Unutma Beni İstanbul, Dünya Galasını Saraybosna’da Yapıyor

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında yönetmen Hüseyin Karabey, yapımcılar Sevil Demirci ve Emre Yeksan’ın uluslararası platformda başarılar kazanmış 7 yönetmenle İstanbul’un hikâyelerini sinema filmine aktardıkları Unutma Beni İstanbul filmi dünya galasını, 22 – 30 Temmuz tarihleri arasında düzenlenecek olan 17. Saraybosna Film Festivali’nde gerçekleştirecek. Yabancı yönetmenlerin, kendi yaşadıklarından hareketle İstanbul’un geçmişinin yalnızca mevcut Türkiye halklarına ait olmadığını anlatıkları filmin Türkiye galası 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yapılmıştı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Aşkın Sessizliği

    Philippe Claudel’in yönettiği ve Stefano Accorsi, Neri Marcore ile Clotilde Courau’nin oynadığı Aşkın Sessizliği (Tous Les Soleils – Silence of Love), 29 Temmuz 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Eşini kaybetmiş olan Alessandro, kızı ve kardeşi ile yaşamakta, boş zamanlarında hastanelerde gönüllü olarak hastalara kitap okumaktadır. Kardeşi yanında asalak bir hayat yaşamakta, ona yaşam sevinci veren tek varlık kızı İrina ise gün geçtikçe büyümekte ve karakteri değişmektedir. Tesadüfler Alessandro’nun karşısına Floransa adlı güzel bir kadın çıkarır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Anarşist Müzisyenlerin Şehir Deneyleri

    Yaşamın Ritmi (Sound of Noise)
    Yönetmen: Ola Simonsson-Johannes Stjarne Nilsson
    Senaryo: Jim Birmant-Ola Simosson-Johannes Stjarne Nilsson
    Müzik: Fred Avril-Magnus Börjeson-Six Drummers
    Kurgu: Stefan Sundlöf
    Görüntü: Charlotta Tengroth
    Oyuncular: Bengt Nilsson (Amadeus), Sanna Persson (Kendisi), Magnus Börjeson (Kendisi), Marcus Boij (Kendisi), Fredrik Myhr (Kendisi), Anders Vestergard (Kendisi), Johannes Björk (Kendisi), Sven Ahlström (Oscar), Dag Malmberg (Levander)
    Yapım: Bliss-Wild Bunch-Nordisk Film-dfm Fiktion (2010)

    Simonsson – Nilsson ikilisinin ortak yönettikleri “Yaşamın Ritmi”, deneysel müzik yapan altı anarşistin Malmö şehrine gönderdikleri gürültülerin filmi.

    Anlamı “Gürültünün Sesi” olan 2010 yapımı İsveç – Fransa ortak yapımı “Sound of Noise – Yaşamın Ritmi”, deneysel müziğe adanmış anarşist bir film. Hikâye, İsveç’in güneyindeki muhteşem liman şehri Malmö’de geçiyor. Ola Simonsson ve Johannes Stjarne Nilsson’un bu farklı ve deneysel filmi, gerçekten müzisyenleri gibi anarşist. Simonsson – Nilsson ikilisi, 2001 yılında “Music for One Apartment and Six Drummers – Müzik İçin Altı Davulcu ve Bir Daire” kısa filmini yapmışlardı daha önce. Bu filmde de, deneysel müzik yapan müzisyenler Sanna Persson, Magnus Börjeson, Johannes Björk, Fredrik Myhr ve Anders Vestergard vardı. “Yaşamın Ritmi”, bu kısa filmden ilham alıyor. Bu müzisyenler, deneysel müziklerini yaparken, beslendikleri İtalyan fütürist ressam ve besteci Luigi Russolo’nun (1883 – 1947), “The Art of Noises / L’Arte dei Rumori”, yani “Parazitler Sanatı” manifestosundan etkilenmişler. Russolo için, şehirde, doğada ve her şeyden ses elde edilip gürültülü müzik yapılabilir. Elektro deneysel müzik yapanlar, Russolo’nun özellikle perküsyon önermelerinden yardım buldular. Simonsson – Nilsson ikilisinin filmindeki anarşist ve deneysel müzisyenler, ağırlıklı olarak perküsyonla müziklerini kulaklara gönderiyorlar. 94.9 Açık Radyo’da Pazartesileri “Harita Metot Defteri”, Çarşambaları 00:00’da “Psychoacoustics” ve Perşembeleri 23:00’te “Stalker” programlarında bu filmdeki gibi deneysel müzikler çalıyor yıllarca. Yönetmenlerden Simonsson, 1969’da doğdu ve filmler çekerken besteler de yapıyor. Yine 1969 doğumlu diğer yönetmen Nilsson, film çekmenin yanında karikatüristlik ve illüstratörlük de yapıyor. “Yaşamın Ritmi”ndeki çizgi filmler etkileyici.

    Şehre müzik dinletmek…

    Bir minibüsün içinde, Sanna Persson arabayı sürerken, Magnus Börjeson da arkada davulu olabildiğice gürültülü çalıyor. Peşlerinde de motosikletli bir polis. Magnus, bateriyi polise doğru fırlatırken minibüs de yoldan çıkıyor. Bir zaman sonra polis olay mahalline geliyor. Seyirci orada, polis dedektifi Amadeus Warnebring ve “metronom”la tanışıyor. Polis, minibüste bomba olduğunu sanırken Amadeus, duyduğu o sesi çok iyi biliyor. Minibüse doğru yürüyen Amadeus, minibüsteki metronomu sakince alır ve bu aletin sahibini aramaya koyulur sakince. Amadeus ve metronom, davulcuların deneysel müzikleri kadar fenomenler. Metronom, müzik ve gürültü kadar takıntılı bir şey. Metronom, sözlük anlamıyla sabit bir ritm elde etmek için belli aralıklarla vuruş sesleri çıkartan bir alete deniliyor. Sanna, ortalığı gürültüye boğduklarında her daim bu aleti mekanik aleti de kullanıyor. Amadeus’un takıntısı, çocukluğunda ailesinin müzisyen olması için onu zorlarken, metronomu da kullanması. Ailesi, Mozart gibi önemli bir müzik dahisi olabilmesi umuduyla ona Amadeus adı vermiş. Küçük kardeşi Oscar, asıl Amadeusluğu hak ederek, şimdi İsveç’teki filarmoni orkestrasının ünlü bir şefi olmuş. Polis dedektifi olan Amadeus, kadınsız, uykusuz ve sonsuza kadar yorgun bir insan. Yönetmenler, bazı anlarda kameralarını, Amadeus’un ruh haliyle buluşturmuşlar. Arada bir Amadeus ve bu kamera, sakin ve sükûnet içindeler. Belki de gürültülü ve deneysel müziklere aşina olmayan seyirci de bir an için o sükûtun içinde oluyor. Filmin asıl başrolünde davulcuların gürültülü deneysel müzikleri var. Sanna, geçim derdiyle başka başka yerlerde bateri çalan Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard ve Johannes Björk’ü çaldıkları mekânda bulup olağan şüphelileri bir araya getiriyor. Müzik notalarıyla rotalarını da çiziyorlar ve kötü müzik dinleyen şehre gürültülü anlar yaşatmaya başlıyorlar. İlk durak hastane. Gizlice hastaneye girip, basur ameliyatı olacak Levander’i ameliyathaneye götürüp deneysel müziklerini Lavender’in vücudunda yapıyorlar. Notadaki diğer duraksa bir banka. Kafalarına kar maskesi geçirerek bankada da deneysel icralar yaparken banknotları da, kağıt parçalayıcı makinede paramparça ediyorlar. Üçüncü duraksa tehlikeli bir oyun. Şehre elektrik dağıtan santralde elektrik kablolarına asılı olarak müzik yapıyorlar. Dördüncü yerse, Oscar’ın Franz Joseph Haydn konseri. Bu konser sırasında binanın dışında kendi deneysel müziklerini icra ediyorlar iş makineleriyle anarşist müzisyenler.

    Çarpıcı bir estetik…

    Simonsson – Nilsson, filminde ışık düzenlemelerini yoğunluklu olarak “Six Drummers” grubunun ruh haliyle buluşturmuş. Filmde bir kasvet havası var. Ayrıca bu kasvete, grubun bulunduğu çoğu iç mekân da katkıda bulunuyor. Ama buna karşın, parlak ve yumuşak ışıkların düştüğü anlar da var. Oscar’ın filarmoni orkestrasıyla çalıştığı anlarla Amadeus’un bulunduğu çoğu mekân aydınlık yansıyor perdeye. Yönetmenler, Amadeus’un peşine dolaştıkları anlarda Amadeus’un dalgın ve yorgun hallerini yansıtabilmek için, kameralarını da Amadeus’un ruh haline karıştırabilmişler diyebiliriz. Bu estetikler de bir bakıma deneysellik. Ama, bu filmde en çarpıcı mekân, anarşist müzisyenlerin prova yaptıkları yerdi belki de. Elbette, banka ve elektrik santralinin olduğu sahneler de gerçekten iyiydi. Filmdeki siyah – beyaz animasyon bölümleri de çarpıcı. İskandinav karikatürlerini ve animasyonlarını takip etmek gerekiyor. Avrupalı eleştirmenler, bu sinemaskop çekilmiş filme birazcık mesafeli dursalar da beğenmişler. Deneysel müzik yapan bu anarşist grubun peşine takılan “Yaşamın Ritmi”, kasvetli havasına rağmen gerçeküstücü bir anlatımla yansıtıyor var olduğunu sandığımız hikâyesini. Deneysel müzikçiler, notaya karşılar ve buldukları her nesneden tını elde edebiliyorlar. Bu filmde, Avusturyalı besteci Joseph Haydn’ın (1732 – 1809) olması boşuna değil. Haydn, müzikte kuralcı. Hem yaylılar üzerine hem de geniş orkestralar için besteler yapmış öncü besteci. Filmse, perküsyoncu. Notalara ve büyük orkestralara da karşı. Bu film ve müzisyenleri tam bir anarşist. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen bu film, sinemaseverler için farklı bir deneyim olabilir.

    (Bu yazı 29 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (29 Temmuz 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Büyüleyen Şehirden İnsan Manzaraları

    Aşkın Sessizliği (Tous les Soleils)
    Yönetmen-Senaryo: Philippe Claudel
    Görüntü: Denis Lenoir
    Oyuncular: Stefano Accorsi (Alessandro), Neri Marcore (Luigi), Lisa Cipriani (Irina), Clotilde Courau (Florence), Anouk Aimée (Agathe), Fleur Lise Heuet (Louise), Tom Becker (Aurélien)
    Yapım: UGC (2011)

    Fransız yazar ve yönetmen Philippe Claudel’in “Aşkın Sessizliği” filmi, Strazburg’a, aşka ve İtalyan sinemasına adanmış gibi.

    Alessandro’nun eşi Louise, 15 yıl önce trafik kazasında ölmüş. Alessandro’nun kızı Irina da 15 yaşında. Lisede barok müzik dersleri veren Alessandro, karısı öldükten sonra kadınlardan uzak durmuş. Bebeği ve karısının olduğu video kaseti gizli gizli seyrederek geçmişe sığınıyor sık sık. Aslında o, anksiyete içinde. Yani sürekli bir kaygı, endişe ve gerilim içinde o. İçindeki boşluğun öfkesini ergenlik yaşındaki kızı Irina’ya ve kardeşi Luigi’ye patlatıyor Alessandro. Tartışmalarda İtalyanca kelimeler havada uçuşuyor. Allesandro, aslında merhametli ve şefkatli bir insan. Irina, babasının “tatlı” öfkesinin kadınsızlıktan olduğunu hemen anlayıveriyor. Alessandro’nun durumunu açıklayan ifade “pathos” olmalı. Öfkesi, geçmişe sığınması, yeni aşktan korkması, içe dönük yaşaması gibi bazı şeyleri Alessandro’da fark ediyorsunuz. İnsanı rahatlatan barok müzik aslında onu pek rahatlatmıyor. Alessandro’nun “krampon” lâkaplı kardeşi Luigi, tam bir komünist ve Berlusconi düşmanı. Luigi, İtalya’nın şimdiki başbakanından öyle nefret ediyor ki, İtalya’yı bu yüzden terk etmiş ve gerekmedikçe de İtalyanca konuşmuyor. Kapitalizmden de Berlusconi gibi nefret eden Luigi, bir ressam ve tabloları için İsviçre’den gelen paraları da yakıyor. O, tam inanmış bir komünist ve anarşist. Fransa’ya siyasi mülteci olarak başvurmuş. Devrime hâlâ inanıyor. Yeğeni Irina’yı bile devrimci yapmış Luigi. Bu anarşist devrimci, dış mekândan korkar gibi sürekli hep evde. Ev işlerini yaparken ailenin yemeklerini de yapıyor Luigi. Irana’ysa, 15 yaşında ve annesini hiç hatırlamıyor. Ergenlik çağının her şeyini yaşıyor ve babasının üzerine üzerine geldiğini düşünüyor. Elbette tartışmalar oluyor aralarında hep. Irina’yı, babasının geçmişe takılıp kalması da üzüyor. Babasının sinirinin kadınsızlıktan olduğunu bile düşünmeye başlıyor ve ve amcasıyla beraber internet üzerinden babasına bir kadın bile ayarlamaya çalışıyor Irina. Ama o kadın, uzaklardan geliveriyor ve Alessandro’yu büyülüyor. Strazburg (Strasbourg) şehri gibi insana huzur veren Florence, ölen Agathe’ın uzaklardaki kızı. Alessandro, iyi insan ve hastanede hastalara kitaplar okuyor. Agathe’a da kitap okuyor ve ona kendini yakın hissediyor Alessandro. Agathe’ın cenaze töreninde Florece’la tanışıyor Alessandro. Belki de, Florence ona ölen eski karısı Louise’i unutturabilecek. Finalde Alessandro’nun “Silenzio d’Amore” (Aşkın Sessizliği) şarkısını söylerken bir büyük aşkın doğuşuna tanıklık ediyorsunuz belki. Dünyanın bütün güneşleri aşkla aydınlatıyor her tarafı.

    Yönetmen ve oyuncuları…

    1962 doğumlu Philippe Claudel, ayrıca Fransa’da bir üniversitede edebiyat profesörü. Claudel’in romanları da var. Claudel’in 2007’de “Bay Linh ve Torunu”, 2007’de “Gri Ruhlar” ve 2009’da “Brodeck’in Raporu” romanları Doğan Kitap’tan çıkmıştı. Sanatçı, ilk filmini 2008’de “Il y a Longtemps que Je T’aime – Seni O Kadar Çok Sevdim ki”yle çekti. Bu film ülkemizde, 03 Temmuz 2009’da vizyona çıkmıştı. 2011 yapımı “Tous les Soleils – Aşkın Sessizliği” de onun yönettiği ikinci film. Filmin Fransızca adı “Bütün Güneşler” anlamına geliyor. Zamanında hapishanede öğretmenlik yaptığı için bu insan deneyimleri, romanlarına ve filmlerine de yansıyor.

    Yönetmenin bu filmindeki karakterler hikâyeye zenginlik ve derinlik katmış. Alessandro ve Luigi karakterlerinin yanında, Irina ve Florence karakterleri hikâyenin anlamlaşmasına yardımcı oluyor. Filmde, belki de yönetmenin sola bakışı eleştirilebilir. Sanki sol doğuştan şiddet yüklü bir dünya görüşünü savunuyormuş gibi algılanıyor. Yönetmen, solun değişen dünyayı hâlâ yorumlayamadığını da söylüyor sanki. Ortodoks bakışları eleştiriyor. Ama bu filmde, Fransa’nın kuzeydoğusunda Alsas (Alsace) bölgesinde yer alan Strazburg şehri tüm büyüsünü sinemaseverlere sunuyor. İçinden III Nehri geçen Strazburg, Alman kültürünün öne çıkmış Alsas bölgesinin en büyük şehri. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve AİHM bu şehirde. Strazburg, gerçekten açıkhava müzesi gibi. UNESCO’nun “Dünya Mirasları” listesinde ayrıca bu şehir. Filmi seyrederken bir ara İtalyan filmindeymiş hissine de kapılabilirsiniz. Yazar – yönetmen Claudel, İtalyan kültürüne ve sanatına tutkun bir sanatçı.

    1971’de Bologna’da doğan İtalyan aktör Stefano Accorsi’yi, ünlü oyuncu Maria de Medeiros’un yönettiği ve Portekiz’deki “karanfil devrimi”ni anlatan “Capitaes de Abril – Nisan Devrimi” filminde devrimi yapan genç subay olarak hatırlayabilirsiniz. İtalyan sineması içerisinde filmler çeken Ferzan Özpetek’in 2001 yapımı “Le Fate Ignoranti – Cahil Periler” ve 2007 yapımı “Saturno Contro – Bir Ömür Yetmez” filmlerinde başrol oynamıştı. 1932’de Paris’te doğan Anok Aimée, Fransız sinemasının divalarından. Federico Fellini’nin “La Dolce Vita – Tatlı Hayat”ı (1960) ve “Otto e Mezzo – Sekiz Buçuk”u, Jacques Demy’nin “Lola”sı (1961), Claude Lelouch’un “Un Homme et Une Femme – Bir Kadın ve Bir Erkek”i (1966) ve devamı “Un Homme et Une Femme, 20 Ans Déja – Bir Kadın ve Bir Erkek 20 Yıl Sonra”sı (1986) gibi önemli filmleri var geride.

    (29 Temmuz 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Şeytan Kovulurken Gelen Trajediler

    İblis (La Posesion de Emma Evans)
    Yönetmen: Manuel Carballo
    Senaryo: David Munoz
    Müzik: Zacarias M. de la Riva
    Görüntü: Javier Salmones
    Oyuncular: Sophie Vavasseur (Emma), Stephen Bilington (Christopher), Tommy Bostow (Alex), Richard Felix (John), Jo-Anne Stockham (Lucy), Doug Bradley (Peder Ennis), Isamaya French (Rose), Lazzaro E. Oertli Ortiz (Mark)
    Yapım: İspanya Filmax (2010)

    İspanyol yönetmen Manuel Carballo’nun ikinci filmi “İblis”, zaman zaman klâsik korku filmi “Şeytan”ın kıyılarında dolaşıyor. Ama yine de Carbolla’nın filminin özgün tarafları var.

    Yönetmen Manuel Carballo bir röportajında, William Friedkin’in 1973 yapımı “The Exorcist – Şeytan” filmiyle yarışmadığını söylese de, “La Posesion de Emma Evans – İblis”le Friedkin’in filminin kıyılarında dolaşıyor. Belki de, şeytan kovma üzerine aynı ritüellerin yaşanmasının katkısı var benzerliklerde. Yönetmen, Cizvit okuluna gittiğini de söylüyor. Carballo, 1974’te Barcelona’da doğdu ve ülkemizde fazla tanınmayan bir yönetmen. İngiltere’de İngilizce çekilen “İblis” filmini ülkemizde gösterime sokan Duka Film, maalesef İspanyolca dublajlı kopyasını bizlere sunuyor. Konuşmalar, yapıştırmaymış gibi duruyor sanki. “İblis” filmi, “demonic possession”, yani bizim bilmediğimiz “şeytani sahiplik” üzerinde yoğunlaşan bir yapım. “Şeytani sahipliğe”, kötü niyetli doğaüstü varlıklar deniliyor Hıristiyanlıkta. Film, 15 yaşındaki Emma’nın özgür olmak için şeytana sığınmasını ve ondan kurtulma çabasını anlatıyor. Şeytan, yavaş yavaş Emma’yı ele geçiriyor. Babası John ve annesi Lucy, küçük kardeşi Mark’la beraber kendisini okula göndermiyorlar. Anne-baba, eğitimi evde veriyorlar çocuklarına. Emma’nın amcası Christopher, bir rahip ve geçmişte şeytan kovarken bir genç kızın ölümüne neden olmuş. Şeytanın şiddeti çoğalınca Emma, rahip amcasından yardım istiyor ve ardından şeytan kovma ritüelleri sürerken trajediler de yaşanmaya başlıyor yavaş yavaş. Rahip Christopher, Emma’nın içine girmiş şeytanı kovma seanslarını video kamerayla da kaydediyor. Emma, bir zaman sonra amcasının amacını öğreniyor. Christopher, şeytanı kovmaktan çok şeytanın varlığını kanıtlamaya çalışıyor ve sonunda bunu trajedisiyle ödüyor.

    Tedirgin eden anlatım…

    Carbolla, bu korku-gerilim filminde, elbette sinemanın bu türdeki birikimlerinden yararlanmış. Yönetmen, klâsik korku geleneklerinden yardım bulsa da, estetik olarak daha çok modern anlatıma yönelmiş. Öncelikle sarsıntılı kamera kullanımlarıyla. Filmin yarıdan fazlasının iç mekânda geçmesi, insana kuşatılmışlık hissini yaşatıyor. Yer yer karanlık kasvetli mekânlar depresif bir ruh hali de veriyor sinemaskop perdede. Britanya’nın bulutlu ve puslu havası da, dış mekânlarda zaman zaman bu kasveti sürdürüyor. Yönetmen, şeytan kovma ritüellerinin görüntülerini de perdeden yansıtarak, önceden göstermediği ayrıntıları seyircilere sunuyor ve başka gerçeklikler üzerine de keşifler yaptırıyor. Belgesel gerçeklik gibi yansıyan bu anlara sinema dilinde “mocumentary”, yani “sahte belgesel” deniliyor. Kamera kullanımları da gerçekten çarpıcı. Bazı anlarda, mekânlar ve olaylar şeytanın öznel bakışıyla yansıyor. Bu dikiz anlarında seyirciler yabancılaşabiliyor. Hatta seyirci, şeytanla beraber dikizliyor her şeyi. Fonda duyulan müzikler de gerilime katkı sağlamış. Emma’yı canlandıran Sophie Vavasseur, 1992 yılında Dublin’de doğmuş. İrlandalı oyuncuyu, Alexander Witt’in 2004 yapımı “Resident Evil: Apocalypse – Ölümcül Deney: Kıyamet”inde Angie ve Julian Jarrold’ın 2007 yapımı Becoming Jane – Aşkın Kitabında Jane Lefroy karakterleriyle hatırlayabilirsiniz. Bu genç oyuncunun “İblis”teki performansı da gerçekten muhteşem.

    (Bu yazı 29 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (29 Temmuz 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com