Benim Dünyam mı, ya da Bizde Helen Keller’ler Var mı?

Helen (Adams) Keller (1880 -1968), Kör ve sağır kişilerin eğitimlerinde önemli bir örnek olarak tanınan ABD’li yazar ve eğitimci. Ağır bir hastalık nedeni ile 19 aylık iken “kör ve sağır” oldu. … Bir süre sonra konuşma yetisini yitirdi. … 1904’de Cambridge’deki Raddcliffe College’i üstün başarı ile bitirdi. Bu eğitiminde (ve başarısında) katkısı olan öğretmeni Anne Mansfield Sullivan’da önceleri kör iken, gördüğü tedavi sonucu kısmen iyileşmiştir. (Ana Britannica Ansiklopedisi, 18. cilt 343. sayfa)

ABD’de, hep yapıldığı üzere Keller’in (mücadeleli ve mucizeli) yaşamı tiyatro sahnesine taşınmış ve Broadway’de çok tutulmuş bir oyunu oluşturmuştur. Oyun, “melodrama kayması çok kolay ve olası bir gerçek yaşam öyküsünden, duygusallığı son derece denetlenmiş bir yaşam dilimi” (Dorsay – 100 Yılın 100 Yönetmeni, s. 415 – 418) olarak -televizyon kökenli- Arthur Penn tarafından Miracle Worker (1962) adı ile sinemaya uyarlanır. (Filmdeki eğitimci kadın öğretmen rolü ile Anne Bancroft, Oscar ödülü alır, Helen Keller’in küçüklüğündeki oyunu ile de Patty Duke başarı kazanır. (Film bizde Karanlığın İçinden adı ile gösterilmiştir. -Ben TV gösterisini hatırlıyorum, sinemalara çıktı mı???-)

Bu yaşamı, oyunu ve Penn’in filmini belirttikten sonra bizim, Benim Dünyam’a gelirsek, öncelikle şunu söyleyelim ki, gerek filmin afişlerinde (ve yazılı basın tanıtımlarında) ve jeneriğinde Sangay Leela Bhansali’nin Black’inden (2005) esinlenildiği (“uyarlandığı” diyebiliriz) belirtiliyor. Garip olan Bhansali’nin -senaryoyu da yazmıştır- filminin (filminin öyküsünün) özgünlüğünden söz edilmesidir. Gerçi, Black’i bilmiyorum ama bizim Benim Dünyam, bir Miracle Worker uyarlaması değildir. Hem jeneriğine bile Black uyarlaması olduğu yazıldıktan sonra, filme -bu nedenle- her hangi bir şey söylemek mümkün değildir. Filmi beğenir veya beğenmezsiniz, “ağlatma” özelliğini öne çıkarıp eleştirirsiniz. O zaman Yeşilçam’ın tarihine bir göz atın derim. Ayrıca bu (ağlatma) özelliği de -özellikle- vurgulanmış değildir, -Elâ’nın durumunun hiç de normal olmadığı için- konunun gereğidir.

Bir “sinema filmi” niçin ve nasıl yapılır? Ansiklopedik bilgiye göre Keller’in öğretmeni bir kadındır, Miracle Worker’da da bu öğretmen kadındır (Anne Bancroft), Benim Dünyam’da ise erkek (Uğur Yücel). Bhansali’nin Black’inde de böyle mi, yani değişikliği Bhansali mi yaptı, yoksa bizim değiştirmemiz mi? (Black’i seyretmemiş olmak herhalde ayıp değil.) Biz de Helen Keller var mı? Olup olmaması önemli mi, -başka fakülteleri bilmem ama ben okurken Hukuk Fakültesi’nde (hatta bizim sınıfta) kör öğrenciler vardı, şimdi İstanbul Barosu’na kayıtlı kaç kör avukat var. Bunlar sayılacak şeyler değildir- bana göre önemli de değil.

Uğur Yücel bir film yapmaya karar vermiş -belki bunda başkaları etken olmuş olabilir- ve yapmış, Beren Saat, zor bir rolün altına girmiş, başarmış da. (Bu arada küçük Elâ’da Melis Mutluç’u da unutmayalım.) Filme giden seyirci ister Saat için gitsin, ister Yücel için, isterse “ağlamak” için… Yücel’in Benim Dünyam öncesinde yaptığı, dış festivallerde boy göstermiş filmi Soğuk, gösterim için Aralık ayını beklerken, Benim Dünyam sinemada (pardon sinemalarda) boy gösteriyor… Filmin uyarlama olması kimseden saklanmıyor, sonra -yine bir bakın bakalım- Yeşilçam tarihinde ne uyarlamalar yapılmış. Film, Yeşilçam sineması özellikleri taşıyormuş. Burada bir yanlışlık var, Yeşilçam düzeni bir üretim biçimi idi, değişen odur, yoksa Yeşilçam tarzı film yapmak (ne demekse?!) bir eleştiri konusu olamaz.

Ben hiçbir film için “gidin” veya “gitmeyin” demem, burada Benim Dünyam filmi hakkında da bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Film hakkında -bence bilinmesi gerekli- ön bilgiler verdim. Bunların seyirciyi olumsuz etkilemesini de istemem. Yine de gidip gitmeme kararı seyircinindir ama film -ne de olsa- bir Uğur Yücel filmi.

(09 Kasım 2013)

Orhan Ünser

Komedi Paketi 08 Kasım’da Açılıyor, Hükümet Kadın 2’de Kadro Aynı

İlkinin kahkahaları damaklarda kalan Hükümet Kadın, maceralarına kaldığı yerden değil, geldiği yerden devam ediyor. Demet Akbağ’ı, Güneydoğu’nun ilk kadın belediye başkanı “Xate” karakteri ile beyazperdeye taşıyan filmin ikincisi 08 Kasım’da vizyona giriyor.
İlk filmde eşinin vefatıyla kendini belediye başkanı olarak bulan Xate, devam filminde de Faruk ile beklemediği bir mücadeleye girişiyor. Demet Akbağ ve Sermiyan Midyat’ın başrollerini paylaştığı filmde, Mahir İpek, Gülhan Tekin, Burcu Gönder, Ayberk Atilla ve konuk oyuncu olarak katılan Ercan Kesal bu kez ilk filmden 7 yıl geriye gidiyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • İstanbul Modern’de Hitchcock Şöleni

    Sinemateklerin varolmadığı şehrimizde bu ihtiyacı karşılamak üzere birbirinden ilginç retrospektifler düzenleyen birkaç kurumdan biri ‘İstanbul Modern’. ‘Hitchcock 9’, D-Smart sponsorluğunda faaliyet gösteren müze sinemasının British Council işbirliği ile gerçekleştirdiği paha biçilmez son etkinliği.

    Program, auteur yönetmenlerin en verimlilerinden Alfred Hitchcock’un sessiz sinemanın altın çağı olarak kabul edilen 1925-1929 yılları arasında ülkesi İngiltere’de çekmiş olduğu ilk dönem filmlerinden 9’unu kapsıyor. Nadir görülmüş bu filmlerin pırıl pırıl dijital kopyaları, İngiliz Film Enstitüsü (British Film Institute) tarafından onarılmış, arşivler taranarak eksik bölümler ilâve edilmiş. Hitchcock’un halen izi sürülmekte olan bu dönemden tek kayıp filmi olan ikinci uzun metrajı ‘The Mountain Eagle / Dağ Kartalı’ (1926) haricindeki tüm yapıtlarından oluşmuş retrospektif, İngiltere ve Şangay’dan sonra üçüncü ayağında bizde gösteriliyor. Sinefiller ve sinema öğrencileri için gerçekten kaçırılmaz bir fırsat bu.

    Programdaki filmlerin üç tanesi müzik eklenmiş kopyalardan izlenirken, altı tanesi, sessiz sinema döneminin ritüeline uygun olarak canlı piyano eşlikli olarak gösteriliyor. 07 Kasım Perşembe günü programda yer alan ilk film 1928 yapımı ‘Champagne / Şampanya’, İngiliz sinema tarihçisi Ian Haydn Smith’in sunumu ve İngiliz piyanist John Sweeney’nin mükemmel doğaçlama eşliğiyle sunuldu. Sinema dilini geliştirme yolunda sürekli yeni buluşlar peşindeki genç Hitchcock’un bu sekizinci filminin açılış sekansındaki büyütülmüş şampanya kadehinin içinden yansıyan görüntüler, sinemacının ilk dönem yenilikçi deneyleri arasında en ünlülerinden. Hollywood usulü kamera hareketleri eşliğinde screwball tarzına yakın bir deneme ‘Şampanya’. En dramatik sahnelerde Chaplin tarzı mizahtan geri durmayan ve kariyerinde giderek pişen genç ustanın diyalog ve ara yazıları çok aza indirdiği bir çalışma bu.

    ‘Downhill / Yokuş Aşağı’ (1927) yine Haydn Smith sunumu ardından müzik eklenmiş bir kopyayla gösterildi. Hitchcock’un bu dört numaralı opus’unda, daha önce ‘Der Letzte Mann’ filminin setinde bulunmuş olduğu ‘Nosferatu’ yönetmeni F. W. Murnau ve ışık / gölge kullanımıyla Alman ekspresyonizminin etkileri özellikle finaldeki düş sekansında açıkça belirgin. Hitchcock, sonraki kariyerinde öne çıkacak olan ‘yanlışlıkla suçlanmış adam’ temasına ilk kez bu filmde yer vermiş. Başrolde sonraları daha çok müzisyen olarak ünlenecek çok yetenekli şarkı sözü yazarı ve film müzikleri bestecisi Ivor Novello’nun yer alması ‘Downhill’in bir diğer özelliği.

    Hitchcock’un çok zengin kişilerden pek hazzetmediği bilinir. Yukarda sözünü ettiğim ilk dönemine ait her iki film de parasını kaybetmiş ya da kaybetmiş süsü veren Wall Street’in varlıklı karakterleri üzerine kurulu. Bu filmlerin büyük mali bunalımın hemen öncesi çekildiği düşünüldüğünde, Hitchcock’un hınzırca bir öngörüde bulunduğunu düşünüyorsunuz ister istemez.

    Haydn Smith ile Hitchcock’un 50 yıllık muhteşem kariyeri üzerine çok keyifli bir söyleşi sonrası günün son filmi olarak, ustanın sessiz döneminin son filmi olan ‘Blackmail / Şantaj’ (1929) gösterildi. John Sweeney’nin canlı piyano eşliğinde izlenen ‘Şantaj’ın kısmen sesli çekilmiş bir ikinci versiyonu da mevcut. Yine programda yer alan 1926 yapımı ‘The Lodger: A Story of the London Fog / Kiracı: Sisli Bir Londra Hikayesi’ ile birlikte Hitchcock’un ilk döneminin en parlak ürünleri, üstada cinayet ve gerilim filmlerinin ustası ünvanını kazandırmış filmlerinin atası sayılıyor bu iki yapım.

    Retrospektifte yer alan ilk Hitchcock filmi ‘Pleasure Garden / Zevk Bahçesi’ (1925) ile ‘The Manxman / Aşk Üçgeni’ne (2009) Hasan Ali Toker; ‘Easy Virtue / Hafif Meşrep’e (1928) Erdem Helvacıoğlu; ‘The Farmer’s Wife / Çiftçinin Karısı’na (1928) John Sweeney piyano ile eşlik ediyor. Programın bir diğer yapımı ise, üstadın özgün senaryosunu bizzat kaleme aldığı tek filmi (retrospektifte yer alan filmlerin önemli bölümünün senaryosu Eliot Stannard‘a aittir) 1927 yapımı ‘The Ring / Ring’.

    İnsanoğlunun gri alanlarını didikleyen büyük ustanın olgun döneminin ipuçlarını ve kendine özgü deneysel tarzının evrimini incelemek isteyenler 17 Kasım’a kadar devam edecek gösterimleri kaçırmasın. Programın ayrıntıları ve gösterim çizelgesine sitemiz arşivinin 05 Kasım tarihli haberinden veya istanbulmodern.org adresinden ulaşabilirsiniz.

    (08 Kasım 2013)

    Ferhan Baran

    [email protected]

    Anadili Almanca Olan Türk Filmi Semi, Frankfurt Türk Film Festivali’nde

    Almanya doğumlu Refik Çakar’ın yönettiği ve başrollerinde Semi Çakar ile Katharina Simon’un oynadığı, göçmen bir çocuğun sessiz dünyasını dile getiren Semi adlı film, yine bir festival yolcusu. Frankfurt Türk Film Festivali’nde yarışan Refik Çakar’ın ilk filmi Semi, anadili Almanca olan bir Türk filmi olarak festival seçkisinde öne çıkıyor. Çakar, filmin İstanbul Film Festivali’ndeki özel gösterimden sonra, Romanya’da düzenlenen Dreamfest Slatina adlı festivalde En İyi Yönetmen Ödülüne layık görüldü. Böylelikle ikinci uluslararası ödülünü olan yönetmen, ilk uluslararası ödülünü, 2010 yılında Mahmut Fazıl Coşkun’un Uzak İhtimal filmiyle İran’ın en büyük festivali olan Fajr Film Festivali’nde kazandı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Hükümet Kadın 2

    Sermiyan Midyat’ın yönettiği ve Demet Akbağ, Sermiyan Midyat, Mahir İpek ile Burcu Gönder’in oynadığı Hükümet Kadın 2, 08 Kasım 2013’de UIP Filmcilik dağıtımıyla BKM Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Xate ve Faruk, Hükümet Kadın 2’de de yine hiç beklenmedik bir anda, karşı karşıya. Üstelik bu kez, amansız mücadele, bir iktidar mücadelesi yaşanacak. Tek derdi kasabanın çocukları ve kendi çocukları ile ilgilenmek olan Xate, bu kez kendini Midyat seçimlerinde ön saflarda bulacak. Beklenmedik işlere soyunmak zorunda kalan Xate’nin karşısında yine Faruk var.

    • Basın Bülteni
    • Fotoğraflar
    • Facebook
    • Fragman
    • IMDb

    Hükümet Kadın 2 yazısına devam et

    Fast Food Kültürünü Bombardıman Eden Film: Şişir Beni

    En az Michael Moore’un “Fahrenheit 9/11”i kadar değerli ve önemli bir belgesel “Şişir Beni”. Üstelik altı milyon dolara malolan “Fahrenheit 9/11”den çok daha ucuza maloldu. Kimi kaynaklara göre sadece 65 ilâ 75 bin, kimilerine göre 300 bin dolarlık bir bütçeyle gerçekleştirildi. “Şişir Beni”, saygınlığı çok yüksek bir festivalde, Robert Redford tarafından kurulan Sundance’de yönetmen ödülüne layık bulundu ve Oscar ödülü adaylığı elde etti. Ödülleri bununla da bitmiyor. MTV ödülünü de kazandı. “Şişir Beni” 7 Kasım 1970 doğumlu yönetmenine, (Luc Besson’un “Leon”unda görev alan Morgan Spurlock) kısaca söylemek gerekirse, dünya çapında bir saygınlık kazandırdı. “Şişir Beni”, “Hamburger Cumhuriyeti” (Yazan: Eric Schlosser) adlı kitap gibi fast food kültürünü otopsi masasına yatırıyor.

    Michael Mann’in “Insider-Köstebek”inde Russell Crowe tarafından canlandırılan Doktor Jeffrey Wigand kadar cesur bir işe soyunan yönetmen çok uluslu şirketlerin insan sağlığı konusundaki vurdumduymazlıklarını, bunların ürettikleri pazarladıkları, sattıkları kimyasal olarak işlenmiş, yüksek yağlı, yüksek tuzlu, yüksek şekerli gıdalarla on milyonlarca insanın yaşam sürelerini nasıl kısalttıklarını bütün çıplaklığıyla sergiliyor. Yine bu film fast food endüstrisi ürünlerinin insan beyninde çikolata-eroin ve sigarayla aynı bağımlılık etkilerini uyandırarak on milyonlarca insanın sağlığını nasıl bozduklarını anlatıyor.

    Yönetmen, yaşadıkları aşırı kilo ve obezite sorunlarından McDonald’s’ın ürünlerinin sorumlu olduğunu iddia ederek dava açan ve davaları düşen iki genç kızla ilgili haberin izinden gidiyor. Bunun için de bir ay boyunca üç öğün sadece McDonalds restaurantlarından beslenerek bedenindeki değişimi anı anına filme kaydediyor. Böylece deneyin başlangıcında 83 kilo olan ağırlığı, 12 günde yedibuçuk, bir ayda da 11 kilo artıyor. Vücudundaki yağ oranı yüzde 11’den yüzde 18’e çıkıyor. Bir ayda McDonald’s menülerinden 13,6 kilo şeker ve 5,5 kilo yağ alıyor.

    Beslenme uzmanlarına göre yönetmen bir ay boyunca günde üç öğün fast foodla beslenerek aslında sağlıklı bir insanın tam sekiz yılda almasında sakınca olmayan fast food ürününü tüketiyor. Yine filmde beslenme uzmanları bulunduğunuz yere şarbon bombası atıldıysa ya da sağlıklı besinleri bulamıyorsanız fast food ürünleriyle beslenebilirsiniz diyorlar. İyi genlere sahip yönetmenin fast food ürünleriyle beslenmeye başlamasıyla birlikte sağlığı bozuluyor. Bunun en büyük göstergelerinden biri de sağlıklı bir insanda 200 puanın altında olması gereken kolesterolünün 160’lardan 230’lara fırlaması.

    Yönetmenin cinsel yaşamı da yeni beslenme rejiminden-alışkanlığından payını alıyor. Yataktaki performansı çok ciddi darbe alıyor. Doymuş yağlar cinsel organındaki kan dolaşımını olumsuz yönde etkiliyor. Cinsel isteği azalıyor. Sevgilisi şöyle diyor: “Seviştiğimiz zamanlarda bir zamanlar olduğu gibi enerjik değil. Ben üstte olmazsam hemen yoruluyor.” Sabah – öğlen – akşam, bir ay boyunca müdahale edilmiş fast food ürünleriyle beslenmek yönetmenin karaciğerini de iflâsın eşiğine getiriyor. Yönetmen fast food ürünleriyle beslenen çocukların karaciğer değerlerinin aşırı alkolden dolayı siroz aşamasına gelen kişilerle aynı olduğunu da belirtiyor.

    Amerikalılar son dönemde hem El Kaide’ye ve hem de sigaraya karşı savaş açtı. Ama sigara kadar büyük bir tehlike olan obeziteyi önemsemediler. Oysa obezite bir numaralı önlenebilir katil olan sigarayı bile yakında tahtından indirmeye hazırlanıyor. Amerika’da yılda 400 bin kişi şişmanlığa bağlı hastalıklardan erken yaşta yaşamını yitiriyor. Yüz milyon Amerikalının kilo sorunu var. Yani aşırı kilolu ve obezler. Son yirmi yılda obez çocuk sayısı ikiye katlandı. 1980’den bu yana aşırı kilolu ve obez Amerikalı sayısı da ikiye katlandı.

    Yine bu belgeselde anlatıldığına göre Amerikalıların yüzde altmışdan fazlası egzersiz yapmıyor. Bir tek Illionis eyaletinde yuvadan 12. sınıfa kadar beden eğitimi zorunlu. Oysa uzmanlar sağlıklı olabilmeleri için insanların günde en az yarım saat egzersiz yapması şart diyor. “Şişir Beni”den obeziteninin tetiklediği en sinsi hastalıklardan biri olan şeker ya da diyabet için sadece Amerikada yılda 100 milyar dolarlık harcama yapıldığını da öğreniyoruz. Şeker hastalığına 15 yaşından önce yakalanan insanlar da yaşam süresi 17 ila 27 yıl kısalıyor. 17 milyondan fazla Amerikalı ikinci tip şeker hastası. Bu beslenme alışkanlıkları aynen devam ettiği takdirde 2000 yılında doğan her üç çocuktan biri şeker hastalığına esir düşecek. “Şişir Beni”nin yönetmeni her dört Amerikalıdan birinin beslenme ihtiyacını karşılayan fast food endüstrisinin amiral gemisi McDonald’s’ı konu almasının nedenini şöyle açıklıyor:

    “Bu şirket çok uzun yıllardır istikrarlı bir şekilde, her yaştaki çocuklara yönelik reklâm, promosyon, tanıtım, pazarlama kampanyalarına ağırlık veriyor. Özellikle onları hedefliyor.” Amerikalı bir çocuk yılda on bin kadar reklâmın saldırısına uğruyor. Bunlardan dokuz bin beş yüzü kimyasal işlemden geçmiş yiyeceklere ait. McDonald’s’ın yüzü aşkın ülkede otuz bin restaurantı var. Her gün kırkaltı milyon insan beslenme ihtiyacını McDonald’s’lardan karşılıyor. McDonald’s Amerikada fast food pazarının yüzde kırküçünü elinde tutuyor. “Şişir Beni”de kimi hastahanelerin içinde bile McDonald’s restaurantlarının olduğuna da dikkat çekiliyor. McDonald’s’ın Super Seçim menüsündeki Coca Cola, kızartılmış patates ile Big Mac toplam 1302 kalori ve 44,1 gram yağ içeriyor. Fast food zincirleri genetik olarak göğüsleri büyütülmüş, hormonlu tavukları çok karmaşık işlemlerden geçirerek müşterilerine sunuyor.

    McDonald’s ve Pepsi’nin Amerikadaki toplam reklâm bütçesi ikibuçuk milyar doları geride bırakırken sebze reklâmları için bu rakamın binde biri bile harcanmıyor. Amerikada üç milyon kola makinesi var. Benzin istasyonlarında benzinden çok kola ve şeker satılıyor. Amerikan Kongresi bu yıl fast food şirketlerine istediklerini altın tepsi içinde sundu. Artık dokunulmazlık zırhı kazandılar. Yeni yasa onların ürünlerini tükettiğinden dolayı sağlığını yitirdiklerini ileri sürerek şikâyette bulunanlara, hukuki yollara başvuranlara karşı adeta koruyucu bir Çin seddi.

    (07 Kasım 2013)

    Hakan Sonok

    [email protected]

    Mavi En Sıcak Renktir

    Abdellatif Kechiche’nin yönettiği ve Lea Seydoux, Adele Exarchopoulos, Salim Kechiouche ile Aurelien Recoing’in oynadığı Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adèle – Blue is the Warmest Color), 08 Kasım 2013’de M3 Film dağıtımıyla Kurmaca Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Cinselliğe çekincesiz yaklaşımı ve gerçekçiliğiyle sansür ve sanat tartışmalarına yol açan Mavi En Sıcak Renktir, biri henüz lise öğrencisi diğeri ise mavi saçlı bir sanatçı olan iki genç kızın yıllara yayılan birliktelikleri üzerinden yaşamı ve aşkı sorguluyor. Film 2013 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü kazandı.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor
  • Mavi En Sıcak Renktir yazısına devam et

    19. Gezici Festival

    Ankara Sinema Derneği tarafından T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenecek olan Gezici Festival, 19. yolculuğuna hazırlanıyor. 27 Kasım – 09 Aralık 2013 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak olan festival, bu yıl ilk gösterimlerini 27 Kasım 2013′de Edremit’te gerçekleştirecek. 19. Gezici Festival, 29 Kasım – 05 Aralık 2013′deki Ankara gösterimlerinin ardından, 06 – 09 Aralık 2013 tarihleri arasında Sinop’a konuk olacak. Gezici Festival’in ilk yıllarından itibaren önemli destekçisi olan duayen sanatçımız Tuncel Kurtiz, bu yıl da özel bir bölümle aramızda olacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • 19. Gezici Festival yazısına devam et

    Engin Çağlar Sinema Dersi Veriyor

    Sinemamızın Yeşilçam döneminin sevilen oyuncusu Engin Çağlar ile kamera önü oyunculuk dersleri başlıyor. Her hafta Salı ve Perşembe günleri 2’şer saat olarak programlanan dersler 16 hafta sürecek. “Şirinevler Mah., M. Fevzi Çakmak Cad., Gediz Sok., No: 16/1, Bahçelievler, İstanbul” adresindeki Ekol Sanat’ta gerçekleştirilecek dersler hakkında geniş bilgi almak için 0212 6395080 ve 0532 6374771 no.lu telefonlardan Burhan Bey’le irtibat kurulması gerektiği belirtiliyor. Engin Çağlar’la bağlantı kurmak isteyenler ise www.twitter.com/engincaglarycm adresinden sevilen sanatçıyla ulaşabilirler.

  • Web Sitesi
  • Engin Çağlar Sinema Dersi Veriyor yazısına devam et

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu