Yunan sinemasına özgü absürd akımın öncülerinden Yorgos Lanthimos’un, 18. yüzyıl başları İngiliz kraliyet sarayını mekân almış bir dönem filmi çektiğini ilk duyduğumda çok şaşırmış olduğumu itiraf etmeliyim. Lakin korkum boşunaymış; yerleşik toplum düzeni ve dikte edilmiş çekirdek aile kurumu üzerine gerçeküstücü bir mizah barındıran ilk filmleriyle bağrımıza bastığımız sinemacı, ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ın uluslararası başarısının ardından yerleştiği İngiltere’de bildik normları eğip bükmeyi sürdürüyor.
Yönetmenin günümüz imgeleriyle kurulmuş yakın bir geleceği resmeden İngilizce dilinde ilk filmi ‘İstakoz / The Lobster’ ile Anglosakson bir ailenin suç ve adalet kavramları üzerine yoğunlaşan, Yunan tragedya geleneği esintili öyküsü ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ / The Killing of a Sacred Deer’ daha önce sinemalarımıza gelmişti. Bir dönem hikâyesine soyunduğu ve içinde bulunduğumuz ödül mevsiminin favorilerinden ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’ ise, türün kalıplarını tersyüz eden anlatımı ve tercihleriyle, Lanthimos’un oyunbaz evreninin yeni bir harikası olarak bu hafta gösterime giriyor.
1700’lerin başlarında kraliyet sarayında geçiyor hikâye. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıpranmış bir kadındır kraliçe Anne. Tam 17 kez hamile kalmış, çok sayıda düşük ve ölü doğumun ardından dünyaya gelen çocukları fazla yaşamamış. Psikolojik travmasının yanısıra gut ya da bilinen diğer adıyla damla hastalığından muzdarip, sağlık sorunlarıyla cebelleşir kısa ömrünün son yıllarında. Lakin bu giriş okuru yanıltmasın, ağır bir dram nakletmeye hiç niyetli değil Lanthimos. Tarihçiler tarafından hep zayıf, beceriksiz, iradesiz, duygusal açlığını giderememiş karikatür bir monark olarak çizilmiş Anne’ın derin trajedisini son derece eğlenceli, muzır bir atmosfer içinde sunuyor izleyiciye.
Anlatı, kraliyet sarayında üç kadın karakterin ilişkileri üzerinden ilerliyor. Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen kraliçenin gözdesi olmak için ölesiye bir rekabete tutuşuyor. Kraliçenin sağlığı giderek bozulurken iktidar, hırs, aşk ve kıskançlıktan beslenen saray entrikaları alıp başını gidiyor.
Sarayda geniş bir yetkiye sahip olan Marlborough düşesi Sarah Churchill kraliçenin genç kızlığından beri sadık dostu, sırdaşı, aynı zamanda hükümet meselelerinde güvenilir danışmanıdır. Parlamento başkanıyla ittifak kuruyor, askeri komutan olan kocasının da desteğiyle Fransa ile savaşı sürdürme, toprak sahiplerinin vergisini yükseltme kararları alabiliyor. Onun uzak kuzeni Abigail ise babasının serkeşliği yüzünden beş parasız ortada kalmış bir genç kız. Yüzü gözü çamur içinde saraya geldiğinde büyük kuzeni onu himayesine alıyor. Lakin hayat Abigail’e hiçbir dövüşün adil yapılmadığını öğretmiştir. Yeniden sokaklara düşmemek için, yakışıklı ve kafasız bir soyluyla evlenerek unvanını garantiye alıyor önce. Daha sonra türlü oyunlarla kraliçenin gözünden düşürmeye çalıştığı kuzeni düşesin yerini almaya soyunuyor.
Yazım ekibinde olmadığı bu ilk filminde, tarihi detaylara geniş ölçüde yer vermiş olan ilk senaryo taslağını değiştirmiş, yeniden yazdırmış Lanthimos. Tarihi olaylara uygunluk önceliği değil çünkü. Dönemin sosyal ya da siyasi gelişmeleri üzerinde fazla oyalanmak da istemiyor. Dönem sinemasının geleneklerinin altını oymaya ve tez elden kendi absürd dünyasını inşa etmeye koyuluyor. Alabildiğine tuhaf, girift ilişkiler bütünü eşliğinde, entrikaların gırla gittiği, ittifakların her an değiştiği bir oyun alanı olarak sunuyor saray ortamını. ‘Barry Lyndon’u hatırlatan mum ışığında çekilmiş sahnelerde insan davranışlarını, haseti, hırsı, hayatta kalma güdüsünü mercek altına yatırıyor bir kez daha.
Dışarısıyla pek fazla ilgilenmeden sarayın iç mekânlarında geziniyor kamera. Kraliçenin rahatsızlığı nedeniyle onun yatak odasında cereyan ediyor birçok şey. Balık gözü lenslerle ve şaşırtıcı açılardan resmediyor trajikomik insan serüvenini. Rekabetçi kadınların dünyasını ön plana çıkarırken, abartılı makyaj ve giysileriyle kenar süsü niyetine kullanıyor erkekleri. Lanthimos’un gerçeküstücü evreninin oyunbaz sürprizleri bu kadarla kalmıyor. Sandy Powell tasarımı kostümlerde deri ya da kot kumaşı benzeri dönem dışı materyallere yer verilmiş. Sarayın iç mekânlarında ördekleri yarıştırma, yarı çıplak gariban bir uşağa çürük meyva isabet ettirme oyunlarıyla ya da dönem dışı akrobatik dans gösterileriyle eğleniyor soylu kraliyet erkanı. Müzik bandı da boş durmuyor: Haendel, Vivaldi, Bach gibi Barok dönem ustalarının ezgileri, 19. yüzyıl romantik müziğine karışıyor. Messiaen ve Anna Meredith’in atonal ezgilerinden geçerek, Elton John’un klavsen versiyonuyla yorumladığı ‘Skyline Pigeon’a kadar uzanan bir yelpaze içinde oynanan absürd komedyaya eşlik ediyor müzik.
Yazının başlığında yer alan ‘tavşanlara’ gelince… Kraliçenin yatak odasında yaşayan 17 adet pofuduk tavşan, onun dünyaya getiremediği veya yaşatamadığı çocuklarını simgeliyor. Anne’ın odasında tavşan beslemesi tarihsel gerçekliğe uygun değil belki ancak onun etten kemikten bir insan olarak derin acısını ve dinmek bilmeyen yoksunluğunu ifade eden ve filmin estetiğini ilk plandan duyuran dahiyane bir buluş.
Acısıyla kederiyle, neşesiyle sevinciyle, ihtirası ve zalimliğiyle insan ruhunu eşelemeyi sürdüren son Lanthimos▲ yapıtı, Olivia Colman (Anne), Rachel Weisz (Sarah) ve Emma Stone (Abigail)’den oluşan üçlünün birinci sınıf yorumlarıyla, kolay rastlanmayacak incelik ve hınzırlıkta bir başyapıt. Kaçırmayın.
(08 Şubat 2019)
Ferhan Baran
[email protected]