Uzun Filmin Kısası Yeniden…

SİYAD üyelerinden Fırat Sayıcı, çeşitli zamanlarda farklı dergilerde hazırladığı kısa film köşesine Cinedergi’de devam ediyor. Köşenin en önemli özelliği her ay 1 – 2 kısa film eleştirisine yer verecek olması. Kısa film severlerin talepleriyle seyrini tazeleyecek olan “Uzun Filmin Kısası” köşesi, kısa film sektörüne fayda sağlama amacını taşıyor. Köşenin ilk konuğu Akbank 7. Kısa Film Festivali dolayısıyla Akbank Sanat Müdürü Derya Bigalı. Fırat Sayıcı’nın hazırladığı “Uzun Filmin Kısası”, her ay ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’de.

  • Cinedergi’ye ulaşmak için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Uzun Filmin Kısası Yeniden… yazısına devam et
  • Aziz Nesin’in Sineması 2

    sadibey.com’da yer alan 10.01.2010 tarihli yazımda, Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – Yol isimli kitabında “Şişli Güzeli” Mediha Hanım hakkında yazdığı çocukluk anısına değinmiştim, bahse konu olan Mediha Hanım bir cinayete kurban gitmiş, olay gazeteler yansımış ve güncelliği nedeni (!) ile Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul’da Bir Facia-i Aşk / Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli (1921) adı ile sinemaya uyarlanmıştı. Nesin, anılarının ikinci kitabında da (“Yokuşun Başı”) yine sinemasal çağrışımlar yapacak ve ilgili filmlere göndermeler yapacaktır:

    “Galata Köprüsü’nün Karaköy başındaki dubalarının kapakları, o zamanlar açıktı. Kimsesiz, yersiz yurtsuz çocukların İstanbul’da geceleri barınabilecekleri iki yer vardı. Tophane’deki Kılıç Ali Hamamı’yla birde işte bu kapakları açık köprü dubaları… Kılıç Ali Hamamı’na parayla girilir, yatılır. Oysa dubalara giriş parasızdı, bu dubalara o denli çok çocuk dolardı ki, içerde bir oturmalık yer bile kalmazdı. O zamanlar çocuk çeteleri doldukları dubaya daha çocukların girmesine engel olurlardı. Ancak zorla, pazı gücüyle içeri girilebilirdi ki, değil çocuk koca yiğit adamlar bile bu işi beceremezlerdi.

    Ben bile bir kez bir soğuk kış gecesi bu dubalardan birine girdim. Yaşamımda, iğrenç, kötü, çirkin, korkunç gibi niteliklerle anlatılabilecek pek çok yer, pek çok olay gördüm ama o gece gördüğüm gibisini bugüne kadar hiç görmedim.

    Dubaya şişman bir adamın sığmayacağı kadar dar bir yuvarlak delikten sarkılarak giriliyordu. Dubanın iç kenarındaki demir tutamaklara basılarak tabana iniliyordu. Dubanın tabanı, deniz düzeyinin her halde bir kaç metre altında. Girer girmez insanın yüzüne çarpan pis kokudan en egemeni, öğürtücü demir pası kokusuyla, kusturucu boya zehiri kokusu… Dubanın demir tabanına yer yer kuru ot, saman, kıtık gibi şeyler yığılmış. Her yığıntının üzerine beş-on çocuk yapışmış gibi yatmış. Her öbekteki çocuklar birbirlerine öylesine girmişler, sarılmışlar, kenetlenmişler ki, sekiz on kollu, sekiz on bacaklı, dört-beş başlı insandan başka bir yaratık, bir dev sürüngen görüntüsündeydiler. İçlerinde altı-yedi yaşlarında çocuklar bile vardı. Duba, çok büyük bir salon boyutundaydı. Bir köşede birkaç çocuk, hem ısınmak, hem dubayı ısıtabilmek için kuru otları, samanları tutuşturarak tahta parçalarını yakıyorlardı. Çocuklardan biri, dumandan boğulacaklarını bağırarak söylüyor, tahta parçalarının alevlenmesi için üflemesini salık veriyordu. Alevle, dumanla denizin altındaki dubayı ısıtacaklardı.

    Köprüaltı çocukları deyimi, gerçekten köprü altında, denizin dibindeki bu dubaların içinde yaşayan bu çocuklar için söylenmiştir. “Köprüaltı Çocukları” adıyla acıklı, ağdalı roman yazıldı. O roman çok satıldı. Yazar ve yayıcısı çok para kazandı, yine “Köprüaltı Çocuklar” adıyla acıklı ağlamalı bir film yapıldı. O filmin yapımcısı da çok para kazandı.

    Hiçbir iktidar yersiz, yurtsuz, kimsesiz çocukların buralara düşmesini önleyemedi. Ama çok önemli birşey yapıldı. O zavallı çocukların, o dubalara giriş deliklerini kapadılar. O çocuklar, o çocuklar gibi olanlar bugün de var, sayıları daha çok. Ama kırkbeş yıl öncenin köprüaltı çocukları gibi girecek bir duba bile bulamıyorlar.” (Aziz Nesin – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – Yokuşun Başı – 1976, s. 157 / 159 )

    Nesin’in anlattığı köprüaltı çocuklarının adı bugün sokak çocukları… Değişen hem hiçbir şey yok, hem çok şey var, fakat o tip çocuklar daha da artarak yine var, kâğıtta kalan sosyal devlet ilkesi zaman zaman ele aldığı bu problemi bakalım ne zaman çözebilecek.

    Nesin’in sözünü ettiği Köprüaltı Çocukları romanı tam adıyla Köprüaltı Çocukları ve Ana Kalbi, Neriman Aykut’un bir eseridir. 1953 yılında Ömay Film (Ömer Aykut) tarafından filme çekilir. Kaynaklarda her ne kadar yönetmen olarak Renan Fosforoğlu adı geçiyorsa da, filmi Ömer Aykut çekmiş fakat yönetmen olarak Nuri Ünal adını kullanmıştır. Filmin da adı kaynak kitaplarımıza Köprüaltı Çocukları olarak girdi ise de tam adında romanda olduğu gibi “ve Ana Kalbi” ibaresi de vardır. Film bunların yanında Fikret Hakan’in oynadığı ilk film olarak bilinir. Nesin’in anlattığı köprüaltı durumu ile ne kadar ilgilidir bilemiyorum ama konusu (Hürriyet Gazetesi ve Özgüç’ten alınan alıntılarla): “Erzincan zelzelesinde (depreminde) yuvasız kalan ve kadere boyun eğen, İstanbul’a gelip, büyük şehirde dolandırılan üç kişilik bir aile çerçevesinde, anne sevgisi, vicdansız bir adamın zulmü, temiz bir aşk, yetim kızkardeşin iffetine tecavüz eden vicdansızı öldürerek ka(a)til olan bir zavallının hayatı” (O. Ünser – Kelimelerden Görüntüye – ES Yayınları s. 120 – 121) olarak özetlenebilir.

    Köprüaltı kelimesi, sonradan Yumurcak dizisi kapsamında çekilen Yumurcak Köprüaltı Çocuğu (İnanoğlu / 1970) filminde de kullanılacaktır.

    Ama köprüaltı, bir çok filmde mekân olarak kullanılmıştır. Bunların hepsini hatırlamam mümkün de değildir ve bu mekânı kullanan ve görmediğim bir çok film de vardır. “Köprü” bana bazı filmlerin bir takım sahnelerini hatırlattı. Bomba Gibi Kız (O. Aksoy / 1964) filminin açılışında İzzet Günay Köprüaltıdan yukarı çıkar ve İstanbul’a ulaşır. Köprüaltında hayatını kurtardığı adamın (Sadri Alışık) yanına girecek ve bu adamın yanında ise, kendisini terk ederek köprüaltına düşmesine neden olan kadını (Gilda / Türkan Şoray) bulacaktır. [Gilda (Rita Hayward), diyorum çünkü Bomba Gibi Kız, Charles Vidor’un “Gilda” (1946) filminin uyarlamasıdır.] Bir sabah güneş doğarken bu defa köprü üzerinde yine Sadri Alışık ile Türkan Şoray karşılıklıdırlar. Osman Seden’in Sana Lâyık Değilim (1965) filminde yer alır. Sahne ve film Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac’ının çok serbest bir uyarlamsıdır, Alışık da burnu sorun olmayan bir Cyrano’dur. Kan davasından kaçarak İstanbul’a gelen ve bar fedaisi olan delikanlı (Yılmaz Güney) final öncesi öldürülür, yazamadığı ve dolayısı ile gönderemediği mektupları alamayan annesi gencin peşinden gelerek oğlunu (kendisini göremeyip sadece sesini duyarız) ararken bindiği taksi Galata Köprüsünden geçmektedir, finalde… Ben Öldükçe Yaşarım (D. Sağıroğlu – 1965), İstanbul, yabancıların ilgisini çekmiş bir mekândır, bunun sonucu çeşitli filmlere mekânlık yapmıştır ve köprü (o zamanlar Boğaz köprüsü yok ama Haliç Köprüsü var) bu filmlerde yer almıştır. Bu filmlerden Man in Istanbul’da (Antonio Isasi – Isasmendi) da -yanılmıyorsam- açılış Galata Köprüsü’nde yapılıyordu, araç içinde başrol oyuncusu Horst Bucholz. Filmde ayrıca Sylva Koscina ve Klaus Kinski de vardır ve an gelir “köprü” filmin mekânı olur çıkar…

    Köprüaltı Çocukları: (Künye – Agâh Özgüç bilgileri – 1953), Y.: Renan Fosforoğlu / S.: N. Ünal / Gy.: Manasi Filmeridis / Oy.: Güner Çelme, Renan Fosforoğlu, Fikret Hakan, Vahi Öz, Yıldız Erdem, Halit Akçatepe, Mürüvvet Sim, Muallâ Sürer, Feridun Çölgeçen, Kemal Emin Bara, Sıtkı Akçatepe, İnci Tamay, Belkıs Fırat (Dilligil) / Y.e.: Ömay Film (Ömer Aykut) / Gösterim tarihi: 26 Mart 1953.

    Nesin, kitabının 468 / 469. sayfalarında tekrar sinemadan söz ederek Karakaş isimli oyuncudan bahseder:

    “Karakaş isimli bir Ermeni oyuncu vardı. O’nu Narlıbahçe Tiyatrosu’nda iki kez seyretmiştim. Dram oyuncusuydu, ünü böyleydi. Çok koyu, ağdalı melodramları çok abartarak oynardı. Galiba adı İstanbul Kaçakçıları olan bir yerli filmin çekiminde Maslak yolunda, araba içinde bir kaza sonucunda ölmüştü. Aynı kazada oyuncu Ergun Köknar’ın babası, Şehir Tiyatroları oyuncusu Sait Köknar da yaralanmış, sonradan yüzünden estetik ameliyat olmuştu.

    Ancak iki oyunda seyrettiğim halde Karakaş’ın ölümüne çok üzülmüştüm. Çünkü, oynadığı melodramlarda beni ağlatmıştı. Sahnede rol gereği zor durumda kalınca elinin ayasını geniş alnına şap diye şaplatarak ve “h” sesini gırtlattan çıkartarak, ‘Heyvahh!’ deyişini anımsarım. ‘Heyvahh, namusum paymal (ayak altına alınmış, çiğnenmiş) olmuştur!’

    Dramdan hoşlanmayan seyirciler, gürültü edip konuşup, hatta sahneye lâf atınca, Karakaş rolü bırakıp seyircilere: ‘Muhterem seyirciler, rica ederiz, komiklik etmoor, facaa (facia) oynoruz’ diye uyarıda bulunur, sonra kaldığı yerden rolünü sürdürürdü.” (Nesin – a.g.e. s. 468 – 469)

    Öncelikle Nesin’in söz ettiği oyuncu Karakaş, yani Arşak Karakaş’tır. (Gerçek adı ile Tzavak Gözüryan) (Sinemamızda Karakaş isimli bir oyuncu daha vardır: Bogos Karakaş. Muhsin Ertuğrul’un Akasya Palas (1940) filminde oynamıştır.)

    Arşak Karakaş, Nesin’in sözünü ettiği gibi tiyatro oyuncusudur ama sinemaya da çok ilgi duyar ve oynadığı tek film Kaçakçılar’da oynayacağını öğrenince çok heyacanlanır. (Filmin adı Nesin’in dediği gibi İstanbul Kaçakçıları değil Kaçakçılar’dır (1929 – 1932). Bu heyecanını dile getirir, hatta bu konuda not dahi alır, film çekimi sırasında oluşan bir trafik kazasında yaşamını yitirir ve oynadığı tek filmi seyretme imkânı olmaz.

    O yıllarda filmler sessizdir. Muhsin Ertuğrul, Kaçakçılar’ı 1929’da çekmeye başlar ve oluşan kazada Karakaş ölür, Sait Köknar (özellikle yüzünden) ağır şekilde yaralanır. Filme ara verilir, bu arada dünya sinemasının yeni gelişmesi “ses” ülkemize de gelir ve Ertuğrul ilk sesli filmi İstanbul Sokaklarında’yı çeker (1931). Bir yıl sonra, çekimi iki yıl önce yarım kalan Kaçakçılar ele alınır ve -yeni teknoloji ses’inde katılımı ile- tamamlanır. (Onaran, sessiz kısımların uzunluğundan yakınırken, sesli kısımların ise sıradan konuşmaları ile filme “yeni” bir şey katmadığından söz ediyor ve Karakaş’ın ölümüne neden olan sahneyi ise “heyecansız” olarak belirtiyor. / Muhsin Ertuğrul’un Sineması – Âlim Şerif Onaran, s. 194 – 197).

    Kaçakçılar: Künye – Â. Ş. Onaran bilgileri (1929 – 1932), Y. – S.: Muhsin Ertuğrul / Gy.: Cezmi Ar / Oy.: Behzat Butak, Sait Köknar, Talât Artemel, Feriha Tevfik, Hazım Körmükçü, İ. Galip Arcan, (Arşak) Karakaş (kaynak kitaplarda ön adı kullanılmamaktadır), Atıf Kaptan / İlk gösterim: 03 Şubat 1932.

    (13 Mart 2011)

    Orhan Ünser

    Sekans Sinema Grubu Seminerlerine Başvuru 11 Mart’ta Sona Eriyor

    Sekans Sinema Grubu Seminer Programı’na son başvuru tarihinin 11 Mart olduğu açıklandı. “Selânik Cad, No: 78/5, Kızılay, Ankara” adresindeki Tan Kitabevi’nde gerçekleştirilecek olan seminerler Film Eleştirisi başlığını taşıyor. Seminerlerde dünden bugüne bütün eleştiri türlerine geniş bir şekilde yer veriliyor, son haftada ise alınan bilgiler ışığında birlikte izlenen filmler üzerine eleştiri uygulamaları yapılıyor. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi 0505 9104299 (Nagihan Konukçu) no.lu telefondan edinilebiliyor.

    Sekans Sinema Grubu Seminerlerine Başvuru 11 Mart’ta Sona Eriyor yazısına devam et

    40’ında 40 Kadın’ın Doğum Günü 81 İlde Aynı Anda Kutlanıyor

    Deneyimli gazeteci ve televizyoncu Tuluhan Tekelioğlu’nun gerçekleştirdiği 40’ında 40 Kadın belgeseli A. Ç. E. V. ve T. O. B. B. Kadın Girişim Kurulu desteği ile 08 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde 81 ildeki kırk bin kadınla aynı gün ve saatte buluşmaya hazırlanıyor. Farklı kesimlerden, farklı şehirlerde bir araya gelerek, hep birlikte belgeseli seyredecek olan binlerce kadının sesine ve bir kadın platformuna dönüşen 40’ında 40 Kadın belgeseli aynı gün Digitürk İz TV kanalında da gösteriliyor olacak. 40’ında 40 Kadın kitabının imza günü ve sergisi ise Tepe Nautilus AVM’de düzenleniyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • 8. Yıldız Kısa Film Festivali

    Türkiye’nin ilk ve tek bağımsız öğrenci organizasyonu Yıldız Kısa Film Festivali, 02 – 06 Mayıs 2011 tarihleri arasında 8. kez sinemaseverlerle buluşuyor.
    Yıldız Teknik Üniversitesi Sinema Kulübü tarafından düzenlenen, jüriliğini sinema sektörünün özgün ve seçkin isimlerinin oluşturduğu festivalin son katılım tarihi 15 Nisan 2011 olarak belirlendi.
    8. Yıldız Kısa Film Festivali, Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde hafta boyunca yapılacak olan gösterimlerin yanı sıra panel, söyleşi ve atölyelerle katılımcılara keyifli anlar sunmayı amaçlıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Diğer bağlantılara ve yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    8. Yıldız Kısa Film Festivali yazısına devam et
  • 61. Berlin Film Festivali Türkiye Standı Raporları

    10 – 20 Şubat 2011 tarihlerinde düzenlenen 61. Berlin Film Festivali kapsamındaki Avrupa Film Pazarı’nda, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün katkılarıyla, Ankara Sinema Derneği tarafından organize edilen Türkiye Standı ile ilgili ayrıntılı raporlar açıklandı. Seyfi Teoman’ın yönettiği Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in uluslararası yarışma bölümünde, Arin İnan Arslan’ın yönettiği Pera Berbange adlı kısa filmin de kısa film yarışması bölümünde yer aldığı festivalde, Türkiye standı yoğun ilgi gördü. Standa gelen sinemacılarla bilgiler paylaşıldı, uzun, kısa, belgesel film DVD.leri ve kataloglar dağıtıldı.

  • Basın Bülteni
  • Raporlara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    61. Berlin Film Festivali Türkiye Standı Raporları yazısına devam et
  • Torun Olmanın Keyfini Hatırlayacaksınız: Çınar Ağacı

    Sevgiyi, hüznü, yalnızlığı, aşkı, kızgınlıkları, affedişleri anlatan BKM Film yapımı Çınar Ağacı, Filli Boya ana sponsorluğunda seyirciyle buluşmak için gün sayıyor. Filmin fragmanında seyirciyle buluşan küçük Barış, yani 5,5 yaşındaki oyuncu Deniz Deha Lostar şimdiden seyircinin gözdesi. Deniz Deha Lostar, filmde 7 yaşındaki Barış’ı büyük bir başarıyla canlandırıyor. Nurgül Yeşilçay, Celile Toyon ve Nejat İşler’in de rol aldığı Çınar Ağacı emekli öğretmen Adviye Hanım’ın dört çocuğu ve torunları arasındaki ilişkilerin penceresinden modern şehir hayatının aile bağlarını getirdiği noktaya dikkat çekiyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Melis Danişmend ve Vega Grubu’ndan Deniz Özbey Akyüz, Bir Avuç Deniz’e Ses Verdi

    11 Mart Cuma günü vizyona girecek olan Bir Avuç Deniz, müzikleri için önemli sanatçıları bir araya getirdi. Tuluğ Tırpan, Övünç Dan ve Cenk Turanlı başta olmak üzere çok sayıda farklı müzisyen, filme özel 17 yeni şarkı ürettiler. Eserler arasında yer alan, Övünç Dan’ın bestelediği Reality Hurts ve Dört Mevsim Yaz şarkılarını, rock müziğin en önemli kadın sesleri arasında gösterilen Melis Danişmend ve Deniz Özbey Akyüz seslendirdi. Başrollerini Engin Altan Düzyatan ile Berrak Tüzünataç’ın paylaştığı, Leyla Yılmaz’ın yönettiği Bir Avuç Deniz’de, toplam 20 şarkı kullanıldı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Melis Danişmend ve Vega Grubu’ndan Deniz Özbey Akyüz, Bir Avuç Deniz’e Ses Verdi yazısına devam et
  • Gülsen Tuncer ile Diziler Üzerine: Reklamsız Tek Kare Yok!

    Sayın Tuncer, uzunca bir dönemdir dizi sektöründe bulunuyorsunuz ve çeşitli dönemlerde sektörün sorunlarını dile getirme olanağı buldunuz. Genel başlıklar halinde bu sorunları sıralayabilir misiniz?

    Dizi sektörünün içinde olduğu en önemli sorun, ağır çalışma koşulları. Bölümlerin 90 dakika çekilmesi de bunun başlıca nedeni. Normalde 90 dakikalık bir sinema filmi, 3 – 4 haftada çekilir; çekim sonrası işlemler için de 1 – 2 hafta konursa, olur size 5 – 6 haftalık bir çalışma. Bunun senaryosunun yazılması da ayrı bir süredir. Oysa bir dizi bölümünün senaryo süresi 3 – 4 gün içinde yazılıyor. Çekim, çekim sonrası işlemler -ki dublajda buna dahil- bir hafta içinde herşeyin bitmesi gerekli. Yayına yetiştirmek için işte bu delice tempo yaşanıyor sürekli. Bu korkunç bir çalışma düzenidir. İnsanlar; sıcak – soğuk demeden, 12 – 15 saat, hatta kimi zamanlarda daha fazla çalıştırılmakta. Bir çok arkadaşımız bu yüzden çeşitli sağlık sorunları yaşıyor. Abartısız olarak söylüyorum, vahşi kapitalizmin soluğunu hissettiğiniz bir alan burası.

    Dizilerde çalışanlar arasında ücret bakımından da büyük uçurumlar var. Kamuoyuna yansıyan yüksek paraları 5 – 6 kişi anca alıyordur. Büyük kesim çok az ücretle ve geciken ödemelerle yaşamaya çalışıyor. Ayrıca herhangi bir çalışma güvencesi ve garantisi de yok. Çalıştığınız dizi bir anda yayından kaldırılabilir ve çalışanlar ortada kalabilirler. Bu konuda da hiç bir söz hakkınız yok! İmzalatılan anlaşmalar yapımcı firmayı kollar şekilde yazılmış, tek taraflı. Çalışana işi bırakma durumunda ağır tazminatlar dayatılıyor, diziden ayrılma koşullarınız ortadan kaldırılıyor ama dizi şu veya bu nedenle yayından kaldırılınca yapımcı firmalar hiç bir yükümlülük taşımadan sizi ortada bırakabiliyorlar. Kısacası herşey rating kaygısına bağlanmış durumda.

    Peki ratingler nasıl ölçülüyor, kriterleri nelerdir ve kimler, nasıl karar verirler?

    Aslında herşeyi reklâm firmaları yönetmekte. Diziler de bu firmalar için yapılıyor ve reklâmların sosu anlamına geliyor. TV kanalları yayınları bütünüyle reklâmlardan gelecek paraya göre tasarlamakta. Tüketim mallarının reklâmları için tüketicilerin formatlanmasına hizmet ediyor.

    O halde çözüm ne?

    Televizyon kanalları niçin var? Halkın geliştirilmesi, eğitilmesi, bilgilendirilmesi, eğlendirilmesi için mi? O zaman izleyicinin reklâm bombardımanına tutulması niye? Reklâmsız tek kare yok! Oysa insanları tüketimin kölesi haline getirmek yayıncılık etiğine aykırı bir durum. Bunun bir ölçüsü, denetimi olmalı. En duygusal, en dramatik anda reklâm fışkırıyor. Bu, önce seyirciye, sonra da program yapımcısı ve sanatçılara büyük saygısızlık. Açıkça bir tecavüz olayı var senin anlayacağın. Dizi süreleri derhal 40 – 50 dakikaya çekilmelidir. Böylelikle izleyici de, dizi çalışanı da nefes alacaktır. Bu aykırı bir istek de değil, dünyadaki örnekleri incelediğinizde. Bir de dizi yayından kaldırıldığında çalışanlara tazminat hakkı tanınmalıdır.

    Diziler için “Yeşilçam’ın kalbinin günümüzde attığı yer” tanımlaması kullanılıyor. Bu görüşe katılır mısınız?

    Yeşilçam bir aile sinemasıydı ve ulusal sinemamızda bir dönemdi. O dönem kapandı ama Yeşilçam seyircileri artık beyazcamda film izliyor. Aslında, Yeşilçam filmlerini bir çeşit dizi film olarak da yorumlayabiliriz. Türkan Şoray filmleri, Türkan Şoray dizileridir bir bakıma, her bölümde farklı öykülerin anlatıldığı. Ancak TV kanallarına dizi çekenler, Yeşilçam sinemasını yeterince bilmedikleri, algılayamadıkları için ondan bilinçli olarak yararlanamıyorlar ve genellikle seyirci onları yönlendiriyor. Seyirci, dün nasıl o sinemayı yönlendiriyorsa, şimdi de TV dizilerini biçimlendiriyor ve sözünü ettiğiniz tanımlama buradan kaynaklanıyor. Türk halkının genel algısı ve talebi doğrultusunda, Yeşilçam’ı kaldığı yerden, kanallarda sürdürüyorlar. Örnekse; dizilerde bazı karakterlerin halk tarafından tutulup tutulmamasına bağlı olarak rollerinin büyütülmesi ya da küçültülmesi, seyirciden tepki alan bir oyuncunun diziden çıkarılması.

    Söz Yeşilçam’dan açılmışken, aynı zamanda bir sinema emekçisi olan Gülsen Tuncer, dizi sektörü ile sinemayı karşılaştırabilir mi?

    Eşim, Yönetmen Engin Ayça’nın bir sözü var: Olaya sinema salonlarında gösterilmek üzere çekilen ya da TV kanalları için çekilen filmler olarak bakarsak, arada önemli bir fark olmadığını görebiliriz. Ben de bu görüşe katılıyorum. Yeşilçam döneminde yapımcılar, seyircilerin isteklerine göre filmler çekerlerdi. Şimdi kanal yöneticileri, reklâmcıların rating (seyirci isteği) ölçülerine göre diziler – filmler çekiliyor. Çalışma koşulları ve ücretler bakımından da benzerlikler söz konusu. Yani hepsi de sinema sektörü içinde değerlendirilebilir. Set işçisinden oyuncusuna, kameramanından yönetmenine herkes film sektörü çalışanıdır. Ben oyuncuyum; dizi için olsun, sinema için, tiyatro için farketmez. Oyunculuğumu yapıyorum.

    Diziler yaygınlaştıkça ve popülerleştikçe, eleştirilerden de nasibini alması kaçınılmaz hale geliyor. Son dönemde de “Muhteşem Yüzyıl” merkezinde kimisi oldukça sert ve hatta yayından kaldırılmasına yönelik değerlendirmeleri gözlemleme olanağı bulduk. Siz, bu türden eleştirilere katılıyor musunuz?

    Buna eleştiri yerine tepkiler diyelim. Film eleştirmenlerimiz nedense TV – Dizi eleştirisine girişmiyorlar. Acaba küçümsüyorlar mı? Sanırım öyle. Bu yapılanları sinemadan saymıyorlar. Aynı şey yıllar önce Yeşilçam filmleri için de söz konusuydu, o filmleri de adam yerine koymuyorlardı. Bu anlayıştan şimdi Beyazcam payını alıyor.
    “Muheşem Yüzyıl”a gelince… Bunlar bana yönlendirilmiş tepkiler gibi görünüyor. Bu tür tepkiler dizileri yayından kaldırmaz, olsa olsa ilgiyi arttırır, reklâm olmasını sağlar, TV ve reklâmcıların işine yarar. Biliyorsun, seyredilmeyen programa reklaâm verilmez, para musluğu kapatılır. Diğer açıdan bu tepkileri şöyle de değerlendirebiliriz: Cumhuriyet değerlerini benimsemeye niyeti olmayan, Osmanlı dönemine takılıp kalmış zihniyetlerin, o dönemlere duydukları özlemin dışavurumu. Bir benzeri geçen yıl İdil Biret’e, Aya İrini bahçesindeki kokteyl nedeniyle yapılmıştı. Birdenbire, birileri yeşil bayrak açarak “ceddimize hakaret” deyip eylem koymuştu.

    Dizilerin insanları tepkisizleştirdiği ve uyuşturduğu, TV’ye daha bağımlı bir hale getirdiği yönünde de eleştiriler var.

    Bu dediklerin tasarlanmış durumdur ve dizilere özgü değildir. Yayıncılık anlayışının bütününü kapsar. Amaç, halkı uyandırmak, gözünü açmak değildir. Gözü açılan insan itiraz eder, soru sorar. Bu, yönetimleri rahatsız eder. Nitekim aykırı ve muhalif yayın yapma uğraşındaki kanalların başına neler geliyor, görüyorsun. Tüketim sektörüne bağlı kanalların öncelikli amacı, geniş izleyiciyi kendisine bağımlı tutmasıdır; çünkü başta da söylediğim gibi bu kanalları yaşatan, reklâm gelirleridir. Siyasi iktidarı rahatsız edici yayıncılık yapamazlar, bağımlıdırlar. Evlilik programları, yemek programları en fazla izlenen yapımlar. Düzeyleri ortada. Bunlara baktığımız zaman neyin, kime hizmet ettiğini görüyoruz zaten. 90 dakikalık bir dizi, reklâmlarla birlikte 2,5 – 3 saati buluyor ve izleyicinin tüm akşamını tutsak ediyor. Ayrıca şu anda ekranlarda yaklaşık 25 dizi var ve Pazar geceleri dahi dizi yayınlanıyor. Ayrıca tartışma programlarının yayın saatleri ve üslûbu konusu da var. Maç yayınlarına ise hiç girmek istemiyorum. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde insanların uyuşmuş, yorulmuş ve sersemlemiş bir hale getirildiğini görüyoruz.

    Bir diğer önemli nokta da dizi sektöründe yer alan oyuncuların psikolojik durumları. Popüler dizilerde sayıları az da olsa kimi oyuncuların bir meslek hastalığı, şöhret sarhoşluğuna, tüketim deliliğine kapıldıklarını, doğallıklarını ve dengelerini yitirdiklerini görüyoruz. Bunu son derece tehlikeli buluyorum. Rolüyle yani o anki şöhretle özdeşleşip, dizi bittikten bir kaç ay sonra ağır bir boşluğa düşenlere tanık oluyorum. TV şöhreti son derece kısa, ömürsüz ve yüzeyseldir. Denizdeki derinlik sarhoşluğu gibi su yüzüne çıkınca ruhsal olarak felç oluyorlar, mesleki deformasyon dediğimiz kalıcı arızalara tutuluyor ve değersizleşiyorlar. Bu durumları doğru kavrayıp öyle yaşamak gerekli. Örneğin ben “Aşk-ı Memnu” dizisinin iki yıllık maratonundan sonra, bu sezon dizi tekliflerini geri çevirdim. Ahmet Levendoğlu Tiyatrosu Stüdyosu’nda Çehov’un “Vanya Dayı” oyununda oynamaya başladım. İki aylık prova süreci ve şimdi de sahne, oyunculuğumu tazelemem için bana yardımcı oldu.

    Dizi tekliflerini değerlendirirken hangi kıstasları göz önüne alıyorsunuz. Bir başka deyişle bir dizide yer almak için ilkelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

    Topluma ve kişiliğime karşı sorumluluklarım var, buna bağlı bir duruşum var. Ben dizilerle, TV programlarıyla var olmadım, sinema ve tiyatroda yapmış olduğum bir kariyerim var. Ayrıca sendikalarla, ilerici kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerim var. Onlarla çeşitli etkinliklerde bir araya geliyorum. Buralardaki konumumu, ilişkilerimi zedelemeyecek işler içinde yer almam gerektiğini düşünüyorum. Bana inanan, güvenen kitleler var, buna uygun davranmak zorundayım. Kimse beni, şartlar ne olursa olsun bir kola tanıtımında veya herhangi bir özelleştirme reklâmında göremez!

    Gelen teklifleri de bu çerçeve içinde değerlendiriyorum. Aslında kanala, projeye, ekibe güvenerek yola çıkıyorum; ama doğaldır ki iki yıl süren bir TV projesinde, her hafta yazılan senaryoyu denetlemeniz olanaksız. Bu koşullarda tek sigorta, ekibe olan güven.

    Meslekte 40 yılı aşkın bir süredir ayakta duran bir sanatçı ve kendi ifadesiyle bir yurttaş Gülsen Tuncer. Kişisel olarak ulaştığı noktayı özetlemesi mümkün olabilir mi?

    Ülkemiz ve dünya zor bir dönemden geçiyor. Bütün alanlarda büyük bir kaos yaşanıyor. “Ben sanatçıyım, yalnız kendi işime bakarım” demek olmaz. Yaptığın iş kime hizmet ediyor sorusuna yanıt verebilmek çok önemli. Sanatçı, böylesi dönemlerde sıradan bir vatandaştan çok daha fazla sorumluluk altındadır; işiyle, duruşuyla, dengesiyle topluma model olmalı, gelişmelere seyirci kalmamalıdır. Elimden geldiğince çok okuyarak, ilgi alanımı geniş tutarak, gelişimimi sürekli yüksek tutma çabasındayım. TÜRSAK’ta, Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders veriyorum. Bu, benim mesleki alandaki bilgilerimi tazelememe, genç kuşakla veya kültür çevreleriyle ilişkimi diri tutmaya fayda sağlıyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla çalışıyorum, toplumu ilgilendiren konularla içiçeyim, Film-San Vakfı 2. Başkanıyım, Troya Folklor Araştırmaları Derneği’nin sanat danışmanıyım. Kısacası bir sanatçı, bir yurttaş olarak ülke ve dünya olaylarını bilmek, öğrenmek, bunlara çare aramak için çalışmak benim görevim. Bunların dışında tabii ki bir ailem, arkadaş ve dost çevrem var. Onlarla da ilişkimin doğal ve sağlıklı bir çevrede olması benim için çok önemli.

    Aslında sinema-tiyatro oyuncusu olarak, tanınmış olmak, izleniyor olmak gibi zor ve zaman zaman da yıpratıcı süreçlerin içinde olabiliyoruz. Prensibim; en popüler dizide de oynasam, ödüller de alsam doğallığımı kaybetmemek. Sokataki insandan kendimi farklı görmemek, onlarla diyaloğumda doğal ölçüyü kaçırmamaya çalışmak. Bir sanatçıyım evet ama öncelikle sıradan bir yurttaşım. Özet budur! Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu ülke bize çok şey verdi. Bizler de sorumlu, bilinçli yurttaşlar olarak halkımıza ve ülkemize borç ödüyoruz.

    Sizlere içtenlikle teşekkür ediyor, “yolunuz açık olsun” demek istiyoruz.

    Seni ve tüm ekibi dostluk duygularıyla kucaklıyorum.

    Yazının yayına hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Suna Elgün’e teşekkür ederiz.

    (13 Mart 2011)

    Tuncer Çetinkaya
    ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü