Beşiktaş Belediyesi tarafından düzenlenen “Ustalara Saygı” toplantıları 5. sezonuna giriyor. Alanlarının duayenlerine kültür-sanat, bilim dünyamızı zenginleştirdikleri için saygı amacıyla gerçekleştirilen etkinliğin 2009 – 2010 sezonundaki ilk konuğu Yeşilçam’ı yaratan isimlerden Ülkü Erakalın. Faruk Şüyün’ün ünlü sinemacı için hazırladığı “Ustalara Saygı” toplantısı, 02 Kasım Pazartesi akşamı Melih Cevdet Anday Sahnesi’nde (Akatlar Kültür Merkezi) saat 20:00’den itibaren takip edilebiliyor. Geceye sinema sanatçıları Behzat Uygur, Ediz Hun, Gönül Yazar, Irmak Ünal, Kayhan Yıldızoğlu, Korhan Abay, Nilüfer Aydan, Suzan Avcı, Tomris Oğuzalp ve Tulûğ Çizgen konuk olarak katılıyor.
Günlük arşivler: 29 Ekim 2009
Kırmızı Halı’ya Aşk Geliyorum Derse…
Kanal 24, Kırmızı Halı Programı bu hafta vizyona girecek olan Aşk Geliyorum Demez filminin ekibini ağırlıyor. Yönetmen Murat Şeker, oyuncular Zeki Alasya, Bergüzar Korel, Tolgahan Sayışman ve Altan Erkekli filme dair merak edilenleri anlatıyor. Merve Genç ve Sıdıka Göztok’un hazırladığı; Ediz Gülten’in yönettiği Kırmızı Halı 51. bölümüyle 31 Ekim Cumartesi günü 09:20’de ve 01 Kasım Pazar günü 19:30’da Kanal 24’te.
Kırmızı Halı’ya Aşk Geliyorum Derse… yazısına devam et
Tüm Şirketler
Tüm Şirketler, 23 – 25 Ekim 2009 Haftasonu (Weekend), Zirve 20 (Top 20) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.
Cinedergi 19 Yayında
Fırat Sayıcı, Banu Bozdemir ve Serdar Akbıyık’ın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi Cinedergi 19 yine dopdolu bir içerikle karşınızda. Bu sayıda üç önemli röportaj Selda Çiçek, Beste Bereket ve Şebnem Sönmez ile yapıldı. Hayatı Film Olanlar, 2012’nin İzinde Kıyamet Alameti Filmler ve Che’ye Uzanan Filmler, bu ayın dosya konuları… 4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin ayrıntılı tanıtımı, Zamanın Ruhu, Sindrella ve Meselâ Dedik köşesi… Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD’ler, kitaplar… Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.
Cinedergi 19 Yayında yazısına devam et
Ayrılığın Yurdu Hüzün
Enis Rıza’nın yönettiği Ayrılığın Yurdu Hüzün adlı belgesel film 31 Ekim 2009 Cumartesi günü 16:00’da “Voyvoda Cad, No: 5, Karaköy, İstanbul” adresindeki tarihi Sümerbank binasında gösteriliyor. VTR Araştırma Yapım Yönetim yapımı olan film, Rumlarla ilgili önyargıları yenmek ve güveni yeniden inşa etmek adına hazırlandı.
Ayrılığın Yurdu Hüzün yazısına devam et
Melekler ve Kumarbazlar, Kanal D Cinemania’da
Ömür Gedik’in hazırlayıp sunduğu sinema programı Kanal D Cinemania’da bu haftanın stüdyo konukları Melekler ve Kumarbazlar filminin başrol oyuncuları, Cem Davran ve Bülent Şakrak. Komedi rolleriyle tanınan Cem Davran, bu filmden sonra da dram türünde işler yapmaya devam edecek mi? Bülent Şakrak’ın başı hangi karakterle derde girdi? Editörlüğünü Fırat Sayıcı’nın yaptığı programda vizyona yeni giren filmler ve çarpıcı sinema haberleri yer alıyor. Ömür Gedik’le Cinemania her Cumartesi Kanal D’de!
Melekler ve Kumarbazlar, Kanal D Cinemania’da yazısına devam et
4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin Tanıtım Toplantısı Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde Gerçekleştirildi
14 – 22 Kasım 2009 tarihleri arasında yapılacak olan 4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin basın toplantısı Tayyare Kültür Merkezi’nde yapıldı. Basın toplantısına festival onursal başkanı ve Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, festival başkanı Ali Çalışır, Danışma kurulu üyeleri Ali Sönmez, Alin Taşçıyan, İzzet Günay, Necip Sarıcı ve Kültür A. Ş. Genel Müdürü Rıfat Bakan katıldı. Ülke çapında birçok festival ve etkinliğin iptal edildiği bir zamanda festivalin süre ve nitelik açısından geliştirilmesinin kamuoyunca takdir edildiği belirtildi.
4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin Tanıtım Toplantısı Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde Gerçekleştirildi yazısına devam et
Ankara Tan Kitabevi Film Eleştirisi Semineri
Ankara Tan Kitabevi, Kasım ayının ilk haftasında Film Eleştirisi Semineri gerçekleştiriyor. Dileyenin eleştiri alanında üretmek için, dileyenin de salt eleştiri tekniklerini öğrenmek için katılabileceği seminerde, bütün eleştiri türleri tanıtılacak ve örnek çalışmalar sunulacak. Programda, Sosyolojik, Psikoanalitik, Tarihsel, İdeolojik, Feminist, Göstergebilimsel eleştiri türleri yer alacak. Son iki hafta, birlikte izlenen filmler üzerine alınan bilgiler ışığında eleştiri uygulamaları yapılacak. Geniş bilgi almak için 0536 6789459 no.lu telefon ve [email protected] e-posta adresi ile bağlantı kurulabiliyor.
Konağa Kurt Baskını
Çekimleri Safranbolu’da tamamlanan gerilim – gençlik tarzı sinema filmi Konak’ın galası Nişantaşı Citylife (City’s AVM) Sinemaları’nda yapıldı. Yönetmen Cem Akyoldaş, yapımcı Gonca Elmas Akay, oyuncular Paşhan Yılmazel, Almeda Abazi, Merve Sevi, Damla Debre, Kerem Fırtına, Gökhan Çelebi, Sevil Uyar, Öykü Akay ve Ogün Kaptanoğlu’nun katıldığı gala, dizi film oyuncularının katılımlarıyla da renklendi. Filmin oyuncuları Kerem Fırtına ve Gökhan Çelebi, Kurtlar Vadisi dizisinin unutulmaz simaları arasında yerini alınca dizinin diğer oyuncuları da arkadaşlarını galada yalnız bırakmadılar.
Konağa Kurt Baskını yazısına devam et
06 Kasım 2009 Haftası
“Coco Chanel’den Önce”, kadına giysilerde hak ettiği rahatlığı, sadeliği, estetiği sağlayarak modada kökten bir değişim sağlayan ve bu değişimi bağımsız kişiliği ile tamamlayan ‘küçük dev hanımefendi’nin nasıl “Coco” olduğunun ipuçlarını, doğaldır ki geriye doğru arıyor… Ve ablası ile kader ortaklığı yaptığı yetimhaneye, salaş mekândaki şarkıcılık günlerine, onu himayesine alan ‘deli dolu’ zengin adamla geçirdiği yıllara ve âşık olduğu diğer erkekle ilişkisine giderek ulaşıyor. Sorunsuz bir sinema: Audrey Tautou başta, rollerine tam oturmuş oyuncular; Coco’nun yanında hissettiren bir kamera; gerektiği ölçüde ama oldukça gösterişli birkaç büyük sahne ve yinelenen kostümlerdeki kreasyonun göz alıcılığı, bu Anne Fontaine filmini alımlı hale getiriyor. Ancak ben yine de, Coco’nun karakterini olabildiğince diplere inerek yorumlayan bir önceki film “Coco Chanel & Igor Stravinsky”den yanayım.
“İncir Çekirdeği”, özellikle Batman’dan gelen haberlerle gündemde yer almış kadın intiharlarından yola çıkarak, bu acıyı yaşamakta olan Mardinli genişçe bir ailenin ‘bir gün’ünü anlatıp, “Güneydoğu’da kadın olmak”ın fotoğrafını çekiyor. Mizansen zaafları ve karakterleri irdeleme sorunları var ama politik altyapısı sağlam, bütünüyle dürüst ve samimi bir film. Kadın oyuncular (ve erkekler de) denetimli, hiçbiri rol çalmıyor. İlgiyi hak eden bir çalışma.
“Kıskanmak”, ailenin gözbebeği olmuş ağabeyinin (ve güzel yengesinin yanında) ‘patriarkal’ düzene uygun biçimde bir sığıntı gibi yaşayan çirkin kadın Seniha’nın hasutluğu üzerinden insan denilen varlığın kötülük kodlarını arayan bir film -maalesef- olamamış! Çünkü bir edebi eserin sinemaya uyarlanması esasen o kitabın özünün doğru aktarılmasını hedeflediği halde, burada satıhta gezinen bir intikam hikâyesi olmuş çıkmış. Örneğin, karakterler arası çetrefil cinsellik ve cinsel çağrışımlar yok gibi; oysa çok önemli. Örneğin, romanın sayfalarından aynen çıkıp oyuncuların ezberlerinden geçerek ağızlarına monte edilmiş gibi duran diyaloglar inandırıcı ve etkili değil; tiyatro sahnesi performansları gibi.
Zeki Demirkubuz, ismi zaten nüvesi olan bu romana kendi siyasi – sosyolojik yorumunu getirmiş gibi dursa da, belirsiz ve başarısız. Sinema değeri olarak ise, görüntü yönetiminin kattıkları var… Ama sadece o kadar! Örneğin, tüm karakterlerin ve entrikanın zembereğini kuracak anahtar bir ilk sahne var ki, her anlamda kusursuz olmalı: 1930’ların Zonguldak’ında Cumhuriyet Balosu! Bir bakıyorsunuz “evlere şenlik”. Sözcükler ağzına oturmayan acemi oyuncunun sunuş konuşması; sanat yönetmeni ortada yok, her şey eğreti… Sanırım, Demirkubuz minimal sinemasına dönmeli. Roman uyarlaması ona göre değilmiş. Yazık olmuş yani. Oysa edebi olarak o denli başarılı bir eser ki “Kıskanmak”.
Anımsatalım, ana gemi, bir baba oğul ‘karides’in çabası ve Wikus’un yardımıyla hareket ettirilip dünyayı terk etse de, halen, iki milyonu aşmış uzaylı popülâsyonu Güney Afrika’nın başında. Haberlerde sık sık izliyoruz zaten. Konuya duyarlı seyircilere bu yarı-belgeseli kaçırmamalarını öneririm.
(04 Kasım 2009)
Ali Ulvi Uyanık
Zihnin Yakan Dehlizlerinde
Kıskanmak
Yönetmen-Senaryo: Zeki Demirkubuz
Roman: Nahid Sırrı Örik
Görüntü: Emre Erkmen
Kurgu: Zeki Demirkubuz
Oyuncular: Nergis Öztürk (Seniha), Serhat Tutumluer (Halit), Berrak Tüzünataç (Mükerrrem), Bora Cengiz (Nüzhet), Hasibe Eren (Kalfa), Serdar Orçin (Savcı)
Yapım: Mavi Film-Yerli Film (2009)
Zeki Demirkubuz’un yazar Nahid Sırrı Örik’in aynı adlı romanından uyarladığı ‘Kıskanmak’ filmi, insana adanmış bir film. Onun güzelliğine, çirkinliğine, karanlığına, aydınlığına ve birçok şeyine. Demirkubuz’un ruhu, Dostoyevski’yle Fritz Lang’ın dehlizlerinde dolaşıyor sanki.
Film, Atatürk’ün hayatta olduğu 1930’lu yılarda Zonguldak’ta geçiyor. 29 Ekim balosunda Atatürk’ün telgrafı okunuyor ve ardından da danslara geçiliyor. Kalabalığın içerisinde kızlar kadar güzel eşrafın zenginlerinden birinin oğlu Nüzhet görünüyor ve Nüzhet’in gözü de Mükerrem’e takılıyor. Annesinin gölgesinin altındaki Nüzhet, kadınları hemen etkisi altına alan biri. Mükerrem’i de etkilemeye gecikmiyor Nüzhet. Mükerrem, maden mühendisi Halit’le evli. Baloda Mükerrem’in görümcesi Seniha da var. Seniha, zihninin loş karanlığında her şeyi gözlemliyor sürekli. Halit’in kız kardeşi olan Seniha, yüzü çirkin ve bezgin ruhlu bir insan. Abisinin bir sığıntı gibi yanından ayırmadığı biri o. Seniha, hikâyenin derinliğindeki trajedilerin de başlangıcı ve sonu. Bu hikâye, güzellik, çirkinlik ve kıskanma üzerine Dostoyevski’nin ruhundan düşmüş gibi sanki. Bu filme, psikanalitik açıdan da bakmak gerekiyor. Seniha, sessiz, sakin ve makûl biri gibi görünüyor. Ama, onun derinliğine girince bu sakinliğin içinde bir cehennemin olduğu keşfediliyor. Seniha’nın yüzündeki çirkinlik içinin yansıması gibi sanki bir zaman sonra. O, daima kaybetmiş biri. Daha önce ailesinin, şimdi de abisinin sığıntısı gibi. Hep arkalara itilmiş. Aşkın içine düşmesine bile müsaade edilmemiş. Yalnız ve kadersiz. Belki de hayatta tek iletişim kurabildiği insan Mükerrem. Her şeyi içine atmış Seniha’nın ruhundaki intikam ateşi yıllar boyu büyümüş ve zamanı geldiğinde de etrafına trajedi saçıyor. Kaderin ona kaybettirdiklerinden öcünü alıyor sanki. Seniha’nın anlattıklarına ve kelimelerine iyi kulak vermeli. Seniha’ya hayat veren Nergis Öztürk, bu filmindeki performansıyla 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı.
Dostoyevski ve Lang ruhu…
Bu film, Demirkubuz’un ilk dönem filmi ve ayrıca ilk sinemaskop çalışması. Muhteşem bir şey bu. Reha Erdem ustanın “Hayat Var”, Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler” ve Zeki Demirkubuz ustanın “Kıskanmak” filmleri, sinemamızın en iyi sinemaskop çekilmiş filmleri. Buna Nuri Bilge Ceylan ustanın “Üç Maymun” filmini de ekleyebiliriz. İnsana sinema adına heyecan ve umut veriyor bu. Bir heyecan verici şey de, “Kıskanmak” filminin yapımcı şirketlerinden biri olan Yerli Film. Bu film şirketi, sinema tarihimizin derinliğinden yeniden diriliyor sanki. Yerli Film, büyük yönetmenlerimizden Atıf Yılmaz’la zamanın ünlü oyuncularından Orhan Günşiray’ın ortak kurdukları bir yapım şirketiydi. 1961’den 1964’e kadar Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Orhan Günşiray’ın başrolde oynadığı altı film çıkmıştı ortaya. Sonra da şirketi bir başkası aldı ve şirketin ömrü 1971’e kadar sürdü. Demirkubuz’un “Kıskanmak” filmiyle bu eski film şirketinin adını hatırlamak insana iyi geliyor.
Zeki Demirkubuz, Muhsin Ertuğrul’a ve Nazım Hikmet’e de bir selâm gönderiyor. Muhsin Ertuğrul’un 1933’te yönettiği “Karım Beni Aldatırsa” filminden görüntüler de sunuyor Demirkubuz. Senaryosunu Nazım Hikmet’in yazdığı “Karım Beni Aldatırsa” filminin başrollerinde Feriha Tevfik, Hazım Körmükçü, Vasfi Rıza Zobu, Muammer Karaca oynamış. “Karım Beni Aldatırsa” sinemada oynarken, perdenin yanında bir genç kadın da müzik çalıyordu “Kıskanmak” filminde. “Karım Beni Aldatırsa” da bir aldatma hikâyesini anlatıyor. Demirkubuz, tıpkı Seniha’nın okuduğu Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı gibi, “Karım Beni Aldatırsa”yla da kendi filmine metafor yapıyor sanki. Demirkubuz, kaybedenlerin sinemadaki anlatıcısı bir yönetmen. Demirkubuz’un filmlerini, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881) gibi büyük usta Fritz Lang’ın da (1890-1976) ruhu kuşatıyor. Lang usta, Alman sinemasının en büyük yönetmenlerinden biriydi ve hep kapitalist sistemde kaybetmiş insanları anlattı. Genelde Lang’ın kara filmlerinde trajediler, öncelikle Amerika döneminde, kadınlar tarafından gelirdi. Erkekler, belki kaderin, belki de sistemin itmesiyle suçların içine düşer ve kazanma şansları hiç olmazdı. Demirkubuz’un ruhunda, Dostoyevski’nin derin dehlizleriyle Lang’ın kaybedenleri buluşuyor bir yerlerde. Demirkubuz’un filmleri, yoğunlukla dışavurumcu bir estetikle yansıyor. Mekânların yansıyışı ve ışık düzenlemeleri, insanın içindekinin dışarı çıkması gibi. Öncelikle “Kıskanmak” filminde bu daha derin. Filmin bir yerinde, Seniha’nın odasındaki kütüphanede Lev Nikolayeviç Tolstoy’un (1828-1910) “Harp ve Sulh” romanı da fark ediliyordu. Belki de finale gönderme yapıyordu bu. Demirkubuz, önceki filmlerinde arka sokaklarda dolaşıyordu hep. Bu filmindeyse zihnin arka sokaklarına dalıyor kamerasıyla. Öncelikle evle bu mekâna düşen ışıklar, Seniha’nın iç dünyasıyla buluşuyordu. Seniha, Ömer Kavur ustanın 1986 yapımı “Anayurt Oteli” filminin Zebercet’i gibi sinemamızın önemli karakterlerinden biri olabilir. Seniha’ya önyargılı bakmamak gerek. O, sevgiyi ve şefkati arıyor olamaz mı? Tüm insanlar gibi. Dostoyevski’nin Raskolnikov’u kötü bir insan mıydı? Yönetmen, filminin fonunda müzik kullanmamış. Müzikler daha çok dışarıdan duyuluyor. “Kıskanmak” romanının yazarı Nahid Sırrı Örik, 22 Mayıs 1895 yılında İstanbul’da doğdu ve 1960 yılında yine İstanbul’da öldü. Örik’in “Kıskanmak” romanı 1946’da yayımlanabildi. Bu roman daha önce 1937 yılında aynı adla Tan Gazetesi’nde tefrika edilmişti. “Kıskanmak”, sinemasal belleğe alınmalı.
(04 Kasım 2009)
Ali Erden
Allah Onu Kavga Etmesi İçin Yaratmış
Şimdilerde 40’larını idrak eden benim gibi orta yaşlı sinema tutkunlarının hayatını kaydırmış Yeşilçam ustalarından biridir Kunt Tulgar… O ve diğer birkaç popüler meslektaşının beyazperdede yıllar yılı sergiledikleri kavga – dövüş sahnelerinin gazına gelerek, sinema salonlarının çıkışında arkadaşlarımızla birbirimize az dalmadık, eve kan revan ve çamur içinde dönüp annelerimizden az fırça yemedik çocukluğumuzda…
1970’ler ve 80’ler boyunca oynadığı aksiyon filmleriyle bizim kuşağımızı karanlık salonlarda maceradan maceraya sürükleyip sonunda iflâh olmaz birer sinema müptelâsına dönüştüren bu pire çevikliğindeki aktörle yıllar sonra ilk kez yüz yüze geldiğim gün resmen gözlerime inanamadım. Çünkü, an itibarıyla 61 yaşında olan Kunt Tulgar, ben ilkokula giderken beyazperdede nasıl görünüyorsa, bugün de tıpatıp aynı görünümdeydi!
*****
Konuyla ilgili bağlantı:
http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/Default.aspx?t=31.10.2009&i=220065
*****
Yeni Şafak’taki habercilik çalışmalarım sırasında ne zaman “sinema yıldızlarıyla söyleşi yapma” yönünde bir proje söz konusu olsa, benim içimden toplumun güncel beğenisini yansıtan aktör ve aktristlerle görüşmek her nedense hiç gelmiyor. Aynı şekilde, son dönemlerde kapı pencere kırdıran genç kuşak yönetmenlerle de… “Yeni” olana yönelik bu tutukluğum ve isteksizliğim, sinema söyleşileri yapma işini de -son beş yıldır sinema sayfamızdaki öncelikli misyonuma dönüşen- “vefâ”nın doğal bir uzantısı olarak gördüğümdendir sanırım… Günümüzün sinemasal zevklerini belirleyen moda eğilimler ve onların popüler temsilcilerinden ziyade, bizim kuşağımızı bugünlere taşıyanların unutulmaya yüz tutmuş emekleri çok daha fazla cezbediyor beni… Tipik bir “yaşlanma belirtisi” olarak, aslında hiç de şaşırtıcı değil bu yöndeki tercihlerim… Ancak, her ne kadar “moda olan”a itibar etmesem de yine de hayırlı bir iş yaptığımı düşünüyorum zaman zaman sinemamızın temellerini atan emektar sanatçıları ziyaret etmekle…
Kaldı ki Yeni Şafak’ta çağdaş sinemacılarla (aynı zamanda sanatın diğer dallarından daha bir sürü yükselen değerle) son derece kaliteli söyleşiler yapan Aysel Yaşa, Ertan Altan, Kübra – Büşra Sönmezışık kardeşler ve Mezin Tanrısever gibi bir dizi usta mülâkatçı var zaten. Bu alanın “yeni”lerini çoklukla onlara bırakıp, “eski tüfekler”e yönelik (her birini ayrı birer vefâ tezahürü olarak gördüğüm) söyleşi ve haberlere yoğunlaşmak benim kuşağımdan bir sinemasever için belki de en doğrusu…
Türk sinema tarihinin gelmiş geçmiş en karizmatik ad-soyadına sahip aktör, senarist, yönetmen ve yapımcısı, sevgili Kunt Tulgar ağabeye yaptığım ziyaret de işte bu tercihimin yeni bir halkasını oluşturmaktaydı. 1948 – İzmit doğumlu sanatçının beyazperdede ilk boy gösterişi, henüz 4 yaşındayken, Orhan Atadeniz’in çektiği “Tarzan İstanbul’da” filmiyle gerçekleşmiş (1952). Ki onu bu büyüleyici dünyaya ilk sokan kişi de dönemin saygın görüntü yönetmenlerinden biri olan rahmetli babası Sabahattin Tulgar olmuş. Türk sinema tarihine derinlemesine meraklı olanların mutlaka izlemiş olduklarını düşündüğüm (ki benim arşivimde de hayli temiz bir kopyası var) o ilginç Tarzan uyarlamasında, anne-babası yerliler tarafından öldürülünce sahipsiz kalan ve ormandaki hayvanlar tarafından büyütülen küçük Tarzan rolünde ilk çıkışını yapıyordu kısa pantolonlu Kunt Tulgar…
Sonrası ise istisnasız her günü sinema sektöründe geçen dolu dolu bir hayat… Uzunca bir süre ses teknisyeni ve set âmiri olarak hizmet verdiği Yeşilçam’da, 1970’lerin başlarından itibaren, fantastik filmlerin çılgın yönetmeni Yılmaz Atadeniz’in kışkırtmalarıyla oyunculuğa yeniden dönüyor Kunt ağabey ve çevik fiziğiyle kısa sürede kavgalı-dövüşlü filmlerin en gözde oyuncularından birine dönüşüyor. Hele ki Atadeniz’in yönetiminde rol aldığı 1973 yapımı süper kahraman serüveni “Yılmayan Şeytan”da bir “Bakırbaş Tekin” rolü var ki “trash cinema” meraklıları için o yapıt bugün bile hâlâ aşılmaz bir zirveyi oluşturmakta. Aynı şekilde, vaktiyle Türk sinemasının ürettiği birbirinden çılgın ve sıra dışı filmler karşısında kafayı yiyen Avrupalı ve Amerikalı sinemaseverlerin de en favori filmleri arasında yer alıyor bu akıllara zarar bilim-kurgusal serüven…
Öte yandan, 1978 yılında Londra’da bir sinemada izlediği, Richard Donner’ın ilk “Superman”ini Türkiye’de yeniden çekmeyi kafasına koyuyor ve döner dönmez de eşinin yardımlarıyla muhteşem bir Süpermen kostümü hazırlıyor. Hiç abartmıyorum, filmi izleyenlerin de bana hak verecekleri üzere orijinalinden farksız kalitede bir kostüm bu… Ve kumaşı da Mahmutpaşa’dan alınıp, tamamen yenge tarafından dikilmiş! Süpermen rolünü ise o sırada askerliğini yapan -yaklaşık iki metre boyundaki- genç bir yakınına veriyor Tulgar. “Çocuğu askerden annesi-babası hasta diye bir haftalığına izinli saydırdık, o bir haftada da ‘Süpermen Dönüyor’u jet hızıyla çekip bitirdik” diyen usta sinemacıyı en çok da Türk Süpermen’in uçma sahneleri zorlamış. O sorunu da yine eşinin küçük bir Barbie bebeğe (daha doğrusu Barbie’nin erkek arkadaşı olan “Ken” bebeklerinden birine) diktiği mini kostüm ve bir saç kurutma makinesiyle çözmüş. Üzerine muhtelif gökyüzü çekimlerinin yansıtıldığı bir aydinger kâğıdının önüne iple bağladıkları bebeğe saç kurutma makinesinden hava vererek minik pelerininin dalgalanmasını sağlamış ve böylelikle de “uçan bir Süpermen görüntüsü” elde etmiş o filmde… Kendi türünde eşsiz bir örnek olan bu yapıtın DVD’si de bir “trash cinema” klâsiği olarak şu anda dünyanın dört bir köşesinde satılıyor.
“Aksiyon adamı” kimliğiyle son büyük gösterilerini 1980’lerde “En Büyük Yumruk”, “Gizli Kuvvet” ve “Beklenmeyen Randevu” ile yaptıktan sonra ağırlıklı olarak kamera arkasında çalışmayı tercih eden Tulgar, 1990’ları da çeşitli televizyon yapımları için üstlendiği yönetmenliklerle geçirdikten sonra, 2000’lerde ise -bana göre çok erken gelen- bir inzivânın keyfini çıkartıyor.
1952’den 2009’a kadar geçen 57 yılda 10 filmde oyunculuk, 7 filmde yönetmenlik, 7 filmde senaristlik, 4 filmde yapımcılık, 20’nin üzerindeki filmde de ses teknisyenliği… Yeşilçam’da çekilen diğer serüven filmlerine kendisine ait Kunt Film şirketi üzerinden verdiği teknik desteklerin sayısını ise artık o bile hatırlamıyor.
61 yaşına karşın en fazla 45’lerinde gösteren bu zımba gibi, mavi gözlü ve keskin bakışlı adamla yaptığım keyifli muhabbetin sonlarında, “Ağabey, Türk sinema tarihinin görüp göreceği en muhteşem kötü adam fizyonomilerinden birine sahipsin. Neden ansızın fren yaptın hiç anlayamıyorum, oysa senden daha kaç tane soğukkanlı cani karakteri çıkardı” dediğimde, “Ali Muratçığım, gördüğün gibi, ben eski bir özel efekt uzmanı olarak kendi hayatımda da zamanı durdurmayı başardım” deyip, şu davetkâr sözlerle noktalıyor sohbeti:
“Getir koy önüme huyuma suyuma ve görünümüme uygun bir senaryo; para pul önemli değil, hemen oynayayım. Yeter ki içinde bolca kavga-dövüş olsun. Kavga olmazsa asla yaşayamam ben!”
* * *
Uzmanından, ısmarlama ‘dayak’ faslı
Aksiyon filmleri ve bu filmlerin ayrılmaz bir parçası olan kavga-dövüş sahneleri Kunt Tulgar’la sohbetimizin içinde o kadar sıklıkla geçen bir konu başlığına dönüşüyor ki, ben de bir ara iyice havaya girip dayanamayarak “Kunt usta be” diyorum, “Objektifimize küçük bir gösteri yapsana, her ne kadar ben bir Süheyl Eğriboz ya da İhsan Gedik değilsem de karşında bir kaç yumrukluk idare edebilirim sanırım!”
Bunun üzerine Türk sinemasının hiç yaşlanmayan emektarı Tulgar bana Yeşilçam’ın ünlü kavgacılarının kamera önündeki çalışma yöntemlerine ilişkin birkaç tüyo veriyor ve bulduğumuz en yakın çayırlıkta bir dövüş mizanseni oluşturup yukarıdaki hatıra karelerini çektiriyoruz.
Çektiğimiz fotoğrafları makinenin ekranından kontrol ederken, deneyimli aktöre “Nasıldım ağabey, stilize bir biçimde dayak yiyebiliyor muyum?” diye sorduğumda ise “Eh işte, yok zamanda idare edersin, ancak kamera önünde ustalıkla dayak yemek gerçek bir sanattır” diyor ve ekliyor “Senin herşeyden önce şu yavaş yavaş salmaya başladığın göbeğini yeniden bir toparlaman lâzım. Bak benim fiziğime, hiç yaşımı gösteriyor muyum? Şu anda uygun bir senaryo gelsin, 35-40 yaşında karakterleri bile rahatlıkla canlandırırım. Mesleğine âşık bir aksiyon yıldızı, kendine bakmasını da bilmeli…”
* * *
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın ‘özel efektler’ini (!) de o yapmıştı
Kunt Tulgar, sahip olduğu eşsiz pratik zekâ sayesinde, 1970’ler ve 80’lerin gariban Yeşilçam’ında, o günkü standartlara göre “özel efekt” olarak kabûl edilebilecek kimi ucuz yollu film hilelerinin de en aranılan teknisyeni konumuna erişmişti. Ki sonradan uluslararası düzeyde bir şöhret kazanacak olan efsanevî “Dünyayı Kurtaran Adam”ın izleyenlere saç-baş yolduran özel efektleri de Tulgar’ın pratik zekâsının en unutulmaz örnekleri arasında yer alıyor. Bu muhteşem hikâyeyi yine ondan dinleyelim:
“Süpermen Dönüyor’u çekeli henüz iki-üç yıl olmuştu ve o filmde çok ucuza mâlolan hilelerle Süpermen’i İstanbul semalarında uçurmayı başardığım için Yeşilçam’da bayağı bir forsum oluşmuştu. Bir gün Cüneyt Arkın ve Çetin İnanç büroma geldiler. Cüneyt, ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ adlı hareketli bir senaryo yazmıştı ve Çetin’in yönetmenliğinde bunu çekmek istiyorlardı. Fakat, senaryodaki uzay gemisi sahnelerinin altından nasıl kalkacaklarını her ikisi de bilemiyordu. Çetin bana, ‘Sen Süpermen’de hiç fena sayılmayacak bir sonuç elde etmiştin. Cüneyt ve Aytekin’i de (Akkaya) bir uzay gemisi kokpitinin içinde bir kaç dakika uçurabilir misin?’ diye sordu. ‘Ayıp ediyorsunuz sevgili kardeşlerim’ dedim ve onlara çekim için bir kaç gün sonrasına randevu verdim.
Önce, bizim şirketteki platoya aydınger kağıdından yapılma bir yarı saydam perde astırıp, arkasına 35 mm bir film gösterim makinesi koydum. Sonra, George Lucas’ın ilk ‘Yıldız Savaşları’ filminin Türkiye dağıtımını yapan şirkete gidip filmin bir kopyasını ödünç aldım. Onu montaj masasında baştan aşağıya izleyip bütün uzay savaşı sahnelerini makasla keserek ucuca yapıştırdım ve oluşturduğum kolajı aydinger perdenin arkasında duran sinema makinesine taktım. Böylece, filmi oynattığımda perdede bol bol uzay görüntüleri ve patlamaları beliriyordu. Son aşamada ise sanayi sitesindeki kaynakçı arkadaşıma Cüneyt ve Aytekin’in içine oturacakları metâlden bir kabin yaptırdım ve bunu da perdenin ön tarafına koydum. Tam karşına diktiğimiz bir kamera ise hem kokpiti, hem de arkadaki perdeyi ve orada oynayan görüntüleri kaydediyordu. Ancak, an itibarıyla doğru düzgün bir motorsiklet kaskı bulamadım ve çekimin yapılacağı günün sabahı Cüneyt’e, “Stüdyoya havalı bir kask bulup öyle gelin” diye haber gönderdim.
Bir kaç saat sonra Cüneyt, Aytekin ve Çetin geldiler. Ellerinde bir adet kask vardı. İkisinin de kafasına küçük gelen, düdük gibi bir şey. ‘Nereden buldunuz Allah aşkına bu sefil kaskı’ dedim, stüdyonun hemen önünde motorsikletli bir genci durdurup ‘Birazdan yukarıda film çekeceğiz. Bunu bize ödünç ver, akşama gelir alırsın’ diyerek çocuktan kavga dövüş almışlar kaskı. Sonuçta, onunla çektik filmin dillere destan uzay savaşı görüntülerini…
Kamera basit bir ağaç tripota bağlıydı. Onu çekim sırasında yatay eksende eğme şansım olmadığı için Aytekin de Cüneyt de ‘İnişe geçiyorum’ derken, mecburen kendileri öne doğru eğiliyorlardı.
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın yalnızca uzaylı bölümünü değil, diğer bütün maket ve efektlerini de ben hazırladım. Aynı zamanda, evdeki plâk arşivimden yararlanarak, o dönemin en gösterişli filmlerinin müzikleriyle bezemek suretiyle ses kayıtlarını yine ben gerçekleştirdim. Çekimlerinden 27 yıl sonra bugün, sözünü ettiğim görüntüler artık dünya çapında popüler olmuş durumda. Piyasanın ölü bir zamanında sektöre birazcık hareket getirsin diye çektiğimiz inanılmaz düşük bütçeli bir filmin gün gelip bu kadar tantana kopartacağını bilseydim, çekerken biraz daha ince çalışırdım. Fakat, eğer ki ben aşırı titizlik sergileseydim, ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ böylesine popüler olur muydu o da ayrı bir tartışma konusu. Çünkü onun bütün güzelliği döküntülüğünde. Biliyorsunuz, 2006’da çok ciddi bir masraf yaparak ikincisini çektiler, fakat aynı tadı vermedi.”
*****
Yeni başlayanlar için “trash cinema” sözlüğü
“TRASH CINEMA”: Çok düşük bütçeler ve tanınmamış (bazen de düpedüz amatör) oyuncularla çekilen; özel efektleri tam bir zavallılık gösterisi olan; senaryosu, kamera kullanımı, ışık düzeni, kurgusu, müzikleri ve genel yönetimiyle hissedilir bir özensizlik içeren; gösterime girdiği dönemlerde sinemaseverler ve eleştirmenlerden hiç saygı görmeyip kısa sürede unutulup gitmiş, ancak zaman içinde tekrar hatırlanarak daha farklı bir sosyolojik-estetik bakış açısıyla ele alındığında giderek değer kazanmaya başlamış “ezik” filmler… Tam çevirisiyle “Çöplük Sineması”…
Bu türün yeryüzündeki en büyük ustalarından biri Türkiye sineması olup, ülkemizdeki en unutulmaz örneklerini de Yılmaz Atadeniz, Kunt Tulgar, Çetin İnanç ve İrfan Atasoy gibi yönetmenler eliyle vermiştir. Meksika, Hindistan, Endonezya ve İtalya ise diğer önemli ustalar arasında sayılabilir.
B-MOVIE: Yoğun olarak “trash cinema” özellikleri taşıması nedeniyle sinema salonlarında yaygın gösterime çıkmak yerine (eskiden video kaset, şimdilerde ise) doğrudan DVD piyasasını hedefleyerek çekilmiş olan düşük bütçeli film türü… Bunların büyük bölümü beyazperdede hiç bir zaman gösterim şansı bulamazken, görece eli yüzü düzgün olarak kabûl edilen bazıları da Amerikan sinema işletmeciliği sisteminde, yazlık ya da arabalı sinemalarda seyirciyi çekmesi beklenen esas filmin önüne garnitür olarak eklenip gösterilirdi. Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez’in birlikte çektikleri 2007 yapımı “Grindhouse”, bütünüyle bu filmlere adanmış bir saygı gösterisidir.
Kunt Tulgar – Ali Murat Güven Fotoğrafları: M. Yasir Düzcan
(01 Kasım 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü