“Ölümcül İçgüdü”, Avrupa’nın en acımasız gangsterinin öyküsü aracılığıyla insan denilen varlığın şiddet yüklü kaotik özelliklerini inceleme fırsatı sunuyor: Sürükleyici stili içinde oyuncuların hepsi başarılı olsa da, içlerinden biri, Jacques Mesrine rolündeki Vincent Cassel sivriliyor.
“Oxford Cinayetleri”, gerçeğin kesin matematiksel doğrulardan değil, karmaşıklık, belirsizlik, muğlâklık, tesadüfler, şüphelerden geçerek oluştuğunu, cinayetlerinin arkasından semboller bırakan seri katili bulmaya çalışan profesör ve hayranı öğrenci aracılığıyla, izleyenin katılımını azami düzeye çıkartarak kanıtlamaya çalışıyor. Kesinlikle zor, zor olduğu ölçüde de seyri zevkli, dvd koleksiyonlarında da yer alması gerekli bir uyarlama.
“Kasabanın Yenisi”, sımsıcak bir kentten soğuk bir kasabaya düşen inatçı / kendini beğenmiş bir iş insanı da olsanız, birbirlerini farklılıklarıyla seven insanlar ve tabii bir de aşk karşısında eriyivereceğinizi söylüyor: Tam bir aile güldürüsü!
“Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi”ni izlemeniz için iki neden, tragedya ile flört eden eski çağlara ait hikâyesinin etkileyiciliği ve mimaride – giysilerde – yaratık tasarımlarında, bilinenin oldukça dışına çıkmış olması… Bir de, iki tür arasındaki kıran kırana savaş sahneleri var ki, karmaşık teknikler içermesi açısından ilgiye değer.
“Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi”nin yapım tasarımcısı Dan Hennah’ın görüşlerinden: “Film Gotik öncesi dönemde geçiyor. Ağırlıklı olarak Gürcistan mimarisi, Rusya sınırındaki taş mimari ve Bizans-Türk mimarisi etkileri hâkimdi… Büyük ölçüde bir yeraltı ortamı söz konusu… Bunun altında yatan düşünce vampirlerin kayalara oyulmuş eski bir kale ya da manastırı ele geçirip kendi kullanımlara uygun hâle getirdiğiydi…”
“Hayat Var”da bir kız… 14 yaşında. İstanbullu. Sevgi yoksunu, toplumca kabul gören tipte bir aile yoksunu, arkadaş yoksunu. Çevresindeki dünya, ‘erkek’, hoyrat, karanlık, gürültücü, kirli… Hem de her anlamda çok kirli. O cinselliğin karmaşık, kolay anlaşılmaz
evrenine adım atar. O, her şeye rağmen hayatı keşfetmeye çalışır. Bir dere kenarında yaşar ama orası deryaya açılır. Orası, umudunun kanatlanarak rüzgârlara kavuşacağı denizdir. İstanbul’dur.
Bu film sinemamızda iki ilki sunmaktadır: Dünyanın büyük deniz kentlerinden birine gerçekten de sudan, muhteşem boğazdan yaklaşır ve resmeder. Ve de tabulara sahip bir ulusal sinemada, ergenlik çağının fiziksel-ruhsal değişimlerini yaşayan bir kızı, Hayat’ı, aç bakışların ortasında isyanını gizlemeyen bir İstanbul kızını adamakıllı tanıtır.
Reha Erdem yetkin bir sinemacıdır. Sineması zevk verir. Öyküsünü, tam da sinemaya yakışır biçimde, minimum söz kullanarak, görüntülerle ve ‘geniş ekran’da (2.35:1 görüntü oranında) anlatmıştır. İzlememek kayıptır.
(25 Mart 2009)
Ali Ulvi Uyanık
[email protected]