Herkesin bildiği hikâyecik: Hızlı okuma tekniğini öğrenen Woody Allen’a, “Savaş ve Barış”ı nasıl bulduğunu sormuşlar: “Olaylar Rusya’da geçiyor” demiş. Biz sinema yazarları da hızlı değil, ağır gelişen bir film izledik, sonuç aynıydı: Tipler Türkçe konuşuyor! İşte hepsi bu!
Şaka bir yana, vallahi, bu filme göre, gelir dağılımında pastanın yaklaşık yüzde yirmisini alan en zengin yüzde beşlik kesimin biz ortalama vatandaşlarla hiçbir ilgisi ve teması yok: Çünkü ayrı bir gezegende yaşıyor gibiler (sakın, yönetmenin bunu hedeflediğini söylemeyin!).
Evin sırıtkan babası sinirleri tahrip eden bir yüz ifadesiyle dolaşırken, anne oğlunu ‘kazık kadar bir orkide’ gibi görüp hissediyor (yok canım, oğlan açısından ‘Oedipus kompleksi’ne kadar uzanmayın)… Hem Columbia University’de okuyup, hem de Londralar’ı kapı komşusu yapmış oğlan, şimdilerde büyük şirketin yönetici koltuğunda sekreterine o etkileyici ses tonuyla talimatlar ve seyirciye de şerit perdeden sızan güneş ışıkları altında “American Gigolo” Richard Gere havasında pozlar veriyor. Ama bir sorunu var: Ne denli spor yapsa da, karın kasları baklava desenli olmayacak gibi! Sevgilisi kız ise, hani o aynı tornadan çıkmış gibi duranlardan: Ruhsuzluk ve mânâsızlıkla bön bön etrafına bakan, ‘yaşadığını varsaydığımız’ güzellerden biri… Allahtan, Drew “Poison Ivy” Barrymore tadında, şöyle gösterişli, uçuk kaçık, feylesof ruhlu bir kız bu ‘zavallılar’ın hayatına biraz renk katıp, oğlanı cinsel çekimiyle ele geçiriyor. Kendisi, burjuvaların ‘kafayı sıyırmışlar familyası’ndan. Fakat ‘ana – baba kuzusu’ oğlan için ziyadesiyle istikrarsız; tabii ki anne ve oğlanın iki yakın arkadaşından kabûl görmüyor, falan filân. Olaylar da, galiba, Türkiye diye bilinen, yaklaşık 13 milyon yoksulu olan bir ülkenin sınırları içinde yer alan Boğaz kıyıları, Göcek Koyu gibi yerlerde geçiyor.
Türk Sineması, bunca yıldır, burjuvasına dair esaslı bir sinema yapıtı üretemedi (aristokrasi olmadığından o alan yok zaten). Meydan da, bu Beverly Hills zengini özentisi, baba parasıyla ‘bir şey olmaya’ çalışan genç insanların aşk üçgenlerini yansıtmaya çalışıp, güya eleştirel, karakter ve diyalogları berbat, karakter – mekân – çevre ilişkisini kuramamanın yanı sıra olay örgüsü de dökülen, ‘her yana çekilebilen’ filmlere kaldı. Ticari ürünler olan dizilerin güzel & yakışıklı oyuncularına özenenleri salonlara çekme plânları tam da bir reklâmcılık kurnazlığı. Sinema sanatı ise başka bir disiplin.
“Bir Avuç Deniz”i yine de öneriyorum: Yılın en iyi komedisi olmaya aday!
(08 Mart 2011)
Ali Ulvi Uyanık
[email protected]