Geçtiğimiz günlerde İstiklal Caddesi’nde yürümeye başladığımda, Alkazar Sineması kapanıyor haberlerini anımsayıp irkilmiştim. Ardından kapanacak, ‘yıkılacak’ sinemalarla ilgili diğer kötü haberler de geldi. Sinemalarımızı yıkmak istiyorlardı. Yıllarımın geçtiği “Beyoğlu Cumhuriyeti”nin simgeleri birer birer yok oluyordu. Yok olan kapanan, yıkılan yalnızca sinema salonları değildi, simgelerdi de aynı zamanda. Yok olan yalnızca binalar değildi, geçmişimiz, çocukluğumuz, gençliğimiz, anılarımızdı da aynı zamanda. Her geçen gün anılarımızdan, geçmişimizden daha da koparılarak, daha da yalnızlaşarak; geleceğe güzel anılar biriktiremeden, dahası yeni yeni kötü anılar ekleyerek yürüyorduk tenhalaşan hayatlarımızla.
İlerleyen yaşımıza karşın hayata yenik düşmemek için direnmiş ‘eyvallah’ dememiş yitik bir kuşaktan olsak da son yıllarda yeni yeni hastalıklar edinmeye başlamıştık. Çalan her telefonla hastalanan ya da ölen arkadaşlarımızın acı haberlerini alıyorduk artık. Hayat acımasızdı ve geri dönüşü yoktu. Yıllarca kafa tutan, baş kaldıran bizlerden intikamını almaya başlamış gibiydi tüm acımasızlığıyla.
Hayatımızda iz bırakan simgeler direnememiş, birer birer yok olmuştu. “Ancak, ne yazık ki artık maddi ve manevi olarak direnecek gücümüz kalmadı. Alkazar Sineması, çok uzun bir zamandan beri sınırlı sayıdaki izleyicisinin film izlemek için ödediği bilet satış geliri ile yetinmek zorundaydı. kendileri de birer Alkazar sevdalısı olan Alkazar Sineması’nın işletmecileri, son yıllarda bu işletmeyi yaşatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, maddi ve manevi her türlü özveride bulundular, ama işte buraya kadar” diyordu veda mektubunda sinema yönetimi adına açıklama yapan Adalet Dinamit.
Henüz ilkokul yıllarımda, lokum kutularının altını sinema perdesi biçiminde kesip, kutunun iki ucuna geçirdiğim çubuklara gazeteden kestiğim “Bizimkiler” çizgi romanını arka arkaya ekleyip sararak yaşıtlarıma sinema gösterileri yapardım. Ortaokula geldiğimde sinema makinesiyle, film afişleriyle tanışmıştım. Ortaokul arkadaşım Orhan Karagöz’ün babası okullarda hafta sonları film oynatırdı. Yaşlanan ve yorulan babasından görevi Orhan devralmıştı. Kartal’ın, Cevizli’nin, Maltepe’nin çeşitli okullarında hafta sonları birlikte film gösterirdik. Sinema makinesini, afişleri ve büyük siyah perdeleri birlikte taşır, filmleri birlikte sarardık. Okulun salonunda filmi izleyen çocuklarla birlikte, biz de izlerdik kaçıncı kez izlediğimizi düşünmeden ve sıkılmadan.
Uzunkaya Sineması, Uzunkaya Çarşısı’na dönüşmeden önce çocukluğumun birçok filmini izlemiştim, kışlık salonunda da, yazlık bahçesinde de. Birçok kadın gibi annemin de, komşumuz Dilek ablanın da Belgin Doruk ‘kılığına büründüğü’ yıllardı. Sinemaya, alışverişe ya da misafirliğe giderken yanaklarındaki benlerini daha da belirginleştiriyor, iri puantiyeli elbiseler, şapkalar giyiyor, kocaman gözlükler takıyorlardı. Uzunkaya tarihinin aynı zamanda Yeşilçam tarihi olduğunu bilmiyorduk henüz. Sinema yıkılıp çarşıya dönüşürken, Yeşilçam’ın da ‘yıkıldığını’, bir dönemin kapandığını ve duvar yazılarından sabıkalı, ütopyasının izini süren hülyalı düş gezgini “biz”leri acı günlerin beklediğini fark edememiştik.
Dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler büyütüyorduk. Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. Yaratacağımız aşklar için kök salacak çınarlar büyütüyorduk. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı.
Dönüp bakıyorum da anılarımın geçtiği sokakların simgesi Alkazar Sineması, Emek Sineması hayata yenik düşüp perdelerini kapatmak zorunda kalabiliyor; sistemin gücü karşısında “güçsüz” düşerek. Dönüp bakıyorum da çocukluk anılarımı biriktirdiğim Uzunkaya Sineması, işlevsiz bir çarşı yalnızca.
Dönüp bakıyorum da yaşanmış onca yılın yükü, onca yara omzumda. Sevdiğim herkesin mutlu olmasını isterim.
(26 Nisan 2010)
Mesut Kara