01 – 03 Temmuz 2016, Hafta Sonu (Weekend) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi’nin gösterilmesi rica olunur.
53. Uluslararası Antalya Film Festivali Yarışma Filmleri İçin Başvurular Başladı
16 – 23 Ekim 2016 tarihleri arasında gerçekleşecek 53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde yer alacak filmler için yönetmelikler, başvuru tarihleri ve başvuru formları festivalin resmi internet sitesinde yayınlandı. Festivalde bu yıl da ana kategoriler Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması, Uluslararası Uzun Metrajlı Film Yarışması, Ulusal Kısa Metrajlı Film Seçkisi ve Antalya Film Destek Fonu olarak belirlendi. Kapsamı geçtiğimiz yıl genişletilen Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’na, kurmaca eserlerin yanı sıra belgesel, deneysel ya da animasyon uzun metrajlı filmler başvurabilecek. Bu kategoride büyük ödül, Altın Portakal heykelciği ile birlikte 100.000 Türk lirası olarak açıklandı.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
53. Uluslararası Antalya Film Festivali Yarışma Filmleri İçin Başvurular Başladı yazısına devam et
Remember: Hatırla
Atom Egoyan’ın yönettiği ve Christopher Plummer, Dean Norris, Martin Landau ile Bruno Ganz’ın oynadığı Remember: Hatırla (Remember), 22 Temmuz 2016’da M3 Film dağıtımıyla Filmartı Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Hafızası ile ilgili sorunlar yaşayan yaşlı Zev, kaybettiği karısı Rurh’un yasını tutmaktadır. Karısına verdiği intikam sözü onu hayatta tutan tek güçtür. Zev, bakımevindeki arkadaşı Max’in de yardımı ile Max ve kendi ailesini Auschwitz toplama kampında katleden ve kaçak olarak yaşayan esrarengiz adamı bulmaya ve öldürmeye yemin eder. Ancak Zev’in bilmediği tek şey en büyük düşmanının kendi hafızası olduğudur.
Viral
Henry Joost ile Ariel Schulman’ın yönettiği ve Sofia Black Delia, Analeigh Tipton, Travis Tope ile Colson Baker’in oynadığı Viral, 19 Ağustos 2016’da The Moments Entertainment dağıtımıyla Tanweer Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Emma ve Stacey, yeni geldikleri kasabadaki hayatlarına adapte olmaya çalışmaktadırlar. Okulda öğretmen olarak çalışmaya başlayan babaları aileye yeni bir başlangıç yaptırmak istemektedir. Emma, annesinin şehir dışında olması sebebi ile ebeveynlerinin ilişkisinden endişelenirken, Stacey erkek arkadaşı CJ ile vakit geçirmektedir. Emma’nın erkek arkadaşı Gracie gizemli bir hastalığa yakalanır.
Kabustan Gelen
Mike Flanagan’ın yönettiği ve Kate Bosworth, Thomas Jane, Annabeth Gish ile Dash Mihok’un oynadığı Kabustan Gelen (Before I Wake), 05 Ağustos 2016’da The Moments Entertainment dağıtımıyla The Moments Entertainment tarafından vizyona çıkarıldı.
Jessie ve Mark Hobson küçük oğulları Sean’ı kaybettiklerinden beri zor bir ilişki yaşamaktadırlar. Bir çocuk sahibi daha olamadıkları için evlat edinmeye karar verirler. Çift, annesini pankreas kanserinden kaybetmiş olan 8 yaşındaki Cody’i evlerine getirirler. Cody çok tatlı, sevecen ve zeki bir çocuktur ancak bir tek garipliği vardır. Uyumamak için elinden gelen herşeyi yapmaktadır.
Oyun (Yönetmen: Henry Joost)
Ariel Schulman ile Henry Joost’un yönettiği ve Emma Roberts, Dave Franco, Juliette Lewis ile Samira Wiley’in oynadığı Oyun (Nerve), 26 Ağustos 2016’da The Moments Entertainment dağıtımıyla Tanweer Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Nerve adlı bir internet sitesi, siber ortamda naklen yayımlanacak olan bir oyun duyurusu yapar, binlerce kişi başvurur. Şartlar çok açıktır: Eğer şehrin en işlek caddesinde gece yarısı hayat kadını gibi giyinerek dolaşabilecek, bir bara girip belalı tiplere sataşabilecek veya okul müdürünü herkesin ortasında küçük düşürebilecek cesarete sahipseniz bu oyuna katılmamanız için hiçbir neden yoktur.
Oğlan Bizim Kız Bizim
Semra Dündar’ın yönettiği ve Aras Aydın, Melis Babadağ, Bala Atabek ile Emrah Şahan’ın oynadığı Oğlan Bizim Kız Bizim, 14 Ekim 2016’da Pinema Film dağıtımıyla Kült Film tarafından vizyona çıkarıldı.
5 yıllık sevgilisinden yeni ayrılan beyaz yakalı Zeynep, radyodan kazandığı tatile en yakın kız arkadaşıyla giderken, aşka hiç inanmayan oto tamircisi Barış da bu tatile kankası Emrah’ı götürür. Tanıştıkları andan itibaren birbirinden nefret eden gençlerin tatilinin çoğu birbirlerine bu tatili zehir etmekle geçer. Barış ve Zeynep birbirlerine aşık olurlar ancak aşklarını yaşamaya fırsat kalmadan Zeynep’in eski sevgilisi ansızın çıkagelince bütün işler karışır.
- Basın Bülteni: 1 / 2
- Fotoğraflar
- Fragman
1. Türk Dünyası Belgesel Film Festivali
1. Türk Dünyası Belgesel Film Festivali’nde ödül kazanan filmler, 08 Ekim 2016 tarihinde Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde yapılacak gala ve ödül töreninde açıklanacak. Festivalin Belgesel Film Yarışması’nda Rodion İsmailov’un Baba Ocağı, Nagihan Çakar’ın Büyük Aşıklar, Yuriy Kuroçka’nın Ben Hakas, Gökhan Öcal’ın İstanbul’un Sesi, Ahmet Bikiç’in Koro, Eren Bektaş’ın Müsahip, İvanna Köksal’ın Gaguzlar, Artıkpay Süyündükov’un Göç, Adilet Korçaev’in Sarı, Sardaana Barbanova’nın Güneşin Çocukları, Radik Kilmamatov’un Ruhun Şarkısı ve Salavat Yuzeev’in Suhunu Gelecek adlı filmleri yarıştı.
Dokuz Canlı Bay Tüylü
Barry Sonnenfeld’in yönettiği ve Kevin Spacey, Jennifer Garner, Christopher Walken, Cheryl Hines, Robbie Amell, Malina Weissman, Mark Consuelos ile Talitha Bateman’ın oynadığı Dokuz Canlı Bay Tüylü (Nine Lives), önümüzdeki aylarda The Moments Entertainment dağıtımıyla Movie Box tarafından vizyona çıkarılıyor.
İşkolik biri olan Tom Brand, kızının doğum gününde ona aldığı kedi ile birlikte bir kaza geçirir ve komaya girer. Kaza sırasında kedinin bedenine hapsolan Tom, ailesinin yanında Bay Tüylü olarak yaşamaya başlar. Kedileri sevmeyen Tom’u neler beklemektedir? Komadan çıktıktan sonra ailesine yeniden sarılabilecek midir?
Yönetmen Haydar Işık, Malatya Valisi Toprak’ı Ziyaret Etti
Yeni film projesi ön çalışmaları için Malatya’ya gelen yönetmen Haydar Işık, Malatya Valisi Mustafa Toprak’ı ziyaret etti. Malatyalı genç yönetmen Haydar Işık, Malatya’ya yeni atanan Vali Mustafa Toprak’a hayırlı olsun ziyareti gerçekleştirerek Malatya’da çekmeyi düşündüğü projeleri hakkında Vali Toprak’ı bilgilendirdi. Yeni film projesinin değerlendirme toplantılarının aralıksız devam ettiğini ifade eden Işık, bu kapsamda çeşitli sivil toplum örgütleri ve iş adamlarını ziyaret etmeyi planladığını ifade etti. Vali Mustafa Toprak’ın Malatya’ya atanmış olmasından duyduğu memnuniyetini dile getirerek hayırlı vazifeler ve başarı dileklerini iletti.
Yönetmen Haydar Işık, Malatya Valisi Toprak’ı Ziyaret Etti yazısına devam et
Tatilde Açık Hava Sinema Keyfi UNIQ İstanbul’da
Doğayla iç içe atmosferiyle sanatseverlere nefes aldıran UNIQ İstanbul, bayram tatilini şehirde geçireceklere sinema geceleri sunuyor. Başka Sinema ve BKM işbirliği ile dünya filmleri, festival filmleri ve Türk sinemasından seçkin filmler sunan UNIQ Açık Hava Sahnesi, bayram tatilinde dört filmle İstanbulluların yanında. Carol, Düğün Dernek 2: Sünnet, Amy ve 45 Yıl (45 Years) gibi filmleriyle her zevke hitap edecek UNIQ Açık Hava Sahnesi’yle tatil İstanbul’da da hissedilecek.
Tatilde Açık Hava Sinema Keyfi UNIQ İstanbul’da yazısına devam et
İFSAK 36. Ulusal Kısa Film Yarışması’nda Ödül Alan Filmler Gösteriliyor
Ülkemizin en eski kısa film etkinliği olan İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması’nın 36.sı bu yıl düzenlendi. Değerlendirilen 206 kısa filmden 25’i finale kaldı, kazanan filmler belirlendi. Ödüller 12 Haziran’da yapılan törenle sahiplerini buldu. 06 – 11 Haziran tarihleri arasında Goethe Institut İstanbul’da İFSAK 22. Ulusal Kısa Film Festivali kapsamında izleyici karşısına çıkan filmlerden dereceye girenler tekrar seyirci ile buluşuyor. Canlandırma, Deneysel, Belgesel ve Kurmaca dallarında mansiyon ve derece alan filmler, kaçıranlar veya tekrar görmek isteyenler için 14 Temmuz – 04 Ağustos tarihleri arasında her Perşembe akşamı İFSAK’ta gösterilecek.
- Basın Bülteni
- Yarışma hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
İFSAK 36. Ulusal Kısa Film Yarışması’nda Ödül Alan Filmler Gösteriliyor yazısına devam et
Avrupa’nın Sessizliği
Sığınmacılar meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüzyüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bu hafta bizde de gösterime giren Altın Ayı ödüllü son çalışması ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu en önemli toplumsal sorununa çeviriyor.
1964 Eritre doğumlu olup bir dönem İstanbul’da yaşadıktan sonra yirmili yaşlarının başlarında sinema eğitimi için New York’a yollanan yönetmenin filmlerini geniş bir zamana yayarak çektiğini ve kurgu sürecinin uzun sürdüğünü biliyoruz. Hindistan’da kutsal Ganj üzerinde çektiği 1993 yapımı ilk belgeseli ‘Boatman’in izleyici karşısına çıkması tam beş yılını almıştı. California çölünde eski arabaları, kırık dökük karavanları, birkaç parça eşya ve bazen can yoldaşı köpekleriyle kent yaşamına ve kapitalizme inat başka bir yaşamı sürdüren uyumsuzları belgelediği ikinci uzun metrajı ‘Below See Level / Deniz Seviyesinin Altında’nın (2008) nihai kurgusu yine beş yılda tamamlanacaktır. Youtube’dan izlenebilen 2010 yapımı üçüncü çalışması ‘El Sicario, Room 164’ Meksika kökenli uyuşturucu karteli tetikçisinin itirafları üzerinedir. Yirmi yıl boyunca kartelle çalışmış polis kökenli tetikçinin kurbanlarını sorguladığı ve infaz ettiği otel odasındaki tüyler ürperti açıklamalarına tanıklık ederiz bu kez.
Üç yıl önce Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan ilk belgesel olarak tarihe geçen ‘Sacro GRA’, Rosi’nin daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlar. ‘Çevreyolu’ başlığıyla 33. İstanbul Festivali programında bizlere de ulaşan film adını Roma’yı Satürn’ün ışık halkaları misali çevreleyen 70 km. uzunluğundaki devasa otoyoldan alır. Çekimleri iki yıl kadar süren filminde bu otoyol çevresinde yaşayan farklı sınıflardan insanların gündelik hayatından kesitleri etkileyici bir üslupla perdeye taşır sinemacı. Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’inden esin alan yapım Roma’nın ‘muhteşem güzelliği’ni görmek isteyenleri biraz hayal kırıklığına uğratır belki, ancak bireyler ve mekân arasında kurduğu ilişkiyle şehir üzerine yazılmış benzersiz bir sosyal makaleye dönüşür.
Şubat ayında bu yıl Meryl Streep’in başkanlığını yaptığı Berlinale jürisinin büyük ödülünü kazanarak Rosi’nin acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan ‘Denizdeki Ateş’, sinemacının belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz işlerinin şimdilik sonuncusu. 35.İstanbul Film Festivali’nde izlenen Jacob Brossman imzalı ‘Lampedusa’da Kış’ belgeseline ilişkin kaleme almış olduğum yazıda son 15 yılda 20.000’den fazlasının denizlerde yaşamını yitirdiği Afrikalı mültecilerin durumunun aciliyeti hususunda görüşlerimi belirtmiştim. Coğrafya hakkında bilgileri tazeleyecek olursak, Lampedusa Sicilya’nın güneyinde, 11 km uzunluk ve 3 km genişlikte Afrika’ya en yakın, hatta Tunus’a Sicilya’dan çok daha kısa mesafede bir İtalyan adası. Yaklaşık 4000 kişinin yaşadığı bu küçük kara parçası özgür ve emniyetli bir yaşam için Avrupa’ya göç eden Kuzey Afrikalıların ilk durağı, el yordamıyla umuda yolculuk edenlerin Akdeniz’deki can simidi haline gelmiş. Adaya bir kısa film çekmek için geliyor Rosi. Ancak trajedinin boyutunu kavradıktan sonra meseleyi geniş kitlelere daha vurucu bir biçimde aktarabilmek için uzun metrajda karar kılıyor.
Adada 18 ay geçiriyor yönetmen. Bu süre zarfında trajediyle yüzyüze geliyor. Tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna tanıklık ediyor. Denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefaleti görüntülüyor. Yakınlık kurduğu Nijeryalı göçmenin ağzından dökülen ağıda kulak veriyor. Genç adam bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını dile getiriyor. Binlerce göçmenin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini haykırıyor.
Mültecilerin yaşadıkları dram Rosi’nin filminin üçte birlik bölümünde yer alıyor. Asıl gözlemlediği ada halkından bir ailenin bireyleri ve yakınları. Adada geçirdiği süre içinde yakınlık kurduğu ve güvenini kazandığı 12 yaşındaki Samuele ve birlikte yaşadığı balıkçı amcası ve babaannesinin yaşantılarına konuk ediyor bizleri. Ellerinde ananas ağacından yapılmış sapanlarla kuş avına çıkan Samuele ve arkadaşını gamsız çocukluğun tadını çıkartırken izliyoruz film boyu. Köyde hayat sakin ritminde sürüyor. Maria hâlâ leziz İtalyan yemeklerini hazırlarken adanın DJ’inden istekte bulunduğu -filmin özgün adını aldığı ‘Fuocuammare’nin de aralarında bulunduğu- napoliten şarkılar ya da Rossini ezgileri duyuluyor radyodan. Giderek mültecilerin yaşadıkları trajediden bihaber süren dingin ada yaşamı güçlü bir Avrupa metaforuna dönüyor. Bu metaforu güçlendirmek için olsa gerek, ‘Lampedusa’da Kış’ belgeselinde rastladığımız göçmenlere yardım eden, onlara umut aşılamaya çalışan, yaşananların unutulmaması ve denizde hayatını kaybedenlerin anılarını yaşatmak için gayret sarfeden Paola La Rosa benzeri kişilerle karşılaştırmıyor bizleri Rosi. Adadakiler ile sığınmacıların birlikte görüntülenmediği filmde mültecilerle iletişim halinde olan tek kişi köyün doktoru. Filmin tam kalbinde yer alan etkileyici monologunda onların yaşadıklarından, talihsiz ölümlerden, çoğu çocuk ve kadın onlarcasının otopsisini yapmanın dehşetinden kederle söz ediyor Dr. Bartolo.
Napoliten ezgilerin arasına sıkışmış kısa haberlerde mülteci ölümlerinden bahsediliyor. Mutfağında yemek pişiren Maria halanın ‘zavallılar’ sözünden başkaca bir tepki işitilmiyor. Samuele’nin sol gözündeki tembellik, sağ beyinle ilintili empati eksikliğinin metaforu olarak mükemmel işliyor. Rosi bir kez daha belgesel ile kurgunun sınırlarını görünmez kılıyor. Hiç bir planı önceden kurgulamıyor. Gündelik hayatın doğal akışı içinde filmde yer alan gerçek kişilere hiç bir müdahalede bulunmuyor. Soru sormuyor, fazlaca izahat vermiyor. Puslu Lampedusa kışının ışığında ele aldığı meseleyle başbaşa kalarak perdeye yansıyanları sorgulamaya çağırıyor bizleri. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ediyor, şiirsel haykırışıyla kamuoyunun suskunluğunu bozmayı hedefliyor.
(10 Temmuz 2016)
Ferhan Baran
Yeşim Ustaoğlu Filmleri Fransa’da
1973’ten beri düzenlenen ve Cannes’dan sonra Fransa’nın en prestijli film festivali sayılan La Rochelle, bu yıl Keşif bölümünü Türkiye sinemasına ayırıyor. Son dönem Türkiye filmlerinin gösterileceği Keşif bölümünün retrospektif konuğu ise Yeşim Ustaoğlu olacak. 01 – 10 Temmuz tarihlerinde gerçekleşecek festivalde, Ustaoğlu’nun 2004’te çektiği Bulutları Beklerken filmi ve Sırtlarındaki Hayat belgeselinin yanı sıra, Pandora’nın Kutusu (2008) ve Araf adlı filmleri gösterilecek. Yeşim Ustaoğlu da filmleriyle birlikte La Rochelle Uluslararası Film Festivali’nin konuğu olarak Fransa’ya gidecek ve filmleri üzerine yapılacak bir sohbete de katılacak.
- Basın Bülteni
- Web Sitesi
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Cennette de Gerecek: Hitchcock
Sinemanın büyüklerinden Alfred Hitchcock’un güneş altında gerilime sürükleyen “Kelepçeli Âşık” ve “Gizli Teşkilat” filmlerini de hatırlatmak istedik. Sinemanın klasikleşmiş bu iki filmi, küçük anlarıyla tedirginlik içinde kıvrandırıyor insanı.
“Kelepçeli Âşık…”
Alfred Hitchcock’un Fransız Riviyerası’nda geçen 1955 yapımı “To Catch a Thief-Kelepçeli Âşık”, güneyin Akdeniz güneşi altında geçen, aşklı, gerilimli ve eğlenceli bir film. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu John Michael Hayes yazmış. Film, David Dodge’un eserinden uyarlanmış. Neşeli ve gerilimli müzikleri Lyn Murray bestelemiş. Çarpıcı “technicolor” görüntülerse Hitchcock’un kadim karmamanı Robert Burks’ten. Hitchcock bu filminde sıkça kararma-açılma ve zincirlemeli geçişler kullanmış. Bu iki teknik, ustanın ruhuyla da buluşuyor tüm filmlerinde olduğu gibi. Filmde İngilizce ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu film ülkemizde, Şubat 1957’de vizyona çıkmıştı.
Filmin ön jeneriği, Fransa afişleriyle doldurulmuş vitrin üzerine yansıyor. Ön jenerik yazıları bittikten sonra kamera birden Fransa afişine yöneliyor. Afişte, “Hayatı seviyorsan Fransa’ya bayılacaksın” yazıyor. Altta da neşeli bir müzik duyuluyor. Ardından bir kadın çığlık atıyor, mücevherleri çalınmış. Nice şehrinde peş peşe mücevher soygunları oluyor. Gece… Kara bir kedi çatılarda dolaşıyor. Sonra yine soygun çığlıklar duyuluyor soygun oldu diye. Yine geceleyin çatılarda kara kedi dolaşıyor. Bir kadın yatağında uyurken kara kedi kostümü giyinmiş biri mücevherleri yastığın altından alıyor. Zincirlemeli geçişle polis müdürlüğü yansıyor. Komiser Lepic (René Blancard) suçluyu tahmin ediyor. Nice, öyle güzel bir şehir ki, güzeller güzeli İzmir’i çağrıştırıyor insanda. Diğer Akdeniz şehri Toulon da birazcık İstanbul havasını veriyor. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler buraları.
Gündüz… Nice’in dışında muhteşem villada hizmetçi Germaine (Georgette Anys) temizlik yaparken kara kedi de divanda huzur içinde. Gazetenin haberi yansıyor. Gazetede, “Eski ‘kedi hırsız’ John ‘Robie’ yeniden işbaşında mı” başlığı atılmış. John ‘Robie’ Smith (Cary Grant), eski direnişçilerdenmiş Fransa’da. Sonra “Kedi Robie” lakabını almış. Çünkü zengin yerlerde mücevher soygunları yapmış ve yıllardır da hiç kimseyi soymamış John “Robie” Smith. Aslında “Robie” onun lakabı. Robin Hood’u çağrıştırıyor. Ama o, zenginden alıp yoksullara dağıtmamış paraları. Şimdiki lüks yaşamını sürdürmüş. Uzun süreli tatil yaşıyor yani. John, villasının bahçesinde çiçeklerle ilgilenirken polis arabasını görüyor, içeri giriyor. Lepic ve polisler onu ayaküstü sorguluyorlar. Şüpheli olduğunu anlayan John, ikinci kattaki odaya girdikten sonra bir tüfek sesi duyuluyor. Polisler odanın kapısını kırıyorlar, ama John ortalarda yok. Dışarıda araba sesi duyuluyor. Polisler, John’un peşine düşüyorlar. Nefes kesici takip başlıyor. Hitchcock, bu takip sahnesini yoğunlukla havadan çekmiş ve Riviyera’nın güzelliğini gösterirken, cennette de gerilim yüklü heyecan olduğunu fısıldıyor sanki. Kıvrımlı ve inişli-çıkışlı (varyantlı) yollar heyecanı daha da çoğaltıyor. Polisler, John’un izini kaybediyorlar. Sonra John yolcu otobüsüne biniyor. Otobüsün arkasında üstadın, Hitchcock’un yanına oturuveriyor.
John, Nice’e geliyor. Kamera kayarak John’u izliyor masaları dışarıda olan restoranda. Mutfağa gidiyor. Eski direnişçi arkadaşları ona ters ters bakıyor. Restoranın sahibi Bertani (Charles Vanel) onu tanıyor. 15 yıldır mücevher çalmadığını söylüyor. Biri, onu taklit ederek soygunlar mı yapıyordu? Bertani, inanmıyormuş gibi yapınca John kedi gibi hırçınlaşıyor. John, Bertani’den mücevherleri olan zenginlerin listesini istiyor. Eski günlerin hatırı için yardımcı olmak istiyor Bertani. Ama polisler geliyor. Bertani, şarap garsonu Foussard’ın (Jean Martinelli) kızı kısa saçlı, sarışın, genç ve güzel Danielle’le (Brigitte Auber) oradan uzaklaşıyor. Tekneyle Cannes’a doğru gidiyorlar. John, Danielle’i çocukluğundan beri tanıyor. Ona İngilizce bile öğretmiş. Danielle, Güney Amerika’ya gitmeyi hayal ediyor. Havada da bir uçak dolaşıyor John’u bulmak için. Ardından John yüzerek Cannes’daki plaja çıkıyor. Plajda güneşlenirken Bertani’den telefon geliyor. Şehirdeki çiçekçi pazarına gidiyor John. Orada tipik İngiliz H. H. Hughson’la (John Williams) tanışıyor. Hughson’ı Bertani ayarlamış. Çünkü o İngiliz sigortacı ve mücevherleri olanların listesi de onda. John, listeyi alıp taklidini yakalamayı umuyor. Ama listeyi John’a vermek, ciğeri kediye emanet etmek değil miydi? Güven önemliydi. John polisleri fark ediyor. Hughson’la çiçekçilerin arasından yürüyorlar sakince. Bu andaki çekim etkileyiciydi. John ve Hughson öne doğru yürürken, kamera da geriye doğru kayıyordu. Jean-Luc Godard, 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle-Serseri Âşıklar” filminde bu çekimden ilham aldığını hissediyorsunuz. Polisler yaklaşırken, John kaçıyor. Hughson, “Carlton Hotel” diyor John kaçarken.
Gündüz… John’un villasında. John ve Hughson, öğle yemeği yerken hırsızlıklar üzerine de konuşuyorlar. Hughson, bugünkü öğle yemeğini faturadan düşürecek miydi? Başka şeylerde de. Hepsi hırsızlık değil miydi? Hughson, listeyi vereceğini polise de söylemiş. Listeyi John’a veriyor. John’a, Amerikalı Bayan Stevens’tan söz ediyor. Hughson, akşam otelde Bayan Stevens ve kızıyla yemek yiyecekmiş. John, siyah takım elbisesi ve kelebek kravatıyla otele düşüyor. Hughson’la, anne-kız otelin restoranından çıkıyorlar, John’u fark ediyorlar. Sonra onlar kumar bölümüne gidiyorlar. John da. Rulet oynanıyor. Sonra onların masasına davet ediliyor. Anne Jessie Stevens (Jessie Royce Landis), zengin bir mirasyedi. Kocası yıllarca petrol aramış. Bulduğunda ölmüş. Milyonlarca varil petrol Jessie’ye kalmış. Sarışın ve büyüleyici güzelliğiyle etrafına ışık saçan kızı Frances “Francie”yle (Grace Kelly) dolaşıp duruyorlar. Mücevherlere çok bağlı Jessie, kızına münasip bir koca mı arıyordu? John, Francie’yle ilgilenmiyormuş gibi yapıyor. John onlara kendini Oregonlu emlakçı olarak tanıtıyor. John, gecenin sonunda onları odasına götürüyor. Francie, odanın kapısında John’u dudaklarından öpüyor. Francie’den ayrılan John’u kamera koridorda dikizler gibi kayarak izliyor. Bu sadece estetik bir görüntü değil, polise de metafor yapan kaydırmalı çekimdi. Polisin gözleri sürekli John’un üstünde dolaşıyor hep.
Ertesi gün. John, Jessie’nin odasında. Odada Francie ve Hughson da var. Francie, John’u plaja çekiyor. Siyah mayosunu giymiş Francie, tüm büyülerini etrafa saçıyor lobide. Resepsiyondan John’a bir not veriliyor. Notta, “Dokuz canın sekizini kullandın, sonuncusunu harcama” yazıyor. Cannes plajına geliyorlar. John, Danielle’i görüyor. John ona doğru yüzüyor. Danielle dubaya çıkıyor. Danielle, John’un Francie’nin yanında olmasını kıskanıyor ve kendini ona fark ettirmek istiyor kışkırtıcı kelimelerle. Danielle, John’un yeni bir işin peşinde olduğunu ima ederek söylüyor önce. Danielle, Francie’yi kastederek, “Parası dışında bende olmayan neyi var” diyor. John, “Sen kızsın, o kadın” diye cevaplıyor. Hazırcevap Danielle, “Yeni bir arabayı ucuza alacakken neden eskisini tercih ediyorsun? Yeni daha iyi ve hızlıdır” dediğinde birden Francie ortaya çıkıyor. John’u buraya çekeni merak etmiş. Ertesi gün John otelin önüne geliyor. Francie onu bekliyor. Polisler de John’un peşinde. Francie piknik için hazırlık yapmış. John gönülsüz olsa da arabaya biniyor. Üstü açık arabayı Francie sürüyor. Takipte de polisler var. Bir malikâneye geliyorlar. Bahçede dolaşıyorlar. Francie, John’un evli olup olmadığını öğrenmek istiyor. John, müstakbel kocalardan biridir belki de. Sonra oradan ayrılıyorlar. Polisler de peşlerine takılıyorlar yine. Kıvrımlı yollar, muhteşem Akdeniz manzaraları büyülerken, Francie peşlerinde polis olduğunu anlamış gibi gaza basıyor. Bu dönemeçli yollar, Grace Kelly’nin 1982’de trajik trafik kazasında vefat ettiği yollardı. İnsana hüzün çöküyor. Kelly, Hollywood’un prensesiyken, bu filmden sonra Monaco’nun prensesi olmuştu. Hitchcock, bu anlardaki arabalı çekimlerin çoğunu stüdyoda çekmiş. Arka fonda görüntü projeksiyonla yansırken, oyuncular da araba sürüyormuş gibi yapıyorlar bu teknikte. Francie’nin dönemeçli yollardaki hızına dayanamayan polisler kaza geçiriyorlar. Polisleri atlattıktan sonra piknik yapıyorlar Akdeniz manzarası karşısında. Francie, John’un “Kedi Robie” olduğunu tahmin ediyor. John’u itirafa zorluyor. Francie de John’un yapacağı soyguna dâhil olmak istiyor. Onu etkilemek için öpüyor. Açılışı yapılacak Sanfordların malikânesini soymasını istiyor Francie. Orada balo yapılacakmış.
Gece… Francie’nin odasında. Francie kışkırtıcı gece elbisesini giyinmiş. Soygun için John’u kışkırtıyor. Aslında onun “Kedi Robie” olduğunu kendine kanıtlamak istiyor. Acaba John, annesinin mücevherlerinin mi peşindeydi? Francie, loş ışık altında dişiliğini kullanıyor, onu öpüyor. Ama bu defa sadece öpücük yetecek miydi? Gecenin içinde patlayan havai fişekler erotikti ve bir şeyler anlatıyordu metafor anlamında. Görüntü kararıyor. Gecenin içinde Jessie’nin çığlığı duyuluyor. Mücevherleri çalınmış. John, Jessie’nin odasına gidiyor arama yapmak için. Odaya Francie geliyor ve annesine, “Konuşma onunla” diyor. Francie, John’daki listeyi bulmuş. Odaya polis gelince John kaçıyor. Sabaha karşı John, çatılarda bekliyor. Görüntü kararıyor. Sabah odada Francie annesiyle tartışıyor. Polisler de alarmda. John kıyıda oltayla balık avlarken, yanına Hudgson geliyor. John’un, sahte “Kedi Robie”yi bulabilmesi için polisi yardımına ihtiyacı varmış. Hudgson’dan yardım istiyor. Görüntü kararıyor. Gece… Sanfordların villasının bahçesinde. John, bahçede gizlenmişken arkasından Foussard geliyor boynuna sarılıyor öldürmek için. Arkadan İngiliz anahtarı Fousard’ın başına iniyor. Foussard denize düşüyor. Foussard’ın ölümü gizemli kalıyor gibi. Hitchcock, zihinlerde kuşkular oluşturuyor ama. Polisler de geliyor. Sadece Foussard’ın cesediyle karşılaşıyorlar. Polis, gazetelere “Kedi öldü” diye haber sızdırıyor. Lemic polis bürosunda Hughson’a, Robie’nin Foussard olduğunu söylüyor. Böylece mücevher hırsızı sorunu da çözülmüş oluyor Lepic’e göre. Lepic’in bürosuna John da geliyor. Foussard’ın bir bacağının tahtadan bacak olduğunu söylüyor. Mezarlıkta Foussard’ın cenaze töreninde Danielle, John’a öfkeyle bakıyor. Bertani, John’a Amerika’ya dönmesini söylüyor. Danielle, öfkeyle “Defol buradan valeur (hırsız). Öldürdün onu” diyerek John’un üzerine yürüyor. John da ona tokat attıktan sonra mezarlıktan ayrılıyor. Mezarlığın önünde arabasıyla Francie onu bekliyor.
Gece… Sanford balosunda… Baloda davetliler, 17. yüzyıl kostümleriyle arz-ı endam ediyorlar. Hatta Bertani ve garsonları, Lepic ve polisleri de bu kostümlü gösteriye katılıyorlar. Ama John nerdeydi? Yüzü de siyahîleri andıran maskeyle örtülü biri Francie’yi dansa kaldırıyor. Yoksa o muydu? Francie ve kavalyesi malikâneye giriyorlar. Polisler de peşlerinde. Binada izlerini kaybettiriyorlar. Siyahî kostümlü Hughson’dı. Ya John? Kamera fazla merakta bırakmadan çatılara gidiyor, John’u buluyor. John gizlenmiş beklerken bir anda bir şey oluyor. Sahte “Kedi” çatıda fark ediliyor. John onu kovalıyor. Ayağı kayan sahte “Kedi”, çatıdan aşağı sarkıyor. John onun elinden yakalıyor, sonra da aşağıdakilere ve polislere itiraf ettiriyor her şeyi. Hitchcock’un başından sonuna kadar ayakta tuttuğu merak duygusunun karşılığı bu anda ortaya çıkıyor. Gerilim ve merak iyiydi her zaman. Gündüz, John villasına geliyor. Farncie de onu takip etmiş. Hayatının erkeği bu yalnız kurdu bırakmak istemiyor Francie ve hemen onu dudaklarından öpüyor. Mutlu sonda aşk kazanıyor, daima…
“Gizli Teşkilat…”
Alfred Hitchcock’un 1959 yapımı “North by Northwest-Gizli Teşkilat”, casusluk üstüne gerilim yüklü, maceralı ve eğlenceli bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu Ernest Lehman yazmış. Müzikleri Bernard Herrmann üstat bestelemiş. Müzikler görüntülere destek verirken, gerçek anlamda insanı geriyor. Çarpıcı fotoğraflarıysa Hitchcock’un vazgeçilmez kameramanı Robert Burks yansıtmış. Hitchcock bu filminde yoğunlukla zincirlemeli teknik kullanmış zaman geçişlerinde. Bu film ülkemizde, Ocak 1962’de gösterime çıkmıştı.
Film, beklenmedik bir anda bilmediği olayların içine düşen bir reklamcının, Roger O. Thornhill’in (Cary Grant) gerilim dolu macerasını anlatıyor. Her günü, her şeyi aynı giden bir insanın nefes kesici rüyası gibiydi sanki. Filmin ön jeneriği özel ve insanı hazırlıksız gerilimin içine düşürüyor. Çarpıcı ön jenerik yazıları, New York’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının üstüne düşüyor. Sonra cadde, binanın camlarından yansıyor. Akşamüstü. Çılgın kalabalıklar binadan çıkıyorlar. Kimi taksiye, kimi de belediye otobüsüne biniyor. Hitchcock usta da otobüsü kaçırıyor bu kalabalık ortasında.
Binada reklamcı Roger, sekreteri Maggie’ye (Doreen Lang) not aldırıyor mektup için. Bina önünde sekreteriyle taksiye biniyor. Sonra bir otele gidiyor Roger müşterilerle buluşmak için. Masaya gittikten sonra kamera aniden kayarak iki adamı gösteriyor. Çok geçmeden bu iki casus Roger’ı tehdit ediyorlar ve zorla arabalarına bindiriyorlar. Adamlarla bilmediği bir yerde, Townsend malikânesinde buluyor kendini Roger. Çalışma odasına götürüyorlar onu. Çok geçmeden Philip Vandamm (James Mason) geliyor. Ona sürekli George Kaplan diyor. İlk defa duyduğu bu isim onu şaşırtıyor. Odaya Leonard (Martin Landau) geliyor sonra. Planlarını ne kadar bildiğini söylüyor Leonard. Hangi plandı? Pittsburgh’ta temas kurduğu adamın icabına da bakmışlar. Roger, Pittsburgh’a hayatında hiç gitmemiş. İnandıramıyor. Onlarla iş yapıp yapamayacağını soruyorlar. Vandamm odadan çıkıyor. Leonard ona zorla iki şişe burbon içiriyor. Gece. Dışarıda, kendini buraya getiren casuslardan biri, Valerian (Edward Platt) onu üstü açık Mercedes arabaya bindiriyor. Arabayı çalıştırıyor. Sonra da sarhoş olmuş Roger’ı uçuruma doğru salıyor. Planları bozuluyor ve Roger uçuruma düşmekten son anda kurtuluyor ve oradan uzaklaşıyor. Roger’ın peşine düşüyorlar. Trafikte kaos yaratan Roger’ın peşine devriye polisleri de takılıyor. Bisikletli birine çarpmamak için aniden frene basan Roger kendini Glen Cove karakolunda buluyor. Annesi Clara’ya (Jessie Royce Landis) telefonla aramasına izin veriyorlar. Roger olayı anlatıyor, sabah avukatıyla gelmesini söylüyor.
Roger, avukatı ve annesi ertesi gün mahkemede hazır bulunuyorlar. Yargıç anlatılanlara ikna olmuyor, araştırılmasını istiyor. Nassan Emniyet’inden Yüzbaşı Junket (Edward Binns) araştırma yapıyor Townsend malikânesinde. Roger, annesi ve avukatı da malikânede elbette. Kendini Bayan Townsend olarak tanıtan kadın (Josephine Hutchinson), Roger’a George Kaplan diye hitap ediyor. Polise, akşam evde parti olduğunu söylüyor kadın. Kocasının BM Genel Kurulu’nda konuşacağını da söylüyor. Kefaleti ödeyen Roger, annesiyle otele gidiyor. Roger ve annesi Kaplan’ın odasına çıkıyorlar. Otelde tüm çalışanlar Roger’a “Bay Kaplan” diye hitap ediyor. Oda hizmetlisi kuru temizlemeden takım elbise bile getiriyor. Telefon geliyor. Vandamm arıyor. Vandamm onu lobiden aramış. Roger temizlenmiş ceketi giyiyor, annesiyle odadan çıkıyor. Onu kaçıran iki casus da fark ediliyor birden. Roger ve annesi kalabalık asansöre biniyorlar, peşlerinden iki casus da. Roger’ın şakacı annesinin esprisi iki soğuk casusu kahkahaya boğarken, Roger aradan kaçıyor, taksiye biniyor. Roger, BM binasına geliyor. Orada Lester Townsend’ı (Philip Ober) buluyor. Townsend’ın hiçbir şeyden haberi yok. Casuslar da BM’ye geliyor. Roger, Townsend’a Vandamm’ın fotoğrafını gösterirken casuslardan biri Townsend’ı arkasından bıçaklıyor. Her şey birdenbire oluveriyor. Bıçağa dokunan Roger suçlu duruma düşüyor ve kaçak oluyor. Sonra kamera, binanın tepesinden aşağısını plonje gösteriyor çarpıcı açıyla. Aşağıya doğru uzanan upuzun BM binası, boşlukta her şeyin küçücük yansıması insanda yükseklik korkusunu dışarı çıkartıyor adeta. Hitchcock, bu kübist görüntüyle korkularla oynuyordu sanki. Final bölümünde de öyleydi.
Zincirlemeli geçişle “ABD İstihbarat Teşkilatı” bürosuna gidiyor kamera. Toplantıda Profesör (Leo G. Carroll), George Kaplan’ın hayali biri olduğunu söylüyor. Roger da rolünü iyi oynamış. Elbette hiçbir şeyden haberi yok Roger’ın. Profesör, Roger’ın George Kaplan olmasından gayet memnun. Öte taraftan polisler ve Vandamm da, Roger’ın peşindeler. Zincirlemeli geçişle kalabalık tren garı yansıyor. Gişeden bilet almak istiyor, ama gişeci gazetede fotoğrafını gördüğü Roger’ı oyalıyor. Ne olduğunu anlayan Roger, Şikago trenine biletsiz biniyor. George Kaplan’ı otelde bulacağına inanıyor. Koridorda onunla, sarışın Eve Kendall’la (Eva Marie Saint) karşılaşıyor. Kondüktörler de bilet kontrolü yapmaya başlıyorlar. Tuvalete saklanan Roger yemekli vagona gidiyor. Garson onu Eve’in masasına oturtuyor. Her şey güzel tesadüflerle gelişiyor sanki. Eve, garsona onu masasına getirmesi için para vermiş. Roger, güzel kadınlarla karşılaştığında onlarla sevişmek istiyormuş hep. Reddedilmek de var. Eve, “Kadın da isteyebilir” diyor. Eve, onu tanıdığını söylüyor. Gazeteler de boy boy fotoğrafları yayımlanmış Roger’ın çünkü. Roger, Eve’in sigarasını kendi isminin baş harfleri “R.O.T.” yazan kibritle yakıyor. Tren duruyor. Sivil polisler Roger’ı arıyorlar. Eve’in yataklı kompartımanına polisler geliyor ve Roger’ı soruyorlar. Eve, sakince polislere cevap veriyor ve onları yolluyor. Sonra Eve, yataklı bölümü açıyor. Roger oraya gizlenmiş. Sonra öpüşüyorlar. Roger, Eve’in tadını beğenmiş. Bu öpüşme anı sinemanın özel anlarından biriydi. Elbette konuşmalar da. Erkekler, kadınların kelimelerdeki ses tonlarını zihnine yerleştirdikten sonra mı onlara âşık oluyorlardı? Kadındaki, sevgiyi ve şefkati buluyorlardı belki. Kompartımana bir görevli gelince Roger tuvalete gizleniyor. Eve, görevliye not veriyor. Görevli de notu Vandamm’a götürüyor. Eve ikili mi oynuyordu? Şikago garında. Bir görevlinin kıyafetlerini giyinmiş Roger, Eve’in de valizlerini taşıyor. Sonra Roger, tuvalette tıraş oluyor. Elbiselerini giyiyor. Gardaki telefon kulübesindeki Eve, telefonla konuşuyor. Kamera sağa doğru kayıyor ve başka bir telefon kulübesindeki Leonard’ı gösteriyor. Roger Eve’in yanına geliyor. Eve, Roger’a George Kaplan’a telefon ettiğini söylüyor. Eve, onu başka bir yere gönderiyor.
Zincirlemeli geçişle kamera tarlaların ortasından geçen yola gidiyor. Vince takılı kamera, genel çekimle bu anı yansıtıyor. Hitchcock bu anlarda müzik kullanmamış. Sadece doğal sesler var. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi sanki. Öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn buna “tonal kurgu”, yani “sessel kurgu” demişti. Bu kurguda, sanki yönetmen hiç müdahale etmiyormuş izlenimi vardır. Her şey çerçevenin içinde doğal biçimde akıp gidiyormuş gibi. Hitchcock’un bu filmindeki bu sahnelere en baştan en sona kadar yoğunlaşınca bu his alınıyor. Baştan sona tarlaların olduğu yerde geçen bu sekans sinemanın özel anlarındandı. Can sıkıntısına, zamanın yavaşlamasına, gerilime dolaysız dokunulabiliyor. Yolcu otobüsü duruyor, Roger dışarı çıkıyor. Yol kenarında George Kaplan’ı beklemeye başlıyor. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde birkaç araba geçiyor, ama durmuyor. Sonra tali yoldan ana yola bir araba geliyor. İçinden bir adam çıkıyor. Roger onun aradığı adam sanıyor. Otobüs gelince adam gidiyor. Çok geçmeden havada ilaçlama uçağı görünüyor. Uçak doğrudan Roger’ın üstüne geliyor. Yere yatıp kurtulan Roger mısır tarlasına sığınıyor. Uçak bu defa üzerine ilaç atıyor. Gerilimin üst noktaya çıktığı bu anlarda uçak, bir tankere çarpıp infilak ediyor. Roger, oradan geçen meraklı insanlardan birinin kamyonetini çalıp Şikago’ya gidiyor.
Zincirlemeli geçişle gece Roger şehirde otelin önüne geliyor. Otele giren Roger, resepsiyona George Kaplan’ı soruyor. Kaplan otelden ayrılmış sabahleyin. Resepsiyoncu, George Kaplan’ın Güney Dakota’da Rapid City’ye gittiğini söylüyor. O sırada Roger’ın gözü lobide Eve’e takılıyor. Gazete alan Eve, asansöre biniyor. Roger, Eve’in oda numarasını öğreniyor ve Eve’in karşısına çıkıveriyor. Genç sarışın şaşırıyor onun hâlâ hayatta olmasından. Roger, hiçbir şey bilmiyormuş gibi ona yakınlık gösteriyor. Reklamcı Roger casusluğu da öğrenmiş. Telefon geliyor. Eve telefonla konuşurken not da alıyor. Roger’ın aklı notta. Roger ona baş başa yemek yeme teklifi yapıyor. Ceketini temizletmesini istiyor Eve. Sonra da, “Sen adamı öldürürsün parmağını kıpırdatmadan” diyor. Eve oda servisini ararken, Roger da banyoya giriyor. Boşluktan yararlanan Eve odadan çıkıyor. Roger, Eve’in not aldığı küçük defterin üstünü kurşun kalemle hafifçe karalıyor ve nereye gittiğini öğreniyor.
Zincirlemeli geçişle Roger bir binanın önüne taksiyle geliyor. Burada müzayede salonu var. Roger salona girdiğinde kamera sağa doğru kayıyor, sonra da onu takip ederek sola kayıyor. Roger onların, Eve, Vandamm ve Leonard’ın yanına gidiyor. Vandamm, eski sanat eserlerine merak salmış ve açık arttırmaya katılıyor. Eve’in kalbini kıracak kelimeler söylüyor Roger. Ardından bir sandalyeye oturuyor ve anlamsız fiyatlar söyleyerek küçük bir kargaşa çıkartıyor Roger. Yoksa bu casusların elinden kurtulamayacağını anlıyor Roger. Polisler geliyor ve onu yaka paça devriye arabalarına bindiriyorlar. Profesör de orada. Arabayı süren polisin gözü gazetedeki fotoğrafa takılıyor. Aranan adamı bulmuş oluyorlar böylece. Sonra telefonla konuşuyor, ardından arabayı havaalanına sürüyor polis. Zincirlemeli geçişle havaalanındaki “Northwest Kapısı” yansıyor. Profesör geliyor, polislerden Roger’ı alıyor. Onlar CIA, FBI ve her şeylermiş. Şimdi hedef Güney Dakota’daki Rushmore Dağı. Profesör, Eve’in kendileriyle çalıştığını söylüyor. Yani görevde. Rushmore Dağı’nda Vandamm’ın evi varmış. Vandamm, ABD için önemli bilgileri mikrofilmle karşı tarafa satıyormuş. 1949’dan 1990’a kadar dünya iki kutupluydu. Batıda NATO, doğudaysa CENTO vardı. Soğuk Savaş yılları yaşandı. Nükleer savaş hep bir tehditti. Sonra Profesör, George Kaplan diye birinin de olmadığını söylüyor Roger’a arada.
Zincirlemeli geçişle Rushmore Dağı… Bu dağda, ABD’nin iz bırakmış başkanlarının baş heykelleri devasa kayalara yontulmuş. Roger teleskopla dağı inceliyor. Yanında Profesör de var. Vandamm ülkeyi terk edecekmiş uçakla. Roger kafede bekliyor. Çok geçmeden Vandamm, Eve ve Leonard da geliyor. Vandamm’la konuşuyorlar baş başa. Eve de bırakmak istemiyor. Bir şey oluyor, Eve ısrarcı Roger’a tabancasıyla ateş ediyor. Eve ortadan kaybolurken, Profesör yerde uzanmış Roger’ın yanına geliyor. Sonra cankurtarana (ambulansa) bindiriliyor Roger. Ormanlık yerde Eve onları bekliyor. Roger vurulmamış. Planın içindeymiş her şey. Roger, Eve’e doğru yürürken kamera sağa doğru kayıyor. Eve, Roger’a yürürken de sola kayıyor. Bu daha sonra anlamlaşıyor filmde. Eve, Vandamm’la partide tanışmış. Hemen etkilenmiş ondan. Sonra istihbarat onunla irtibata geçmiş. Eve’in görevine gitmesi gerekiyor. Eve’i tehlikeye atmak istemeyen Roger’ı bayıltmak gerekiyor. Sonra da onu hastaneye götürüyorlar. Profesör, odaya geliyor. Roger’ın canı burbon çekmiş. Profesör odadan çıkınca ceketsiz pencereden çıkıyor Roger.
Zincirlemeli geçişle, Vandamm’ın Gaudi mimarisini çağrıştıran ve postmodernleri kışkırtacak villasına geliyor gecenin karanlığında Roger. Villaya doğru yürüyor. Bir siyah araba geliyor. Roger’ı kaçıran casuslardan Valerian villaya giriyor. Kamera sola doğru kayıyor. Roger, İçeri girmek için bir yer arıyor. Roger, ikinci katta Eve’i fark ediyor. Camına taş atıyor. Sesi Leonard duyuyor. Leonard divana oturuyor, elindeki tabancayı da arkasına saklıyor. Ardından tabancayla Vandamm’a ateş ediyor. Vandamm yaralanmıyor. Leonard, Vandamm’a Eve’in ihanetini kanıtlamaya çalışıyor bu gösteriyle. Eve kimseyi öldürmemiş. Vandamm, Leonard’a yumruk atıyor. Leonard, “Hâlâ yanında götürmek istiyor musun” diyor. Vandamm, “Bence bu mesele yüksek bir yerde, denizde halledilir” diye cevaplıyor. Vandamm bunu söylerken, “dolly”ye takılı kamera da yükseliveriyor. Üst kattaki kırmızı elbiseli Eve toparlanmasını sürdürüyor. Roger içeri girmeyi başarıyor. Eve aşağıya, salona inmiş, koltukta oturuyor. Roger, kendi isminin yazılı olduğu kibrite “Ben senin odandayım” notunu yazıyor ve aşağı atıyor. Eve farkına varmıyor. Leonard, sehpanın yanına düşen kibriti alıp küllüğe koyuyor. Bu anda zaman yavaşlıyorken insanın üstüne kasvet çöküyor. Küllükteki kibrit Eve’in dikkatini çekiyor, notu okuyor, yukarı çıkıyor. Mikrofilm kaçırdıklarını söylüyor Roger’a Eve. Vandamm, Eve ve Leonard villadan çıkıyorlar sonra. İçeride de hizmetçi Anna (Nora Marlowe), Roger’ı esir alıyor. Anna’dan kurtulan Roger dışarıdaki arabaya biniyor. Eve uçağa bineceklerken Vandamm’ın elindeki sanat eserini alıyor ve arabaya doğru koşuyor. Dış kapıyı açamayınca ormandan kaçmayı deniyorlar, ama Rushmore Dağı’nda tam da anıtsal baş heykellerin üstüne geliyorlar Roger ve Eve. Bu sekansta yaşanan tüm anları seyrederek yaşamak gerekiyor. Sonuçta iyiler kazanıyor ama. Eve aşağı doğru düşecekken, elinden yakalayan Roger, onu, yataklı vagonda yatağa doğru çekiveriyor. Bu casusluk oyunu, bu kadınla bu erkeği mutluluğa taşımış oluyor böylece. En sonda da tren tünelden içeri giriyor. Hitchcock, sansürden dolayı kadınla erkeği yatağa sokamadığından, tepki olarak treni tünele sokuyordu. Bu son sahne sinemanın en güçlü metaforlarından biriydi ayrıca. Hitchcock bu filmini trenlere adamış sanki. Tren, 1825’te İngiltere’de icat edilmişti. Okuma-yazma bilmeyen tornacı mucit usta bu icadına “lokomotif” adını vermişti. İngilizler, 1700’lerin ortalarından itibaren sanayi devrimini gerçekleştirdiler buharla. Hatta I. Dünya Savaşı’nda, 1916’da tankı da savaşa sokmuşlardı. İngilizler, bu paletli ölüm makinesine, Almanları yanıltmak için tank adını vermişlerdi. O güne kadar bilinen tek tank, sadece su tankıydı çünkü.
(09 Temmuz 2016)
Ali Erden