İtalyan sinemasının saygın ve büyük yönetmenlerinden Federico Fellini’nin “Tatlı Hayat”, “Sekiz Buçuk” ve “Amarcord” filmleriyle büyük ustayı anmak istedik.
O, bir Riminili. O, Federico Fellini… 20 Ocak 1920’de Rimini’de doğan büyük usta, 31 Ekim 1993’te Roma’da öldü. Roma şehri de onun büyük aşkıydı. Cinecitta’da film çekmek de. Çizgi roman ve karikatürle başladı sanat hayatı. 1953’te çektiği siyah-beyaz “I Vitelloni-Aylaklar” filminde önemli çıkışını yaptı. 1954’te siyah-beyaz “La Strada-Sonsuz Sokaklar” filmini yaptı ve başrolde de Anthony Quinn’le çok sevgili eşi Giulietta Masina vardı. 1969’da renkli ve sinemaskop “Satyricon” ve 1972’de renkli “Roma” filmleriyle, bu şehrin geçmişine ve şimdisine baktı. Kamera olmadan film çekmeyi hayal eden Fellini’nin filmlerinin içinde rüyadaymış gibi dolaşıyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. “Balkanlar’ın Fellinisi” olarak anılan Boşnak yönetmen Emir Kusturica filmleriyle onun ruhunda dolaşıyor hep.
Fellini’nin filmlerinde gerçeküstücülük olsa da dışavurumculuk etkisi daha bir öne çıkıyor. Dışavurumcu etkiyle gerçeklerin ardındaki gerçeklere ulaşabiliyordu. Fellini’nin filmlerinde, insanlara, mekânlara, hikâyelere bir yabancının gözüyle bakıyormuş izlenimi var genelde. Brecht anlatımına yakın durdu çoğunlukla. Filmlerinde, sahneler ilk bakışta birbiriyle bağımsız gibi anlaşılsa da aslında bütün sahneler birbiriyle ilişkilidir. Fellini’de,
karakterlerin öne çıkmasından çok, o karakterlerin yaşadıkları mekânlardaki o anki halleri önemliydi. Fellini’nin filmlerinde, parçalardan bütüne gidiş değil, bütünden parçalara gidiş vardır. Önce fotoğrafın bütünü görünüyor, sonra da o fotoğraf parçalara bölünüp bir araya getiriliyor. Görünen gerçekliğin ardındaki gerçekliğe ulaşılıyor böylece. Yabancılaşmayla beraber. Ustanın filmlerini seyrederken, kendinizi hep bir sirkin içindeymiş gibi hissediyorsunuz.
“Tatlı Hayat…”
Federico Fellini ustanın 1960’larda sinemasındaki dönüşümlerin ilklerinden 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “La Dolce Vita-Tatlı Hayat” filmi çok değerli. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Tullio Pinelli, Brunello Rondi ve Ennio Flaiano ortak yazmışlar. Müzikler de elbette kadim dostu büyük besteci Nino Rota tarafından yapılmış. Dingin görüntülerse kameraman Otello Martinelli’den. Film, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanmıştı. Akademi’den de kostüm dalında Oscar aldı bu film. Riama Film (İtalya) ve Pathé (Fransa) ortak yapımcılarıydı bu filmin. Fellini’nin filminin içinde dolaşırken, epizotlu bir film seyrettiğinizi fark ediyorsunuz. Bölümlerin birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi de sanabiliyorsunuz. Bir sirki izliyorsunuz sanki. Fellini, bütün fotoğrafı doğrayarak seyircinin klasik film izleme alışkanlığını yıkıyor, onu sürekli yabancılaşmanın içinde bırakıyor. Ama, film bittikten sonra parçalar bir araya geliyor ve anlam çıkartma ihtimaliniz olabiliyor. Çünkü çoğunlukla Fellini, filmlerinin son bölümlerinde tam anlamıyla sirkin geldiği son oyununu yansıtıyor.
Ön jenerikle yazıları okunurken altta da muhteşem Nino Rota müziği duyuluyor. Birinci bölüm, bir helikopterin, İsa heykelini Vatikan’a götürüşüyle başlıyor meraklı bakışlar altında. Helikopterde de gazeteci Marcello Rubini de (Marcello Mastroianni) var. Aslında yazar olan Marcello, magazin dünyasının içinde kaybolmuş, tatlı hayatın tadını çıkaran, alttan alta yabancılaşma yaşayan paparazzi Marcello olmuştur. Paparazzi olarak mekânlarıysa, sosyetenin uğrak yeri de olan Ça-Ça-Ça adındaki gece kulübü Roma’da. Bu gece kulübüyse, tam anlamıyla sirk meydanıydı filmde. Marcello çapkın. Öyle ki, nişanlısı Emma’yı da bunalımlara sokuyor bu halleriyle Marcello. Emma (Yvonne Furneaux), sınırları aşmış bir aşkla Marcello’ya tutkun. Bu aşk Marcello’yu boğuyor mu, yoksa çocukluğuna dair bazı travmaları mı hatırlatıyor? Annesinin babasına duyduğu aşkı hatırlatıyor sanki bu tutku. Gece Ça-Ça-Ça’ya giden Marcello, yatmayı çok istediği sosyeteden gözlüklü Maddalena’yı (Anouk Aimée) görüyor. Onunla gecenin içinde üstü açık Cadillac arabayla uzaklaşıyor. Maddalena, Marcello’nun kendine özlemini biliyor. Aşk mı, yoksa sevişmek mi gerilimiyle insana daha çok heyecan veriyordu? Bir fahişeyi arabaya alıyorlar ve kadını evine bıraktıktan sonra kendilerini davet ettiren Maddalena ve Marcello, o kadının yoksul evinde sevişmenin heyecan veren gerilimiyle sevişecekler miydi? Sabah eve dönen Marcello, mutlu anların gecesinden mutsuzluğun evine geliyor ve Emma tüm melodramıyla karşısında duruyor. Emma intihar etmiş. Marcello onu hastaneye götürüyor.
İkinci bölümde, İsveçli ünlü oyuncusu Sylvia’nın, film çekmek için geldiği Roma’daki anları yansıyor. Havaalanı magazin basınıyla kuşatılıyor önce. Sylvia (Anita Ekberg), İtalya’ya sevgilisi Robert’la (Lex Barker) film yapmaya gelmişler. Ortalıkta mutsuzluk savruluyor. Sylvia ve Robert, birbirlerine aşk ve nefret duyuyorlar. Tuhaf bir paradoks muydu bu? Ya Marcello’yla Emma’nın beraberliği? Çapkın Marcello, “Yeni Gerçekçilik” ve “Yeni Dalga” hakkında hiç bilgisi olmayan magazinin yıldızı Sylvia’ya
yakınlaşmak için her şeyi deniyor onunla yatmak umuduyla. Sylvia Roma’da tarihi yerleri dolaşırken, Aziz Petrus Bazilikası’nda bunu başarıyor, iletişim kuruyor. Ça-Ça-Ça’daki eğlenceden adeta Sylvia’yı kaçıran Marcello, onu sevişmek için götürebileceği yerler arasa da bu kolay olmuyor. Gecenin içinde Trevi Çeşmesi’nden çok etkilen Sylvia, tüm sevgisini sokakta bulduğu yavru kediye verince ona süt aramak düşüyor gecenin bir yerinde sevişmek yerine. Sabah Sylvia’yı oteline götüren Marcello, otel önünde paparazzileri ve Robert’ı buluyor. Robert öfkeli ve bu öfke aşkı da, film de çöpe atıyor belki de.
Kilisede… Marcello sabah kiliseye gidiyor, orada eski dostlarından entelektüel Steiner’le (Alain Cuny) karşılaşıyor. Doğanın ve müziğin sesine tutkun Steiner, orada kilisenin piyanosunu çalma fırsatı buluyor. Tınılar insana tuhaf duygular yaşatıyor. Steiner, müzikle büyülenen Marcello’ya, bilmediğimiz sesler, gizemli ve yeryüzünün derinliğinden geliyor sanki, diyor. Bu filmin içinde dolaşırken aynı duyguları yaşıyorsunuz sanki.
Üçüncü bölüm, öğleyin… Marcello, Emma ve foto muhabiri Paparazzo (Walter Santesso), üstü açık arabayla “Mucizeler Ovası” adı verilmiş yere gidiyorlar. Biri oğlan, diğeri kız iki çocuğun Meryem Ana aracılığıyla yaşatacağı mucizeler medyanın ve halkın ilgisine mazhar oluyor. Hatta RAI canlı yayın yapıyor. Elbette şifa arayan hastalar için de. Katolik inanç ve hurafeye umut bağlamakla bir sirke dönüşüyor bu epizot. İtalya, kapitalist ve Katolik bir ülkeydi, ikisini de iyi idare etti hep. İtalya, sanata, bilime ve icatlara çok büyük katkıları olmuş bir ülke, dünden bugüne ama. Bu bölüm estetik anlamda da gerçekten çarpıcıydı. Bu karnavalı sadece seyretmeli.
Dördüncü bölüm, geceleyin… Steiner’in malikânesindeki partiye Marcello, Emma’yla katılıyor. Entelektüel bir partiydi bu. Şairler, yazarlar ve başkaları toplanmış bunalımlarını savuruyorlar bu partide. Seyirci, yaşlı yazarın Doğulu kadınlar üstüne övgülü sözleriyle karşılaşıyor önce. Yazara göre, Doğulu kadınlar doğadan kopmamışlar. Ona göre, Batılı kadınlar sevişmeyi bile bilmiyorlar. Marcello, bu yaşlı yazardan etkileniyor. Kederler içindeki Steiner, bu entelektüel mutsuzluğunun, endişesinin ortasında doğanın seslerine sığınmış. Kaydettiği sesleri oradakilere dinletiyor. İki çocuğu olan Steiner’in, Marcello’ya söylediği felsefi sözler anlamlı. Ama daha sonra daha da anlamlaşıyor bu kelimeler.
Beşinci bölüm, gündüz… Roma’nın uzağında sahildeki tatil mekânında Marcello, daktilosuyla kitabı üstüne çalışmaya çabalarken, Perugialı küçük garson kız Paola’yla da iletişim kuruyor. Bu güzel küçük kız Paola (Valeria Ciangottini), evlenmiş olsaydı onun kızı olabilirdi. Sahildeki final bölümü daha da anlamlaşıyor. Bu sahilde yine Emma’dan kurtulamıyor Marcello. Çünkü Emma onu her şeyden kıskanıyor.
Geceleyin… Babası (Annibale Ninchi), aniden Roma’ya gelince Marcella hazırlıksız yakalanıyor. Bu gece, hayat dolu babasını tanımak için fırsat olabilir miydi Marcello için? Çocukken, hep iş gezisinde olan babası ona hep uzak olmuş. Annesi de, İtalya’da şampanya dağıtan babasının yolunu özlemle beklermiş. Marcello için annesinin tutkusu travma yaratmış zihninde. Belki de bu yüzden tutkulu âşık kadınlardan korkuyor Marcello. Ça-Ça-Ça’da, babası bilinmeyen taraflarını sunuyor Marcello’ya. Dansçı genç Fransız kadın Fanny’ye (Magali Noël) ilgi gösteriyor çapkın baba. Sonra gecenin bir yerinde Fanny’nin evine gidiyorlar. Heyecana dayanamıyor. Şafak sökünce birden buralardan uzaklaşıp eve dönmek istiyor baba.
Altıncı bölüm, bir başka gecede… Kaleye benzer malikânede aristokratların, burjuvaların partisinde… Filmde partiler, hikâyenin tam ortasında bir yapıştırma hissi veriyor. Partide Maddalena da var. Marcello, onunla aşk yaşama umudunu yaşıyor bir anda. Fellini, burjuvaların ikiyüzlülüğünü de gösterme imkânı buluyor bu sekansta. Sabah olunca kilisenin önünde bitiyor bu tuhaf parti. Rahipler de yansıyor. İroni dolu bir andı.
Gecenin içinde, birdenbire Marcello ve Emma, üst açık spor arabada aşk için tartışıyorlar. Marcello, Emma’yı orada bırakıp gidiyor. Şafak doğarken geliyor. Eve gidiyorlar, sevişiyorlar. Marcello, son defa onunla oluyor ve sonsuza kadar bu büyük âşığı terk ediyor.
Sabahleyin telefon çalıyor ve trajedinin haberini alıyor Marcello. Eski dostu Steiner, cinnet geçirip iki çocuğunu vurup salonda intihar etmiş. Bu güvensiz dünyadan çocuklarını ve kendini kurtarmış. Suç mahalli tam bir polisiye atmosferiyle yansıyor perdeye. Bir an polisiye bir filmin atmosferinde hissediyorsunuz.
Yedinci bölüm, zaman geçiyor… Gecenin içinde… Marcello bir reklamcı. Kravat takmıyor, boynunda fular var artık şimdi. Marcello, arkadaşı Riccardo’nun (Garrone Riccardo) evinde Nadia’nın (Nadia Gray) boşanması şerefine parti veriyor. Bu anlar, filmdeki tüm sirk gösterilerinin toplamı gibiydi. Marcello, palyaço gibi oluyor bir ara.
Şafak söktüğünde partidekiler sahile iniyor. Marcello uzaktan küçük kız Paola’yı görüyor. Paola’ya mı gitmeliydi, yoksa tatlı hayatına mı dönmeliydi Marcello? Sirk gösterisinin sonuydu bu son sahne. Ağa takılmış hilkat garibesi ölü balık, simgesel olarak güçlü bir metafordu. Fellini filmini yedi bölümde anlatmış. Filmin yedi bölümden oluşmasından bazı yerlerde bunun yedi ölümcül günahla buluştuğunu belirtenler de var. Bu filmin yedi bölümünü bulabilmek satranç oynamak gibiydi. Üstat bölüm numaraları veya ara başlıklar yazmamış. Filmin içinde dolaşırken yedi ölümcül günahı süzemedik, maalesef. Film, İsa heykeliyle başlıyor, Paola’nın melek yüzüyle bitiriyordu. İsa, Paola ve ölü canavarımsı balık üstünde oyalandık daha çok. İsa Mesih, mucize ve kurtuluş sunabilir miydi? Paola gökten inmiş dünyaya hakiki güzelliği sunan melek miydi? Ölü canavar balık neyin kötücüllüğüydü? İtalyan Katolikliğinde mi anlamlaşıyordu tüm bu simgeler? Marcello, bu dünyada cennet olduğuna inandığı hayatına dönüyor son sahnede. Çok güçlü simgeler ve anlamları olan bu filmin, bölümleri arasında dolaşarak anlamlara dokunulabilir miydi?
Filmin Türkçe dublajıysa muhteşem ötesi muhteşemdi. Sesler, karakterlerle bütünlenmiş ve insanı büyülüyordu.
“Sekiz Buçuk…”
Federico Fellini’nin sanki kendisini anlattığı 1963 yapımı siyah-beyaz “8½ / Otto e Mezzo-Sekiz Buçuk” filminin senaryosunu da yönetmenle beraber Tullio Pinelli, Brunello Rondi ve Ennio Flaiano ortak yazmışlar. Müzikleri Nino Rota bestelemiş. Kameramansa Gianni di Venanzo. Bu film, Akademi’den yabancı film ve kostüm dallarında Oscar kazanmıştı. Fellini bu filminde rahatça kamerasını kaydırıp durmuş. Arada bir de kararma yapmış geçişlerde.
Bu film, bir yönetmenin yaratma sancıları üstüne. Afili anlatımla Federico Fellini’nin alter egosu. 43 yaşındaki yönetmen Guido Anselmi (Marcello Mastroianni), Fellini’nin kendisi gibi. Guido, bilimkurgu gibi çekeceği filminin içine kendi çocukluğunu, tutkularını, tutukluklarını, hayatındaki kadınları ve başka şeyleri anlatmak istiyor. Oyuncular, mekânlar ve her şey onu bekliyor. Ama senaryo denen şey yok ortada. Film, Roma’da tıkanmış trafiğin ortasında açılıyor. Kamera, bir arabayı takip ediyor, sonra sola kayıyor. Trafikte yılgın, bitkin insanlar yansıyor. Arabanın biri duman içinde kalmış. Adam, arabadan çıkmak için çabalıyor. Onu gören gözler ilgisiz. Adam ölüyor, arabadan melek gibi çıkıyor ve göğe yükseliyor. Adamın bir ayağı da ipe bağlıydı. Aşağıda bir adamsa, uçurtma gibi onu uçuruyordu. Adam, sonra ipi bırakıyor ve kamera ardından hastaneye gidiyor. Bu yönetmenin Guido’nun kâbusuydu. Kaplıcada ciğerlerine şifa umut ederken, belki de kelimeleri arıyordu Guido. Aslında seyirciler, senaryosu ve çekimleri olmayan bu filmi, Guido’nun zihninden düşen görüntülerinin içinde dolaşarak izliyor sonuna kadar.
Sonra kır görüntüsü kuşatıyor perdeyi. Yaşlı kadınlar, erkekler, rahibeler, aristokrat kadınlar, orkestra şefi, genç olanların yaşlı olanlara servis yaptığı gerçeküstü tat veren dışavurumcu görüntüler peş peşe yansıyor. Alttan da gerilimi yükselten bir müzik duyuluyor. Guido, pikniğe benzer bu atmosferde dolaşırken, güzel Claudia (Claudia Cardinale) ona yaklaşıyor. Claudia, ulaşmadığı ulu kadını sanki onun. Guido, çapkın arkadaşlarından Mario’yu (Mario Pisu) görüyor. Mario, kendinden hayli genç Gloria’yla (Barbara Steele) beraber. Mario, parası için kendiyle nişanlanmış Gloria’nın yanında kendini gençleşmiş hissediyormuş. Babası yaşında Mario’yla yaşayan Gloria, günümüzün tiyatrosunda modern insanın yalnızlığını araştırıyormuş. Guido’nun yanına film eleştirmeni Jean Rougeul (Carini Daumier) geliyor. Guido sanki bir tek onunla gerçek iletişim kurabiliyor veya zihni sürekli karışıyor onunla. Entelektüel Jean insana sinemada klasik anlatımın dışında filmlerinde entelektüel araştırmalar yapan Jean-Luc Godard’ı çağrıştırıyordu sanki. Hatta “Yeni Dalga” akımını…
Garda trenden Carla (Sandra Milo) iniyor bir dolu bavuluyla. Carla evli ve Guido’nun metresi. Guido, otelde ekibi ve oyuncuları topluyor. Carla’yı da başka otele yerleştiriyor. Çalışmalardan bunaldığında Carla’yla sevişmek istemesinden belki de. Sevişiyorlar. Guido bir görüyor, ölmüş anne-babasını. Guido, tarihi mekânda babasıyla (Annibale Ninchi) sohbet ediyor. Sonra annesiyle. Ardından ikisini de mezarlarına yolluyor. Guido, oyuncuların ve mekânların, her şeyin hazır olduğu bu cehennemde yaratamama bunalımları yaşıyor. Senaryo, zihninden dışarıya çıkamıyor bir türlü ortaya. Otel odasında Claudia’yı hayal ediyor Guido ilham için. Zihnindeki anlar sayfalara düşmüyor.
Gece otelde Jean, Katoliklik ve Marksizm, sağ-sol üstüne bir şeyler söylüyor Guido’ya. Bir insan, “sağcı” veya “solcu” diyerek kendini tanımlayabilir mi, diyor Jean. Oteldeki partide sihirbazın illüzyonları Guido’yu etkiliyor. Sihirbaz, telepatiyle zihindekileri yardımcısı kadının yardımıyla dışarı çıkartabiliyor. Guido’nun zihninden “Asa”, “Nisi” ve “Masa” kelimeleri düşüyor. Bu Guido’yu çocukluğuna götürüyor. Annesi onu yakalayıp banyo yaptırıyor. Oğlan çocukları nedense annelerinin kendilerini banyo yaptırmasından korkuyorlar işte. Evlerinde hep kadı var küçük Guido’nun. Kız çocukları da. Annesi onu şefkatle seviyor. Yattıkları odada çerçeveli yağlı resim tablosu da asılı duruyor. Küçük kız Guido’ya, “Asa”, “Nisi”, “Masa” diyor. Guido, çocukluğunun sıcaklığını da özlüyor sanki. Filmin içinde dolaşırken insanın yolunu da kaybedebiliyor Fellini filmlerinde. Her şey birbirinden kopuk gibi geliyor. Ama sonra birbirini tamamlıyor birçok şey.
Roma’yı, ayrı yaşadığı karısı Luisa’yı (Anouk Aimée) telefonla arıyor Guido otele gelmesi için. Zihninde Claudia’nın hayali düşüyor birkaç zaman sonra yine. Claudia onun ilham perisi sanki. Yaşamayan biriymiş gibi. Claudia’yı odasında düşlüyor Guido. Claudia masada oturmuş, senaryonun sayfalarını çeviriyor. Zaman biraz daha geçiyor, filmin yapımcısı kardinalle görüşme ayarlamış. Çünkü filmin kahramanı Katolik eğitimi aldığı için. Guido’nun zihninden çocukluğundan bir an, sahildeki koca kalçalı ve iri göğüslü fahişe düşüyor. Fellini’nin 1973 yapımı renkli “Amarcord” filminde de sahilde bir fahişe vardı ama zayıftı. Koca kalçalı ve içi süt doluymuş gibi duran iri memeli kadınsa tütüncü dükkânındaydı “Amarcord” filminde. Fellini’nin dolgun kadın takıntısının kökleri de keşfediliyor. Guido, sahilde fahişeyi dikizleyip hayal ederken, rahipler onu yakalıyor ve okula getiriyorlar. Ölümcül günah işlemiş çocuk Guido. Sınıfta başına külâh geçirilerek aşağılanıyor.
Gerçeküstücülükle dışavurumcu anların iç içe geçtiği çocukluğundaki bir anda Guido, işi başından aşkın rahibe günah çıkartmaya çabaladığı sahne de çok eğlenceliydi. Çocuk Guido, kadınlardan, hatta annesinden korkuyor muydu? Şimdi büyümüş Guido, gerçekten kadınlardan korkmuyor muydu? Luisa’yla evlenmiş, hatta metresi bile var. Ama zihninde de hep Claudia dolaşıyor. Sevgi dolu, şefkatli ve sıcak. Karısı Luisa, sevgilisi ve en iyi arkadaşı Rossella’yla geliyor. Rossella (Rossella Falk), Guido’nun da iyi arkadaşı. Guido, otelde eski karısıyla da sevişme fırsatı buluyor. Luisa, kadınsı hisleriyle Guido’nun Carla’yla ilişkisini de anlıyor. Erkekler, kadınlardan sır saklamayı beceremezler çoğu zaman işte.
Senaryoyu kâğıda dökemeyen Guido, her şey önünde hazır olmasına rağmen zihninde yaşıyor çekmek istediği filmi. Senaryoya zaman bulamıyor, ama sevişmeye fırsat yaratabiliyor Guido. Burada, sevişmeler dışında her şey yolunda. Guido’nun senaryoyu yazamaması, içindeki ölgün şeylerden miydi? Yaratıcılığı ölüyor muydu? Otelin önündeki masalardan birine Guido, Luisa ve Rossella oturduktan sonra süslü kıyafetleriyle Carla da damlıyor oraya. Luisa, Carla’yla Guido’nun ilişkisini hissediyor. Guido’nun, şimdiki haliyle zihninden görüntüler düşmeye başlıyor. Luisa, Rosella, Carla ve başka kadınlarla çocukluğunun evinde kuşatılmış gibi Guido. Luisa, annesi gibi. Banyo yaptırıyorlar çocukluğundaki gibi. Ama harem duygusu da veriyor. Luisa evi temizliyor, çamaşırları yıkıyor. Bir an kendinizi Fellinin 1980 yapımı “La Citta dele Donne-Kadınlar Kenti” filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz.
Sinema salonunda, oyuncular, yapımcı ve tüm ekip oyuncu seçimlerindeki deneme çekimlerini izliyorlar. Film eleştirmeni Jean bu sirke bakarken, Stendhal’ın İtalya’da konakladığı zamanlardaki yazısından bir parça okuyor. Stendhal, “Kendi etrafında dönüp duran ve sadece kendinden beslenen yalnız bir ben ya büyük bir ağlama ya da büyük kahkahayla boğulurlar” diye not düşmüş. Guido, Jean’ın boynuna ip geçirilip idam edilişini hayal ediyor bu anda. Sinema yönetmenleri, film eleştirmenlerini öldürüp onları ölümsüzlüğüne katkı sunmamalı. Çünkü ölümsüzlük denen ulvi şey hak edilmeliydi.
Sonra o hayallerin kadını Claudia geliyor sinema salonuna. Tüm büyüleyiciliğiyle karşısında güzeller güzeli Claudia. Onunla gecenin içinde arabayla oradan uzaklaşıyor Guido. Ve Claudia, onu zor durumdan kurtaran bir melek gibi. Uzlaştığı, sıcaklığını hissettiği, şefkatli tek kadın belki de. Claudia bir oyuncu ve Guido onun filmine hayat vermesini belki de hayal ediyordu hep. Claudia’yla Guido tarihi bir mekâna geliyorlar. Guido, yine kafasının içinde çektiği filminde Claudia’yı hayal ediyor. Sonra kadınlar ve erkeklere dair konuşuyorlar. Claudia, “Bir kadın, bir erkeği değiştiremez. Çünkü sevmiyor” diyor. Sevmeyen bir kadın, erkeğini değiştirmek için çaba göstermiyormuş. Bir kadın, bir erkeği değiştirmeye çabalıyorsa, o kadının erkeğe karşı sevgi dolu olduğu mu gösteriyordu? Fellini öyle diyor.
Final bölüm sirk gösterisinin doruğu oluyor. Devasa setin önünde basın toplasında Guido masanın altına saklanıyor, tabancayı çıkartıyor ve silâh sesi duyuluyor. Ardından sirkin son perdesi büyük bir gösteriyle bitiyor. Bu anların içinde olmak gerekiyor. Bu atmosfer, gerçeküstücülükle dışavurumculuğu iç içe geçirerek yaratıcılığa intihar yaptırıyor sanki. Yaratıcılığın ölümü, trajedisi gibiydi. Bu büyük filmi sinemasal belleğe almalı ve her daim atmosferinin içinde dolaşmalı. Filmin Türkçe dublajı da iyiydi.
“Amarcord…”
Federico Fellini ustanın çocukluğuna, gençliğine baktığı önemli filmlerden 1973 yapımı “Amarcord” filminin senaryosunu yönetmenle beraber Tonino Guerra yazmışlar. Muhteşem müzikler elbette Nino Rota’dan. Bu muhteşem tınılara kendinizi bırakıyorsunuz ve bir an filmi unutuyorsunuz. Rota’nın müzikleri insana huzur veriyor. “Technicolor” görüntülerse kameraman Giuseppe Rotunno tarafından yansıtılmış. Film, 1975’te Akademi’den yabancı film dalında Oscar da kazandı. Filmin orijinal adı, İtalyancadaki “Emilia Romagna” lehçesinde “Hatırlıyorum” anlamına geliyor.
Tüy çiçekleri kıyı kasabasına baharı bir daha getiriyor uçuşturduğu tüylerle. Çocukluktan gençliğe yelken açan veletlerin cinselliğinin de uyanışı bu baharın gelişi. Kasabada, eğlence gündüz başlayıp gecenin derinliğine kadar sürüyor burada. Bu kasaba gerçekten çılgın ve özeldi. 1930’ların İtalyası. Fellini kendi çocukluğundan ilham almış bu filmi yaratırken. Bir avukat (Luigi Rossi), bir anlatıcı gibi zaman zaman aralara girip, kimi dedikodu, kimi gerçek kasabanın pür melalini anlatıyor kameraya bakarak seyircilere. Kasaba, M. Ö. 266’da kurulmuş. Vakti zamanında Roma kolonisiymiş. Bu kasaba, Roma ve Kelt kanı taşıyormuş. Burası politikaya, sanata ve kültüre çok şey katmış.
Ve okulda… Sabah, öğretmenler ve öğrenciler toplu resim çektiriyorlar eğlenerek. Baharın uyanışının habercisi öğrenci kız Aldina (Nella Cambini), penceredeki gençle flört yapıyor bakışlarıyla. Sonra dersler. Sınıftaki bu sahneler törensel ve de eğlenceliydi. Yunanca öğretmeni Fighetta’nın (Ferdinando Villella) küçük öğrenciye kelimeyi söktürme çabası kahkahalara boğuyor. Felsefe, tarih, matematik dersleri de eğlence yayıyor perdeye. Bu anlarda faşist rejimin ruhunu da hissediyorsunuz. Sonra sahildeki sarışın fahişe Volpina ((Josiane Tanzilli), sahil inşaatında çalışan erkekleri baştan çıkarmaya uğraşırken, gençliğe ilk adımını atan Titta Biondi’nin (Bruno Zanin) babası Aurelio (Armando Brancia), Volpina’yı savuşturduktan sonra öğle yemeğine eve geldiğinde geniş aile de hikâyeye dâhil oluyor. Ailece yenen bu yemek sahnesi muhteşem ve ilham vericiydi. Titta’nın annesi Miranda (Pupella Maggio), babasıyla çoğu zaman küs, ama âşık. Sevişmek hâlâ zihninin en mümtaz yerinde olan 107 yaşındaki büyükbabası (Giuseppe Ianigro), Titta’ya kadınları her daim hatırlatıp duruyor. Dedeleri de hep böyleymiş büyükbabanın.
Kilisede Titta’nın, rahibe günah çıkartması bu sirkin en eğlenceli gösterisiydi. Rahip, kilisede etrafın düzeniyle ilgilenirken, Titta’ya kendiyle oynayıp oynamadığını söylüyor. Titta’nın da zihninden kadınlar resmigeçitle akıp gidiyor. Bisiklete binen koca kalçalı kadınlar, Volpina, hatta zengin ve nüfuzlu erkeklerle olduğu söylenen kuaför Ninola’yı (Magali Noel) sinema salonunda hayal ediyor Titta. Ama her daim zihninde olan koca memeli tütüncü kadın (Maria Antonietta Beluzzi) onu en baştan çıkartanı. Titta’dan sonra günah çıkartan bir çocuk da, arabanın içinde topluca elle oynama ayinini hayal ediyor. Bu anlar sinema tarihinin en mümtaz yerinde.
Ve kasabada faşist tören… İtalya’nın faşist “Duçe” (Lider) Mussollini’nin en büyük hayali Roma İmparatorluğu’nu canlandırmakmış. Roma Günü kutlanıyor bayramla. Askerler, öğrenciler yerini alırken, Duçe’nin, koca kellesinin illüstrasyonu da kasabayı gözetliyor. Diktatörler, malı gördükleri halkın zihnine yerleşebilmek için mankafa kellelerini her yerde sergiliyorlar hep. Gençlerin düzen içindeki cimnastik gösterileri de insana yabancı gelmiyor. İnsana bizdeki 19 Mayıs gösterilerini hatırlatıyor. Aurelio, faşist gösteriye katılmadığı için sorguya çekiliyor, üstüne müsil içiriyorlar işkence gibi. İtaat etmeyenler vatan hainliğiydi faşistlere göre.
Avukat, “yaşlı bayan” dediği sevdiği “Grand Hotel”in yaşadığı maceraları anlatmaya başlıyor kasabanın tarihinden. Ama avukat, satıcı Biscein’in yalancısıymış. Kasabanın hayalleri süsleyen kadını Ninola, bir kış gecesi, otelde bir prensle olmuş. Şimdi bir subayla yaşayan Ninola’ya o zamandan beri Gradisca denmeye başlanmış. Abartıcı Biscein, bu otelde kendi başından geçen macerayı da anlatmış avukata. Elbette abartarak. Bir Arap şeyhi otele onlarca cariyesiyle yerleşmiş. Biscein, kendisi için dans yapan cariyelerin hepsiyle yatmış. Aç tavuğun kendini arpa ambarında sanması gibi işte. Faşistler, kasabanın önde gelen aristokratlarıyla bol bol balolar düzenlemişler bu otelde.
Titta’nın amcası Teo (Ciccio Ingrassia) hapisten çıkıyor ve onu çiftliğe götürüyorlar. Cebinde hep taş taşıyan Teo, çiftlikte içinde acıyı ağacın tepesinden bağırarak dünyaya duyuruyor. Teo, “Bir kadın istiyorum” diye haykırıyor. Sonunda Aurelio, onu akıl hastanesine yolluyor, ona bir kadın bulacağı yerde. Ciccio Ingrassia, kısacık rolüyle bu filme çok şey katmış. O, sinemanın unutulmaz “Yavru ile Kâtip” seri filmlerinin muhteşem “Kâtip”iydi.
Bu sirkte devasa yolcu gemisinin gösterisi de unutulmamış. Sisler içinde kasabalılar teknelere binip, bu dev gemiyi izlemeye koyuluyorlar. Sisler içinde evin yolunu kaybetmiş büyükbaba da “Gina! Gina!” diye haykırıyor dünyaya. Belki de onunla seviştiği zamanlar aklına düşüyor büyükbabanın. Böylesi bir sisi de 1892’den beri de hiç görmemiş büyükbaba.
Cesaretini toplayan Titta, soluğu tütüncü kadının dükkânında alıyor. İlk defa bir kadına da dokunuyor burada Titta. Önce kadını kucaklayan Titta, sonra da onun koca memelerini kana kana emiyor şelaleden süt fışkıracak gibi. Belini inciten Titta yataklara da düşüyor çok geçmeden. Annesinin şefkatli ilgisiyle iyileşirken kış da çöküyor kasabaya. Kar başlıyor ve günlerce sürüyor. Kutup soğu yaşanırken Titta’nın annesi Miranda da hastalanıyor. Bu kış onun son kışı oluyor. Miranda’nın cenazesi kiliseden kalkarken, sahilde de Ninola’yla subayın düğünü oluyor. Düğün ve cenaze, aynı anda yaşanıyor kasabada. Fellini’nin bu özel filmi her daim başucunda olmalı. “Amarcord” filmi bir başyapıt ve ilham vermeyi sürdürüyor.
(15 Kasım 2014)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com