Efsanevi filmlerin yapımcısı “Agostino” Dino De Laurentiis Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratlarının kendisine karşı çıkardığı engelleri aşabilseydi bugün İstanbul’un fethini konu alan spektaküler bir sinema filmine sahip olacaktı dünya sinema tarihi. Laurentiis yapımı, Finlandiyalı Mika Waltari’nin (“Bizanslı Aşıklar”ın yazarı) İstanbul’un Fethi ve Bizans’ın Son günlerini konu alan “Kara Melek” adlı romanının sinema uyarlamasını Türkiye Cumhuriyeti’nin sığ kafalı idarecileri engellemiş olmakla herhalde büyük gurur duyuyorlardır. Turgut Özal’ın da söylediği gibi “Benim memurum işini bilir.”
Laurentiis’in yapımlarının kısa bir listesine göz atarak bile kaybımızın ne kadar büyük olduğunu anlayabiliriz. Yapımcı, Federico Fellini (“Cabiria’nın Geceleri”, “La Strada”), Roger Vadim (“Barbarella”), David Lynch (“Dune”), Sergei Bondarchuk (“Waterloo”), Sidney Lumet (“Serpico”), King Vidor (“War and Peace”), Milos Forman (“Ragtime”), Sydney Pollack (“Akbabanın Üç Günü”), John Huston (“The Bible”) ve Ingmar Bergman gibi “Creme Da Le Creme” yönetmenlerle çalışmıştır. Pek çok ölümsüz filmi sinema tarihine ve sinefillere armağan etmiştir. İstanbul’un Fethi üzerine “Kara Melek”i yapabilseydi en çok bizleri onurlandıracaktı. Ama biz ne yaptık? Laurentiis’e “Sakın ha! İstemezük” dedik. Yuh bize…
Yıllar yılı yerli yabancı birçok Atatürk filmi projesini gerçekleştirmek/çekmek isteyenleri de devlet memurlarımız adeta canlarından bezdirmiştir.
Türkiye’de Atatürk üzerine film yapmanın zorlukları ve neredeyse imkânsızlığı düşünüldüğünde “Mustafa”yı bizlere sunan Can Dündar’ı yılmadığı için ve çabası için bile peşinen kutlamak gerekiyor.
Can Dündar’ın “Mustafa”sının bence en önemli özelliği mitleri yıkan bir film olması. Atatürk’ü ulular ulusu, yüceler yücesi bir karakter olarak göstermemek bir kabahat değil meziyet… Atatürk, belki biraz fazla “Acıların Adamı” olarak gösterilmiş “Mustafa”da… Ben filmi izlerken en çok şunu düşündüm: Hatasız, kusursuz bir insan olamaz. Hiçbir insan tamamen kusurlardan arınmış değildir. Her insanın çeşitli zaafları vardır. Liderler, önderler, öncüler, devlet kurucuları, fatihler, dahiler, baş komutanlar, Cumhurbaşkanları, o dönemde 18 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının, bugün 75 milyon insanımızın manevi babası da buna dahildir.
“Mustafa” filminin bir-iki istisna sahne hariç genelde aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. “Mustafa”da Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu’nun güçsüz düşmesine ve çöküşüne koyduğu teşhis çok çarpıcıdır. Mustafa Kemal, 19. Yüzyıl sonundaki ve 20. Yüzyıl başındaki Osmanlı Ordusu’nun kaz sürüsüyle bile başa çıkmaktan aciz olduğunu düşünerek ve ifade ederek kendi kurduğu devletin ordusunda bu zaafiyeti gidermenin yollarını arayıp bulacaktır.
“Mustafa”daki bazı ifadelere ise hiçbir şekilde katılmak mümkün değildir. Bunlar nelerdir?
Laikliği bizlere kazandırmasının nedeni çocukluğunda Kaymak Hafız’dan yediği dayağın rövanşı ya da intikamıdır diyebilmek insafsızlıktır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma yolculuğuna kendisini Yıldız Sarayı’ndaki görüşmelerinde Son Padişah’ın yolladığının ima edilmesi -bu iddia başka kaynaklarda da yer alsa- bir haksızlıktır.
Zaman zaman gölgesinden bile korktuğunun iddia edilmesi (bakınız: o günün 30 bin nüfuslu Ankara’sında Ziraat Okulu’nda kalırken/ikâmet ederken sığır sürüsünün kaldırdığı tozdan bile aşırı endişe duyduğu, korkuya kapıldığı iddiası) bu kadar büyük çaplı işler, yüksek profilli işler başarmış bir insana yapıştırılamayacak bir dedikodudan ibarettir. Bu dedikodular tamamen inandırıcılıktan yoksundur.
Kabûl etmek gerekir ki Atatürk üzerine O’ndan hazzetmeyenler tarafından çok sayıda güvenilemeyecek karalamalar yazılmıştır. Bunlara itibar edilemez. Ayinesi iştir kişinin lâfa bakmayınız.
Keşke Can Dündar gerçek Atatürk’ü ararken, O’na ulaşmaya çalışırken, O’nu anlamaya ve O’nu anlatmaya çalışırken Atatürk’ü eserlerinde ve icraatlarında daha fazla aramayı deneyebilseydi.
Can Dündar’dan sonra Atatürk üzerine film projeleri geliştirmeye çalışacaklar en azından bunu yapmalılar.
Atatürk üzerine yazılan ve henüz filmleştirilemeyen Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosundan kısa bir bölümle yazımızı noktalayalım:
37- MUAMMER BEY KÖŞKÜ (İç-Gece)
(Mumlar yanan bir masada Güllü Hanım hizmet etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım yalnız yemek yemektedirler. Güllü Hanım çıkınca Latife damdan düşer gibi sorar.)
LATİFE: Paşam siz hiç sevdiniz mi?
(M. Kemal bir an duraklar, sonra gülümser. Şakacı bir ifadeyle konuşur.)
M. KEMAL: Çook… Merak mı ettiniz? Hangi birini anlatayım?
LATİFE: Meselâ ilk aşkınız nasıl bir kadındı? Şimdi ne yapıyor?
(M. Kemal sigarasından bir nefes çeker, düşünür.)
M. KEMAL: İlk aşkım! Evet… 15-16 yaşında idim. Selânik’te askeri rüştiyeye gidiyordum. Merkez komutanı Şevki Paşa komşumuzdu. Bir kızı vardı. Ona matematik öğretiyordum. Herhalde ilk sevdiğim o kızdı.
(Latife meraklanmıştı.)
LATİFE: Nasıl bir hanımdı? Güzel miydi?
M. KEMAL: O zaman dünyada ondan daha güzel bir kız olabileceğini düşünemiyordum. Açıkça bir şey de konuşmadık aramızda. Ama birbirimizi sevdiğimizi biliyorduk.
LATİFE: Sonra ne oldu o kıza?
M. KEMAL: Sonra… Rüştiye bitince, İdadi okumaya Manastır’a gittim. Arkasından İstanbul’da Kurmay okuluna… Birbirimizi göremiyorduk, ama onu unutmamıştım. Bir gün bir kaza geçirdiğini, hastanede yattığını öğrendim. Hemen Selânik’e koştum.
(Latife merak içinde dinlemektedir.)
M. KEMAL: Gördüğüm manzara korkunçtu. O güzel yüzü kazada çarpılıp paramparça olmuş, tanınmayacak hale gelmişti. Bana bakamıyor, yüzünü benden saklamaya çalışıyordu.
(Latife dehşete düşmüştür. İhtiyari olarak elleriyle kendi yüzünü kapatır.)
LATİFE: Aman Allahım!…
M. KEMAL: Başucunda oturdum… Ellerini avuçlarıma aldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Ona evlenme teklif ettim.
LATİFE: Yaa! Sonra?
M. KEMAL: Sonrası yok… O kazadan kurtulamadı… Öldü…
(Latife bir an şaşkın bakar. Sonra kendine hakim olamaz, ağlamaya başlar.)
M. KEMAL: Ooo… Ağlamak yok çocuk. Gecenin güzelliğine gölge düşürmeyelim.
(Latife kendini toparlamaya çalışır.)
LATİFE: Beni affedin Paşam. Hislerime hakim olamadım. Yani, nasıl anlatsam, ben size tutuldum… Sizden ayrı yaşamanın benim için artık mümkün olmadığını biliyorum. N’olur beni buralarda bırakmayın. Yanınızda Ankara’ya götürün. Bana bir iş verin, ne olsa yaparım… Yeter ki size yakın olayım…
(12 Kasım 2008)
Hakan Sonok