Etiket arşivi: Korkut Akın

Kocaman Bir Soru İşareti: Niye? – Vincent Ölmeli

Sıradan bir çalışanken, bir stajyer saldırır, bilgisayarla kafasını yarar, ardından muhasebeci kalemle kolunu yaralar. Bunlardan sonra korku gözlerinde büyür Vincent’in, birkaç küçük çaplı ölümüne saldırıyı atlatırsa da, belli olmuştur artık. Göz teması kurduğu kim olursa olsun hemen saldırır, hatta çocuklar bile…

Niye sorusu kasap çengeli örneği gelip oturuyor karşınıza. Neden saldırırlar Vincent’e? Kimdirler? Acaba o da saldıracak mıdır, daha önceki filmlerde görüldüğü gibi; bulaşıcı bir durum mudur? Merak, heyecan ve gerilim giderek yükselir.

Siz olsanız ne yaparsınız bu durum karşısında. Bilinmeyen bir güçle öldürmek için saldıranlardan kaçmaktan başka yapabilecek bir şey yoktur. Aslında filmi izlemek gerekir, özünde vermek istediklerini anlamak için çünkü sizin bakışınızla benim, benim bakışımla bir başkasınınki farklı olacaktır.

Kara mizahı, gizemi ve yoğun şiddeti benzersiz bir dille aktarıyor yönetmen. Mathieu Naert’in yazdığı, Stephan Castang’ın yönettiği filmde Karim Leklou, Vimala Pons, François Chattot rol alıyor. Baktığınız açıyla doğru orantılı olarak prodüksiyonu ucuz bir film; üç oyuncuyla, üç mekânla bütün filmi tamamlamışlar. Ama film dediğiniz prodüksiyon mudur sadece?

Yaşamın belirleyiciliği, toplumsal kaygı, nefret ve bilemediğimiz etkilerin varlığıyla bir bütün. Yanınızdaki insanın sorunlarını, sorunlarının çözümlerini, sorularını, sorularının yanıtlarını bilemeyebilirsiniz; herkese aynı davranırsanız, -bu filmde vurgulandığı üzere- baltayı taşa vurduğunuzun resmidir.

Vincent, bir kızla tanışır, zaten herkesten uzak, özellikle inzivaya çekilmiş olarak yaşamaktadır, çünkü göz göze geldiği herkes saldırır. Margaux, ona saldırmaz, ama inanmaz da… Bir deneme yapar Vincent durumunu anlatmak için onlarca insan kovalar, kız da anlar olanı biteni. Aşk gibi bir güzelliği bile yaşayamamak gerçekten de can yakıcıdır. Ama ah ki, bu saldırılar olmasa.

Stephan Castang’ın bu ilk uzun metrajlı denemesi gerçekten ilginç ve sarsıcı. Soru işaretini çözebilecek gibi görünmüyor hiçbir şey. İçinde yaşadığımız toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik bunalımdan kurtulamadığımız için Castang bizi uyarıyor. Ya kurtuluruz ya da… sonrasını siz(ler) ekleyin.

12 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(03 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tam Aziz Nesinlik: Mucize Aynalar

Aziz Nesin, yaşamın içinden, yaşama rağmen öyküler yazıp bizi bize anlatan çok (çoktan da çok) önemli bir yazar. Olmaz ki… diyeceğiniz olayların olduğunu gören, bilen, yaşayan ve bunları yazarak bizleri de şaşırtan, kara kara güldüren (aslında güleriz ağlanacak halimize) biri. Edebiyatçılar arasında Aziz Bey olarak anılan, dışarıdan bakınca çok da kendini göstermeyen, ama boyunca kitabıyla sadece öykülere değil yaşamın her yanına, her anına dokunan önemli bir sanat insanı. Tiyatro oyunları, senaryoları, öyküleri, dergileri, gazete yazıları yazan, (bir çoğumuza örnek olsun) dakikası boş geçmeyen, toplumsal dayanışmayı da öncelleyen Aziz Nesin’i tanımayan yoktur sanırım, öykülerini okumayan da, en azından duymayan…

“Tam Aziz Nesinlik” dediğimiz hemen her şaşırtan, hayrete düşürten, olayı rahat ve akıcı diliyle anlatan, buna da bağlı olarak hepimizin anılarında yaşayan birinin öykülerini sinemaya gönül düşüren herkes çekmek ister. Kısa hikâyecikler halinde yapıldığında çarpıcılığıyla öne çıkacak öyküler, filmi uzatmaya kalkıştığınızda tadını yitirir sanki. Her genç sinemacı gibi ben de bir dönem senaryolaştırmaya kalkışmış ama başaramamıştım. Hatta kendisiyle yaptığımız bir röportaj sırasında “Nasıl oluyor da, oluyor?” diye sormuştum. Özünü kaybettiğiniz zaman Aziz Bey’in verdiği heyecan, tattırdığı güzellik sönüyor.

Nesin Vakfı desteğiyle…

“Mucize Aynalar”, Nesin Vakfı’nın desteğiyle Tolga Örnek tarafından yazılmış ve çekilmiş. Tolga Örnek, başarılı bir yönetmen, bu filmde de çok başarılı… Aziz Bey’in öykülerini tek olarak aldığınızda uzaması pek olumlu sonuç vermeyeceğinden, altı öyküsünü birleştirmiş ve kurgulamış senaryosunu. Düşlerini gerçekleştirmek için koşturmaktan hayatlarını yaşamaya fırsat bulamayanların öyküsü, anlatılan. Dışarıdan baktığınızda hepimizin içinde olduğu sosyal, kültürel, politik ortam da öyle… ancak burada anlatılan geçmişi saklayan ve bir zaman sonra dışarı kusan (!!!) mucize bir aynayı icat eden Şahap Cenabettin’in öyküsü. Adına takılmayın, ünlü bir yazarın adıyla soyadını (ilkokul öğrencilerinin hep yaptığı) yer değiştirince gülümsetiyor kuşkusuz… Eee, adı üstünde zaten.

Şahap Bey, doğru yerde, doğru zamanda, doğru tutumları alsa dünyaca ünlü ve zengin olabilecekten iflâsın eşiğine gelmiş bir mucittir. Eşi, kaynanası, kuzeni el birliğiyle onu kurtarmak için çabalarlar ve zaten olaylar da öyle başlar. Film, gerçekten çok çarpıcı başlıyor, içine alıyor izleyiciyi, ancak gerek çerçevelerin boşluğu (kadrajların sanki yeterince düşünülmemesi) ile dönem dönem temposu düşüyor. O düşüşler arttıkça da izleyici sıkılıyor. Kim bilir, belki kısa filmler halinde, bölümler olarak düşünülse daha bir iyi mi olurdu diye düşünüyor insan.

Belli bir düzeyin üstündeki filmi, gelirinin Nesin Vakfı’na aktarılacağını da bilirse izleyici de sahiplenir.

05 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(28 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Şike Ama Terfi Ettiriyor: Demir Pençe

Bazen denk geliyor, birbirini içerik veya tür olarak takip eden filmler izliyoruz art arda. Yine bir despot baba, arada kalmış anne ve kendini bulamamış çocuklar. Geçen hafta izlediğimiz Eflatun (Yönetmen Cüneyt Karakuş) da aynı olmasa da ailenin çocuğun yaşamını belirlemesini benzer bir bakış açısıyla ele alıyordu. Bu kez, bir biyografi. 70’li yılların belleklerde bıraktığı kalıcı izlerin aradan geçen bunca yıl sonra yeniden ele alınması.

Baba Fritz Von Erich (Holt McCallany), yaşamını adadığı şiddetin her türlüsünün mübah olduğu “güreş”te (Amerikan boksu) altın madalyaya (dünya şampiyonluğuna) ulaşamayınca çocuklarını o uğurda yetiştirmiş ve hepsini birer birer eğitmiş. Oğulları Kevin (Zac Efron) ve David (Harrison Dicksinson) dünya şampiyonluğu şansı için çalışacaklar, Kerry (Jeremy Allen White) farklı bir dalda olimpiyat zaferi için ve son olarak -müzikle uğraşan, duygusal- Mike (Stanley Simons), baba baskısına, daha doğru deyişle tacizine boyun eğmek zorunda kalır. Anne (Maura Tierney) inançlı ve eşi kadar hırslı olmamasına rağmen eşine söz geçiremez. Tam bir erkek egemen aile… Pam (Lily James), Kevin’e âşık olur, hızlıca evlenirler. Buraya kadar bir şey yok. Ama sorun ailenin “lanetli” olarak kabul edilmesinde… Babanın kazanma hırsa karşısında “direnemeyen” çocuklar birbiri andına ölür, bu sadece babanın hırsını biler, yapabilecek bir şey yoktur.

Tam bir aile faciası yaşanır. Gençler ne istediklerini yapabilir ne de umutlarını yeşertebilir. Gerek oyunculuklarıyla gerekse makyajla filmin o dramatik etkisini arttıran film, sadece spor filmi olmaktan çıkıp bir aile filmine dönüşüyor.

Baba Fritz’in o hiç vazgeçmediği hırsını tüm dünyayı etkileyen siyasal olaylar da destekliyor. Disk atmada ulusal takıma seçilen Kerry, Başkan Jimmy Carter’in Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali nedeniyle boykot ettiği Moskova 1980 olimpiyatlarına katılamayınca mecburen babanın boyunduruğu altına girer. O da katılınca küçük oğul Mike da ister istemez müziği bırakır. Duygusal ve yoğun bir film Demir Pençe. Hem oğulların (gerçek yaşamda, üç oğul intihar etmiş) duygu yoğunlukları hem de çözümsüzlükleri bize birer mesaj veriyor.

Göz ardı edilmemesi gereken, ebeveynlerin çocuklarının yaşamına haddinden fazla karışmasıyla ortaya çıkan trajedinin sadece kendilerini değil, bağlantılı olarak toplumu da etkilemesi.

Evet, başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu “güreş” aslında, önceden görüşen ringe çıkan sporcularca yapılıyor. Yönetmen Sean Durkin, bir yerde, bir cümleyle (bir de atıf var) belirtiyor. Duygusal bir aile filmi izleyenler de bol aksiyonlu bir spor filmi izleyenler de beğenecektir.

22 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(20 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Renkler, Sesler Yoksa Hayalde mi Yok?: Eflatun

Sinemanın gizemli dünyası kendisini odaklandığınızda açıyor. Evde televizyon ekranında veya telefon gibi küçük ekranda izleseniz her ne olursa olsun odaklanmakta zorlanıyorsunuz. Oysa sinema salonunda, karanlıkla birlikte ses seda kesilince beyazperdeye odaklanabiliyorsunuz. Keyif o zaman başlıyor işte…

Karanlık deyince, sinemadaki ışıkların karartılmasıyla beyazperdeye yansıyan görüntülerin ışığının etkisinin dışında, göz gözü görmeyen bir karanlık da var.

Helen Keller 1880 – 1968 yılları arasında yaşamış bir pedagog; gözleri görmediği gibi kulakları da duymuyor, tabii doğal olarak konuşamıyor da… Helen Keller’in yaşam öyküsü “Her Şey Su ile Başladı” (Kuraldışı Yayınları) küçüklüğünde sadece suyu tanıyan bir kızın yaşam mücadelesinde kazandıklarını ve kazandırdıklarını anlatıyor. Cüneyt Karakuş’un yazıp yönettiği “Eflatun”, gözleri görmeyen ama sesleri çok iyi ayırt edebilen genç bir kadını anlatıyor. İrem Helvacıoğlu’nun başarıyla canlandırdığı Eflatun karakterinin karşısına bir gün Oflaz (Kerem Bürsin) çıkar. Eflatun, görmemesine karşın sesleri çok iyi tanıdığından, babasının mesleğini, saat tamirciliği yapmaktadır. Bir gün evdeki antika saati tamire getiren Oflaz ile aralarında bir çekim olur.

Filmin açılışı ilginç, meraklandırıyor izleyiciyi; çok başarılı bir girişi var. Zaman içerisinde sinemanın o kendine özgü “tesadüfün iğne deliği” veya “soğukkanlı geçiş” yaşansa da ilgi çekiciliğini sonuna kadar sürdürüyor; biraz uzun olduğunu (yönetmenler onca emek vererek çektikleri filmleri kolayca kesip atamazlar, hak vermek gerekir) söyleyebiliriz.

Yönetmen Cüneyt Karakuş, “yorgan altında” projesiyle engelli bireylerin sorunlarına yönelik çalışmalarıyla tanınan biri; bu filmde de görme engelli bireyin iç dünyasını açıyor bizlere…

Bir çocuğun yaşamını belirleyen anne babaysa (mahalle, okul, arkadaşlar da kuşkusuz), onların bakış açısı çocuğun geleceğinin yolunu da çizer. Anne gerçekçi, baba hayalci ise çocuk arada kalacaktır; annenin “icat çıkarma başımıza” eğitimiyle büyüdüğü, babanın ise “uç uçabildiğince” coşkusuyla düş(ünce) dünyasına önem verdiği apaçık ortadadır. Böyle olunca da çocuğun tek başına direngen, kararlı, özgüvenli olmasını beklemek de pek kolay olmasa gerektir. Eflatun, belki de kendisini o sorunsaldan sıyırmasını bilen bir gençtir.

Ailesiyle, çevresiyle, işiyle sorun yaşayanların bir “gönül gözü” açıktır her zaman, bilmesini, bulmasını bilene… Eflatun ile Oflaz’ın (adların ilginç bir öyküsü var, izleyenlerin unutamayacağı) onca sorun içerisinde birbirlerine açılmaları en tam da o “gönül gözü” ile anlatılabilir. Engellilik bir metafor, ama başka metaforlar da var. Tek karede birçok mevsimi (yaşam göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamandır, bize uzun gelse de, dünya için esamisi bile okunmaz) görselleştirmesi çok, çoktan da çok çarpıcı. Oflaz değilse de Eflatun’un oyunculuğu muhteşem; ah ki yönetmen arada bir de olsa yönlendirebilseydi…

22 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(19 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Diyetini Ödesen de Kurtulamazsın: Adaletin Eli

Dünyanın hemen tüm toplumlarında tanrı, aile ve intikam yaşamın belirleyici unsurlarındandır; her ne kadar doğru olmasa da, hemen herkes kendi hükmünü kendisi verir ve infaz eder. Tabii, ne demokrasi ne hukuk ne de yasalar buna izin verir. Vermemelidir de… Önemli olan ceza vermek değil suçun hayata geçirilmesini önleyici olmaktır.

İnsanlık tarihi boyunca savaşlar hep yaşanmış, barış ise (gerçekten barıştan söz ediyorum) birkaç yılla sınırlı kalmış. Buna karşın insanlar barış, huzur, demokrasi inancından, beklentisinden hiç geri durmamış. Barış bir gün gerçekten tüm dünyada oluşturulduğunda, muhakkak suç işlenmeyecek, kimse kimseyi öldürmeyecek, birbirini sömürmeyecek.

Adaletin Eli (Red Right Hand) filmi, bu hedefi, arzu edilmemesine rağmen herkesin kendi hukukunu uygulayarak elde edebileceğini gösteriyor. O zaman öyküyü özetleyerek başlamalıyız: Cash (Orlando Bloom), Büyük Kedi’nin (Andie MacDowel) çetesinde suç işleyen elemanlardandır, ama kurtulmak için diyet ödemiş, cezasını çekmiş ve sakin bir yaşama başlamıştır. Cash’in kızkardeşi ölünce, eşi Finney (Scott Haze) bunalıma girer, kurtuluşu alkolde bulur. Kızı Savannah’a (Chapel Oaks) ve Cash’e haber vermeden tefecilikle birlikte uyuşturucu kaçakçılığı da yapan, gaddarlığıyla bilinen Büyük Kedi’den para alır, işleri düzeltmek için. Büyük Kedi, Finney’in arazisine konmak için bu vade filan beklemeden harekete geçer. Tabii, Cash önlerine çıkar. Anlaşmalarına rağmen Büyük Kedi, sözünde durmayacaktır.

Adaletin Eli, iki saate yakın, hiç sıkmadan, alabildiğine akıcı, tipik bir aksiyon filmi. Başından ne olacağını biliyorsunuz, ama neyin hangi zamanda, hangi koşulla, nasıl içinden sıyrılabileceklerinin merakı sizi hiç bırakmıyor.

Yönetmen Ian Nelms, Eshom Nelms kardeşlerin dini inancın insanın moral desteği olduğunu vurgulayan filmi, aile (birliktelik) üzerine kurulmuş, buna bağlı olarak da intikam amaçlı yaşanması gerektiğinin altını çiziyor… Bulundukları kasabanın kolluk gücüne ve Şerif’e alttan alta bir güven duysalar da bu güvenin boşa çıktığını izliyoruz. Sahi, bizde farklı mı?

15 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(12 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bilmediklerinizi Kendinizde Bulursunuz: Memory

Bir an aklınıza bir şey gelir, ona takılırsınız ve hep aynı konu etrafında dolaşırken bulursunuz kendinizi. Bu, olmuş veya olmamışlıktan öte sizin zihninizde yarattığınız bir dünyanın izdüşümüdür. Ya o sanal duygulara inanırsınız ve hep öyle anarsınız ya da “saçma” olduğunu düşünerek unutmayı tercih edersiniz. Ta ki, hiç beklenmedik bir zamanda yeniden aklınıza takılana kadar… O zaman da olanla düşlenen birbirine karışmıştır artık; hangisi veya nereye kadarı gerçek nereden öncesi veya sonrası düş üzerine düşseniz de bulamazsınız.

Sylvia (Jessica Chastain), aynı okuldan mezun olduğu, ama aslında kendisini taciz ettiğini düşündüğü Paul (Peter Sarsgaard) ile yıllar sonra karşılaşır. Paul demans hastasıdır ve birçok şeyi hatırlamamaktadır (aslında belki de en güzeli, ne sorumluluk duyarsınız ne de yükümlülüğünüz vardır ama neylersiniz ki, mümkün olmaz her zaman). O tacizci genç olmadığını öğrendiğinde bir yakınlık doğar aralarında. Kızıyla birlikte yaşayan Sylvia, kaygılanmadan Paul’ü eve alır.

Şefkatli iyimserlik…

Yönetmenin asıl amacı ne gerilim yaratmak ne de soru işaretleri oluşturmaktır; sadece bir gerçekliğe parmak basmakta yalın ve sakince olayı anlatmaktadır. Seyirci kendi içinde alıp verir; kendisiyle bağ kurar, aynı şeyler kendi başına gelse ne yapacaktır acaba çelişkisini yaşar. Bu durumda sorulması gereken soru: “içiniz nasıl”dır? İyiyseniz, huzurluysanız, kaygılanacak bir şeyiniz yoksa tepkiniz de normal olacaktır. Ama -tabii, sadece siz bilebilirsiniz onu- içinizde geçmişten gelen bir eksiklik, aksaklık (bu sevgi de olabilir, ekonomik sorunlardan kaynaklı sıkıntılar da; abartırsak mutluluk bile…) varsa huzursuz olacağınız da kesindir. Michel Franco’nun, kendi yazıp yönettiği filmin iki ana kahramanı da belli ki yaşamın sillesini yemişlerdir ve her ikisi de birilerinin (Sylvia kızının ve kız kardeşinin, Paul ise kız kardeşi ve eniştesinin) desteğine ihtiyacı vardır. Muhakkak ki, her ikisi de bu desteği istememişlerdir, ama onlarsız da yapamazlar.

Başınıza kötü bir şey gelmiş olması gerekmiyor empati duymak için… Bir düşünün, aynı duyguları yaşıyorsunuz ister istemez. Kafanızda oluşan soru işaretlerinin yanıtını bulamayacaksınız, ama önünüze kocaman bir ufuk açılacak, muhakkak.

08 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(05 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Gelecek Bugünde Gizlidir: Dune -Part 2-

İlginç geliyor, değil mi; 100. yüzyılın başındayız… Günümüz, 21. yüzyıl olduğuna göre, torunlarımızın torunlarının da göremeyeceği bir dönemde geçen bir film: Dune. Dune’un ilk bölümü 2021 yılında, Pandemi döneminde çekilmiş ve epey ilgi çekmişti. Her ne kadar istenen gişe başarısını yakalayamadığı söylense de sinefiller, ikinci kısmını merak, heyecan ve umutla bekliyordu. Yanılmadılar, muhteşem bir görselliğin içerisinde, müthiş bir film izleyecekler.

Bilindiği üzere, Frank Herbert’in bu çok sevilen, çok okunan kitabı, sinemacıların da çekmek istediği öyküler arasında ilk sıralarda yer alıyordu. Her ne kadar daha önce birkaç kez çekilmişse de istenen (edebiyatın yarattığı imajı bir filmin yaratması pek mümkün değildir, yönetmenin imajı belirleyicidir çünkü) etkiyi, doğuramadı. “Ben daha iyi çekerim” diyen gelsindi… İşte geldi de: Yönetmen koltuğunda Denis Villeneuve’ün oturduğu, “Dune: Çöl Gezegeni”nin ardından “Dune: Part 2” de gösterime giriyor. Türkçede 6 cilt olarak İthaki Yayınları arasından çıkan kitabın yine Dost Körpe çevirisiyle yeniden yayımlandığını görüyoruz. (2021 yılında 14. baskı, 2024 yılında 1. baskı… Yayınevi neden yeni baskısına birinci baskı demiş, bilemiyorum.)

Dune adıyla bilinen Arrakis gezegeni, evrende baharat adı verilen bir yanıyla uyuşturucu, diğer bir yanıyla da enerji kaynağı maddenin çıkarıldığı tek gezegen. Bir çöl gezegeni olan Dune’u, Harkonnen Hanedanı yerine Atreides Hanedanının yönetmeye başlayacak olmasıyla bir şeyler değişmeye başlar. Genç varis Paul Atreides, belki bir Mesih, belki de bir yol göstericidir. Adını kendisi alır: Muad’Dib.

Çölde yaşam

Aradan geçen onca bin yıla karşın değişen bir şey yok yaşamda. Su en büyük sorun. Günümüzde öyle değil mi? İktidar mücadelesi iki hanedan arasında kıyasıya, ölümcül bir savaşa yol açıyor. Bugün farklı mı? Bir aydan daha az zaman kaldı yerel yönetim seçimleri bile inanılmaz polemiklerle sürüyor, haksız mıyım?

Kitaptan bir alıntıyla başlamam gerekirse… “Ortodoks bir dine siyasetin karışması kaçınılmazdır. Bu iktidar mücadelesi Ortodoks cemaatinin eğitimini ve disiplinini etkiler. (…) Liderliklerini korumak için tamamen oportünist mi olmalı, yoksa Ortodoks etiği adına kendilerini feda mı etmelidirler?” Çölde yaşayanların biraz mistik, biraz geleneksel, biraz da kendi güçlerini inançlarıyla korumaya çalıştığı kumulu, akılcı bir önder düze çıkarabilir. İşte, o zaman Paul, çölün bir parçası olmaya karar verir.

Yakın planın muhteşem duygusu…

Yönetmen Denis Villeneuve ve Greig Fraser’in başarılı görüntüleri ile Hans Zimmer’in etkileyici müzikleriyle tam bir görsel şölen izliyoruz. Yakın planın muhteşem duygusu içinizi sarıyor. Belki bilinen bir hikâye, aşina olduğumuz konu ve olaylar ama işlenişiyle, yaratıcılığıyla, etkileyiciliğiyle “tam da bu” dedirtiyor. Gençler, madem para veriyoruz, hak ettiğimiz zamanı kaplasın diyormuş ve filmler bu beklenti doğrultusunda uzamış. Ancak bana biraz (biraz mı) uzun geldi.

Uçsuz bucaksız çölde kimi zaman kızgın güneşin altında birer siluet olan oyuncuların görünüşü de alabildiğine estetik. Çatışma ya da gerçek adıyla savaş sahneleri de çok etkileyici. Romanı okuyanlar, yaşama bakışı, biraz da siyasi, toplumsal ve ekolojik bir bakışı da yakalayacaklar muhakkak. Sinema, eğlendiriciliği nedeniyle olsa gerek bunca derinlemesine bakmıyor. Önce filmi izleyenler, yönetmenin imajına gerçekten kendi imajlarını katarak yepyeni bir ruh oluşturacaklardır daha baştan.

01 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(28 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Gülmeye İhtiyacımız Varmış, Gerçekten: Senden Başka

Sosyal, siyasal, ekonomik, kişisel ve hepsinin üstüne, felâkete dönüşen çevresel sorunlar yaşıyoruz birbiri ardına. Yetmezmiş gibi seçimler de yaklaşınca hemen her partinin vaat adı altında sıraladığı projeler hayatımızı kararttı neredeyse. Şeriat istemeyen bir avukat, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten tutuklanması talebiyle gözaltına alındı, ardından da adli kontrolle serbest bırakıldı; laik bir ülkede. Anlaşıldı, Anayasa gibi laiklik de lafta. Yazık!

Böylesi karmaşık ve Berat Albayrak’ın görevden affını istediği mesajında belirttiği gibi “at iziyle it izinin karıştığı” bir ortamda insan biraz nefes almak, rahatlamak istiyor. Sinema da -bize okulda öğretildiği gibi ağırlıklı olarak eğlenme amaçlı olduğundan- bu rahatlamayı, nefes almayı sağlayan en güzel imkân. Tam da burada, “Senden Başka” gerek romantik komedi unsurları, gerekse aydınlık görüntüleriyle iyi bir seçenek.

Yönetmen Will Gluck’ın, senaryosunu da yazdığı, bir yanıyla bilindik, bir yanıyla da merak ettiren ve başarılı rejisiyle “Senden Başka”, olmadık bir sıkışıklık içerisinde birbirleriyle tanışan iki gencin, Bea (Sydney Sweeney) ve Ben (Glen Powell), hem geçmişlerini unutmak hem de yeni bir geleceğe yelken açmak isterken arkadaş kurbanı olmalarıyla başlıyor. İkisi de en yakınlarına etkilenmemiş gibi davranıp umursamaz cevaplar verince ve daha da önemlisi ikisi de bunları duyunca araları daha da açılır. Ortak arkadaşları, kardeşleri ikisini de evlenme törenine çağırır. Orada bir “oyun” oynamak, birbirleriyle ilişkileri varmış gibi davranmak zorunda olduklarını görür ve bu oyunu kabul ederler.

Düğünün yapılacağı Avustralya’da, Sidney’e giderler. İlgimi çeken öncelikle yeşillik oldu. Bizde olmayan yeşil kent onlarda apaçık ve gerçekten çok. Gündüz ve gece manzaralarıyla kent tanıtımı da çok yerinde… yani çağırıyor insanları. Bu, bir anlamda turizm daveti ve biz zaten yeşili yok ettiğimiz için (ormanları otel yapımı, maden sahası açmak, otoyol ve havalimanı yapmak için katlettik) böylesi bir turizm daveti pek mümkün görünmüyor.

Filme girmeden önce gençlerin eskisi kadar sosyalleşmediği üzerine konuşuyorduk; yeni kuşakların sorunu olarak gördük bu kapanıklığı… Bu ve benzeri filmler umut verici olabilir, tabii izlerseniz.

23 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(20 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kötülüğün Sıradanlığı ya da… İlgi Alanı

Sinema görsel bir şölen. Her ne yaparsa, her ne anlatırsa görselliği öndedir ve ağırlık da o izlediklerinizde olacaktır.

Ancak Jonathan Glazer’in İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmi sessizliğiyle ve kokusuyla inanılmaz güçlü ve bir o kadar da değerli bir gerilim yaratıyor. İkinci Dünya Savaşında, ünlü toplama kampı (aslında cezaevi olarak inşa edilmişse de), imha etme ve krematoryum olarak kullanılan Auschwitz’te dünyanın gördüğü en büyük kitle kıyımını sadece ses ve kokuyla aktarıyor.

24 saat düzeniyle çalışan o iğrenç insan öğütme merkezinden makinelerin tekdüze sesi hep kulaklarda… Kurtulmak ne mümkün! İnsan nereye kadar alışabilir? Gelir gelmez evi de bahçeyi de rahatlığı da çok seven büyükanne dayanamayıp kaçıyor.

Çok yıllar önce Sam Peckinpah’ın (Bring Me The Head Of Alfredo – Bana Onun Kellesini Getirin) filmini izlediğimde bunca yoğun duymuştum filmden yükselen kokuyu, şimdi, “İlgi Alanı”ndan sonra hâlâ burnumda o koku. (Bu arada, Yavuz Turgul’un Av Mevsimi filminde ‘çaylak’ polisin ellerini yıkasa da çıkaramadığı ceset kokusunu unutmamalı…) Glazer, o kokuyu hissettiriyor.

Rudolf Höss (Christian Friedel), Auschwitz toplama kampının komutanıdır, eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve çocuklarıyla birlikte geniş bir avlu içinde yüzme havuzu da bulunan, sera yapabildikleri, çiçek yetiştirebildikleri, kovan kurup bal elde edebildikleri evlerinde -görünüşte- çok da mutludurlar. Evleri yüksek beton duvarlarla çevrilidir ve üzerinde dikenli teller vardır. Duvarlar evi değil toplama kampını korumaktadır aslında. Komutanın işi kolay, getirilip yakılarak yok edilen Yahudilerden kalanları evine gönderip ailesinin de rahat etmesini sağlamaktadır. Kimi zaman bir astragan kürk, kimi zaman altın dişler, kimi zaman iyi kıyafetler gelmektedir. Kadının yardımcıları Yahudiler arasından seçilmiştir, hepsi sonlarının ne olacağını bildiklerinden pür dikkat işlerini yapmaktadır.

Arada yanlışlıklar da olmaz değil… Bir gün derede yüzerlerken bir kemik bulan komutan çocuklarını apar topar çıkarır ve neredeyse kazırcasına yıkanırlar. Bahçedeki çiçekler insan külüyle sulanır. Çocukların en büyük oyuncağı altın dişlerdir. Komutanın titizliği de göz ardı edilmemeli… Yönetmen bazı şeyleri göstermese de anlatmayı iyi başardığı için derme çatma ve alabildiğine kirli bir çeşmede yıkanması iyi bir detay. Bu arada, filmde neredeyse hiç detay plan yok. Geniş planlarda kampın bacalarından çıkan kara dumanlar göze çarpıyor.

Biz izleyici olarak sadece tanıklık ediyoruz yaşananlara. Alabildiğine güçlü bir gerilim var zaten filmde, ister istemez gözlerinizi bile yummaktan kaçınıyorsunuz, kaldı ki başka bir şey… Sinemanın başarısı.

16 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(14 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kendi Kendimizin Üretim Aracıyız: Zavallılar

Filmde, benim başlığa çıkardığım cümle, yaptıkları iş nedeniyle kendilerini tanımlamak için kullanılmış olsa da, insan yaratma (!) nedeniyle filmin ana teması, savsözü olarak öne çıkıyor.

Frankeştayn’ı biliyorsunuz, modern Prometheus… Peki, aynı düş(ünce) başkaları tarafından geliştirilemez mi? Alasdair Gray, Glasgow’da, dişi Frankeştayn öyküsü yazar, aslından yüz elli yılı aşan zaman sonra. Doktor Frankeştayn bir canlı yaratır, öykü doktorun üzerine yoğunlaşır. Gray ise Doktor Godwin (ilginç değil mi, tanrı ve kazanma sözcüklerinin bileşimi) üzerine değil yarattığı canlı, kadın üzerine kurar öyküsünü. Bizim, “Zavallılar” olarak izlediğimiz filmi Yorgos Landhimos çekmiş. Görselliği başarılı, oyuncular başarılı, müzik izleyiciyi taşıyor ve film bittikten sonra da o duygu, o heyecan, o yenilik sürüyor insanın zihninde…

Yaşamına, bilinçli olarak son veren hamile kadının karnındaki bebeğin beynini kadına aktaran Godwin (Willem Dafoe), bedeni gelişkin ama beyni çocuk olan kadını (Bella) (Emma Stone) bir yandan eğitir, bir yandan da üzerinden bilimsel araştırmalar yapar. Bu bir yabancılaşmadır ve sinema yabancılaşmayı gerçekten çok severek kullanır (değerlendirir).

Film; Bella’nın, hapsedildiği laboratuvardan çıkıp toplumsal ahlâk (baskı) ve görgü kuralları, cinsellik, aşk, sosyal sınıf, yoksulluk ve hepsinden önemlisi erkeklerin dünyayı kontrol etme çabalarıyla dolu gerçek bir dünyayla karşılaştığını anlatıyor. Diyalektik olarak hiç bilmediğiniz, duymadığınız, üzerinde eğitim almadığınız bir şeyi olduğunca kavrayamaz, anlayamazsınız. Erkek egemen ve buna da bağlı olarak feodalizmden kurtulmuş, kapitalizme hızla giden dünyanın toplumsal kuralları, ahlâk anlayışı/baskısı o çizgide gelişir. Ona ters yapılan her şey (düşünceniz bile) itici, kötü, yanlış olarak algılanır. Bunun, bizdeki tipik örneği; Kürtlerle barış çabası -açılım süreci- ve Gezi Direnişi sonrasında haksız, hadsiz, hukuksuz tutuklanmalar ve verilen cezalardır. Bella da aynı nedenlerle toplum içine çıkarılmaz, çıktığında da anlaması, anlaşılması kolay değildir. Duygularını niye saklamak gerektiğini bilemez. Tıpkı beslenmek, barınmak, yürümek gibi bir şeydir seks de onun için.

Eğitimin yararını çok açık bir şekilde izliyoruz. Bella, bütün yönlendirmelere (Godwin’in asistanıyla evlendirilmesi isteğine), itirazlara (çapkın Duncan Wedderburn’ün –Mark Ruffalo- kendisini kaçırıp cinsel obje olarak kullanmasına) ve cinselliğin parayla alınıp satılmasını anlamamasına rağmen bildiği gibi yaşar, iyi bildiğini yapar, kötü bildiğinden kaçınır, karşı çıkar.

Wedderburn ile çıktıkları gezide, aynı gemide yolculuk eden insanlara karşı söyledikleri şaşırtıcıdır. Oysa Bella, kötü niyetli, art niyetli veya içten pazarlıklı değildir. Kumardan kazanılan parayı yoksullara vermek için gemi personeline -ki, o gemicilerin parayı kendi ceplerine atacakları yüzde bin beş yüz nettir- teslim etmesi tam da bu duygunun yansımasıdır.

Doktor Jekyll gibi…

Dr. Henry Jekyll’in hikâyesini okumuş veya izlemişsinizdir. Kişilik bölünmesi diyebileceğimiz bir vaka üzerinden insan anlatılır orada; iki tarafı olduğuna inanır Dr. Jekyll insanların, melek ve şeytan yüzü. Muhakkak ki, birebir değil, ama birbiriyle bağlantılıdır “Zavallılar” ile… Godwin, babasının deneğidir, Bella’yı da denek olarak kullanır (bu arada kafası köpek bedeni tavuk, kafası ördek bedeni keçi yaratıklarla deneyler yaptığını belirtmek gerekir). Bella, bazı hazları deneyimleyerek bulurken; Godwin, babasının ileride karşılaşması olası durumları öngörerek hiçbir şey yaşa(ya)mamıştır. Bella’yı Godwin’den ayıran en önemli fark budur.

Yönetmen, birkaç aşamalı filmin özellikle ilk bölümünde siyah beyaz görüntüyü tercih etmiş; biraz rüya, biraz hayal, biraz gizem katmış bu… Set tasarımı ve görüntüler alabildiğine estetik ve gerçekten büyüleyici.

Kitap olarak…

Hep tartışılagelen bir şeydir, roman mı daha başarılı o romandan uyarlanan film mi? Muhakkak ki, iki sanatı kıyaslamamak gerekir. Ancak unutulmaması gereken, edebiyatın imaj yarattığı, filmin ise imajın imajı olduğu için hayale farza yer bırakmamasıdır. Hep verilen bir örnektir (Yaşar Kemal için örneğin) bir yaprağın düşüşünü 60 sayfaya yayılır. Oysa filmin süresini de göz ardı etmemek gerekir muhakkak, yönetmenin (senaristin) görmek istedikleriyle sınırlısınızdır. İskoçya’nın önemli yazarlarından Alasdair Gray’in 19. yüzyıl sonlarında yaşamı anlattığı “Zavallılar” İthaki Yayınları (çeviren Süha Sertabiboğlu) arasından çıktı. Şöyle bir karıştırma fırsatım oldu, epey ilginç. Zaten yayımlanmasıyla çok ses getirmiş… Şimdi sıra (ya koydum bile) kitabı da okuyup filmle karşılaştırmakta.

09 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(06 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Usul Esastan Önce Gelir (mi?): Öğretmenler Odası

İşte, okulda, sokakta, yaşadığımız her yerde bir aradayız; kim neci, ne yapar, neyi niye yapar bilemediğimiz gibi gizli saklı yapıldığında da saptayamayabiliriz. Hırsız da, yalancı da, kötü niyetli olan da var muhakkak. Temkinli oluyoruz o nedenle, kapımızı kilitliyoruz, pek tanımadığımızla sıkı fıkı olmamaya çalışıyoruz. Ama ya o(nlar) aynı işyerinde birlikte çalıştığımız insanlarsa… İki seçenek çıkıyor önümüze: ya sessiz kalacağız ya da itiraz edeceğiz.

İlker Çatak’ın, Almanya’nın Oscar adayı da gösterilen filmi “Öğretmenler Odası” tam da bu ikilemi anlatıyor. Tabii, benim yukarıda yazdığım kadar basit değil çözümü bulmak. Mahalle baskısı belirleyici. İnsanların sosyal, dini ve etnik (özellikle artan göçmenlikle birlikte ırkçılığa varan) durumları karar vermede en önemli etkenlerden. Bir de yönetimin (bunu sadece bir okul, bir işyeri, bir fabrika olarak alabileceğimiz gibi ülke olarak da düşünebiliriz) “aman tatsızlık çıkmasın” düşüncesiyle, muhafazakâr tutumu da eklenince çözüm giderek daha da zorlaşıyor. Hemen baştan söyleyeyim: Kürt sorununun çözümlenememesi de aynı nedene bağlanıyor. Egemen erk işine geldiği kimi zaman barışçıl kimi zaman savaşçıl oluyor.

Matematik ve beden eğitimi öğretmeni Carla, (ayrımcılığı ortadan kaldıracak “günaydın” uygulaması ile 0,9 ile 1 arasında bir sayı var mı sorusu da gösteriyor ki, sorgulayıcı bir eğitim taraftarıdır) okula yeni gelmiştir. Sınıfı, Türk, Kürt, Arap, Polonyalı, Hristiyan, Müslüman öğrencilerden oluşuyor. Çocuklar arasında -aslına bakarsanız- çok kolay çözümlenebilecek bir hırsızlık, etnik kimliği nedeniyle bir çocuğun üzerine atılıyor. O çocuğun yapmadığı belirlense de, okul yöneticileri ve onu suçlayan öğretmenler (hatta veliler bile) özür dilemekten kaçınıyor; kaldı ki okulun “sıfır tolerans” kararı var.

İhkak-ı hak

Bizim ülkemizde sürekli yapılmak istenen (genellikle de yapılan) kendi işini kendin gör mantığıyla hüküm vermek ve ceza kesmek, hukukta kabûl gören bir şey değil. Hukukçu olmadığım için nerede ve nereye kadar doğrudur, nereden sonra “suç” oluşturur, bilemiyorum. “Sallandıracaksın Taksim’de, bak bakalım bir daha yapıyorlar mı” diyenler, bin yıllardır aynı suçların işlendiğini nedense göz ardı ediyor. Şimdi bizde idam yok, ama varken, onlarca insan asılırken de cinayetler işleniyordu, soygunlar yapılıyordu… Demek ki, başka bir şey yapmak, düşünmek gerek.

Carla, okul yönetiminin ve öğretmenlerin bu duruma göz yummasının hata olduğunu kanıtlamak için gizli kamerayla çekim yapar ve bir kişinin hırsızlık yaptığını belirler. Ancak o, bir Almandır ve okul yönetimi gibi veliler de o “hırsız”dan yanadır. Düğüm orada daha da sıkılaşıyor… gizli kamerayla çekim yapmasının yanlış olduğu belirtilerek (her ne kadar hırsız kadın okuldan uzaklaştırılmışsa da) Carla’ya karşı da tavır alınır. Karla’nın da bir göçmen olduğunu belirtmem gerekiyor mu, neden suçlandığını anlatmak için…

Her şeye rağmen Carla, iyiden, idealist diyebileceğimiz kadar doğrudan, ama özellikle de çocuklardan yana davranmayı sürdürür. Yönetime ve arkadaşlarına anlatmaya çalışır. Kopya çeken, arkadaşını döven, hatta kendisinin bilgisayarını kanıt yok etmek adına kaçırıp atan çocuğa karşı aynı davranır.

Bir yere kadar…

Burada aklımıza gelen bir soru var… Sineklerin Tanrısı romanını (en azından filmini) biliyorsunuzdur. Yazarının Nobel aldığı bu romanda, çocukların içlerindeki iktidar hırsıyla akla gelmeyecek kadar kötü olabileceği anlatılıyordu. Sonradan kurgu olduğu belirtilen bu romanda yaşananların gerçeği yansıtmadığı Rutger Bregman’ın, “Çoğu İnsan İyidir” kitabında anlatılıyor.

Bir okul, bir derslikteki öğrenciler, öğretmenler üzerinden anlatılsa da, “Öğretmenler Odası” üzerinde yaşadığımız dünyanın, ülke iktidarlarının, yönetim sistemlerinin eleştirisi olarak gösteriyor kendisini.

Evet, usul esastan önce gelir. Evet, yalanla dolanla, gizli kamerayla, işkenceyle elde ettiğiniz kanıt/itiraf üst mahkeme tarafından geçersiz sayılır ve davanın yeniden görülmesi istenir. Suçlamanın haklı ve geçerli bir temele oturması istenir. Sanık (veya hükümlü) belki de o fiili işlemiş olabilir, ancak iddia makamının daha farklı deliller sunması istenir. “Öğretmenler Odası”nda da, benzer bir durum söz konusu… Konu yüzeysel gibi gözükse de alabildiğine derin ve gerçekten çok, hatta çoktan da çok önemli.

Böylesi bir durumda (bizim ülkemizdeki siyasiler edinilmiş bilgileriyle kendilerince karar varırlar ve halk da bunu kabul edebilir, ama gerçeklik hiç de böyle sürmüyor) ne yapılması gerektiğini tartış(tır)an “Öğretmenler Odası”nın izlenmesi ve çerçevesinin genişletilerek tartışılması (yerel seçimler öncesi, oy kullanmadan) gerekli, bence.

Filme gelince… Yine Aytekin Çakmakçı’yı anmadan geçemeyeceğim. Ünlü ve gerçekten de başarılı görüntü yönetmeni Aytekin, “Bir filmde görüntüyü, kamera hareketini, oyuncunun oyununu görmüyorsanız (unutuyorsanız), film sizi taşıyorsa, o filmin kameramanı doğru iş yapmıştır.” diyordu. Erken kaybettik, doğanın kucağında yine kamera elinde görüntü peşinde koşuyordur muhakkak.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(29 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İçinizdeki Çocuğu Öldürmeyin! Aşk Mevsimi

Birini seversiniz, kavuşamazsınız, bu aşk olur denir ya… Biz, aşkı hep kavuşulamayan olarak kabul etmişiz. Büyük hata kuşkusuz. Ali Yaman, gençlik aşkı Şirin’in peşinden koşuyor yıllarca. Şirin, hoşuna gitse de bir türlü onaylamıyor Ali’nin bu yaklaşımını. Görece rahat iki genç arasında gelişen duygu; gerek aile içinde, gerek mahalle baskısı, gerekse eğitim beklentisi, daha da önemlisi daha yakışıklı, daha güzel, daha paralı, daha lüks yaşam vaat eden nedeniyle sürüncemeye giriyor.

Filmin savsözü “Hayatının aşkı mı, hayat arkadaşın mı”. Bu, aslında bizim toplumsal olarak sevgiyi de, sevmeyi de, takıntı haline getirmeyi de sürdürdüğümüzün göstergesi. Dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir, zamanla kişi değişebilir, anlayışlar farklılaşabilir; aşk diye gördüğünüz hayat arkadaşı olabilir veya tam tersi.

Filmin öne çıkan mesajı: Sebat edin, içinizdeki çocuğu (o mutluluğu) yok etmeyin, bir gün sizin de yüzünüze güler hayat, ama geç kalırsa da şaşırmayın. Ali, yıllarca peşinden koştuğu, aşkı nedeniyle süründüğü Şirin’in, nedense (orası filmde) geri dönmesiyle ne yapacağını şaşırıyor. Sahi, siz olsanız ne yaparsınız?

Benzer bir durumu yaşamış biri olarak, ben hem aşkı hem hayat arkadaşımı buldum. Acı çektim tabii, acı da çektirdim. Zaman her şeyin ilacıymış hepsi anı olarak kaldı geride… Bilmem Şirin ile Ali Yaman’ın durumu ne olur?

Murat Şeker’in, Ali Tanrıverdi ile senaryosunu yazdığı ve çektiği film, yaşlı, genç herkese sesleniyor. Biraz hüzün, biraz neşe, biraz duygusallık ve çokça güzellik barındırıyor içinde. Sıcak bir film çekmiş, karamsar değil, düşündüren, belli anlamda yol gösteren. Tabii ki, insanlar film(ler)i, ağırlıklı olarak eğlenmek amaçlı izler; burada eğlencenin yanında kocaman bir hedef de söz konusu. Okulda, ailede, mahallede tabu olunca, aşk anlatımı filmlere kalıyor.

İçinizdeki erkeği öldürün, ama içinizdeki çocuğu asla. Bu çok önemli. Erkek egemen bir dünyada beklentilerin erkeğin asıp kesmesi, bağırıp çağırması, esip kükremesi yönünde… Ancak film alabildiğine yumuşak, esnek ve anlayışlı. Keyifle izlerken kendinizi göreceksiniz o karakterlerde.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(26 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Belki Bir Gün! Rüya Senaryo

Andy Warhol, “Bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak.” demiş. Sinemacılar durur mu, bu sözü alıp gerçekten olup olamayacağını beyazperdeye getirmiş: Rüya Senaryo (Dream Scenario).

Muhakkak ki, çok çarpıcı bir gelişmenin -belki de ilk örneği olduğu için- ilgi çekeceği düşünülen konu, ne yazık ki, sadece başrol oyuncusunun ününe bağlı kalmış. O da işinin hakkını vermiş, taşımış gerçekten de…

Paul Matthews (Nicolas Cage), sıradan bir öğretim görevlisidir ve bir kitap yayımlatarak kendisini aşmaya çalışır sadece. Birileri onu rüyasında görmeye başlar. Bu giderek artar ve bir anda dünyanın en ünlü kişisi olur Matthews. Yardımsever biridir, ancak rüyalarda hiçbir şey yapmaz. Kaza geçiren birine yardım etmez, düşen birini kaldırmaz, yangını bırakın söndürmeye çalışmayı uzaktan bakar sadece. Rüya görenler onun nedenlerini araştırırken, kendisi daha aktif olmayı ister. Yani birilerinin rüyasında daha etkin olmayı,,,

Reklam anlaşmaları, kitap yayımlama fırsatları, hiç ummadığınız (genç) birileriyle birliktelikler… Sıradan bir öğretim üyesiyken karşısına çıkan bu fırsatlar karşısında afallayan ve “etik” davranmaya çalışan Paul’ün yaşadıkları meraktan korkuya, kaygıdan umutsuzluğa kadar genişliyor. Evi, kızları, eşi ile bile anlaşamıyor. İyiler yanında kötüler de var, kıskançlıklar, intikamlar, tuzaklar… İlginç bir öykü. Hoş bir film. Ancak yetmiyor. Birçok şey temellendirilmeden öylesine yerleştirilmiş sanki. Günümüzde, herkesin sosyal medya üzerinden yakındığı (aslında hayatın içinde de rastlanıyor) algoritma nedeniyle az çok farkında olduğu bir gerçeğin ilk tanıtımları… Öyle bir özellik kazandıracak bir fırsat geçse elinize, istediğiniz her şeyi rüyada da olsa gerçekleştirebilseniz kötü mü olur? Yapay zekânın gideceği yol belli oldu demektir. Büyük olasılıkla rüyalarınızı da teslim edeceksiniz birilerinin (buradaki birileri sosyal medyayı da, siyasal ve sosyal yaşamı da yönlendirenler tabii ki) eline.

Sanal evren, üç boyutlu gözlüklerle içindeymiş gibi hissi veriyor ya. Bu yeni rüya gözlükleri de öyle olacak. Filmi izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz, belki size yetişmeyecek, ama gelecekte neler olacağını öğrenmek ve şimdiden çocuklarınıza müjdeyi vermek için bir fırsat.

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sonsuz Mavi Bir Yolda: Kaptan Benim

İlk insanı anlatırken, Afrika’dan dört bir yana dağılmış denir. Bilimsel araştırmalar da öyle söylüyor. Milyonlarca yılda insan gerçekten insan olmuş, ama o dağılması (artık göç diyoruz) değişmemiş. İnsanlar, teknolojinin de, tarımın da, kentsel yaşamın da değişmesine karşın hâlâ bir yerden bir yere göçüyor. Göçün, göçmenliğin nedenleri çok; başta ekonomik kuşkusuz, ardından siyasi göçmenlik geliyor. Savaştan kaçtıkları için, iş için, aş için, aşk için, küresel iklim değişikliğiyle (ısınmanın etkisi) yakıp (yağmurların daha bir yoğun yağması nedeniyle) yıktığı evlerinden, tarım yapamadıkları, hayvan yetiştiremedikleri için yurtlarından ayrılıyorlar.

Kendilerinden önce binlerce yılda milyonlarca insan geçmiş o yollardan, büyük çoğunluğu yolda kaybetmiş hayatını, iade edilmiş ülkesine, başaramamış dönmüş geri; ama yılmadan, bıkmadan, usanmadan her gün yeniden düşüyorlar yollara.

Sorunun kaynağı değil, mağduru onlar

Günümüzün en büyük (ve büyük olasılıkla çözümsüz) sorunlarının başında geliyor. Bizim ülkemizde de belli odakların karşı çıktığı, egemen gücünse sadece “para” olarak gördüğü, sığınmacı / mülteci / göçmen (artık ne ad verirseniz) sorunu yaşanıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki, yaşanan sorunların hiçbiri o yoksul ve çaresiz insanlardan kaynaklanmıyor, yöneticilerin haksız, hadsiz kâr hırsından, daha çok sömürmek için savaştan kaçınmamaktan, ekolojik yaşamı bile yok etmekten çekinmemekten kaynaklanıyor.

“Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, aletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.”

Nâzım Hikmet’in ünlü Kuvâyi Milliye Destanı, her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı anlatırsa da, Afrika’yı Senegal’den Libya üzerinden İtalya’ya kat eden insanları da anlatıyor. Göçün, sürgünün savaştan aşağı kalır yanı yok. Matteo Garrone, senaryo yazımına da katıldığı Kaptan Benim’de, Seydou Sarr, Moustapha Fall, Issaka Sawadogo ile hayatın gerçeklerinden olan bu göçmenliği sergiliyor tüm çıplaklığıyla…

Yaşanmışlıklar belirleyici

Filmin öyküsü gerçek; Ege kıyılarında dalgaların arasındaki Alan Bebek’in yüzükoyun fotoğrafı hâlâ acıtıyor içimizi; onun gibi binler, on binler, yüz binler öl(dürül)dü. Hâlâ da insanlar göçüyor, bir ülkeden diğerine… ABD’ye girmeye çalışanlar, Endonezya’dan, Singapur’dan, Pakistan’dan yaşam sürmek amacıyla nice zorluklarla yollara düşenler… Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan ülkemize gelenleri biliyoruz. Ukrayna’dan Avrupa’ya savaştan kaçanların oluşturduğu uzun insan kuyrukları… Kaptan Benim, sadece Senegal’dan İtalya’ya geçen iki gencin öyküsü değil, onların üzerinden bütün göçmenlerin, sığınmacıların öyküsü… Anımsarsınız, hiçbir özelliği olmayan can yelekleri, simitleri, denizin hırçın dalgalarına dayanamayacak ince botlar (istiap haddinin üzerinde yolcu taşıması da ayrı bir acı) doldu kıyılar. Öldü insanlar.

Venedik Film Festivali’nde, En İyi Yönetmen dahil 12 ödül kazanan Kaptan Benim, kendilerince müzik yapmak, ünlü olmak (ve tabii, ailelerini yoksulluktan kurtarmak) için evlerinden kaçan iki arkadaşın (aslında akrabalar) öyküsü. Öylesine küçük, öylesine çaresiz ve öylesine ana kuzuları ki, bırakın gemi kaptanlığı yapmayı denizi bile görmemişler, nerede kaldı yüzmeyi bilmeleri…

Ne yönetmen ne oyuncu ne mekân ne de görüntüyü anlatmak geçiyor içimden. Öykünün can alıcılığı yeter zaten başarısını yüceltmeye…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(22 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Herkes Destek, Babası Dışında…: Cem Karaca’nın Gözyaşları

Biyografi filmleri moda mı oldu ne, Hollywood’da da, Avrupa’da da, bizde de birbiri ardına biyografi filmleri çekiliyor. Biyografileri önemsiyorum, kitapta da, filmde de yaşanmışlıkların kazandırdığı bilgi birikimi ve deneyimleri taşıdığı için… Boşuna ‘geçmişimiz geleceğimizin göstergesidir’ denmiyor. Sizce de öyle mi bilmiyorum.

Doğaldır ki, toplumun önünde giden insanların biyografileri yazılır ve çekilir. Sıradan insanların yaşamını kim ne yapsın, değil mi? “Cem Karaca’nın Gözyaşları” da, bu anlamda önemli bir kişiliği yeni kuşaklara tanıtması açısından önemli. Ancak bu işlevini yerine getirebiliyor mu, tartışılır.

Önce babası…

Cem Karaca’nın babası Mehmet Karaca, Türk tiyatrosunun önemli kişilerinden… Annesi Toto Karaca da öyle. Baba, daha anne karnındayken sahne tozu yutmuş oğlunun diplomat olmasını istiyor ve (sonunda içi kan ağlasa da) önüne engeller çıkartıyor. En desteklediği zamanda bile bir hırçınlık çıkarıyor, bir itiraz edecek şey buluyor. Oğlu, bütün deli doluluğuna rağmen babasına saygısını yitirmiyor ve hep iznini istiyor.

Bizim toplumumuzun kadınları hep cefakâr, fedakâr ve “hizmetkâr”dır. Baba ile oğlunun arasını bulmak, gerektiğinde alttan alıp diğerini susturmak, gerektiğinde tepki göstererek hep arada kalır. Söz hakkı yoktur, ama yine de son sözü söylemekte mahirdir. Toto da öyle…

Müzikle yaşam…

Yüksel Aksu’nun yönetmenliğinde izleyiciyle buluşacak “Cem Karaca’nın Gözyaşları” biraz yayılmış, biraz toparlanamamış, biraz da sanki aceleye getirilmiş gibi… Hepimiz öğrendik, eşi istemiyor(muş) bu filmi. Ama oğlu istediği için (ve hukuk açısından mirasçısı olarak göründüğünden) film çekilmiş. Burada, aklıma gelen bir anekdotu aktarmak istiyorum. Derler ki, Cervantes, kendisine getirilen bir romanın aslında ne denli güzel olduğunu, ama iyi yazılamadığı için çok kötü olduğunu görür ve “roman öyle değil, böyle yazılır” diyerek Don Kişot’u yeniden yazar. Bugün Cervantes’i bilmeyen çok insan bulabilirsiniz, ama Don Kişot’u bilmeyeni bulmak samanlıkta iğne aramaya benzer.

Türkiye’nin yakın geçmişinde en önemli süreci yaşayan önemli kişilerden biri olan Cem Karaca, sanki günlük gülistanlık bir ülkede, sadece demokrat olduğu için şarkı söyleyen biri. Oysa dünyadaki rüzgârların da etkisiyle ilerici düşüncelerin yayıldığı bir dönemde, müziğiyle o etkiyi taşıyanlardan biridir.

Askere gidince…

Aziz Nesin’in öykülerinde vardır: Uslanmaz birini askere gönderirseniz, durulur. Cem Karaca da askere gidince Anadolu’yu, insanını, duygularını tanıyor. İki tınıyla müziğini yazıyor ve ekibiyle hemen çıkarıyor, sihirli değnek değmiş gibi… Müneccim olmadığını söylese de bir müneccim gibi tutacak şarkısını biliyor ve ona göre yazıyor. Moğollar gibi -hâlâ da ülkemizin en iyi müzisyenlerini barındıran- bir grupla çalışıyor ama Moğollar’ın hiçbir katkısı yok. Olur mu? Olmaz tabii.

Teknoloji…

Prodüksiyonu yapanlar teknolojinin geldiği aşamadan çok yararlandıklarını, böylelikle oyuncuların büründükleri karakterleri tam benzetebildiklerini bildiriyor. Haklılar, ama -tam yeri- “yetmez ama evet”. Anadolu’dan etkilendiği vurgulanan Cem Karaca, Anadolu’da hiç görünmüyor, konser yolları ve bomboş doğa dışında. Ne bir insan ne bir üretim ne de bir sosyal yaşam görüyoruz. Makyaj üzerine verilen bilgide, “askerde bir olay sonrası burnunda oluşan kemeri” bile unutmadıkları yer alıyor. Askerliğini -sadece mektup bekleyen biri- olarak gördük. “Bak, böyle…” diye başladığı müzik anlayışına tepki sadece siyasal anlamda geldi. Cahit Berkay yaşıyor, öğrenilemez miydi çeşitli tartışmalar, anlaşmalar… Müziği birlikte düzenlemiyorlar mıydı? Hoş, öyle olsa bile bir çaba görmek isterdik. Konserlerinde (benim en çok hoşuma giden, girişte “gençler ve daima genç kalanlar” sözü ve ezgiye uygun dans etmesiydi, gözlerim aradı, çünkü bunlar Cem Karaca’nın alamet-i farikasıydı) sadece bombalanma gibi en uç örnekler verilmiş. Dinleyiciler, insanlar sadece siyasi tepkiler veriyor… Oysa yediden yetmişe sevilen biriydi…

Yüksel Aksu, toplumsal gerçekçi temelleri olan filmler çeken bir yönetmen. Bu kez, nasıl olmuş da böylesi, yeterince işlenmemiş (televizyon ve mikrofonlar gibi bazı maddi hataları da olan) bir filmi çekmeyi kabûl etmiş. Senaryosunda da katkısı olmasına rağmen oturmuyor üzerine… Bir pencere açılmış Cem Karaca gelmiş, şarkı söylemiş ve gitmiş. Onun şarkılarıyla günlerini doldurmuş insanlar için o kadar basit değil.

İzleyici, biraz zor olsa da, umalım ki, duygularını da katarak kendi Cem Karaca’sını yaşar filmde…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(20 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]