Etiket arşivi: Korkut Akın

Usul Esastan Önce Gelir (mi?): Öğretmenler Odası

İşte, okulda, sokakta, yaşadığımız her yerde bir aradayız; kim neci, ne yapar, neyi niye yapar bilemediğimiz gibi gizli saklı yapıldığında da saptayamayabiliriz. Hırsız da, yalancı da, kötü niyetli olan da var muhakkak. Temkinli oluyoruz o nedenle, kapımızı kilitliyoruz, pek tanımadığımızla sıkı fıkı olmamaya çalışıyoruz. Ama ya o(nlar) aynı işyerinde birlikte çalıştığımız insanlarsa… İki seçenek çıkıyor önümüze: ya sessiz kalacağız ya da itiraz edeceğiz.

İlker Çatak’ın, Almanya’nın Oscar adayı da gösterilen filmi “Öğretmenler Odası” tam da bu ikilemi anlatıyor. Tabii, benim yukarıda yazdığım kadar basit değil çözümü bulmak. Mahalle baskısı belirleyici. İnsanların sosyal, dini ve etnik (özellikle artan göçmenlikle birlikte ırkçılığa varan) durumları karar vermede en önemli etkenlerden. Bir de yönetimin (bunu sadece bir okul, bir işyeri, bir fabrika olarak alabileceğimiz gibi ülke olarak da düşünebiliriz) “aman tatsızlık çıkmasın” düşüncesiyle, muhafazakâr tutumu da eklenince çözüm giderek daha da zorlaşıyor. Hemen baştan söyleyeyim: Kürt sorununun çözümlenememesi de aynı nedene bağlanıyor. Egemen erk işine geldiği kimi zaman barışçıl kimi zaman savaşçıl oluyor.

Matematik ve beden eğitimi öğretmeni Carla, (ayrımcılığı ortadan kaldıracak “günaydın” uygulaması ile 0,9 ile 1 arasında bir sayı var mı sorusu da gösteriyor ki, sorgulayıcı bir eğitim taraftarıdır) okula yeni gelmiştir. Sınıfı, Türk, Kürt, Arap, Polonyalı, Hristiyan, Müslüman öğrencilerden oluşuyor. Çocuklar arasında -aslına bakarsanız- çok kolay çözümlenebilecek bir hırsızlık, etnik kimliği nedeniyle bir çocuğun üzerine atılıyor. O çocuğun yapmadığı belirlense de, okul yöneticileri ve onu suçlayan öğretmenler (hatta veliler bile) özür dilemekten kaçınıyor; kaldı ki okulun “sıfır tolerans” kararı var.

İhkak-ı hak

Bizim ülkemizde sürekli yapılmak istenen (genellikle de yapılan) kendi işini kendin gör mantığıyla hüküm vermek ve ceza kesmek, hukukta kabûl gören bir şey değil. Hukukçu olmadığım için nerede ve nereye kadar doğrudur, nereden sonra “suç” oluşturur, bilemiyorum. “Sallandıracaksın Taksim’de, bak bakalım bir daha yapıyorlar mı” diyenler, bin yıllardır aynı suçların işlendiğini nedense göz ardı ediyor. Şimdi bizde idam yok, ama varken, onlarca insan asılırken de cinayetler işleniyordu, soygunlar yapılıyordu… Demek ki, başka bir şey yapmak, düşünmek gerek.

Carla, okul yönetiminin ve öğretmenlerin bu duruma göz yummasının hata olduğunu kanıtlamak için gizli kamerayla çekim yapar ve bir kişinin hırsızlık yaptığını belirler. Ancak o, bir Almandır ve okul yönetimi gibi veliler de o “hırsız”dan yanadır. Düğüm orada daha da sıkılaşıyor… gizli kamerayla çekim yapmasının yanlış olduğu belirtilerek (her ne kadar hırsız kadın okuldan uzaklaştırılmışsa da) Carla’ya karşı da tavır alınır. Karla’nın da bir göçmen olduğunu belirtmem gerekiyor mu, neden suçlandığını anlatmak için…

Her şeye rağmen Carla, iyiden, idealist diyebileceğimiz kadar doğrudan, ama özellikle de çocuklardan yana davranmayı sürdürür. Yönetime ve arkadaşlarına anlatmaya çalışır. Kopya çeken, arkadaşını döven, hatta kendisinin bilgisayarını kanıt yok etmek adına kaçırıp atan çocuğa karşı aynı davranır.

Bir yere kadar…

Burada aklımıza gelen bir soru var… Sineklerin Tanrısı romanını (en azından filmini) biliyorsunuzdur. Yazarının Nobel aldığı bu romanda, çocukların içlerindeki iktidar hırsıyla akla gelmeyecek kadar kötü olabileceği anlatılıyordu. Sonradan kurgu olduğu belirtilen bu romanda yaşananların gerçeği yansıtmadığı Rutger Bregman’ın, “Çoğu İnsan İyidir” kitabında anlatılıyor.

Bir okul, bir derslikteki öğrenciler, öğretmenler üzerinden anlatılsa da, “Öğretmenler Odası” üzerinde yaşadığımız dünyanın, ülke iktidarlarının, yönetim sistemlerinin eleştirisi olarak gösteriyor kendisini.

Evet, usul esastan önce gelir. Evet, yalanla dolanla, gizli kamerayla, işkenceyle elde ettiğiniz kanıt/itiraf üst mahkeme tarafından geçersiz sayılır ve davanın yeniden görülmesi istenir. Suçlamanın haklı ve geçerli bir temele oturması istenir. Sanık (veya hükümlü) belki de o fiili işlemiş olabilir, ancak iddia makamının daha farklı deliller sunması istenir. “Öğretmenler Odası”nda da, benzer bir durum söz konusu… Konu yüzeysel gibi gözükse de alabildiğine derin ve gerçekten çok, hatta çoktan da çok önemli.

Böylesi bir durumda (bizim ülkemizdeki siyasiler edinilmiş bilgileriyle kendilerince karar varırlar ve halk da bunu kabul edebilir, ama gerçeklik hiç de böyle sürmüyor) ne yapılması gerektiğini tartış(tır)an “Öğretmenler Odası”nın izlenmesi ve çerçevesinin genişletilerek tartışılması (yerel seçimler öncesi, oy kullanmadan) gerekli, bence.

Filme gelince… Yine Aytekin Çakmakçı’yı anmadan geçemeyeceğim. Ünlü ve gerçekten de başarılı görüntü yönetmeni Aytekin, “Bir filmde görüntüyü, kamera hareketini, oyuncunun oyununu görmüyorsanız (unutuyorsanız), film sizi taşıyorsa, o filmin kameramanı doğru iş yapmıştır.” diyordu. Erken kaybettik, doğanın kucağında yine kamera elinde görüntü peşinde koşuyordur muhakkak.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(29 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İçinizdeki Çocuğu Öldürmeyin! Aşk Mevsimi

Birini seversiniz, kavuşamazsınız, bu aşk olur denir ya… Biz, aşkı hep kavuşulamayan olarak kabul etmişiz. Büyük hata kuşkusuz. Ali Yaman, gençlik aşkı Şirin’in peşinden koşuyor yıllarca. Şirin, hoşuna gitse de bir türlü onaylamıyor Ali’nin bu yaklaşımını. Görece rahat iki genç arasında gelişen duygu; gerek aile içinde, gerek mahalle baskısı, gerekse eğitim beklentisi, daha da önemlisi daha yakışıklı, daha güzel, daha paralı, daha lüks yaşam vaat eden nedeniyle sürüncemeye giriyor.

Filmin savsözü “Hayatının aşkı mı, hayat arkadaşın mı”. Bu, aslında bizim toplumsal olarak sevgiyi de, sevmeyi de, takıntı haline getirmeyi de sürdürdüğümüzün göstergesi. Dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir, zamanla kişi değişebilir, anlayışlar farklılaşabilir; aşk diye gördüğünüz hayat arkadaşı olabilir veya tam tersi.

Filmin öne çıkan mesajı: Sebat edin, içinizdeki çocuğu (o mutluluğu) yok etmeyin, bir gün sizin de yüzünüze güler hayat, ama geç kalırsa da şaşırmayın. Ali, yıllarca peşinden koştuğu, aşkı nedeniyle süründüğü Şirin’in, nedense (orası filmde) geri dönmesiyle ne yapacağını şaşırıyor. Sahi, siz olsanız ne yaparsınız?

Benzer bir durumu yaşamış biri olarak, ben hem aşkı hem hayat arkadaşımı buldum. Acı çektim tabii, acı da çektirdim. Zaman her şeyin ilacıymış hepsi anı olarak kaldı geride… Bilmem Şirin ile Ali Yaman’ın durumu ne olur?

Murat Şeker’in, Ali Tanrıverdi ile senaryosunu yazdığı ve çektiği film, yaşlı, genç herkese sesleniyor. Biraz hüzün, biraz neşe, biraz duygusallık ve çokça güzellik barındırıyor içinde. Sıcak bir film çekmiş, karamsar değil, düşündüren, belli anlamda yol gösteren. Tabii ki, insanlar film(ler)i, ağırlıklı olarak eğlenmek amaçlı izler; burada eğlencenin yanında kocaman bir hedef de söz konusu. Okulda, ailede, mahallede tabu olunca, aşk anlatımı filmlere kalıyor.

İçinizdeki erkeği öldürün, ama içinizdeki çocuğu asla. Bu çok önemli. Erkek egemen bir dünyada beklentilerin erkeğin asıp kesmesi, bağırıp çağırması, esip kükremesi yönünde… Ancak film alabildiğine yumuşak, esnek ve anlayışlı. Keyifle izlerken kendinizi göreceksiniz o karakterlerde.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(26 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Belki Bir Gün! Rüya Senaryo

Andy Warhol, “Bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak.” demiş. Sinemacılar durur mu, bu sözü alıp gerçekten olup olamayacağını beyazperdeye getirmiş: Rüya Senaryo (Dream Scenario).

Muhakkak ki, çok çarpıcı bir gelişmenin -belki de ilk örneği olduğu için- ilgi çekeceği düşünülen konu, ne yazık ki, sadece başrol oyuncusunun ününe bağlı kalmış. O da işinin hakkını vermiş, taşımış gerçekten de…

Paul Matthews (Nicolas Cage), sıradan bir öğretim görevlisidir ve bir kitap yayımlatarak kendisini aşmaya çalışır sadece. Birileri onu rüyasında görmeye başlar. Bu giderek artar ve bir anda dünyanın en ünlü kişisi olur Matthews. Yardımsever biridir, ancak rüyalarda hiçbir şey yapmaz. Kaza geçiren birine yardım etmez, düşen birini kaldırmaz, yangını bırakın söndürmeye çalışmayı uzaktan bakar sadece. Rüya görenler onun nedenlerini araştırırken, kendisi daha aktif olmayı ister. Yani birilerinin rüyasında daha etkin olmayı,,,

Reklam anlaşmaları, kitap yayımlama fırsatları, hiç ummadığınız (genç) birileriyle birliktelikler… Sıradan bir öğretim üyesiyken karşısına çıkan bu fırsatlar karşısında afallayan ve “etik” davranmaya çalışan Paul’ün yaşadıkları meraktan korkuya, kaygıdan umutsuzluğa kadar genişliyor. Evi, kızları, eşi ile bile anlaşamıyor. İyiler yanında kötüler de var, kıskançlıklar, intikamlar, tuzaklar… İlginç bir öykü. Hoş bir film. Ancak yetmiyor. Birçok şey temellendirilmeden öylesine yerleştirilmiş sanki. Günümüzde, herkesin sosyal medya üzerinden yakındığı (aslında hayatın içinde de rastlanıyor) algoritma nedeniyle az çok farkında olduğu bir gerçeğin ilk tanıtımları… Öyle bir özellik kazandıracak bir fırsat geçse elinize, istediğiniz her şeyi rüyada da olsa gerçekleştirebilseniz kötü mü olur? Yapay zekânın gideceği yol belli oldu demektir. Büyük olasılıkla rüyalarınızı da teslim edeceksiniz birilerinin (buradaki birileri sosyal medyayı da, siyasal ve sosyal yaşamı da yönlendirenler tabii ki) eline.

Sanal evren, üç boyutlu gözlüklerle içindeymiş gibi hissi veriyor ya. Bu yeni rüya gözlükleri de öyle olacak. Filmi izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz, belki size yetişmeyecek, ama gelecekte neler olacağını öğrenmek ve şimdiden çocuklarınıza müjdeyi vermek için bir fırsat.

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sonsuz Mavi Bir Yolda: Kaptan Benim

İlk insanı anlatırken, Afrika’dan dört bir yana dağılmış denir. Bilimsel araştırmalar da öyle söylüyor. Milyonlarca yılda insan gerçekten insan olmuş, ama o dağılması (artık göç diyoruz) değişmemiş. İnsanlar, teknolojinin de, tarımın da, kentsel yaşamın da değişmesine karşın hâlâ bir yerden bir yere göçüyor. Göçün, göçmenliğin nedenleri çok; başta ekonomik kuşkusuz, ardından siyasi göçmenlik geliyor. Savaştan kaçtıkları için, iş için, aş için, aşk için, küresel iklim değişikliğiyle (ısınmanın etkisi) yakıp (yağmurların daha bir yoğun yağması nedeniyle) yıktığı evlerinden, tarım yapamadıkları, hayvan yetiştiremedikleri için yurtlarından ayrılıyorlar.

Kendilerinden önce binlerce yılda milyonlarca insan geçmiş o yollardan, büyük çoğunluğu yolda kaybetmiş hayatını, iade edilmiş ülkesine, başaramamış dönmüş geri; ama yılmadan, bıkmadan, usanmadan her gün yeniden düşüyorlar yollara.

Sorunun kaynağı değil, mağduru onlar

Günümüzün en büyük (ve büyük olasılıkla çözümsüz) sorunlarının başında geliyor. Bizim ülkemizde de belli odakların karşı çıktığı, egemen gücünse sadece “para” olarak gördüğü, sığınmacı / mülteci / göçmen (artık ne ad verirseniz) sorunu yaşanıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki, yaşanan sorunların hiçbiri o yoksul ve çaresiz insanlardan kaynaklanmıyor, yöneticilerin haksız, hadsiz kâr hırsından, daha çok sömürmek için savaştan kaçınmamaktan, ekolojik yaşamı bile yok etmekten çekinmemekten kaynaklanıyor.

“Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, aletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.”

Nâzım Hikmet’in ünlü Kuvâyi Milliye Destanı, her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı anlatırsa da, Afrika’yı Senegal’den Libya üzerinden İtalya’ya kat eden insanları da anlatıyor. Göçün, sürgünün savaştan aşağı kalır yanı yok. Matteo Garrone, senaryo yazımına da katıldığı Kaptan Benim’de, Seydou Sarr, Moustapha Fall, Issaka Sawadogo ile hayatın gerçeklerinden olan bu göçmenliği sergiliyor tüm çıplaklığıyla…

Yaşanmışlıklar belirleyici

Filmin öyküsü gerçek; Ege kıyılarında dalgaların arasındaki Alan Bebek’in yüzükoyun fotoğrafı hâlâ acıtıyor içimizi; onun gibi binler, on binler, yüz binler öl(dürül)dü. Hâlâ da insanlar göçüyor, bir ülkeden diğerine… ABD’ye girmeye çalışanlar, Endonezya’dan, Singapur’dan, Pakistan’dan yaşam sürmek amacıyla nice zorluklarla yollara düşenler… Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan ülkemize gelenleri biliyoruz. Ukrayna’dan Avrupa’ya savaştan kaçanların oluşturduğu uzun insan kuyrukları… Kaptan Benim, sadece Senegal’dan İtalya’ya geçen iki gencin öyküsü değil, onların üzerinden bütün göçmenlerin, sığınmacıların öyküsü… Anımsarsınız, hiçbir özelliği olmayan can yelekleri, simitleri, denizin hırçın dalgalarına dayanamayacak ince botlar (istiap haddinin üzerinde yolcu taşıması da ayrı bir acı) doldu kıyılar. Öldü insanlar.

Venedik Film Festivali’nde, En İyi Yönetmen dahil 12 ödül kazanan Kaptan Benim, kendilerince müzik yapmak, ünlü olmak (ve tabii, ailelerini yoksulluktan kurtarmak) için evlerinden kaçan iki arkadaşın (aslında akrabalar) öyküsü. Öylesine küçük, öylesine çaresiz ve öylesine ana kuzuları ki, bırakın gemi kaptanlığı yapmayı denizi bile görmemişler, nerede kaldı yüzmeyi bilmeleri…

Ne yönetmen ne oyuncu ne mekân ne de görüntüyü anlatmak geçiyor içimden. Öykünün can alıcılığı yeter zaten başarısını yüceltmeye…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(22 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Herkes Destek, Babası Dışında…: Cem Karaca’nın Gözyaşları

Biyografi filmleri moda mı oldu ne, Hollywood’da da, Avrupa’da da, bizde de birbiri ardına biyografi filmleri çekiliyor. Biyografileri önemsiyorum, kitapta da, filmde de yaşanmışlıkların kazandırdığı bilgi birikimi ve deneyimleri taşıdığı için… Boşuna ‘geçmişimiz geleceğimizin göstergesidir’ denmiyor. Sizce de öyle mi bilmiyorum.

Doğaldır ki, toplumun önünde giden insanların biyografileri yazılır ve çekilir. Sıradan insanların yaşamını kim ne yapsın, değil mi? “Cem Karaca’nın Gözyaşları” da, bu anlamda önemli bir kişiliği yeni kuşaklara tanıtması açısından önemli. Ancak bu işlevini yerine getirebiliyor mu, tartışılır.

Önce babası…

Cem Karaca’nın babası Mehmet Karaca, Türk tiyatrosunun önemli kişilerinden… Annesi Toto Karaca da öyle. Baba, daha anne karnındayken sahne tozu yutmuş oğlunun diplomat olmasını istiyor ve (sonunda içi kan ağlasa da) önüne engeller çıkartıyor. En desteklediği zamanda bile bir hırçınlık çıkarıyor, bir itiraz edecek şey buluyor. Oğlu, bütün deli doluluğuna rağmen babasına saygısını yitirmiyor ve hep iznini istiyor.

Bizim toplumumuzun kadınları hep cefakâr, fedakâr ve “hizmetkâr”dır. Baba ile oğlunun arasını bulmak, gerektiğinde alttan alıp diğerini susturmak, gerektiğinde tepki göstererek hep arada kalır. Söz hakkı yoktur, ama yine de son sözü söylemekte mahirdir. Toto da öyle…

Müzikle yaşam…

Yüksel Aksu’nun yönetmenliğinde izleyiciyle buluşacak “Cem Karaca’nın Gözyaşları” biraz yayılmış, biraz toparlanamamış, biraz da sanki aceleye getirilmiş gibi… Hepimiz öğrendik, eşi istemiyor(muş) bu filmi. Ama oğlu istediği için (ve hukuk açısından mirasçısı olarak göründüğünden) film çekilmiş. Burada, aklıma gelen bir anekdotu aktarmak istiyorum. Derler ki, Cervantes, kendisine getirilen bir romanın aslında ne denli güzel olduğunu, ama iyi yazılamadığı için çok kötü olduğunu görür ve “roman öyle değil, böyle yazılır” diyerek Don Kişot’u yeniden yazar. Bugün Cervantes’i bilmeyen çok insan bulabilirsiniz, ama Don Kişot’u bilmeyeni bulmak samanlıkta iğne aramaya benzer.

Türkiye’nin yakın geçmişinde en önemli süreci yaşayan önemli kişilerden biri olan Cem Karaca, sanki günlük gülistanlık bir ülkede, sadece demokrat olduğu için şarkı söyleyen biri. Oysa dünyadaki rüzgârların da etkisiyle ilerici düşüncelerin yayıldığı bir dönemde, müziğiyle o etkiyi taşıyanlardan biridir.

Askere gidince…

Aziz Nesin’in öykülerinde vardır: Uslanmaz birini askere gönderirseniz, durulur. Cem Karaca da askere gidince Anadolu’yu, insanını, duygularını tanıyor. İki tınıyla müziğini yazıyor ve ekibiyle hemen çıkarıyor, sihirli değnek değmiş gibi… Müneccim olmadığını söylese de bir müneccim gibi tutacak şarkısını biliyor ve ona göre yazıyor. Moğollar gibi -hâlâ da ülkemizin en iyi müzisyenlerini barındıran- bir grupla çalışıyor ama Moğollar’ın hiçbir katkısı yok. Olur mu? Olmaz tabii.

Teknoloji…

Prodüksiyonu yapanlar teknolojinin geldiği aşamadan çok yararlandıklarını, böylelikle oyuncuların büründükleri karakterleri tam benzetebildiklerini bildiriyor. Haklılar, ama -tam yeri- “yetmez ama evet”. Anadolu’dan etkilendiği vurgulanan Cem Karaca, Anadolu’da hiç görünmüyor, konser yolları ve bomboş doğa dışında. Ne bir insan ne bir üretim ne de bir sosyal yaşam görüyoruz. Makyaj üzerine verilen bilgide, “askerde bir olay sonrası burnunda oluşan kemeri” bile unutmadıkları yer alıyor. Askerliğini -sadece mektup bekleyen biri- olarak gördük. “Bak, böyle…” diye başladığı müzik anlayışına tepki sadece siyasal anlamda geldi. Cahit Berkay yaşıyor, öğrenilemez miydi çeşitli tartışmalar, anlaşmalar… Müziği birlikte düzenlemiyorlar mıydı? Hoş, öyle olsa bile bir çaba görmek isterdik. Konserlerinde (benim en çok hoşuma giden, girişte “gençler ve daima genç kalanlar” sözü ve ezgiye uygun dans etmesiydi, gözlerim aradı, çünkü bunlar Cem Karaca’nın alamet-i farikasıydı) sadece bombalanma gibi en uç örnekler verilmiş. Dinleyiciler, insanlar sadece siyasi tepkiler veriyor… Oysa yediden yetmişe sevilen biriydi…

Yüksel Aksu, toplumsal gerçekçi temelleri olan filmler çeken bir yönetmen. Bu kez, nasıl olmuş da böylesi, yeterince işlenmemiş (televizyon ve mikrofonlar gibi bazı maddi hataları da olan) bir filmi çekmeyi kabûl etmiş. Senaryosunda da katkısı olmasına rağmen oturmuyor üzerine… Bir pencere açılmış Cem Karaca gelmiş, şarkı söylemiş ve gitmiş. Onun şarkılarıyla günlerini doldurmuş insanlar için o kadar basit değil.

İzleyici, biraz zor olsa da, umalım ki, duygularını da katarak kendi Cem Karaca’sını yaşar filmde…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(20 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Duygusal Dönüşüm: Hayvan Krallığı

Dünyayı beton yığınına dönüştürüp, yağmur ormanlarını kesip iklimi de küresel boyutta bozmaya başladığımızda “içimizdeki hayvan”ın da yaşama hakkını elinden almış oluyoruz. Ne zaman ki, doğada özgürce yaşayan hayvanlar için yaşamsal olanaklarını ellerinden aldık; hemen herkesin korktuğu, iğrendiği canlılar şehirlerimize de gelmeye başladı. Artık onlarla iç içe yaşamalıyız. Bir arada yaşayanlar muhakkak ki birbirinden etkilenir ve dönüşüme uğrar, değişir.

Thomas Cailley, “Hayvan Krallığı”nda bilim kurgu ile aksiyonu, drama ile komediyi, korku ile gerilimi bir arada kullanıyor; yani bizim için yaşamı yansıtıyor beyazperdeye. Kim, niye, nasıl, hangi nedenle dönüşüyor, değişiyor bilmiyoruz. Filmin derdi bu değil zaten; film bize “içimizdeki hayvan”ı ve dünyanın değişimiyle birlikte nelerle karşılaşabileceğimizi anlatıyor. Baba (Roman Duris) ve oğul Émile’yi (Paul Kircher) izliyoruz; değişime uğramış annenin peşinden.

İnsanlar kuştan eklembacaklılara, kurttan bukalemuna hiç ummadığınız bir şekilde dönüşüyor; niyesini nedenini siz bulacaksınız. Devletin değişen dönüşen canlıları hastaneye/hapishaneye tıkması (ve tabii, araştırma yapması) gibi Émile’in öğrenci arkadaşları arasında da bu duruma karşı görüşü olanlar var: Birileri yok edelim derken, birileri nedenini çözmenin gerekliliğini vurguluyor, birileri de bir arada yaşamanın yollarını bulmayı öneriyor.

Baba ile oğul arasındaki süregelen kuşak çatışması ve birey olduğunu kanıtlama çabası yaşamın ana izleği olduğu gibi filmin de temelinde yer alıyor. İnsanlar ne kadar gizlerse gizlesin bir şekilde açığa çıkarıyor içindekini. Cips yerken pervasız davranan Émile’e, baba François da katılıyor ancak biri kalırken diğeri dönüşüyor.

Baba François, dönüşümünü engelleyemediği oğlunu doğaya, “özgür yaşam”a salarken aslında dramatik, ama aynı zamanda bir mesajla bu değişimin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor. İzleyici, kendi yaşadıklarıyla olması gerekeni tartışıyor ister istemez: Ne olacak?

Thomas Cailley’in senaryosunu da yazdığı, doğrudan insan psikolojisini anlattığı filmi duygusallığın ötesinde gelecek kaygılarını, yaşamsal olanakların (iklim krizi, ekonomik sorunlar, toplumsal huzursuzluk, göçler nedeniyle) giderek tükendiği yeryüzünde, herkesin kendi gücü oranında çözüme odaklanması gerektiğini vurguluyor.

19 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(18 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Devlet, Örgütler ve Cüneyt Arkın: Arıcı: Ölüm Kovanı

Adam (Jason Statham) arıcıdır ve komşusu yardımsever Eloise (Phylicia Rashad) bir çağrı merkezinin siber saldırısıyla dolandırılınca intihar eder. Buraya kadar bir sorun yok, zaten film bu olayın üzerinden örülüyor. Arıcı, aslında bir gizli örgütün “emekli” elemanıdır. Arkadaşının intikamını almak için harekete geçer. Tamam, öyküyü artık siz tamamlayabilirsiniz; çünkü filmde Statham varsa vurdulu kırdılı aksiyonun dorukta olduğu bir film izliyoruz demektir.

Adam, önce o çağrı merkezini bulur; öyle kolay değildir bu, çünkü onlar da en az bir örgüt titizliğiyle ve alabildiğine güvenlikli olarak gizlenmiştir. Ancak gerek devletin ilgili birimlerinde gerekse emeklisi olduğu örgütün içinde hâlâ arkadaşları vardır ve onların izini bulur. Tabii ki, şiddetin doruğunda sahneler arasında çağrı merkezini ve bulunduğu binayı yakar, kaçabilen canını kurtarmıştır.

Cüneyt Arkın bunun neresinde?

Çağrı merkezi sahibi, dolandırıcı Derek Danforth (Josh Hutcherson) ile onların da tepesindeki Mickey (David Witts) da boş durmayacak, kendilerinin bir merkezine saldıran Adam’dan intikam alacaktır; gerçi geriden daha birçok merkezleri vardır ama zararın neresinden dönülse kârdır. Cüneyt Arkın burada giriyor filme… Tabii ki, Cüneyt Arkın’ın kendisi değil… Onun filmlerde saçının bile dağılmadığını biliyorsunuz; herkesi öldürür ama karşısındakiler ne kadar gaddar ve keskin nişancı olsa da vurulmaz asla (vurulduğunda da ayakta kalır tabii, “mutlu son”a ulaşana dek). Statham da bir ordunun arasına dalar, yakar yıkar, öldürür ve sıyrık bile almadan sıyrılır oradan. Yeni sinema anlayışının gereği uzaklara gider, çünkü film tutarsa devamı çekilecektir muhakkak.

Şiddet şiddeti doğurur

CIA, FBI, Devlet Başkanı ve onu koruyanların katil ruhlu güvenlikçileri (burada yoktu, ama MOSSAD, KGB de dâhil edilebilir hiç kaygılanmadan) insanların arasındalarmış, hiç günahsız insanlar da ölecekmiş, her yer darmadağın olacakmış diye düşünmeden sürekli silahlarını ateşler ve birbiri ardına mermi yakarlar (siz bir merminin ne kadara mal olduğunu biliyor musunuz? Neyse, Türkiye’ye girmeyelim şimdi.)

İşin içinde devlet ve onun gizli açık örgütleri varsa orada ne huzur olur ne de şiddet tükenir. Anladınız siz, siber dolandırıcılar da, onlarla mücadele eden polis ve diğer gizli örgütler de devletle iç içedir. Aksiyondan hoşlananlar, verilmek istenen mesajdan kendilerine bir ders çıkarmayı sevenler çok beğenecektir Arıcı: Ölüm Kovanı (The Beekeeper) filmini

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(11 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kendi Gücüne Güven: Onat Kutlar Belgeseli

Üç kişi bir araya gelmiş, kendi güçleriyle, harçlıklarını bir araya getirerek bir dergi çıkarmışlar: a. Yarım yüzyıldan önce çıkan bu dergi öyle bir devrim yaratmış ki, adı hâlâ unutulmamış, hatta devamı da (yeni a) gelmiş. Onlardan biri Onat Kutlar. Hem edebiyatçıların hem sinemacıların hem de muhaliflerin Onat Abi’si…

Onat Kutlar, bir yıla yakın bir süre Paris’e gitmiş, orada sinemanın gücünü görmüş, olanaklarını keşfetmiş. Yine üç kişiyle Sinematek’i kurmuşlar. Öyle bir rüzgâr estirmiş ki Sinematek, Yeşilçam’ı da ayaklandırmış, yeni ve toplumsal gerçekçi filmler yapılmaya başlanmış. Tabii ki, sinemanın özünde var toplumu etkilemek, tek etken Sinematek olamaz, ama Sinematek’in etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Sonra… sonra dergiler, paneller, açık oturumlar, konferanslar, festivaller gelmiş. Bugün, sinemamızın gücünü ve tanınırlığını o örgütlülükte aramak gerek; ama önce Onat Abi’nin yılmaz ve üşenmez kararlılığında ve gücünde tabii.

Bölünmek her zaman kötü olmaz

Tek hücreler bölünerek çoğalır ve bedeni, canlıyı oluşturur; buna da bağlı olarak bölünmek her zaman uzak tutulması gereken bir şey değildir. Yabancı filmlerin yeterince salon bulamadığı, siyasal iktidarların sansür kılıcını sürekli tepesinde sallandırdığı sinema, Sinematek’in izleyicinin de haklı katılımıyla birçok sorunu aşmış. Arkasından devletin de gücüyle (Sinema TV Enstitüsü ve Türk Film Arşivi) Yeşilçam yeni bir adım atmış. Tabana yayılan bu tartışmalarla büyüyen yeni durum sinemamızı bugünkü düzeyine çıkartmış.

Gelişen sinemamızın yaşadığı sorunları; siyasetçilerce gündeme yeniden ge(tiri)len “uhuletle ve suhuletle” tartışması ve çözüm bulması bir gelişimin nasıl olacağının da göstergesi aynı zamanda. O dönemin (gerek teknik gerekse toplumsal ve devlet tarafından çıkarılan) birçok sıkıntısını sadece yürek ve kendi gücüyle aşmayı başaran sinemamızın bilinmeyen kahramanlarının anlatıldığı “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeseli, yeni belgesel, hatta sözlü tarih ve nehir söyleşelere de kapı açacak.

Günümüzle bağlantısı…

Belgeselin özel gösteriminden çıkınca diğer izleyicilerle konuştuk ayaküstü. Onat Abi ve arkadaşlarının (tabii, Şakir Eczacıbaşı, Ömer Pekmez, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Vecdi Sayar ve diğerlerini de anmalıyım kuşkusuz) yaptığı bu “devrim”in… (sahi, bir devrim bu yapılan, sinemamızda yeni kapıların açılması, yeni güçlerin, yeni bakışların gelmesi ve önünde yolların açılması) günümüzün sanatsal ve kültürel hatta sosyal ve siyasal hayatında da kapı(lar) aralamasını diliyoruz. Neden böylesine geniş bir alanda önemli bu belgesel? Çünkü gerek Onat Kutlar ve arkadaşlarının oluşturduğu Sinematek’in gerekse karşısına devlet eliyle çıkarılan Türk Film Arşivi’nin (bu arada hemen belirtmeliyim ki, Türk Film Arşivi, topun geri tepmesi gibi devlet eliyle kurulmuş olsa da sinemanın ve sanatın yanında, sansürün karşısında artık) alabildiğine olgun ve yararlı tartışmalarını izleyip örnek almalıyız. Mesela egemen erk Anayasa’yı kabul etmiyor, en hafif deyimiyle tebdil, tağyir ve ilga ediyor neredeyse… Hukuk olmazsa ne demokrasi olur ne toplumsal huzur ve barış. Çok kısa bir süre sonra yerel seçimler yapılacak ve daha ilk günden birbirlerine hırçınca saldıran aday ve parti yetkilileri bu belgeselden geleceğimizin yolunun nasıl çizilmesi gerektiğini öğrenebilirler.

Son sözümüz, bu, burada kalmasın yeni belgeseller, yeni filmler çekilsin, yeni kitaplar yazılsın, hepimiz yakın tarihte yaşananların önemini kavrayalım, geleceğimize yol göstersin.

Dijital platform Mubi’de gösterimde…

(10 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sürprizli ve Çok Neşeli: Argylle: Gizli Casus

Film, Yunan adalarından ya da kıyılarından birinde, inanılmaz bir kovalamacayla başlıyor. Bu, Türkiye’de çekilebilir miydi acaba diye düşündürttü beni. Sahi, gerçekten neden bizim kıyılarımızda çekilemez. Çünkü bütün dokuyu yok ettik, bütün güzellikleri betona boğduk. Artık tipik Ege yaşamı yok bizim kıyılarımızda ve doğal olarak da tanıtımını bile yapmakta zorlanıyoruz.

Bir casus filmine böylesi bir hüzünle girince insanın içi acıyor. Ama film o acıyı büyütmeme izin vermiyor. Argylle tipik bir casus, yakışıklı, göz alıcı, görünümüyle de giyimiyle de fark ettiriyor. James Bond’dan bu yana hemen bütün casuslar böylesi ayrıksı; hemen tanınabilecek denli çarpıcı.

Ama Argylle’den önce o karakteri yazan/yaratan yazar filmin ana kahramanı… Romanın yazarı, Elly Conway takma adıyla, hem nasıl yazdığını anlatıyor (epey güzel ipucu var, casus romanı hem de kendisi de bir casus olarak yer alıyor. Tabii ki bir casus filminin gizemli, kaçma kovalamalı, şiddet sahneleriyle, bol ölümle dolu olması beklenir, ama bu kez film, Jason Fuchs’un senaryosuyla Matthew Vaughn’in yönetiminde daha bir rahat izlenir ve daha bir gerginlikten uzak olarak yansıyor beyazperdeye.

Hemen bütün casus filmlerinin vazgeçilmez trükleri var filmde, sürprizler yer alıyor; bu umulmadık ya da öngörülmedik bir şey değil. En büyük özelliği, Argylle’in yakın (hep biri vardır yanında bu tür karakterlerin ve onu kurtarır her türlü tehlikeden) çalışma arkadaşı dışında, yazarla birlikte olayları yaşayan/yaşatan bir başka “yakın çalışma arkadaşı” olması ve tabii, o da olmadık zamanlarda olmadık tehlikelerden koruyor yazar casusu.24

Filmdeki bir diğer “yakın çalışma arkadaşı”nı, sırt çantasında taşınan ve tüm filmde yazar casusun yanından hiç ayrılmayan, kediyi unutmamak gerekir. O da “yakın çalışma arkadaşı” niteliğini yerine getiriyor.

“Küstah mizah” diye bir tanım çarptı gözüme bu filmle ilgili… Sahi, bu filmin mizahı küstah mı acaba? Bana öyle gelmedi. Bu soğuk kış günlerinde izleyicinin içini ısıtan, ışıltılı, renkli ve alabildiğine neşeli bir film olduğunu düşünüyorum.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(01 Şubat 2024)

korkutakin@gmail.com

Görünüşte Aşk Ya Da Daha Fazlası: Narsistle Aşk

Bir film, izlerken eğer, görüntüye, ışığa, oyuncuya takılmıyorsanız o zaman sinemadır. Bu saptama, sinemanın belki de en birincil göstergesidir. Valerie Donzelli, Éric Reinhardt’ın romanını alabildiğine başarılı ve izleyiciyi sarsacak denli iyi uyarlamış. Filmin temel mesajı: “Yaşam, sizin bekledikleriniz değil size sunulandır.”

Eğlenmeye giden ikiz kardeşin biri, çocukluğundan bile anımsayamadığı bir gençle karşılaşır. Sevimli görünen ve alabildiğine nezaketle yaklaşan yakışıklı bu gençle aralarında bir çekim oluşur. O çekimin aşka dönüşmesi hızlı olacaktır ve evlenirler.

Ondan sonra…

Eskilerin bir deyişi var, bağışlayın, “Tapuyu aldın mı, her şey mubah” derler. Erkek de evlendikten sonra eteğindeki taşlar dökmek, kıskançlığını göstermek, yaşamı işkenceye çevirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, çocuklarını da o işkenceye alet ederek…

Bizim ülkemizde pek görülmeyen, ama olması gerektiği herkes tarafından dile getirilen psikolojik desteğin Fransa’da verilmesi önemli. Çıkışı bir başkasında bulmayı kararlaştıran genç kadın belki de daha büyük bir sorunun doğmasına yol açıyor. Yine bizim ülkemizde, “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımıyla katledilen kadınların sonuna benzemiyor oradaki kadınların yaşadıkları. Kendini beğenmiş koca, her şeyin kendi istediği gibi olmasını (filmin adı da narsist zaten) bekliyor ve göremediğinde tepki gösteriyor, şiddete varacak denli acımasızca.

Kadınların kendi yaşamlarını kendilerinin kurmaları, erkeklerin ‘benim dediğim olacak’ tavrını bırakmaları, iki tarafında alabildiğine haklı ve güçlü olduğunu kabûl etmeleri gerekiyor. Kadınların “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” sloganında kendisini bulan o güç, bu filmin özünü oluşturuyor. Eşine baskıcı davranan erkeklerin, ama önce görücü usulüyle evlenen kadınların da hak ve özgürlüklerinin olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

Kadınların, sadece bizde değil, tüm dünyada haykırdıkları “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganı hayata geçsin artık.

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(08 Ocak 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bizim Ülkemizde Değilse de…: Atan Kazanır

Tam zamanı… Futbol oynayan, izleyen, takım çalıştıran ya da takımın malzemecisi bile olsa futbolla ilgilenen herkesi az ya da çok ilgilendiren bir film. Aslına bakarsanız çok, hatta çoktan da çok ilgilendirmesi gerekiyor, bana göre. Peki, neden tam zamanı dedim başta. Çünkü daha dün, Cumhuriyetin 100. yılı nedeniyle yapılması planlanan, lig şampiyonu Galatasaray ile Kupa Şampiyonu Fenerbahçe arasında yapılacak Süper Kupa maçı oynanamadı. Bunun türlü nedenleri var ileri sürülen. Bizi ilgilendiren o maçın neden, nasıl oynanmadığı aslında. Ve cevabı “Atan Kazanır” veriyor.

Futbol her zaman futbol değildir…

Aslına bakarsanız, işin içine para girdiğinden bu yana, başta siyasi kaygılar olmak üzere çok bilinen, klişeleşmiş bu tanım kullanılıyor. Birileri, tuttuğu takım küme düşmesin diye siyasi ve silahlı gücünü kullanır, birileri parayla takım satın alır, rüşvet verir, birileri hakem yumruklar, birileri sporcuların otelleri önünde davul çaldırarak uyutmaz, birileri derin devletin karanlık isimlerini öne çıkararak göz korkutmaya çalışır… saymakla bitmez. Terle sırılsıklam ıslatılan formalar maçın ardından, daha kurumadan masa başında puanlar alınır verilir, birileri para kazanır, birileri üzüntüsünden kalp krizi geçirir, birileri intihar eder. Olan futbolcuya ama en çok da futbolu seven seyirciye olur.

Takım tutmak yaşamaktır…

Bizim ülkemizde, gönül verilen renkler, her ne olursa olsun ölesiye savunulur, sonunda dayak da olsa… Seyircilerin birbirine girmesi, taşlı sopalı, bazen silahlı ölümlere varan kavgalarının nedeni de budur. Al bayrağa sahip çıkmazlar da takımlarının bayrağına laf söyletmezler; egemen erk de öyle…

Sokak aralarında oynanan futbolun en değerli sözü, “5’te haftaym, 10’da biter”se de “atan kazanır” da unutulmamalıdır. Son sözü atan söyler çünkü.

Pasifik Adalarından Amerikan Samoası, futbolun sadece keyif için oynandığı, bütün oyuncuların, hatta federasyonun bile amatör olduğu bir ülke… Tabii ki, bütün dünyada olduğu gibi Amerikan Samoası’nda da toplumun her kesimi tarafından beğeniyle izlenen, gündem oluşturan (kesinlikle bizim ülkemizdeki kadar değil) bir spor futbol…

2001’de Avusturalya’ya 31-0 yenilince, dünyanın en kötü takımı olarak gösterilen Amerikan Samoası Futbol Federasyonu, yabancı bir teknik direktör getirir. Gelen çalıştırıcı, çok da başarılı olmayan, artık kenara çekilmesinin zamanı geldiğine inanılan biridir. O da zaten “tatil” niyetine gelmiştir… Futbolcuları balıkçı, garson, bakkal veya tarım çalışanı olan takımda bir de fa’fafine (üçüncü cins, trans olmak yolunda) vardır. Kimsenin umurunda bile olmayan bu durum, tabii ki teknik direktör için alabildiğine önemlidir. Federasyonun tek talebi vardır: Bir gol atın yeter!

Motivasyon önemli…

Başından sonuna kahkaha atarak izleyebileceğiniz film, bir yandan da önemli bir mesaj veriyor. Bir yandan bizdeki takım tutma alışkanlığının ne denli yersiz ve anlamsız olduğunu düşüneceksiniz. Futbol federasyonlarının amaç ve beklentileriyle takımların nasıl çalıştığının da çatışması üzerine gerçekten keyifli bir sinema şöleni izleyeceksiniz. Sinemanın bir eğlence olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir (mi, bilmiyorum).

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Açık Yaralar Hep Kanar…: Kör Noktada

Gün herkes için aynı başlar mı, bilemem, ama herkes aynı değilse de benzer kaygılarla çıkar evinden… hele de bizim ülkemizde. Bir Bakan, istifa gerekçesi olarak “at izi it izine karıştı” demişti. Onun ekonomi ve siyaset bağlamında söylediği, aslında yaşamın her anında, her alanında geçerli.

12 Eylül’le birlikte bir devlet terörü yaşanıyor; herkes biliyor ama kimse sahiplenmiyor ve üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Derin devlet denilen, netice itibarıyla, toplumsal muhalefeti yasa dışı bastırmaya çalışan, insanlara korku salan bu yapılanma bilinse de hiç bu kadar açık ve net ele alınmamıştı.

Ayşe Polat, “Kör Noktada”ya, Cumartesi Anneleri (artık Cumartesi İnsanları) ile başlıyor. Bir belgesel yapımı için kente gelen Alman bir ekip, bir avukatla röportaj yapmak ister, ama o siyah araçtaki “derin devlet” hep peşlerindedir. Hatice Ana, “siyah toros”larla kaçırılan ve kaybedilen oğlu için çok sevdiği çorbayı köylüye dağıtıyor sürekli. Anne yüreği bu, umudu hiç üzmüyor, bilse bile, farkında olsa bile oğlunun -en azından kemiklerini- mezarı olmasını diliyor. Büyük bir travma ve bunu sadece o anne değil, ülkenin büyük bir kısmında çok sayıda insan yaşıyor. Tabii, o “derin devlet” annelerin çocuklarının akıbetini merak etmesini bile istemediğinden ya yerlerde sürüklediği yaşlı insanları gözaltına alarak ya da Galatasaray Meydanındaki 50. yıl heykelini tutuklamak(!!!) pahasına yasaklıyor buluşmalarını.

Üç bölümde üç ayrı…

Ayşe Polat, kendi yazdığı senaryosunu üç ayrı çerçeveden, üç ayrı görsel dille ve üç ayrı cinayetle aktarıyor izleyiciye. Birinci bölümde, gözaltında kaybolan oğlunu arayan anne ve onlara destek olan bir avukat öyküsü belgesel bir dille veriliyor. Avukatın çok şey bildiği açık, derin devletin oradaki uzantıları, işin ucunda kendileri olduğunu biliyor ve fırsatı hiç kaçırmıyor. Tabii, avukat da kaçırılıyor ve işkence görüyor.

İkinci bölümde derin devlet ekibinin yaptıklarını, yaşadıklarını izliyoruz. Bu kez daha yakından ve işin içine gizem, merak ve gerilim de katılıyor. Derin devletin tetikçilerinden biri olmasına rağmen evli ve bir çocuk babası olan adam öne çıkıyor. Küçük kız, bazı şeylerin farkında, ama ne anlamlandırabiliyor ne de dillendirebiliyor. Bir şeyler oluyor olmasına da ne! Derin devletin o tetikçi ekibi sadece insan peşinde, insan avcısı aslında. Ama kendilerini de unutmamaları gerekiyor. En küçük bir falsoda (konuşmalarda geçen bir gergin cümle, birbirlerini itham etmeleri vb.) ortadan kaldırılacaklarını bilmeseler de farkındalar. Ekip arkadaşlarının evine, her yere, mutfaktan yatak odasına, salondan banyoya, girişten balkona hem de üçer beşer gizli kamera yerleştirip takibi gece gündüz sürdürüyorlar. Burada, izleyici olarak aklıma onların nasıl bir halet-i ruhiye içerisinde, nasıl bir depresyonda yaşadıklarını, gerginliklerinin temelinde arkadaşına bile güvenmeme yaşamalarına karşın birbirlerinin yüzlerine gülme sahtekârlığı geliyor. Film, bunu küçük kızın gözünden veriyor. Yazık değil mi bu insanlara?

Üçüncü bölüm, tam da Fransız Devriminin sonu(nda devrim kendi çocuklarını yedi, denir ya…) gibi “birbirlerini yiyorlar”; ama önce kendi kafalarını…

Bir ülke gerçeği aslında anlatılan. Belki bugün büyük şehirlerde birçok insanın unuttuğu, birçok insana unutturulan bir gerçek bu durum. Ama bu, hep var, hep yaşıyor ve hep güzellikler, yaşam sevinçleri yok ediliyor. Tabii, bunlarla birlikte ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal bunalımlar artıyor.

Oyuncular alabildiğine doğal, alabildiğine güçlü bir oyunculuk sergiliyor filmde. Özellikle küçük kız (yönetmenin, küçük oyuncunun üzerinde özellikle durması çok doğru, çünkü az buz bir travma değil bu) çok başarılı. Tüm oyuncular, çekilen filmin hedefini, amacını, niye yapıldığını çok iyi kavramış ve ellerinden geleni yapmış. Buna da bağlı olarak, hiçbirinin adını bile geçirmedim; onlar hepimiziz aslında, siz de olabilirs(d)iniz, bir tanıdığınız, komşunuz, çocuklarınız da… En tam da o nedenle, yönetmen, filmin yorumunu izleyiciye bırakmış.

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(01.01.2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir Suistimalin Topluma Yansıması: Dogman

Bu yıl tartışmalarla dolu geçti. En ilginci belki de Yılmaz Güney’in sanatçılığıyla yaşamı tartışmasıydı. Her ikisi de Yılmaz Güney’di ve onu, olduğu gibi kabul etmek zorundaydık. İki yanını bir araya getirmek ve/veya iki yanını bir arada tartışmak doğru değil… Bunu böyle bir şekilde ele alırsak sanırım tartışmayı daha kolay sonuçlandırırız.

Bu kez Luc Besson, Venedik Bienali’nde ilk gösterimi yapılan Dogman ile ilgili görüşlerde, bu ikilik (veya çelişki) gündemdeydi. Film geçmişi yükseliş ve düşüşlerle dolu bir yönetmenin sivil/gündelik yaşamına dönük birçok şey konuşuldu. Gelin biz, bu konuyu sadece filmi üzerinden görelim.

Douglas (Caleb Landry Jones), aile istismarı nedeniyle babası tarafından köpek kulübesine hapsedilmiş ve birlikte yaşadığı köpeklerle sıkı ilişkiler kurarak onları eğitmiş bir genç… Babası kurşunladığı için belden aşağısı tutmuyor, ama okumuş, tiyatroyu seven, sahneye de çıkan Dogman, kimi zaman yardımsever, kimi zaman ciddi bir hırsız, kimi zaman azılı bir katil; ama onu bu hale getiren mahalle baskısı.

Küçükken, babasının köpeklerin bakımını yaptığı için hor görülen ve dışlanan Dogman, ne iş bulabilir ne evlenebilir ne de normal gündelik yaşama karışabilir. Yapabileceği tek şey sadece köpekleriyle birlikte yaşama tutunmaktır. Yasadışı şeyler yapması aileden başlayarak kaldığı yurtlarda öteki olarak görülmesi, dışlanması, itilmişliği olamaz mı? Yani suç sadece Douglas’ın mı?

Douglas, yurttayken kendisine tiyatro sevgisi kazandıran Grace’e (Salma Bailey) âşık olur; onu bulduğunda evlenmiştir bile. Bir yıkım daha… Yapabileceği tek iş kalmıştır, drug theater’de (çok başarılı) şarkı söyler, haftada bir gün ve bir şarkı sadece…

Filmdeki köpeklerin eğitilmeleri pek kolay olmasa gerektir, ama gerçekten rol çalıyorlar. Oyuncuların da güçlü ve güzel oyunları olağanüstü başarılı… Besson alkışı hak ediyor.

Yaşar Kemal, bir romanın insan psikolojisini anlattığını söyler, konusu her ne olursa olsun. En tam da bu filmde insan psikolojisi öne çıkıyor. Nezarethanede (suçlu mudur, değil midir, kocaman bir soru işareti kasap çengeli örneği) görüştürüldüğü psikiyatr Evelyn’e (Jojo T. Gibbs) yaşamını anlatır. Film zaten bu anlatımın geri dönüşlerle perdeye yansımasıdır.

İnsan, sosyal bir varlıksa ve bir arada yaşamak zorundaysa, birbirine değer vermek, farklılıklarını zenginlik olarak görmek ve alabildiğine empatik olmak zorundadır.

29 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(27 Aralık 2023)

Korkut Akın

Hata Yaparsan Kaybeder, Yaptırırsan Kazanırsın: Ferrari

İkinci Dünya Savaşının ardından, yanmış yıkılmış, dahası yenilmiş İtalya, yeniden ayağa kalkmanın yolunu sanayi hamlesinde görür. Hepimizin bildiği Fuat, Ferrari, Maserati, Lamborghini gibi dünya devleri o dönemin yatırımları ve ürünleridir.

Filmde, ilgi çeken, bizim ülkemizde, bırakın uygulamayı düşünülmesi bile epey güç olan bir vaaz var… Kilisedeki ayinde papaz, marangoz olan İsa’nın, bu yıllarda (1957) İtalya’da yaşasaydı, motorcu olacağını söylüyor. Gelişimi ve daha da önemlisi, ileri görüşlülüğü dile getiriyor. Darısı bizim ülkemizin din adamlarına ve yöneticilerine…

Enzo Ferrari (Adam Driver), Laura (Penelope Cruz) ile evli olmasına rağmen savaşta çocukları öldükten sonra bir başka kadından çocuk sahibi olmuştur. Zor günler yaşamaktadırlar. Ya batacak ya da çıkacaklardır; hisselerini elinde tutup yeni atılımlar yapmak isteyen Enzo’ya, Laura’nın şartları vardır.

Böylesi bir karmaşanın arasında, ülkenin, hatta dünyanın da gözünün üzerinde olduğu zorlu Mille Miglia yarışından başarıyla çıkmak zorunluluktur. Her patron gibi Enzo da kendi çıkarını düşünür, sürücülerinin canlarından önce. (Burada, filmin hayatın her alanına, her anına yönelik iletileri olduğunu; hiçbir şeyin birbirinden ayrı tutulamayacağını görüyoruz.)

Biyografi filmleri zordur; aslına bakarsanız romanları da öyle… Ancak resmi tarihe bakarak çok daha doğru ve güvenilirdir, birtakım gizleri içerse de… Hataları da, eksikleri de öğreniriz bu çerçevede. Hemen eklemem gereken bir şey, düzeltmesi yoktur burada dillendirilenlerin, siz yeni bir film (ya da kitap) ile kendi görüşünüzü bildirebilirsiniz.

Bir kitaptan uyarlanan Ferrari’de de benzer zorluklar var. Sadece bir dönem ele alınmış, öncesi ve sonrası yok. Enzo’nun hem erkek çocuk hem de fabrikasını/markasını koruma hırsı var. Bu hırs değil mi, zaten insanın başına dertler açan?

Etkili ve yenilikçi filmleriyle tanıdığımız Michael Mann, senaryoyu çok iyi işlemiş, görselliği dorukta bir film çıkartmış Ferrari ile. Sinemada oyunculuk “susları oynamakla” ölçülür. Gerek Cruz, gerekse Driver gerçekten çok başarılılar. Hele Cruz’un gözlerinin dolduğu o sahne, unutulmazlar arasında.

Savaşın yıkıntıları arasından çıkan…

Toplumsal ahlâk hepimizin yaşamında belirleyici… Kişi kendisi kadar mahalle baskısının da altında ezilir çoğu zaman. Burada Enzo, gayrimeşru oğlunu gizlemesi, ama öncesinde başarma hırsıyla öne çıkıyor. Sürücülerini de öyle, ölümüne motive ediyor. Hata yapmaktan çok (keskin dönüşlerde kazayı önlemek için frene basan sürücülerine kızıyor) hata yapmaya zorlarlarsa kazanabileceklerini söylüyor. Hatta eşlerine/yakınlarına birer mektup bırakmaları, belki de Enzo’nun ajitasyonlarından kaynaklanıyor. Laura ise yıllarını verdiği kocasının kendisine yaptıklarına sessiz kalmasa da ileriyi gördüğü için hep yardımcı oluyor. Erkek egemen dünyada kadının bu içtenliği bir kez daha göz alıcı.

22 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Güzel Bir Gelecek Hayalle Başlar: Wonka

Sinema bilgilendirdiği kadar eğlendiren de bir sanat… Wonka, müthiş görselliği, insanı sarıp sarmalayan müziği, inanılmaz renkli sahne düzeni, hareketli setlerle hem mutlu ediyor hem de “bir umut” dedirtiyor.

Ronald Dahl’ın, Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın hemen öncesini, anlatan Paul King’in çektiği, Timothée Chalamet, Olivia Colman, Rowan Atkinson ve daha nice tanıdığımız oyuncunun bulunduğu Wonka, yeni yılı mutlu, umutlu, keyifli karşılamak için tasarlanmış. Hem drama hem müzikal hem de eğlence bir araya gelince, görsel bir şölen çıkıyor ortaya, tamam… ama hızına yetişmek için sizin de alabildiğine hızlı olmanız gerekiyor. Görüntünün şaşaasına dalınca müzikale dönüşen şarkı sözlerine yetişememek söz konusu. Bilmem, dublaj yapıldı mı şarkılara? Yoksa şarkı sözlerine takılmak yerine görselliğin mutluluğunu tam olarak çıkarmak en doğrusu.

Annesinin tariflerine biraz sihir katıp kentin tam da merkezinde bir çikolatacı olmak isteyen Wonka (Timothée Chalamet), doğal olarak kötü adamlarla karşılaşır. Kimler mi kötü adamlar? Tabii ki bir çete… Tüccarından polisine, din adamından otelcisine kadar hemen tüm yetkililer. Sahi, bu size bir ülkeyi anımsatmıyor mu? Bu soruyu hemen bir kenara bırakıp filmin keyfine dalmak istiyorum… Onların karşısında haksızlıklar nedeniyle dışlanmış insanlar dayanışma gösteren (bakın, burası çok önemli, dayanışma göstermek başarmanın ilk adımlarından) insanlar var. Tabii ki Wonka, onlarla birlikte olup o sihirli çikolatasını insanlara ulaştırıyor.

…dikkatinizi verin lütfen, bir küçük ipucu… oompa-loompa. Bu bir şarkı ve küçük bir adam söylüyor. Kim mi? Hugh Grant. Keyifle tempo tutacaksınız onunla birlikte.

Bu arada Wonka’nın sihirlerinin yanı sıra mucit olduğunu da görüyoruz… Arkadaşlarına zaman kazandıracak ilginç makineler icat ediyor. Laf aramızda, ikna kabiliyeti de çok yüksek. Sahi Timothée Chalamet gibi şirin birinin o görsel şölenin içinde ikna edemeyeceği biri (izleyici bile) çıkar mı? Bir de, filmden çıkarken ağzınızda çikolata olmayacak ama beyninizde çikolatanın verdiği o mutluluk duygusu sizi hiç bırakmayacak.

15 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(14 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com