Etiket arşivi: Ferhan Baran

Geriye Aşk Kalacak

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile Mia Hansen-Løve çağımızın en saygın auteur sinemacılarından biridir. Soyadını Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş büyük babasından alan Fransız yazar yönetmenin 16 yıla sığdırdığı sekiz uzun metrajı ve kısalarından oluşan tüm yapıtları 21 – 30 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’nın programında yer alıyor. 28 Eylül Perşembe günü 18:00’de yönetmenin katılımı ile sonlanacak olan toplu gösteri İstanbullu izleyiciler için mevsimin heyecan verici ilk önemli sinema etkinliği olarak dikkat çekiyor.

Yönetmenin oto-kurmaca olarak nitelendirdiği senaryoları onun çevresindeki kişilerin yaşamlarından ilham alır. ‘Elveda İlk Aşk / Goodbye First Love’ kendi ilk aşkının hüznünü, ‘Eden’ abisinin DJ’lik serüvenini anlatır. ‘Çocuklarımın Babası / Le Père de Mes Enfants’ gencecik bir kızken ilk filmi ‘Her Şey Bağışlandı / Tout est Pardonné’nin çekilmesine fırsat sağlayan yapımcı Humbert Balsan’ın bilinmeyen yönleri üzerinedir. Derken 2016 yapımı unutulmaz ‘Gelecek Günler / L’Avenir’ çıkagelir. Film, Isabelle Huppert’in muhteşem yorumuyla hayat verdiği felsefe öğretmeni annesinin, 25 yılın ardından yine felsefeci olan babası tarafından terk edildiği dönemi perdeye taşır. ‘Bir ömür boyu kendisini seveceğini düşündüğü’ kocasının açıklamasıyla şaşkınlığa düşen, sonrasında yaşlı annesinin ölümü ve yetişkin çocuklarının yuvadan uçmasıyla kendini hiç beklemediği bir özgürlük alanının tam ortasında bulan 50’li yaşlarındaki kadın için filmin Fransızca özgün ismi olan ‘Gelecek’ ne çok karanlık ne de çok aydınlıktır. Hayat sakin akışına bırakılarak yaşanacaktır.

2021 yapımı ‘Bergman Adası / Bergman Island’ birlikteliklerini sürdüren ikisi de yönetmen çiftin hikâyesi üzerine serbest vezin bir çalışmadır. Parisli kadın sinemacının kendisinden 15 yaş büyük olan Fransız sinemacı Olivier Assayas ile 2016’da noktalanmış uzun bir birliktelikleri ve bu ilişkiden dünyaya gelmiş bir kızları olduğunu biliyoruz. Kendisi hikâyenin tümüyle özyaşamsal olmadığını ifade eder bir kez daha. Ve hikâye otobiyografiyi aşarak, bir kadın sanatçının geçmişini ve geleceğini sorguladığı yaratıcılık egzersizine dönüşür. İlk bir saatlik bölümü Ingmar Bergman üzerine yoğun referanslar barındıran yapıt, sanıldığı gibi İsveçli efsanevi yaratıcı üzerine bir çalışma, Bergman’ı yücelten ya da yapamadıkları için eleştiren bir film değildir. Referans aldığı ustası onun için bir teselli kaynağı, öykünün ana karakteri için bir nevi sığınak olarak kalmaya devam edecek, ancak tanıklıkları onun kendisini keşfetmesine yol açacaktır.

Hansen-Løve bizde Filmekimi gösterimlerinde büyük beğeni toplamış son filmi ‘Güzel Bir Sabah / Un Beau Matin’de daha önceki filmlerinde kendisine ilişkin hayal kırıklıklarının izlerini gözlemlediğimiz babasını karşımıza çıkarır. Hayatını düşünmeye adamış, birçok şeyi kaybetmenin ve adım adım kaybedecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyen felsefe profesörünün dramını perdeye taşıyan ve kimilerinin ‘Gelecek Günler’in bir çeşit devamı olarak nitelediği film, eşini kaybetmiş, hayatın türlü dertleri ile boğuşan tek çocuklu Sandra’nın mutlu olma arayışının öyküsü etrafında şekillenir. Léa Seydoux, Pascal Greggory, Melvil Poupaud, Nicole Garcia’dan oluşmuş benzersiz oyuncu takımı ile bir kez daha oto-kurmaca’ya yönelir sinemacı. Babasını unutturmama çabası ile onun ‘Balade en Maladie Rare’ (Nadir Hastalıklarda Gezinmek) notları girer öyküye. İsveçli caz piyanisti Jan Johansson’ın müziklerini ustası Bergman’ın az bilinen ve evlilik dışı bir tutku üzerinden gelişen 1969 yapımı ‘Temas / The Touch’ filminden ödünç alır. Babanın Schubert tutkusu -Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’na da bezemiş olduğu- bestecinin hüzünlü piyano sonatında yansır. Şu üç günlük ömürlerinin tadını çıkarmak için çabalayan Sandra ve Clément’ın mutlu olma ihtimallerine son jenerikte Bill Fay’in kendi yorumladığı bestesi ‘Love Will Remain’ eşlik eder. Kısacık hayatımız bir su gibi akıp gidecek, geriye aşk kalacaktır çünkü.

(21 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Evrimden Kaçılmaz

‘Yaratıcı / The Creator’ insan ırkı ile yapay zeka güçleri arasında çok da uzak olmayan bir gelecekte yaşanan savaşın ortasında geçiyor. Önce robot biliminin gelişimi hakkında siyah-beyaz bir belgesel izliyoruz. 50’li yıllardan başlayarak insan hayatına katılan robotlar 2060 yılında ABD savunma sisteminde kilit konumdadır. Bir kodlama hatası sonucu Los Angeles üzerinde patlayan nükleer bomba herşeyin seyrini değiştirecek, ABD ve müttefikleri Yapay Zeka’ya (YZ) karşı savaş ilan ederek toplu bir katliama girişecektir. Yeni Asya ülkelerinde durum farklı olsa da ABD askeri güçleri Uzak Doğu’da yerel halkla barış içinde yaşayan YZ toplumunun kökünü kazımaya niyetlidir.

Asya semalarında bir tehdit unsuru olarak boy gösteren ABD patentli NOMAD savaş filosunun hedefi, tasarımcı Nirmata’nın (Nepal dilinde ‘Yaratıcı’ anlamına geliyor) Asya’da konuşlanmış gizli laboratuvarında ürettiği bilinen Alpha-O adlı silahı yok etmektir. Bunun üzerine, nükleer patlamada kaybettiği sağ kolu ve bacağı protezli çavuş Joshua Taylor ile temasa geçilir. Malûl asker beş yıl önce bölgede gizli görevdeyken aşk yaşadığı ve kendisinden çocuk beklediği, ancak ABD güçlerinin baskını sırasında kaybettiği Nirmata’nın kızı olduğu varsayılan Maya’yı bulmak için bir kez daha derin Asya’ya yollanır. Nirmata’nın silahının bir kız çocuğu olarak tasarlandığını keşfettiğinde, Alphie adını verdiği küçüğü korumak için yerel halk ve YZ güçleriyle omuz omuza mücadeleye girişecektir.

Üçü de bizde gösterime giren ‘İstila / Monsters’ (2010), ‘Godzilla’ (2014), ‘Rogue One: bir Star Wars Hikâyesi’ (2016) ile hatırladığımız Gareth Edwards derdini bir kez daha bilim-kurgu ile anlatmayı seçerken, Chris Weitz ile ortaklaşa yazdığı senaryoda kendi özgün fikrinden yola çıkmış. İnsanlık ve Yapay Zeka’nın ortak kaderinin dev adımlarla şekillenen öyküsü yabancı bir mesele değil. Hatta robot varlıkların bu filmdekine benzer evrimi için şahsen 2070 yılına kadar beklemeye de gerek kalacağını düşünmüyorum. İngiliz sinemacı, ‘Oppenheimer’ ile bu yaz ortalığı ayağa kaldıran hemşerisi Christopher Nolan’ın ardından Hollwood alemine yeni bir ayar verecek girişiminde, bilgisayar efektlerini asgariye indirmek suretiyle Doğu’nun gizemli ve ruhani doğasını plato olarak kullanmış ve çekimler 80 ayrı lokasyonda gerçekleştirilmiş. Uzak Asya’nın yemyeşil sakin vadilerinden ‘Blade Runner’ı anımsatan canlı kent görüntülerine doğal mekânları kullanan yapımın heyecanlı savaş sahneleri Vietnam, Tayland, Kamboçya, Endonezya ve Nepal gibi ülkelerde çekilmiş. Bu girişim süper prodüksiyon maliyetini hayli düşürürken, Avustralya’nın uçsuz bucaksız çöllük kırsalında çekilmiş George Miller şaheseri ‘Mad Max: Fury Road’dakine benzer bir doğallık yakalanmış. Yerli YZ halkının ‘bizi köle olarak yarattılar’ direnişi fütürist bir ‘Spartacus’ öyküsünü hatırlatıyor. ABD ordusunun yalnızca huzur içinde yaşamak isteyen yerel halkı ve kutsal tapınakları hedef alan girişimi ‘yeniden Vietnam’ dedirtirken Francis Ford Coppola’nın ünlü ‘Kıyamet / Apocaypse Now’ filminden kareleri akla düşürüyor.

Bir yerli Asyalının dediği gibi ‘evrim kaçınılmazdır’. Sahnenin devamına kurguladığı maymun sürüsü ile bu söylemi destekleyen Edwards pek eğlenmiş besbelli. Amerikalı komutanın ‘Terminator’ edasıyla resmedilişini de bir Hollywood ürünü için hayli yenilikçi bir tavır olarak not ettim. Ancak Edwards ‘Son İmparator’dan fırlamışa benzeyen ‘simulant’ kız çocuğunun gelişmiş bir makinadan duygusal bir varlığa dönüşme sürecinde fazla yol kat edemiyor. Çünkü gişe canavarı olması ümit edilen bir büyük prodüksiyonun olmazsa olmazları vardır. Bundan hareketle, özellikle son bölüm türün izleyicisinin beklentisine yönelik dur durak bilmez aksiyon sekanslarıyla donatılmış.

‘Yaratıcı’ Amerikan sinemasının anıtsal bilim-kurgularını gerilim ve aksiyonla harmanlayan ve esinini hiç saklamayan özgün hikâyesi ile benzerleri arasından sıyrılan bir büyük prodüksiyon. Joshua’da, babası Denzel Washington’ın karizmasını miras almış oğlu John David Washington ile Alphie’de ilk kez beyazperdede gözüken müthiş yetenekli Madeleine Yuna Voyles’in tutmuş baba-evlat kimyası hayli etkileyici. Greig Fraser ve ustasının yanında yetişmiş Oren Soffer’in görüntüleri ve de kurt müzisyen Hans Zimmer’ın doğu ezgileri ile bezediği müzik çalışması da öyle.

(28 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Venedik’te Her Ev Perilidir

Kenneth Branagh’ın Agatha Christie uyarlamaları sürüyor. Cinayetler kraliçesinin eksantrik dedektifi Hercule Poirot’yu bizzat canlandıran sinemacı 2017 yapımı ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express’ ve geçtiğimiz yıl salonları ziyaret eden ‘Nil’de Ölüm / Death on the Nile’ın ardından yeniden gündeme yerleşen seriyi ‘Venedik’te Cinayet / A Haunting in Venice’ ile devam ettiriyor.

Branagh usulü ‘Doğu Ekspresi’ benim gibi Christie hayranlarını memnun eden, Sidney Lumet’nin yönettiği 1974 çevrimine taze kan aşılayan bir filmdi. Christie uyarlamalarının geleneği olarak yerleşmiş sinema dünyasının farklı kuşaklardan yıldızlarını bir kez daha aynı mekânda buluşturmuş olan yapım, beyninin gri hücreleri ile hareket eden dingin Poirot karakterine Bond misali bir canlılık bağışlıyor, CGI desteğiyle aksiyon kalıplarını zorluyor ve öyküyü kapalı tren mekânının dışına taşıyarak seyrine doyum olmaz bir kar operasına imza atıyordu.

Tarihi Mısır’ı ve onun görkemli yapılarını fon alan ikinci filmde olan bitenler ağırlıklı olarak Nil nehrinde süzülen, romanda olduğu gibi adını bir Mısır tapınağından almış lüks yolcu taşıtı ‘Karnak’ta geçer. 20 küsur yıl öncesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın Belçika siperlerinden başlayan hikâye Bond’un belki de en güzel epizodu olan ‘Skyfall’da olduğu gibi ana karakterin geçmişini kurcalayıp onun duygusal aleminin kapılarını aralayarak, soğuk donuk kendini beğenmiş kibirli beyin adamını kanlı canlı bir insan olarak sunması ile ilginçleşir.

‘Venedik’te Cinayet’ ülkemizde Gönül Suveren’in çevirisi ile ‘Elmayı Yılan Isırdı’ adıyla yayımlanmış Christie’nin daha az bilinen 1969 tarihli ‘Hallowe’en Party’ adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanmış. Öncelikle mekân sakin İngiliz taşrasından gizemli Venedik iklimine taşınmış. Gondollar ve güvercinler kentinin güz sonu sabahına yüzünde dehşet ifadesi ile uyanan Poirot’nun yeni serüveni İzlandalı besteci Hildur Guðnadóttir‘in tekinsiz yaylıları ile açılıyor, Haris Zambarlukos’un görkemli anamorfik görüntüleri eşliğinde yol alıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bitap düşmüş ürkütücü kanallar kentinde yorgun Poirot inzivaya çekilmiştir. Ünlü dedektifin durağan hayatını renklendirmeye kararlı yazar dostu Ariadne Oliver ısrarla onu Cadılar Bayramı münasebetiyle düzenlenmiş bir partiye davet eder. 18. yüzyılın veba salgını günlerinde doktorlar ve hemşireler tarafından ölüme terkedilmiş eskinin lanetli yetim çocuklar yurdu şimdinin onarıma muhtaç ‘palazzo’sundaki toplantıya popüler medyum Mrs. Reynolds da davetlidir. Aynı gece, her tarafı dökülen geçmişin görkemli yapısının yeni sahibesi soprano Rowena Drake’in bir yıl önce kanala düşerek hayatını yitirmiş kızı Alicia ile temasa geçmek üzere bir ruh çağırma seansı tertiplenmiştir.

‘Venedik’te her ev perilidir’ deyimi yaygındır ama ‘savunmasızların sırtından geçinen fırsatçılardan hayatı boyunca hoşlanmadığını’ ifade eden eski tüfek Poirot gözünün tutmadığı medyumun foyasını çıkarmaya kararlıdır. Yaşamı boyunca sayısız suç, iki savaş ve felaketlere şahit olmuş, ne Tanrı’ya ne de ne de hayaletlere inanmayan kurt dedektif fırtına dalgalarının eşlik ettiği meşum gece boyunca tanık olduğu cinayetlerin esrarını çözmeye çalışırken, doğaüstü karşısında çetin bir sınav verecektir.

Düzen ve metodoloji üstadı Poirot’ya daha önce romantik bir aşkı ve Bond atikliğini bahşetmiş olan Branagh bu kez 1994 yapımı ünlü Frankenstein uyarlamasından beri pek uğramadığı korku aleminin kapısını çalmak istemiş. Filmden bir anekdotta da yer aldığı üzere ‘korkutucu öyküler hayatı daha az korkunç kılar’ düsturundan yola çıkmış belli ki. Bir de ağırlıklı olarak hitap ettiği yetişkin izleyici havuzuna hayalet öykülerine meraklı genç seyirciyi eklemek istemiş. Sesi ve nağmeleri mekânın gizli köşelerinden duyulan, ‘Halka / Ring’ serisinden fırlamışa benzer ıslak uzun saçlarıyla Poirot’nun dibinde beliren hayalet kız olgusu tam da bu amaca hizmet ediyor.

Branagh, başta kendisi, yine parlak bir oyuncu kadrosu ile çalışmış. Tekinsiz medyumda taze Oscarlı Michelle Yeoh parlıyor. Sinemacının en iyi senaryo Oscarlı anılar defteri ‘Belfast’ta babasının gençliğini canlandırmış Jamie Dornan ile çocukluğuna hayat vermiş Jude Hill’in bu kez savaş gazisi ruhen yaralı doktor ile cin oğlunda aşina olduğumuz kimya bir kez daha tutmuş. Ariadne Oliver’da daha ağırbaşlı bir Tina Fey, çaptan düşmüş sopranoda Kelly Reilly filmin izlemesi keyif veren oyuncularından. Küçük bir rolde ve tek monoloğunda yıldız gibi parlayan bir genç oyuncuya ayrıca dikkat çekmek isterim. Mülteci Roman kızı Desdemona’da sinemada ilk kez izleme şansı bulduğumuz genç aktris Emma Laird gelecek vadediyor.

(15 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar

‘Güvenli bir Yer / Sígurno Mjesto’ dış sesin acıyı yüreğinde hissettiğimiz tonlaması ile açılıyor. ‘Bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı, sana şunları anlatabilirdim. Bak bu senin oturduğun bina ve şimdi yirmiye kadar sayacak ve koşarak içeri gireceğim.’ Ağabey Bruno’nun sözleridir bunlar. Sakin bir akşamüstü, girişinde çocukların kaygısızca oynadığı, bir köpeğin çimenlik alana doğru seğirttiği kadraja soluk soluğa giren genç adamın gri tonlardaki sevimsiz toplu konut binasına dalışını ve deli bir hızla merdivenleri çıktığını duyarız. Bir dairenin kapısını umutsuzca yumrukladıktan sonra açılmayan kapıyı kırar. Sonrası karanlıktır. İntihar teşebbüsünde bulunan kardeşini kurtarma derdindedir, lakin karşılaştığı manzara umut verici görünmez. Ancak Bruno her şeyi yeni baştan yazmaya kararlıdır. Sadece onun için yazdığı sözcüklerle iletişim kuracağı kardeşini polis karakolu ve psikiyatri koğuşunun soğuk ve ilgisiz duvarlarının dışına çıkarmaya ve annelerini de yanlarına alarak Damir’i son kez mutlu resim verdiği sahil kentine götürmek tek gayesidir artık.

Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun metrajında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Bu katarsis sürecinde daha da ötesine giderek kimselere emanet edemediği Bruno rolünü bizzat kendisi üstlenmiş. Kederli öyküsüne yaklaşımı soğukkanlı ve oldukça mesafeli. Deneyimli görüntü yönetmeni Marko Brdar şizofren bir kafanın içinde nelerin döndüğüne dair biçimsel arayışların izinde beklenmedik açılar ve kadrajlar denemiş. Işık-gölge kullanımı, karanlık-aydınlık zıtlıkları ile çıkış umudunun peşine düşülmüş. Bu ısrarlı arayışın meta anlatının ilk bölümünde çok iyi işlediğini söyleyebilirjz. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme, Split’te geçen son bölümde daha konvansiyonel bir anlatıma yöneldiğinde bir miktar irtifa kaybına uğruyor belki ama bütünüyle bakıldığında sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oyuncu / yönetmen Luratić’in yanısıra içe dönük Damir’de Goran Marković, annede deneyimli aktris Snježana Sinovčić Šiškov’un performansları övgüye değer. Kurguda Marko Ferković’in çabası da öyle. Geçtiğimiz yıl Locarno’dan en iyi erkek oyuncu (Marković), en iyi yönetmen ve en iyi ilk film ödülleri ile dönen, Hırvatistan’ın 2023 Oscar ödülleri aday adayı olan film sevindirici bir biçimde ülkemiz salonlarında gösterime çıkıyor ve sinefiller tarafından keşfedilmeyi bekliyor.

(14 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onay Bekleyen Kız Çocuğu

Sis pustan etrafın zor seçildiği orman yolundan ilerleyen beyaz taksi yolcu olarak bir anne-kızı taşımaktadır. Güz sonunun erken kaybolan zayıf ışığının altında yol alırlar bir süre. Ormanlık yolun sık ağaçlarının çıplak dalları onları bir bilinmeze sürükler gibidir. Sürücünün gitmekte oldukları mekân hakkında anlattıkları ürperti katsayımızı yükseltir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında annenin teyzesine ait olan ve şimdilerde otel olarak kullanılan 300 yıllık malikaneye vardıklarında akşam olmuştur bile. Anne-kızın dışında başkaca bir konuğun ortada gözükmediği otelin mesafeli resepsiyonisti karşılar onları. Hikâyenin bundan sonrası, kapı gıcırtısının pencere camına değecek izlenimi veren dalların hışırtısına, uzak kuş seslerinin acı çığlıklarına karıştığı sisin gündüz vakti bile kalkmadığı tedirgin bir deneyim sürecidir.

Bu tekinsiz giriş, yönetmen Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının köklü geleneklerinden gotik hayalet öyküsüne meylettiğini düşündürür. Film ilerledikçe asıl niyetine vakıf oluruz. İngiliz sinemacı kendi gençliğinden beslenen yarı-otobiyografik filmi ‘The Souvenir’ ve onun devamı niteliğindeki ‘The Souvenir: Part II’de başından geçmiş toksik bir ilişkiden yola çıkarak kendi üslûbunun izindeki taze bir yönetmenin hem sosyal çevresi hem de annesi ile olan güvensiz ve kırılgan ilişkisine yer verirken, anneye Tilda Swinton, Hogg’un gençliğinden süzülmüş Julie karakterine çağdaş sinemanın büyük oyuncusunun öz kızı Honor Swinton Byrne hayat vermişti. Bu başyapıt düzeyindeki iki güzel film sinemalarımıza uğramadı ne yazık ki. Şükür ki Hogg’un üçlemesinin son parçası ‘Sonsuz Sır / The Eternal Daughter’ ülkemiz sinemalarında gösterim şansı buluyor.

Hogg kişisel anılarına şimdilik son noktayı koyan filminde orta yaşlarını süren Julie ile çok yaşlanmış annesi Rosalind’i makyaj marifetiyle ezeli ebedi dostu Tilda Swinton’a oynatmış. Galler’in kuzeyindeki ürkütücü görünümlü malikanede yaşananlar annenin hatıraları ve kızı üzerindeki yıpratıcı hakimiyeti üzerinden puslar içindeki geçmişle acı tatlı bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Konu aslında evrensel: Hogg ebeveyninden ayrılamamış, ayrı bir birey olmakta zorlanan, her daim onay bekleyen kız çocuğunun (ya da oğlan farketmez) büyüyememişlik sorununu irdeliyor, sislerin ardında sisli hatıralar ile cebelleşiyor. Bu sancılı kopma sürecine dair hesaplaşmada, filmin ana karakterlerinden biri haline gelmiş perili izlenimi veren gotik şato aracı rolünü üstleniyor.

Daha önce 2010 yapımı ‘Takımada / Archipelago’da birlikte çalıştığı Ed Rutherford’un puslu manzaraları, ses tasarımcısı Jovan Ajder’in tedirginliği tırmandıran çalışmasının da büyük katkısıyla sonuç gayet başarılı. Hogg’un onlu yaşlarından itibaren birlikte olduğu can dostu Swinton ile okul bitirme ödevi kısa filmi ‘Caprice’den yıllar sonra buluştuğu ‘Souvenir’ üçlemesini tamamlayan bu küçük mücevher, pandemi döneminde tek mekânda yalnızca 3 oyuncu ve Swinton’un gerçek hayattaki pek kabiliyetli köpeği Louis ile çekilmiş etkileyici bir oda filmi, izleyiciyi annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyona hazırlayan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Filmin sürprizli finalini izleyecek olanlara bırakalım. Korku/gizem başyapıtlarından ‘The Shining’de Béla Bartók’un ‘yaylılar, vurmalılar ve çelesta’ için yazmış olduğu tanınmış eserinin (Sz. 106, BB 114) ‘adagio’ bölümünü kullanmış olan Kubrick’e nazire olarak, filminin tekinsiz atmosferini oluştururken Hogg’un aynı eserin hipnotik ‘andante tranquillo’ bölümüne yer vermiş olduğunu meraklısı için notlarımız arasına alalım.

(06 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İçeri Girmesine İzin Verdiğinde

Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali gösterimi ertesinde sinema aleminde bir fenomen haline gelen ‘Konuş Benimle / Talk To Me’ tek plan süsü verilmiş uzun açılış sekansından başlayarak has bir korku/gerilim vadediyor. Karanlık sokaklardan ışıltı eğlence mekânına dalan Cole telâşla kardeşini aramaktadır. Kendisini kapattığı odanın kapısını kırdığında Duckett’ı sayıklarken bulur. Genç çocuk sadece kendisine görünen ölmüş babasının suçlaması üzerine herkesin gözleri önünde önce ağabeyini sonra kendisini ölümcül bir biçimde bıçaklar. Bu dehşet yüklü girişin ardından bir avuç yeni yetmenin kaygısız dünyasına daldığımızda biraz olsun soluklandığımızı düşünürüz, ancak korkulu dakikalar hiç de uzakta değildir. Annesini birkaç yıl önce trajik bir biçimde yitirmiş ve iletişim kuramadığı babası ile yaşadığı evden ziyade yakın arkadaşının babasız yuvasına sığınmış olan Mia’nın gece vakti otoyolda önüne çıkan ağır yaralı kangurunun can çekiştiği anlar yaklaşan dehşet anlarının habercisidir sanki. Her şey, heyecan yaşamak bir araya toplanmış gençlerin mumyalanmış seramik kaplı bir kesik el aracılığı ile ruh çağırma oyunu ile başlar. ‘Konuş Benimle’ ve ardından ‘Beni İçine Al’ komutları ile tekinsiz deneyimin eğlenceli ve dramatik bağımlılığına kapılan kafadarlardan bazıları çizgiyi aştıklarında talepkâr ruhların istilâsı altında geri dönülmez bir yola girecek, ortalık karışacaktır.

Güney Avustralyalı ikiz yönetmenler Danny ve Michael Philippou’nun özgün bir fikrinden yola çıkan film, son dönemde hayli tıkanmış korku/gerilim sinemasına taze bir soluk getirmiş, türün tanınmış örneklerinden aldığı ilhamı gizlemeden meraklısını fazlasıyla tatmin edecek bir yapım ortaya çıkmış. İlk sahnede ‘Jaws’un ünlü temasını andıran girişin ardından Cornel Wilczek’in hipnotik müzik çalışması filmi sarıp sarmalıyor. Gençlerin tekinsiz deneyimlerinin kollektif bir kendinden geçişe dönüştüğü sekansta Edith Piaf’ın klasik şansonu ‘La Foule’ ezgilerinin kullanılışı gerçekten hoş. ‘Sapık / Psycho’nun duş sahnesinin finaline, ‘Şeytan / Exorcist’in bedenin ele geçirilme temasına göndermeler de öyle. Joel Schumacher imzalı 1990 yapımı ürkütücü ‘Çizgi Ötesi / Flatliners’ı günümüz Z kuşağının beğeni ve davranıp kalıplarına uyarlama çabası da hissediliyor. Danny Philippou’nun ortağı olduğu senaryo, Aaron Mclisky’nin görüntü çalışması titiz ve incelikli. Mia rolünde ilk kez izlediğimiz Sophie Wilde umut vadediyor. Dehşet görüntülerinden ya da bol kanlı sahnelerden sakınılmamış ancak yalnızca şok yaratmak amaçlı yerinden hoplatıcı korku efektlerine yüz vermeden öykünün merakla takip edilen gidişatına hizmet edilmiş. Filmin dünya çapında gördüğü ilginin sonucu olarak, belki de açığa çıkmamış sırların yanıtının da verileceği bir devam filmini şimdiden öngörüyoruz. Özellikle türün meraklıları kaçırmasın.

(02 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yıldızlı Göğün Sessizliği ve Havai Fişekler

Damián Szifron’u dilimize ‘Vahşi Hikâyeler’ adıyla çevirebileceğimiz, bizde ‘Asabiyim Ben’ adıyla gösterilmiş üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ ile tanımıştık. Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olacağı, gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanacağı üzerine fantastik tadlar içeren, yakıştırılmış adındaki asabiyetin çok ötesinde beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküden oluşan yapım Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi görmüş, hemen ardından en iyi yabancı film kategorisinde Oscar adayları arasına girmişti.

Nerdeyse 10 yıllık bir bekleyişin ardından gelen ‘Katili Yakalamak / To Catch A Killer’ Arjantinli sinemacının geniş hayran kitlesi edindiği Hollywood aleminde İngilizce çektiği ilk uzun metrajı. Televizyonda büyük ilgi gören gözde polis dizileri havasında beklenmedik (ya da çok beklendik) bir toplu katliam sekansı ile açılıyor film. Batimore’daki görkemli gökdelenin çatı katındaki çılgın yılbaşı partisi keskin bir nişancının mermileri ile sarsılıyor. Karanlık gökyüzünü delen havai fişeklerin silah seslerini örttüğü bu dehşet anlarında çevredekiler ve cam dış asansörü kullananlar dahil 29 kişi isabetli tek atışla hayatını kaybederken, konuşlandığı mekânı havaya uçuran tetikçi yanıtlanmayı bekleyen sorularla izini kaybettirmiştir. Bu durumda vakayı ele alan FBI baş müfettişi Lammark (Ben Mendelsohn) ile irtibat elemanı olarak yanına aldığı kadın polis Eleanor Falco’nun (Shailene Woodley) karmaşık cinayetler serisini çözmek için hem zamana hem de statülerine ve çıkarlarına halel gelmesini istemeyen bürokratlara, politikacılara, iş adamlarına karşı savaş vermeleri gerekecektir.

Szifron’un polisiye öykülerin aşina olduğumuz kurgusu ile yola çıkan filmi, Lammark’ın açık eşcinselliği kadar yanına seçtiği, anti sosyallik, saldırganlık ve ilaç bağımlılığı gibi nedenlerle FBI tarafından reddedilmiş Falco gibi ayrıksı ana karakterleri ile benzerlerinden ayrılıyor. ‘Kuzulanın Sessizliği / The Silence of the Lambs’in Clarice Starling’ini anımsatan içe dönük Eleanor’un geçmişi hakkında detaylı bilgi alamasak da onun 12 yaşından başlayarak eziyetli bir süreçten bugünlere gelebildiğini, mali sorumluluğunu üstlenecek kimsesi olmadığı için öğrenimini sürdürememiş oluşunu, hem insanlardan hem de intihar eğilimi nedeniyle kendinden korunmak için polislik mesleğine yöneldiğini öğreniyoruz. Üstleri ile mücadelesini her daim sürdürmüş 30 yıllık hizmeti bulunan kıdemli baş müfettişin onu yardımcısı olarak yanına almak istemesi de kadın polisin bastırılmış öfkesinden hareketle, yaş, ırk, cinsiyet gözetmeksizin gözünü kırpmadan masum insanları katleden soğukkanlı katilin hissiyatına ulaşmak içindir aslında. 72 saat sonra gelen ve çoğunluğu polis 24 kişinin ölümüyle sonuçlanan ikinci katliamın ardından eski suçlular ve Arap azınlık üzerine yoğunlaşan polis teşkilatının beceriksiz başarısızlıklarına isyan eden Lammark’ın olaydan alınması Eleanor’un infazcının kimliği ve psikolojisi üzerine gizli araştırmasını sürdürmesine engel olmayacaktır. Soğukkanlı katil ile karşı karşıya gelmesi ve onun gerekçeleri ile yüzleşmesi kaçınılmazdır artık.

‘Katili Yakalamak’ gerilimini başarıyla kurmuş ve çok iyi kotarılmış bir polisiye serüvenin ötesinde, ABD’ye dışardan bakan bir gözün sıkı bir sistem eleştirisi ile öne çıkıyor. Szifron daha en başından alter egosu konumundaki Lammark’ın partnerinin sözleriyle niyetini ortaya koyuyor. Tetikçinin yetiştiği toprakların, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi yaşanmaz bir yer haline gelmesinde bu devletin büyük payı yokmudur. Dünyayı kuşatan markaları, plastiği ve tüm aşırılıklarıyla yalnızca kârı hedefleyen kapitalist düzenin eseri değil midir bu hızlı kirleniş. 300 milyon Amerikan vatandaşına karşılık 400 milyon silahın serbetçe dolaştığı ve yarıdan fazla cinayetin failinin bulunamadığı bir ülkede bireysel katliamların önünü almak mümkün müdür. Yalnızca insanca yaşayabilecek bir yer ve zaman özlemi içinde olanlar, gecenin sessizliğini delen havai fişeklerin altında her an gözetim altında açık cezaevine dönüşmüş bu düzende huzur bulamayacak ve intikam zırhını kuşanacaktır belki de.

Bu ve benzeri soruları soran ve çağımıza kuşkuyla bakan karamsar bir film bu. Senaryoyu Jonatham Wakeham ile birlikte kaleme alan sinemacı filmin kurgusunu da üstlenmiş. Çok değerli besteci Carter Burwell’in Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘Fargo’daki dünya ahvali üzerine kara bakışlarına eşlik eden içli kemanı bu defa Szifron için dile gelmiş ve olanca hüznü ile filmi sarıp sarmalamış.

(26 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmişin Hayaletlerini Çağırma Vaktidir

Cannes’da dünya prömiyerini yapan Olivier Peyon imzalı ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını / Arrête Avec Tes Mensonges’, adını küçük yaşlarından hikâyeler kurgulayan yazar Stéphane Belcourt için annesinin sıkça kullandığı cümleden alıyor. Oysa ‘öykü yazmak yalan söylemek değildir ki’. Tanınmış romancı yoğun üretimiyle kendi gerçeğini, yıllar boyu kalın gözlüklerinin ardında gizlediği tutkularını, sırlarını yazıya dökmektedir. Liseyi bitirdikten hemen sonra büyük kente kapağı atmış, doğup büyüdüğü küçük kasabanın boğucu ve tutucu ikliminden uzaklaşmak suretiyle özgürlüğüne ve yaşamın engin zenginliklerine yelken açmıştır. 200. kuruluş yıldönümünü kutlayan Güneybatı Fransa’nın dünyaca ünlü konyaklarıyla bilinen kasabasına şeref misafiri olarak davet edildiğinde, 35 yılın ardından amber kokulu anılarının, 1984 yazının deli tutkulu günlerinden beridir yüreğinde derin bir sızı olarak taşıdığı ilk aşkının izini sürmek içindir kısa ziyareti.

Phippe Besson’un çok satmış otobiyografik romanından uyarlanan yapım, ilk aşkın yakıcılığı üzerinden evrensel bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Öznelerinin eşcinsel olması ve bu sevdanın 40 yıl öncesinin kapalı dünyasında kaçak göçek yaşanması (ya da yaşanamaması) öykünün kırılganlık boyutunu, hüzün katsayısını yükseltiyor. Yönetmen Peyron hikâyenin günümüzde ve 1984 yazında geçen ikili anlatımının kurgusunu gayet başarılı bir şekilde dengelemiş. Seçmelerde keşfedilmiş Jérémy Gillet (Stéphane) ile Julien de Saint-Jean (Thomas) kırık aşk hikâyesinin ana karakterlerinde kimyaları tutmuş iki genç yetenek olarak göz dolduruyor.

Filmin günümüzde geçen bölümlerinde Stéphane’ın 50’li yaşlarına Guillaume de Tonquédec, Cognac kasabasında karşılaştığı (yasak aşkı Thomas’ın oğlu) genç rehber Lucas Andrieu’ye (Fransız sinemasının efsanevi aktörü Jean – Paul Belmondo’nun hık demiş dedesinin burnundan düşmüş torunu) Victor Belmondo parlak yorumları ile hayat vermiş. Görmüş geçirmiş yazar o muhteşem yaz sonrasında kendisinden bir daha haber alamadığı Thomas’ın izini kovalarken, genç Lucas hayatta olduğu süre zarfında yakınlık kuramadığı, hep durgun, hep düşünceli babasının büyük sırrının peşine düşer. Geçmişin hayaletlerini çağırma vakti geldiğinde bu ikili karşılıklı yaralarını sarmak için çaba sarf edecektir. ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını’ belki çok yeni şeyler söylemeyen ancak aşk, özgürlük ve insan ilişkileri üzerine evrensel dokunuşları olan zarif filmlerden.

(17 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Suç Kentinin Çocukları

Yoksulluğun kucağına doğmuş çocukları şiddetten uzak tutmak mümkün müdür. Latin Amerika gerçeğinde bu olasılık imkânsıza yakın ne yazık ki. Kolombiyalı yönetmen Andrés Ramírez Pulido geçtiğimiz yıllarda Berlin ve Cannes skeçkilerine kabul edilmiş kısalarından [‘El Eden’ (2016), ’Damiana’ (2017)] sonra çektiği ilk uzun metrajında bir kez daha ülkesinin küçük yaşta suça bulaşmış gençlerinin çıkmazını ele alıyor.

75. Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinde en iyi film seçilen ‘Sürü / La Jauría’ 16 yaşlarında iki kafadarın tekinsiz bir Bogota akşamında cinayete bulaşması ile başlıyor. Alkol ve uyuşturucudan kafası dumanlı Eliú (Jhojan Estivez Jimenez) nefret ettiği öz babası yerine bir başkasını haklayıp yakalandığında kendisini reşit olmayan gençlerin tutulduğu ıslah merkezinde buluyor. Çocuklar gözleri bağlı, kamyonet arkalığında elleri birbirlerine zincirli canlı hayvan misali ormanlık alanın metruğunda eski bir malikânenin viraneliğine yerleştirilmiştir. Bir tür açık cezaevi diyebileceğimiz mekânın ve çevresindeki yeşillik alanın yeniden düzenlenmesi için ağır çalışma şartları beklemektedir onları. Deneysel rehabilitasyon kampının başında bulunan orta yaşlardaki Alvaro idealist tavrıyla suça bulaşmış gençleri eğitmeye çalışır. Sakinleştirici ilâç verilen çocukların grup terapileri, nefes egzersizleri, ‘kendini tanıma’ ya da ‘itiraf’ yöntemleri ile suçlarından arınacağına inanır bir müddet. Ancak Lucrecia Martel’in güzelim başyapıtında olduğu gibi burası bir ‘Bataklık / La Cienaga’dır. Tüfeğini omzundan eksik etmeyen Godoy gibilerin göz açtırmadığı, böceklerin etlerini kemirdiği cehennemi çalışma kampında sözler yutulmalıdır. Yoksa koşullara itiraz eden Calate gibiler anında susturulur. Uygulamayı başlatan bölge yetkilisinin ifadesiyle ‘burası bir psikiyatri kliniği değildir’. Ne Alvaro ne çocuklar değişecektir. Bunca yatırım bir zamanların aslan heykelli görkemli yüzme havuzlu villasının onarılıp çevredeki ağaçların kesilip mekânın gelecekte lüks bir sağlık merkezi olarak hizmete sokulması için yapılmamış mıdır. Büyüyen baskı hazır bekleyen şiddeti açığa çıkarmakta gecikmeyecektir.

‘Sürü’ Bogotalı sinemacının kendi ülkesine ve umutsuz gençlerine gözlemlerinden ortaya çıkmış başarılı bir çalışma. Görünen ile görünmeyen arasında bir pencere açmanın izinde Balthazar Lab’in halüsinatif görüntüleri, doğanın sesleri ile elektronik çığlıkların birbirine karıştığı, belgesel sinema geleneğinden beslenen ilgiye değer bir Latin Amerika deneyimi. Balta girmemiş ormanın sıklığında, gece vakti mum ışığı ve lambanın aydınlatamadığı karanlık ve loşluklarda ışığı seyirciden sürekli esirgiyor yönetmen. İşte tam bu yüzden gösterim koşullarının kusursuz olduğu bir sinema salonunda izlenmesi gerekiyor. Peki ışığa ulaşma yolunda gençler için hiç mi umut yoktur. Pulido tüm karamsarlığına rağmen, hapishanenin içinde ya da dışında beladan uzak durmanın hayli güç olduğu bir diyarda, muz yüklü kamyonet arkalığının ışıklı sıcaklığında umut kırıntılarını esirgemiyor.

(26 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oppenheimer Ya Da Ölümün Cisimleşmiş Hali

Christopher Nolan’ın izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen 2020 yapımı bir önceki filmi ‘Tenet’ yönetmenin kendi ifadesi ile bir ‘kuantum soğuk savaşı’ öyküsüdür. ‘Zamanda ters akma’ prosedüründen hareketle gelecekten gelen bir bilimsel buluşun günümüz dünyasını yok etme olasılığına engel olma görevi de adı konmamış gizli ajana (John David Washington) verilmiştir. Nolan’ın hep çekmeyi arzuladığı James Bond macerası havasındaki yapımın sonlarına doğru silah tüccarı Priya, günümüz dünyasını yok etmeye yönelik gelecekten gelen buluşun sahibi bilim insanını Oppenheimer’e benzetir.

Atom bombasının babası olarak tarihe geçmiş Amerikalı fizikçiye olan ilgisini defalarca dile getirmiş Nolan’ın bir sonraki projesinde önce göklere çıkarılmış daha sonra yüzüstü bırakılmış bilim adamının trajik yaşam öyküsüne yönelmesi bu nedenle sürpriz olmadı. Zaman sorunsalı üzerine hayli kafa yormuş ve izleyicisini kendisi ile birlikte karmaşık problemlerin içine sürüklemeyi seven Amerikan sinemasının altın çocuğunun dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren son filmi ‘Oppenheimer’ Kai Bird ile Martin Sherwin’in ‘American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer’ adlı Pulitzer ödüllü biyografi kitabından uyarlanmış.

Nolan’ın bu ilk biyografi denemesi üstattan bekleneceği üzere krolonojik bir gidişat izlemiyor. Ünlü fizikçi 20. yüzyıl başlarını ve moderniteyi tanımaya açık, farklı disiplinlerden Freud, Marx, Picasso ya da Stravinsky’nin dünyayı yeniden ifadelendirmeye yönelik kavramsal yapıtlarıyla ile besleniyor. Yahudi bir ailenin mensubu olan genç bilim adamı faşist güçlere karşı mücadele eden komünistleri destekliyor, süregelen İspanya İç Savaşı’nda Franco karşıtlarına maddi desteğini esirgemiyor. Sonraki yıllarda komünist sempatizanı olduğu gerekçesi ile suçlandığında, adım adım Avrupa’yı işgal eden ve tüm Yahudi halkını yok etmeye and içmiş Hitler tehlikesine karşı komünistleri desteklediğini açıkça itiraf etse de parti üyesi olmamıştır. Kardeşinin ve eşinin Komünist Parti üyesi olması bu süreçte ABD yetkililerince görmezden gelinir çünkü ABD Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer bomba yapımı üzerine faaliyet gösterecek Manhattan Projesi’nde onun liderliğine gereksinimi vardır. 16 Temmuz 1945’de New Mexico çölüne kurulmuş Trinity tesislerinde patlatılan bomba ile dünya sonsuza kadar değişecektir.

Nolan’ın filmi bilim adamının önce göklere çıkarılıp sonra gözden düşürüldüğü süreçleri krolonojik olmayan bir anlatı ile sunuyor. Oppie’nin Los Alamos tesislerinde süren hummalı çalışması renkli olarak verilirken, savaş sonrası soruşturma bölümlerinde ağırlıklı olarak siyah – beyaz tercih edilmiş. Yönetmenin değişmez görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın büyüleyici görüntüleri, İsveçli besteci Ludwig Göransson’un ‘Tenet’ten aşina olduğumuz hipnotik müzik çalışması ve Nolan filmlerine özgü kusursuz kurgu akışı seyir keyfini katlıyor, tamı tamamına 3 saatlik süresince izleyiciyi koltuğa mıhlıyor. Oyunculara gelirsek, buz mavisi melankolik bakışlarıyla fizikçinin saklı trajedisine hayat veren Cillian Murphy ile Salieri sendromundan muzdarip çapsız senatör Lewis Strauss’da sinema kariyerinin en iyi performanslarından birini sunan Robert Downey Jr. öne çıkarken, irili ufaklı diğer rollerde dünya sinemasının önemli oyuncuları (Matt Damon, Casey Affleck, Emily Blunt, Florence Pugh, Josh Hartnett, Benny Safdie, Kenneth Branagh, Rami Malek, Harry Truman’da Gary Oldman, Albert Einstein’da Tom Conti) teknik açıdan kusursuz yapımı kusursuz yorumlarıyla yüceltiyor.

Kızılderililerin topraklarında gerçekleşen ilk test uygulamasının ardından Japonya’da iki merkezin bombalanmasını kutlayan fizikçiler ordusunun deli coşkusunun gerisinde hepimizin çok iyi bildiği, onlarca belgeselde yüreğimiz burkularak tanık olduğumuz kelimelerin yetersiz kaldığı dipsiz bir insanlık trajedisi yatıyor kuşkusuz. Hiroşima ve Nagasaki’de kavrularak ölmüş, katılaşan giysileri etine yapışmış ya da sonrasında radyasyonun ölüme mahkûm ettiği binlerce insanın dramı perdeye yansımıyor. Atom bombasının babası bunları görmek istemiyor belki de. Çalışma arkadaşlarının alevden yanan suratları ya da ayağının içine çöktüğü kömürleşmiş bedenin dehşete düşürücü hayali onu bir an irkiltiyor gerçi ama gerisi üzerinde çok fazla durmuyor Nolan. Evet Truman’ın karşısına çıktığında ‘ellerim kanlı’ diyecek ve demir başkandan ‘alın gözümün önünden şu sulu gözlüyü’ zılgıtını yiyecektir ama dünyaların yok edicisi, ölümün cisimleşmiş halidir artık o. Patlamanın dünyayı sarabilecek bir zincirleme reaksiyon yaratmasından korkulmasına rağmen sonuna kadar gitmişler ve şansları yaver gittiği için dünya şimdilik kurtulmuştur. Ancak olası tehdit Demokles’in kılıcı misali tepemizde sallanmaktadır. Robert’in olası bir nükleer kapışmanın neden olabileceklerini düşündüğünde ürpererek gözlerini yumması, dünyamızın belirsiz geleceğine işaret ederken, benzer bir ürperti ile ayrılıyoruz sinema salonundan.

(20 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kahraman Olma Düşleri

İşsiz güçsüz Ellis French (Jeremy Pope) eşcinsel olduğu gerekçesiyle kendisini 5 yıl önce sokağa atmış annesinin kapısını bir umutla bir kez daha çalar. ‘Ne işe kalkışsan duvara toslayacaksın.’ diyen çok genç yaşta anne olmuş kadından yardım dilenir. Inez (Gabrielle Union) Nuh der peygamber demez. Dini inançlarına ters düşen cinsel tercihi nedeniyle istediği gibi bir evlat olmayacaksa oğlunu bağrına basmamaya yeminlidir. Bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincinde kendini ülkesine ve ebeveynine ispatlamak için deniz piyadeliğine başvuruda bulunan genç adamı doğum belgesini almak üzere kapısını çaldığında ‘Seni kaybettiğimi kabul ettim ben.’ diyecektir. Ellis bir kez daha kapı önüne konduğu evden kokusu iştah kabartan anne yemeğini tadamadan ayrılır.

‘Teftiş / The Inspection’ siyahi yazar yönetmen Elegance Bratton’ın özyaşamsal öyküsünden yola çıkmış. 2005 – 2010 yılları arasında deniz piyadesi olarak orduya hizmet veren sinemacının 2020’de kaybettiği annesine ithaf ettiği bir anı defteri niteliğindeki bu ilk film genç Ellis’in zorlu askerlik eğitimini safha safha anlatıyor. Stanley Kubrick başyapıtı ‘Full Metal Jacket’da acemi bir askeri sinir krizi ve intihara sürükleyen bu eziyetli süreç, Ellis’in eşcinselliğinin fark edilmesiyle tam bir kâbusa dönüşüyor. Ama yılmak yoktur, pes etmeyecektir. Baş çavuşuna hissettiği arzuyu kalbine gömerek her türlü cefaya katlanacaktır.

‘Teftiş’ eğitimsiz işsiz güçsüz, üstüne üstlük eşcinsel genç bir bireyin Amerikan cangılında çıkış yolu arayışı üzerine dürüst bir deneme, sinema aracılığı ile dile gelmiş bir çığlık. Ellis’in kendisini yaşadığı topluma ve annesine kanıtlamak için giriştiği varolma savaşına okey, ancak onun Amerika’nın barış havariliği kisvesi altında Orta Doğu petrol kaynaklarına yönelik işgâl hareketine katılmak suretiyle kahraman olma illüzyonunu paylaşamıyoruz elbette. Ryan Murhy imzasını taşıyan 2020 yapımı ‘Hollywood’ dizisi ile Emmy adayı olmuş yönetmenin alter egosu Pope’un başarılı yorumu dikkat çekiyor.

(17 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Güzel ve Acımasız Topraklarda

Filmekimi’nde izleyenleri büyülemiş olan ‘Tanrının Unuttuğu Yer / Godland’in Danimarka ve İzlanda dilinde özgün adları (‘Vanskabte Land’ / ‘Volaða Land’) ‘berbat ya da yaşanmaz topraklar’ anlamına geliyor. 75. Cannes film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Hlynur Pálmason imzalı yapım, 19. yüzyıl sonlarında Danimarka’nın kolonisi olan İzlanda’nın ücra bir köyüne kilise inşa etmek üzere misyoner olarak bölgeye giden genç din adamının çetin deneyimi üzerinden, doğa, inanç, ölüm, ahlak, toksik erkeklik gibi meseleleri tartışmaya açıyor.

Lüteryen kilisesinin idealist rahibi Lucas (Elliott Crosset Hove) romantik düşlerle ayak bastığı Kuzey İzlanda kıyısında ummadığı denli zorlu yaşam şartlarında zorlanırken, Danca konuşmaktan imtina eden İzlandalı yerel rehber Ragnar (Ingvar Eggert Sigurðsson) ile derin bir iletişimsizlik sorunu yaşıyor. Bir noktada Tanrı’ya yakaran Lucas ‘devam etmeye gücü kalmadığını’ haykıracak raddeye geliyor. Kafile meşakkatli yolculuğun ardından 30 küsur kişilik dağ köyüne ulaştığında, Danimarkalı Carl (Jacob Hauberg Lohmann) ve iki sevecen kızının evinde misafir edilen Lucas ideallerini gerçekleştirme konusunda derin bir hesaplaşma içine giriyor. Lucas kendisine düşman gibi davranan Ragnar ile mücadelesinde toksik erkekliğin tuzaklarından sıyrılmayı becerebilecek midir.

İKSV festivalleri sayesinde tanıma şansına eriştiğimiz Pálmason sevdiğimiz bir yönetmen. 16 mm çektiği 2017 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kış Kardeşleri / Vinterbrødre’ buz gibi bir hava, zorlu çalışma koşulları ve sürekli tekrar eden alışkanlıklar üzerine aşksız bir hikâyedir. Karla ve kireçle kaplı bembeyaz madenci kasabasında prefabrik evlerde oturup madende çalışan iki erkek kardeşin sevme ve sevilme ihtiyacı yalnızca iki kardeşin arasını açmakla kalmayacak, karlı kaplı yerleşim bölgesinin dinamiklerini alt üst edecektir. Prömiyerini yine Cannes’da yapmış ve İzlanda’nın Oscar adayı olmuş 2019 yapımı ikinci filmi ‘Beyaz, Bembeyaz Bir Gün / Hvitur, Hvitur Dagur’ adalar ülkesinin yine ücra bir kasabasında geçen keder, yas, delilik, koşulsuz sevgi ve yine toksik erkeklik üzerine sert kabuğunun altında hüzünlü bir öykü anlatır. Yönetmen ‘Tanrının Unuttuğu Yer’de uluslararası başarı kazanmış bu iki filmin başrol oyuncularını bir araya getirmiş ve vahşi doğa koşullarında zorlanan bireylerin ahlaki ikilem sorununu tartışmaya açıyor. İzlanda’da doğmuş, Danimarka’da eğitim görmüş ve aile kurmuş sinemacı, parçası olduğu iki komşu ülkenin çelişen dünyasını ustalıkla irdelediği filminin ‘İzlanda’ya bir aşk ve nefret mektubu olduğundan’ söz ediyor bir söyleşisinde. Zorlu tabiat şartlarının toksik erkekliği bilediğinin altını çizerken, ikinci bölümde devreye giren kadın karakterlerin bu yaşanması zor topraklara sunduğu inceliği vurguluyor. ‘Beyaz, Bembeyaz Bir Gün’de parlayan -aynı zamanda yönetmenin gerçek hayattaki kızı olan- ödüllü yetenek Ída Mekkín Hlynsdóttir canlandırdığı sanatçı ruhlu doğa aşığı Ída karakteriyle Pálmason’un ideal karakteri olarak bir kez daha öne çıkıyor.

İzlandalı yönetmen Danimarkalı genç rahibin fotoğraf makinesi ile yöre ve yabanıl halkı kayda almasına paralel olarak yaklaşık 2,5 saat uzunluğundaki filmini 35 mm klasik akademi ölçüsünde çekmiş. Seyirciden emek isteyen ve her karenin bir fotoğraf güzelliğindeki yapıtını iki yıla yayılan ve sabır isteyen çekimlerinde vahşi ve güzel doğada mevsimlerin ve zamanın geçişini ustaca kurgulamış. İnanç, ruhanilik, erkeklik, ahlâki ikilem ve kolonyalizm üzerine tartışan, Maria von Hausswolff’in büyüleyici görselliği ve Tayvanlı Alex Zhang Huntai’in hipnotik müziğiyle gönüllere yerleşen yılın en iyi yapımlarından biri ‘Tanrının Unuttuğu Yer’. Werner Herzog’un 1972 yapımı klasiği ‘Aguirre, der Zorn Gottes’ ile yakın akrabalığı bulunan filmi mümkünse beyazperdede izlemeye çalışın.

(13 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com