Çağdaş sinemadan gelen politik filmler, tam anlamıyla birey üzerinden toplumu anlamaya çabalıyor. İnsanı her şeyiyle ele almak istiyor. Buradan sisteme bakmak ve gelişmiş Batı toplumlarında iletişimsizliği, yabancılaşmayı ve tükenmeyi anlamak istiyorlar. Birbirlerinden farklı yönetmenler ve filmler olsa da, ortak noktaları devlet, sistem ve birey. Sistemin temeli kapitalizm neden yanılsamalar yaratıyor? Şiddet üretiyor? Giderek insanı tüketime zorlarken, insanın tükenmesini ve yabancılaşmasını neden istiyor? Şimdi görebildiğimiz her filmi dikkatli seyretmemiz gerekiyor. Çünkü hepsinde bilinç ve politika var.
Volker Schlöndorff…
Alman yönetmen Volker Schlöndorff (1939), 1970’lerin ortalarından itibaren politik filmlere yöneldi. 1975 yapımı “Die Vorlorene Ehre der Katharina Blum-Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”nu Heinrich Böll’ün romanından uyarladı. Filmi, o zamanki karısı Margarethe von Trotta’yla beraber yönetti Schlöndorf. Filmde, bir kadın militan, yargıyla medya arasında kalır. Schlöndorff, bu filminde hem medyayı hem adalet sistemini mahkûm etti. Yönetmen, Günter Grass’ın romanı “Die Blechtrommel-Teneke Trampet”i 1979 yılında uyarladı. Bu etkileyici politik-savaş filminde, cüce kalmış bir insanın gözleriyle faşizmi görselleştirdi. Teneke trampetiyle faşistleri protesto eden ve büyümeyi reddeden Oskar’ın hikâyesidir bu. Schlöndorff, “Teneke Trampet” filminde, cinsellikle patates arasında bir bağ da kurmuştu. Oskar’ın babası olacak cüce jandarmadan kaçıyor, tarlada iri yapılı kadın közde patates pişirirken, kadının eteğinin altına giriyor ve olanlar da oluyor. “Teneke Trampet”in senaristleri arasında Jean-Claude Carrière de vardı. Müzikleri de muhteşem Maurice Jarre bestelemişti. 1990’ların başında duvarlar ve reel sosyalizm yıkıldıktan sonra, 2000 yılında Almanya’yı, giderek kendini sorgulayan bir politik film yaptı Schlöndorff. “Die Stille Nach dem Schuss-Rita’nın Kimlikleri”, şiddeti eleştiren ve tarafsız kalmaya çalışan bir filmdi. Aşık olduğu Andi’den etkilenip sol örgüte giren Rita, bir örgütte neler yapılıyorsa hepsini yapıyordu. Sevgilisini hapisten bile kaçırıyordu. Ardından Doğu Almanya’ya sığınıyor ve orada reel sosyalizmin ne demek olduğunu keşfediyordu tüm romantik hayal kırıklıklarıyla. Duvarlar yıkılınca Rita’nın sonu da trajik oluyordu.
Margarethe von Trotta…
1942’de doğan ve yönetmen Schlöndorff’un eski eşi olan Margarethe von Trotta, sinemaya oyunculukla başlamış. Senaryolar yazmış. Ardından kadınları öne çıkaran politik filmler yönetmiş. 1981 yılında bir politik filmle dikkatleri üzerine topladı. “Die Bleierne Zeit-Ağır Zamanlar”da, RAF militanlarından Gudrun Ensslin’in hayatını yansıttı perdeye. Film, öğrenci hareketlerini, Baader-Meinhof grubunu gösterirken, aslında anlatılanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’ydı. Von Trotta, 1986 yılında sosyalist bir kadının hayatını “Die Geduld der Rosa Luxemburg-Rosa Luxemburg” filminde anlattı. Luxemburg, Karl Liebknecht’le beraber Alman Komünist Partisi’ni kurdu. Von Trotta, 1994’te siyah-beyaz ve renkli “Das Versprechen-Bekleyiş” filminde birbirinden yirmi sekiz yıl ayrı kalan iki aşığı anlattı. Berlin Duvarı inşa edilir, iki sevgili duvarın iki yanında kalır ve uzun yıllar boyunca birbirlerini birkaç defa görürler. Sonra duvar yıkılır. Aşıklar birbirlerine kavuşurlar. Von Trotta, filmlerinde genelde başrolde Barbara Sukowa’yı oynattı.
Carlos Saura…
İspanyol sinemasının önemli yönetmenlerinden Carlos Saura (1932), 1960’lı yıllarda Franco dönemini eleştiren güçlü politik filmler çekti. Ordunun, kilisenin ve burjuvazinin yanılsamalarını eleştirel bir bakışla yansıttı. 1966 yapımı “La Caza-Av” filmi, kendi kendini yavaş yavaş eriten bir topluma eleştiriydi. İspanya’daki iç savaşta bulunmuş burjuva üç subayın çıktıkları avda birbirlerini yok edişlerini gösterdi Saura. “Av”, metaforik anlatımlı ve faşizmin tam göbeğinde çekilmiş bir filmdi. Filmde varılan sonuçsa, cuntanın altında içine çekilmiş ve çürüyen bir toplumun eleştirisiydi. Saura, 1998 yapımı “Tango”da gerçeküstücü anlatımla Arjantin’deki cunta faşizmini eleştirdi. Bu politik film, tangoyu ve dansını, eleştiri için bir araç olarak kullanıyordu.
Gillo Pontecorvo…
Fransa’nın sömürgeciliğine karşı savaşı anlatan 1965 yapımı “La Bataglia d’Algeria-Cezayir Savaşı” filmi, İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun sinemadan silinmesine neden oldu. Hiçbir yapımcıdan ve ülkeden para bulup doğru düzgün film çekemedi Pontecorvo (1919-2006)… Fransa’nın ekonomik ve politik gücü bir yönetmeni sinemadan uzaklaştırdı. Tüm dünyada büyük ilgi gören “Cezayir Savaşı”, mutlaka görülmesi gereken filmlerden. Çünkü, Fransa filmden değil, anlatım biçiminden etkilendiği için yönetmeni yok edişe itti. Bu filmde, Fransa’nın katliamları çok açık ve belgesel gerçekliğiyle perdeye yansıtıldı. Bir filmin kendi gücünün ötesine geçmesine bir örnek “Cezayir Savaşı…”
Michael Haneke…
Avusturya’ya yerleşmiş Bavyeralı usta Michael Haneke’nin (1942) 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”u, politik sinemanın önemli filmlerinden. Göçmenler, ırkçılık, gelişmiş kapitalist bir toplum, insanlar, yoksulluk, zenginlik, düş kırıklıkları, iletişimsizlik ve birçok şey derinlikli bir anlatımla yansıyordu perdeye. Haneke bu filminde, her sekansta tek çekim kullandı, kamerayı sağa-sola kaydırdı. Filmin girişi ve final bölümü gerçekten çok çarpıcıydı. Final bölümünde, sağır-dilsiz çocukların çaldığı trampet sesleri insanın kulağından bir süre gitmiyordu. Bu filmin uzun adı da şöyleydi: “Code Inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages-Bilinmeyen Kod: Bitmemiş Türlü Çeşitli Hikâyelere Gidiş Gelişler…” Haneke’nin daha önce Avusturya’da çektiği “kent üçlemesi”, kapitalizmi ve burjuva toplumlarını eleştirdi. Üçlemenin gördüğümüz iki filminden biri olan 1989 yapımı “Der Siebente Kontinent-Yedinci Kıta”da, kapitalist bir toplumda burjuva bir ailenin kendi kendini yok edişi anlatılıyordu. Sistem onlara sadece tüketmelerini öneriyordu ve insanlar, bu sistemde iletişimsiz kalıp birçok şeye yabancılaşıyordu. Üçlemenin diğer filmi 1992 yapımı “Benny’s Video-Benny’nin Videosu”, burjuva ahlâkını, şiddetini ve ikiyüzlülüğünü sorguluyordu. Gelişmiş batı toplumlarını anlayabilmek ve yorumlayabilmek için Haneke’nin modern filmlerine gereksinim var. Benny, video kamerasıyla çektiği şok tabancasıyla öldürülen bir domuzun görüntülerini yeni tanıştığı kız arkadaşına gösterir. Ardından kızı şok tabancasıyla öldürür. Kanlar içindeki kızı video kamerasıyla görüntüler ve kanları sakince temizler. Belki de en korkunç olan, ailenin cesedi yok ediş biçimiydi. Bu filmi psikanalitik açıdan incelemek gerekiyor.
Lars von Trier…
Danimarkalı usta Lars von Trier’in Amerika’yı eleştiren 2000 yapımı “Dancer in the Dark-Karanlıkta Dans” ve 2003 yapımı “Dogville” filmleri, çağdaş sinemanın önemli politik yapıtlarındandı. 1956 Kopenhag doğumlu Trier’in “Karanlıkta Dans”ı, göçmen bir kadının oğluyla beraber bir tutunma hikâyesiydi. Yabancı bir ülke, yabancı bir kültür, yabancı insanlar. Bu Amerikalılar, hiç de Çeklere benzemiyorlardı. Genç kadının gözleri yavaş yavaş kör oluyordu. Bu filmdeki en güçlü politik taraf, Amerikan adalet sistemine yöneltilen eleştiriydi. Trier, Amerika’nın faşist yasalarla yönetildiğini kanıtlıyordu bu filminde. Diğer filmi “Dogville”, dünyanın rahat edebilmesi için Amerika gibi bir devletin varlığını sürdürmemesi gerektiğini öneriyordu. Gerçeküstücü estetikle beslenen bu film, metoforlarla doluydu baştan aşağıya. Kasaba “Amerika”yı, genç yabancı kadın “dünyalı”yı, kasabanın köpeği de “İsrail”i simgeliyordu bu filmde. Amerika’yı ve Amerikalıları anlayabilmek için bu iki filmin sosyopsikolojisinin içine girebilmek gerekiyor. Amerika’nın yayılmacılığı, kendini sürekli merkezde görmesi, WASP kültürü, kendinden başka her şeyi kötü ve öcü mahlûklar olarak görmesi gibi, Amerika’nın tuhaf sosyopsikolojisini yargılayıcı bir sinematografiyle yansıtıyordu bu iki film. Yönetmen, “Dogville”in devamı 2005 yapımı “Manderlay” filminde de, “Amerika’ya komünizm gelseydi” sorusuna cevap arıyordu. Belki de, komünizm Sovyetler’e değil de ABD’ye gelmeliydi. İnsanlık belki de on yıllarca “Soğuk Savaş” kûbuslarını ve trajedilerini yaşamazdı. “Dogville” ve “Manderlay”, çağdaş sinemanın uç noktadaki solcu filmlerinden ikisiydi.
İngilizler…
Filmlerini işçi sınıfına adamış büyük ustalardan Ken Loach’un (1936), 1990 yapımı “Hidden Agenda-Gizli Ajanda” filmi, İngiltere siyasetlerinin maskesini yere düşüren önemli bir filmdi. Loach IRA’ya bakan bu filminde, İngiltere’de hükümetin Kuzey İrlanda’ya karşı yürüttüğü kirli savaşının nasıl olduğunu belgeliyordu. Loach’un İspanya’nın iç savaşını, duyarlı ve gerçekçi bir dille anlattığı 1995 yapımı “Land of Freedom-Ülke ve Özgürlük”, faşizme karşı savaşı güçlü bir politik duyarlılıkla yansıttı. George Orwell’ın fütüristik romanından uyarlanan Michael Radford’un “1984” filmi, faşizmin veya tüm diktörlüklerin betimlemesini yapıyordu. Giderek “büyük birader”in şu yaşadığımız anlarda görev başında olduğunu da hissettiriyordu film.
Michelangelo Antonioni…
Michelangelo Antonioni (1912-2007), 1961 yapımı “La Notte-Gece” filminin başında, bir buçuk dakikalık sekiz plân-çekimle kapitalist toplumun ruhunu çözümliyordu. Önce Pirelli binası görülüyordu. İşçiler bu binanın camını siliyorlardı. Aşağıda, caddede trafik de akıyordu. Pirelli binası, kapitalizmin katedraliydi. Ardından kamera, hastane odasına geçiyordu. Odada kanserli hasta vardı. Odanın camından kilisenin yansıması da görülüyordu. Antonioni, bu çarpıcı politik mesajıyla şunu anlatmak istiyordu aşağı yukarı: Pirelli binasından hastaneye geçen görüntü, kapitalizmin hastalığını vurguluyordu. Camdan yansıyan kilisenin gerçekte kutsal olmadığını, kapitalizm sisteminde aslolan mabedin Pirelli binası olduğu vurgulanıyordu. Bu filmden sonra Antonioni’nin kapitalizmin ruhunu yansıttığı 1963 yapımı “L’Eclisse-Batan Güneş” geldi. Sol bakışın önemli politik filmlerinden biriydi bu. Kapitalizmde değerin insan değil, borsa trendlerinin olduğu vurguluyordu filmde. Piyasa denen şeyin ruhunun içine giriyordu Antonioni usta kamerasıyla.
Jean-Luc Godard…
Sinemanın en büyük ustalarından Jean-Luc Godard’ın (1930) birçok politik filmi var. Belki de çektiği bütün filmler politikti onun. Godard, 1960 yılında çektiği ilk filmi “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar”, Sartre varoluşçuluğuyla kapitalist sistemin burjuva estetik değerlerini ve bu sistemin sunduğu bütün uzlaşmaları reddediyordu Michel karakterinin özelinde. Fransız “Yeni Dalga” akımının bu büyük ustası, kamerayı koyduğu her açıda ve her “kesme”de, burjuva estetiğini ve yorumunu yerle bir etti. Burjuva ahlâkının estetiğinden beslenen filmlerde, konu akışında ve çekimlerde kurgusal bir devamlılık vardır. Kamera da yanal bir biçimde kayar genelde. Godard, yabancılaştırma efekti gibi çekimlerinde bir devamlılık yerine bir plânı bir bütün olarak çekip, montaj masasında o bütün çekimi parçalayıp, içinden kareler atarak “sıçramalı kurgu”yu denemişti. Uzlaşma, ne sistemleydi, ne de o sistemin içinde yanılsamalarla yaşayan seyirciyle. Godard, raylar üzerinde yan yan kayan kamerayı ahlâki bulmadı hiç. Bu, burjuva estetiğinin yanılsamasıydı. O, kamerayı öne ve geriye kaydırarak yanılsamacı ve uzlaşmacı estetiğin ahlâkını yıktı. Doğrudan doğruya gerçeklikteki gibi anlara ulaştı. Seyirciler, alışık olmadıkları bu estetikle yabancılaştılar veya kendilerinin birebir gerçeklikte yaşadıkları anlara yabancılaştılar. Godard, seyircisini filmleriyle dönüştürüp, görünen gerçekliğin ardındaki gerçekliğe ulaştırmaya çabaladı hep. Godard’ın filmleri, politik duruşlarıyla gerçekte kapitalist toplumda bireyin yanılsamalarını anlattı. Ardından gelen “Le Petit Soldat-Küçük Asker” filminde Cezayir Savaşı’nı eleştirdi. Bu film, Fransa’da yasaklandı. Godard, 1960’ların sonu, 1970’lerin ortalarına kadar seri biçimde politik filmler çekti. Yönetmen, 68 gençlik hareketlerine de katıldı ve gençlere destek verdi zamanında.
Pier Paolo Pasolini…
İtalyan proleterlerinin yönetmeni Pier Paolo Pasolini, 1922’de doğdu. 1975 yılında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürülen Pasolini, bir eşcinseldi. Yönetmen, sol bakışlı filmleriyle kapitalist sistemi ve burjuva değerlerini hep eleştirdi. Onun bütün filmleri politikti. Pasolini, İtalyan Komünist Partisi’nden ihraç edildi. Bir erkek çocuğunu ayarttı diye komünistlerce suçlandı. Önce romanlar yayımlayan sanatçı, senaryolar da yazdı. 1961 yılında ilk filmi “Accattone-Dilenci”yi çekti. Bu filmde proleterleri anlattı. Roma’nın kenar mahallelerindeki sefaleti yansıtan Pasolini, namuslu bir iş yapmaya çabalayan, ama başaramayan, hırsızlık yaparken kaza sonucu ölen bir pezevengi anlattı bu filminde. Bir kadını ilk defa seven ve aşık olan adam, hayatındaki tüm pislikleri geride bırakıp yeni hayatı düşlüyordu hep. Ama, sistem kötüdüydü. Pasolini’nin bu filmi yer yer belgesel tadındaydı. Yönetmen, filmleriyle dini, toplumsal ahlâkı, adalet sistemini, kapitalizmi ve burjuvaziyi eleştirdi sonuna kadar. Öncelikle, kapitalizm ve burjuvalar lâğım çukurlarıydı onun için.
Istvan Szabo…
Budapeşte’de 1938’de doğan Macar usta Istvan Szabo, 1964 yılından itibaren film çekmeye başladı. “Almodozasok Kora-Düş Zamanı” filminde, okuldan mezun olan dört mühendisin hayatını anlattı. Onların hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği özgürlük düşlerini anlatırken, filmin aralarına 1956 yılında Kızıl Ordu’nun bastırdığı Macar Devrimi’nden haber görüntülerini de kurguladı. Szabo, sosyalizm içinde hep eleştirel filmler yaptı. Kahramanları hep geleceklerini düşündüler Szabo’nun 1960’lardaki filmlerinde. Szabo, 1966 yılında sosyalist sistemi eleştiren “Apa-Baba” filmini çekti. Babası, kendisi çok genç yaştayken ölen adam, ölen babasıyla sosyalist sistem arasında koşutluk kuruyordu. Oğul, tüm yüceltmelerden, Stalinci bakış açısından kurtulup arınır kendince. Szabo’nun 1970 yılında çektiği “Szerelmes Film-Aşk Filmi”nde, Macar halkının 1956 yılındaki devrim girişimiyle ihtirasların gerçekleşmesini engelleyen kader bir metafor oluştuyordu. Szabo’nun 1979 yapımı “Bizalom-Güven” filmi, bireyin faşizm dönemindeki durumunu anlatıyordu. İnsanlar sürekli bir şeyler için kendini kanıtlamak zorunda hissediyorladı. Rüşvet, iktidara yakın olma ve bireyin bozulması anlatılılıyordu bu filmde.
Andrzej Wajda…
Polonya’nın Suwalki bölgesinde 1926 yılında doğan Andrzej Wajda, sosyalist iktidarın belirlediği konular ve tiplerin dışında filmler çekti hep. Onun adını sinema dünyasında duyuran film “Pipiol i Diament-Küller ve Elmaslar” oldu. 1958 yapımı film, Polonya’nın savaştan, 1945 yılından sonraki yeni dönemini anlatıyordu. Yeni Polonya’ya ve sosyalizme karamsar bakışın filmiydi bu. Savaşın yerini ideolojik savaş almıştır artık. Kardeş kardeşten şüpheye düşer. Wajda bu filminde, savaşın içinden gelen kuşağın ruhlarındaki derin izlerin peşine düştü. Bunlarla beraber, savaş sonrası kuşak da yansıdı bu filmde. Gençler, bu karamsarlıkların ve çaresizliklerin içinde yanılsamalarını yaşıyorlardı. Wajda’nın 1976’da çektiği “Czlowiek z Marmuru-Mermer Adam” filmi, kısa bir süre de olsa sansürce yasaklandı. Wajda bu filminde Stalizmi eleştirdi. 1950’li yıllarda işçi sınıfından bir adam aracılığıyla sosyalizmi yargıladı yönetmen. 1981’de çektiği bir diğer politik film “Czlowiek z Zelaza-Demir Adam”da, sendika lideri Lech Walesa ve sosyalizme karşı bir örgüte dönüşen “Solidarnosc” (Dayanışma) sendikasını anlattı. Hep muhalif bir yönetmendi Wajda usta.
Bernardo Bertolucci…
İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, sinema yaşamanın başlarında İtalyan faşizmini anlattı ve beyazperdede mahkûm etti. Bertolucci, 1941 yılında Parma’da doğdu. Babası Atillo Bertolucci, şair ve eleştirmendi. Büyük yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin asistanlığını yapan Bertolucci, 1960’ların sonundan itibaren güçlü politik filmler yarattı. Baba takıntılı yönetmen, 1970 yılında İtalyan faşizmini araştıran etkili bir film yaptı. “La Strategia del Ragno-Örümceğin Stratejisi” filminde, babasının faşist bir işbirlikçi olduğunu keşfeden bir oğulun peşine takıldı. Bu filmin kurgusu, yönetmenin sinema estetiğinin doruğu olduğu söyleniyor. Bertolucci filmlerini izlerken, sahneleri tek tek değerlendirip sonradan bir bütün oluşturmak gerekiyor. Derinlikteki gerçeklik zihinde oluşturulabiliyor o zaman. Yine 1970’te çektiği “Il Conformista-Konformist” filminde, faşizm ve burjuva ilişkisini derinliğine inceledi. Bertolucci ve sinemasına göre faşizm, burjuvazinin ruh hastalığıdır. Alberto Moravia’dan uyarladığı “Konformist” filminde, başkarakter işlediği tüm suçların, sistemle ve faşizmle uzlaşarak çözüleceğine inanır. Bertolucci, “Konformist” filminde bazı sahnelerde kamerayı sağa ve sola yatırmıştı. Bu estetik ilk defa Carol Reed ustanın 1949 yapımı kara filmi “The Third Man-Üçüncü Adam” filminde denenmişti. Bertolucci’nin 1974-76 yılları arasında çektiği ve beş buçuk saat süren “Novecento-1900” filmi, İtalya’nın yarım yüzyıllık hikâyesini anlatıyordu. Yönetmen, kendi deyişiyle “kızıl bayrağı” Amerika’ya taşıdı bu filmle. Çünkü bu filmin bütçesinin büyük bir bölümünü Amerika’dan karşılanmış yönetmen. Film, biri çiftlik sahibinin, diğeri bir yoksul çiftçinin oğlu, iki farklı sınıftan arkadaşın hikâyesini anlatılıyordu. Bununla beraber yoksulluk, açlık, faşizm, savaşlar vb. yansıyordu filmde. Rusya’da da Ekim Devrimi olur hikâyenin derinliğinde. Bu epik-dönemsel film, politik duruşuyla sinema tarihinin özel ve unutulmaz filmleri arasında yerini aldı.
Costa-Gavras…
Yunan kökenli Fransız yönetmen Costa Gavras’ın (1933) üç önemli politik filmi var. İlki 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiydi. Fransız-Cezayir ortak yapımı bu film, Vasilis Vasilikos’un romanından uyarlanmıştı. Bir sosyalist ve barış savunucusu milletvekili Gregorios Lambrakis’in savaş füzelerinin Yunanistan’a yerleştirilmesine karşı yaptığı konuşmadan sonra 1963 yılında öldürülmesi anlatılıyordu filmde. Öncelikle bu film, ana akım gazetelerinde övgüyle karşılanmış zamanında. Yunanistan’daki “albaylar cuntası”nın gelişini haberleyen olaylar, Gavras’ın romandaki bazı akımları aşıp sol düşünceye yaklaştığını gösterdi. İlerici ve cesur mesajlar verdi bu film. Senaryoyu Jorge Semprún yazmış, müzikleriyse Mikis Theodarakis bestelemişti. Bu filmin ardından Gavras, “L’Aveu-İtiraf”ı çekti. 1970 yapımı bu filmin de senaryosu Jorge Semprún’a ait. Film, Lise ve Arthur London’ın ortak yazdıkları otobiyografilerinden uyarlanmıştı. 1951, Prag… Dışişleri’nde bakan yardımcısı Arthur London izlendiğinin farkına varıyor. Budapeşte’deki Rajle ve Sofya’daki Kostov duruşmalarının ardından tutuklamalar hızlanıyor. London, kaçırılıyor ve sorguya çekiliyor. Önce her şeyi inkâr ediyor, kendini savunuyor, umudunu kaybediyor, sonra da itirafa zorlanıyor. Bu film, Çekoslovakya’da Stalizmin hüküm sürdüğü bir dönemi anlatıyor. “İtiraf”, bazı görüşlere göre anti-komünist değildir; ama, anti-Sovyet bir filmdir. Fransız sinema eleştirmeni Guy Hennebelle (1941-2003), Gavras’ın filmlerinin diyalektiği tüm boyutlarıyla vermediği için eleştiriyordu. Özellikle “Ölümsüz” filminde sınıfsal çözümleme yapılmamış diyordu eleştirmen. Ona göre bu durum, tüm Gavras filmlerinin ortak sorunuydu. Gavras, sadece siyasal olayları anlatıyor, soru sormuyor, geride neler oluyor onun sinemasını hiç ilgilendirmiyordu. Politik üçlemenin son filmi 1972 yapımı “L’Etat de Siege-Sıkıyönetim”dir. Son halkanın senaristi, “Cezayir Savaşı”nın senaryo yazarı Franco Solinas’tı. Film, Uruguay’ın bağımsızlığı için silahlı mücadele veren “Tupamaro” gerillalarının Amerikalı bir ajanı kaçırışını anlatıyordu. 1958 yılında Uruguay’da yapılan seçimler, ülkenin ekonomik bunalıma girmesi, ABD’nin etkisini iyiden iyiye hissettirmesi ve ardından toplumsal muhalefetin yükselmesi. Gerillalar, Amerikalı ajanı kaçırıp, onu tüm silâhlarıyla, işkence aletleriyle, manipüle edici konuşmasıyla ve faşist yapısıyla maskesini indirir. Bu film, ajan Philip Michael Santre üzerine değil, ABD emperyalizmi üzerinedir diyor yazar Christian Zimmer.
Taviani kardeşler…
Toskanya’ya bağlı San Miniato’da iki kardeşten Vittorio 1929’da, Paolo 1931’de doğdu. Taviani kardeşler, filmleri ortak yönetiyorlar. İlk filmlerini 1962’de çektiler. Politik yönleri olan, belgesel duygusu veren, yeni gerçekçi sinemaya yaklaşan “Un Uomo da Bruciare-Yakılacak Adam”da, Sicilya’ya yıllar sonra dönen bir adamı anlattılar. Adam, siyasetle uğraştığı için başı Sicilya mafyasıyla derde girer ve trajik bir son onu bekler. Solcu kardeşler, 1960’ların sonunda devrimci filmler çektiler. Bu yaşamlarına da yansıyordu. Kardeş yönetmenlerin her şeyleri ortaktı. Filmlerinde genelde sosyalist bakış açısını yansıtan kardeşler, hiçbir şeye, seyirciye bile taviz vermediler. 1967 yapımı “I Sovversivi-Fesatçılar” filminde, 1964 yılında ölen İtalyan Komünist Partisi’nin genel sekreteri Palmiro Togliatti’nin hayatından yansımaları, hayali dört insan aracılığıyla yansıttılar. Dört kişi, Togliatti öldükten sonra kendilerine yeni bir yol çizerler. 1977 yapımı “Padre Padrone-Babam ve Ustam”ı çekti kardeşler. Giovanni Ledda’nın özyaşamsal romanından uyarladıkları filmde, Sardunyalı bir çoban çocuğunun babasının despotluğundan kurtulup hiç bilmediği İtalyancayı öğrenip üniversiteyi bitirerek bir dilbilimci olduğunu anlattılar. Hem Sicilyacanın hem İtalyancanın konuşulduğu filmde, belgesel duygusu öne çıktı. İnsanlarla yaşadıkları mekânlar birbirini bütünlüyordu filmde.
Amerika’da politika…
Amerikalı Andy Warhol gibi deneysel film çalışmaları yapan sanatçıların yapıtları geniş kitlelere pek ulaşamadı. Saatlerce, sadece bir binanın görüntüsünü çeken bir film elbette seyircinin ilgisini göremezdi. Çünkü, postmodern sanatçı Warhol’un filmlerinin ideolojisi, insanların hemen anlayayacağı ve yorumlayacağı biçimde açık değildi. Deneysel-öncü sinemanın gerilemesiyle, “yeni sol” filmler Amerika’da çekilmeye başlandı. Sosyal içerikli filmler ortaya çıktı. “Militan sinema” diye ad verdiler bu akıma. Ardından kadın mücadelesini destekleyen filmlere uzandı bu sinema akımı Amerika’da. Bununla birlikte “newsreel” denilen solcu bir belgesel birliği de kuruldu 1967 yılında. Vietnam’dan gelen savaş görüntüleri, askerliği reddedenlerin anlattıkları, 1968’de New York Üniversitesi’nde öğrencilerin okulu işgal edişleri “Columbia Revolt” (Columbia İsyanı) belgeseliyle yansıtıldı. 1972 yılında “Küba Filmleri Festivali” de düzenlediler. Ama devlet tüm filmlere el koydu. Belgeseller ardı ardına geldi. Metro ulaşım sisteminin politik ve ekonomik çözümlemeleriyle ilgili “The Wreck of the New York Subway” (New York Metrosunun Enkazı) belgeseli, Amerikalı kadınların bilincini etkileyen bir röportaj belgeseli “The Women’s Film” (Kadınların Filmi), Attica hapishanesindeki isyanla ilgili “Revolution Until Victory” (Zafere Kadar Devrim) belgeseli de bunlara eklenebilir. Amerika’daki “newsreel” grupların birçoğu kendilerini Marksist-Leninist olarak tanıtıyorlardı. Devrimci Zenci İşçiler Birliği, “newsreel” tarzında 1969 yılında bir belgesel çekti. Detroit bölgesindeki fabrikalarda çalışan siyah işçileri örgütlemek için. Amerikan politik filmlerinin en önemlilerinden biri “Winter Soldier-Kış Askeri”dir. Gaziler tarafından Vietnam’da işlenmiş suçlarla ilgili tanıkların anlattıkları vardır bu belgeselde. Bu belgeselin bir diğer önemi Cannes Film Festivali’nde gösterilmesidir. Bir diğer film de, “Ice-Buz”dur. Eleştirmenler filmi beğenmemişler. Çünkü bu film, Amerika’daki devrim için silahlı bir yaklaşımı öneriyor. Hollywood’da, “yeni sol” akıma tepki olarak, başını ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın çektiği “yeni sağ” akım yönetmenleri ortaya çıktı 1970’li yıllarda. Bu “yeni sağ” akımın içerisinde Paul Schrader ve Martin Scorsese gibi önemli yönetmenler de vardı.
(06 Kasım 2009)
Ali Erden