Eğitim Sistemine ve Otoriteye Karşı

Serseriler (Neds)
Yönetmen-Senaryo: Peter Mullan
Müzik: Craig Armstrong
Görüntü: Roman Osin
Oyuncular: Conor McCarron (John), Peter Mullan (Bay McGill), Greg Forrest (Çocuk John), Joe Szula (Benny), John Joe Hay (Fergie), Garry Lewis (Russell), Marianna Palka (Beth Teyze)
Yapım: Film4-Wild Bunch-UK Film (2010)

İskoç aktör – yönetmen Peter Mullan’ın “Serseriler” filmi, İskoçya’nın kayıp ve geleceksiz kuşaklarını gerçekçi bir dille anlatılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de anlamakta zorlanacaksınız.

Bu yılki San Sebastian Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü kazanan 2010 yapımı “Neds – Serseriler”in hikâyesi, İskoçya’nın en büyük şehri Glasgow’da geçiyor. Britanya sineması, işsizlik ve kötü eğitim sistemiyle geleceksizlik üzerine sağlam filmler yapan bir sinema. Yönetmen Peter Mullan, bu sinemanın sağlam birikimiyle, hikâyesi 1970’lerde geçen çarpıcı bir geleceksizlik filmi yapıyor. Glasgow’un varoşlarında toplu konutlarda yaşayan eğitim çağındaki gençler ve çocukların çeteler kurup mahvoluşa gidişlerinin hikâyesi bu. Yoksulluk her tarafta hissediliyor. Öncelikle de okulda. Film, 1972 yılında, ilkokul öğrencilerinin ödül töreniyle başlıyor. Küçük John McGill, Canta tarafından tehdit ediliyor. John’un abisi Benny, bir çetenin içinde karizmatik bir lider. John, Canta’ya ders verdiriyor. Aslında John, çok çalışkan bir öğrenci. Okul katı disiplinli, öğretmenlerse despot. Öğretmenler, öğrencilerin en küçük hatasında avuçlarına kemerle vuruyorlar. Okulda, evde ve dışarıda sürekli şiddet var. Ned kelimesi, İskoçya’da, gerçekten serseri anlamıyla özdeşleşmiş bir kelime. Ned, “Non – Educated Delinquent”ten geliyor. “Eğitimli Olmayan Suçlu” gibi bir anlamı var. Aşağılayıcı, ayrımcı bir şey bu ve ayrıca anti-sosyal anlamına da geliyor. Filmi seyrederken hepsini fark ediyorsunuz. Bu kelimenin ilk kullanımı, İkinci Dünya Savaşı öncesine, ekonomik bulanımın olduğu yıllara kadar gidiyor. Kenar mahallelerdeki bu çeteler derimont ve spor elbiseler giyiniyorlar.

Yine de tek çıkış…

1959 doğumlu İskoç aktör, yönetmen ve senarist Mullan, 1998 yapımı “Orphans – Yetimler” filmiyle ilk filmini yönetti. 2002 yapımı “The Magdalene Sisters – Günahkâr Rahibeler”le beraber “Serseriler” onun sinema yönetmenliğinde üçüncü film. Oyuncu olarak, Ken Loach’un 1998 yapımı “My Name is Joe – Benim Adım Joe” çıkışı oldu. “Serseriler” filmi, yönetmenin kendi gençliğinden ilham almış. Mullan’ın bu filmi, eğitim sistemine ve bu sistemin şiddete yönelten otoriterliğine tepkili olsa da yine de elde çıkış için bir tek yol bu var. Filmin derinliğinde genç John üzerinden bunu anlıyorsunuz. John, okulun en çalışkan öğrencilerinden. Sürekli ders çalışıyor. Başka kitaplar okuyor. Ama, hemen yakınlarında dolaşan çetelerden ve şiddetten uzak kalamıyor. Hatta bu şiddet, annesini aşağılayan mutsuz ve sarhoş babasına bile yöneliyor. Lisede, orta sınıftan bir gencin arkadaşı olan John, arkadaşının annesi kendisinin nerede oturduğunu söyleyince bu arkadaşlık da sınıfsal farklılıktan pek uzun sürmüyor. Ardından kendini çeteler içinde buluyor John. Dermontunu giyiyor, ezeli rakip aşağı mahallenin gençleriyle ölümüne dövüşler yapılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de pek anlaşılamıyor. İngilizce hayli bozularak konuşulmuş filmde. Danny Boyle’un 1996 yapımı “Trainspotting” ve Ken Loach’un 2002 yapımı “Sweet Sixteen – Afili Delikanlı” filmlerinde de sokak İngilizcesi konuşuluyordu. Bütün bu filmler İskoçya’da geçtiğini de belirtelim. Bir de bu filmde inanılmaz küfürler var. Altyazı bile nokta nokta yazılmış. Ama bu konuşmalar filme gerçeklik katıyor. Filmin gerçeküstü finalindeki aslanlar acaba neyi simgeliyordu? Düşünmek gerek.

Mullan, bu filmi için geçmişinden ilham alsa da, Britanya sinemasında kayıp kuşaklar üzerine çarpıcı ve vurucu filmler var. İngiliz “Özgür Sinema”nın önemli yönetmenlerinden Tony Richardson’ın 1962 yapımı siyah – beyaz “The Loneliness of the Long Distance Runner – Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı”, geleceksiz çocuklar üzerine en önemli filmlerindendi. Geleceksizlik ve yoksulluk üzerine derin bir film olan Ken Loach’un 1969 yapımı “Kes – Kerkenez” filmi de hemen akla geliyor. Elbette Lindsay Anderson’ın 1968 yapımı “If… – Eğer” filmi de eğitim sistemine kamera çeviren filmlerdendi. Britanya sineması, işsizlik, yoksulluk ve geleceksizlik üzerine sahici filmler ortaya koyan bir sinema. Bunda, bu sinemanın köklerinde, genlerinde olan belgeselcilik duygusunun güçlü olması var. Bu sinemaya boşuna tutkun değiliz. Filmin sinemaskop görüntülerine de övgü göndermeli. Alman kameraman Roman Osin, geniş açıyla yansıttığı mekânlarda bile kasvet duygusu yaşatıyor perdede. Hatta dış mekânlarda bile. Bulutlu gökyüzü, serpiştiren yağmur, ıslak sokaklar ve kanlı dövüşler. “Serseriler” filmi, sinemaseverlerce değer verilmeyi hak ediyor.

(Bu yazı 08 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(08 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değildir

Kiracı (The Resident)
Yönetmen: Antti Jokinen
Senaryo: Robert Orr-Antti Jokinen
Müzik: John Ottman
Görüntü: Guillermo Navarro
Oyuncular: Hilary Swank (Juliet), Jeffrey Dean Morgan (Max), Lee Pace (Jack), Christopher Lee (August), Aunjanue Ellis (Sydney)
Yapım: Paramount-Icon-Hammer (2011)

Finli yönetmen Antti Jokinen’in “Kiracı”sı, zaman zaman gerilimi ve korkuyu üst noktaya çıkartan karanlık atmosferli bir film. Hilary Swank’in performansı da muhteşem.

Hastanenin acil servisinde çalışan doktor Juliet Devereau, New York’un Brooklyn bölgesinde kiralık ev ararken, bir mesaj alır ve o adrese gider. Dairenin tamiratını yapan Max’le ve büyükbabası August’la tanışan Juliet, kirası uygun bu daireye hemen taşınıyor. Max, gizemli ve içine kapalı bir insan. Dedesi de gizemli olsa da, sanki gözleriyle bir şeyler anlatmak istiyor. Başlarda her şey öyle iyi gidiyor ki. Max’in ilgisi, mutlu bir iş hayatı ve muhteşem New York. İnsan başka ne isteyebilir ki? Juliet’in bu dünyadaki tek mutsuzluğu, ayrıldığı kocası Jack. Ama, her şey böyle göründüğü gibi mutlu mesut mudur? Elbette, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Juliet, karizmatik Max’le yakınlaştığı anda, yönetmen müzik klipçiliğinden gelme deneyimiyle bu ana kadar olan her şeyi geriye sararak seyirciye gözden kaçırdıklarını gösteriveriyor. Buna sinemada çarpıcı kurgu deniyor.

Çarpıcı iç mekânlar…

1968’de Finlandiya’nın kalabalık şehirlerinden olan Nurmijärvi’de doğan Finli yönetmen Antti Jokinen, televizyon dizileri ve belgeseller çekti çoğunlukla. Celine Dion ve Anastacia’ya müzik klipleri de yaptı. Amerika’da çektiği 2011 yapımı “The Resident – Kiracı”, yönetmenin ilk sinema filmi. Jokinen, apartmanı, özellikle Juliet’in dairesini Max’in zihinsel dışavurumu gibi inşa etmiş. Koridorlar ve duvarların arkası Max’in iç dünyası gibi. Bu filmin estetiği, hem dışavurumcu hem de gerçeküstücü. Juliet’in dairesi ve duvarların arkasındaki kasvetli ışık düzenlemeleri dışavumcu. Ama, pencereden yansıyan ve içeri düşen gölgeler gerçeküstücü. Filmin bazı kurgu denemeleri de gerçeküstücü estetikten besleniyor. Görüntünün hızla geriye sarılması gibi. Filmin Meksikalı kameramanı Guillermo Navarro da önemli. Guillermo del Toro’nun 2006 yapımı “El Laberinto del Fauno – Pan’ın Labirenti” filmindeki iç mekân çalışmaları hemen akla geliyor. Kameraman Navarro’nun, Quentin Tarantino’yla 1997’deki “Jackie Brown”, Shawn Levi’yle 2006’daki “Night at the Museum – Müzede Bir Gece” filmlerindeki iç mekân çalışmaları da hatırlanıyor. Navarro, Tarantino’nun dostu Meksikalı yönetmen Robert Rodriguez’le de birçok defa bir araya geldi bu sinema yolunda. John Ottman’ın da fonda duyulan müzikleri bu filmdeki gerilimi üst noktaya çıkartıyor. Sanki bu müzikler, Max’in zihninden dışarı çıkıyormuş gibi. Yönetmen Jokinen’in bu gerilim – korku filminde hikâyeyi anlatmak gereksiz. Çünkü, merak duygusu ve gerilim azalabilir. Psikopat bir kişiliği olduğu fark edilen Max’in geçmişinden bilinmeyenler de hikâyeye katkıda bulunuyor. Max’in zayıf kişilikli babası annesini öldürmüş. Max, kendindeki bu zayıf kişiliği babasından almış. Max, anti – sosyal bir insan. Kendini, iç dünyası gibi iç mekânlara hapsetmiş. Kadınsız ve de sevgisiz. Hasta büyükbabasına bakıyor. Filmi seyrederken, belki Zebercet aklınıza gelebilir. Ömer Kavur, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” romanını 1986’da etkileyici bir dille perdeye aktarmıştı. Zebercet, bu romanın / filmin özel şahsiyetlerindendi. Kanadalı Ermeni yönetmen Atom Egoyan’ın, İrlandalı yazar William Trevor’dan uyarladığı 1999 yapımı “Felicia’s Journey – Felicia’nın Yolculuğu” filmindeki Bob Hoskins’in canlandırdığı Joe Hilditch de Zebercet gibiydi. Zebercetler evrensel. Bu travmatik ve trajik filmin final bölümünün nefes kesici bir ölüm kalım savaşı olduğunu da belirtmeliyiz. Yönetmenin ortak senaryo yazdığı Robert Orr da, Patrick Tatopoulos’un 2009 yapımı “Underworld: Rise of the Lycans – Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi” filminin senaryo yazarlığıyla hatırlanıyor. Apartmandaki tüm iç mekânlar, New Mexico’daki film stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Ama, New York görüntüleri sahici.

(08 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Beni Unutma (Yönetmen: Özer Kızıltan)

Özer Kızıltan’ın yönettiği ve Mert Fırat, Açelya Devrim Yılhan, Tuba Ünsal ile Kenan Ece’nin oynadığı Beni Unutma, 11 Kasım 2011′de Özen Film dağıtımıyla AFS Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Olcay iş hayatında başarılı, genç ve bekâr bir kadındır. Ciddi bir ilişki yaşadığını düşündüğü sevgilisi Hakan’ın kendisini aldattığını acı bir şekilde öğrendiğinin ertesi günü Sinan’la tanışır. Olcay’ın ilişkisinin bittiği gün Sinan da ani bir kararla nişanlısı Ebru ile evlenmekten vazgeçer. Olcay ve Sinan aşka inançlarını kaybettikleri bu günlerde tanışırlar ve bu tanışma, planladıklarından çok farklı şeyler deneyimlemelerine neden olur. Birbirlerinden etkilenirler ve duygusal bir ilişki yaşamaya başlarlar.

Beni Unutma (Yönetmen: Özer Kızıltan) yazısına devam et