Aynı olma dürtüsüyle koşullanmış hayatlar, varlık içinde kapkara yaşantılar, kimliğine sahip çıkamama ve çıkmak zorunda olduğunun da bilincinde olamama durumu. Çoğunluk, çoğunlukla karar vermeye itildiğimiz tercihler üzerine son dönem Türk sinemasından çıkmış modern bir toplum tasviri. Özellikle yaşadığımız coğrafyaya has unsurlar içerdiğini söyleyemem. Bu tarz bir eleştiri filmin başarıyla kotarmış olduğu evrensel dili hiçe saymakla eşdeğer olur. Kozmopolit bir şehirdeki lokal siyasi, maddi ve ahlâki bölünmeler üzerine bir varoluş öyküsü demek daha doğru olur. Anlatılan varoluş da ilerleyen zamanla birlikte paralel bir şekilde zihnimize kazınan yok oluşa göndermeler içeriyor. Çarpık sınıflaşmalar bir ailenin içine giren kamera görüntüleriyle bize gösteriliyor.
Eğitimin önemi vurgulanıyor eğitimsiz kalmış insanlar üzerinden. Anne karakteri ben nasıl sizin bu kadar duygusuzlaşmanıza izin verdim şeklinde serzenişte bulunurken aslında olayın çok başına gitmemiz gerektiğini vurguluyor. Mertkan, daha askerlik çağında oldukça genç, yönlendirilmeye, güçlü olduğunun hissettirilmesine, kendi kararlarının olmasının ne derece önemli olduğunun ona gösterilmesine ihtiyacı olan bir karakter. Daha doğrusu karakterleştirilmeye oldukça müsait bir tip. Ama anne bir yandan kocasının ve oğlunun duygusuzlaşmasından yakınırken diğer bir sahnede de kendi kararlarını irdelemeye çalışan oğluna babasının verdiği kararın her zaman daha doğru olacağını söyler. İşte bu noktada da ailede çok önemli bir misyonu olan anne prototipi oğlunun çelişkilerinden çoğunluğa ayak uydurmaya çalışan kimliksiz bir bireye davetiye çıkarır. Babadan çok fazla bahsedemem. Baba, oğlunun hatalarına nasıl tepkiler vermesi gerektiğinden yoksun bir karakterdir. Ataerkil toplumun dayatmış olduğu her şeyi oğlu üzerinde uygular. Mertkan babasıyla zayıflamak için yürüyüşe, saunaya gider. Ama ardından yüksek kalorili yiyecekleri sanki bir savaş halindeymiş gibi tüketir. Aslında ne istediğini çok iyi biliyordur fakat kendi içine gömüldüğü ruh hali onu bağırmaktan, isyan etmekten alıkoyar. Böylelikle başkalarının hayatı onun da içine sığmaya çalıştığı bir kalıba dönüşür. Bize içinde bulunduğumuz toplumun dayattığı sorular gelir peşi sıra. Mertkan’ın kendine dert edinmediği bir askerliğe gitme mevzusu gündemdedir sürekli. Zamanla Mertkan da bunun bir sorun olup olamayacağı çelişkisine düşmüş olarak bulur kendini. Bazı tersliklerin farkındadır ama bir türlü anlamlandıramaz ve adını koyamaz. Eline silah alıp düşmanla yüz yüze gelebilmesi ne derece önemlidir? Bunların tamamen mânâsız olduğunu fark edemeyecek kadar uzaktır bulunduğu ortama. Aile ve onun yarattığı dış faktörler bireysel olarak karar verebilme yetimize, isyan duygumuza her şeyin başında engeller koyar ve ben duygusunun gittikçe önemini yitirmesine neden olur. Mertkan da git gide kendisini mahkûm olduğu çıkmazın içinde bulur ama bunun nasıl bir mahkûmiyet olduğunun da farkına varamaz.
Çoğunluğun çok da suya sabuna dokunmadan siyasi bir kargaşa yaratmak gibi bir derdi de yok. Bu çıkmaza girmeye gayet meyilli senaryo, sonrasında bu konuyla ilgili kendine duvarlar örüyor. Kürt kızı Gül ile şehirli apolitik Mertkan’ın aşkına dönüşmesine izin vermiyor. Boyundan büyük işlere kalkışmayan Seren Yüce ilk filmiyle ırkçılığı daha da bir bizimle, düşüncelerimizle, davranışlarımızla, hissettiklerimizle örtüştürüyor. Söze ve net davranış kalıplarına yer vermeye de gerek kalmıyor böylelikle. Sadeleştirilmiş anlatım dili aslında daha da sertleşiyor.
Çoğunlukta kalanın azınlıktan farkının olmadığı sonucuna vardırmayı başarmış diyebiliriz yönetmen için. Filme bakışını derinleştiren seyirci bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Sorunun öteki olmakta saklı olduğu üzerine her sahnede taşları yerine oturtan diyaloglar mevcut. Mertkan’ın işçilere tavrı, babanın oğlunun kız arkadaşı hakkında söyledikleri, taksi şoförüne karşı babanın tavrı, hizmetçi kadının ölümü üzerine gelişen sahnedeki kısa ama bir o kadar uzun olan bekleyiş. Tüm bunlar kendimize çizdiğimiz çemberin dışında olan bitene kayıtsızlaşmamızın birer göstergesi. Hatta kayıtsızlık o kadar içselleşmiş ki artık ailemiz bile o çemberin dışında kalmış. Kendi çemberi içinde benliğini yitirmiş insanlardan oluşan bizin öyküsü bu işte.
Bartu Küçükçağlayan beklenenin üzerinde bir performans sergiliyor. Film, neresinden tutarsak tutalım öncelikli olarak Mertkan karakteri üzerinde okunması gereken bir portre çiziyor. Aslında Mertkan da herkesi anlatıyor. Bartu Küçükçağlayan son dönemlerde Büyük Ev Ablukada isimli alternatif müzik dinleyicilerine hitap eden bir grubun da solisti. Müzisyenliği için yorum yapmak şimdilik bizim harcımız değil ama oyunculuk konusunda doğru adımlar atmanın peşinde. Esme Madra, Nihal Koldaş da yalın oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Settar Tanrıöğen’e de pek lâf edemem. Seviyoruz bu adamı ve artık iyiden iyiye kabullendik. Tüm bunları biraraya getirme başarısıyla bir ilk film öncüsü olan Seren Yüce’yi de açıkçası şimdilik tebrik etmek istemiyorum. İkinci filmini sabırsızlıkla bekliyorum. Tıpkı Özcan Alper’in yutkunma problemi yaşamamıza neden olduğu Sonbahar mucizesinin ardından hissettiğim gibi.
Çoğunluk, izlenmesi kolay ama hazmedilmesi zor bir film. Ne anladığına ve sana ne hissettirdiğine göre bu iki kavramın yeri de değişebilir tabiiki. Köprüye girmeden önceki çıkışı yakalamamızı bize salık veren film, araya mesafeler koymayalım diyor çoğunluğun sert üslûbuyla. Köprüler geçilmek içindir… Köprüler yıkılmak içindir… Köprüler yeni ufuklara adım atmak içindir… Köprüler farkında olanların yoludur…
Yönetmen: Seren Yüce
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş
Senaryo: Seren Yüce
Yapım: 2010, Renkli, Türkiye
(13 Nisan 2012)
Görkem Akgün