Etiket arşivi: The Brutalist

Tepetaklak Özgürlük Hayalleri

‘The Brutalist’ Nazi zulmünden kurtulmayı başarmış Macar Yahudisi mimar László Tóth’un (Adrien Brody) Amerika serüveniyle açılıyor. Tóth (Adrien Brody) hayatını yeniden inşa etmek için yabancı bir ülkeye kapağı atma şansını elde etmiştir, ancak hayalini kurduğu ‘Amerikan Rüyası’na dahil olmak o denli kolay olacak mıdır. Oyunculuktan gelme yönetmen Brady Corbet, Tóth’un Yeni Dünya’nın simgesi ‘Özgürlük Anıtı’nı tepetaklak bir açıdan gördüğü ilk sahne vasıtasıyla bunun olanaksızlığını baştan haberliyor.

Vizyoner mimar Ellis adasındaki kontrollerin ardından Pennsylvania’ya yerleşmiş kuzeninin yanına sığınıyor. Soyadını Miller olarak değiştirmiş kuzen Attila Molnár’ın (Alessandro Nivola) mütevazı mobilya mağazasının deposuna yerleşen genç adam, evin beyaz Amerikalı hanımı Audrey’nin (Emma Laird) ırkçı müdahalesi ile çok geçmeden kendini yeniden sokakta bulacaktır. Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) için tasarladığı kütüphane bölgenin ileri gelen zengininin büyük ilgisine mazhar olduğunda makus talihi değişecek gibi olur. Zengin oligarkın çevresinin desteğiyle Sovyet mülteci kampına sığınmış karısı Erzsébet (Felicity Jones) ve yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) Amerika’ya getirten László, patronunun merhum annesi anısına devasa bir enstitünün tasarım işini alır. Lakin bütün bunlar, göçmenlerin horlandığı, ırkçılığın ayyuka çıktığı dönem Amerika’sında Tóth ailesinin huzura kavuşmasının önüne set çekecektir.

Adını savaş sonrası döneme damgasını vurmuş olan ‘Brütalizm’ akımından alan yapım, araya serpiştirilmiş belgesel bölümlerin de etkisiyle gerçek bir yaşam öyküsü gibi sunulmuş olsa da vizyoner sanatçının hikâyesi, savaş sonrası yıllara damgasını vurmuş, ‘Le Corbusier, William Pereira, Moshe Safdie, Denys Lasdun, Alison & Peter Smithson ve özellikle Marcel Breuer gibi yaratıcılardan esinle, dekoratif tasarımdan ziyade yapısal unsurları vurgulayan mimari tarzın izini sürüyor. Corbet, sade ve anıtsal Brütalist yapıların göçmen deneyimini yansıttığını, kapsam ve ölçek olarak bu binaları, var olma savaşı veren tasarımcıların dışavurumu olarak gördüğünü ifade ediyor. Yönetmen filmdeki enstitünün inşasını da Tóth’un geçmişine dair travmaları ile hesaplaşmasının sembolü olarak kurgulamış.

Lol Crawley’nin usta işi görüntüleri, Daniel Blumberg’in 30 yıllık serüveni dönemin popüler müzik parçaları ile yoğurduğu müzik çalışması eşliğinde, ‘The Brutalist’in sağlam çıkış noktasından sembolik bir serüvene yol alışı baştan peşin bir heyecan uyandırıyor. Ama film yolda tökezliyor. Hikâyenin şekillendiği ilk bir saatlik bölüm, mağdur mimarın Holokost cehenneminden yeni bir geleceğe kaçışı, Tóth’un vaadler ülkesinde başına gelenler, kendisi gibi ırkçılıkla boğuşan siyahi dostu Gordon (Isaach de Bankolé) ile dayanışması Brody’nin sağlam oyunculuğu ile ustaca verilmiş. Buna karşılık ilerleyen bölümlerde filmin yoğun bir melodrama kaydığını, 3,5 saati aşan süresiyle 4 bölümlük mini dizi standardına düştüğünü görüyoruz. Vahşi kapitalizmin temsilcisi Van Buren karakteri (ve de veliahtı Harry Lee) Guy Pearce ve Joe Alwyn gibi iyi oyunculara rağmen yüzeysel kötü adam çizgileri içinde kalmış. Bu da on yıllara yayılan hikâyesinde Tóth’un hem kurtarıcısı hem de işkencecisi haline gelen Van Buren karakteri aracılığı ile patronaj sisteminin bir sanatçı ve onun vizyonu üzerindeki huzursuz ve yıkıcı etkileri üzerine yeterince derinleşmemizi engelliyor.

(02 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Göçmenlikle Birlikte Irkçılık Hâlâ En Büyük Sorun: The Brutalist

Bugün, dünyanın dört bir yanında insanlar birçok nedenle evini, işini, aşını, eşini bırakıp bir yerden bir yere göçüyor. Bu göçlerin siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik nedenlerinin yanında kendini bulma da söz konusu kuşkusuz.

İkinci Dünya Savaşında soykırıma uğrayan, toplama kamplarından güçlükle kurtulan Yahudi mimar László Tóth (Adrien Brody), anıtsal yapılarıyla tanınıyor. Eşi Erzsébet (Felicity Jones) ile yeğeni geride kalmıştır ama László, kuzeninin yanına, Pensilvanya’ya varmıştır. Varsıl ve siyasal olarak da yetkin sanayici Harrison Lee Van Buren’in (Guy Pearce) annesi onuruna yaptıracağı toplum merkezini tasarlayacaktır. Başlangıçta her şey istenilen gibidir, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi (tabii, 1950’ler, savaş sonrası ve kapitalistler yüzlerini yeni yine çıkarıyorlar, bizdeyse hâlâ aynı), gün geçtikçe işler sarpa sarar.

László ilk darbeyi yeğeninden, daha doğrusu yeğeninin kasından yer. O da her ne kadar saklasa da ırkçıdır ve dini ayrılıkların belirleyici olduğunu düşünmektedir. Kocasını kendisi gibi Katolik yapmıştır, ama László, dinine bağlıdır. Kovabilmenin en kolay yolu taciz iddiasıdır ve kocası ikna olmuştur. İkinci darbe; László ilk gün tanıştığı siyahi arkadaşıyla birbirlerini kollamaya varan bir dostluk geliştirmiştir, ama ırkçılık kolayca aşılabilecek bir sorun değildir. Üçüncüsü ise sanayici Van Buren’in yaptıklarıdır.

Erzsébet, László’ya inansa ve güvense de, toplama kamplarındaki insanlık dışı ortam ve uygulamalar nedeniyle yürüyemediği için hiçbir şeyi belirleyememenin haklı sıkıntısı içerisindedir. Bir gün, kocasının uykusundaki sayıklamalarla Harrison Lee Van Buren ile aralarındaki gerilimin nedenini öğrenir. Bastırılmış duyguların günümüzde de ne denli yıkıcı olabileceğini gösteriyor film.

Mimaride Brutalizm, sade ve anıtsal bir tarz olmakla birlikte önemli, birçok gizemi, duyguyu yansıtıyor. László, bunu bilerek sürdürüyor. İnancına ters gelse de Katolik bir şapel bile tasarlıyor. İçinde giderek büyüyen gerilim -film boyunca birbiri ardına gelen aksiliklerin de etkisiyle- işine ve eşine zarar verecek boyuta ulaşıyor.

Yönetmen, Brady Corbet, kendisinin finanse ettiği, buna bağlı olarak da benzeri yapımlardan çok daha zor ve ucuza mal ettiği The Brutalist’i epey uzun tutmuş: tam 3,5 saat. Öncesi ve sonrası diye ayırabileceğimiz iki kısım (film, arasını kendisi veriyor) halindeki film görselliğiyle de can alıcı. Müziği ve özellikle oyuncuların başarısı es geçilemez. László’yu canlandıran Adrien Brody, Macar aksanıyla konuşuyor ve gerçekten etkileyici.

“Me too” dayanışmasını ve arşa yükselen hareketini anımsıyor musunuz? Yaşanmışlıklar ne kadar çok yalansız (yasaksız ve sansürsüz) anlatılırsa yaşam o kadar iyi olacak.

31 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(29 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]