Kategori arşivi: Yazılar

Devrimin Öksüz Çocukları

Fransız sinemasının saygın ismi Laurent Cantet bizde ‘Havana’ya Dönüş’ adıyla gösterilen son çalışmasında Küba Devrimi’ne inanmış bir kuşağın geçmişle hesaplaşmasını anlatıyor. 1999 yapımı ilk uzun metrajı ‘İnsan Kaynakları / Ressources Humaines’ ve ‘İş Yok Zaman Çok / L’emploi du Temps’ gibi önceki işleriyle çağdaş Fransız toplumunda emek sermaye ilişkilerini didik didik eder Cantet. Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü ‘Sınıf / Entre Les Murs’de farklı etnik gruplardan öğrencilerin oluşturmuş olduğu sınıf ortamını çağdaş Fransız toplumunun sosyokültürel yapısını analiz ettiği laboratuvara dönüştürür. 2005 yapımı ‘Güneye Doğru / Vers Le Sud’, ‘Bebek Doc’ lakaplı Haiti diktatörü Duvalier’nin ülkeyi haraca kestiği karanlık yıllarda yerli genç erkek bedenlerinde cinsel tatmin arayan Kuzey Amerikalı varlıklı kadınların özelinde çağdaş sömürü düzenini sorgular.

Fransız sinemacının bu kez çağdaş Kübalıların yaşamlarına uzandığı son filmi ülkenin tanınmış edebiyat eleştirmeni gazeteci ve polisiye romanlarla ünlenmiş yazar Leonardo Padura ile ortaklaşa yazılmış senaryodan yola çıkmak suretiyle yıllar sonra buluşmuş beş eski arkadaşın bir gecelik birliktelikleri üzerine. Filmin Homeros referanslı özgün adı ‘Ithaca’ya Dönüş / Retour à Ithaque’ın izleyiciye işaret ettiği efsanevi Yunan kralı Odysseus uzun bir ayrılıktan sonra ülkesine dönüş yapan Amadeo’dan (Nestor Jimenez) başkası değil. 16 yıl önce arkadaşlarına haber dahi vermeden İspanya’ya kaçmış olan Amadeo’nun gönüllü sürgünden geri dönüşü üzerine düzenlenmiş mütevazi karşılama partisi için Aldo’nun (Pedro Julio Diaz Ferran) derme çatma terasında bir araya geliyor eski dostlar. Günbatımı öncesi hasret kucaklaşmaları, dans ve eğlencenin ardından hesaplaşma süreci başlıyor. Amadeo’nun kaçışına ilişkin soruları yanıtsız bırakması tartışmayı giderek alevlendiriyor, geçmişin tatlı anılarını gölgeleyen ihanet ve pişmanlıklar gecenin gündemini oluşturmaya başlıyor.

Aldo’nun okyanus kıyısındaki Malecon bulvarına bakan terası bir zamanlar dünyayı kurtaracaklarına inanmış insanların toplu hayal kırıklıklarının ifşasına tanıklık ediyor gece boyunca. Daha iyi yaşamak için yıllarca okuduğunu, deli gibi çalıştığını ifade eden ekibin tek kadın üyesi göz doktoru Tania (Isabel Santos) aldığı maaşla geçinemez haldedir. Oğlu babasıyla birlikte ülkeyi terk etmiş, Miami’ye yerleşmiştir. Mücadele yıllarının ardından daha iyi bir hayata olan inancını sürdürmeye mecbur olduğunu dile getiren ev sahibi mühendis Aldo çalıştığı fabrikanın kapanmasından sonra şimdilerde bir pil fabrikasında işçi olarak hayatını sürdürmektedir. Karısının kendisine bakacak yaşlı bir İtalyanla evi terk edişinin ardından delikanlı oğlu ilk fırsatta ülkeden kaçmanın peşindedir.

Bir zamanların yetenekli ressamı Rafa (Fernando Hechevarria) Sovyetler’in dağılışının ardından ekonomisi çökmüş ülkesinde sesi fazla çıktığı için önü kesilmiş, baskıya dayanamayan sanat adamı alkolizm batağında ruhunu kaybetmiştir. Ekibin ülkenin yaşadığı kaos ortamını fırsata çevirebilen, finans sektöründeki gizli kapaklı işlerle hayatta kalmayı başarabilen üyesi Aldo (Jorge Perrugoria) ise yazarlık hayalini satmanın, buna karşılık sistemle uzlaşmanın ve teslim olmanın pişmanlığını yaşamaktadır.

‘Havana’ya Dönüş’ geceden sabaha itirafların havada uçuştuğu çok başarılı senaryosu ve her biri mükemmel oyuncularının yorumuyla hüzünle izlenen bir hesaplaşma deneyimi. Görüntü yönetmeni Diego Dussuel alacakaranlıktan şafağa yıpranmış karakterlerin yorgun bakışlarındaki hayal kırıklığının izini sürüyor. Yönetmen Cantet bir tiyatro oyununu anımsatan anlatısını ince ayrıntılarla süslemesini biliyor. Terastaki ateşli tartışmalara avluda boğazlanan domuzun çığlıkları, komşu kavgalarının gürültüsü, Industriales’in 6-2 kazandığı beyzbol maçının aşağı caddeden yankıları, avluda ip atlayan kız, çamaşır asan annesi ya da köpek gibi yalnızlık çektiğini haykıran Amadeo’nun aşağı balkonda saçını tarayan genç kadına bakışı gibi enstantaneler eşlik ediyor.

(08 Mart 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İntihar: Ölümün Kısadevresi

Mısırlı mumyanın geri dönmesi mitiyle (ölümü bir ıslah yolu), Trelkovsky hastanedeki Simone Choule’un sargılı halini benzetiyor. Kilisede ölünün bozulacağı vaazına karşın mumyalama ölünün bozulmamasını sağlar. Temiz ölüm, hastaneye bu mumyalama şeklinin yansıması gibidir. İntiharı yani ölümün konforsuz yolunu hastane ıslah edebilir mi?

Roman Polanski’nin “Apartman” üçlemesinin son filmi olan “Kiracı”da (The Tenant) yine üçlemenin diğer filmlerinde de olan iyinin ve kötünün karşı karşıya gelişini izleriz. Simone Choule adındaki kadın dairesinin penceresinden apartman boşluğuna atlayarak intihar etmiştir. Ardından onun hakkında hep aynı yorumu duyarız: “Bir gece önce iyiydi” veya “Bir anlık bunalım yüzünden” vs. Yani her risk yok sayılır, hayatımız sanki hiçbir riskin geçerli olmadığı bir yermiş gibi…

Ardından Polonya’dan Fransa’ya yerleşmiş, bekar bir memur olan Trelkovsky daireyi tutmak için apartmana gider. Orada dairenin asıl kiracısının yani Choule’un intiharı anlatılır ve şu anda hastanede yatmakta olduğu söylenir. Choule ölürse daireyi kiralayabilecektir. Bunun için Trelkovsky hastaneyi ziyaret eder ve Choule’un ölüm haberini beklemeye başlar. Choule tüm bedeni sargılı halde bir çığlık atar, besbelli ki çok acı çekmektedir ve ölümü yaklaşmıştır. Birinin ölüm haberini beklemek kötü hissettirmiştir. O esnada Choule’un bir arkadaşı olan Stella’yla hastanede karşılaşır ve üzüntüsünü yatıştırmak için bir şeyler içmeyi teklif eder, ardından sinemada yakınlaşırlar. Bu yeni, güzel şeylerin başlangıcı gibi hissettirir Trelkovsky’e.

Trelkovsky Choule öldükten sonra evine yerleşerek kötü, hatta şeytani bir şey yaptığını düşünür. Kilisedeki cenaze töreninde Choule’un hastanede İsa gibi çok fazla acı çekerek öldüğünü düşünür ve kendini kiliseden dışarı atar.

İntihar düşüncesi Trelkovsky’nin kabul edemediği bir şeydir. Nihayet konforsuz bir ölüm tercihi olarak özgür insanlardan sizi ayırır ve o korkunç geri dönüş mitini işe katar. Özgür olmayan insanlar, canlanarak değil bizzat ölü halde geri dönerek bize öfkelenirler. Yani ölümün ait olmadığı bir diyara modern dünyanın içine geleneksel bir biçimde dönüşü…

Bizler yerlilerin geleneklerinin yerine bir inkar şekli olan “televizyon”u yerleştirerek (çünkü TV.de ölen biri ertesi gün ölmekten cayarak işine gidebilir) ölümü ve hayaletleri uzaklaştırmaya çalışırız, buna tahammül edebiliriz hayatımızda.

Trelkovsky’nin yaşadığı apartman bu hayaletlerin geri döndüğü ve yerleştiği bir yer. Arkadaşının apartmanı ise böyle değil. Trelkovsky’nin apartmanında ondan sürekli iyilikler beklenir, kurallara uyması şart koşulur. Karşısına bir komşusu sakat kızını çıkartarak ondan iyilik bekler. Ancak modern hayatta iyiliğin mutlak kötülük (sefalet, açlık, ölüm, sakatlık vs,) getireceği söylenerek kötülük en azından çekici kılınır ve yeryüzü cenneti böyle kurulur. Trelkovsky’nin hayatı giderek sefil ve fakirleşir ancak diğer arkadaşlarının evleri cennettir. Kapı sürekli çalınıyor, konfor neredeyse yok, hatta evde bir tuvalet bile yok! (Tuvalet koridorun öbür ucundaki ortak yer).

Filmde tuvaletin modern hayatımıza hayaletlerin geri dönüş yaptıkları bir yer olması fikri tuvalet deliğinden geri dönen “bok”a benziyor. Modernliğin sorunu “bok”tur.

Ama biri bizim için iyilik ettiyse (Choule’un hastanede acı çekerek ölmesi) bizim de “iyi” olmamız gerekebilir mi? Yani konfordan ve özgürlükten vazgeçmemiz? Ya evimizi bok basarsa? Etraftaki tüm özgür insanlar bizden bunu mu beklemektedir yoksa?

Mesela komşularımız… Bet suratlı komşular yerine Trelkovsky’nin komşusu güzel Stella olsaydı… Burada Trelkovsky şu soruyu sorar: “Bir kişi hangi noktada olduğunu bildiğini kişi olmayı bırakır?” İyi ben ve kötü ben. Geceleri Choule’un elbiselerini giyerek kadın olan ve gündüzleri kötü bir insan gibi tepkiler veren Trelkovsky. Bu esnada bir gece dişini sökerek acı çekmeyi ve kanlı ölümü simgeleştirir.

Bir insan tuvalete her daim bu kadar uzak olabilir mi, bu en başta Trelkovsky’nin sorusuydu ev sahibine. Fakat “Bir insan ölüme bu kadar uzak olabilir mi” şeklinde değişir bu soru. (İntihar düşüncesine iyice kapılan Trelkovsky tuvaletten tam karşıdaki evinin penceresine baktığında kendini görür.) Tuvaleti bir şekilde ıslah ederek evimize soktuk, ya ölümü nasıl ıslah ederiz ve evimize sokarız?

Filmin sonunda Trelkovsky penceresinden kendini iki defa atarak intihar eder ve şöyle der: “Siz temiz ölüm istemiştiniz ama ben size kanlı ölüm göstereceğim”.

Kiracı (La Locataire)
Yönetmen: Roman Polanski
Yazar: Roland Topor (roman), Gérard Brach.
Cast: Roman Polanski (Trelkovsky), Isabelle Adjani (Stella)
1976, Fransa.

(07 Mart 2015)

Oğulcan Bakiler

Ölüm Bizi Ayırıncaya Dek

Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olur. Gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanır. Arjantinli genç sinemacı Damian Szifron’un dilimize ‘Vahşi Hikayeler’ adıyla çevirebileceğimiz üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ işte buna kafa yoruyor. Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi gören, son olarak en iyi yabancı film kategorisinde Oscar’larda yarışan bu çizgi dışı çalışma ‘Asabiyim Ben’ adıyla bizde de gösterime giriyor.

Szifron’un filmi aslında asabiyetin çok ötesinde, beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküyü barındırıyor. Bir zamanlar İtalyan sinemasında çok gözde bir tür olan kısa skeçlerden oluşmuş yapımın gerçeküstünün sınırlarını zorlayan kapkara hikâyeleri vahşi olduğu denli komik. Çağdaş Arjantin toplumundaki yolsuzluk ve yozlaşma saptamaları bir o kadar evrensel.

Prolog niteliğindeki ‘Pasternak’ aynı adı taşıyan ezik uçak görevlisinin hayatını olumsuz etkilemiş tüm figürleri bir araya topladığı yolcu uçağındaki şaşırtıcı intikamı üzerine ‘Alacakaranlık Kuşağı’ tadında bir hikâye.

‘Fareler’ (Las Ratas) ailesinin mahvına sebep olmuş tefeci gangsterle yıllar sonra garsonluk yaptığı ücra restoranda karşılaşan genç kadının depreşen intikam duygularının vardığı noktayı sergiliyor.

‘Kim Daha Güçlü’ (El Mas Fuerte) başlıklı üçüncü öykü Steven Spielberg etkisi taşıyor. Szifron’un hayranlığını gizlemediği Amerikalı sinemacının televizyon için çektiği ilk yönetmenlik denemesi 1971 yapımı ‘The Duel’de olduğu gibi otoyolda geçen bir ölüm düellosu resmedilen. Bu defa son model Audi’sini altına çekmiş şehir züppesi ile külüstür Peugeot’su tekleyen magandanın kapışmasını izliyoruz. Eşitsizlikten doğan şiddet öylesine büyüyor ki katletmek bir tutkuya dönüşüyor.

Arjantinli gözde oyuncu Ricardo Darin’in oynadığı karakterden adını alan ‘Bombacı’da (Bombita) laf dinlemez bürokrasiye kızgınlığını dinamit gibi patlatan mühendisin absürd serüvenine tanık oluyoruz.

‘Teklif’ (La Propuesta) adını taşını taşıyan kısa öykü bizler için hayli tanıdık. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Üç Maymun’una da konu olmuş başkasının suçunu üstlenme hikâyesi Yılmaz Güney’in 1971 yapımı ‘Baba’ filminden esinler taşıyor. Varlıklı ailenin iyi eğitimli oğlu hamile bir kadına arabasıyla çarpıyor ve kaza mahallinden kaçıyor. Babanın avukatı evin emektarına iki çocuğunun geleceğini garanti altına alacağı yüklü bir para karşılığı cinayeti üstlenmesini teklif ediyor. Buraya kadar çok tanıdık olan gelişmeler olaya karışan savcı ve ikna etmek zorunda olduğu polis müdürü ve diğer görevliler, uyanık avukat ve hatta mazlum gözüken bekçinin cazip rüşvet kazanından daha fazla pay elde etme çabalarıyla trajikomik bir hal almaya başlıyor.

Adını başlığa aldığımız son hikâye (Hasta Que La Muerte Nos Separe) bu yaman filmin belki de en nadide parçası. Bir düğünü anlatıyor bu son bölüm. Hiçbir masraftan kaçınılmadan organize edilmiş bu dillere destan tören gelinin damadın iş arkadaşıyla ilişkisi olduğunu öğrenmesiyle kabusa dönüşüyor. Ani bir öfke patlamasıyla ortaya çıkan beklenmedik yüzleşmede sahte ilişkiler, yalancı gülüşler kanlı bir arbedeye meze oluyor.

Soykırımdan kurtulmuş Polonya asıllı Musevi bir ailenin ferdi olan Szifron son öyküsünün kargaşa ortamını aşinası olduğu bir Yahudi düğününe taşımış. Geleneksel Klezmer müziği ve dansların enerjisi ile söz konusu cemaatin kontrolden çıkmış izlenimi veren çılgın düğün adetleri bu uçuk öyküye çok uygun bir mizansen imkanı sağlamış.

Şaşkınlıkla, kimi zaman dehşetle fakat her daim kahkalarla izlenen, güleriz ağlanacak halimize dedirten, çağdaş toplumlardaki eşitsizlik, yozlaşmış kamu düzeni ve insan ilişkilerine alaycı bir gözle bakan bu filmi kaçırmayın. Arjantinli genç yeteneğin geniş hayran kitlesi kazandığı Hollywood kazanında kişiliğini kaybetmemesini dileyerek yazımızı noktalayalım.

(05 Mart 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Keskin Nişancı’nın Gözden Kaçırdıkları

Clint Eastwood’un son dönem filmografisi içinde hayli düşük bir seviyeye işaret eden yeni filmi Keskin Nişancı, ana akım sinemanın propaganda ile işbirliğine eklemlenen yeni bir halka olarak da dikkat çekiyor.

Bilindiği gibi yedinci sanatın kitlesel örneklerinin belli bir anlayışa / ideolojiye / sisteme “taraf” olmasının tarihi çok eskilere gidiyor. Griffith’in ırkçılıktan sabıkalı başyapıtı Bir Ulusun Doğuşu’ndan ya da sessiz sinemanın erken dönemlerine damgasını vuran “beyaz öncü kovboy – vahşi kızılderili” filmlerinden başlamak üzere, Hollywood’un öne çıkan kimi örnekleri, biraz da siyasal dönemlerin / eğilimlerin takipçisi oluyor. Bunun popüler örnekleri arasında, Frank Capra’nın “güleryüzlü” filmleri aracılığıyla Roosvelt’in Yeni Düzen’ine sağlanan destek akla getirilebilir. 2. Dünya Savaşı sırasında tarafsız ABD’yi cepheye çağıran ve dönemine göre “elzem” bir ihtiyacı karşılayarak “altyapı oluşturan filmler” de öyle.

Sovyet ittifakının zorunlu olduğu 40’ların ilk yarısında komünizmi keşfeden Hollywood’un, takvimlerin Soğuk Savaş’a işaret ettiği günlerde “çark ederek” yeni düşmana işaret etmesinin trajikomik örnekleri tarih sayfalarında yer almaktadır.

Belli bir olgunun yanında veya tam karşısında yer alarak kitleyi yönlendirme çabalarının modern dönemlerdeki bilinen örnekleri, geç 70’ler ve 80’li yıllarda daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Bu süreçte, yükselen feminist harekete kuşkucu yaklaşım, sınırlarını “kutsal aile” kavramının çizdiği Kramer Kramer’e Karşı ve Sıradan İnsanlar gibi filmlerde kendisini gösterir ve ödüle boğulurken, birkaç yıl sonra Öldüren Cazibe gibi filmlerle kendi karikatürünü yaratma noktasına gelecektir.

Şiddet karşıtı söylemi ele alan ve “meşru müdafaa” savını öne çıkaran Kurtuluş ve Köpekler gibi filmlerin İlk Kan’ın önünü açması ise yeni bir yönelime de işaret eder: John Rambo, ilk filmin finalinde karşımıza çıkan efsanevi tiradında Vietnam’ın kaybedilmediğini haykırmakta ve ülkeye döndüğünde barış gösterisi yapanları nefretle hatırlamaktadır. Bu durum, yakın sayılabilecek dönemlerde sinema-propaganda ilişkisine verilebilecek en uç örneklerdendir. Thatcher-Reagan Yeni Sağ’ının sloganlarını şiar edinen bir kısım sinemacı, bizlere propaganda filmlerinin Aşil Topuğu’nu da gösterirler: Amaca giden yolda mantık aranmaz ve eskisini unutturmak adına tarih yeni baştan yazılabilir.

Yazımıza gerekçe olan Keskin Nişancı’nın yönetmeni Eastwood da altını çizmeye çalıştığımız dönemin önde gelen kahramanları arasında yer almaktadır. Oyuncunun Kirli Harry’deki performansının “sorunu kendi yöntemleriyle çözmeye çalışan bireyci kanun adamları”nın etkili örnekleri arasında yer aldığını daha önce başka bir yazıda söylemiştik; ancak namlusunu suçlu bir siyahın kafasına dayayarak onunla Rus ruleti oynayan Harry’nin, 60’ların ırk ayrımına karşı koyan muhalefetine yanıt verdiği tespitimizin altını çizelim.

…..

İnişli çıkışlı filmografisi, –Kanundışı Josey Wales’i (1976) unutmadan- Affedilmeyen ile başarılı bir rotaya oturan yönetmen Eastwood; Gizemli Nehir, Gran Torino, Atalarımızın Bayrakları gibi filmlerinin ardından, “en liberal muhafazakar” mitosunu yerle bir etme ve (aralarında bu satırların yazarı da olmak üzere) hayranlarının önemli bir bölümünü üzme pahasına, karşımıza Keskin Nişancı ile çıktı.

İşe, kendi iç kamuoyunda dahi meşruiyeti sağlanamamış ABD’nin Ortadoğu politikalarını fon alan bir filmle girişen yönetmen, her ne kadar biyografik bir romanı arkaplanına alsa da, maça fazlasıyla yenik başlıyor. Öyle ki; Eastwood’un “kahramanını” seyirciye sempatik gösterme gibi bir kaygı gütmeme hamlelerinin daha ilk anlarda yara aldığını söyleyebiliriz. Babanın aileyi savunma adına şiddeti olumlamasının, gelecekte devletin bekaasını koruma amacıyla yola çıkan Kyle’a çıkış olması bir yana, ana karakterin kovboy kökenlerine vurgu yapılması, John Ford’un 40’lı yıllardaki westernlerinden bu yana görmeye alışık olmadığımız bir ilkelliğe işaret etmekte. Duygularından sıyrılmış ve herşeyi “görev icabı” yapan ana karakterin, öldürdüğü “teröristlere” değil, kurtaramadığı askerlere üzüldüğü masallarını bir kenara bırakınca, Kyle’ı anlayabilmek, aile içi ilişkilerini irdelemekle mümkün olabiliyor; ancak başlangıçtaki yetiştirilme faciası dışında, karısının ele alınışındaki senaryo zaafları bu konuda da soru işaretlerini gidermiyor. Eşiyle tanışması ve “kutsal aileye” olan inancıyla birlikte bile ele alınsa, Rambo’dan bile daha antipatik bir karakter olan Kyle’ın, eline silah alan çocuğa beslediği duygunun, öncülünün savaşa yaklaşımından daha samimiyetsiz olduğu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sıklıkla yazılıp çizildiği üzere, savaş sahnelerinde belli ölçüde gerçeklik duygusunu yakalayan ve zanaatsal olarak “çıtayı yoklayan” yönetmenin, bunca düzeyli filmin ardından böylesi bir yola kanalize olması ise gerçekten merak uyandırıcı.

Son yılların düzeyi en düşük propaganda filminin, herşeye rağmen işaret ettiği olgular da var sanırım: Bu tür filmlerin, Teksaslı / Arizonalı bir çiftçinin gözlerinden izlenmesi yedinci sanatın, kitleleri etkileme gücünü bir kez daha kanıtlaması bakımından önemli görünüyor. (Tarihten benzer bir örnek, Naziler döneminde, başta “Yahudi Süss” olmak üzere, çekilen onlarca film için de verilebilir.) Tabii bu tabloya, filmde “terörist” ilan edilen insanların, başka -ve çok daha yaygın bir bakışa göre- “vatansever” olarak da nitelendirilebileceği gerçeğini de eklemek gerekir.

Hepsi bir yana, Eastwood ve Keskin Nişancı’nın gözden kaçırdığı en temel bakış, böylesi sübjektif yorumların, tarihsel süreç içinde yerli yerine konacağıdır. John Ford’a Cheyenne Autumn filmini yaptıran da, Clint’e Gizemli Nehir’de Boston’un varoşlarındaki işçilerin hayatına nesnel bir bakış attıran da böylesi bir iradedir.

(02 Mart 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Nefes Aldıkça Umut Vardır

‘Her Şeyin Teorisi / The Theory of Everything’ çağımızın cesaret ve mücadele sembolü haline gelmiş ünlü İngiliz fizikçi, evrenbilimci, astronom, teorisyen ve yazar Stephen Hawking’in yaşam öyküsü üzerine etkileyici bir deneme.

Henüz 21 yaşındayken kısaca ALS olarak bilinen ‘motor nöron hastalığı’na yakalanan Hawking doktorların kendisine yalnızca iki yıllık bir ömür biçmelerine rağmen yaşam mücadelesini ve bilimsel araştırmalarını günümüze kadar sürdürmeye devam edecektir.

ALS beyindeki hücreleri yok eden aşamalı bir sinirbilim rahatsızlığı. Motor nöronların zamanla yüzde seksenini yok ederek sinir sistemini felç ediyor. Buna bağlı olarak konuşma, hareket etme, yürüme, nefes alma, yutma faaliyetleri için gereken kas sinyalleri aşama aşama bozuluyor. Kas erimesi sonucunda er ya da geç iradi hareketlerin kontrol yeteneği tamamen kaybolma noktasına geliyor ancak hastalık beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmuyor.

Bu eziyetli süreçte yalnız değil Hawking. Hastalığının ortaya çıkışından kısa bir süre önce tanıştığı kız arkadaşı Jane çileli serüvende kendisinden desteğini esirgemiyor. Evleniyorlar, çocukları oluyor ve adım adım gelen büyük yenilgiyi birlikte zafere çevirmenin yolunu araştırıyorlar.

Adını Hawking’in hayatı boyunca izini sürdüğü ‘evrendeki her şeyi açıklayabilecek tek bir birleştirici denklem’den alan filmin öykülediği yaklaşık otuz yıllık süreç boyunca çalışmalarını sürdüren İngiliz bilim adamı 1985 yılından bu yana sesini de yitirmiş olduğundan, tekerlekli sandalyesinde yerleştirilmiş yazıları sese dönüştürebilen bilgisayarı sayesinde çevresindekilerle iletişimini sürdürmekte.

Eşi Jane’in kaleme aldığı ‘Sonsuza Yolculuk: Stephen ile Hayatım / Travelling to Infinity: My Life with Stephen’ adlı kitabın kaynaklık ettiği ve İngiliz yönetmen James Marsh tarafından yönetilen film, klasik biyografiler kulvarını harfi harfiyen takip etmesine rağmen ele aldığı kişilikten kaynaklanan bir cazibesi olduğu kesin. Duygu sömürüsüne iltifat etmeyen bu mütevazı filmi merak edilir kılan en baskın neden ise çizgi dışı bilim adamını canlandıran Eddie Redmayne’in son olarak Oscar ödülüyle de taçlandırılan üstün yorumu.

Sefiller müzikalinin beyazperde versiyonunda ‘Marius’ rolünde izlemiş olduğumuz aktör ikincil rollerin ardından gelen müthiş Hawking yorumuyla sinemaseverler kadar bilim adamını da etkilemiş. Hawking filmi izledikten sonra yönetmen Marsh’a gönderdiği e-posta’da filmi izlerken ekranda kendisini gördüğünü zannettiği anlar olduğundan sözetmiş.

Başlıkta yer alan tümce ise Stephen Hawking’in ‘Zamanın Kısa Tarihi / A Brief History of Time’ adlı kitabının 10 milyon üzerinde satış grafiğine ulaştığı dönemde ABD’de yaptığı konuşmadan. 1963’de sadece iki yıl olarak biçilmiş ömrünü nefes kesici bir mücadeleyle sürdüren Hawking bugün 73 yaşında. Zihni pırıl pırıl. Kuantum teorisinden, kara deliklerden geldiği noktada araştırmalarını sürdürmeye devam ediyor. Dünyamızın geleceği için kehaneti ise hiç parlak değil. 200 yıldan az bir süre içinde dünyadaki yaşamın sonlanacağını ve acilen uzayda yeni yaşam alanlarına açılma gerekliliğini vurgulayan Hawking böylelikle son dönemin ses getiren yapımlarından ‘Yıldızlararası / Interstallar’a da göz kırpmış oluyor.

(01 Mart 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Birdman ya da Aktörün Varolma Savaşı

Alejandro Gonzalez Inarritu’nun ödül mevsiminin gözdesi olan son filmi ‘Birdman’ yitik kuşağın önemli yazarlarından Raymond Carver’ın ‘Late Fragment’ adlı kısa şiiri ile açılıyor. Şair şöyle diyor: ‘Peki hayattan istediğini aldın mı bari? / Aldım evet / Peki ne istemiştin? / Bu dünyada sevilmek ve sevildiğimi hissetmek’. Meksikalı asıllı yönetmenin ana karakteri yaşlanmakta olan aktör Riggan Thomson’un da tek istediği eskiden olduğu gibi seyirciden takdir görmektir. Oysa 90’lı yıllar aksiyonlarının yıldız oyuncusunun şaşaalı günleri gerilerde kalmış, beyazlanmış sakalı ve kaybettiği saçlarıyla eskinin fırtına ‘Kuş Adam’ı gözden düşmüştür.

Thomson var olduğunu kanıtlamak üzere sahnelere dönme çabası içine girer. Broadway’in gözde tiyatro salonlarından birinde (ünlü St. James Tiyatrosu’nun dış mekânları kullanılmış) Carver’ın kısa öyküsünden uyarladığı oyunu sahnelemek üzeredir. Lise yıllarında rol aldığı bir temsili izleyen yazarın ‘bu sahici yorumun için teşekkür ederim’ notunu hâlâ saklayan aktör ‘Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz’ (What We Talk About When We Talk About Love) adlı hikâyenin ana karakterlerinden Terri’nin çılgın aşığını da bizzat kendi oynamaktadır. Oyunun ön temsilleri başlamak üzeredir ancak prodüksiyonun maliyeti bütçeyi aşmış durumdadır ve yönetmen oyuncumuz Mel McGinnis karakterini üstlenen oyuncusundan memnun değildir.

Geçmişiyle hesaplaşmayı hayali Birdman karakterinin iç sesi ve daha sonra perdede beliren görüntüsüyle sürdürür Thomson. Bu hesaplaşmaya asistanlığını yapan sorunlu kızı, eski eşi, sahnede saldırganlaşan metod oyuncusu genç aktör, popüler sinema oyuncularına nefretle yaklaşan tiyatro eleştirmeni ve sahne dünyasının diğer figürleriyle olan çatışması eklenecektir.

Inarritu’nun önceki filmlerinin trajik tonundan hayli uzak bir yapıda olan bu son çalışması çağdaş Amerikan şov dünyası üzerine hınzır bir taşlama. Bir dönem Batman serisiyle ünlenmiş Michael Keaton’un aktör eskisini canlandırması hoş tesadüflerden sadece birisi. Biçimsel olarak da farklı bir yol izleyen Meksikalı yönetmen filmini uzun plan sekanslar halinde çekmiş, başlangıç ve final bölümlerindeki bazı çekimler haricinde kurgu marifetiyle tek plan süsü vermiş anlatısına. ‘Gravity’nin başarılı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin bu konudaki ustalığı ve başta Keaton olmak üzere metod oyuncusunda Edward Norton, kızını oynayan Emma Stone ya da Broadway’de ilk deneyimini yaşayan aktris yorumunda Naomi Watts gibi oyuncularının çabası yönetmenin önemli silahları olmuş bu serüvende.

Lubezki’nin kamerası tiyatro sahnesi ve kulisin dar koridorlarından Times Meydan’ına, oradan gökyüzüne bale adımlarıyla süzülürken Inarritu bu gürültülü, rekabetçi, ışıltılı evreni alaycı gözlerle izliyor. Karakterleri arasında taraf tutmuyor. Kimi zaman yaşlanmakta olan aktörle, kimi zaman ruhsal sorunlarıyla cebelleşen ihmal edilmiş kızıyla, yaralı oyuncularıyla, çağdaş Hollywood’un kan ve aksiyonla kutsanmış süperkahraman hikâyelerine nefretini kusan New York Times tiyatro eleştirmeniyle empati kuruyor. Sanat nedir, ticaret nedir bunları tartışmaya açıyor. Hem bir sanat hem ABD’nin en büyük endüstrilerinden biri olan, kişisel bir ifade aracı olmanın yanı sıra yığınların vazgeçilmez eğlencesi olarak kabul edilen sinemanın ikilemi üzerine tartışma açıyor. Oyunun sıkı kuralları içinde sanat yapıtı üretmenin zorluklarını gündeme getiriyor. Tüm bunları başta da ifade ettiğimiz gibi gülen bir yüzle yapıyor bu defa.

Sinemasal özelliklerinin yanı sıra Raymond Carver’ı gündeme getirdiği için de önemsediğimiz bir film ‘Birdman’. Yazarın filme konu olan kısa hikâyesinin de yer aldığı iki kitabının bizde Can Yayınları’ndan Ayça Sabuncuoğlu’nun özenli çevirisiyle yayımlandığını buradan duyuralım. Filmin afişlerde yer alan ve dilimize ‘Cahilliğin Umulmayan Erdemi’ (The Unexpected Virtue of Ignorance) olarak çevrilen ikinci ismini Thomson’un oyunun finalinde sahne üzerindeki hınzır numarasını ‘üstün gerçekçilik’ olarak adlandıran kadın eleştirmenin yazısının başlığından aldığını not olarak düşelim. Buradan yola çıkarak ışıltılı şov dünyasının hınzır gerçekçi bir taşlaması olan ‘Birdman’i sinemaseverlere tavsiye edelim.

(25 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anne ve Özgürlük

Son filmi ‘Mommy’ ile sinemalarımızı ziyaret eden Xavier Dolan’ın gençlik enerjisinden etkilenmemek mümkün değil. Kanadalı gencecik sinemacı 2008 yılında ilk filmini çektiğinde 19 yaşındadır. ‘Annemi Öldürdüm / J’ai Tué Ma Mère’ adını taşıyan bu otobiyografik deneme yönetmenin 15 – 16 yaşlarını sıcağı sıcağına kaleme aldığı ilk çalışmasıdır. Başrolde bizzat kendisinin yer aldığı terapi nitelindeki bu ilk film, genç Hubert’in ergenlik acıları, mesafeli annesiyle yolunda gitmeyen ilişkisi ve eşcinselliği ortaya çıktığında yatılı bir okula gönderilişinin hikâyesini şaşırtıcı bir beceriyle aktarır. Klasik ödipal rüzgârların estiği bu ana oğul ilişkisinde aşk ve nefret, şiddet ile duygusallık yan yanadır. Anneye olan derin aşkı Guy de Maupassant’ın sözcükleriyle dillendirir Dolan: ‘Biz annemizi tanımadan severiz, bunun ne denli derin bir sevgi olduğunu son hoşçakalda idrak ederiz’.

Daha sonra çektiği üç filmiyle stilini geliştiren genç sinemacı ‘Mommy’ ile ilk filminin sularına dönüyor, ergen yaşta delikanlı ile annesinin hikâyesine kaldığı yerden devam ediyor. Değişmez oyuncusu ve hayal perisi Anne Dorval bir kez daha anne rolünde ama bu defa baskıcı olmayan daha sevecen ve özgürlükçü bir kadın. Dikkat bozukluğu ve hiperaktivite tanısı konmuş 15 yaşındaki oğlunu yönetmenin yeni keşfi Antoine – Olivier Pilon çok başarılı bir yorumla canlandırıyor.

‘Mommy’ yerinde duramayan Steve’in ruhunun ve bedeninin uzantısı haline gelmiş enerji patlaması halinde yol alıyor. Oğlunun sağlık sorunları bir yana parasal olarak da zor durumda bulunan orta alt sınıftan annenin ve kabına sığamayan oğulun sıkışmışlığını çok yerinde bir buluşla 1:1 kare format tercihiyle perdeye yansıtmayı tercih eden Dolan, ana ile oğulun hareketli dünyasına depresif komşu kadının katılmasıyla üç kişilik alternatif bir aile inşa ediyor. Geçirdiği bunalım sonucu iki yıldır konuşma güçlüğü çeken (yönetmenin bir diğer gözde oyuncusu Suzanne Clément’ın canlandırdığı) Kyla eşi ve kızıyla kuramadığı iletişimi kuruyor komşu evde. Üçlünün birlikte yaşamın tadını çıkardığı bir bölümde Steve elleriyle rasyoyu büyütüyor ve nadir sorunsuz anları geniş ekran izlemeye başlıyoruz. Ortaya çıkan dertlerle rasyo yeniden küçülüyor ancak küçük ailemiz kendilerine nefes alacak alanlar açmada umutlarını yitirmiyor.

Mommy aşk ve onun getirdikleri üzerine bir film. Genç oğulun annesine ve kendisi üzerinde beklenmedik bir otorite kuracak (bir nevi baba rolünü üstlenecek) komşu kadına cinsel imalarından daha öne çıkıyor Steve’in sevgiye olan gereksinimi. Anne Diane aralarındaki ilişkiyi oğluna şöyle açıklıyor filmin bir yerinde: ‘Anneler oğullarını sevmeyi hiç bırakmaz. Bundan sonra tek ihtimal seni daha çok sevecek olmam’ diyor ve ilave ediyor ‘ancak sen beni giderek daha az seveceksin, doğal düzen böyle işliyor. Belki birgün beni sevmeyi bırakabirsin ama sen hep benim önceliğim olarak kalacaksın’.

‘Mommy’yi mutlaka izleyin. Senaryodan kurguya, müzik seçimine hatta kostüm tasarımına kadar filminde imzası olan Xavier Dolan’ın perdeden taşan enerjisini içinizde hissedin. François Truffaut’nun otobiyografik Antoine Doinel’inin 2010’lar versiyonu gencin özgürlük mücadelesine tanıklık edin. Dolan Fransız Yeni Dalga’sının gerçek bir mirasçısı. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde dedesi yaşındaki Jean – Luc Godard ile birlikte ödüllendirilmesi bu açıdan anlamlı.

(22 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema, Propaganda ve Bıyık!

Nazilerin 1934 yılında Nurenberg’de düzenlediği ünlü kongrelerinin görüntülerinden oluşan “İradenin Zaferi / Triumph des Willens” (Yönetmen: Leni Riefenstahl, 1934), Hitler’in kente giriş görüntüleriyle açılır. Dev bayraklarla çevrelenmiş tören alanı, değişik ve özenle hazırlanmış kamera açılarıyla kutsanan otoritenin tek hakimi, dünyayı cehenneme çevirmeye kararlı asker portreleri ve bu ‘kara büyü’ye kapılmış geniş halk kitleleri, sonraki bölümlerde ayrıntılarıyla ele alınır.

Filmin ortalarına doğru; kısacık, saniyelerle ifade edilecek bir anda, kalabalığın arasında esmer bir çocuğa takılır gözlerimiz. Gözlerinin içi gülmektedir. Tarihin en büyük kasabı, yığınları selamlarken ellerini kaldırır ve Hitler’in bıyığını dudaklarının üzerine kondurur. Lideriyle özdeşleşmiş, “biz” olmuştur artık! Hayranlığın itaat ile bütünleşmesinin kusursuz anlatımı, -şayet varsa böyle birşey- faşist estetiğin doruk noktası!

Ne zaman sinemanın propaganda ile ilişkisinden söz açılsa, hep bu sahneyi düşünmüşümdür. Binlerce sayfalık kitapların, saatler süren haber programlarının, iri puntolu gazete haberlerinin, etkileyici afişlerin ulaştırmak istediği mesaj, böyle usulca ve saniyeler içinde geçebiliyorsa kitlelere, sinema muhteşem olduğu kadar tehlikeli de bir sanattır!

Olayın özü bir “bıyıksa” eğer (!), bu filmden yaklaşık altı yıl sonra, başrolünde bir başka bıyığın yer aldığı “Büyük Diktatör / The Great Dictator” gösterime girer (Yönetmen: Charlie Chaplin, 1940). Alexander Korda’nın verdiği ilhamla yola koyulan Chaplin, döneminin koşullarında son derece riskli olan projesinin daha ilk adımında engellemelerle karşılaşır. Bu engellemelerin ‘tarafsız’ Amerika bir yana, okyanus ötesinden, örneğin İngiltere’den gelmesi hayli ilginçtir. Buna karşın, ‘kötü bir taklidi’ olarak nitelendirdiği Hitler’i avucunun içine alan ‘serseri’, Almanların İngiltere’ye savaş açmasının ardından tüm dünyanın merakla beklediği filmini New York’ta seyircinin beğenisine sunar.

“Büyük Diktatör”, Amerikan kamuoyunun Nazilerle ilgili gerçekleri algılama sürecinin en önemli halkalarından biri olarak nitelendirilebilir. (HUAC’ın çekimler başlamadan hemen önce savurduğu tehditler ve McCarthy’ci bir senatörün filmi ‘savaş yanlısı’ olarak okuması sinema tarihinin trajikomik anlarından biri olarak tarihe geçmiştir.)

Döneminde kimi kalemşörler tarafından ‘çocuksu’ olarak değerlendirilen bu metin, Şarlo’nun Hitler görüntüsüyle, en çok da bıyığıyla dünyaya verdiği mesaj olmuştur. Formül bir kez daha işe yaramıştır sizin anlayacağınız!

. . .

Yelkenlerini sanal bir rüzgar ve ekonomik güçle şişiren, konjonktürden kaynaklı büyük iddialara sahip “Yeni Türkiye’nin (bir kısım!) Gişe Filmleri”nin en büyük eksiği budur işte! Hayır, elbette tek noksan Kara Murat’ın bıyığının bir kenara atılması değildir elbette. Yine de propaganda yapacağım derken, 70’lerin bıyıksız “Cemil”ini bile mumla aratan, yeteneksizliğini tehditle örtbas etmeye veya “gerçek politik görüşlerinin farklı olduğunu” izaha çalışan yönetmenlerin, “sakalımız / bıyığımız yok ki söz anlatalım!” deyişinden öğreneceği çok şey olduğu muhakkaktır.

Sözün özü, “bıyık deyip geçmemek gerekir” bazen.

(19 Şubat 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Kadın Sanatçının Kimlik Mücadelesi

Akrilik ya da yağlıboya ile yapılmış Keane tabloları 60’lı yıllar ABD popüler kültürünün gözde parçalarındandır. Kocaman iri gözleri hüzün yüklü küçük çocukları konu alan bu portre eserler dönemin sanat çevrelerinden pek itibar görmemiş olsa da müthiş bir pazarlama stratejisiyle geniş kitlelerin gözbebeği haline gelmiş, çoğaltılmış kopyaları orta sınıf evlerinin duvarlarını süslemiştir. Pop Art’ın efsanevi ismi Andy Warhol’un da takdirini kazanmış olan bu tabloların koleksiyoncularından olduğu bilinen yönetmen Tim Burton yapımcılığını da üstlendiği son filminde işte bu gözü yaşlı çocukların yaratıcısının gizemli hikâyesinin peşine düşüyor.

Bu hafta gösterime giren ‘Big Eyes / Büyük Gözler’in hikâyesi 1950’lerin sonlarında başlıyor. Savaş sonrası ABD ekonomisinin parlak yıllarıdır bunlar. Mükemmel zamanlardır ancak yalnızca beyaz erkekler için. Kadınlar hâlâ ikinci sınıf vatandaş konumundadır çünkü. Kızıyla birlikte küçük kasaba evinden ayrıldığında otomobilinin bagajındaki resimlerinden başka tek bir şeyi olmayan Margaret’in kendisine nefes aldırmayan kocasını terk etmesi gerçek bir cesaret örneğidir. Tablolarına yansıyan hüzün yüklü kocaman bakışların ruhuna açılan pencereler olduğunu ifade eden genç kadın kaçtığı büyük şehirde kendisine ve küçük kızına sahip çıkmayı vaadeden emlâkçı sokak ressamı Walter Keane’in boyunduruğu altına girer. Margaret’in tablolarındaki duygu yükü kısa süre içinde büyük bir taleple karşılaştığında, bir yanlış anlamayı fırsata çevirecek olan Walter karısının ortak soyadlarıyla imzaladığı portrelerin ressamı olarak tanıtır kendisini. Gerekçesi de hazırdır, ressamın erkek olması tabloların sanat çevrelerinde daha ciddiyetle ele alınmasını sağlayacaktır.

Genç kadın benliğinin bir parçası olarak gördüğü hüzünlü çocuklarına sahip çıkılmasından rahatsız olsa da kurulu düzenin bozulmaması adına sesini çıkarmaz. Günah çıkarmaya gittiği papaz bile ona evin reisinin erkek olduğunu ve kocasının kararlarına güvenmesini öğütlemektedir. Bugüne kadar ailesinin kızı, kocasının karısı, kızının annesi olarak varlığını sürdürmüş Margaret’in kimlik kaybının yarattığı şaşkınlıktan kurtulması ve hırsıza dur diyebilmesi zaman alacaktır.

Yetiştiği sıkıcı küçük kasabaların cilalı görünümü ardındaki tekinsizliğini resmeden karanlık filmleriyle haklı bir şöhrete erişmiş olan Tim Burton gerilim yüklü gerçek bir öyküyü ele aldığı son çalışmasında masalsı bir anlatımı tercih etmiş. Dönemin refah Amerika’sının parlak renklerini abartılı bir biçimde tuvaline taşıyan yönetmen, Margaret’in alışveriş yaptığı markette etrafındaki insanları kocaman gözlerle gördüğü sekans dışında ürkütücü gotik tavrını kocaman siyah gözlerin içine gizlemekle yetinmiş. Feminist hareket öncesinde kadın sorunları ya da sanat ve ticaret ilişkileri üzerine ilginç gözlemleri bulunan Burton’ın filmi Amy Adams’ın başarılı performansı, usta görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel’in çabası ve çok başarılı sanat yönetimi ile öne çıkıyor.

(19 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alice Kaybetme Sanatını Öğreniyor

‘Kaybetme sanatını güç değildir öğrenmek’ der Amerikalı şair Elizabeth Bishop ‘Bir Sanat’ adlı güzelim şiirinde. Çağımızın vebası olarak kabul edilen Alzheimer hastalığının pençesine genç yaşta düşmüş Alice Howland hayatı boyunca elde ettiği her şeyin elinden kaymasını kolay kabullenemeyecektir önceleri. Ama yapacak bir şey yoktur. Hastalığın genlerden aktarılan ve çok hızlı ilerleyen ender bir türüne yakalanmış olan New York Columbia Üniversitesi’nin saygın dilbilim profesörü için kelimelerini kaybetmekten daha korkunç ne olabilir. Kendisini hep zihniyle tanımlamış bir entelektüel için yaşamı boyunca elde ettiği her şeyin birer birer yokolmasından daha büyük felâket ne olabilir. ‘Keşke kanser hastası olsaydım’ demekten kendini alamaz Alice. Giderek komik durumlara düşmekten utanç duyar. Ancak bir şeylerin parçası olmak için mücadelesine devam eder. Önce nesneleri, sonra uykusunu giderek değerli anılarını teker teker kaybetmesiyle başa çıkmanın yollarını arar. Yaratıcı yöntemlerle zihinsel sürecini baskı altında tutmaya ve hafızasını yenilemenin yeni yollarını keşfetmeye çalışır.

Bizde ‘Unutma Beni’ ismiyle gösterime giren ‘Still Alice’ giriş bölümünde sözünü ettiğimiz soylu mücadeleyi soğukkanlılıkla aktaran ilgiye değer bir çalışma. Amerikan sinema endüstrisi standartları göz önüne alındığında beş milyon doların altında yok denebilecek bir bütçeyle 23 günde çekilmiş bu küçük filmin kurmaca senaryo ile ile gerçek hayatın kesiştiği perde gerisindeki hikâyesi çok daha ilginç.

Sundance’de iki ödül kazandıktan sonra bizde de gösterilmiş olan ‘Bekar ve Hamile / Quinceneara’ ile tanınmış çifte yönetmenler Richard Glatzer ve Wash Westmoreland yazar Lisa Genova’nın aynı isimli romanının uyarlamasına giriştikleri dönemde Glatzer’in kısaca ALS olarak bilinen ‘motor nöron hastalığı’na yakalandığını öğreniyorlar ve gerçek yaşam deneyimleri filmin şekillenmesinde büyük etken oluyor. Aklı yok eden Alzheimer’den farklı olarak bedene hücum ediyor ALS hastalığı. Glatzer önce konuşma daha sonra yürüme ve ellerini kullanabilme yeteneğini kaybediyor. Alice gibi Richard’da pes etmiyor. Halen kullanabildiği ayak parmağı ile yazı yazabiliyor, 2013 yılında eşcinsel evlilik kanunu ile beraberliğinin yasallaştığı Wash’ın desteğiyle yaşama tutunuyor.

Kurmaca ile gerçek hayatın keşiştiği öyküsü kadar çağımızın en iyi oyuncularından Julianne Moore’un sahte duygusallıktan uzak sade ve etkileyici yorumundan büyük destek alan bir yapım ‘Still Alice’. 2014’te altın yılını yaşayan ve geçtiğimiz Mayıs ayında ‘Yıldız Haritası’ ile Cannes’da ödüllendirilen Moore’un içinde bulunduğumuz mevsim Alice yorumuyla kimselere bırakmadığı kadın oyuncu ödüllerini önümüzdeki Pazar akşamı ilk Oscar’ıyla taçlandıracağına kesin gözüyle bakılıyor.

(15 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Martin Luther King’in Özgürlük Hayali

‘Özgürlük Yürüyüşü / Selma’ Afrikalı Amerikalı halkın eşit yurttaşlık hakları mücadelesinde önemli bir dönemece odaklanıyor. Efsanevi siyahi lider Martin Luther King’in 1955 yılında Jim Crow yasalarına karşı ünlü Montgomery otobüs boykotuyla başlattığı şiddete dayanmayan sivil itaatsizlik hareketi 60’lı yıllarda Amerika’nın en önemli gündem maddesidir. King’in 1963 yılında Lincoln anıtı önünde yaptığı konuşması bu açıdan tarihi önem taşır. ‘Bir hayalim var’ der siyahi lider, ‘dört çocuğumun derilerinin rengi ile değil de kişilikleriyle değerlendirileceği bir ülkede yaşayacaklarına dair’. 1964 yılında yürürlüğe giren ‘Sivil Haklar Kanunu’ bu direnişin ilk önemli kazanımıdır. Amerika’da siyah ırka yönelik önyargıyı yıkmak için şiddet içermeyen bir direniş sergilediği için aynı yıl Nobel Barış Ödülü’ne layık görülür siyahi lider. Ancak mücadele sonlanmamıştır henüz. Güney eyaletleri siyahların oy verme hakkını türlü bahaneyle gasp etme çabası içindedir. Seçmen kütüğünde adı olmayan siyah nüfus ırk ayrımı temelli davalarda haklarını savunamaz hale gelmiştir.

Bu yeni süreçte kapalı kapılar ardında ABD Başkanı Lyndon B. Johnson ile müzakere halindedir King. Başkan’ın ‘oy verme konusunu şimdilik bekletelim, önce yoksulluğu önleyelim’ önerisine itiraz eder. Oval ofisteki beyazla görüşmeler sürerken, gösteri ve pasif direniş hareketinin siyahların çoğunlukta olduğu güney eyaletlerinde sürdürülmesi kararı alınır. Nüfusunun üçte ikisi siyahlardan oluşan ‘Selma’ kasabası hareketin başlangıç noktası olarak seçilmiştir. Kasabadan eyalet merkezi Montgomery’ye düzenlenen ilk yürüyüş denemesi emniyet güçlerince kanlı bir biçimde engellenir ancak televizyon ve yazılı basında ifşa edilen polis şiddeti toplumda tepkiyle karşılanır. Tarihi yürüyüş 25 Mart 1965’teki üçüncü çağrı sonrasında liberal beyazların da desteğiyle başarıyla gerçekleştirilecektir.

Tanıtım sektöründe uzun yıllar hizmet vermiş belgeselci siyahi yönetmen Ava DuVernay’ın imzasını taşıyan ‘Selma’ ellinci yaşını kutlayan bu özgürlük yürüyüşünün anısını tazeleyen bir çalışma. Yakın tarihin bilinen gelişmelerini, öne çıkan aktörleri ve hareketin farklı grupları arasındaki fikir ayrılıklarını titizlikle aktarmaya çalışan filmin en büyük handikapı bir Hollywood yapımı olarak dengeleri tutturma çabası. Bütün isteğinin hayatını sakin bir kasabada papaz olarak sürdürmek olduğunu tekrarlayan uzun mücadele yıllarının yorgun liderinin insani zaaflarını küçük nüanslarla başarılı bir biçimde aktaran David Oyelowo’nun yorumu başarılı. Ancak filmde neredeyse aziz mertebesine yükseltilen Martin Luther karakteri devlet otoritesi karşısında fazlasıyla edilgen ve alçak sesli. Sözgelimi King’in Vietnam karşıtı çıkışlarına hiç yer verilmemiş. Keza sivil haklar hareketinin etkin figürlerinden biri olan karısı Coretta King artan ölüm tehditleri karşısında endişesini gizleyemeyen tedirgin bir ev kadını olarak resmedilirken hareketin radikal isimlerinden Malcolm X önemsiz birkaç fırça darbesiyle geçiştirilmiş. Alabama Valisi George Wallace ve şerif Jim Clark bu Hollywood yapımının kötü adamları. Siyahi lideri adım adım FBI’a izletmekten geri durmayan başkan Johnson ise bir ölçüde kollanmış, tarihe kötü bir sicille geçme endişesi içinde ‘Oy Hakkı Kanunu’na ön ayak olmuş demokratik Amerikan sisteminin yılmaz bekçisi olarak çizilmiş.

Eksikleri ve kusurlarına karşın yine de izlenmesini öğütlediğimiz bir çalışma ‘Selma’. Edmund Pettrus köprüsünde başlayan tarihi direniş bugün dünyanın birçok bölgesinde süregelen sömürü ve zulme karşı verilen özgürlük mücadelelerine örnek olduğu için. Afrikalı Amerikalılara yönelik baskı ve adaletsizliğin Missouri eyaletine bağlı Ferguson kasabasında siyahi bir başkan döneminde dahi süregelmesi ABD’nin ırk temelli sorunlarının halen çözülememiş olduğuna işaret ettiği için. Polis copu ile dövülen, yerlerde sürüklenen siyah direnişçiler bizim Gezi gazileriyle aynı kaderi paylaştıkları için. Polis kurşunuyla vurulan siyahi genç, faşist milislerce dövülerek öldürülen Boston’lu beyaz rahip bizlere Ethem Sarısülük’ü, Berkin Elvan’ı, Ali İsmail Korkmaz’ı hatırlattığı için. Pasif direnişçilere çekilen tetikte parmağı olanlardan hesap sorulmasını bizler de sabırsızlıkla beklediğimiz için.

(12 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çekirdek Aile Panikte

Evlilik sözleşmesi hangi şartlar altında geçerlidir. Çiftlerin karşılıklı taahhütleri nelerdir. Evlilik yemini hangi koşullarda geçerliliğini yitirir. İsveçli yazar yönetmen Ruben Östlund’un geçtiğimiz yıl festivallerde ilgiye karşılanmış son çalışması bu meseleler üzerine kafa yoruyor. Bizde ‘Turist’ adıyla gösterilen filmin meramını ifade eden özgün adı ‘Force Majeure’ uluslararası bir hukuk terimi. Dilimizdeki karşılığıyla ‘mücbir sebep’ bir sözleşmenin iptaline yol açabilecek beklenmedik olayları kapsıyor. Terimin işin içine Tanrı’nın da karıştığı İngilizce versiyonu ‘Act of God’ ‘anlaşmayı yapan tarafların iradesi ve eylemi dışında gerçekleşmiş ve önüne geçilemez bir durumu’ ifade ediyor.

İsveçli çekirdek ailenin Fransa Alplerindeki mutlu mesut kayak tatilinin bir kabusa dönüşmesine işte böylesine beklenmedik bir olay neden oluyor. Manzaralı çatı restorandaki yemek sırasında tehdide dönüşen çığ tehlikesi kontrol altına alınıyor gerçi, ancak kesif kar dumanı konukları dehşete düşürmeye yetiyor. Panik esnasında çocuklarına sımsıkı sarılan anne ortalık yatıştığında aile reisi babanın cep telefonu ve eldivenlerini alarak olay yerinden uzaklaştığını fark ediyor. Bu beklenmedik gelişme kadının erkeğine olan güvenini yok edecek, mutlu aile tablosu çatırdamaya başlayacaktır. Bundan sonrası çığ tehlikesinin darmadağın ettiği aile sözleşmesinin yenilenmesi, yitip giden güven duygusunun onarılması sürecidir. Tüm aile bireyleri endişe içindedir. Küçük erkek çocuk ebeveynlerinin boşanmasından korkar. Hayatta kalma güdüsü ağır basmış adam evrensel erkeklik kodlarıyla, kahramanını yitiren kadın savunmasızlığıyla yüzleşir.

Anlık bir gelişmenin ilişkinin tüm dinamiğini değiştirmesi üzerine gelişen anlatının İsveçli ebeveynleri bizde çok az izlenmiş yakın tarihli Julia Loktev filmi ‘Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet’in turist çiftini anımsatıyor. Östlund’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz belgeselci üslubu yine ön planda. Çatışmaya incelikli mizahını katmayı ihmal etmeyen sinemacı, ön jenerik çıkarken perdede beliren mutlu aile fotoğraflarından başlayarak mercek altına aldığı çekirdek birimi bir böcekbilimci edasıyla mikroskop altına yatırıyor. Vivaldi Mevsimler’in yaz fırtınasını haberleyen huzursuz ezgileri eşliğinde aile kurumunun altını deşmeye koyuluyor.

Gözlemci kamerası ve etkileyici mizanseniyle nefes nefese izlenen izlenen filminde gerilim yüklü diyaloglarını absürd mizah anlayışıyla yoğuruyor kuzeyli yönetmen. Karakterlerine şefkatle yaklaşıyor, çaresizliklerini anlamaya çalışıyor. Hatta, Antonioni esintili sisli puslu finalinde hemcinsine fazla yüklendiğini düşünerek çatışmanın tarafları arasında denge kurmaya kadar vardırıyor işi. Östlund’un mizahı film ertesinde de sürüyor. Oscar adayları arasına giremediğini öğrendiği New York’taki otel odasında yaşanan çakma öfke krizinin kaydını internette paylaşmaktan kendini alamıyor. İyi yazılmış ustalıkla kotarılmış muzip bir seyirlik ‘Force Majeure’. Bergman ya da Antonioni derinliği beklememek kaydıyla rahatlıkla izlenebilir.

(09 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayaller Oscar, Gerçekler Portakal…

87. Oscar ödüllerine sayılı günler kala bahisler kızıştı. Filmlerin büyük bir çoğunluğunu izleme fırsatı buldum. Her şeyden önce söylemeyelim ki, geçtiğimiz yılın kısırlığını düşünecek olursak, bu yıl iyi filmler izleyeceğimiz bir yıl olacak gibi görünüyor. Darısı yerli sinemamızın başına… Neyse, o başlı başına tartışılması gereken bir konu. Biz dönelim Oscar heyecanına.

Bir kere herkesin ölüp bittiği, İngiliz bahis tahtalarının zirvesinde yer alan, Büyük Budapeşte Oteli beni çılgına çevirmedi. Zaten bu filmin bir ortası yok sanırım. Ya seviyor, ya terk ediyoruz. Ben terk edenlerdenim.

En iyi film Oscar’ı çoğu zaman gerçekten en iyi olması gereken filme zaten verilmiyor. O yüzden ne desek boş. Tıpkı bizim festivallerimize olduğu gibi orada da kulisler, siyasi dinamikler sözüm ona en iyiyi belirliyor. O yüzden çok da ciddiye almaya gerek yok. İşin eğlencesinin tadını çıkaralım.

Bir de diğer adaylara geçmeden, geçtiğimiz sene Yerçekimi filmine En İyi Film dahil pek çok dalda adaylığa layık gören akademi, bana göre Yerçekimi’nden çok daha başarılı bir yapım olan Yıldızlararası’nı en iyiler arasına sokamadı. İlginçtir. Soundtrack ve birkaç teknik dal ile avutma yoluna gitti.

Ve bir hayal kırıklığı daha… Yönetimi, senaryosu ve oyunculuklarıyla adeta bir sinema ve hayat dersi veren; Foxcatcher’in En İyi Film adayları içinde yer alamaması ne yaman bir çelişkidir… Üstelik yönetmeni ve oyuncuları adayken… Büyük şansızlık…

Tabii iyi şeyler de olmuyor değil, Çocukluk ve Whiplash’in En İyi Film dalında aday gösterilmesi bile heyecan verici. Bir kere, Çocukluk’un 12 yılda çekilmiş olması gibi çılgın bir durumunun söz konusu olması elbette onun Oscar’a aday olması için yeterli bir sebep değil. Anne babası erken yaşta ayrılan, sancılı bir büyüme geçiren bir çocuğun büyüme hikâyesini anlatan Çocukluk, aynı zamanda sıradan bir Amerikan gencinin de ülkede sosyolojik, ekonomik, hatta siyasi gelişmeler sonucu yaşadıklarını gözler önünde serdiği için bir o kadar politik bir film aslında. Bir filmin siyasi mesaj vermesi için ille de eline top, tüfek, silah alması gerekmiyor… Çocukluk’un da Oscar’a aday olmasındaki sırlarının bu alt metinde yattığını düşünüyorum.

Bence Oscar’ın asıl sürprizi kesinlikle Whiplash… Her ne kadar bizim eleştirmenlerimiz tarafından pek de sevilmese de, sadece bir film olarak değerlendirildiğinde, sınırları zorlayan ve çok ikna edici bir film olduğunu düşünüyorum. İzleyeli günler olmasına rağmen hâlâ aklımın bir köşesinde, etkisi sürüyor. Tabii heykelciğe ulaşması çok küçük bir ihtimal… Ama En İyi Film ödülünün Büyük Budapeşte Oteli’ne gidecek olması ihtimalini düşündükçe mideme kramplar giriyor.

Diğer yandan Özgürlük Yürüyüşü ve Keskin Nişancı da tam Amerika’nın bayıldığı hikâyeler. Ama bana göre asıl kapışma The Imitation Game ve Her Şeyin Teorisi arasında olmalı. Çünkü her iki film de klasik Oscar matematiğine çok uygun. En İyi Filmi hangisi almalı diye düşündüğümde, geç kalan bir özür ile kutsanmaya çalışılan Alan Turing’in, vatanına karşı tüm fedakârlıklarına rağmen fareler gibi deneye ve sonrasında ölüme terk edilmesi yeterli bir sebep gibi görünüyor. Diğer yandan Her Şeyin Teorisi de, çok güçlü bir başka aday. Ama ödülü En İyi Filmde değil de, erkek oyuncu da kucaklama ihtimali daha yüksek.

Erkek oyuncudan bahsetmişken, bu daldaki adaylar gerçekten çok güçlü. Ama sanki kapışma daha çok Steve Carell ve Michael Keaton arasında olacakmış gibi geliyor. Keaton’ın heykelciğe daha yakın olduğunu düşünüyorum ama Eddie Redmayne en çok hak eden kişi…

Kadın oyuncularda ise çok sağlam oyunculuğu ile güzelliğini ikinci plana atan Marion Cotillard’ın yıldızı hepsinden daha parlak benim için. Ama Oscar’ın matematiğine uymuyor ne yazık ki o yüzden, sanki bu yıl Julianne Moore’un bu özlemini dindirecek gibi geliyor akademi. Ama bana kalırsa, kariyerinde çok farklı bir rolle, ters köşe yapan Reesee Witherspoon da es geçilmemeli. Yaban’daki performansı, tek başına filmi alıp götürmesi, çok çok iyiydi. Bu hafta ülkemizde vizyona da girdi. Mutlaka görülmeli. Mümkünse tek başına, bir koltukta karanlığa gömülüp şöyle bir hayatımızı gözden geçirmek için. Adeta terapi…

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncuda Robert Duvall, Yargıç ile oyunculuk dersi veriyor adeta. J. K. Simmons ise Whiplash’de olağanüstüydü. Ama gönlüm Foxcatcher’deki rolü ile adeta bütünleşen, gözümü bile kırpmadan izlediğim Mark Ruffalo’dan yana.

Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış diye boşuna dememişler, biz de her sene dış kapının dış mandalı bile olamadığımız bu şaşalı yarışmanın heyecanına kapılıp gidiyoruz böyle işte. Ama işte sinema bu yüzden evrensel… Bize ne kadar uzak dahi olsa, bu hikâyeler, oyuncular, yönetmenler bir şekilde bizim kalplerimize dokumayı başarabiliyor ve bizde onlarla birlikte bu heyecanın bir parçası oluveriyoruz. Umarım günün birinde filmlerimizle de bu şölenin bir parçası oluruz. Şimdilik hayaller Oscar, gerçekler Portakal.

(08 Şubat 2015)

Gizem Ertürk

Işığı Kutsayan Sanatçının Aykırı Portresi

Mike Leigh’nin dört yıl aradan sonra çektiği son uzun metrajı usta yönetmenin vasiyet filmi olmayı hak ediyor. İki buçuk saat uzunluğundaki ‘Mr.Turner / Bay Turner’ 1775 – 1851 yılları arasında yaşamış çizgi dışı romantik ressam Joseph Mallord William Turner’ın yaşam öyküsüne odaklanmış. İngiliz sinemacının görkemli bir biyografiye ilk kez soyunuşu değil bu. 1999 yapımı ‘Topsy-Turvy’ kısaca Gilbert ve Sullivan olarak anılan kraliçe Victoria döneminin ünlü yazar ve besteci çiftinin yaşam öyküsü üzerinedir. İngiliz orta ve alt sınıfların olağanüstü gözlemcisi, sıradan hayatın şairi olarak bilinen yönetmenin ustalıklı dönem tasvirine hayran kaldığımız ilk çalışmasıdır.

Gerçek yaşam öykülerine klasik biyografi dramalarından farklı bir biçimde yaklaşıyor Leigh. Özne olarak ele aldığı sanatçıların detaylı özel yaşamını dönemin usta işi portresi içinde sunarken, yaratıcı dehanın yaşadığı çağın sosyal ve siyasal ortamından nasıl etkilendiğine kafa yoruyor. Zamanın ruhunu yakalamaya çalışıyor eserlerinde. Fransız İhtilali’nden Endüstri Devrimi’ne toplumsal hayatın fırtınalı bir dönüşüme uğradığı bir çağın sanatçısı olan Turner’ın hayatı bu açıdan biçilmiş kaftan İngiliz sinemacı için.

Eksantrik sanatçının özel yaşamını didik didik ediyor yönetmen. Turner’ın işçi sınıfı kökenli babasıyla sıcak dostluğunu, ona cinsellik dahil her konuda destek olmuş suskun hizmetçisiyle yakınlığını, şehirden kaçıp deniz kıyısındaki kasabaya sığındığında romantik bir beraberlik yaşadığı dul pansiyoncu kadına olan ilgisini, hayatından uzak tutmaya çalıştığı çocukları ve anneleriyle nefret dolu ilişkisini alışageldiğimiz sanatçı portrelerinden farklı bir biçimde ele alıyor. Tuhaflığı, bencilliği ve aşırılıklarıyla etten kemikten bir insan olarak yaklaşıyor yaratıcı dehaya. Duygularını, duygusuzluklarını anlamaya çalışıyor. Yaşadığı dönemin başdöndürücü keşiflerini dehşet ve endişeyle karşılamasının izini sürüyor. Endüstri Devrimi’nin simgesi haline gelmiş buharlı trenle karşılaşmasının ya da bir fotoğraf stüdyosundaki şaşkınlığını perdeye getiriyor. İlk fotoğrafını çektirdikten sonra ‘sanırım zamanım doldu’ deyişinin ardından pes etmiyor Turner. Sanat çevrelerinin ilgisizliği pahasına romantik dönem manzaraları soyut çalışmalara yöneliyor, izlenimci akımın ilham perisi oluveriyor.

Gözde oyuncusu Timothy Spall’ın çizgi dışı yorumunun eşliğinde Turner’ın yaşamının ve sanatının izini ustalıkla sürüyor Leigh. Değişmez görüntü yönetmeni Dick Pope’un mükemmel çalışmasıyla ilk plandan başlayarak sanatçının resimlerini yeniden yaratıyor beyazperdede. Sanatçının tablolarındaki gizemin, yaratıcılığını tetikleyen detayların peşine düşüyor. Değişen sanat anlayışlarının gölgesinde gözden düşme tehlikesine rağmen arayışlarından vazgeçmeyen sanatçının yaşamına bakarken kendi uzun ve saygın sanat yaşamını sorguluyor. Turner’ın fotoğraf makinesi ile karşılaşmasına benzer biçimde yetmişi aşkın yaşında dijital teknolojiyle ilk kez buluşuyor Mike Leigh. Yeni teknolojik buluşlarla arası nasıldır bilemeyiz ancak mali açıdan avantajlı dijitalin ‘Işık Tanrı’dır’ diye buyurmuş Turner’ın eşsiz tablolarını perdede görkemli bir biçimde yeniden yaratmaya büyük katkısı olduğu kuşkusuz. Mr.Turner demlendikçe değeri daha iyi anlaşılacak filmlerden. Sanatçının tabloları gibi her izlendiğinde farklı ayrıntıların izinde keşfe çıkılacak eserlerden.

(05 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sanatı Dönemlere Ayrılan: Ingmar Bergman

Sinemanın çok değerli ve büyük yönetmenlerinden İsveçli Ingmar Bergman’ın iki farklı döneminden gelen “Yedinci Mühür” ve “Yüzyüze” filmleriyle anmak istedik.

İsveçli büyük usta Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918’de Uppsala’da doğdu. 30 Temmuz 2007’de Farö’de vefat etti. Temmuzda doğdu, temmuzda öldü. Ustanın sanat hayatı dönemlere ayrılmıştı hep. Babası Protestan papazıydı. Stockholm Üniversitesi’nde edebiyat ve sanat tarihi okudu. Bergman duygusal bir insandı. Sanat yaşamı tiyatroyla başladı üniversite yıllarıyla beraber. 1945 yılında sinema macerası senaryo yazarlığıyla başladı. Yönetmen olarak 1950’lerin ortalarında fark edilmeye başlandı. 1957 yılında senaryosunu kendi yazdığı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür” filmiyle uluslararasında da tanındı. Yine aynı yıl siyah-beyaz “Smultronstallet-Yaban Çilekleri” filmiyle tam anlamıyla sineması tanındı.

Bergman için kadınlar önemliydi. Filmlerini ve hayatını kuşatıyordu kadınlar. Norveçli büyük kadın oyunculardan Liv Ullmann’la Bergman ustanın yolları “beşinci dönemi”nde kesişti. Bu beşinci dönem 1965’ten 1968 yılına kadar sürdü. Ullmann, ustanın 1965 yapımı siyah-beyaz “Persona” filminde oynadı önce. 1967’de siyah-beyaz “Vargtimmen-Kurtların Saati” ve 1968’de siyah-beyaz “Skammen-Utanç” filmlerinde oynadı peş peşe. Kadın yüzleri yakın planla yansıyordu çoğunlukla bu filmlerde. Sonra Bergman’ın, 1969’da renkli ve siyah-beyaz “En Passion-Anna’nın Tutkusu” filmi de geldi. 1972’de renkli “Viskningar och Rop-Çığlıklar ve Fısıltılar”, 1975’te renkli “Ansikte mot Ansikte-Yüzyüze”, 1977’de renkli “Das Schlangenei-Yılanın Yumurtası”, 1978’de renkli “Höstsonaten-Sonbahar Sonatı” filmlerini de yaptılar. Ullmann usta, Bergman’ın kadınıydı.

Bergman, 1970’lerde yoğunlukla televizyona ağırlık verdi. 1982’de çektiği “Fanny ve Alexander” son sinema filmi oldu.

“Yedinci Mühür…”

Ingmar Bergman usta, 1957 yapımı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet / The Seventh Seal-Yedinci Mühür” filmiyle, psikolojik dışavurumunu seyirciye gönderiyor sanki. Çocukken ve ilk gençliğinde, rahip olan babasının baskılarından hep boğulan Bergman, bu filminde Şövalye’nin kelimeleriyle Tanrı’yı arıyor. Filmin senaryosunu da yönetmenin kendi oyunu “Tramalnig”den yazmış. Fonda duyulan ve ilahi bir çığlığa dönüşen müzikleri Erik Nordgren bestelemiş. İlham verici kamera kullanımı ve siyah-beyaz estetik fotoğrafları kameraman Gunnar Fischer yansıtmış. Bergman bu filminde, hareketli kamera kullanırken, sıkça da zincirlemeli geçişler yapmış zaman değişimlerinde. Muhteşem oyunculuklar ve diyaloglar da etkileyiciydi. Kelimelerin etkileyiciliği, filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu gösteriyor. Bu filmi seyrederken, Türkçenin gücünü de hissediyorsunuz. Sanatın ve felsefenin dili miydi bu?

14. yüzyılın ortalarında. Ortaçağ… Engizisyon devirleri… Şövalye Antonius (Max von Sydow), on yıl kutsal topraklarda, Kudüs’te Haçlı Seferleri’nde savaşmış ve yorgun olarak İsveç’e Jöns’le (Gunnar Björnstrand) dönmüş. Ülkede kıtlık ve veba salgını var. Deniz kıyısında dinlenirken, siyahlar içinde Ölüm (Bengt Ekerot) geliyor Şövalye’nin yanına. Canını almaya gelmiş. Satranç oynamayı seven ve ustalık katındaki Şövalye, Ölüm’ü satranç oynamaya davet ediyor. Şövalye yenerse Ölüm onu bağışlayacak. Ölüm bu oyunu kabul ediyor. Ölüm’ü siyahlar içinde gördüğünüzde dördüncü mührü hatırlıyorsunuz. Yuhanna, dördüncü mührün açılmasını şöyle anlatıyordu: “Kuzu, dördüncü mührü açınca, solgun bir at belirdi. Binicisinin adı Ölüm’dü. Ölüler ülkesi de onu izliyordu. (…) İnsanları kılıçla, kıtlıkla, salgınla ve yerin yırtıcı hayvanlarıyla öldürsünler diye…” Filmde, Ölüm göründüğünde dünya, kıtlık ve salgınla savaşıyordu. İlk oyun, ilk hamle deniz kıyısında başlıyor. Ama oyun sürecekti. Şövalye, uşağıyla beraber atlarının üzerinde şatoya doğru yol alıyorlar. Aşkın soğuk algınlığı olduğunu düşünen Jöns, filozof gibi ve ağzından düşen kelimeler derin. Jöns, keşişi andıran birine hanı soruyor. Ölüm ondan önce gelmiş oraya. Şövalyenin üzerindeki elbisede büyük haç resmi de fark ediliyor.

Sonra gezici tiyatrocular hikâyeye dâhil oluyor. Genç sarışın kadın, bebeği ve iki aktör at arabasının içinde uyurken filme katılıyorlar. Mia’nın (Bibi Andersson) kocası Jof (Nils Poppe) uyanıyor, atla konuşuyor ve sanatının değerinin bilinmediği için yakınıyor. Çocuğunun akrobat olmasını hayal ediyor. Aktör Jof, uzakta bir kadınla bebeği yürürken görüyor. Jof, karısı Mia’yı uyandırıyor, ona Kutsal Bakire Meryem’i gördüğünü söylüyor. Bebeğin de İsa olduğunu iddia ediyor hemen. Sonra kumpanyanın başı diğer aktör Jonas (Erik Stranmark) uyanıyor, sevgiyle birbirlerine sarılmış karı-kocayı görünce yalnızlıktan ve kadınsızlıktan sıkıldığını hatırlıyor. Neden karşısına Mia gibi bir kadın çıkmıyordu ki? Şövalye ve Jöns köye ulaşıyorlar. Çanlar çalıyor. Jöns, kiliseyi resimleriyle süsleyen ressam Albertus’la (Gunnar Olsson) karşılaşıyor. Duvar resimleri, eski zamanların sanatını hatırlatıyor. Bir hikâyeyi anlatıyor resim. Ölüm’ü çiziyor duvarlara ressam. Yoksulluk sürerken, veba salgını soykırım trajedisini de savuruyor her yana. Çoğu insan vebayı, Kilise’nin ayinleriyle Tanrı’nın cezası olduğunu inanıyor. “Günahkârlar” cezasını bulmalıydı. Ortaçağ’da Kilise, kedileri şeytan olarak görmüş ve katlettirmiş Avrupa’da. Büyük fareler nüfus patlaması yaşıyor ve veba Avrupa’da 300 milyondan fazla insanı soykırıma uğratıyordu. Kedilere, yılanlara, çakallara, tilkilere, baykuşlara, Habeş kurtlarına insanlık minnettarlık duymalı, her zaman.

Şövalye, İsa’nın çarmıha gerilmiş heykeli karşısında duruyor bir an kilisede. Sonra biriyle konuşuyor. Ölüm’le konuştuğunu hemen anlayamıyor. Küçük pencerenin demirleri hapishaneyi çağrıştırıyor. Şövalye, “Kalbim boş” diyor. Hayallerinde tutsak kalmış Şövalye. Ölmekten korkmuyor. Tanrı’yı bulabilecek miydi Şövalye? İçindekileri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Bilgi istiyor Şövalye. İnanç veya varsayım değil. Ama Tanrı’dan istiyor. Ama ses yok. Hiçlikle ölüm karşısında insan ne yapabilirdi? Zihinde bir imge yaratılıyor, ona Tanrı deniliyor, diyor Şövalye. Kutsal topraklarda on yıl boyunca savaş Tanrı adına yapmış Şövalye. Sanki ironi var burada.

Kilisenin önünde, rahibin “günahkâr”, cadı ve vebanın sorumlusu diye suçlayıp çarmıha gerdirdiği genç bir kızı (Maud Hansson) görüyor. Muhafızlar hazırlık yapıyorlar kızı yakmak için. Şövalye ve Jöns oradan ayrılıyorlar. Jöns bir eve giriyor. Yerde yatan bir kadını görüyor. Sonra içeri bir hırsız giriyor ve ölü kadının bileziğini alıyor. Hırsız bileziği alırken bir genç kız (Gunnel Lindblom) ona bakıyor. Jöns, hırsızı tanıyor. Raval (Bertil Anderberg), bir zamanlar ilahiyatta okurken, on yıl önce Şövalye’yi zehirlemeye çalışmış. Şimdiyse hırsız olmuş eskinin ilahiyatçısı Raval oradan kaçmayı başarıyor. Jöns, evdeki kıza kendisiyle gelmesini söylüyor kuyudan su içerken. Evdeki işleri yapacak birine her zaman ihtiyaç olurdu işte. Tiyatro kumpanyası da oyunlarını köyde sahneliyorlar. Kumpanyanın başı Jonas, sahnedeyken hayatının kadını sarışın Lisa’yla (Inga Gill) göz göze geliyor. Aralarında şimşek çakıyor. Arka tarafta heyecanlı buluşma gerçekleşiyor çok geçmeden. Lisa, bu aşk anını pikniğe dönüştürse de Jonas’ın sabrı çalılıklara taşıyor. Sonra da kaçıyorlar. Tiyatrocu karı-koca sahnedeyken, keşişler de genç kızı çarmıha germişler yakmak için taşıyorlar ilahi söylerken.

Handa. Demirci, kaybolan karısı Lisa için ileniyor. Aktör Jof handa yemek yerken, onun yanına geliyor Demirci (Ake Fridell) kederler içinde. Çaldığı bileziği satmaya çalışan Raval, Jof’un Lisa’yla kaçan Jonas’ın arkadaşı olduğunu ispiyonluyor. Sonra da Jof’u aşağılıyor Raval. Hana Jöns de geliyor ve Jof’u Raval’dan kurtarıyor. Ortalarda dolaşan Şövalye, gezici tiyatrocuların yanına gidiyor oyunu beğendiği için. Sadece Mia ve çocuğu var orada. Sıcak konuşmalarla dostlukları ilerliyor. Çok geçmeden Jof da geliyor. Ardından Jöns ve yanındaki genç kız tiyatrocuların mekânına geliyor. Kumpanya “Azizler Bayramı” için yollara düşmüş. Şövalye, onların gideceği yerde vebanın insanları kırdığını söylüyor ve onları şatosuna davet ediyor. Önce ormanı geçmeleri gerekiyor. Yola çıkmadan önce Ölüm de geliyor birkaç hamle oynamak için. Bu mekânda yaban çileklerinden bahsediliyordu. Usta, gelecek filmini müjdeliyordu sanki.

Ormanda. Demirci, yanındakilerle yürürken, Jonas’la karısı Lisa’yı görüyor. Onu kovalıyor. Lisa, kocasıyla gitmek istemiyor başta. Tiyatrocular ve Şövalye’nin yanındakiler ormanda mola vermişler. Lisa, Jonas’ı öldürmek isteyen Demirci kocasına yaklaşıyor, onunla gitmek istiyor birden. Yoksa bir rol müydü bu? Jonas, sahnedeymiş gibi bıçakla intihar yapıyor Demirci’yi etkilemek için. Jonas’ı öldü diye bırakıyorlar geride. Jonas, onlar gittikten sonra takma bıyık ve sakalını çıkartıyor, mutlulukla ağaca tırmanıyor. Ama Ölüm, Jonas’ın tırmandığı ağacı testereyle keserek rol yapmadığını gösteriyor “Zaman doldu” diyerek. Gecenin içinde ay bulutların arasında görünüyor. Yoğun bir sessizlik etrafı kuşatıyor. Tedirgin oluyorlar. Askerler, ormanın içinden atlı arabayla “cadı” kızı yakılacağı yere götürüyorlar. Araba yol almakta zorlanınca Jöns de onlara yardım ediyor. Meydanda askerler kızın yakılacağı yere odunlar atıp ateşi çoğaltıyorlar. Şövalye kıza yaklaşıyor, ondan bir şey öğrenmek istiyor eğer gerçekten cadıysa. Kız, şeytanla konuştuğunu söylüyor. Onun Tanrı’yı görüp görmediğini anlamaya çabalıyor Şövalye. Kız, “Gözlerime bak” diyor. Gözlerinde korkudan başka bir şey görülmüyor. Şövalye aradığı cevapları bulamıyor. Vince takılı kamera, öne kayarak bayılan kızın korkusunu anlamlaştırıyor ateşler yükselirken. Bu kaydırmalı sahne, sinemanın özel anlarındandı.

Sonra ormanda. Vebaya yakalanmış adam acılar içinde onlardan yardım dileniyor. Yanlarına yaklaştırmıyorlar. Jöns’le gelen kız adama su vermek istiyor. Jöns, iyi yürekli kıza “Faydası yok” diyor. Çok geçmeden Ölüm, Şövalye’nin yanına geliyor oyunu bitirmek için. Ölüm’ü diğerleri göremiyor. Hayal gücü yüksek Jof, Şövalye’nin biriyle, Ölüm’le satranç oynadığını hissediyor. Karısını ve çocuğunu da alarak at arabalarıyla oradan uzaklaşıyor Jof. Şövalye onlar giderken dikkati dağılıyor ve taşları deviriyor. Ölüm son hamlesini yapıyor. Yakında geleceğini söylüyor Ölüm. Rüzgâr çıkıyor, fırtına kopuyor, şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Ölüm, onların mı peşinde? Şövalye, Jöns, Jöns’ün yanındaki kız, Demirci ve karısı Lisa şatoya varıyorlar. Şövalye, şömine başında karısı Karin’i (Inga Landgre) görüyor. Veba yüzünden herkes burayı terk etmiş. Yemek masasında Şövalye’nin karısı İncil’in “Vahiy” bölümünden yedinci mührü okuyor. Yuhanna’nın yazdığı “Vahiy” bölümde “Yedi Mühür” anlatılıyor. Bu bölümü İncil’de bulabildim. İncil’de, dirilip göklere yükselen Mesih, Anadolu’daki (Ege’deki) yedi kilisenin meleğine (vaizine) yedi bildiri gönderiyor. İlk beşi uyarı, son ikisi de övgü. Yedi mühürle bunlar açılıyor. İncil, eski çağlarda “Vahiy” bölümündeki simgelerin herkes tarafından anlaşıldığını, ama günümüzde bunun zor olduğunu yazıyor. Gerçekten öyle. Fantastik korku eserine benziyordu. “Vahiy”de “Yedinci Mühür”ün anlamı “Sessizlik…” Yuhanna anlatıyor: “Kuzu yedinci mührü açınca, gökte uzun sürmeyen sessizlik oldu. Tanrı’nın önünde yedi meleği gördüm. Kendilerine yedi boru verildi. Başka bir melek geldi. (…) Melek buhurdan alıp içine sunaktaki ateşten doldurdu ve yeryüzüne fırlattı. Gök gürlemeleri, sesler, şimşek parıltıları ve deprem oldu…” Ölüm sessizce içeri, şatoya giriyor.

Sabah… Jof ve ailesi hâlâ yaşıyorlar. Jof uzağa bakıyor. Tepede gölgeler içinde Ölüm’ü ve onları gördüğünü söylüyor. Final bölümü sisli Jof’un hayal gücüyle.

Bergman ustanın bu filmi distopya yüklü. Geçmişten geleceğe karamsar bir bakış bu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı. Soğuk Savaş, 1950’lerde en yoğun ve tehlikeli dönemlerini yaşattı insanlığa. Felaket adına her an her şey olabilirdi. Vebanın neyle metafor yapıldığını hissedeceksiniz belki.

“Yüzyüze…”

Ingmar Bergman ustanın 1975 yapımı renkli “Ansikte mot Ansikte / Face to Face-Yüzyüze”, bir kadının ruhundaki yaralar üzerine bir film. Senaryoyu yönetmen yazmış. Soğuk, zaman zaman kasvetli fotoğraflarıysa kadim kameramanı Sven Nykvist yansıtmış. Ustanın bu filmi, aralık 1978’de ülkemizde vizyona “Yüzyüze” adıyla vizyona çıkmıştı. Türkçede filmin adı ayrı yazılması gerekiyor. İmla hatası yapmışlardı sinema üstatları işte. Bu film, sarsıcı bir psikolojik dramdı. Bir insanın ruhunda gerçeküstü bir yolculuktu ayrıca bu film.

Filmin hikâyesi Stockholm’de geçiyor. Ön jenerikte deniz yansıyor. Dr. Jenny Isaksson (Liv Ullmann), hastanede psikiyatr olarak çalışıyor. Jenny, tadilat için boşaltılmış şehir dışındaki evinde babaannesiyle telefonla konuştuktan sonra hastaneye gidiyor. Tedavi gören Maria Jacobi (Kari Sylvan), yine bunalıma girmiş. Şehvetli davranışlarla Jenny’yi etkilemeye çalışıyor. Maria, Dr. Tomas Jacobi’nin ayrıldığı eşi miydi? Jenny, akşamüstü küçük siyah arabasıyla büyüdüğü eve gidiyor valiziyle. Babaannesi (Aino Taube) ve büyükbabası (Gunnar Björnstrand), artık hayatın sonbaharındalar. Büyükbabası, yaşlılığın verdiği yorgunluktan olmalı hep hasta. Büyükannesiyse her zamanki gibi dinç ve her şeye koşuyor. Kilise de çok yakın ve çan sesleri evin içindeymiş gibi duyuluyor. Jenny’nin kocası psikiyatr Erik de (Sven Lindberg) şehir dışında. 13 yaşlarındaki kızları Anna’ysa (Helene Friberg) yaz kampında. Ev tadilatta olunca, kocası ve kızı da şehir dışındayken Jenny, zihninin derinliğinde travmalar yaşatan büyükannesinin evinde yine.

İlk gecesinde eski odasında hemen uykuya dalamıyor Jenny. Hayalet kadın görünüyor. Acaba bu kadın kimdi? Jenny’nin bilinçaltından gelen kâbusu muydu? Hastanede başka bir doktor Helmut’un (Ulf Johansson) ayrıldığı eşi Elsabeth’in (Sif Ruud) partisine gidiyor. Orta yaşlı Elisabeth, genç erkeklerle olarak orta yaş bunalımını aşmaya çalışıyor sanki. Jenny partide tanıdığı Dr. Tomas Jacobi’yi (Erland Josephson) görüyor. Karısından boşanmış Tomas onu restorana davet ediyor. Kısa bir zaman sonra sokağa çıkan Jenny, onunla buluşma konusunda ikilem yaşıyor. Sonra Tomas’ın şehir dışındaki evine gidiyorlar. Bir kadınla bir erkek evde yalnız olunca ne yaparlardı? Jenny, sevişme gelince karşı duramayacağını biliyor. Ama Tomas anlayış gösteriyor gibi görünüyor. Jenny taksiyle eve dönüyor. Yaz aylarında gecenin ikisinde şafağın söktüğü an gibi Stockholm’de. Eve geldiğinde içine hüzün ve boşluk çöküyor Jenny’nin. Büyükbabası uyurgezer gibi salonda dolaşıyor. Gonglu saati ayarlamaya çabalıyor. Büyükanne de uyanıyor ve şefkatli sözlerle yaşlandığını düşünen büyükbabayı yatağa götürüyor. Onlar yatağa gittiğinde telefon çalıyor. Jenny, arabasıyla tadiattaki evlerine gidiyor. Evin içinde bir şey arar gibi dolaşan Jenny, tanımadığı iki adamı (Birger Malmsten ve Göran Stangertz) görüyor. Odanın birinde yarı çıplak Maria baygın yatıyor. Üstü çıplak genç olanı diğer odaya geliyor ve Jenny’ye tecavüz etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bergman, tecavüz anını soğuk ve tek bir açıdan yansıtmış. Diğer odada Maria var.

Jenny, Tomas’la beraber piyano resitaline gidiyor. Piyanoda Mozart’ın “Fantasy in C-Minor K 475” eseri duyuluyor. Resitalden sonra Tomas’ın evine gidiyorlar. Jenny burada Tomas’a tecavüz olayını anlatırken, bilinçaltındakiler de dışarıya çıkmaya başlıyor. Adamın tecavüz etmesini istemiş Jenny. Ama kasıldığı için adam başaramamış. Jenny, histeri de yaşamaya başlıyor. Gülerken birden ağlamaya başlıyor. Tecavüz olayı altta kalanları sanki dışarıya çıkartıyor. Tomas onu eve götürüyor. Bir gün gözünü açmadan uyuyor Jenny. Uyandığında büyükannesi ve büyükbabası ziyarete gitmeye hazırlanıyorlar. Onlar gittikten sonra evde yalnız kalıyor Jenny. Pazar günü. Kilisenin çan sesleri duyuluyor. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı yapıyor. Tomas’a telefon ederken, o yaşlı kadın hayaleti yine görünüyor. Jenny, yatak odasında uyku haplarını içiyor. “Korkmuyorum. Yalnız değilm” diyor, yatağa uzanıyor, parmağını duvar kâğıdının üstünde gezindiriyor. Komidinin üstünde de Erik’e yazılmış mektup fark ediliyor. Rüyasında, kırmızlar içinde Jenny, tuhaf ölü kokularının ortasında büyükannesinin kitap okuyan sesini duyuyor. Yaşlı hayalet kadın da bu rüyanın içinde dolaşıyor. Jenny, intihar ettiğinin farkında. Bir kapıya yöneldiğinde bir erkek sesi, o kapıdan girmemesini söylüyor. Nedenini de bilmiyor. Jenny o kapıdan giriyor elbise gardırobundan çıkıyor. Evin içinde, salonda Jenny. Hayalet kadın da geliyor peşinden. “Üşüyor musun”, diyor Jenny’ye. Jenny’nin saçını okşuyor, “Artık korkmuyorsun” diyor.

Hastane odasında. Tomas, Jenny’yi hastaneye getirmiş. Kocası Erik de ziyarete geliyor. Kocasına kötürüm gözükmek istemiyor Jenny. Filmin sarsıcı anları hastane odasında yaşanıyor. Yine kırmızılar içinde benzer rüya görüyor Jenny. Anne (Marianne Aminoff) ve babasına (Gösta Prüzelius) “Döndüm” diyor. Jenny geçmişine dair birçok şeye karşı suçluluk duygusu yaşıyor. Anne-babasına karşı da aynısını hissediyor. En çok da babasına karşı duyuyor. Babası küçükken severmiş. Okşamaları sevgi dolu şefkatin ötesinde miydi? Hayat boyu yaşadığı frijitlik, cinsel soğukluk bundan mıydı? Kocası Erik, bu soğukluğundan ve yalancı orgazmlarından yorulmuş. Jenny, Tomas’la konuşarak içini kuşatmış kendisiyle yüz yüze geliyor. Her şeyi dışarı atıyor. Öfkelerini, nefretlerini ve korkularını dışarı çıkartıyor. Jenny, anne-babası, o henüz dokuz yaşındayken otobüs kazsında ölmüş. Kilise çanlarının evin içindeymiş gibi gelen sesi olan büyükannesi ve büyükbabasının evinde büyümüş. Büyükannesinden çok korkuyormuş Jenny. Çünkü onu gardıroba sokuyormuş büyükanne. Sonra bir rüya daha görüyor Jenny kırmızlar içinde. Kilise çanı duyuluyor. Tabuttaki kendi ölüsüne bakıyor. Sonra tabut çakılırken Tomas da orada. Tabutun içinden ses duyuluyor. Çocukluğunda ölümden çok korkuyormuş Jenny. Anne-babasının ölülerini görmüş morgda. Tomas, Jenny’ye eşcinsel olduğunu itiraf ediyor. Jenny de, 14 yaşındayken kuzeniyle masanın altında ilk defa öpüştüğünü anlatıyor. Çocuk çok geçmeden ölmüş. Kızı Anna’ya karşı da tarif edemediği nefreti ve sevgisi var Jenny’nin. Anna’nın bebekliği de başka bebeklere benzemiyormuş. Ağlaması bile. Zihninden görüntüler akıp gidiyor. Tomas’la konuşması bir terapi gibi onun için. Tomas’la konuşurken, kişiliği gelgit yaşıyor hep. Histeri gibi. İçindeki kendiyle savaşıyor sürekli.

Sonda, Anna da ziyarete geliyor. Anna, annesinin bir daha intihar etmeyeceğinden emin değil. Annesinin kendinden nefretinin de farkında sanki. Hastaneden çıkan Jenny, eve geldiğinde hayatlarının sonbaharını yaşayan büyükannesinin ve büyükbabasının yıllar boyu süren sevgisine bakıyor hüzünlü bakışlarla. Sonra da işine dönüyor. Her şey şimdi bambaşka olabilirdi. Yeni hayat, yeni bir başlangıçtı tadilatı yapılan evleri gibi. Önce kızının ve kocasının sevgisini kazanmalıydı ama…

(03 Şubat 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com