Etiket arşivi: Mutfak

Gökyüzü Çok mu Uzak

74. Berlin Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Mutfak / La Cocina’ çağdaş sinemanın önemli yeteneklerinden Alonso Ruizpalacios imzasını taşıyor. Fransız Yeni Dalgası tadındaki siyah/beyaz ilk uzun metrajı ‘Güeros’ (2014) ile radarımıza girmiş olan Meksikalı yönetmenin, İngiliz asıllı yazar Arnold Wesker’in 1957’de yayımlanmış aynı adlı oyunundan yola çıkan dördüncü uzun metrajı, dünyanın ve de vahşi kapitalizmin kalbi New York’u mesken almasına karşın filme adını veren mutfakta çalışanlar ağırlıklı olarak kıtanın güneyinden göç etmiş yoksul işçilerden oluşuyor.

Bilinen ışıltısının gerisinde siyah-beyaz Times meydanında lokal bir et lokantasını arayan Meksikalı Estela’nın (Anna Díaz) görüntüsü ile açılıyor film. Genç göçmen kız, köylüsü Pedro’nun (Raúl Briones) çalıştığı yerde bir iş kapma peşindedir. Güney Amerika’nın yoksul beldelerinden türlü umutlarla göç etmiş Dominikli, Kolombiyalı, Meksikalıların, Afrikalı ya da Doğu Avrupalı göçmenlerin yanı sıra alt sınıftan Amerikalıların da çalıştığı fast food servisi veren mutfakta, hiperaktif Pedro ana karakter olarak filme ağırlığını koyuyor daha sonra. Sarı saçlarının yüzündeki

hüznünü gizleyemediği Julia (Rooney Mara) hamiledir ondan. Pedro kürtaj parasını denkleştirmiş olmasına rağmen genç kadının bebeği aldırmaması konusunda ısrarlıdır. Onu ve bebeği alıp götüreceği orman içindeki bakir ‘Siyah İnci’ köyünde kimseye eyvallahlarının olmayacağı bir gelecek hayalinin düşüyle. Ancak bir fabrikanın montaj hattı gibi işleyen klostrofobik mutfak düzeninde böylesine hayallere yer kalmış mıdır. Restoran kasasından 800 dolarlık bir meblağın çalınmış olduğu söylentisi ile birlikte mekânda işler iyice karışacaktır.

Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı ‘the Rainforest Café’ deneyiminden süzülenleri Wesker’in tek mekânda geçen ünlü oyununa döşeyen Meksikalı sinemacının mutfağı, çağdaş kapitalizmin mikrozmosu misali tıkır tıkır işliyor. Duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde

aktaran Ruizpalacios, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can vermiş. Umut etmeyi inatla sürdürür onlar, ama molalarda hava almaya çıktıkları çöp arabaları ile dolu Manhattan’ın arka sokağında gökyüzü bile uzaktır onlara. Çok güzel bir planda, kaygısızca uçuşan kuşların özgürlüğüne olan açlıklarını duyumsarız.

Mütevazı restoranın yabancı kökenli patronu kendinden sonra gelenlerin sırtından para kazanırken onları küçük vaatler ile daha verimli çalıştırma derdindedir. Böylece, kapitalizmin sömüren özünü irdelerken, onun topluma dayattığı kalitesiz beslenme düzenine de tanıklık ederiz. Çalışanlar bir montaj hattında sürekli üretmelidir, kalite değil miktar önemlidir. Bu süreçte emekçinin değeri olmadığı gibi, üretilenin de fazlaca bir değeri yoktur.

Filmin, çevreci hareketin öncüsü sayılan Henry David Thoreau’nun dizeleri ile açılması rastlantı değil. ‘Sivil İtaatsizlik’ adlı eseri ile Mahatma Gandhi, Martin Luther King ve Nazi karşıtı direnişe ilham vermiş olan, basitliğin ve otantikliğin önemini vurgulamış, çağdaş teknolojinin insani değerleri örselendirmesinden hep endişe duymuş, ‘lokomotif sesleri rüyalarımızı bölüyor’ demiş olan 19. yüzyıl yazar ve filozofu, Meksikalı sinemacının söylemine tercüman olmuş. Tam da bu nedenle ünlü Times meydanı rengarenk şaşaası içinde değil, evsizlerin düş kırıklıkları ile yansıyor perdeye. Mutfak çalışanlarının kapalı bir ortamda ölümü bekleyen ıstakozlara benzeten Ruizpalacios, çağdaş trajedisini görselleştirirken, siyah-beyaz tercihinin ötesinde klostrofobik mutfak ortamında kare format kullanmış. Öykünün mekân dışına taştığı kimi bölümlerde ise genişleyen format ile bir nebze olsun nefes alma fırsatı buluyoruz.

(04 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Zamanın Köşeleri Yoktur… Mutfak

Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunu The Kitchen’dan 1961 yılında filme uyarlanan, şimdi de New York’ta, dünyanın merkezi denilen Times Meydanındaki bir lokantayı göçmenlikle buluşturarak anlatan Mutfak (La Cocina), aradan geçen onca yıla ve farklı ülkelere rağmen hiçbir şeyin değişmediğinin, aslına bakarsanız da yaşamın özeti. Alonso Ruizpalacios’un senaryosunu yazıp yönettiği film, alttakiler ve üsttekiler öyküsü aynı zamanda.

Göç, sadece bizim değil bütün dünyanın en önemli olgusu; insanlar sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel, kuraklık, savaş ve daha birçok nedenle bir yerden bir yere göçüyor. Buradaki insan oraya, oradaki bir başka yere, farklı bir yerdeki buraya, müthiş bir hareketlilik var. Bu insanlar yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Birileri onlara iş veriyor; tabi onların rahat ve huzurlu yaşaması için değil, daha çok sömürmek için.

Amerika’ya (Türklerin göçtüğü yansımıştı belgelere ama) en çok Meksikalılar göçüyor; hem yakın olması, hem de geçmişten gelenler nedeniyle… yasa dışı göçmenler en çok da kapalı alanlarda, kimseyle karşılaşmayacakları işlerde çalışıyorlar, mesela mutfakta. Dünyanın merkezinde de olsa, en albenili bir lokantada müşteriler yemek yerken mutfakta farklı bir yaşam var.

Estela (Anna Diaz) da onlardan biri ve hiç tanımadığı köylüsü Pedro’yu (Raúl Briones) buluyor. Pedro, doğal olarak kaçak çalışan, ama eline tez olduğu için şef tarafından tutulan bir aşçı ve beyaz bir garsona âşık. Pedro’dan hamile kalan garson Julia (Rooney Mara) kürtaj yaptırarak bir yükten kurtulmak, Pedro ise doğurmasını isteyerek anne babasına “gücünü” ispat etmek istemektedir.

Hayat dışarıda nasılsa…

Dünyanın dört bir köşesinden çıkıp yaşam kurmaya gelmiş insanların buluştuğu mutfak, bir birleşmiş milletler örgütü de aynı zamanda. Herkesin kendince derdi, sıkıntısı var, herkesin bir umudu, bir heyecanı, hayali var, gerçekleşebilmesi mümkün olmayacak olsa da… Müşterilerin siparişleri, yetişen yetişemeyen yemekler, karışan içecekler, beğenilen / beğenilmeyip iade edilenler… inanılmaz bir koşuşturmaca var mutfakta. Bulunmayan tek şey sanırım temizlik. Pedro sevgilisine hazırladığı yemek dışında neredeyse hiç elini yıkamıyor. Zaten o hızlılığı içinde

kimsenin derdi değil temizlik veya hijyen; müşteriler memnun yediklerinden. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de kolayca anlaşıyor mutfak çalışanları; küfürle, erotik şakalarla, arada laf sokmalarla… Hepsi kendince yaşıyor, kimseye yardımcı olmak dertleri değil Max (Spenser Granese) dışında. Patron Raşit (Oded Fehr), kaybolan 800 küsur Dolar peşinde, çalışanları oturma izni alacağı umuduyla kandırıyor. Şef (Lee Sellars) ise işler yürüsün de kim ne derse desinci… Aşçılar, yamaklar, garsonlar, müşteriler ve hızla akan zamanla koşuşturuyor sadece.

Herkesin dünyası kendine…

Times Meydanı pırıl pırıl, kalabalık, hareketli ama onun altında bir yaşam savaşı veriliyor. Alttakiler – üsttekiler farklı dünyalarda, farklı beklentiler içinde… Siyah beyaz (arada renk var, Steven Spielber’in Schindler’in Listesi’ni hatırlatan) çok yakışmış, aradaki tezatlığı yansıtması açısından… Bir trajedi aslında Mutfak, ama

komiklikler de var (belki de güleriz ağlanacak halimize)… Sahne tasarımı (özellikle meşrubat makinesinin bozukluğu nedeniyle neredeyse göle dönen mutfak) gerçekten başarılı. Kesiksiz dakikalarca süren görüntü muhteşem. Müziğin de katkısını unutmamak gerekir. Oyuncuları söylemeye gerek yok onlar da çok iyi.

Bugünkü neoliberal dünyanın neogerçekçi yansımasını izleyeceksiniz.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]