kuleşov’un “Kuleşov Etkisi” çekimleri gibi. Sonra Odile ve Arthur yatıyorlar. Franz da soğuk yatağında yalnız uyuyor. Soygundan sonra Franz’ın hayali, Jack London’ın ülkesine gitmek. London’ın hikâyeleri Franz’ı büyülüyor. Onu, Amerika ve kültürü baştan çıkartıyor. Sonlara doğru soygun planları plânladıkları gibi gitmiyor. Basit plân kanlı soyguna dönüşüyor. Arthur hırsına yenik düşüyor ve trajedisini yaşıyor. Diğer taraftaysa Odile ve Franz, gemiyle Brezilya’ya doğru yol alıyorlar. Ucuz romanlardaki gibi hikâye Odile’le Franz’ın mutluluğu üzerine bitiyor. Dış sesse, devam filminin sinemaskop ve “technicolor” olacağını söylüyor.

“Alfakent…”

Godard’ın distopik bilimkurgu-kara film tarzında 1965 yapımı “Alpha Ville-Alfakent” filminin uzun adı “Alphaville, Une Etrange Aventure de Lemmy Caution-Alfakent: Lemmy Caution’ın Tuhaf Bir Macerası…” Filmde, gerçeküstücü şair Paul Eluard’ın (1895-1952) “Capitale de la Douleur” (Acının Başkenti) şiir kitabına adını vermiş şiirinden alıntılar yapılmış sıkça. Kitap 1926’da yayımlanmış. Filmde, Eddie Constantine Lemmy Caution’ı, Anna Karina Natacha von Braun’u, Akim Tamiroff Henri Dickson’ı oynuyor. Bu film, 1965’te Berlinale’den “Altın Ayı” kazandı. “Alfakent”, karanlık geleceğe Marksist bir bakış sanki. Filmin müziklerini Paul Misraki bestelemiş. “Alfakent” filmindeki müzikler, zaman zaman yüksek bütçeli Hollywood filmlerinin senfonilerini çağrıştırıyor, bazen de gerilim filmlerinin. 1998’de Paris’te ölen Misraki, 1908’de İstanbul’da doğmuştu. 35mm ve siyah-beyaz çekilmiş bu bilimkurgunun kameramanı da Raoul Coutard elbette. Film, 003 Lemmy’nin sesinin üzerine açılıyor: “Bazen gerçeklik, sözel iletişim için fazlasıyla karmaşıktır. Ama efsane tüm dünyaya yayılmasını mümkün kılacak. Bir şekilde gerçekliği dışavuracak…” Kamera, kasvetli atmosferde arabanın içinde sigarasını yakan adamı, Lemmy Caution’ı buluyor. Fonda da Hitchcockyen bir gerilimli müzik de bu atmosferi kuşatıyor. Gecenin içindeki bir Paris, yani Alfakent… Özel efektsiz bu filmde Paris, 20. yüzyıl şehri gibi yansıyor. Bir tek Esso Kulesi’nde geçen sahneler fütürizmi hissettiriyor. Bu kule, Paris’in iş merkezlerinin yoğun olduğu La Défense semtinde 1965’te açılmış ve 1993 yılına kadar hizmet sunmuş. 11 katlı bu bina Paris’teki ilk ofis mimarisi olarak öncü olmuş. Godard’ın filmine de bilimkurgu tadı katmış. Bu filmin estetiği dışavurumcu ve gerçeküstücü. Bu filmi seyrederken, George Orwell’ın “1984” distopik bilmkurgu romanını hatırlayabilirsiniz. Alfa60, “büyük birader” gibi.

Humphrey Bogart’ı hatırlatan trençkotlu, şapkalı, hep sigara içen ve her yerde fotoğraf çeken Nueva Yorklu “özel göz” 003 Lemmy Caution “Dışülke”den galaksinin başkenti Alfakent’e, Alfa60′ bilgisayar sistemini ve kötücül bilim insanı Leonard von Braun’u (Howard Vernon) ortadan kaldırmak için gelmiş bir ajan. Günümüzde bulunması zor olan vicdan ve aşka inanan 003 Lemmy’nin soyadı “Caution” da ironik. Çünkü “Uyarı” anlamına geliyor. Alfa60, teknokrasiyle baskı kurmuş. 003 Lemmy’nin, ajan Henri Dickson’ı bulması gerekiyor önce. Şehirde uyarıcı yazılar da insanlara uyarıları hatırlatıyor. 003 Lemmy’nin ilk gördüğü, “Sessizlik. Mantık. Güvenlik. Tedbirlilik” yazısı. 003 Lemmy’nin arabası, Ford Mustang ruhunu çağrıştıran Ford Galaxie… Lemmy otelin dönerli kapısından girerken kamera da onun peşinden gelince kaotik bir an yaşanıyor. 003 Lemmy, gazeteci Ivan Johnson olarak 344 numaralı odaya yerleşiyor. “Figaro-Pravda” gazetesinde çalışıyormuş. Gerçekte “Le Figaro”, liberal sağcı bir gazete. “Pravda”, Sovyet döneminin yarı resmi gazetesi gibi. 003 Lemmy, festival için şehre gelmiş. Otelin ve başka binaların koridorları labirent hissi veriyor. Kamera, geriye doğru kayarak 003 Lemmy ve Béatrice’i (Christina Lang) izliyor. Odada küçük bir sorun çıksa da 007 Bond gibi sorunu çözüyor 003 Lemmy de. Béatrice de, üçüncü sınıf “séductrice” denilen “ayartıcı”lardan. 003 Lemmy, Béatrice’in yüzündeki kederli ifadeden ve tazelikten etkilenmiş. Kötücül profesör Von Braun’un kızı Natacha, 003 Lemmy’yi arayınca hikâyede heyecan da artıyor. Buradaki insanlar aşkı hiç bilmiyor. Natacha, ikinci sınıf programcı olduğunu söylüyor. Arabada 003 Lemmy genç kadına, “Natacha, geçmişten gelen isim” diyor. Natacha da, “Ama yaşamda sadece şimdiki zamanı bilebiliriz. Hiç kimse geçmişte yaşamadı. Hiç kimse gelecekte yaşamayacak” diyor. Ajan Dickson’ı başka bir yerde, üçüncü sınıf bir otelde buluyor 003 Lemmy. Dickson, oda parasını ödeyemeyecek kadar meteliksiz ve ayyaş. Kurallara uyum sağlayamayanların, duygularına yenilenlerin başına birçok şey geliyor burada. Ya sürülüyorlar, ya intihar ediyorlar. Kimi de idam. Dickson böyle diyor. 003 Lemmy, “Ya Dick Tracy ve Guy l’Eclair’e ne oldu” diyor. 003 Lemmy, Dick Tracy’yi mi, yoksa Guy l’Eclair’i mi temsil ediyor. Guy l’Eclair, Flash Gordon’un Fransa’daki adı. Dickson, Alfa60 devasa bilgisayarın 150 ışık yılından daha hızlı olduğunu söyledikten sonra Einstein’ın “E=mc²” formülü perdeye yansıyor. Burada aşk gibi sanat da yok. Çünkü her şey mantıklı bir akılcılıkta yürüyor bu teknotrat yerde. Her şeyde teknolojinin soğukluğu hissediliyor. Bir kadın odaya geldiğinde Dickson heyecanlanıyor ve kalp krizi geçiriyor. Ölümden önce de 003 Lemmy’ye özkıyımcı Alfa60’ı yok edip insanları gözyaşından kurtarmasını diliyor. Lemmy, Dickson’ın yastığının altından Eluard’ın “Acının Başkenti” şiir kitabını alır, sonra da okumaya başlar. Bu tuhaf şehrin kuzeyinde kış, güneyinde de yaz sürüyor aynı anda. 003 Lemmy, Profesör Von Braun’u asansöre sürüklüyor. Onunla konuşmak isteyen 003 Lemmy, profesöre “Nostferatu” diyor. Dışülke onu sınırdışı etmiş. O da Leonard Nostferatu adını Leonard von Braun olarak değiştirmiş. Alman dışavurumcu sinemanın önemli ustalarından F. W. Murnau’nun 1922 yapımı sessiz korku filmi “Nosferatu. Eine Symphonie des Grauens-Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi”nde Kont Orlok, vampirken adı Nosferatu oluyor. Murnau, “Dracula”nın telifi alınamadığı için Dracula’ya Nosferatu adını vermiş. 003 Lemmy, başaramıyor ve esir düşüyor sonra. Alfa5 tarafından sorgulanıyor. 003 Lemmy serbest bırakılıyor sonra. Otel odasında onu Natacha bekliyor. 003 Lemmy ona Eluard’ın şiir kitabını veriyor. Natacha kitaptan bir sayfayı okumaya başlıyor. Final bölümündeki araba takip sahneleri de nefes kesici. 003 Lemmy, şehrin karlı ve soğuk kuzeyinde ölümcül kovalamacaya düşüyor. Finale yaklaşırken Arap negatifler de çarpıcı fotoğraflar yansıtıyor filmde. Dış sesle konuşan Alfa60, “Dünyanın gerçeklik oluşu bizim talihsizliğimiz. Benim Alfa60 olmam kendi talihsizliğim” diyor. 003 Lemmy, güney bölgesinde Natacha’yı kurtarıyor ve kaçıyorlar beraberce. Godard’ın bu bilimkurgusunun, Stanley Kubrick ve Andrey Tarkovski’nin bilimkurgularına ilham verebileceğini de hissediyorsunuz. Kubrick’in Arthur C. Clarke’tan uyarladığı 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”yla Tarkovski’nin Stanislaw Lem’in romanından uyarladığı 1972 yapımı “Solyaris-Solaris” bilimkurgularını çekmişlerdi.

“Çılgın Pierrot…”

Öncü ve deneysel 1965 yapımı “Pierrot le Fou-Çılgın Pierrot” filmi, Amerikalı polisiye yazarı Lionel White’ın (1905-1985) “Obsession” (Saplantı) romanından uyarlanmış. Senaryo da Godard’ın. Bu defa müziği Antoine Duhamel bestelemiş. Renkli ve sinemaskop görüntülerse yine Raoul Coutard’dan. Sinema, yazar White’a uzak değil. Stanley Kubrick, yazarın “Clean Break” suç-soygun romanını 1956’da “The Killing-Son Darbe” adıyla siyah-beyaz perdeye aktarmıştı. Bu roman ülkemizde 1960 yılında “Hipodrom Soygunu” adıyla Başak Yayınevi’nden çıkmış. “Çılgın Pierrot”da Jean Paul Belmondo Ferdinand “Pierrot” ve Anna Karina Marianne oluyordu. Amerikalı yönetmen Samuel Fuller da kendisiydi. Büyük yönetmenlerden Fuller (1912-1997) roman da yazıyordu. Godard bu filmini doğaçlama çekmiş. O gün aklına ne gelmişse, önüne ne çıkmışsa onu çekmiş. Filmi seyrederken hiçbir şey klâsik anlamda gelişmiyor. Bu film, klâsik anlatımın karşısında neredeyse deneysel bir film. “Çılgın Pierrot”nun, birçok yönetmene ilham verdiğini hissediyorsunuz. Özellikle Hollywood yönetmenlerine. Arthur Penn, Terrence Malick, David Lynch hemen akla geliyor. Penn, 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” gangster filmi. Malick’in 1973 yapımı “Badlands-Kanlı Toprak” suç-yol filmi. David Lynch’in 1990 yapımı yine suç-yol filmi “Wilde at Heart-Vahşi Duygular…” Hatta Hollywood’a yol filmleri hakkında da yeni fikirler vermiş Godard usta. Ama, o da Hollywood’dan ilham almış. Böyle etkileşimler muhteşem bir şey.

Bu bir polisiye ve yol filmi. Aslında türlerin ötesinde bir film bu. Paris’ten Fransa’nın güneyine doğru, bir kadınla erkeğin yolculuğu bu. Onlar gibi seyirci de macera yaşıyor bu filmde. Ama klâsik sinema anlamında değil. Filmin ön jeneriği de çarpıcıydı. Harfler, özellikle “A”lar beliriyor önce, ardından da diğer harfler. Siyah fon üzerinde Belmondo, Karina ve Godard’ın adları kırmızı, filmin adıysa mavi yazılıyor. Fonda da insanın kafasının içinde sürüklenen bir müzik. Film, Ferdinand Griffon’un sesiyle, İspanyol ressam Diego Valezquez (1599-1660) üzerine konuşmayla başlıyor. Valezquez, ellisinden sonra somut nesne tasvirlerini bırakmış. Sonra da, nesnelerin etrafına raks eden gölgelerin gizli parıltılarını veya havayı sis gibi bulanıklaştırarak eklemeye başlayarak onları soyutlaştırıp ve hepsini görünmez senfonisinin kalbine yerleştirmiş. Daha sonra gelense, renklerin ve şekillerin gizlice birbirine karışımı… Bu sözler bu filmin içinde dolaşmak için yol gösterici olabilir. Ses bunları anlatırken Marianne’in tenis maçını, ardından Ferdinand’ın bir dolu dergi ve kitabı kucaklayışı yansıyor. Ferdinand, küvette oturmuş kitaptan satırları küçük kızına okuyor. Ferdinand, zengin ve evli. Partiye giderken çocuğa Marianne geçiçi bakıcılık yapıyor. Bu Ferdinand’la Maranne’ın ilk karşılaşması mıydı? Ferdinand, partide Amerikalı ünlü yönetmen Samuel Fuller’la tanışıyor. Kırmızı ışık, yeşile dönüşüyor bu tanışmayla. Fuller (1912-1997), Baudelaire’n 1857’de yayımlanmış “Kötülük Çiçekleri” şiir kitabından ilham alan bir film çekmek için gelmiş Fransa’ya. İkisi de birbirlerinin dillerin bilmese de iletişimleri derinleşiyor.

Ferdinand, mutsuz ve vücudunun parçalara ayrılmış gibi hissediyor. Partiden sıkılıp eve gelen Ferdnand, Marianne’ı evde buluyor. Marianne’in saçı, “Çete” filmindeki Odile gibi toplanmış. Ferdinand’la Marianne eskiden beraberlermiş. Beş yılı aşkın birbirlerini de görmüyorlarmış. Arabada yol alırken, Marianne radyoyu açıyor ve haberde 115 Vietkonglunun öldüğünü söylüyor. Marianne, bu trajediyi hiçbir şey hissetmeden dinlemelerini eleştiriyor. Marianne, Ferdinand’a “Pierrot” diyor. Ferdinand bundan hoşlanmıyor. Ferdinand, “Marianne Renoir” dediğinde, görüntüde bir kız çocuğunun portresi görünüveriyor. Marianne’in evinin duvarlarında resim tablolarının ve fotoğrafların yanında tüfekler de var. Bir de yatakta ölü bir adam. Ferdinand, Marianne’ın evinde uyanıyor sabahleyin. Marianne, “Jamais je ne t’ai dit que je t’aimerai toujours” şarkısını söylemeye başlıyor. Eve Franck (Georges Staquet) geliyor sonra. Marianne’in Franck’la ilişkisi mi vardı? Eve gelen Franck, yataktaki ölüyü görse de tepki vermiyor. Marianne, Franck’ın kafasında şişe parçalıyor. Şimdi kaçma zamanı. Bordo renkteki 64 model Peugeot 404’le yolculuk başlıyor güneye doğru. Paraları olmadığı için benzincide çalışanları da dövüp tam maceranın içine dalıyorlar görünürdeki aşk hikâyesiyle kahramanlarımız. Marianne, kaçakçı olan kardeşiyle buluşacakmış. Görüntülerin arasına yağlı boya resimler “insert”leniyor adeta. Ama, seyircinin zihni de karışıveriyor bu yağlı boya tablolarla. Acaba resimler Valezquez’in mi, yoksa izlenimci ressam Renoir’nın mıydı, diye. Renoir (1841-1919), yüzyıllarca önce yaşamış ressam Valezquez’den gerçek anlamda etkilenmiş. Yapanı bilmeden eserlerine baktığınızda kimin yaptığını bilemeyebilirsiniz. Godard, bu filminde pop art renkler de kullanmış. Filmin içinde dolaştığınızda koyu ve canlı renkler gözlerinizde patlıyor. Hatta insanlarla röportajlar da yansıyor filmde. Marianne ve Ferdinand, o insanlara hikâyeler de anlatıyorlar. Acaba Marianne Ferdinand’a neden “Pierrot” diyordu? Pierre Loutrel’le ilgisi var mıydı? Loutrel (1916-1946), gangster lideri bir halk düşmanı. Ferdinand’ı onunla bir tutuyor sanki. Hatta Loutrel’e dönüştürüyor.

Yol kenarında kaza yapmış arabanın yanına kendi arabalarını bırakıyor kahramanlarımız kaza süsü vermek için. Kaza yapmış arabadakiler ölmüş. Araba yanarken, onlar tarlalara yöneliyorlar. Nehirleri, ormanları aşıyorlar. Ferdinand, 1908-1939 arasında Fransa’da yayımlanmış çizgi roman dergisi L’Epatant’ı okuyor zaman zaman. Benzincide üstü açık 61 model Ford Galaxie Sunliner’ı gözlerine kestiriyorlar. Arabayı “yürütme” sahnesi eğlenceliydi. Güneye geliyorlar. Arabada konuşmaları da elenceli. Birden, “Aklı eğlencede” diyor Ferdinand. Marianne, “Kime diyorsun” diyor. Ferdinand da, “Seyirciye” diyor başın geriye, kameraya çevirerek. İkisinin konuşmaları çoğu yerde şiirsel geliyor kulağa. Ferdinand, “Beni bırakmayacak mısın?” diyor. Marianne, kameraya bakarak “Evet” diyor. Masada da bir tilki var. Kadınlar, kelimeleri gerçek anlamıyla mı kullanıyorlardı? Marianne ve Ferdinand, gerçek kelimelerle diyalog kurmaya çabalarken yanlarında da papağan vardı. İkisi de zaman zaman kameraya (seyirciye) düşüncelerini anlatıyorlar. Bu filmde yabancılaşma baştan sona yaşanıyor. Turistlere, Amerikalıların Vietnam’ı işgalini “görsel” olarak anlattıkları sahne de unutulmaz. Ormanda oyun oynarken, “Ma Ligne de Chance” şarkısını düet yapıyor kahramanlarımız. Kötü adamlar, onların peşindeler ve Peugeot’daki parayı istiyorlar. Cücenin olduğu dairenin banyo küvetinde Ferdinand’a işkence bile yapıyorlar. Ama Marianne kayıp. Ferdinand umutsuzca onu arıyor. Sinema salonunda Vietnam Savaşı haberlerini izliyor. Haberlerin içinde oyuncu Jean Seberg, elinde kamerayla görünüyor. Marianne birden ortaya çıkıyor ve Ferdinand’ın hayatı yine altüst oluyor. Sonra, üstü açık lacivert 64 model Renault Caravelle 1100 Cabriolet’yle kıyıya gelen kahramanlarımız oradan tekneyle adaya gidiyorlar. Arada “cinéma” yazısı okunuyor. Seyirciye sinemada olduğunu unutmaması hatırlatılıyor sanki. Ferdinand ve Marianne, bulundukları ortamı yazarlarla anlatıyorlar iç sesleriyle seyirciye: Ferdinand: “Joseph Conrad romanlarındaki gibi, ortada küçük bir liman var.” Marianne “Robert Louis Stevenson’ın eserlerindeki gibi bir yelkenli.” Ferdinand: “Eski bir genelevi, Faulkner romanlarındaki gibi.” Marianne: “Zengin olan bir kahya. Jack London eserlerindeki gibi…” Ferdinand, karmaşık bir suçun içinde kalıyor Marianne’in sürüklemesiyle. Fred (Dirk Sanders), Marianne’in gerçekten abisi miydi? Adada trajediler yaşanıyor peş peşe. Sonra da Ferdinand, pop art sanat resim gibi yüzünü yağlı boyayla maviye boyuyor ve ardından dinamitleri başına sarıyor. Film bittiğinde, kadınların tahmin edilemez olduğunu da düşüneceksiniz belki.

(25 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Batı Ruhunun Karanlık Dehlizleri: Michael Haneke

Avusturya sinemasının içinden gelen yönetmen Michael Haneke, buz soğukluğundaki filmleriyle Avrupa’nın içselleştirdiği şiddeti soğukkanlı bir sinema diliyle beyazperdeye yansıtıyor. Haneke, Fransız sinemasının içinde filmler de yapıyor.

Michael Haneke, sinemanın Almanya’nın Münih şehrinde 1942’de doğmuş Avusturyalı yönetmeni. Onun, birçok filmini sakinlikle seyredebilmek kolay değil. 1989’dan 1994’e kadar “Kent Üçlemesi” filmleriyle sinemada kendine sağlam yer edindi. Bu ve ardından gelen filmlerinden sonra ona “Buz soğukluğunda yönetmen” demeye başladılar. Usta, filmleriyle insanları rahatsız etmeyi sürdürüyor. Özellikle onun filmlerini sinema perdesinde görme şansını bulabilmiş seyircileri. Usta, önce Viyana Üniversitesi’nde okudu. Film eleştirmenliği yaptı. Ardından televizyon için çalıştı. 1989’dan itibaren de sinema filmleri çekmeye başladı. Haneke, kapitalist batı toplumlarındaki şiddete, tüketime, iletişimsizliğe, yükselen ırkçılığa baktı. Bununla beraber yoksulluğa ve göçmenliğe de baktı. Onun filmlerinin içinde dolaşırken kendinizi görünen dünyanın ardındaki soğuk ve sarsıcı gerçekliklerle baş başa buluyorsunuz. Bunda sadece konunun ve karakterlerin yansıyışıyla değil, mekânların ve o mekânlara düşen ışık düzenlemeleriyle de yaşıyorsunuz. Gri mavisi bir atmosfer seyircileri titretirken, tedirgin de ediyor. Şunu diyoruz: Haneke rahatsız eder…

“Kent Üçlemesi…”

2001’de 20. İstanbul Film Festivali’nde Haneke’nin “Kent Üçlemesi” veya “Buzullaşma Üçlemesi”yle televizyon için çekilmiş “Das Schloss-Şato” gösterilmişti. Biz de bu filmleri şimdi kapalı olan Beyoğlu Emek Sineması’nda görmüştük. Haneke, 1989’dan 1994’e kadar üç filmlik şehir üçlemesi çekti. Bu üç filmlerde tüketim toplumunun monotonlaşmış ve iletişimini yitirmiş durumlarını, şiddet toplumuna dönüşünü, yalnızlığını, göçmenlik olgusunu ve birçok şeyi buluyorsunuz. 1989 yapımı gerçek bir olaydan yola çıkan “Der Siebente Kontinent-Yedinci Kıta” filmi, burjuva bir ailenin trajedisini anlatıyor. Kameramanlığını Anton Peschke’nin yaptığı film, kapitalist toplumda bir ailenin kendisini yok edişini, ürpertici ve rahatsız edici bir anlatımla perdeye yansıtıyordu. Haneke, bir ailenin hayatını üç bölümde anlatıyor. Önce yükseliş, ardından yukarıdaki anlamsızlık ve son olarak depresyonla gelen boşluk. Aile topluca intihar ediyor evlerinde. Film şöyle başlıyordu: Yıkanan bir araba. Plâkası, aynası, jantları, camları ayrıntılı çekimle gösterir kamera. Arabanın içinde, ön jenerikle beraber silüeti yansıyor karı-koca Anna ve Goerg Schober’in. Araba oradan ayrılırken “Avustralya’ya Hoşgeldiniz” yazısı okunuyor. Avustralya altıncı kıta. Yedinci kıtaysa aile. Ardından perdede “Birinci Bölüm 1987” yazıyor. Yüzlerini görmediğimiz karı-koca ve küçük kızları evlerindedir şimdi. Dijital saat sabah altıda çalar, ardından radyoda haberleri okuyan spikerinin sesi duyulur. Anna (Birgit Doll) kırmızı terliklerini giyer. Pencerenin perdesini açar. Mutfakta kahvaltıyı hazırlar. Kızları Eva’yı (Leni Tanzer) uyandırır. Georg (Dieter Berner) küvetin üzerine ayakkabılarını bağlar. Film böyle küçük ayrıntıları göstererek başlıyor. Her şey dünkü gibi aynı, sıradan ve güvenli. Filmin ilk yarısı neredeyse birbirine yakın anlatımla sürüp giderken, ikinci yarıda bu görünüşte mutlu aile kapitalizmin kendilerine sunduklarına arkalarını dönüp evlerine kapanırlar. Sonra da kendilerini yok ederler. Onlar intihar ederken seyirci de (sadece ekranı karıncalı televizyon) onları dikizliyor. Burjuva ahlâkını, tüketim toplumunu yönlendiren medyaya eleştiri de getiriyor Haneke. Filmde Jennifer Rush’ın “The Power of Love” ve Günter Mokesch-Karin Raab ikilisininden “Send Me Roses” duyuluyor.

1992 yapımı “Benny’s Video-Benny’nin Videosu”nda 14 yaşındaki Benny’nin şiddetini anlatıyor. Benny (Arno Frisch), kamerasıyla her şeyi çeken ve video görüntüleri hayatının tek gerçeği olan bir genç adam. Video dükkânının önünde çizgi roman tutkunu bir genç kızla (Ingrid Strassner) tanışır ve kızı eve götürür Benny. Çektiği görüntüleri de ona gösterir. Mezbahada, domuzun şok tabancasıyla öldürülüşünü gösteren Benny, aynı şok tabancasını kızın üzerinde dener ve kız acı çekerek ölür. Benny, soğukkanlılıkla bu acıyı ve ölümü kamerasıyla kaydediyor. Belki de filmdeki en ürpertici an, Benny’nin kızı öldürdükten sonraki sakin halleri. Bütün bunlar normal bir şeymiş gibi yerdeki kanları temizlemesiydi. Daha da ürpertici olansa babanın (Ulrich Mühe) kızın cesedi üzerinde yaptıklarıydı. Anne de (Angela Winkler) oğlunu Mısır’a tatile götürüyor. Filmin soğuk görüntülerse Christian Berger’in. Haneke bu filminde Bach’ın müziklerini kullanmış.

Üçlemenin son filmi, 1994 yapımı “71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls-Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası”ydı. Senaryosunu Haneke’nin yazdığı filmin kameramanıysa Christian Berger’di. Film, 1993’te Ekim’le Aralık arasını anlatıyor. Bu filmde, birbiriyle hiç ilgisi olmayan hikâyeleri koşut anlatımla takip ediyorsunuz. Film, televizyondaki haberler üzerine açılıyor. Ekrana Bosna, Somali savaşları yansıyor. Sonra Rumen bir çocuk Marian Radu (Gabriel Cosmin Urdes), gecenin içinde beyaz eşya taşıyan bir kamyonete gizlice biniyor ve kaçak yollarla Viyana’ya geliyor. Marian, Viyana’da karnı aç ve şaşkınlık içinde aylak aylak dolaşıp duruyor. Bernie (Georg Friedrich), soygun için mekâna giriyor. Dini bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan Hans (Branko Samarovski) her günü aynı yaşıyor. Sabah uyanıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Ayakkabılarının bağını bağlıyor. Karısı Maria ((Claudia Martini) kahvaltıyı hazırlıyor. Bankaya gidiyor. Akşam evine dönüyor. Her şey bir kısır döngü. Karısı Maria’yla uzak sanki. Öfkeli ve yalnız. Rumen Marian, sabah çöplükte yiyecek arıyor. Max (Lukas Miko), akan trafikte arabanın içinde Marian’a bakıyor. Seyirci Max’la ilk defa karşılaşıyor. Max, 19 yaşında öfkeli ve bu öfkesi birçok insana trajedi yaşatan öğrenci. Ardından zekâ oyunu oynayan iki öğrenci görünüyor. Sonra Paul (Udo Samel) ve Inge Brunner (Anne Bennent) çifti yansıyor. Evlâtlık bir çocuk için uğraşıp duruyorlar. Emekli Tomek (Otto Grünmandl), maaşını almak için bankaya geliyor. Tomek, yalnız yaşıyor. Evinde televizyondaki haberleri izliyor sürekli. Televizyon ekranından savaş görüntüleri düşüyor. Hatta PKK’nın şiddeti bile. Dolaylı veya dolaysız bu insanların kaderi bir trajedide buluşuyor. Final bölümü çok sarsıcı. Dünyadaki şiddet haberlerinin yanına bankadaki şiddet de ekleniyor. Haneke, psikoloji karşıtı bir film yaptığını söylüyordu. Hans, evde karısı Maria’yla sessizce akşam yemeği yerken, birden “seni seviyorum” diyor. Az bir zaman sonra karısına beklenmedik bir anda tokat atıyor. O ana kadar mekânın gri soğukluğunun farkında olmayan seyirci buzun içine düşüyor. Final bölümünde benzincide Max, banka kartını kullanamıyor. Yakındaki dini bankaya gidiyor. Bankamatiğini kullanamıyor. Bankaya giriyor, veznedar ona yardımcı olmuyor. Dışarı çıkan Max, kontrol edilemez öfkesiyle bankaya giriyor, tabancasını çıkartıyor ve rastgele etrafa ateş açıyor. Paul, Inge ve Tomek vuruluyor. Kamera, bir süre Paul’un üzerinde kalıyor ve kan vücudundan yere akıyor. Yönetmen, Max için puçlarını, Max’ın tek başına tenis oynadığı sahnede veriyordu. Max, topa raketle vurdukça öfkesi daha da artıyordu.

Haneke’nin 1997’de Kafka’dan uyarladığı “Das Schloss-Şato”, televizyon için yapıldı, ama önce sinema perdesinde kendini gösterdi. Kafka’nın “Şato” romanı yarım kalmıştı. Haneke de kendi filmini yarım bırakıyor. Film bittiğinde bir boşluğa düşüyor insan. Köye, şatonun davetlisi olarak gelen kadastrocu Josef K. (Ulrich Mühe), karın ve soğuğun, elbette kontun esir aldığı bu köyde inanılmaz zorluklarla karşılaşıp duruyor. Hiç göremediğimiz Şato’nun ileri gelenlerinden Klamm’ın meyhanesinde çalışan Frieda’ya (Susanna Lothar) ilk görüşte tutulan K.’nın hiçbir çabası varoluşuna yetmiyor. Haneke filmini bir anlatıcının (Udo Samel) sesiyle sunmuş seyirciye. Şato’nun köye bir kâbus gibi çöken otoritesi, bürokrasisi ve hiçleştirmeleri yansıtılırken, Kafka’nın dışavurumcu metinleriyle de buluşulabilmiş Haneke’nin dili. Mekânlarla insanların birbirleriyle buluşan durumları (her şey enkaza dönmüş), despot öğretmen, karlar, soğuklar, bürokrasi, yalnızlığa itme, korkutma, otorite, yabancılaşma, faşizmin yıpratıcılığı alttan alta kuşatıcı kâbusları gibi çöküyor karakterlerin ve seyircilerin üzerine. Gri bir soğukluk baştan sona perdeyi kuşatmış “Şato” filminde. Haneke bu filminde daha yoğun “kararma” tekniği de kullanmış. Bu filmdeki gri soğuk görüntülerse Jirí Stibr’e ait.

“Piyanist…”

Haneke’nin 2001 yapımı “La Pianiste-Piyanist”, Avusturyalı Nobel ödüllü kadın yazar Eifriede Jelinek’in 1983’te yayımlanmış “Die Klavierspielerin” romanından uyarlandı. Bu roman ülkemizde 2002 ve 2004 yıllarında “Piyanist” adıyla Everest Yayınları’ndan çıkmıştı. Roman, Muzır Kurulu tarafından 2002 yılında toplatılmıştı. Film Viyana’da geçiyor. Kızı Erika Kohut (Isabelle Huppert) üzerinde baskı kurmuş bir anne (Annie Girardot). Anne kendi hayallerinde, piyano öğretmeni kızını ünlü bir piyanist olarak düşlüyor. Erika, hayatında her şeyi bastırmış. Hayatında erkek yok. Fantaziler kuruyor. Porno filmler izliyor. Cinselliğini yaşayamadığı için sapkınlıkları çoğalıyor. Hatta sadomazoşist fantazilerine düşüyor. Erika’nın hayatına birdenbire genç öğrenci Walter KLemmer (Benoit Magimel) giriyor. Sapkın ve dizginlenemez bir tuhaf ilişk başlıyor aralarında. Filmde birkaç an akılda kalıyordu. Erika, banyoda kendine, vajinasına acılar çektiriyor. Tuvalette de, dışarıdan bakınca ondan beklenmeyecek şekilde Walter’i tahrik edişi, porno izleme odalarını dolaşması vb. Final bölümü gerçekten çarpıcıydı. Bu filmde Schubert’in piyano tınıları başroldeydi. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di. Cinselliğini sağlıklı yaşayamayan insanlar sapkınlıklara girebiliyor. Karşı cins her şeyden önemli.

“Saklı…”

Vicdandan gelen…Georges Laurent (Daniel Auteuil), bir televizyonda edebiyat programının sunucusu. Karısı Anne (Juliette Binoche), bir yayınevinde çalışıyor. Ergenlik bunalımları yaşayan on iki yaşında Pierrot (Lester Makedonsky) adında bir de oğulları var. Entelektüel ve burjuva bir aile. Paris’in iyi bir semtindeki güzel evlerinde huzur içinde yaşıyorlar. Ama, onlara kimden geldiği belli olmayan kasetler gelene kadar. Georges’un hayatta kaybedeceği çok şey var. Ailesi, iyi kazandığı işi ve toplumsal konumu. Gerçekten o kasetler nereden ve kimden geliyor? Aileyle özdeşleşen seyirci, aile gibi güven bunalımına düşüyor ve huzursuz oluyor. O korkuyu yaşıyor. Georges, yaşlı annesine (Annie Girardot) gördüğü bir rüyayı anlatır. İşte bu rüya, özelde Georges’un, genelde Batı toplumlarının perdeye yansıyan vicdanı. Cezayirli çocuk Macit’i görür rüyasında Georges. Macit’in anne-babası, Georges’un ailesinin çiftliğinde çalışan iki yoksul Cezayirli. Daha sonra Georges’un ailesi Macit’i evlâtlık alıyorlar. Sonra da çocuğu yetimhaneye yolluyorlar. Çünkü Georges, Macit’i kıskanıyor ve kaprisleriyle ailenin hayatından çıkartıyor Macit’i. Hem rüyalar hem de video kasetlerdeki görüntüler Georges’u Macit’in yoksul dairesine götürüyor. Macit (Maurice Benichou), yıllar sonra karşısında Georges’u görünce önce şaşırır, ama bu şaşkınlık uzun sürmez. Çocukluğunu ve geleceğini mahveden Georges’un gelişi iyi bir şey için değildir. Kasetleri yollayanın Macit olduğunu iddia eder Georges. Gerçekten aileye bu huzursuzluğu veren Macit mi?

Film ilerledikçe, bir gerilim unsuru olan kasetler bir noktadan sonra başka olgulara bırakıyor yerini. Göçmenlik, yoksulluk ve ırkçılık üzerine düşündürmeye başlıyor film. Bir hiçlik gibi yetimhaneye yolladıkları çocuk Macit, hayatını ve geleceğini de yitirmiştir. Macit’in, yabancılara, özellikle Cezayirlilere mesafeli duran Fransız toplumunda varabileceği yer neresidir? Tüm göçmenleri toplumun ve şehrin dışına iten bu sistem, tüm eğitim ve öğretimleriyle ırkçılığı da çoğaltıyor. Bu film, Fransa’daki göçmen öfkesinden önce çekildi. Haneke, filmleriyle göçmenlerin ve yoksulların yanında bir yönetmen. Batı toplumlarının (özellikle Avrupalıların) ruhunun içinde dolaşan Haneke, Batılı toplumların ırkçılıktan kolay kurtulamayacaklarını söylüyor. Çünkü Batılılar, uygarlıkları ve zenginlikleri kendilerinin yarattıklarını iddia ediyor. Bu yüzden tüm zenginliklerin kendilerine ait olduğunu telkin ediyorlar. Zenginlerin kaybedeceği çok şey var. Ya yoksulların?

Haneke’nin tüm filmlerinde estetik anlamda donuk, neredeyse buz soğukluğunda bir estetik var. Onun filmlerinde önce içeri girmekte çekinebiliyorsunuz. Ama, içeri girdiğinizde kendinize bile itiraf edemediğiniz gerçekliklerle karşılaşabiliyorsunuz. “Saklı” filminde de bu böyle. Ön jenerik ve sonrasında, hiç kesme yapmadan ve tek bir açıda duran kamera, sokakla evi gözlüyor uzunca bir süre. Benzer görüntüler filmin değişik anlarında da perdeye yansıyor. Çoğu anlarda da, o kasetleri kim gönderiyor diye beyninizi kemiriyorsunuz. Film bunun cevabını açıkça vermiyor, ama filmin içine tam girdiğinizde o kasetlerin nereden geldiğini tahmin edebiliyorsunuz. Juliette Binoche, önceki filmlere göre bir adım geriye çekilmesine rağmen yine de etkileyici bir performans sunuyor. Filmin önünde görünen Daniel Auteuil, Georges’un iç ve dış dünyasındaki değişimlere derinlik katmış. Diğer oyuncular da yönetmenin anlatımına katkıda bulunuyorlar. Macit’in intiharı gerçekten çok sarsıcı ve neredeyse çok gerçekçi. Öyle şok edici ki, her şey birdenbire oluveriyor. Bir ara ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Macit’in oğlunun (Walid Afkir), Georges’un çalıştığı kanala gelip Georges’la konuştuğu anlara iyi kulak vermek gerekiyor. Filmi görmeli ve üzerinde düşünmeli. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di.

“Ölümcül Oyunlar…”

Buz mavisi soğukluğunda şiddet.. Haneke, ilk defa Hollywood’da çalışıyor. Usta, bizde 1997 yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filmiyle tanındı. İşte Haneke, “Ölümcül Oyunlar” filmini Hollywood’a uyarladı. Avusturya yapımı “Ölümcül Oyunlar”la Hollywood yapımı “Ölümcül Oyunlar” arasında aslında çok az fark var. Neredeyse aynısı. Mekânlar, giysiler ve müzikler aynı gibi ilk bakışta. Oyuncularla konuştukları dil farklı sadece. Haneke’nin filmini seyrederken, kuzey ülkelerini de düşünmek gerekiyor. Almanya, Avusturya, Hollanda, Kanada, İngiltere ve ABD, Anglosakson çokkültürlülüğünü yaşıyorlar. Bunların yanına İskandinav ülkeleriyle İzlanda’yı da katabilirsiniz. Haneke’nin, “Ölümcül Oyunlar” filmini bu ülkelerin herhangi birinde çekmesi sonucu pek değiştirmezdi. Eğer Haneke, bu filmini Fransa, İtalya, İspanya gibi Latin kökenli ülkelerde çekmiş olsaydı “derin” farkları olabilirdi “Ölümcül Oyunlar” filminin. Haneke’nin yapıtları, “buz mavisi soğukluğunda filmler” olarak değerlendiriliyor hep. Soğuk, mesafeli, hemen içine girilemeyen, hem içsel hem de dışsal şiddeti barındıran bu filmler insanları gerçek anlamda sarsıyor. İnsanlar, belki de korkulması gereken en önemli varlık. Fransa’da çektiği filmlerde genel olarak çokkültürlülüğü ve ırkçılığı öne çıkardı yönetmen.

“Ölümcül Oyunlar”ın ön jeneriği sürerken bile tedirginlik yaşamaya başlıyorsunuz. George, Ann ve küçük oğulları Georgie, arabayla yazlıktaki evlerine doğru yol alırken hikâyeye giriyorsunuz. Bu küçük yolculukta filme dair ipuçları da var. Hikâye derinleştikçe şiddet bir kısır döngü gibi insanları kuşatmaya başlıyor. Kendinizi aileyle özdeşleştiriyorsunuz çünkü. Her şey öyle umutsuz ki. Bu seri cinayetler bitmeyecek gibi. Finalde, iki sapık göl kıyısındaki başka bir eve girdiğinde umutsuzluğunuz çoğalıyor. Belirlediğimiz gibi tam anlamıyla bir kısır döngü bu. Arabalarıyla yazlık evlerine gelen aile, komşularının durumlarını anlamdıramadıkları için fazla beklemeden şiddet onlara uğruyor. Golf oyuncuları gibi giyinen iki genç Peter ve Paul, yumurtayla kurdukları iletişimden sonra vahşi şiddetlerini uyguluyorlar aile üzerinde. Sanki, bu iki sapık genç için her şey televizyon ekranı gibi. Yarışma oyunu oynuyorlar ve televizyon oyunu onları şiddete yöneltiyor. Bir an sonra Peter, tüfekle küçük Georgie’yi vuruyor ve Georgie’nin kanları televizyon ekranına yapışıyor. Haneke, bu anı hiç kesmeden ve neredeyse on dakika tek bir açıdan gösteriyor seyirciye. Bu sekans aynı zamanda Hollywood tarihine de geçmiş oldu. Hem uzunluğuyla hem derin şiddetiyle. Paul, sinir bozucu ses tonuyla arada bir kameraya dönüp seyirciye lâf atarak yabancılaşma yaşatıyor. Sanki Paul’ün perdeden çıkıp salona gelecekmiş gibi hissediyorsunuz. Paul’ün “gerçeklik” üzerine söyledikleri de filmler, televizyonlar, hayat ve birçok şey üzerine düşündürtüyor insanı. Darius Khondji ustanın kamerası da filmin en değerli şeyi. Filmin müziği de Matthieu Chabrol yapmış.

(24 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Jackie: Amerika Ülke Değil, Bir Şirket…

Kibarca Öldürmek (Killing Them Softly)
Yönetmen-Senaryo: Andrew Dominik
Roman: George V. Higgins
Görüntü: Greig Fraser
Oyuncular: Brad Pitt (Jackie), Richard Jenkins (Avukat), James Gandolfini (Mickey), Ray Liotta (Markie), Sam Shepard (Dillon), Scoot McNairy (Frankie), Ben Mendelsohn (Russell), Vincent Curatola (Amato), Max Casella (Barry), Slaine (Kenny)
Yapım: Weinstein-Inferno (2012)

Andrew Dominik’in üçüncü filmi “Kibarca Öldürmek”, ABD başkanlık seçimi ve ekonomik buhranın kıyısında New Orleans’taki suç dünyasına bakıyor. Filmde, Katrina’nın ve ekonomik çöküntünün her yerde hissedildiği şehrin yeraltına bakılıyor.

Her şey bir kumarhane soygunuyla başlıyor. Johnny “Sincap” Amato, iki işsiz güçsüz Frankie ve Russell’ı soygun için ikna ediyor. Amato’ya göre soygun basit olacak ve kimse de ölmeyecek. Gizli poker oynatan İtalyan mafyası, daha önce vukuatı olan Markie Trattman’dan şüphelenecek. Mafya, masaların sorumlusu olarak kiralık katil Dillon’ı Markie’nin üzerine yollamış, ama sonuç alamamış. Russell bir “junkie”, yani uyuşturucu müptelâsı. Frankie klâsik arabaları seven ve yırtmak isteyen bir genç. Gecenin derinliğinde Frankie ve Russell, heyecanlı, ama kolay bir soygun yapıp kazandıkları paralarla biraz rahata ulaşıyorlar. Russell, bolca uyuşturucu kullanırken, uyuştırucu işine girmeyi istiyor. Russell’ın, enkaza dönmüş evinde eroini enjekte ettiği sahne gerçeküstüydü ve görüntü Russell’ın zihinsel bulanıklığıyla yansıyordu. Frankie de, mutlu şekilde klâsik arabasının içinde yol alırken fonda da Petula Clark’ın söylediği “Windmills of Your Mind” adlı şarkı duyuluyor. Bu şarkıyı Michel Legrand, Norman Jewison’ın 1968 yapımı “The Thomas Crown Affair-Kibar Soyguncu” için yapmıştı ve bu tema şarkısı Oscar kazanmıştı. Elbette mafya da boş durmuyor. Bu da iş için Dillon yerine Kackie Cogan geliyor. Seyirci Jackie Cogan’ı arabasında Johhny Cash’in “The Man Comes Around” şarkısını dinlerken tanışıyor gökten aşağıya yağmur boşanırken. Jackie, “Sürücü” diye anılan mafyanın avukatıyla konuştuktan sonra araştırmalarına girişiyor. Jackie, kuralları olan “kibar” bir kiralık katil. Yakın mesafeden kurbanlarını öldürmüyor. Çünkü duygusal mesafe bırakıyormuş öldürürken. Jackie, ilk şüpheli Markie’nin üzerine Barry’yi salıyor. Geceleyin yağmur altında Barry, Markie’yle dövüşüyor. Jackie, bir şekilde poker soygununu yapanları öğrense de Markie’yi ortadan kaldırıyor. Gecenin derinliğinde Jackie’nin Markie’yi öldürdüğü an görsel anlamda da çok çarpıcı. Gecenin karanlığında sağanak yağmurun altında Jackie, arabasının içindeki Markie’ye yaklaşıyor. Yavaş çekimle kurşun tabancadan çıkıyor, arabanın camını parçalıyor ve altta da Ketty Lester’ın 1964’te söylediği “Love Letters” şarkısı duyuluyor. Yönetmen, andığımız bu dört şarkıyı da ironik kullanmış. Bu anları perdede yaşadığınızda fark ediyorsunuz. Jackie’nin hedefindeki adamsa soygunu yaptıran Amato. O da Jackie’yi tanıyor. Jackie, Amato’yu öldürmesi için Mickey’i çağırıyor. Hapse girmekten ve karısından ayrılmaktan korkan Mickey bir alkolik. Sonunda işi Jackie tamamlıyor.

Mekânlar New Orleans’tan…

Filmin hikâyesi, 2008’deki ABD’nin başkanlık seçimleri sırasında geçiyor. Televizyon ekranlarında ve radyolarda Barack Obama’yla John McCain’in sesleri duyuluyor çoğunlukla. Hatta araya George W. Bush bile giriyor. Obama, ekonomik çöküntüdeki Amerikalılara umut veriyor ve sürekli “değişim”in altını çiziyor. Filmin finalinde, barda avukatla Jackie hesabı kapatırken televizyonda Obama’nın “Amerika, tekken çoğul olanların ülkesi diyen sesi duyuluyor. Jackie’yse buna, “Amerika teklerin ülkesi. Amerika ülke değil, bir şirket” diyerek öfkeyle karşılık veriyor Obama’ya. Yani, Amerika Birleşik Şirketleri… Jackie, Noam Chomsky ruhuyla konuşuyordu sanki. Filmde politikaya ironik bakılmış. Zaman zaman şiddet yüklü bu filme liberal sol ruh da sinmiş diye düşünüyorsunuz. Finansal kriz öyle derin ki, mafya bile masrafların altından kalkmakta zorlanıyor bu krizde. Film, George V. Higgins’in 1974’te Amerika’da yayımlanmış “Cogan’s Trade” (Cogan’ın Ticareti) romanından uyarlanmış. Massachusetts’ta 1939’da doğup 1999’da ölen yazar Higgins’in sinemaya uyarlanan ikinci romanı bu. Senaryoyu da yönetmen yazmış. Yazarın “Erkete” romanı Uycan Yayınları’ndan 1972’de çıkmış vakti zamanında. 1967’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğan yönetmen Andrew Dominik’i 2007 yapımı “The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford-Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı” western filmiyle biliniyor. Şu ana kadar üç film çeken yönetmenin ilk filmi 2000 yapımı “Chopper-Kasap” filmi. Dominik’in görselliği çarpıcı ve insanı estetik anlamda etkiliyor. Yönetmen, filmine kara film ruhunu taşımış. Öncelikle kasvetli ve yağmurlu atmosferiyle. Filmdeki renk tonları da mat yansıyor perdeye.

1975 doğumlu Avustralyalı kameraman Greig Fraser’ı da tanımalı. Kameraman, yönetmen Rupert Sanders’ın 2012 yapımı “Snow White and the Huntsman-Pamuk Prenses ve Avcı” filminde de çalışmıştı. Akademi’yi etkilemesi muhtemel 2012 yapımı “Zero Dark Thirty” filminin de kameramanı Fraser. “Zero Dark Thirty” filmini, Amerikalı sağcı kadın yönetmen Kathryn Bigelow yönetmiş. Bigelow, 2008 yapımı “The Hurt Locker-Ölümcül Tuzak” filmiyle Akademi’yi ve sağcıları gözyaşına boğmuş, altı Oscar’ı da götürmüştü. Irak’ta acılar, travmalar, korkular yaşayan Amerikalı askerler için “vah vah” diyerek Irak halkının da topyekün terörist olduğunu öğrenmiştik. Hatta acımasız Amerikalı askerler için gözlerinizden yaşlar bile dökülüyordu. Bu kadından korkulmalı. Sinemaskop çekilmiş bu filmin mekânları Louisiana’nın New Orleans şehrinden. Bu şehirde Fransız, blues ve caz kokusu var. Bir de filmdeki bazı karakterler, yoksulluk ve çöküntü içindeki bu şehrin mekânlarıyla örtüşmüş. Biliyorsunuz, 2005 yılında New Orleans’ta Katrina kasırgası yaşanmıştı ve yıkıntıların izleri hâlâ görülüyor. Ayrıca bu filmde kadınlar yok. Zaten romantizm de ölmüştü.

Filmdeki oyunculuk performansları da üst noktada. Mickey’yi oynayan James Gandolfini’nin havaalanındaki oyunculuk gösterisi seyredilmeye değer. Avustralyalı oyuncu Ben Mendelsohn için sadece mükemmel diyoruz. Elbette Brad Pitt. 1963 Oklahoma doğumlu Pitt, son yıllarda sanatı da öne çıkartan filmlere yüzünü armağan ediyor. Alejandro Gonzalez Inarritu’nun 2006’daki “Babel-Babil”, Coen kardeşlerin 2008’deki “Burn After Reading-Aramızda Casus Var”, David Fincher’ın yine 2008’deki “The Curious Case of Benjamin Button-Benjamin Button’in Tuhaf Hikâyesi”, Quentin Tarantino’nun 2009’daki “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi”, Terrence Malick’in 2011’deki “The Tree of Life-Hayat Ağacı” arşivlerde olmalı.

(20 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Murat Şeker: Festivallerde Kaza ile Ödül Alırsak Sıkıcı Damgası Yeriz!

Son günlerin en çok izlenen yerli yapımı “Çakallarla Dans 2”yi yönetmeninden dinlemek için, sevgili sinema yazarı arkadaşım Murat Tolga Şen’i de yanıma alarak, düşüyoruz yollara. Yolda epey dedikodu yaparak SugarWorkz’e geliyoruz. Balkonda bizi filmin senaristlerinden Ali Tanrıverdi karşılıyor coşkuyla. Tamam diyorum galiba röportaj iyi geçecek. Kapıdan girdiğimizde içerdeki aile ortamını ve huzuru hissediyoruz. Herkes işinde gücünde… “Filmi çektik hadi artık biraz dinlenelim” diyen yok! Hepsi yeni projeler için uğraşıyor. Yönetmen Murat Şeker tüm içtenliğiyle başlıyor anlatmaya… Gizlisi saklısı yok, ne geçiyorsa içinden onu söylüyor. Bir ara Ali Tanrıverdi’ye dönüyor, “Sen neden oradasın, hadi katıl bize!” diyor. Yapımcı kardeş Hülya Şeker sıcacık çaylarıyla ve gülümseyen yüzüyle ısıtıyor içimizi. Kısacası biz aslında onlara misafirliğe gitmiş oluyoruz ve işte ortaya da böyle bir sohbet çıkıyor. Yazması bizden okuması sizden!

Türk Halkı Çakalları sevdi. Nedir bu filmi diğerlerinden ayıran?

Murat Şeker: Türkiye’de mizah filmlerinde sıkıntı var. Ve biz de Çakallarla Dans serisini biraz da bu yüzden yaptık. Nalına mıhına dokundurarak, risk alarak bu filmi çektik. İlk filmin senaryosuna bakın meselâ, bizim filmde anlattığımız birçok durum gerçekte yaşandı. Şike skandalı da bunların başında geliyor. Çakallarla Dans 2’de de kobaylar ve AVM’ler üzerinde durduk.

Bu konuyla ilgili nasıl çalışmalar yaptınız peki?

Ali Tanrıverdi: Murat Abi Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir haberi getirdi. Türkiye’de 893 kişinin kobay olarak kullanıldığı ve öldükleri yazıyordu haberde. Sonra bir araştırma yaptık. Brezilya, Çin, Amerika gibi ülkelerde bu sayının çok daha fazla olduğunu öğrendik.

Murat Şeker: İlâç deneylerinde birçok insan ölüyor. Birçoğu hasta olduğu için bunu mecburiyetten kabul ediyor, ama bir o kadar insan da 100 – 150 dolar gibi bir paraya bu işi yapıyor. Bizim Çakallar da şartlı tahliye için olmak için kabul ediyorlar…

Böyle zor bir konuyu komediyle birleştirmekte çok kolay değil ama…

Ali Tanrıverdi: Bence filmin en büyük etkisi, dipnotlarda olan mevzular. Bizim aldığımız olumlu eleştirilerin neredeyse yarısı o ince göndermeler için yapılıyor. Biz bu kobay olayını tabiri caizse “kör göze kör parmak” yapsak belki de insanlara itici gelecekti. Komediyle bu durumu birleştirince herkesin daha da iyi görebileceği bir şey çıktı ortaya.

Murat Şeker: Biz ikinci filmde gişe baskısını da hissettik. Montajda birçok şeyi çıkarmak zorunda kaldık. Çok daha sert bir film olacaktı. İlk filmin önermesinde de bu filmde de çakalların yaptıklarına dikkat ettik. Adamlar suç işlediler ama sonunda hapishaneyi de boyladılar.

Sinema seyircisini sadece İstanbul, İzmir, Ankara’dan ibaret görmeyip oyuncularla birlikte birçok şehri de gezdiniz.

Bursa, Adana, Kuşadası, İskenderun, Antakya birçok yeri dolaştık evet. Biz gizli bir halk kahramanımız olduğunu biliyoruz, özellikle genç nesilde bu var ve çok güzel bir durum. Farklı bir duygudaşlık bu çünkü bizim filmimizde hayran olunacak bir yıldız yok.

Ama karakterler çok sevildi.

Murat Şeker: Evet karakterler seviliyor ama asıl konseptin kendisi ilgi çekiyor. Yani “Çakallarla Dans” diye bir olgu var. Gençler filmi ilgiyle izliyor. Farklı şehirler gezmenin bize faydası bu durumlara canlı canlı şahit olmamız. “Of” çeken de oluyor, şarkılara eşlik eden de. Meselâ geçenlerde İskenderun’da oyuncularla birlikte filmin ortasında aniden içeri girdik. Seyirciler çok şaşırdı. Çok güzel bir andı.

Seyirci Türk sinemasına sahip çıkıyor bu sevindirici bir durum.

Murat Şeker: Evet seviyor, sahip çıkıyor ama seyirci sinemada eğlenmek istiyor. Meselâ Çakallarla Dans’ı biz Antalya Film Festivali’ne yarışma filmi olarak yollayabilirdik. Ödül vermezlerdi ama yarışma filmi olurdu. Ama ben de şu korku başladı; “Festivallerde kaza ile ödül alırsak sıkıcı damgası yeriz!”. Bu arada vermezler ama Murat Akkoyunlu o performansa ödülü hak eder.

Nasıl bir performanstır ondaki zaten. O attığı takla neydi öyle? Kaç tekrar yaptınız?

Murat Şeker: Murat gerçekten döktürüyor. Taklayı zaten tiyatro oyununda da atıyordu. Adam deli yani. 2 tekrar yaptık, zaten bir sahnede de güldük diye kesmek zorunda kaldık.

Peki Sanat filmleri için neler söyleyeceksiniz?

Murat Şeker: Dünya’da çok iyi örnekleri olsa da minimalist Türk sinemasının en büyük sorunu finale giden yolda merak unsurunun göz ardı edilmesi. Yaşamın sıradanlığını ve dingiliğini anlatmaya çalışırken sıkıcılığa doğru gidiyorlar. Türkiye’deki yaşam o kadar değil. Anadolu bile kendi içinde dinamiği olan bir yer. Türkiye’de ketum insan sayısı azdır. Biz neşeli, heyecanlı insanlarız. Benim için Fellini vardır meselâ. Her filmi bir olay. Yaptığı filmler uçuk kaçık, kendi içinde gelgitleri olan, diğer taraftan da yaşam sevincini de içinde barındıran işler. Ama maalesef asık suratlılık ve ciddilik bu toplumda pirim yapıyor. Gülmek bir zafiyet gibi görülüyor.

Siz de hayata gülümseyenlerden ve gülümsetenlerdensiniz o zaman bu tarz işler size uymaz mı yani?

Murat Şeker: Beni az çok tanıyanlar nasıl olduğumu bilirler. Hareketli, hızlı bir adamım. Asık suratlılığın ve ciddiliğin pirim yapmasını tamamen kınıyorum.

Ali Tanrıverdi: Biz zaten senaryoda 10. sayfada sıkılmaya başlarız. Sonrası da saçma olur.

Peki diğer filminiz de yolda. “Akıllı Köpek Max”. Bu proje nasıl oluştu?

Murat Şeker: Biz Ali ile başka bir çocuk filmi senaryosu yazdık zaten. Ama o daha drama – komedi bir iş. Çakallardan sonra bu filmi çekmeyi düşünüyorduk. Focus Film’den teklif gelince senaryoyu da beğenince hazırı varsa hemen gidip çekelim dedim. Şu kadarını söyleyebilirim; “Türkiye’de ilk defa doğru düzgün bir çocuk filmi çekildi.”

Olumlu mesajları olan bir film mi?

Murat Şeker: Çocuklara özgüven aşılayacak bir film bu. Köpekle olan dostluğu ile çocuğun kendini aşma hikâyesini anlattık.

Bu filmde de futbol var mı peki?

Murat Şeker: Olmaz mı. Kahramanımız Deniz, mahalleye sonradan gelen bir çocuk ve son gelen kaleye geçer. Başarısız da bir kaleci olur. Sonrasında gelişen olaylar ve Deniz’in Max ile dostluğu anlatılıyor.

Filmlerinizde sizi görmeye alıştık. Bunun devamı gelecek mi?

Murat Şeker: Geldi bile.

Nasıl yani?

Murat Şeker: Mehmet Bahadır Er’in yeni filmi Sev Beni’de oynuyorum. Ushan Çakır ve Güven Kıraç ile birlikte oynadık. Ben de yan karakterlerden biri oldum. Film bir aşk filmi ama benim olduğum sahnelerden gülme komasına gireceksiniz.

Merak ettik şimdi.

Murat Şeker: Daha fazla detay veremem…

Cidden sürpriz oldu ama bize şimdi.

Murat Şeker: Bahadır ile ben okuldan arkadaşız. Onun ilk yaptığı film “Goy Goy” diye bir filmdi. Film 50’ye yakın ödül aldı. Orada da ufak bir rolüm vardı. “Sen bana uğurlu geldin hadi gel bu filmde de oyna.” dedi. Bence oyuncu psikolojisinden çok fazla uzaklaşmamak için kamera önüne geçmek lâzım. Oynamak kolay iş değil. Sete gidip oyuncu tarafında beklemek de ayrı bir durum. Ben bir taraftan da ajanlık yapıyorum yani. Oyuncu gözünden yönetmeni görmeye çalışıyorum.

Murat Tolga Şen’e teşekkür ederiz.

(20 Aralık 2012)

Yeliz Bozkurt

Amerikan Usulü Öldürme Üzerine İki Film

Amerikan sinemasının iki yıldız oyuncusu Brad Pitt ve Tom Cruise’un yapımcılığını da üstlendikleri son filmleri bu hafta gösterimde. Akıl almaz bir katliamın Amerikan halkını derinden yaraladığı şu günlerde, ikisi de şiddet ve öldürme üzerine ancak bakış açıları birbirinden çok farklı filmler bunlar. George V. Higgins’in 1974’te yazılmış ‘Cogan’s Trade’ adlı romanından 2008 yılına uyarlanmış ‘Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly’de olaylar, mafyanın gözetiminde faaliyet gösteren kaçak bir oyun salonunun iki kafadar tarafından soyulmasıyla başlıyor. Hedeflenen, daha önce benzer şekilde kendi mekânını soymaktan mimli Markie Trattman’a suçu yükleyerek paraları kırışmak. Olay şehirde krize neden oluyor. Mafyanın işleri bozuluyor, kumar ekonomisi duruyor. Düzenin sağlanması ve güvenin yeniden tesisi için tetikçi Jackie Cogan görevlendiriliyor. Pitt’in canlandırdığı soğukkanlı katilin öldürme tarzı kendine özgü. Kurbanının işini uzak bir mesafeden habersizce hallediyor. Salya sümük ağlamalara, diz çöküp yalvarmalara muhatap olmak istemiyor. Bizdeki çevirisiyle ‘kibarca’ değil de acı çektirmeden temizlemek kastedilen.

2007 yapımı sıradışı western ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı / The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’ ile gönüllerimizde taht kuran Andrew Dominik’in bu daha minör ama etkileyici filminin tekinsiz mekânları, finansal bunalımla çalkalanan Amerika’nın metaforu görünümünde. Borsada son 20 yılın en düşük rakamlarının görüldüğü kriz günlerinde geçen filmin ilk planlarından itibaren fonda yaklaşmakta olan başkanlık seçimi konuşmalarına şahit oluyoruz. McCain ile kıyasıya çarpışan Obama, tepetaklak olmuş ekonomiyi yeniden düze çıkartacağını, piyasalarda oluşan güven kaybını onaracağını, Amerikan rüyasına sahip çıkacaklarını vs. tekrar edip duruyor. Amerika’da düzen bir kere bozulmuş, uluslararası mali oyuncular masadan kalkmış. Oyunu yeniden başlatmak için Lehman Brothers gibi birkaç kurban gerekmektedir.

Jackie Cogan’ın dediği gibi Amerika bir ülke değil, bir işletmedir. Üstelik iyi yönetilmeyen bir işletmedir ve burada herkes kendi başının çaresine bakmak durumundadır. Görece kısa tarihi boyunca şiddeti besleyen topraklar buraları. Öldürücü silâhlara ulaşmanın o denli kolay olduğu. Dominik’in filmi de silâh seslerinin son jenerik akışı boyunca dinmediği çağdaş bir western sayılabilir. Louisiana’nın izbe batakhanelerini fon almış bu bağımsız yapım, çok yakın bir dönemde geçmesine rağmen yetmişli yılların B tipi gangster filmlerinden esinler taşıyor. Şiddet yüklü sahnelerin eşlik ettiği karanlık üslûp ise, Tarantino’dan ödünç alınmış cinsellik ve kara mizah yüklü diyaloglarla dengelenme yoluna gidilmiş.

Haftanın bu defa büyük stüdyo (Paramount) destekli bir diğer Amerikan yapımı ‘Jack Reacher’ın böylesine bir alegoriyle işi yok. İyilerin kötüleri hakladığı, keskin nişancılığın yüceltildiği, gösterişli atış talimlerinin eksik olmadığı düz bir gerilim-aksiyon izlediğimiz. Yasa filan hak getire, kötüler olay yerinde infaz ediliveriyor.

Bu kez hikâye, bir kiralık katilin yaya yolundaki beş kişiyi gün ortasında uzaktan tek atışlarla katli üzerine. Suç plânlı bir biçimde devletin kendi yetiştirdiği, Irak’ta, Afganistan’da görevlendirdiği -ilerde bir gün kapitalizmin rayından çıkmış herhangi bir ülkeye düzeni yeniden tesis (!) adına göndereceği- eğitimli tetikçilerinden James Barr’ın üzerine yıkılıyor. Ancak -seyirciye en başından gösterildiği gibi- katil başka biridir ve olayı aydınlığa çıkarmak, eğitilmiş vatan evlâdını (!) kurtarmak tetikçilerin eğitmeni eski savaş gazisi ‘Jack Reacher’a düşmektedir.

Bebek yüzüne hızla geçen yılların izi düşmüş Tom Cruise’un Rambo’luğa soyunduğu film -benzer rolleri bırakacağı da yok, ‘Görevimiz Tehlike’nin beşincisi yoldaymış- bir bestseller uyarlaması. İngiliz yazar Lee Child hayranları 15 romanlık serinin dev cüsseli kahramanına ufak tefek Cruise’un can vermesini nasıl karşılar bilemem ancak bizler buna benzer öykülerin anlatıldığı filmleri daha önce defalarca izlemiştik. Bir zamanlar ‘Olağan Şüpheliler / The Usual Suspects’in yaman senaryosuyla övgüye ve Oscar dahil ödüllere boğulmuş Christopher McQuarrie’nin yönetmenliğini yapmış olduğu bu sıradan yapımın belki de tek sürprizi, Sovyet Gulag’ındaki ölümcül tutsaklık yıllarında kafayı sıyırmış eski mahkûm rolünde, bir dönem Genç Alman Sineması’nın efsanevi ismi, şimdilerin saygın belgeselcisi Werner Herzog’un varlığı.

(20 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com