“Coco Chanel’den Önce”, kadına giysilerde hak ettiği rahatlığı, sadeliği, estetiği sağlayarak modada kökten bir değişim sağlayan ve bu değişimi bağımsız kişiliği ile tamamlayan ‘küçük dev hanımefendi’nin nasıl “Coco” olduğunun ipuçlarını, doğaldır ki geriye doğru arıyor… Ve ablası ile kader ortaklığı yaptığı yetimhaneye, salaş mekândaki şarkıcılık günlerine, onu himayesine alan ‘deli dolu’ zengin adamla geçirdiği yıllara ve âşık olduğu diğer erkekle ilişkisine giderek ulaşıyor. Sorunsuz bir sinema: Audrey Tautou başta, rollerine tam oturmuş oyuncular; Coco’nun yanında hissettiren bir kamera; gerektiği ölçüde ama oldukça gösterişli birkaç büyük sahne ve yinelenen kostümlerdeki kreasyonun göz alıcılığı, bu Anne Fontaine filmini alımlı hale getiriyor. Ancak ben yine de, Coco’nun karakterini olabildiğince diplere inerek yorumlayan bir önceki film “Coco Chanel & Igor Stravinsky”den yanayım.
“İncir Çekirdeği”, özellikle Batman’dan gelen haberlerle gündemde yer almış kadın intiharlarından yola çıkarak, bu acıyı yaşamakta olan Mardinli genişçe bir ailenin ‘bir gün’ünü anlatıp, “Güneydoğu’da kadın olmak”ın fotoğrafını çekiyor. Mizansen zaafları ve karakterleri irdeleme sorunları var ama politik altyapısı sağlam, bütünüyle dürüst ve samimi bir film. Kadın oyuncular (ve erkekler de) denetimli, hiçbiri rol çalmıyor. İlgiyi hak eden bir çalışma.
“Kıskanmak”, ailenin gözbebeği olmuş ağabeyinin (ve güzel yengesinin yanında) ‘patriarkal’ düzene uygun biçimde bir sığıntı gibi yaşayan çirkin kadın Seniha’nın hasutluğu üzerinden insan denilen varlığın kötülük kodlarını arayan bir film -maalesef- olamamış! Çünkü bir edebi eserin sinemaya uyarlanması esasen o kitabın özünün doğru aktarılmasını hedeflediği halde, burada satıhta gezinen bir intikam hikâyesi olmuş çıkmış. Örneğin, karakterler arası çetrefil cinsellik ve cinsel çağrışımlar yok gibi; oysa çok önemli. Örneğin, romanın sayfalarından aynen çıkıp oyuncuların ezberlerinden geçerek ağızlarına monte edilmiş gibi duran diyaloglar inandırıcı ve etkili değil; tiyatro sahnesi performansları gibi.
Zeki Demirkubuz, ismi zaten nüvesi olan bu romana kendi siyasi – sosyolojik yorumunu getirmiş gibi dursa da, belirsiz ve başarısız. Sinema değeri olarak ise, görüntü yönetiminin kattıkları var… Ama sadece o kadar! Örneğin, tüm karakterlerin ve entrikanın zembereğini kuracak anahtar bir ilk sahne var ki, her anlamda kusursuz olmalı: 1930’ların Zonguldak’ında Cumhuriyet Balosu! Bir bakıyorsunuz “evlere şenlik”. Sözcükler ağzına oturmayan acemi oyuncunun sunuş konuşması; sanat yönetmeni ortada yok, her şey eğreti… Sanırım, Demirkubuz minimal sinemasına dönmeli. Roman uyarlaması ona göre değilmiş. Yazık olmuş yani. Oysa edebi olarak o denli başarılı bir eser ki “Kıskanmak”.
Anımsatalım, ana gemi, bir baba oğul ‘karides’in çabası ve Wikus’un yardımıyla hareket ettirilip dünyayı terk etse de, halen, iki milyonu aşmış uzaylı popülâsyonu Güney Afrika’nın başında. Haberlerde sık sık izliyoruz zaten. Konuya duyarlı seyircilere bu yarı-belgeseli kaçırmamalarını öneririm.
(04 Kasım 2009)
Ali Ulvi Uyanık
Değerli meslektaşım,
Yeni Şafak’taki köşemde 1 Kasım 2009 Pazar günün yayımlanan, ardından sevgili Sadi ağabeyin hiç tükenmeyen ilgi ve desteğiyle bu sitede de alıntılanan “Hürriyet’in ‘sinema yazarlığı’ mesleğini iki paralık eden rezil haberi” başlıklı köşe yazıma (e-kolay.net’teki köşenizde) verdiğiniz açık destekten ne yazık ki henüz bugün haberim olabildi.
Google’da adımla yaptığım periyodik taramalardan birinde rastladım o güzel makalenize…
Kitlelere sinema yazarlığı mesleğinin değerini bir kez daha güçlü vurgularla hatırlatan söz konusu yazı için, bir sinema yazarı olarak size minnettarım. Ayrıca, yazının açılışını yapan o destek ve dayanışma cümleleri için de özel teşekkürlerimi sunuyorum.
http://sinema.ekolay.net/haber/3230/658806/Sinema_haberciliginin_icler_acisi_durumu.aspx
Bizlerin arasında da (hayatın her cephesinde olduğu üzere) sinema sanatına bakışta kimi meşrep farklılıkları olabilir. Başkalarını bilemiyorum, fakat bu bana göre gayet doğal bir durum… Sonuç olarak hepimizin ortak hedefi geniş kitlelere sinema sanatını kitlelere sevdirmek, sinemayı yüceltmek, bu sanata ilişkin bilgi birikimini geliştirmek ve sinemaseverlerin daha bilinçli tercihlerle film izlemesini sağlamak…
Yollar farklı olsa da hepimizin emekleri aynı kapıya çıkıyor.
Ancak, şu tartışılmaz bir gerçek ki sinema yazarları kendilerine ve meslektaşlarına azami düzeyde değer vermezse, mesleğin onurunu ayaklar altına alan nahoş gelişmelerde seri bir biçimde karşı duruş refleksleri sergilemezlerse, sektörün dışındaki hiç kimseden de kendilerine yönelik güçlü bir saygı gösterisi beklememelidirler. Biz kendimizi sevmez ve adam yerine koymazsak, hiç kimse de koymayacaktır.
Bu mesleğe verdiği emeği ve gösterdiği özeni yıllar yılı kendi bedenine ve ailesine bile gösterememiş biri olarak, “sinema yazarlığı”nın günlük gazeteler ve televizyonlarca bu kadar ucuzlatılması benim ağrıma gidiyor. Ki söz konusu yazı da bu öfkenin bir tezahürüydü.
Çok değerli bir meslektaşımdan gelen böylesine net bir destek ve paylaşım, bana hem onur hem de moral verdi.
Saygılarımla…
ALİ MURAT GÜVEN