Sergio Leone’nin “spagetti western”leri, klasik westernlerin dışında bu türü yenileyen ve yeni bakış açıları sunan filmlerdi. Özellikle anlatım dili, mekânlar ve karakterlerin yansıyışıyla bu farklılıklar hemen göze çarpıyordu. Bu büyük sinemacıyı hatırlatmak istedik.
Sessiz sinema yönetmeni bir babayla oyuncu bir annenin oğlu olarak 3 Ocak 1929’da Roma’da doğan Sergio Leone, 30 Nisan 1989’da Roma’da öldü. “Spagetti westernin babası” olan Leone, filmlerini bir Amerikalı yönetmenden daha çok Amerika’ya adamıştır. Ama, onun westernleri, Hollywood’un bir iyi – kötü çatışması gibi değildir. Daha çok kötülüğün tonlarındadır her şey. Hollywood’daki gibi romantik değildir Leone’nin westernleri. Sert ve bir araba dolusu ceset vardır hep. Senaryo çalışmalarıyla girdiği sinemada yönetmen yardımcısı olarak devam eden Leone’ye saygı sunuyoruz. Leone, bazen Bob Robertson adını da kullanmıştı filmlerde.
Spagetti devri…
Leone, 1961 yılında ilk uzun filmi “Il Colosso di Rodi – Rodos Canavarı”nı çekti. Renkli ve sinemaskop bu tarihi kılıçlı macera filmi M. Ö. 280’de Yunanlı askeri kahraman Darios’un maceralarını anlattı. Bu büyük sinemacı, 1964 yılında kendine ve western sinemasına yeni yollar bulmak için yeni yollara düştü. Leone, 1964 yılında Akira Kurosawa’nın 1961 yapımı siyah – beyaz ve sinemaskop çekilmiş “Yojimbo – Koruyucu” filmini görünce bunu “vahşi batı”ya uyarlamaya karar verdi önce. Başta Charles Bronson, James Coburn ve Henry Fonda’ya rolü götürdü, ama bu aktörler rolü reddettiler. Bu oyuncular, adı duyulmamış bir İtalyan yönetmenin filminde görünüp kariyerlerini zora sokmak istemediler belki. Sonunda, adı pek duyulmamış Clint Eastwood’u keşfeden Leone, rolü bu genç Amerikalı aktöre verdi. Böylece “Per Un Pugno di Dollari / A Fistful of Dollars – Bir Avuç Dolar” ortaya çıkmış oldu. Bu film ilgi görünce, 1965 yılında “Per Qualche Dollaro in Più / For a Few Dollars More – Birkaç Dolar İçin”, daha sonra üçlemenin en iyi filmlerinden 1966 yapımı “Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo / The Good, the Bad and the Ugly – İyi, Kötü ve Çirkin” çekildi. Hepsinin başrolünde Clint Eastwood vardı. “Bir Avuç Dolar”da, isimsiz bir kahraman, sınır kasabası San Miguel’e gelir ve iki acımasız rakip çeteyle mücadeleye girişir. Akira Kurosawa ve Ryuzo Kikushima’nın ortak yazdığı senaryosu “Yojimbo – Koruyucu”dan esinlenen “Bir Avuç Dolar”, western filmlerinin eskisi gibi olmayacağını da gösteriyordu. “Bir Avuç Dolar”da Eastwood’un yanı sıra Gian Maria Volonté de Ramón karakteriyle muhteşem bir performans ortaya koymuştu. Bu filmde sonradan ünlenecek Amerikalı oyuncu Harry Dean Stanton da vardı ama onu genç haliyle tanımak gerekiyor. Bu filmin senaryosunu Leone’yle beraber Víctor Andrés Catena ve Víctor Andrés Catena yazmışlardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filmde “Titoli” tınısını hemen hatırlıyorsunuz. Leone, bu film ilgi görünce, hemen “Birkaç Dolar İçin”i çekti. Filmde, Indio adındaki bir kanun kaçağını yakalamak için, iki kelle avcısının işbirliği yapışları anlatılıyordu. Eastwood’un yanında Lee Van Cleef vardı. Üçlemenin en iyi filmi dedikleri “İyi, Kötü ve Çirkin”in konusu Amerikan iç savaşında geçiyor. Bu üçlemenin en unutulmaz iki şeyi, müzikleri ve görüntüleri, o zamana kadar westernlerde hiç olmayan stildeydi. Filmin orijinal adıyla aynı adı taşıyan tınılar sinemaseverlerin en unutamadığı müzikti belki de. Filmin görüntüleri gerçekten unutulmazdı. Bu görüntüleri sinema perdesinde görmek gerekiyor. Öncelikle final bölümündeki “bale – düello” sahnesini. Yönetmen filmde stilize kamera açıları kullanmıştı. Kocaman sinema perdesinde silâha giden bir el, yakın plân çekimle görülen gözler, alabildiğine cehennemi bir güneşin altında kavrulan sarıyla turuncu arasında gidip gelen mekânlar. Her şey büyüleyiciydi. Amerikalılar bu “spagetti western” üçlemesiyle ancak 1967 yılından itibaren United Artists’in dağıtımıyla tanışabilmişlerdi.
Son kovboylar…
Leone’nin batıyı anlatan sonraki üçlemesinde, önce trenin ve teknolojinin gelişimiyle kadınlar da filmlerde yerini alıyordu. Kasım 1972’de ülkemizde gösterime giren “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da anılan 1968 yapımı “C’era una Volta in West / Once Upon a Time in the West – Batıda Kan Var”a ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci de katkıda bulunmuştu. Bu filmin açılış ve bitiş sahnesi gerçekten sinema tarihine geçti. Bu anları seyretmeye doyamıyorsunuz. Film tren istasyonunda açılıyor. Can sıkıcı bir bekleyiş yansıyor perdeye. Yarı kızılderili Armonika (Charles Bronson), ağzındaki mızıkayla geldiğini duyuruyor. Aradığı, “vahşi batı”nın en kötülerineden Frank (Henry Fonda)… Sergio Leone usta, bu filmde bir miti yerle bir ediyordu. Henry Fonda gibi “melek yüz” bir oyuncudan muhteşem bir kötü adam yaratmıştı. Bu film, Leone’nin “Amerika üçlemesi”nin ilk filmiydi. Filmin finalinde tren kasabaya gelir ve yeni bir çağ başlar. Bu filmde ailenin katliam sahnesi gerçekten insanı sarsıyordu. Elbette Claudia Cardinale. Bir kadın bu kadar büyüleyici yansıyabilir perdeye. Leone ustanın en iyi filmlerindendi bu “Batıda Kan Var” filmi. Elbette Ennio Morricone ustanın müzikleri de unutulmazdı. Armonika’nın mızıkasından düşen tınılar insanın ruhunda dolaşıyordu. Hâlâ dolaşıyor. Ama bu filmde etkileyici birçok tını vardı. Belki de “Farewell to Cheyenne”, belki de “Man with the Harmonica”, belki de “Death Rattle” birçok sinemaseveri ve müzikseveri büyüleyecek.
Ülkemizde Şubat 1973’te gösterim şansı bulan 1971 yapımı “Giù La Testa / Once Upon a Time… the Revolution / Duck, You Sucker – Yabandan Gelen Adam”ı yaptı. Artık “spagetti western” filmlerindeki az olan mizah da 1970’lerde daha bir öne çıkmaya başladı. Artık kovboyların sonu yaklaşmış ve gelecekte başka kovboylar olacaktır “vahşi batı”da. İtalyanca adı “Başaşağı” anlamına gelen “Yabandan Gelen Adam”, Mao’nun devrim üzerine sözleriyle açılıyor. Bu filmin hikâyesi, Meksika’daki devrim sıralarında geçiyor. İrlandalı John, elinde dinamitleriyle bu iç savaşın içine düşer. İRA militanı John’un Meksika’da ne işi vardı? İngiliz ordusuna yakalanmamak için Meksika’ya kaçmış John’un yolu haydut Juan ve ailesiyle kesişiyor. İster istemez John, Meksika’nın devrimine katılıyor ve Viva Zapata’ya destek olmuş oluyor. Bu filmin görüntüleri gerçekten çarpıcı. “Technicolor” tadı veren o sarı güneşin altındaki mekânların renk tonları gerçekten estetik olarak insanı büyülüyordu. Ennio Morricone’nin bu film için yazdığı müzikler zamanında biraz beğenilmese de buradan bakınca insanı yine de etkiliyor. Öncelikle John’un geçmişini ve aşkını hatırladığı anlarda fonda duyulan “Giù La Testa” tınıları insanı alıp götürüyordu. Yine götürüyor.
Gangsterler, yirminci yüzyılın son kovboylarıydı. Leone’nin son çalışması, 1984 yapımı bir mafya filmi olan “Once Upon a Time in America / C’era Una Volta in America – Bir Zamanlar Amerika”ydı. Bu film, Leone’nin, tüm diğer yapıtlarının tersine düz bir anlatımla değil, zamanlarla oynayarak koşut kurguyla yansıttı hikâyeyi. Zamanlar arasındaki geçişler, Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II – Baba II” filmi gibi etkileyiciydi. Bu filmde romantik Noodles’un (Robert de Niro) keder yüklü hayatıyla Amerika’nın on yıllarına tanıklık ediyorsunuz.. Noodles öyle bir romantik ki, hayatı boyunca aşkını acısını çektiği Deborah’a (Elizabeth McGovern) bir türlü ulaşamıyordu. Yıllar sonra onu bulduğunda lokantayı kapatıyor ve başbaşa kalıyorlardı. Ardından bu romantik Noodles, Deborah’a tecavüz ediyordu. Noodles, kadınlara kolay yaklaşamayan biriydi. Filmin derinliğinde Carol’a da (Tuesday Weld) tecavüz ediyordu Noodles. Bu filmdeki “Cockeye’s Song” tınıları hiç unutulmadı ve bu tınıları duyduğunuzda “Bir Zamanlar Amerika” filmi aklınıza geliyor hemen. Bu filmin en unutulmaz şeyiyse zamanlar arasındaki geçişleriydi. Havada bir frizbi uçuyor ve hikâye de geçmişte bir yerlere konuyordu. Leone sinemasında en belirgin şeylerden biri de, tüm filmlerindeki giriş ve final bölümleriydi. İnsanı hemen etkiliyordu. Bu iki bölüm arasında kalansa vaadedilmiş vaha gibiydi.
Çarpıcı estetik…
Asıl olarak, Leone’nin westernleriyle Hollywood’un westernleri arasındaki estetik farklılıkları belirlemek gerekiyor. Tipik bir Hollywood westerninde mekânlar, dekorlar, giysiler alabildiğine stilize ve gözalıcıdır. Karakterler de Aristo formel bakışıyla “iyi” ve “kötü” diye ayrılmıştır. Genelde kötüler, koyu tonda giyinirken, iyiler de biraz daha açık tonda giyiniyorlardı. Aşk, kadınlar ve kötü Kızılderililer vardı Hollywood westernlerinde. Mizah duygusu da çokça değildi. Müziklerse “country and western” ve senfonik tarzdaydı. Leone, bu ve buna benzer birçok şeyi tersyüz ederek mekânları, dekorları ve giysileri “çirkin” gösterirken, çerçevelemeleri ve kurgu dilini estetize etti. Genel plân – çekimlerin hemen ardından çok yakın plân – çekimler seyircileri romantizmin dışında bir dünyanın içinde bırakıveriyordu. Devasa sinemaskop perdenin hepsini kaplayan bir tabanca, çok yakından görülen gözler vb. çok etkileyici yansıttı Leone. Elbette mekânlar döküntüydü. Kasaba ve “saloon”lar tipik Hollywood westernlerindeki gibi de değildi. Kahramanlar da iyi ve giyinmiyordu. Yüzleri kirli ve sakallıydı. Ama gülünce bembeyaz dişleri görülüyordu. Dış mekânlarsa, kavurucu bir güneşin altındaydı. Leone’nin tüm bu filmlerine gerçekten hayat veren, bir kez daha belirtmek gerekiyorsa Ennio Morricone’nin müzikleriydi.
(24 Nisan 2010)
Ali Erden