Rüştü Onur’u şair olarak ne zaman tanıdım, hatırlamıyorum. Şiirlerini okuyarak değil, biliyorum, edebiyat sözlüklerinde gördüm ve unutmadım. Sanırım Muzaffer Tayyip Uslu’nun adı ile daha sonra karşılaştım, belki aynı yerde, bilemiyorum ama ikisinin adı da -eserlerine ulaşamasam da- benim edebiyat tarihi dağarcığımda yerlerini aldı.
Bundan bir kaç ay önce, gazetede Yılmaz Erdoğan’ın “iki şair” üzerine bir film yapma girişiminde bulunduğu haberini okuyunca, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu (özellikle Rüştü Onur) için merakla beklemeye başladım. Yılmaz Erdoğan, bu unutulmuş iki şairimizi filmine konu alırken, kendisi de -şairlere yandaş ve arka çıkan- Behçet Necati(gil)’yi oynuyor. Bu ilişkiyi bilmiyordum, öğrendim. Filmi (Kelebeğin Rüyası) beğenmedim değil, beğendim, (bana göre) Erdoğan’ın en iyi filmi ama aslolan filmin şairlerimizi -öncelikle- seyirciye hatırlatması… Buna hatırlama denir mi bilemiyorum. Bir şeyi hatırlamak için o konuda “eski bilgiye sahip olmak” gerekir. Filmin seyircisinin Onur ve Uslu’yu ne kadar hatırladıklarını bilemiyorum (bu konuda, fazla iyimser de değilim) ama (biraz meraklanıp eskiyi kurcalayanların) hiç değilse edebiyat tarihimizde bu isimlerde şairler olduğunu öğrenmiş olmaları, umudumdur.
Asıl ibretle izlediğim konu, yayıncılarımızın daha düne kadar hiç bir kitap(larını) basmadıkları bu şairlerimiz üzerinden şimdi yeni yeni baskılar yaparak -bırak para kazanmalarını- güya edebiyatımıza hizmet ediyor olmaları. Onlara diyecek sözüm şudur: Edebiyat tarihini biraz daha karıştırsınlar, daha başka -şimdilerde kimsenin hatırlamadığı- nice şair ve yazar bulacaklardır.
Filme değil de sinemaya gelirsek, sinemamız belli konuları tekrar üzerine tekrar etmekten, bırak edebiyat tarihini, geçmişte bu ülkeye şu veya bu şekilde hizmet etmiş kişileri kendisine konu edinmemiştir. Süha Doğan’ın 1961 yapımı Gönülden Gönüle -ilk yarısı ile- bestekâr Şevki Bey’in (1860-1891) yaşamını konu edinir. Filmin ilk yarısında Şevki Bey ölür. Bir kadını sevmektedir ama o zamanlarda sık görüldüğü gibi -toplumsal nedenlerle- evlenemezler. Her ikisinin de başka evlilikten olan çocukları (yoksa torunları mı idi?) konservatuarda karşılaşıp, atalarının yaşayamadıkları aşkı yaşarlar.
Buna verilebilecek bir başka örnek ise aynı yıl (1961) yapılan Aydın Arakon’un Özleyiş filmidir. Bu da üstü kapalı bir Necip Celal (Antel / 1906 – 1957) yaşamı uyarlamasıdır. Necip Celal, alaturka ile başladığı müzik yaşamında, sonradan tangoları ile ünlenecek, görme yetisini kaybetmesine rağmen beste çalışmalarını sürdürecektir.
Bunlardan başka, resim sanatından bir sanatçımızın Fikret Muallâ’nın yaşamının, aşamalı olarak ele alınacağı (üç farklı dönemde, üç farklı oyuncu tarafından oynanarak) haberi duyuldu ise de, henüz gerçekleşmedi. Dilerim daha fazla gecikmez. Bunun dışında edebiyat alanındaki sanatçılarımızdan ele alınan var mı, ben hatırlayamıyorum, eğer varsa -şimdiden- özür dilerim.
Spor dünyasından Metin Oktay’ın lâkabını taşıyan Taçsız Kral (1965) filmi, Oktay’ın çevresindeki kişilerinde kendilerini oynadıkları [Gündüz Kılıç, -büyük- Ali Beratlıgil, Candemir Berkmen, (Fenerbahçeli) Naci Erdem, zamanın federasyon başkanı Orhan Şeref Apak, spiker Pertev Tunaseli, gazeteci Necati Tanyolaç, Galatasaray’ın amigosu Karıncaezmez Şevki…] bir yapıt olarak hayli ilginçtir ama Oktay’ın kendisini oynamasına rağmen, öykü hayli değiştirilmiştir.
Güreş tarihimizin -yaşamı hatırlanmasa da- adı unutulmayacak ismi Koca Yusuf (Çetin Karamanbey – 1966) sinemada Özdemir Aydın tarafından canlandırılırken, boksör Cemal Kamacı’nın kendisini oynadığı Benim Zaferim (Ünal Küpeli / 1992) az sayıdaki örnekleri oluşturur.
Başka bir ayrıksı örnek ise Mehmet Tanrısever’in 2010 yılında yaptığı Hür Adam’dır. Filmin alt ismi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Buradan da anlaşılacağı üzere film Saidi Nursi’nin yaşamı üzerine bir filmdir. Saidi Nursi’nin dinsel ve politik kişiliği, filmin belli bir yan açısından anlatılmasına neden olur, bu ise yaşam öyküsü üzerine kurulu filmlerin en büyük riskidir.
Bu şekilde Nuri Akıncı’nın yaptığı Kurtuluş Savaşımızın gerçek kadın kahramanları üzerine yaptığı Kara Fatma (1966) ve Bombacı Emine (1966) filmleri de aynı riski taşırlar (Hatta bu iki filmden çıkarılan, Kadın Kahramanlarımız isimli bir film dahi vardır.)
Osman Seden de Nene Hatun adı ile çekmeye başladığı filmi Gazi Kadın (1973) adı ile gösterime çıkarmıştır, çünkü filmin Nene Hatun ile bir ilişkisi olmadığı gibi, film de Vittoria de Sica’nın Güneş Çiçeği (Sun Flower) filminin bir uyarlamasıdır. Nene Hatun, sinemamız tarafından tekrar ele alınır ve kadın kahramanın adını taşıyan film, Avni Kütükoğlu tarafından çekilir (2010).
Faik Ahmet Akıncı da, daha önce (1952’de) Muharrem Gürses’in çektiği Kubilay filmini 2009’da tekrar çekecektir (aynı kahramanı ele alıyorsa da film farklılık gösterecektir.) Çakırçalı Mehmet Efe başta olmak üzere -gerçekte yaşamış- efeler üzerine yapılan filmlerden başka, Karacaoğlan, Köroğlu ve Battal Gazi başta olmak üzere, tarihi kişiler üzerine yapılan filmler [Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Beyazıd, Cem Sultan, Barbaros Hayrettin Paşa, Pir Sultan Abdal, Selahattin Eyyubi, Mahpeyker (Kösem Sultan)] yaygın söylentilerin ötesine geçmeyen, gerçekleri fazla araştırmayan filmlerdir. 1966’da A. Ural Ozon’un yaptığı Topal Osman (Atilla Akarsu / 2012) ise bugünlerde tekrar sinemamızın ilgisini çekmiştir.
Bunların yanında Ömer Hayyam gibi bir şair (A.B.D. yapımı da var) filmlerimize konu olurken, İslam dünyasından (Veysel Karani, İbrahim Ethem, Hz. Eyyup, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ayşe, Hz. Yusuf, Hz Süleyman -ve Saba Melikesi Belkıs-) gibi kişiler sinemamızın itibar ettiği tarihi ve dini şahsiyetlerdir.
Atatürk’ün casusu olarak bilinen İngiliz Kemal’in İstanbul’da İngiliz casusu Lawrence ile mücadelesini anlatan filmler (Akad ve Eğilmez) ise, Lawrence’nin hiç İstanbul’a gelmemiş olması ile ne kadar gerçektir? Dikkate almaya değmeyecek bir pazarlama oyunundan başka bir şey değildir.
Sinemamızda bu gezintiden sonra tekrar Kelebeğin Rüyası’na dönersek, filmi birçok kişi izledi, izleyenlerde olacak ama yine yazacağım, acaba izlemiş ve izleyecek olanlardan kaç kişi Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu (Behçet Necatigil’i de) bilerek seyredecek veya bu izleme sonunda tanıyacak!
Filme eleştiri yapmak kolay ama beğendiğim ve sevdiğim filme yapmayacağım fakat bir ekleme yapılmış olmasını isterdim. Suzan’ın önerisi üzerine Muzaffer ile Nisuaz’da buluşan kahramanlarımız, buradan “şairlerin kahvehanesi” diye söz ederler. Keşke (ukalâlık bu ya…) buluştuklarında, kendilerinden uzakta bir masa da -başka kişilerin arasından ancak uzaktan görebildikleri- o kahvehanenin müdavimlerinden birini görseler, birbirlerine gösterseler fakat yanına gidemeselerdi…
Yine de, Onur’un ve Uslu’nun yeniden kitapçı vitrinlerine çıkması, buna bir nebzede olsa -aslında bir nebzeden çok fazla- sinemanın neden olması önemli. Sinemamız için mi, yoksa edebiyat dünyamız için mi?
(13 Nisan 2013)
Orhan Ünser