9. İşçi Filmleri Festivali’nin Antalya yolculuğu, 14 – 18 Kasım 2014 tarihleri arasında gerçekleşti. Festival yöneticilerinden etkinlikte yer alan söyleşilerde moderatörlük yapma teklifi aldığımda, beni en çok heyecanlandıran olay, Reyan Tuvi’yle görüşme şansı yakalama olasılığımdı. Daha önce Altyazı’nın “Festivaller ve Sansür” dosyası için bir yazı kaleme alan; ancak 51. Altın Portakal sürecinde yaşanan olaylar sırasında hiçbir söyleşiyi kabul etmeyen Tuvi ile yüz yüze görüşmek, sinema kamuoyunun yanıtlarını merakla beklediği kimi soruları ona yöneltmek çok önemliydi. Modern Zamanlar’ın son sayısında yer alan tespit ve röportajların önemli bir bölümü konuyu tek taraflı olarak ele almak durumunda kaldığı için, söyleşinin benim adıma kişisel olarak da anlamı büyüktü. Sonuçta; sansür tartışmaları sürecinde ve festival yapılırken dahi merkez medyaya röportaj vermemekte istikrar gösteren Reyan Tuvi’ye ulaşmak ve onu konuşturmak düşündüğümden daha zor olsa da, kendi deyişiyle “artık zamanı geldiği için” sorularıma yanıt verdi. Sorularımı içtenlikle yanıtladığı; öfke, üzüntü ve hayal kırıklıklarını olanca açıklığıyla ifade ettiği ve daha da önemlisi özeleştiri yapma cesareti gösterdiği için kendisine teşekkür ediyorum. Bir bölümünü burada okuyacağınız söyleşinin tamamının 35. Modern Zamanlar’da yer alacağını hatırlatarak sizleri Tuvi ve samimi açıklamalarıyla başbaşa bırakıyorum:
“SANSÜRÜN AZI ÇOĞU OLMUYOR!”
Söze, festival sırasında ve sonrasında, yöneticiler tarafından en sık duyduğumuz ifadeyi hatırlatarak başlamak istiyorum: “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e ve diğer filmlere asla sansür uygulamadık!” Ne dersiniz?
Sansürle mücadele etmeye başladığınız andan itibaren sansüre maruz kalmışsınız demektir. Sansür çağdışıdır. Bu konuda deneyimsiz bir belgeselci olarak, o süreç içinde debelenirken en çok bunu hissettim. Sonuçta, festivallerin sürekliliğine ve bağımsız olmaları gerektiğine, seyirciye ulaşmakta zorluk çeken belgeselcilerin ve ilk defa dünya prömiyerini yapacak uzun metrajcıların kendilerini temsil etmelerinin önemine, ne olursa olsun seyircinin cezalandırılmaması gerektiğine ve bu eserleri ortaya çıkarmak için harcanan o kadar emek ve alınterine inanan bir belgeselciyim. Ancak sansürle uzlaşma olmuyor; “az sansür”, “çok sansür” diye bir şey de yok… Bütün bu yaşananlar sırasında bunu deneyimledim açıkçası.
Gelinen noktayı nasıl yorumluyorsunuz?
Politik önyargılardan arınarak, inanarak, vicdanımla çektiğim bir filmin Antalya izleyicisi ile buluşmasını önemsiyordum. Biz belgeselcilerin zaten her koşulda vizyona girmek, filmler üzerinden para kazanmak gibi beklentileri yoktur. Tek derdim izleyiciyle buluşmaktı. Ancak sonraki gelişmelerde, sinema sektöründen bana verilen destekle birlikte, festivalin filmim dolayısıyla yapılamamasının baskısı altında bu krizi çözme sürecinin içinde buldum kendimi; çünkü gerçek anlamda filmimin Antalya Film Festivali’nde gösterilip gösterilmemesi artık kendi başına çok da önemli değildi. Yeri gelmişken, Bakanlık’tan destek almadığımı, dolayısıyla benden beklenenleri yerine getirmek gibi sorumluluklarımın olmadığını da eklemeliyim.
Dilerseniz olguları tek tek ele alalım… Olaylar Ön Jüri’nin açıklamasıyla başladı ve kamuoyu konudan bu şekilde haberdar oldu. Durum sizin için de böyle mi gelişti?
Bana önce standart resmi bir “yarışmaya alınmadınız” mail’i geldi.
İlk anda filminizin yarışmaya seçilmediğini düşündünüz öyleyse.
Başlangıçta öyle. Beğenmediklerini düşündüm ve kafamda nedenlerini sorgulamaya başladım. Sonra, o süreçte çok fazla anlam veremediğim biçimde, festival yöneticileri tarafından iki kere arandım. İkisi de “filminizi seçmedik çünkü…” diye başlıyordu. Özellikle birisinde, geçmişten bu yana takip ettiğim ve bir sinemacı olarak üretimlerini saygıyla karşıladığım bir isimle yaklaşık bir saat görüştüğümü, daha doğrusu tek taraflı olarak onu dinlediğimi hatırlıyorum.
Sebebi neydi bu görüşmelerin?
Bana bir tür “üzülme, olur böyle şeyler” diyorlardı. Sanırım belgeselin seçilmesine rağmen, yarışma seçkisinden festival yönetimi tarafından çıkartılmasını kimsenin umursamayacağını, bu olayın sessiz sedasız kapanacağını, benim de razı olacağımı düşünüyorlardı.
“KÖKENİMDEN DOLAYI UCUZ KAHRAMANLIK YAPMAMALIYMIŞIM!”
Herşey açığa çıktıktan sonra…
İlk anda ikna süreci başladı. Bunun bir sansür olmadığını, benden birşeyleri değiştirmem istenirse sansür olarak adlandırılabileceğini söylediler. Bunu ilk kez size açıklıyorum: Kökenimden dolayı ucuz kahramanlık yapmamam gerektiği bile ima edildi, düşünebiliyor musunuz?
Yanıtınız ne oldu?
Korkum olmadığını, dört yıl önce çektiğim, Antalya’da ödül kazanan belgeselden de (gözaltında öldürülen Afrikalı Festus Okey’i kamuoyuna duyuran görüntüleri de içeren) bunu anlayabileceklerini söyledim. Korksam belgeselci olmazdım. Bunu neden anlattığımı da açıklamak isterim: Başından beri, aslında beni korudukları için böyle davrandıkları iddiası içindeydiler. Beni neden veya kimlerden koruduklarına anlam veremedim. Filmimi hiç seyretmemiş olmalarına rağmen, sonrasında da görüşmelerimiz; “Üzülmeyin”, “Avukat söyledi, Türk Ceza Kanunu’na göre filminizde sakıncalı yerler varmış”, “Kusura bakmayın, seyredemedik; ama bazı yerlerinde küfür olduğu söylendi” şeklinde sürüp gitti.
Festival öncesinde, krizin doruğa çıktığı günlerde filmi izleme olanağı bulmuştum. “Küfür” konusu dışında, eylemlerde yer alan bir afiş görüntüsünün de rahatsızlık yarattığı iddia ediliyordu.
Bu bana hiç söylenmedi, ilk defa sizden duyuyorum. Beni aradıklarında, filmi festivale alma gibi bir niyetleri hiç olmadığı için, bu türden sorularıma net bir yanıt dahi vermediler. Genel tavırları “bizi anlamaya çalışın, bu film sıkıntı yaratacak” şeklindeydi.
Antalya’da, Ön Jüri’nin hukuki süreci bizzat kendisinin başlattığı yönünde iddialar da dile getirildi. Bundan haberdar mısınız?
Bunun böyle olmadığını kesinlikle biliyoruz. Sizin sorunuza ben bir soruyla karşılık vereyim: Diyelim ki ön jüri böyle bir şey teklif etti, 50 yıllık, deneyimli bir festival filmlerini avukatlara sorarak mı seçiyor, buna itiraz edemiyor mu? Ön jüri, belgeseli seçmesine rağmen, festival komitesinin bunu yarışmadan çıkarttığını açıklayarak son derece etik davrandı. Onlar elini taşın altına koymasaydı bugün bu haksız uygulamadan hiçbirimizin haberi olmayacak ama bir gün mutlaka başkasının canı yanacaktı. Ne yazık ki festival yönetimi onlara sahip çıkmadığı gibi, filme ve bana yaptıkları gibi, bu karara karşı çıkan pek çoklarına yaptıkları gibi, onları da itibarsızlaştırmaya çalıştı. Herkesin gözü önünde süren sansür tartışmaları da bunun göstergesi. Festival yönetimi aldığı hiçbir kararın yol açtığı durumun sorumluluğunu üzerine almadı. Kendileri dışında herkes -ben, ön jüri, jüri üyeleri, belgeselciler, ulusal uzun metraj yapımcı ve yönetmenleri- bundan nasibini aldı.
Ve sonra mücadeleniz başladı…
Biliyorsunuz, filmlerin TCK’ya göre değerlendirilmesi için ortada bir suçlama olması, yargı süreci başlatılması gerekiyor. Daha önce örneği görülmemiş bir uygulamayı benimsemelerinden ve bunun sonraki festivallere de yansıma riskinden dolayı mücadele etmek gerekiyordu. Filmimi hak ettiği şekilde geri aldırıp yarışmaya seçilen arkadaşlarımın arasına katılmayı ve yöneticilerden de hepimiz adına bu doğrultuda maruz kaldığımız haksız uygulamalar için gerçek, samimi ve ileriye dönük bir özeleştiri alabilmek içindi bütün mücadele.
“FESTİVAL DEĞİL DEDEKTİFLİK BÜROSU!”
Başta SİYAD olmak üzere, sinema çevrelerinin bir bölümünden ve kamuoyundan aldığınız destekle filminizin geri alınma sürecine şahitlik ettik. Bu arada filminize otosansür uyguladığınıza dair tepkilerle karşılaştınız. Bu dönemde neler hissettiğinizi merak ediyorum.
Biz belgeselciler, ilkeli ve vicdanlı olarak, yaşadığımız çağın arşivini, “fotoşopsuz” tutmak ve seyirciye aktarmakla yükümlüyüz. Belgesellerimde de görülebileceği gibi, ayna tuttuğum tüm gerçekliklerin, taviz vermeden, arkasında duruyorum. Sansüre karşı bu mücadeleyi neden verdiğimi bildiğim için kendimle ilgili bir şüphem yok; ama sansürün azı çoğu olmuyor. Bunun bedelini deneyimleyerek ödemiş oldum. Festivalin yapılmasını tehlikeye sokacak bir krizi yönetme becerisinden yoksun, manipülasyona ve filmini veren yönetmeni alt etmeye odaklanan Festival Yönetimi’yle konuşmaya başladığınız andan itibaren, kamuoyu tarafından “anlaşılmama” ve “sansürcüyle müzakere eden kişi” durumuna düşme riskini de üstlenmiş oluyorsunuz.
Aynı günlerde Belgesel sinemacıların, konuyla ilgili toplantı halinde oldukları söylendi ve görüşmeler neredeyse üç güne yayıldı yanlış hatırlamıyorsam. Sizce tavır neden bu kadar gecikti?
Orada herhangi bir kusurları olmadığını biliyorum; çünkü festival yönetimi onlara “biz Reyan’la anlaşmak üzereyiz, sakın bir açıklama yayınlamayın” derken, bana da -sabahlara kadar süren görüşmeler boyunca- “sizi davet edeceğiz, ama bekleyin” diyordu. Anladığım kadarıyla belgeselimi festivale yeniden dahil etmek için bir kulp bulmaları gerekiyordu ve küfür burada sadece bir mazeretti. Gerçekte filmi geri almayı hiçbir zaman istemediler.
Sonrasında, sıkıntı yarattığı söylenen küfürlü ifadenin altyazısına yapılan bir müdahale sonucu, -festivalin söylemiyle- filmin ‘yeniden düzenlenmiş’ versiyonunun kabul edildiği açıklaması yapıldı.
Aslında öyle değil. Festival Yönetimi beni arayarak, “sizin belgeseliniz artık bütün Türkiye’de Cumhurbaşkanı’na küfür eden film olarak anılıyor ve sizin yüzünüzden 50 yıllık bir festival iptal olma tehlikesiyle karşı karşıya” türünden ifadeler sarf etti. İki tespitleri de aslında doğru değildi. Böyle ağır bir sorumluluğu benim üzerime bir şekilde yıkmaya çalışmalarının haksız yere olduğunu bilmeme rağmen, başından itibaren ben de krizin çözülmesi gerektiğini düşündüğüm için, tam olarak neyin sorun olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu arada belgeselci arkadaşlarımla yaptığım ortak yazışmaların Festival Yönetimi tarafından okunduğunu öğrendim. Bununla da kalmadı; bizzat festival yönetiminden bir yetkiliyle yaptığım telefon konuşmasında “mesajlarımızı nasıl okuyabilirsiniz?” diye sorduğumda bana; “sadece mesajınızı okumadım, arkadaşlarınızla yaptığınız toplantı kaydını da dinledim” dedi. Bu bir sanat kurumu muydu, yoksa bir dedektiflik bürosu mu? Benim nasıl düşündüğümü, nasıl dize getirilebileceğimi hesaplamaları unutulacak gibi değildi.
Tüm yaşananlara rağmen pes etmediniz. Neden?
Daha önce böyle bir deneyim yaşamamış biri olarak olup biteni anlamaya ve ortaya çıkarmaya çalışırken onlar ise “filmi bir izleyelim bakalım” gibi bir tavır içine girdiler. Bu durum kamuoyuna yeteri kadar açık ve tarafsız bir biçimde aktarılmadı. Sansürcüyle bir müzakere halindeymişim gibi görünüyordu. Oysa bu bir anlaşma çabası değildi.
Altyazıyı çıkarma olayını biraz daha açar mısınız?
Önce bazı küfürlerden ve duvar yazılarından bahsettiler. Ne görüntü ne de ses kurgusuna dokunmayacağımı net bir şekilde söyledim. Sonra altyazıyı tamamen çıkarma önerisi getirdiler. Uluslararası bir yarışmada olduğumuzu hatırlatıp bunun mümkün olmayacağını söyledim. Benim tek bir hareketim onlara filmi geri almak için bir neden verecekti. TCK’ya göre değerlendirdikleri bir filmi bir çırpıda geri alırlarsa bunu kimseye açıklayamazlardı. Aldıkları tavrı görebiliyordum ancak gitgide sığlaşan tartışmanın ve derinleşen krizin çözümünü, filmin bütünlüğüne ve fikrine en ufak bir etkisi olmayan, bir kez daha üzerine basarak söylüyorum, tek bir sözcüğü altyazıdan kaldırmayı kabul etmekte gördüm. Ve tek bir nedenim yoktu; festivalin sürekliliği, arkadaşlarımın emeklerinin karşılık bulması ve Antalya halkının Gezi direnişi belgeseline ulaşma hakkı…
“FİLMİMİN GERİ ALINMASI KAZANIM DEĞİLDİ.”
Müzakere şeklinde adlandırdığınız sürecin içinde bulunmaktan pişmanlık duymadınız mı?
Filmimin üzerinde bana sorularak da olsa bir müdahale talebi beni kuşkusuz oldukça rahatsız etti. Sonuçta filmin hiçbir tarafına dokunulmadı; ama dediğim gibi azı-çoku yok bunun… Geriye dönüp baktığımda, bugüne kadar hiçbir festival yönetimiyle telefonda konuşmadığımı; ne İstanbul Film Festivali’nde, ne Documentarist’te, ne de Altın Koza’da bu tip durumlarla karşılaşmadığımı hatırlıyorum.
Anlıyorum. Buradan, belki de en çok merak edilen soruya geliyoruz. Bunca mücadelenin ardından, görünüşe göre az bir sıyrık alarak festivale döndünüz. Sonrasında sizi boykota götüren ne oldu?
Belgesel geri alınmıştı ancak boykot etmeyip birlikte yarışacak olsaydık, filmin yaşananlardan dolayı fazla ön plânda olması nedeniyle “haksız rekabet” olacaktı. Bu nedenle bir taraftan da yarışmadan çekilmenin doğru olacağını düşünüyordum. Belgeselim yıpratılmış ve itibarsızlaştırılmıştı. Kabul edilmesinden sonra, yarışmaya katılan diğer arkadaşlarıma katıldım ve onlarla ortak kararlar almaya başladık. Gelecekte, filmlerin TCK maddelerine göre değerlendirilmesini meşru kılmamak ve bu mücadelenin sonunda bir kazanım elde etmek adına, yönetimden özeleştiri istenmesine karar verdik. Belgeselimin geri alınmasının başlı başına bir kazanım olduğunu söyleyemezdik.
Bu tavrın en baştan alnıması ve “ancak bu koşullarda yarışmaya dönerim” denmesi sizce de daha anlamlı olmaz mıydı?
Başta da söylediğim -bu konuda deneyimli olmadığım için- etkin bir sansür yönetimi sergilediğim iddiasını taşımıyorum. Ama burada gösterdiğimiz çabanın anlaşılmasını istiyorum. Sonuçta, tek hedefi kuyruğu dik tutmak olan festival komitesi dışında neredeyse herkes Altın Portakal’ın sürekliliği için çaba gösterdi. Krizin ortasında kalan ben de çekip gitmek yerine elimi taşın altına koydum.
Özür ya da özeleştiriyi kabul etmediniz…
İçeriği boştu, filmlerin TCK’ya dayandırılarak değerlendirilmesini meşrulaştıracak cinstendi; beni “vah vah Reyan Tuvi’yi çok yıprattık” konumuna indirgeyen, absürd bir yaklaşım içeriyordu. Filmlerimizi seyirciyle buluşturmayı ne kadar çok istediysek de, o noktadan sonra Antalya’ya gelmek doğru olmayacaktı. Buna, çekilen jürileri de eklemek gerekir. Jüri demişken, orada alınan kararlar da bir anda oluşmadı, hatırlarsınız. Herkes bu yanlıştan dönülmesini bekliyordu. Bu, doğruları ve kusurlarıyla benim için bir hayat deneyimiydi.
“SONUÇ İÇİME SİNMEDİ.”
Genel olarak sinema çevrelerinin tavrını nasıl bulduğunuzu merak ediyorum.
Kuşkusuz ki sahiplenildim, ancak sonuca bakmak gerekir. Neticede uzun metrajcılar Antalya’da bulunarak mücadele edilmesi gerektiğini söylediler. Ortada başından bu yana itiraz ettiğimiz gelişmeler varken, burada bildiri okunarak sansürün kınanmasının bizler adına bir kazanım olmadığını düşünüyorum.
O dönemde bunun nedenini çok merak etmiştim: Altyazı’nın dosyası için kaleme aldığınız yazı dışında hiç kimseyle söyleşi yapmadınız, görüşlerinizi sosyal paylaşım sayfanız dışında herhangi bir yayın organıyla paylaşmadınız. Aradan geçen bunca zamandan sonra, konuyla ilgili ilk röportajı da benimle yapıyorsunuz. Neden?
Gerek görüşmelerin devam ettiği, gerek de kararın ortaya çıktığı dönemde, birçok gazeteden ısrarla görüşme teklifi aldım. Bir taraftan festivalin devamlılığına zarar vermek istememem, diğer taraftan da bazı yayın organlarının olayları sunuş biçimine güven duymamam böyle bir karar almamda etkili oldu. Üstelik en baştan itibaren başıma gelenleri kişisel olarak algılamadım; filmin uğradığı sansürün her an bir başkasının da başına gelebileceği düşüncesiyle bireysel kararlar almaktan uzak durdum ve “biz” ifadesini kullandım. Artık zamanı gelmişti. Bu söyleşiyi konunun öncesi ve sonrasına vakıf olmanızdan ve olguya sansasyonel değil sinemasal perspektifte yaklaşmanızdan dolayı yapıyorum.
Tamamlayalım mı? Son olarak neler söylemek istersiniz?
Niyetimiz kuşkusuz festivali sabote etmek değildi. Öyle bir ikilemdi ki, uzun metrajcılar festivalden çekilse Altın Portakal yapılamayacaktı. Diğer taraftan festivale katılıp, bizim sorunlarımız adına hiçbir pozitif kazanım elde edilmemesi de içime sinmedi. Hiçbir şey siyah-beyaz değil maalesef.
“Önünüzdeki projeler nelerdir?” diye sorsam…
Önümde hiçbir proje yok. Tek hedefim sansür deneyimimi içselleştirmek, bundan ders almak ve artık hemen her kurum ve festivalin çağırdığı Gezi belgeselimi –Antalya Film Festivali sayesinde- bütün Türkiye’ye yaymak.
Hiç değilse bu anlamda yöneticilere teşekkür etmek ister misiniz?
Etmeyeceğim, edemeyeceğim (Gülüyor)…
(18 Kasım 2014)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü