Gösterimdeki filmlerin 08 – 14 Şubat 2019 seansları için tıklayınız (Listeler eksiksiz değildir, bu salonlar ve seanslar dışında da gösterimler olabilir. Listeden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.)
Günlük arşivler: 7 Şubat 2019
Susuz Yaz
Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):
Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü alan ilk Türk filmi Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan 21 Ağustos 2018 Pazartesi günü hayatını kaybetti. Mekânı cennet olsun. Sinemamızın tek filmle ünlenen yapımcı ve oyuncularından ilk akla gelen isim olan Ulvi Doğan’ın vefatı sonrasında sosyal medyada rastlanan haberlerde “Bu film sonrası sinema sektöründen ayrılmıştı.” şeklinde bir cümle dikkatimi çekti. Bu bilgi hem doğru hem yanlış. Filmin, ülkemiz sinemalarında gösterimi tamamlandıktan sonra Ulvi Doğan tarafından yurt dışına çıkarıldığı ve dünyanın birçok ülkesinde gösterime sunulduğu haberleri basına yansımıştı. Keza, Doğan’ın, yurt dışında başrol oyuncusu Hülya Koçyiğit’in benzeri yabancı bir oyuncuyla çektiği bazı sahneleri filme ekleyerek farklı bir konu algılatmasıyla gösterimleri yıllarca sürdürdüğü haberleri de basına yansımıştı. Dolayısıyla Doğan’ın bu filmden sonra sinema sektörüyle gezgin bir işletmeci olarak bağını sürdürdüğü söylenebilir. (24 Ağustos 2018)
Isabel Coixet’in yönettiği ve Emily Mortimer, Bill Nighy, Patricia Clarkson ile Hunter Tremayne’nin oynadığı “The Bookshop” adlı film sinemalarımızda orijinal adıyla gösterime girmişti. Bu filmin vizyon sonrasında gösterildiği etkinliklerde “Sahaf” Türkçe adıyla sunulması ilginç ve güzel bir uygulama. Keşke vizyon gösterimine de “Sahaf” adıyla çıksaydı. Bazen bu uygulamanın tersi de oluyor. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi vizyon öncesinde ülkede aylarca “Clair Obscur” olarak lanse edilmiş, vizyon tarihi yaklaşınca “Tereddüt” adı kullanılmaya başlanmıştı. Sanırım yurt dışı tanıtımlara öncelik verildiğinde böyle oluyor. Sinemacılarımızın vardır bir bildiği. Filmler iyi olsun da biz izleyelim. (25 Ağustos 2018)
Adana Film Festivali’nin son iki günü ile Antalya Film Festivali’nin ilk iki günü çakışıyor. Bu çakışma kamuoyunda Antalya aleyhine ve olumsuz olarak da algılanabiliyor. Şartlar değişti ama daha önce yazmıştım tekrar yazayım, bilgi bilgidir. Yıllar önce, 35 mm. filmler zamanında bu durumu önde gelen bir festival yöneticisine sormuştum. Türkiye’de gösterilmemiş ve gösterilmeyecek olan bazı filmlerin gümrük işlemleri ve sigorta masraflarının çok teferruatlı ve yüksek olması nedeniyle festivallerin bir-iki gününü çakıştırıp tek gümrük ve sigorta işlemi ile ve filmlerin sahiplerinden de onay alarak gösterim yaptıklarını söylemişlerdi. Yani festivallerin birbirlerini kırmak gibi bir niyetleri olmadığını belirtmişlerdi. Ayrıca hatırlarım, Adana Film Festivali uzun bir aradan sonra yeniden yapılmaya başlandığı ilk veya ikinci festivalinde Antalya Film Festivali kortej yapması için kendi kullandığı jeep’leri Adana’ya göndermişti. Hatalar insanlardan kaynaklanıyor, festivalleri eleştirmeli fakat rencide etmemeli. Bugün için Ulusal Yarışma’yı kaldırdığı için Antalya Film Festivali’ni protesto eden ve başkanını kınayan sektörden, Ulusal Yarışma’yı sürdüren bir önceki Antalya Büyükşehir Belediye Başkanını, yaşadığı acı nedeniyle bir kişi bile aramamış. Tekrar çakışmaya dönersek, Yeşilçam’ın zirvede olduğu yıllarda Cüneyt Arkın’ın 3 veya Türkan Şoray’ın 2 veya Tarık Akan’ın 2 ayrı filmin aynı hafta gösterime çıkarıldığını biliriz. Yani biz bize benzeriz. (30 Ağustos 2018)
Sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb’de son zamanlarda bazı yerli filmlerin web sitesi veya facebook sayfası olarak ülkemizin önde gelen bir sinema sitesinin linki veriliyor. Bu link verme işlemi filmlerin yapımcılarınca uygun görülüyorsa, ülkemizin sonda gelen sinema sitelerinden biri, sadibey.com olarak bu işlemi doğru bulmadığımızı duyururuz. O kadar zor bir şey değil ki, açın kendinize facebook’da bir sayfa, IMDb’ye link olarak onu verin. Bizlere ihtiyacınız kalmadıysa da bilgi gönderimini kesin ki, meydan reklâm verdiğiniz üç-beş web sitesine kalsın. Onlar da reklâm fiyatlarını dolar bazında arttırsınlar. Sinema sevgisi hatırına yayınını sürdüren web sitelerinin sahip ve çalışanları olarak bizler de gidip pazarda limon, domates, biber, patlıcan satalım. Herkes adam gibi para kazansın. (30 Ağustos 2018)
Olumsuz düşünmeyin, “Bu da geçer yahu.” cümlesinde aslında derin bir tasavvufi bilgelik saklı. Bu dünyadan Buda dahi geldi geçti; hepimiz faniyiz, netekim bizler de geçeceğiz; dünya malı dünyada kalır; takmayın kafanıza şunu, bunu, mânâsını içeriyor. (02 Eylül 2018)
Yasaklara karşıyım ama iki istisnam var. Birincisi: “Çile Bülbülüm Çile” şarkısı söylenirken “çile” kelimesinin fazla uzatılması yasaklanmalı. İkincisi: Vefat eden kişilere rahmet dilerken onlarla çekilmiş fotoğrafların sosyal medyada yayınlanması yasaklanmalı. İtiraf edin, sizin de vardır böyle saplantılarınız. Küçük ama büyük. (02 Eylül 2018)
6 sıfır atılmasaydı dolar bugün 6.630.000 lira olacaktı. Hadi ateyistler bunu da açıklasın bakalım. (04 Eylül 2018)
Kaldırıma konmuş masada börek yiyen adam arada sırada gezen güvercinlere (gezen tavuklara gönderme) börek parçaları atarken diğer yandan masasına gelen sinekleri kovuyor. Hayvanın birini beslerken diğerinin rızkına engel oluyor. Tuhaf insanlarız vesselam. Bazen boş arazide dolaşan köpeklere sakatat vs. götürürken tedirginlik duyarım. Bir canlıyı diğerinin bedeni ile beslemek tuhaf oluyor ama doğanın kanunu da maalesef böyle. Atıyorum, kedi köpek sevenler et yememeli. (06 Eylül 2018)
Gurmeler Derneği, İstanbul’un Harbiye semtini önemli semtler listesine almış. (Bu espri sanadır sırma saçlım, Ahmedim.) (06 Eylül 2018)
75 ml diş macununu az önce 26,95 liraya aldım. Kilosu 359,33 liraya ve 54,52 dolara geliyor. Diş macunu kuru üzerinden hesap edersek hayat çok ucuz. 1 kilo diş macunu verip 205 adet ekmek alabiliyorsunuz. Şu pahalı, bu pahalı diye şikâyet etmeyin yani. (06 Eylül 2018)
(14 Şubat 2019)
Sadi Çilingir
sadicilingir@sadibey.com
Umudu Kendi Renklerine Boya
Tanrının, kendisini henüz doğmamış insanlar için ressam olarak var ettiğini söyleyen, yaşarken bir tek tablosu bile satılmamış, ama çok genç yaşta öldükten sonra rekor denebilecek değer biçilen bir ressam kendince renklendiriyor dünyasını.
Müthiş bir film “Sonsuzluğun Kapısında”, yönetmeni de ressam olunca renge, ışığa, çerçeveye gerektiği önemi vermiş. Filmin atmosferine uyan hareketli kamera (Van Gogh, yerinde duramayan, yaramaz bir çocuk sanki) o duyguyu çok iyi aksettirmiş.
Benim resmim…
Paul Gaugin ile Vincent Van Gogh resmin felsefesini tartışıyorlar. Birinin rengi sarı, diğerinin kırmızı… Biri katmanlı yapıyor resmini, Gaugin’in deyişiyle heykel gibi, diğerinde farklı bir etki söz konusu…
İnsan ister istemez “Ben olsam nasıl yapardım” diye düşünüyor. Hayır, ben ressam değilim, severim ama elime fırça almış, parmaklarımı boyaya bulaştırmış biri değilim. Edebiyattan örnek verebilirim… Oktay Akbal anlatmıştı… Sait Faik ile bir gün ‘dilenci vapuru’na binip Boğaz’da gezintiye çıkıyorlar. Havadan sudan konuşurlarken Akbal, arkadaşına, kıyıdaki bir ağacı gösterip nasıl anlatacağını soruyor. Sait Faik, gökyüzünün renklerinden başlayıp ağacın rüzgarda kımıldayan yapraklarına varan bir öykü yazıyor ayaküstü. Sonra Oktay Akbay, ağacın gölgesindeki ayakkabı boyacısı çocuğun öyküsünü betimliyor. İkisi de öykü. İkisi de ünlü yazardan, çok keyifli…
Van Gogh ile Paul Gaugin’i karşılaştırmak yerine resme bakışlarını ve aldıkları tadı duymaya çalışmak gerekir.
Işık artı zaman…
Sinemanın tanımlarından biridir “ışık artı zaman”. Resmin kalıcılığını renk ve ışık belirler. Gölge dengesi ki, ışığı hissetmeyen ressamın yapıtı kalıcı olamaz, iyi verilmişse, resim her bakışta bir başka mesaj verir insana, bir başka evrene yelken açmanıza yol açar.
Ressamın o anki duygusu muhakkak ki yansımıştır tuvaline, ama izleyenin aldığı haz önemlidir. Filmde bu yaklaşım çok net verilmiş. Umarım filmi izleyenler daha çok resim izlemez, görmek izin galerilere giderler.
Oyun ve oyuncu…
Willem Dafoe büyülüyor gerçekten de… Yüzünün kıvrımlarında hissediyorsunuz tırnaklarının arasına giren boyayla ne dünyalar yarattığını. Van Gogh’u içselleştirmiş, çok başarılı. Hiç aksamıyor…
Yönetmenin, ressamlıktan gelmiş olmasının da etkisi vardır muhakkak, ama kadrajın alt kısmını flu tutması, Van Gogh’un gözünden nerelerin ne kadar ve belki de niye önemli olduğunu apaçık vurguluyor. Peki, kamerası bu kadar hareketli mi olmalıydı?
Henüz doğmamış olanlar için ressam olarak dünyaya gelen Van Gogh, doğada kendi umutlarını kendi renklerine boyarken bize de umutlarımızın peşinden gitmemiz öğüdü veriyor. Ben tutacağım o öğüdü.
(14 Şubat 2019)
Korkut Akın
korkutakin@gmail.com
Yalçın Menteş’i Kaybettik
Sinema, tiyatro ve TV dizilerinin sevilen oyuncusu Yalçın Menteş, 07 Şubat 2019 Perşembe günü hayatını kaybetti. 1960 yılında İzmir’in Tire ilçesinde dünyaya gelen Yalçın Menteş’in, 1999 yılında Star TV.de yayınlanan Çarli ve Mehmet Ali Erbil’le başrollerini paylaştığıTatlı Kaçıklar adlı TV dizileriyle yıldızı parladı. Hamileyim Hamile ve Babamın Ceketi adlı sinema filmiyle beyazperdede de izlediğimiz Menteş’in cenazesi, 09 Şubat 2019 Cumartesi günü Bostancı Tatarağası Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip Pendik Yeni Şeyhli Mezarlığı’na defnedilecek. Merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
Kadavra (Yönetmen: Diederik Van Rooijen)
Diederik Van Rooijen’in yönettiği ve Shay Mitchell, Grey Damon, Kirby Johnson ile Nick Thune’in oynadığı Kadavra (The Possession of Hannah Grace), 15 Mart 2019’da Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Şok edici bir şeytan çıkarma ayininin kontrolden çıkması sonucunda, genç bir kadın yaşamını kaybeder. Aylar sonra eski bir polis olan Megan Reed (Shay Mitchell) morgda, gece vardiyasında çalışmaya başlamıştır ki, kimliği belirsiz meçhul bir kadavra morga getirilir. Bu sırada Megan Reed korkunç deneyimler yaşamaya başlar ve kadavranın şeytani bir güç tarafından ele geçirilmiş olabileceğini düşünmeye başlar.
Çiçero Filminden Seyircilerde İz Bırakan Kostümler
Yüzyılın casusu İlyas Bazna’nın hayatından esinlenerek sinemaya uyarlanan Çiçero filminin kostüm tasarımları izleyenleri kendine hayran bıraktı. Baran Uğurlu ve ekibinin hazırladığı kostüm ve aksesuarlar Çiçero’nun zengin oyuncu kadrosu tarafından kullanıldı. Filmin balo sahnesinde Tamer Levent ile Ertan Saban’ın giydiği sadece iki kostümün nakışları için toplamda bir buçuk milyon iğne vuruşu ile 4500 metre altın renk sim iplik kullanıldı ve 3 günde işlendi.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Çiçero Filminden Seyircilerde İz Bırakan Kostümler yazısına devam et
Paralel Planlar, İtalyan Kültür Merkezi’nde Gösteriliyor
İtalyan Kültür Merkezi, 15 Şubat Perşembe günü 19:00’da Gianni Di Capua’nın yönettiği, Paralel Planlar (Piani Paralleli) adlı filmi gösteriyor. Paralel Planlar, bir Caz dörtlüsü olan Orchestra D’Archi Arrigoni’nin özgün kompozisyonlarından oluşan bir Suit olmasının yanısıra italyan çağdaş caz dünyasının en sevilen isimlerinden birinin, Giovanni Mazzarino‘nun 30 yıllık meslek hayatını kutlama amacıyla yapılmış özel bir konser filmi. Filmde yer alan Paolo Silvestri idaresindeki Accademia d’Archi Arrigoni Orkestrası’nda Giovanni Mazzarino (piyano), Steve Swallow (bas gitar), Adam Nussbaum (bateri), Fabrizio Bosso (tromba) adlı müzisyenler yer alıyor.
Paralel Planlar, İtalyan Kültür Merkezi’nde Gösteriliyor yazısına devam et
Sinemia’dan 14 Şubat’ta Her Moda Uygun Film Önerileri
Türkiye’deki mevcut tüm sinemalarda, istenilen gün ve seansta film izleme ayrıcalığı sağlayan, çift kişilik üyelik paketleriyle Sevgililer Günü’ne özel indirimler sunan Sinemia, 14 Şubat’ta sevgililerin birlikte, keyifle izleyecekleri vizyon filmlerini önerdi. Çiftlerin Sevgililer Günü’nü kutlamak için sürpriz hediye olarak birbirlerini davet edebileceği, aksiyondan maceraya farklı türlerdeki bu yapımlar, yalnızca çiftlere değil, 14 Şubat’ta yalnız kalan müzmin bekârlara da hitap ediyor.
Sinemia’dan 14 Şubat’ta Her Moda Uygun Film Önerileri yazısına devam et
Sanatın Hası Bir Tutam Delilik İstiyor
“Sadece onlardan biri olmak istedim. Bana biraz tütün, biraz şarap vermelerini isterdim. Ya da sadece ‘Bugün nasılsın?’ diye sorsunlar, ben de cevap verirdim, biraz sohbet ederdik. Arada sırada hediye olarak içlerinden birinin resmini çizerdim. Belki kabul edip saklarlardı. Ve bir kadın bana gülümseyip ‘Aç mısın?’ diye sorardı. Biraz jambon, biraz peynir, belki biraz meyve ikram ederdi.” Julian Schnabel’in Vincent Van Gogh’u yorumladığı ‘Sonsuzluğun Kapısında / At Eternity’s Gate’ adlı son çalışmasında, ölümsüz sanatçı çizimlerinden önce bu sözleriyle sesleniyor bizlere. Karanlık perdenin gerisinden onun mütevazi isteklerini duyuyoruz, resimlerini görmeden önce.
Modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam üzerine çekilmiş bir film için kuşkusuz cesaret isteyen bu girişle birlikte, kendisi de ressam olan yönetmenin, daha önce Van Gogh üzerine yapılmış klasik biyografilerden farklı bir şeyler peşinde olduğu hemen anlaşılıyor. El kamerasıyla çekilmiş ilk görüntüden itibaren, O’nun insanın ve doğanın binbir gizini keşfe çıkışının coşkulu hikâyesini izlemeye başlıyoruz.
Ressamın son döneminden manzaralar üzerine yoğunlaşmak istemiş Schnabel. Sanat çevrelerinden ilgi görmediği Paris’in gri kasvetinden uzaklaştığı, dostu Gaugin’in önerisiyle güneşin, sıcağın ve sarının izinde Fransa’nın güneyine Auvers-sur-Oise bölgesine yerleştiği zamanlara. Bu süreçte ressamın beynine dalıp, onun varoluş sorunsalı üzerine bir araştırmaya girişiyor Schnabel.
‘Zaman zaman aklımı kaybediyor gibi hissediyorum.’ diyor Vincent. ‘Sokaklarda bağırdığımı, ağladığımı, yüzümde siyah boya ile çocukları korkuttuğumu söylüyorlar. Herşey karanlık, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bazen birşeyler görüyorum. Hayaletler mi yoksa, bilmiyorum. Çiçekler, bazen insan yüzleri. Bazen benimle konuşuyorlar, onları anlamıyorum.’
Psikoloji uzmanları çok daha iyi değerlendireceklerdir kuşkusuz. Belli ki, sanatçıyı kıskacına almış bir şizofreniden kaynaklanıyor O’nun bu çaresiz huzursuzluğu. Lakin, sanatın en hası bir tutam delilik kaynaklı değil midir zaten. Kendini doğanın koynuna bırakmak, sanatçıyı etrafına ve de kendine zarar vermekten kurtaracaktır. Doğaya baktığında insanları birleştiren bağları daha iyi görmüştür. Orada titreyen enerjiyi, Tanrı’nın sesini duymuştur.
Kardeşi Theo aracılığıyla Gaugin ile tekrar buluşuyor bir süre. Resim ile doğa arasındaki ilişkiyi tamamen değiştirmek üzerine tartışıyorlar. Vincent resmi icat etmemiş, onu doğada bulmuştur. Çizerken sadece özgür bırakmalıdır kendisini. Gaugin’in tavsiyesinin tersine kontrol dışı olmayı ister. Çizimlerinde ne kadar hızlı ve coşkun olursa, kendini o kadar iyi hissetmektedir. Gördüğü şeyleri göremeyen kardeşlerine gösterecek, böylece onların umut ve teselli kaynağı olacaktır.
Tanrı’nın O’nu belki de henüz doğmamış insanlar için ressam yaptığını, bu dünyada bir sürgün, kutsal topraklara ulaşma yolunda bir hacı olduğunu düşünür. Melekler üzgün olanlara yakın değil midir zaten. Ve hastalık, bazen bizi iyileştirir.
Auvers-sur-Oise’da kaldığı 80 gün içinde 75 resim çizer Vincent. 37 yaşındaki kuşkulu ölümü, ‘Loving Vincent’ filminde olduğu gibi bir kaza olarak yorumlanır burada da. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz.’ demiştir Vincent. Schnabel, sanatçının mektuplarından yola çıkarak O’nun aklını okumaya çalışmış. Her türlü spekülasyondan uzak kalarak O’nun yaratıcılığının gizemini keşfe çıkmış. El kamerası, flu görüntüler, karanlık perde kullanımı hep bu arayış çabasının ürünü. Klasik bir biyografi bekleyenleri belki tatmin etmeyecek ama, yaratıcının zihnine serbest vezin dalmak isteyen izleyiciler eşi bulunmaz bir deneyim ‘Sonsuzluğun Kapısında’. Hayatının rolünde bir Willem Dafoe, fiziksel benzerliğinin de avantajıyla, delilik ve yaratıcılık arasında gidip gelen ressama olağan dışı bir yorumla hayat vermiş. Benoît Delhomme’un kusursuz görüntü çalışması, Schnabel’in gözüpek deneyimine çok şey katmış.
(14 Şubat 2019)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com