Creed II: Rocky Klişeler Diyarında

Rocky filmleri, popüler sinemada 70’lerin ikinci yarısını milat olarak kabul edecek olursak, ‘sinema ve propaganda’ ilişkisine dair ayrı bir parantez açmayı gerekli kılar. Kapitalist sistemde en alttakinin dahi bir gün gemisini kurtarabileceğinin somut işaretleriyle dolu ilk film, ideolojisini gayet ‘temiz’ biçimde yansıtır izleyicisine. Söz konusu beyaz kahraman, bir yandan işçi sınıfının içinde bulunduğu çıkışsız alanı başarıyla temsil ederken, diğer taraftan da sözü edilen hayalin bayrak taşıyıcısına dönüşür. Aynı ilk filmde, karşısına çıkan fırsatları başarıyla değerlendiren Apollo’nun siyahî bir figür olarak resmedilmesi ise iki anlamlıdır: Birincisi, dünya ağır sıklet boks şampiyonlarının o dönemlerde uzunca bir süre o cenahtan çıkmasıyla, ikincisi de 70’lerin ideolojik ortamıyla yakından ilişkilidir. Filmde egoları ‘tavan yapan’ bir boksör olarak karşımıza çıkan Creed, beyaz çoğunluğun gözünde ‘şımarık azınlık’ imgesine birebir oturmaktadır. Derisinin rengine bakmadan, sistemin kaymağını yiyeceğini zanneden bu adama haddini bildirmek, son derece sıradan bir adam olan, mütevazı, geldiği yeri unutmayan ve zamanla kutsal Amerikan değerlerinin capcanlı figürüne dönüşecek beyaz boksöre düşecektir. Bu motivasyon, dönemin ABD kentlerinde yükselen suç oranlarını azınlıklara bağlama eğiliminde olan 70’ler polisiyesiyle ve vigilante filmleriyle de örtüşmektedir.

‘Bir taşla birkaç kuş avlamanın’ sinemasal zeminde en parlak örneklerinden olan Rocky filmleri, en azından ilk filmdeki başarısını, savını ‘yüksek sesle söylememesinden’ alır. Bu tavır, onu sessiz çoğunluğun temsilcisi mertebesine ulaştırır. Benzer şeyler, ilk Rambo filmi olan İlk Kan için de söylenebilir. Tarihi bir yenilgiyi, kahramanın mağduriyetiyle tersyüz eden bu söylem, yetenekleri son derece sınırlı bir aktör olan Sylvester Stallone’yi 80’lerin en etkili oyuncularından birine dönüştürecektir. Böyle bir başarı, klasik dönemlerde James Stewart, yakın zamanlarda ise Tom Hanks ile karşılaştırılabilir belki.

Zorlama senaryonun marifetiyle, ikinci filmde ‘hak ettiği’ şampiyonluğa ulaşan kahramanın sonraki yolculuğu, girişte vurguladığımız propaganda sinemasının en kaba biçimde vücuda gelmiş halidir. Tek derdi sistemin olanaklarından faydalanmak olan Clubber, öylesine canavar olarak resmedilmiştir ki, en sıradan izleyicinin nefret duygularını harekete geçirmesi kaçınılmaz olmuştur. Onun, Adrian’a cinsel göndermelerde bulunması ile Kirli Harry ve Öldürme Arzusu serileri arasında mutlak bir bağ kurulabilir. Burada, önceki filmlerin kötü adamı Apollo’nun, Rocky’nin yanında saf tutması, olası ırkçılık suçlamalarını boşa çıkarmaya yönelik etkili bir hamledir.

Kanımca dizinin en ‘işlevsel’ filmi olan Rocky 4 ise kantarının topuzunun iyice kaçtığı bir yapım olarak ele alınabilir. Modern dönemlerin en ideolojik Hollywood filmleri arasında gösterilebilecek bu yapımdaki senaryo matematiği son derece basit olarak ele alınmıştır. Daha çok bayrakların veya boks eldivenlerinin karşı karşıya getirilmesiyle sağlanan ideolojik yaklaşım, yüzey bir parça kazınınca iyice açığa çıkar. “Kendi siyahîmi ancak ben döverim” şeklinde özetlenebilecek intikamcı tavır, Apollo’nun öldürülmesi karşısında sosyalizme meydan okuyan Rocky’de kendini açığa vurur. Bir tarafta ilaçların marifetiyle bir tür ‘üstün adam’a dönüşen Drago, diğer tarafta, Rus ayazında, onun temsil ettiği ideolojik her ne varsa karşısına dikilen ‘doğal kahraman’. Upuzun bir klip gibi olan Rocky 4, kapitalist ülkelerdeki Sovyet imajının klişelerle bezeli tipik ve etkileyici bir örneğidir. Mekanik adama karşı kendini Sibirya ayazına vuran Balboa, bireyci zaferinin tadını çıkarmıştır bir başka deyişle.

Serinin en zayıf halkası olan beşinci film bir yana, küllerinden yeniden doğma öyküsü, Stallone’nin uzun yıllar sonra ünlü boksörüne dönüş yaptığı Rocky Balboa filmiyle gerçekleşir. İlk filmin izinden giden yapım, kahramanın, yaşadığı kayıpların ardından kişisel dramına eğilmesiyle ve nostalji duygusunun da katkısıyla bir tür ‘hatırlatma’ işlevi üstlenir.

Bu filmin başarısının ardından gündeme gelen Creed filmlerini de benzer bir bakışla ele almak olanaklıdır. Bir parça 80’ler nostaljisi ve bu tutumu destekleyen, geçmişin ünlü karakterlerinin (Apollo, Drago vs.) üzerinde yükselen yeni dönem. Son iki yapımın şanssızlığı, dünyada ağır sıklet boks müsabakalarının, ilk filmlerin gündeme geldiği zamanlara oranla seyircinin ilgisini yeterince çekmemesiyle alakalıdır; ancak bu durum, serinin kendi efsanelerini hatırlatma duygusuyla bertaraf edilmeye çalışılmıştır.

Geçen hafta gösterime giren ikinci Creed, önceki yapımları anımsayanları hiç de şaşırtmayacak biçimde, karşımıza Ivan Drago’nun oğlunu çıkarır. Dördüncü yapımdaki ‘nedensiz kötülüğü’ ideolojik aygıtlara yükleme şansı bulunmayan film, en çok da bu nedenle havada kalmaktadır. Ivan’ın öfkesi yalnızca Rocky’e karşı aldığı mağlubiyetle alakalıdır. Botoks mucizesi (!) haline dönüşen karısı Brigitte Nielsen’i elinden kaçırdığını söylemesi trajikomik bir anlam ifade etse de, son film, dizinin üçüncü yapımının şablonuna dayanmaktadır. İlk maçı yeterince motive olamadığı için kaybeden kahramanın, dostlarının yardımıyla zafere ulaşması!

Gücünü bütünüyle klişelerden alan, oluşturduğu efsanenin bütününe bakıldığında her daim aynı filmi seyrettiğiniz izlenimi doğuran Rocky filmleri, özellikle ideolojik / politik arka plandan soyutlanınca karikatüre dönüşmektedir. Karısı ve dostlarını kaybederek yalnızlığa gömülen, bir dönemin ünlü kahramanı, ideallerini eski dostunun oğlu aracılığıyla yaşatmak isterken, öğrencisi ise tamamen hocasının izinden gitmekte, sistemin basamaklarını hızla tırmanıp bir süre orada kalmayı arzu etmektedir. Çocuğunun işitme engelli doğması veya hocasının kendi oğluyla yaşadığı iletişim sorunları, varsaydığımız nostalji duygusuyla pekiştirilen ana senaryonun tuzu biberidir ve yeterince işlenmediklerinden olsa gerek, bütünüyle işlevsiz hale dönüşmektedirler.

Creed, bütün pazarlama stratejisini geçmişin üzerinde şekillendiren, normal şartlarda, üzerine gittiği klişelerle B filminin dışında var olamayacak yapımlardandır. Olay örgüsü ve karakter işlenişindeki şematik yapı, hep o ‘anımsama’ teması üzerine kuruludur. Buna karşın, geçmişteki Rocky filmlerinde işletilen idolojik aygıtın yarattığı başarı, bu kez de kendisini yeni bir model üzerinde sürdürmektedir: Bir örneğine Star Wars filmlerinde rastladığımız (ancak oradaki genişletilmiş evren ve yeni olay modellerini unutmadan) yaklaşım, burada kendisini klişeler üzerinde yükseltmektedir. Sanırız bu tutum, gelecek yıllarda film modeli üzerinden yeniden anımsatacaktır.

(22 Ocak 2019)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com