Lynne Ramsay’in filmi “Kevin / We Need To Talk about Kevin”in tanıtımlarında, eleştirilerinde en çok bu etiketle karşılaşıyoruz. Doğrusu, filmin annesi Eva (Tilda Swinton) da oğlunun doğumundan itibaren bitmez tükenmez bir kâbus yaşamıyor değil. Bir yandan da, kendi isteksizliğiyle bu kâbusa yol açtığını düşünüyor. Ne de olsa, oğlunun doğumunu şevkle beklediği söylenemez. Doğumdan önce gittiği yoga hamilelik kursunda, şiş karnıyla iftihar etmeyen tek kişi o. Hatta orada durmaya dayanamıyor, çıkıyor. Oğlunu yanında dururken gördüğü kitapçıda da anneye ilişkin şu ilân göze batıyor: “Efsanevi Maceraperest”. Belli ki Eva, bambaşka bir hayatı feda etmiş, istemediği bir anneliğe, hatta evliliğe sürüklenmiş.
Ama bence Lynne Ramsay bunları, kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu anlayalım diye koymamış ortaya. Yani, ne olursa olsun çocukların suçsuz olacağını da, bir insanın böyle bir çocuğu belli bir noktaya kadar çekebileceğini söylemek ve filmden bir ahlâk dersi çıkarmaya çalışmak anlamsız. Ramsay daha çok, kaotik bir evrende ille de bir nedensellik saptama, bu evreni ille de anlamaya çalışma yolundaki nafile çabamızı ortaya koymak istiyor gibi. Kitabın ise, Kötü Anne tartışmalarına yol açtığını okuduk.
Eva Khatchadourian, iyi kalpli, sakin ama ona hiç denk düşmeyen Franklin’le (John C. Reilly) evlenmiş, şehir yaşantısından banliyöde bir ev için, bağımsızlığından da bir aile için istemeye istemeye vazgeçmiş genç bir kadın. Hamile kalmaktan hoşnut olmasa da, vakti saati gelince bir oğlan doğuruyor. Bebek ilk andan itibaren onun kucağına gitmek, hatta onunla birlikte olmak istemiyor, avaz avaz ağlıyor. Bir sahnede Eva sokakta giderken de ağlayan bebeğin içinde olduğu arabayı, sırf bu sesi boğmak için, toprağı kazan bir makinenin yanına çekiyor. Bu arada, çocuk büyütmüş herkes, o ağlamayı duyunca acı tecrübeleri anmaktan kendini alamamıştır herhalde.
Kevin yeniyetme yaşında da (Ezra Miller) yeterince sevgisiz, sevimsiz ve tehlikeli ama emekleme çağındaki (Rock Duer) ve özellikle de daha sonraki hali (Jasper Newell) nefret dolu ve kesinlikle dayanılmaz. Koca çocuk olduğu halde annesinin gözünün içine baka baka altına kakasını yapıyor, onun bin özenle düzenlediği odayı aynı ölçüde özen göstererek mahvediyor. Özür dilemiyor, sorduklarına cevap vermiyor, ona domuz gibi bakıyor. Hatta bir seferinde dayanamayan Eva, ona kendisinden önce annesinin mutlu olduğunu söylüyor. “Şimdi anne her sabah uyanınca keşke Fransa’da olsaydım diyor.”
Öte yandan, ne Eva, ne biz bunun bir canavar masalı, bir kötü tohum hikâyesi olduğundan emin olamıyoruz. Eva’nın hem oğlu Kevin, hem de kendi namına suçluluk duyduğu kesin. Filmin başlarında takım elbiseli, evrak çantalı iki gençten adam kapıyı çalıp onunla öbür dünya hakkında konuşmak isteyince, bu duyguları dile getiriyor. Oysa kapı çalınınca biraz ürkmüş. Çünkü insanlar alışveriş arabasındaki yumurtaları kırıyor, yolda ona vurup küfrediyor, evini ve arabasını kırmızıya boyuyorlar. Ama işin öbür dünyadan ibaret olduğunu anlayınca ferahlıyor. Bunun hakkında her şeyi biliyor çünkü. “Dosdoğru cehenneme gidiyorum. Ebedi lânet falan, hepsi.” Aslında ebedi lânetten de ürkütücü olan ise, oğluyla aralarında bir bağ olabileceği şüphesi. Belki de, Kevin’in annesine ilgisini gösterme yöntemi bu.
Zaten bir canavar söz konusuysa bunun Eva değil de, yakışıklı (ve annesine çok benzeyen) yeniyetme oğlu Kevin olduğuna hiç kuşku yok. Onun ağza alınmayacak bir suç işlemiş olduğunu anlıyoruz. “Ratcatcher” ve “Morvern Callar” ile tanıdığımız Lynne Ramsay’in kronolojik sıra izlemeyen, nefis kurgulanmış, daha çok bir rüyayı (evet, kâbusu) andıran filminde Eva’nın endişeli kalabalığı yararak oğlunun okuduğu liseye yaklaşmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Filmin güçlü görselliği, çarpıcı renkleri, ses tasarımı da Ramsay’in (Lionel Shriver’in romanından Rory Stewart Kinnear ile beyazperdeye uyarladığı) hikâyesini lâyıkıyla anlatmasına katkıda bulunuyor. Tilda Swinton’ın kendisinin ve karakterinin seyircinin rahatlıkla özdeşleşeceği, hatta acıyacağı kişiler olmayışı da işimizi zorlaştırıyor.
Ama yönetmen Ramsay’in rüya mantığı güden hikâyesinin merkezinde de Eva/Tilda var. Swinton “Io sono l’amore / I am Love / Benim Adım Aşk”ta da gene özdeşleşmekte zorluk çektiğimiz, sıradışı bir karakter olarak, genç bir erkeğe âşık olup ailesini bir çırpıda feda eden Emma’yı aynı yoğunlukla oynamıştı. Hem kendine hakim, hem de çabuk incinebilen Eva’da da yoğun bir performans sunuyor. Gururu dışında her şeyi kaybediyor. Vaktiyle Bohem bir hayat sürdüğünü anladığımız seyahat yazarı Eva’nın kıstırılmışlığını bize hissettirirken, mesafesini de koruyor. Doğrusu, her iki filmdeki oyunculuğunun (ona bakarsanız bu fevkalâde yetenekli İskoç aktrisin bütün filmlerindeki oyunculuğunun) yeterince takdir edilmediğini düşünüyorum. Mevcut en iyi aktörlerden biri olan John C. Reilly de, profesyonelce geri çekilerek ona eşlik ediyor.
Miss Ramsay’e gelince, ruh halleri ve atmosferin ustası olduğu kesin. “We Need To Talk About Kevin”da, bunlara renk (özellikle kırmızı) ve sesi de katıyor. Bir ileri, bir geri giderek anlatması da, Kevin ve Eva’nın hikâyesinden korktuğumuz kadar rahatsız olmamamızı sağlıyor. Bir korku filmi yapma kolaycılığına kaçmamış. Lionel Shriver’ın, Columbine stili bir lise katliamının ardından bir kadının ayrı olduğu kocasına yazdığı bir dizi mektuptan oluşan çok satan kitabını uyarlama yöntemini bulmakta da başarılı.
Film olarak bence yılın en iyilerinden biri. İlk paragraftaki “Efsanevi Maceraperest”e gelince, bir sıfat olan “efsanevi”nin yerine bir isim olan “efsane”yi koymaktan kaçınan, güzelim “maceraperest” kelimesinin de hakkını veren çevirmen Damla kardeşimize teşekkür ederiz.
(06 Şubat 2012)
Sevin Okyay