Kategori arşivi: Yazılar

Festivalden Ulusal Yarışma İzlenimleri

33. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma filmleri izleyiciyle buluşmaya devam ediyor. Bu yılki seçki 10 filmden oluşmakta. Bunlardan ikisi, geçtiğimiz aylarda vizyon görmüş yapımlar. Reha Erdem imzalı ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, farklı engellerle sıkıştırılmış bir avuç kadının, kıyamet arifesini andıran bir ortamda inanç, cesaret ve özveriyle yaşama kattıkları üzerine farklı bir serüven. Ozan Açıktan’ın ikinci uzun metrajı ‘Silsile’ sıcak bir yaz gecesinde geçen gerilimli bir tutku hikâyesi.

Ülkemizde ilk kez festivalde gösterilen kimi filmler ise şimdiden kendi hayran kitlesini oluşturmaya başladı. ‘İtirazım Var: Bayılırım Belaya’, geçtiğimiz yıl bileğinin hakkıyla Ulusal Yarışma’nın en iyi filmi seçilmiş ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ ile kariyerinin en parlak ürününe imza atmış Onur Ünlü’nün son işi. Bu kez polisiye türüne el atan Ünlü, türün kurallarına büyük ölçüde sadık kalmış ancak -filmde küçük bir rolü de bulunan- Sırrı Süreyya Önder ile birlikte oluşturdukları hikâye kendisinden beklenen absürd güldürü tarzını koruyor. Camide işlenen cinayeti çözmeye sıvanan antropolog imam Selman Bulut’un hikâyesi bu defa dönemin ruhuna uygun olarak daha politik. Filmin ödül listesinde yer almasını beklerken, sinemadaki ilk başrolünde harikalar yaratan Serkan Keskin’i şimdiden en iyi erkek oyuncu adayım olarak ilân ediyorum.

Sinemamızın Ünlü benzeri bir diğer çılgın yönetmeni de Levent Semerci. Büyük bütçeli ilk filmi ‘Nefes: Vatan Sağolsun’ ile hem seyircinin hem de eleştirmenlerin gönlünü kazanmış olan Semerci, yaklaşık dört yıldır üzerinde çalıştığı otobiyografik özellikler taşıyan son çalışması ‘Ayhan Hanım’ ile seyircisini şaşırttı yine. Kendi ailesinin yaşadıklarından yola çıkarak trajik bir 12 Eylül hikâyesi anlatmaya soyunmuş bu defa. Sinemamızda pek alışılmamış, son derece stilize bir çalışma bu. Senaryoyu yazan Semerci, görüntü yönetmenliğini ve bizzat kamera operatörlüğünü yürütürken, yapımda önemli bir yer kaplayan dans koreografilerini de bizzat kendisi hazırlamış. Vizyona girdiğinde bu çok kişisel filmin nasıl karşılanacağını merak ediyorum doğrusu. Festival jürisinin en iyi yönetmen ve kadın oyuncu (harika Vahide Perçin) seçimlerinde dikkate alacağı yapımlardan biri olacaktır ‘Ayhan Hanım’.

Ulusal Yarışma’nın bir diğer filmi, daha önce ‘Saç’ (2010) filmiyle Ulusal Yarışma’nın Altın Lale’sini kazanmış olan Tayfun Pirselimoğlu’nun Berlinale’den sonra ilk kez İstanbul’da gösterilen ‘Ben O Değilim’i. Yazar Pirselimoğlu da dahil bir dolu edebiyatçının ve başta Antonioni olmak üzere birçok sinemacının gözde teması kimlik değiştirme üzerine çarpıcı bir çalışma bu. Kişilik değiştirmenin nedenini herhangi bir motif koymadan göstermek istemiş deneyimli sinemacımız. Yalnızlığın farkına varılması, değişen hayatın aynı sıradanlığa dönüşü gibi haller üzerine düşünmemizi istemiş. En iyi film, yönetmen, senaryo ve oyunculuk (yine muhteşem Ercan Kesal ve İranlı Maryam Zaree) dallarının güçlü favorilerinden.

Ulusal Yarışma’nın öne çıkan filmlerinden bir diğeri, Hüseyin Karabey’in 2008 yılında festivalde ilgiyle karşılanmış ve en iyi kadın oyuncu (Ayça Damgacı) ödülünü kazanmış ‘Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’dan sonraki ikinci uzun metrajı ‘Sesime Gel’ (ya da özgün Kürtçe adıyla ‘Were Dengê Min’). Karabey, yakın tarihte Türkiye’nin doğusunda olup bitenler üzerine keskin bir politik tavır sergilemek yerine, yaşanan trajikomik olayları bir halk geleneğinden, masal anlatıcı ozanların (dengbejler) ağzından anlatmayı seçmiş. Doğada bir arayış üzerine kurulu, dinginliği ölçüsünde güçlü bu yapımda Anne Misselwitz’in görüntüleri ve toplu müzik çalışması mükemmel.

Sinemamızın bir diğer deneyimli ismi Kazım Öz’ün, her yıl Batman’dan Ankara yöresine tarım işçiliği yapmak üzere gelmiş kalabalık ve yoksul Kürt ailesinin hikayesi çerçevesinde, izleyicisini keskin sınıf çelişkileri, yeni sömürgecilik yöntemleri ve insanların ürettiklerine yabancılaşması üzerine düşünmesini amaçladığı yeni filmi ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’u henüz izleyemedik.

Bunun gibi, Kenan Korkmaz’ın ilk filmi ‘Lüks Otel’den (2001) sonraki çalışması ‘Gittiler: Sair ve Meçhul’ ve her ikisi de ilk film olan Melisa Önel’in ‘Kumun Tadı’ ile Esra Saydam / Nisan Dağ ikilisinin çağdaş kadın erkek ilişkisini deşeleyen ‘Deniz Seviyesi’ de henüz izleyemediklerimiz arasında.

Ödüller, festivalin 19 Nisan Cumartesi akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenecek olan kapanış töreninde sahiplerini buluyor. Törenin CNN Türk kanalından naklen yayınlanacağını, en iyi film ödülünü kazanan yapımın 20 Nisan Pazar günü 21:30 seansında Atlas 3 salonunda bir kez daha gösterileceğini hatırlatalım.

(16 Nisan 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festivalin Uluslararası Yarışma Filmleri Görücüye Çıkıyor

33. İstanbul Film Festivali tüm coşkusuyla devam ediyor. Dünya festivallerinde öne çıkan filmlerin büyük ilgi gördüğü ilk haftayı tamamladık bile. Festivalin ikinci yarısı dünya sinemasından yeni keşiflerin yanısıra, uluslararası jürilerin görev yaptığı yarışmalı bölümlerde yer alan filmlerin gösterimiyle daha bir şenleneceğe benzer.

Yazımız henüz tümünü izleme fırsatını bulamadığımız Altın Lale ödüllü Uluslararası Yarışma seçkisi üzerine. Festivalin bu geleneksel bölümünde, bu yıl otuzuncu kez ‘edebiyat uyarlamaları’ ve ‘sinema ve sanatlar’ temalı 12 adet film yarışacak. Bunlardan ‘Frank’, kendine özgü bir müzik grubunun hikâyesi. Geçtiğimiz yıl ‘Ne Yaptın Richard’ ile Altın Lale’yi kazanmış yönetmen Lenny Abrahamson’ın esin kaynağı, İngiliz punk grubu The Freshies’in gizemli lideri Chris Sievey’in sahne kişiliği Frank Sidebottom imiş. Bu ilginç filmin en önemli özelliği, tanınmış oyuncu Michael Fassbender’in can verdiği Frank’in kafasında devasa bir maske taşıyan ve koyduğu kurallarla grubu bir arada tutan farklı kişiliği. Tanınmış İngiliz görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın kurmaca ile gerçeği birleştirdiği ilk uzun metrajı ‘Dünyada 20.000 Gün’ ise, senaryoya da katkısı bulunan gerçek bir kültür ikonunun, müzisyen, yazar, arada bir oyuncu Nick Cave’in 24 saatini anlatmaya soyunmuş. Sanatsal yaratım süreci üzerine ortalıktaki birçok müzik belgeselinden farklı yapıda bir deneme bu.

İzlanda’nın tanınmış yönetmenlerinden Ragnar Bragason’ın ilham kaynağı ise küçük yaşlarda tutkunu olduğu Iron Maiden’ın müziği. ‘Metalci / Metalhead’, 70’li yılların İzlanda kırsalında büyüyen Hera’nın acı bir kaybın tesellisini Heavy Metal’in karanlık tınılarında bulmaya çabalaması üzerine trajikomik bir aile öyküsü. Kuzey ülkelerinden gelen iki farklı örnek daha mevcut yarışma seçkisinde. Önceki yıllarda festivalde ödüller almış iki ilginç filmin (Tekrar / Reprise ve Oslo, 31 Ağustos) senaryosunda imzası bulunan Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi Sundance senaryo ödüllü ‘Körlük’, sinemanın en temel ögeleri olan görmek, görülmek, ışık ve karanlık üzerine izlenmesi gereken bir çalışma. İsveç’ten ‘Buluşma’ ise, okul arkadaşlığı deneyimlerimiz ve akran zorbalığı üzerine gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgi üzerinde gezinen, psikoloji ile ilgilenenlere özellikle öğütlenecek bir film.

Beş ödülle (en iyi film, ilk film, erkek oyuncu, senaryo, kurgu) bu yılki César ödüllerine damgasını vuran ‘Ben, Kendim ve Annem / Les Garçons Et Guillaume A Table!’, Comédie-Française kökenli oyuncu Guillaume Gallienne’in yıllardır sahneye koyduğu tek kişilik gösterisinin beyazperde uyarlaması. Son olarak Yves Saint Laurent’ın hayat arkadaşı Pierre Bergé rolünde izlediğimiz Gallienne, hem anneyi, hem oğlu canlandırdığı filminde eşcinsel film klişeleri ve büyüme öyküleriyle dalgasını geçiyor.Yarışmada yer alan bir diğer Fransız yapımı ‘Violette’, kadın cinselliği, kürtaj gibi meseleleri erken dönemde Fransız kamuoyunda tartışmaya açmış Violette Leduc’ten almış adını. Bu dönem filmi, yazarın Simone de Beauvoir ve Jean Genet ile yakın dostluğunu mercek altına yatıran, feminizm ve edebiyat üzerine ilginç bir deneme.

Festival izleyicisinin yakından tanıdığı Kanadalı Xavier Dolan’ın bir önceki filmi ‘Laurence Anyways’, saygın yapımcı Marin Karmitz’e ayrılan bölümde gösterilirken, bir oyun uyarlaması olan son filmi yarışmada yer alıyor. Geçtiğimiz yılın Venedik şenliğinden Fipresci ödüllü ‘Tom Çiftlikte’, Dolan’ın bir kez daha başrolde gözüktüğü eşcinsellik ve homofobi üzerine kırsalda geçen bir hikâye. Bu kez psikolojik gerilim türünü denemiş genç yönetmen. Bir diğer tanınmış Kanadalı yönetmen Robert Lepage’ın 9 saatlik kendi oyunundan (Lipsynch) filme çektiği ‘Üçleme’ (korkmayın film sadece 90 dakika), Berlinale’den sonra İstanbul’da yarışıyor. Üç sorunlu karakterin hayatındaki dönüm noktalarını birbirine bağlarken, yalnızlık, delilik, hafıza gibi konuları irdelemiş Lepage.

Amerikan bağımsız sinemasının tanınmış isimlerinden John Curran bir edebiyat uyarlamasıyla yarışma seçkisine dahil olmuş bu yıl. Robyn Davidson’ın otobiyografik kitabından uyarlanan ‘Çöldeki İzler / Tracks’, yazarın köpeği ve dört deveyle 1977 yılında Avustralya çöllerinde yaptığı yolculuğu konu alıyor. Mia Wasikovska’nın Robyn’i canlandırdığı filmde, Adam Driver’ı yazarın yolculuğunu kaydeden National Geographic fotoğrafçısı rolünde izliyoruz

Polonya’nın yarışmada yer alan filmi ‘Taş Bebek’ gerçek bir öyküye dayanıyor. Şiirlerini resmi olarak yayımlayan ve Lehçeye çevrilen ilk Roman şairi, Papuzsa lakaplı Bronislawa Wajs’ın trajik hikâyesi, 1950-1960’lar döneminin ruhunu etkili bir biçimde verebilmek için siyah-beyaz çekilmiş.

Ve sinemaya, peliküle ve onun kendine has kokusuna saygı duruşunda bulunan bir filmle uluslararası yarışma filmlerini tamamlıyoruz. Tanınmış İtalyan yönetmen Daniele Luchetti’nin kısmen otobiyografik yeni filmi seyirciyi 70’li yıllara götürüyor. Ailevi sorunlar, küçük Dario’nun sinemanın büyüsünü keşfetmesi üzerine ilgiye değer bir yapım ‘Mutlu Yıllarımız’.

(13 Nisan 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İletişimsizlik, Yabancılaşma, Yanılsama, Kadınlar: Antonioni

Modernizmin büyük sanatçılarından İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin “Cinayeti Gördüm”, “Zabriskie Point” ve “Yolcu” filmlerinin mekânlarında dolaşmak istedik.

Modernizmin sınırlarındaki iki yönetmen, Michelangelo Antonioni ve Jean-Luc Godard, sinemaya bambaşka bakışlar sundular ve insanları sarstılar filmleriyle. Postmodernizmin sınırlarına gelirken son defa aynada kendilerine baktı insanlar. 1960’larla beraber değişim ve dönüşüm başladı. Refah toplumunun yanılsama olduğu fark edildi. Şiddet ve özgürlük isteği çoğaldı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Antonioni, Ferrara’da 29 Eylül 1912’de doğdu. Film çekmeden önce yıllarca film eleştirmenliği yaptı. Antonioni, 1943-44 yılları arasında “Gentel del Po-Po’nun İnsanları”nı yaptı. 1953 yılında “Cronaca di un Amore-Bir Aşkın Güncesi” filmiyle sinema yoluna düştü. Sinemanın en özel dörtlemelerinden 1960’da “L’Avventura-Macera”, 1961’de “La Notte-Gece”, 1962’de “L’Eclisse-Batan Güneş” ve 1964’te renkli olarak çektiği “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl” filmlerini yaptı. 1960’ların ortasından itibaren İtalya dışında da filmler çekmeye başladı usta. Antonioni, İtalya’da 1983’te “Nostalghia-Nostalji” filmini çekmeye hazırlanan Andrey Tarkovski’yle de bir araya gelmişlerdi. Tarkovski, bu buluşmada biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Antonioni’nin, 30 Temmuz 2007 yılında uzun hayatı son buldu.

Antonioni filmlerinde, klâsik anlatımın geçişli kurgusunun karşısında geçişsiz kurguyu kullandı çoğunlukla. Geçişli anlatımlarda yoğun olarak “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme”, “silme”, “gibi noktalama geçişleri oluyor. Hatta açı-karşı açı” kullanılıyor. Seyirci, yabancılaşma yaşamadan bir mekândan diğerine, bir zamandan diğerine geçiş yapıldığını anlıyor ve zihninde kaosu yaşamıyor. Antonioni’deyse bu tam tersi. Filmi izlerken, seyirci zaman geçişlerini ve başka bir mekânda bulunmayı bir süre sonra algılayabiliyor bazen. Antonioni, çoğunlukla “kesme” kurgusu yaparak araya hiçbir şey almadan doğrudan başka sahnelere ve mekânlara geçebiliyor. Antonioni, kullandığı açıyı bir daha kullanmamaya çaba gösteriyor çoğunlukla bir de. Seyirci zihninde küçük bir kaos yaşayabiliyor böylece. Elbette yabancılaşarak. Modernizm, iletişimsizlik ve yabancılaşmaydı çünkü. Antonioni, senaryolarını yazmadan önce mekânları dolaşıp ondan sonra senaryoları yazıyordu. Zihninde oluşan hayali mekânlarla değil, somut mekânlar üzerinden hikâyelerini oluşturuyordu. Aslında Antonioni’de, karakter önemli değildi. Bir başka büyük İtalyan usta Federico Fellini’de olduğu gibi. Karakterler öne çıkmıyor. Önemli olansa, o karakterlerin o mekândaki o anki hayatlarıydı.

“Cinayeti Gördüm…”

Michelangelo Antonioni ustanın, İngiltere’de çektiği İngilizce ilk film, MGM’in sunduğu 1966 yapımı renkli “Blow-up-Cinayeti Gördüm” filmi, cinayete tanık olduğunu sanan bir moda fotoğrafçısının yanılsamaları peşinde dolaşıyor. Carlo Ponti’nin yapımcılığını üstlendiği film, Julio Cortazar’ın “Las Babas del Dialio” kısa hikâyesinden çekilmiş. Senaryoyu da yönetmenle beraber ünlü senarist Tonino Guerra ortak yazmış. Fonda duyulan caz tınıları da Herbie Hancock’un. Yönetmen The Yardbirds’ün sert rock müziğini de kullanmış az da olsa. Etkileyici ve ilham verici görüntülerse büyük kameramanlardan Carlo di Palma’dan. Filmde, sadece tek bir günde geçenler yansıyor, belirtelim.

Londra, sabah. Moda fotoğrafçısı Thomas (David Hemmings), işçilerle beraber fabrikadan çıkıyor. Fabrikaya işçi gibi girmiş ve vardiyadaki işçilerin siyah-beyaz fotoğraflarını çekmiş Thomas. Aslında o, çevresinden ve birbirinden güzel fotomodellerden boğulmuş. Bu yüzden farklı çalışmaların, beklenmedik anların peşinde dolaşmak istiyor. Emekçilerden ayrılan Thomas, cipteki çılgın gençlerin ortasında son model üstü açık arabasına biniyor ve fotoğraf stüdyosuna geliyor. Orada onu bekleyen işler var elbette. Antonioni, bu stüdyodaki kışkırtıcı ve baştan çıkartıcı fotomodel çekimi anlarını belgesel gibi yansıtsa da, yapay sanatın soğukluğunu yaşattırıyordu insana. Antonioni de bunun böyle olmasını istemiş sanki. Kırmızı şarabını yudumlarken çekimleri bitiren Thomas, hemen bitişikteki ressam Bill’in (John Castle) atölye evine uğruyor önce. Patricia’yla (Sarah Miles) yaşayan Bill, Thomas’a yanılsama hakkında bir şeyler mırıldanıyor yaptığı tabloya bakarken. Bill’in birkaç yıl önce yaptığı resim, yıllar içinde anlamlanmaya başlamış, bir şeye dönüşmüş. Thomas’ın bu mekânda parmakları arasında dolaştırdığı madeni paraya da dikkat kesilmeli.

Thomas, Londra’nın biraz dışındaki stüdyosunda çalışıyor. Gri gökyüzüyle siyahımsı binalar insanı kasvetli bir atmosferin içine bırakıyor. Dar sokaklar, alabildiğine sakin, hatta neredeyse ıssız. İnsan kendini yapayalnız hissediyor. Filmde, yoğun olarak gri tonlar öne çıkıyor. Işıklar da loş. Bu atmosferin içinde yansıyan diğer renkler gerçekten kontrast oluşturuyor. Bu grilik ve solukluk ortasında, kırmızı çift katlı belediye otobüsleri, kırmızı telefon vs. Her şey hem bir fotoğraf gibi, hem de bir resim gibi. Dış mekânlar genelde böyleydi. İngilizler bile Londra’yı aynen böyle belgesel ruhuyla kendi filmlerinde görmemişlerdir belki.

Bill’in yanından ayrılan Thomas, antikacı dükkânına uğruyor parka gitmeden önce. Orayı almak için patronunu ikna etmiş Thomas. Aksi bir adamla konuştuktan sonra dükkânın sahibini beklemek yerine dışarıda fotoğraf çekmeye başlayan Thomas, Maryon Park’a sürükleniyor. Yeşil bir cangılın içinde sanki kayboluyor Thomas. Seyirci de. Antonioni, Thomas parkta fotoğraf çekmeye başladığında kamera birden özgürce savrulur gibi çekimler yapıyor. Thomas’ın objektifinden yansıyormuş hissini vererek. Bu da mı bir yanılsamaydı? Fotoğraf makinesiyle bir genç kadın Jane’le (Venessa Redgrave) orta yaşlı bir adamı takip etmeye başlıyor. Onların romantik halleri ilgisini çekerken, Jane onu fark ediyor ve negatifi istiyor. Küçük konuşmadan sonra antikacı dükkânına dönen Thomas, güzel antikacıyı dükkânı devretmesi için ikna ederken kendine de büyükçe bir pervane satın alıyor. Bu pervane kısırdöngüye metafor yapıyor. Arabasıyla, arkadaşı Ron’un (Peter Bowles) yemek yediği restorana uğruyor. Thomas’ın basılmış fotoğraf kitabı da var. Thomas, fabrikada çektiği belgesel fotoğraflarını Ron’a gösterirken, az önce parkta çektiği ilginç fotoğraflardan da söz ediyor. Sonra Thomas stüdyoya döndüğünde birdenbire Jane ortaya çıkıveriyor negatifi Thomas’tan almak için. Jane, gizemli ve ilişkiye açık bir kadın gibi görünüyor. Ya da negatifi ele geçirinceye kadar. Thomas, Jane’in güzelliğini fark ediyor ve onun stüdyoda fotoğraflarını çekmeyi istiyor. İkisi de istediğine kolay ulaşamıyor. Gizemler, oyunlar ortalığa savruluyor. Kadınlar, zarif ve esrar dolu işte. Jane, üstündeki gömleği çıkarttıktan sonra elleriyle açıkta kalan göğüslerini salkıyıveriyor hemen. Thomas da üstünü çıkartıyor, ama saklanmaya değer bir şeyi yok elbette. Estetik olan gizemi hak ediyordu. Thomas evli miydi? Thomas’ın Jane’le konuşurken kullandığı kelimeler yanılsama yaratıyordu zihinde. Jane’e başka negatifi veren Thomas, parkta Jane’le adamın negatiflerini karanlık odada negatifleri banyo yaptıktan sonra büyük kâğıtlara siyah-beyaz fotoğrafları basıyor. Fotoğraflarda bir şeyler fark etmeye başlıyor. Fotoğrafa büyüteçle baktığında ağaçlar arasında tabancalı bir eli fark ediyor. Bunlar olurken stüdyoya sarı saçlı (Jane Birkin) ve siyah saçlı utangaç (Gillian Hills) iki güzel fotomodel kız geliyor. Eğleniyorlar. Antonioni ustanın bu anlardaki yansıttığı estetik çarpıcıydı. Çünkü bu orji kışkırtıcı, baştan çıkartıcı ve sonra da iticiydi.

Gece olunca parka giden Thomas, tabancılı elin olduğu yerde Jane’le olan orta yaşlı adamın cesedini görüyor. Yanında fotoğraf makinesi yok. Orada ışığı yanmayan neon da boşluktaymış gibi algılanıyor. Ve Sinema Dergisi’nin Kasım 1990’daki nüshasında, 1970’lerin başında Antonioni’yle yapılmış uzun mülâkatı yayımlamışlardı. Antonioni, insanların parktaki bu ışıklı tabelayı okumalarını istememiş, reklâm olmasın diye. Işık kaynağına da ihtiyaç hissetmiş. Bir de atmosferdeki romantizmin dağılmasını istemiş. Başkaca da anlamı yokmuş. Ama, gündüz de o tabeladaki yazı okunamıyordu. Harfler birbirine geçmiş gibiydi sanki. Büyük yönetmenler eserleri hakkında kendilerini ele vermiyorlar ve sürekli konuşarak da saçmalamıyorlar. Thomas, arabasıyla şehre gidiyor Ron’u aramak için. Gözü Jane’e takılıyor. Jane’in peşine takılıyor. Aslında Thomas’ın Jane’i mi arıyor, yoksa Ron’u mu, bilemiyorsunuz. Seyirci sokaklar, kalabalıklar ve binalar arasında Thomas’la beraber kayboluyor adeta. Thomas bir diskoya geliyor. Sert rock çalan The Yardbirds grubunun isyan eden müziğine gençler donmuş gibi tepki vermeyen gençlere tepki gösteren gitarist gitarını öfkeyle parçalıyor ve gençler kıpırdanmaya başlıyorlar rock ruhuyla. Gitarın sapıyla kendini dışarı atan Thomas sonunda Ron’a ulaşabiliyor. Otla kafası dumanlı Ron’a cinayeti anlatmaya çabalasa da kolay olmuyor. Thomas da kendini boş yatağa bırakıyor ve şafakla beraber Maryon Park’a gidiyor fotoğraf makinesiyle. Işıklı tabelaya yakın yerde cesedi bulamıyor. Dün sabahki gençler yine cipe binmiş sabah dolaşmalarını yapıyorlar. Gençler, tenis kortuna yöneliyorlar. İki genç, hayali tenis maçı yapıyorlar. Ellerinde raket ve top yok. Cesedin olmaması gibiydi. Thomas, hayali top kortun dışına çıktığında oyuna katılıyor ve belki de bugün yaşadıklarını düşünüyor. Gerçekliğin yanılsamasının olduğu filmde seyirciler yine de zihinlerinde kuşkular yaşıyorlar. Antonioni baştan beri yanılsamaları küçük ayrıntılarla aralara serpiştirse de. Bir gün Londra’ya yolunuz düşerse eğer Maryon Park’a da uğrayın Antonioni hatırası için. “Cinayeti Gördüm” filmindeki atmosferin içine girmeniz muhtemel. Park hiç bozulmamış. Londra, New York, Paris, Madrid gibi muhteşem şehirler koruma altında. Doğdunuz sokak yaşlandığınızda da hemen aynı bu şehirlerde. Bu film, Ekim 1971’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.

“Zabriskie Point…”

Antonioni’nin İngilizce olarak Amerika’da renkli ve sinemaskop çektiği 1970 yapımı “Zabriskie Point” filmini MGM sunmuş. Filmin yapımcısıysa Carlo Ponti. Filmin senaryosunu Antonioni, Tonino Guerra, ünlü oyuncu-yönetmen Sam Shepard, Bernardo Bertolucci’nin senaristlerinden Clare Peploe ve Fred Gardner. Antonioni, filminde Pink Floyd, Rolling Stones, Kaleidescope, Jerry Garcia gibi grup ve şarkıcıların müziklerini kullanmış. Müziklerin çoğu Daria’nın araba radyosundan duyuluyor. Filmin görüntüleriyse Alfio Contini’den. Filmin hikâyesi, öğleden öce başlıyor, öğleden sonra bitiyor. Bir gün bile sürmüyor.

Film, devrimci üniversite öğrencilerinin tartışmalarını yansıtmadan önce kırmızılar içinde ön jenerik yazılarını sunuyor. Görüntü normal görüntülere dönüşürken, Los Angeles’ta siyah ve beyaz üniversite öğrencileri boykotu, eylemleri, baskıları, ayrımcılığı, ırkçılığı konuşuyorlar. 68 kuşağı, çiçek çocukları, eşitlik ve özgürlük savunucuları siyahlar. Amerika, Vietnam’la yıllardır sonu ne olacağı bilinmeyen bir savaşın içinde. Gençler, cephelere sürülerek ölürken, Amerika’da sivil hakların mücadelesi de sürüyor. Devlet, polisine inanılmaz, faşizmin sınırlarını zorlayan yetkiler vermiş ve kendisine karşı olduğunu düşündüğü herkesin üstüne inanılmaz şiddet yağdırıyor. Polis, üniversite kampuslarını basarak öğrencilere korkunç şiddet savuruyor. Elbette ilk önce biber gazı kullanıyorlar. Bu hiç değişmiyor. Sivil itaatsizlik göstermiş, kuralları ciddiye almamış ve sonunda üniversiteden atılmış yirmi yaşındaki Mark da (Mark Frechette) öğrenci toplantısına katılıyor. Sonra da kamyonetiyle hapishaneye gidip kefaletle serbest bırakılacak arkadaşını almaya gidiyor. Hapishanede inanılmaz disiplin, kurallar ve şiddet var. Mark, adını soran polise, “Karl Marx” diyor. Şiddet dışında bir şey bilmeyen polis Marks’ı nereden bilecekti ki? Mark, hapishaneye giderken, Antonioni, yollardaki trafik karmaşasıyla her tarafa serpiştirilmiş reklam panolarıyla kapitalizmin küçük belgeselini de yansıtıyordu. Kapitalizm, sadece tüket ve düşünme diyor sanki. Antonioni, bu anlarda kamerayı öfkeli kullanmış. Milyonlarca yılda oluşmuş harikalar da kapitalizmin inşaatlarıyla sonsuza kadar kaybolup gidiyor. Çevre çöküyor. Vietnam Savaşı’nı ve ırk ayrımcılığına isyan edenler tutuklanırken, kapitalistler borsada para basıyorlar. Devlet, zenginleri korumaya alırken, hukuk bertaraf edilerek faşizm kasveti toplumun üstüne karabulut gibi çöküyor polis gazlarıyla. Antonioni, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir devlet değil, şirket-devlet olduğunu söylüyor bu sol ruhlu filmiyle. Antonioni, Amerikan muhafazakârlığına da öfke gönderiyor gençlerden yana olurken. Muhafazakârları çıldırtan her şey “Zabriskie Point” filminde kutsanıyor.

Mark, hapisten çıkan arkadaşıyla önce silâh satan dükkâna gidiyorlar ve tabanca satın alıyorlar. Mark sonra boykotun ve işgalin olacağı atıldığı üniversiteye uğruyor. Kampusta polis şiddeti her yerde görülüyor. Kanlar içinde yerde yatan üniversite öğrencilerini gördüğünüzde yüreğiniz çıkacak gibi oluyor bu anlarda. Polis, binayı işgal etmiş öğrencileri dışarı çıkartabilmek için içeriye biber gazı atarken, bir tabanca sesi duyuluyor ve ardından resmi giyimli polis yere yığılıyor. Kim ateş etmişti? Mark mı, diye içinize bir kuşku düşüyor. Ateş edilmeden önce Mark, ayağındaki botundan küçük tabancasını çıkartıp polise doğrultuyordu. Gerçekliğin yanılsaması mıydı bu? Filmi ikinci defa gördüğünüzde gerçeğe dokunuyorsunuz filmde. Kaçan Mark, sakince küçük bir havaalanına geliyor, oradan küçük bir uçak Lilly 7’yi kaçırıyor ve özgürce gökyüzünde dolaşmaya başlıyor. Yolları kesişeceği Daria (Daria Halprin), üniversitede okurken, inşaat yatırımcısı Lee Allen’ın da (Rod Taylor) sekreteri. Üniversiten Buick arabasıyla Mojave çölünde Phoenix’e doğru yola çıkıyor. Ölüm Vadisi (Death Valley) burası. Ama önce Jimmy’yi bulması gerekiyor. Çölün ortasında bir kafeye uğruyor. Kafenin müşterileri yaşlı insanlar. Jimmy’yi bulamayan Daria dışarı çıkıyor ve televizyon haberlerindeki şiddeti taklit eden çocuklar Daria’yı korkutuyorlar. Oradan uzaklaşan Daria, gökyüzündeki Mark’la yolu kesişiyor çölde. Uçağı benzini bittiği için yaşlı bir tamircinin küçük pistine indiren Mark, oraya gelen Daria’nın arabasıyla yola düşüyorlar çölde benzinci bulabilmek için. “Ölüm Vadisi”nde özel bir yeri, Zabriskie Point’u keşfediyorlar. Bu çarpıcı yer, milyonlarca yılda oluşmuş. Borat ve alçı taşı yoğun burada. Doğal güçler tarafından toprak eğilmiş ve yukarı doğru çıkmış. Su ve rüzgârdan dolayı da erozyon da yaşanmış burada. Zabriski Point, sarı ve çorak çöle benzemiyor. Daha grimsi. Toprak çok ince, kayalar da çok sert. Burada iki genç birbirini tanımaya çalışıyor, sonra da sevişiyorlar. Onlar sevişirken, gerçeküstü bir anda başka gençler de yansıyor sevişen. Gençler çoğalıyor. Antonioni, gençlere savaşa gitmesin ipinden boşalmış gibi sevişsinler diyor sanki. Gençler enerji dolu, zeki, mizah yüklü ve yufka yürekli oluyorlar. Zabriskie Point’a bir karavanla tatile çıkmış bir aile geliyor. Adamın bölgeye bakarken manzarayı değil, yeşil dolarları gördüğünü fark ediyorsunuz.

Uçağın yanına gelen Mark ve Daria, uçağı rengarenk boyuyorlar. Uçağın bir tarafına “She-He-It”, diğer tarafına da “No Words” yazıyorlar. Yolları ayrılıyor. Daria çölde yoluna devam ederken, Mark da uçağı havaalanına götürüyor. Havaalanında polisler şiddet için konuşlanmışlar. Uçak piste indiğinde polisler uçağa ateş ediyorlar ve bir trajedinin daha yaşanmasına neden oluyorlar. Polislerden kimse hesap sormuyor. Çünkü onlar zenginlerin ve şirketlerin bekası için görevlerindeler. Daria çölde radyosunda Mark’ın öldüğünü öğreniyor, ardından da çöldeki patronunun yaptığı son otele gidiyor. Daria, orada boğulur gibi oluyor, kimseye haber vermeden arabasına gidiyor. Otele bakıyor. Zihninde, çeşitli açılardan oteli infilak ettiriyor Daria. Sonra da yalan üretim makinesi televizyonu paramparça ediyor. Peşinden de tüketim olan her şeyi. En sonunda da şirketlere eleman yetiştirmekten başka hiçbir işe yaramayan üniversitelerin kitaplarını havada uçuruyor Daria zihninde. Kapitalizm yenildi mi? 68 ruhu yaşanıyor hâlâ. Anarşist bu ruh özgürlüğü hatırlatıyor hep.

“Yolcu…”

Antonioni’nin, kimlik değiştiren bir adamın, kimliğine geçtiği adamın kaderini yaşamasını anlatıyor. Bu kader ruhani olan değil. Modernizmin insanı boşluğa düşüren yabancılaştırması. Filmin senaryosunu Antonioni’yle beraber Mark Peploe ve Peter Wollen ortak yazmışlar. 1938’de Londra’da doğmuş İngiliz sinema kuramcısı Wollen’ın “Sinemada Göstergeler ve Anlam” kitabı 2004 yılında Metis Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu kitabın yakınlarınızda bulunması iyi gelebilir. Wollen, yaratıcı yönetmen konusunda Fransız “Yeni Dalga” yönetmenlerinden farklı düşünüyor. Fransızların, yaratıcı yönetmene yaklaşımında yönetmenin senaryoyu da yazması öneriliyordu. Wollen, Anglo-Amerikan bakışla yaratıcı yönetmenin farklı türlerde filmler çekip, o filmlere kendi üslubunu katmasını savunuyordu. MGM de “50. Altın Yılı”nda Antonioni’yi iftiharla sunuyordu 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmiyle. Bu filmin kameramanıysa Luciano Tovoli. Yapımcıysa Carlo Ponti. Seyirci, “Yolcu” filminde birçok anda zihinsel kaos yaşıyor. Mekânları ve zamanları karıştırıyor. Ama, bir zaman sonra algılamaya başlıyorsunuz elbette.

Amerikalı David Locke (Jack Nicholson), Afrika’da çatışmaları yakından takip eden, mülâkatları kamerayla belgeleyen bir gazeteci. Şimdi Çad’da. Film, David’in sessizlik ve mutlak gizemle yüklü buluşması üzerine açılıyor. Hiç konuşmadan kendini gerillalara ulaştıracak adama ulaşıyor bu sessizlik iletişimiyle. David, çölün içinde sıkılmışlığı da fark ediliyor. Sarı çöl kumlarıysa kederi çağrıştırıyor sanki. David, uzaktaki gerillalara ulaşmak için uzun yolu göze alamıyor ve cipine atlayıp öfkeyle geri dönüyor. Çöldeki otelinde sabah tanıştığı David Robertson’ın (Charles Mulvehill) odasına giden David, onu yatakta yarı çıplak yatarken buluyor. Öldüğünü anlıyor. Gözü, Robertson’ın çantasındaki Münih uçak bileti takılıyor. Önce Robertson’ın mavi gömleğini giyiyor. Tavanda da vantilatör dönüp duruyor. Sinema psikolojisinde mavi renk karmaşayı, vantilatör kısırdöngüyü çağrıştırıyor. Robertson’ın pasaportunu alan David, odasına gidiyor ve pasaportlardaki fotoğraflar değiştirirken, makaralı teybinden sabahki Robertson’la yaptığı konuşmaların kaydını dinliyor. Bu sahnedeki anlar çarpıcı ve sinema adına insanı heyecanlandırıyor. Kamera, şimdiki andan geçmiş ana kesme yapmadan geçiyor. Kamera, David’den ayrılarak sola doğru çevriniyor (pan yapıyor), oda duvarını geçiyor, ardından da odanın dışındaki mavi gömlekli Robertson yansıyor pencereden. Odada yarı çıplak olan David de kısa bir an sonra kareli kısa kollu gömleğiyle Robertson’ın yanına geliyor. Antonioni, bu kesmesiz kurgusuyla, Tarkovski ve 1972 yapımı bilimkurgusu “Solaris”e bir saygı gönderiyordu sanki. Bu sahnenin sonundaysa, David’in odasının içindeki Robertson’dan sağa doğru dönen kamera, masada yarı çıplak oturan David’i gösteriyor. Tarkovski’nin kamerası “Solaris”te 360 derece kendi çevresinde dairesel dönerken, Antonioni’nin kamerası da “Yolcu”da sadece 90 derece dönüyor, belirtelim. David, işini bitirdikten sonra gezgin işadamı sandığı Robertson’ın cesedini kendi odasına taşıyor. Sonra da Robertson’ın öldüğünü söylüyor resepsiyondaki insanlara.

Birdenbire Londra. Antonioni, hiç kesme yapmadan David’i Londra’da gösteriyor. Robertson’ın kimliğine bürünen takma bıyıklı David, sıkıldığı hayattan yeni maceraların içine düşüyor gönüllü sürgünüyle. Artık özgür müydü David? Gözü bankta kitap okuyan mimarlık öğrencisi genç bir kadına (Maria Schneider) takılıyor önce. Genç kadın bir an ona bakıyor ve sonra kitabına gömülüyor. Kamera, birden öne doğru kayıyor bu anda. Beşten sonra kamera kaydırmalarını saymayı bıraktık. Final bölümündeyse kamera, uzun ve özel kayacaktı öne doğru. Antonioni bu filminde sıkça çevrinme (pan) yaptırıyordu kamerasına. Sonra Münih’e geçiyor David. Havaalanında tanıması gereken adamları tanımıyor. Kiraladığı arabayla doğrudan kiliseye gidiyor. Evlilik törenini izledikten sonra kilisede sıraya oturup bekliyor. Havaalanında tanımadığı biri siyah, diğeri beyaz iki adam kendisiyle iletişime geçiyor. Adamlar, Robertson sandıkları David’e para veriyorlar. Çünkü Robertson bir silah kaçakçısı ve Afrikalı direnişçi örgüte silahlar satmış. Parayı alan David, lokantada yemek yerken, Robertson’ın defterinde Daisy’nin notu gözüne çarpıyor. Notun altında da 1973 yazıyor. David, Münih’te son gününde erkek olduğunu sandığı Daisy’ye telefon ettikten sonra birdenbire Barselona’da teleferikte buluveriyor kendini. Bu sahnelerdeki kurgu da çok özeldi. Münih’te kameranın sağından koşarak çıkan David, sonraki sahnede kameranın solundan nefes nefese Barselona’da teleferiğe biniyordu. David, Münih’ten Barselona’ya zıplıyordu sanki. David’in geride bıraktığı Rachel (Jenny Runacre) yavaş yavaş bu tuhaf hikâyeye dâhil oluyor. Rachel’la, David üstüne televizyon belgeseli için uğraşan yapımcı Martin (Ian Hendry), David’in gerillalarla yaptığı röportajı izlediği sahnede ekrandaki görüntü o ana dönüşüyor ve seyirci David’in bulunduğu mekâna gidiyor. Gerçekliğin başka boyutuna geçiliyordu bu geriye dönüşle, Rachel, kocasının bulunduğu yere gitmiş o görüşmenin olduğu zamanı hatırlıyordu. Tarkovski’nin “Solaris” filminde de benzer bir an vardı ve yansıyan görüntü o anın içinde olmaya dönüşüyordu psikolog Kris’in gençlik görüntüleriyle.

Askerler, direnişçi bir insanı kurşuna diziyorlardı deniz kıyısında. Bu anlar, Rachel’la belgeselcinin stüdyoda izledikleri David’in Afrika’da kaydettiği haber-belgesel olduğunu fark ediyorsunuz. Bu görüntüler insanı gerçekten sarsıyordu. Bu anlarda renklerse koyu tonlardaydı. Martin, Rachel’in araştırmalarıyla David’in son günlerini öğrenmek için Robertson’ı bulmak umuduyla Barselona’ya geliyor. David kalabalık içinde onu fark ediyor ve kaçarken kendini mimar Gaudi’nin tamamlayamadığı binanın içinde buluyor. Rastlantı onu Londra’da gördüğü mimarlık öğrencisi genç kadınla karşılaştırıyor. Adını ve hangi ülkeden olduğunu bilmediğimiz, adeta kimliksiz bu mimarlık öğrencisi genç kadın, mimarisiyle öne çıkmış şehirleri yaz tatilinde dolaşan bir turist. Gaudi tutkunu. Antonioni, Barselona şehrinin ruhu olmuş Gaudi’ye onun eserlerini göstererek saygı sunuşu da yapmış bu filmiyle. Barselona, Gaudi demek çünkü. David’le mimarlık öğrencisi, David’in kiraladığı üstü açık arabayla Endülüs yollarına düşüyorlar. David trajedisine mi yol alıyor? Sarının ve Emevi mimarisinin ruh kattığı bu bölge trajediyle de buluşan bir yer. Çünkü David’in peşinde birileri var. Münih’te para aldığı gerilla Achebe (Ambroise Bia), biri beyaz diğeri siyah iki adam tarafından ortadan kaldırılıyor. Adamlar, Robertson sandıkları David’in peşindeler. Elbette Rachel da. David, bozulan arabayı tamir ettirmek için kasabada kalıyor. Mimarlık öğrencisi genç kadını otobüsle Almeira’ya yolluyor. Yolladığını sanıyor. Otel odasına yerleşen David, onca yorgunlukla kendini yatağa bıraktıktan sonra kamera belli belirsiz öne doğru yavaşça kayıyor, Citroen arabadan Barselona’da Achebe’yi öldüren iki adam çıkıyor, beyaz olanı mimarlık öğrencisinin yanına gidiyor, bir şeyler konuşuyorlar, adam otelin girişine yöneldiğinde kamera odanın demir parmaklıklarından dışarı çıkıyor, kamera dışarıda aylak aylak kayarken, mimarlık öğrencisi telaşla gelen polis arabasına doğru yürüyor, arabada polislerle beraber Rachel da var, kamera onları takip ediyor, otelden içeri girerken, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor David’in odasının penceresine geliyor, polis Rachel’a yatakta uzanmış David’i tanıyıp tanımadığını söylüyor, o da tanımadığını belirtiyor. Antonioni, bu sahneyi yaklaşık yedi dakika hiç kesme yapmadan yansıtmış. David’in öldürüldüğünü görmüyorsunuz. İçinize kuşku da düşüyor bu uzun sahneden sonra. Antonioni, bu sahneyle Fritz Lang’ın 1931 yapımı siyah-beyaz kara filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filmindeki bir ana saygı gönderiyor. Lang usta, uzun plânla hiç kesme yapmadan kamerayı yavaşça öne kaydırarak kamerayı küçük pencereden içeri sokmuş ve içeride toplantı halindeki gangsterleri yansıtmıştı. “Yolcu” filminde başka ustaların ve filmlerinin hatırlatması, Antonioni ustanın postmodern bir film yaptığıyla itham edilmemeli. Antonioni, onların içini boşaltıp anlamsız bir taklit yapmamış. Tersine kendi üslubunu katmış o sahnelere. Modernizmde saygı sunuşunu çalmak olarak yorumlamamalı. Görüntü, akşam çökerken fondaki İspanyol gitarının tınısıyla Hotel de la Gloria’nın üzerinde kapanıyor hayat devam ederken. Elbette zihindeki şüphe de sürüyor. Bu film ülkemizde Aralık 1981’de vizyona girmişti.

(13 Nisan 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Afrikalının Özgürlüğüne Giden Yol

‘Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol’ filminin Londra’daki ilk gösteriminde hazır bulunan Zindzi ve Zenani Mandela, cep telefonuna gelen bir mesajla babaları Nelson Mandela’nın ölüm haberini alır. Buna rağmen gösterimin ertelenmesine razı olmazlar. Üzücü haber son jenerik akarken paylaşılır salonu doldurmuş izleyiciyle. İki dakikalık sessiz saygı duruşunda gözler yaşlıdır.

Justin Chadwick’in merakla beklenen çalışması bu haftadan itibaren bizde de gösteriliyor. İngiliz yönetmen, bir yüzyıla damgasını vurmuş, Güney Afrika hükümetlerinin Apartheid rejimine direnişin sembolü özgürlük savaşçısının hikâyesini sinemaya aktarmak gibi zorlu bir işe girişmiş. Böylesine büyük tarihi şahsiyetleri beyazperdeye aktarmak her zaman sorunlu olmuş, her zaman eleştiri oklarının hedefi haline gelmiştir. Mandela’nın otobiyografisinden yola çıkan Chadwick ve deneyimli senaryo yazarı William Nicholson, belli bir döneme odaklanmak yerine tarihi kişiliğin bir asıra yaklaşan uzun hayat hikâyesinin tümünü ele almayı seçmiş. Mücadele içinde geçmiş bu uzun ömür iki saati biraz aşkın bir filme sığmakta zorlanmış haliyle. Film bu açıdan dışarıda hayli eleştiriler aldı. Mandela’nın delikanlılığa adım attığı geleneksel kutlamadan avukatlık dönemine, sorunlu ilk evliliğinden Afrika Ulusal Konseyi’ne dahil oluşuna, barışçıl çabalar sonuç vermeyince silâhlı mücadeleye girişine, çoğunluğu Robben adasında geçen tam 27 yıllık hapis hayatı ve oradan yetmişli yaşlarındaki özgürlük ve barış elçiliği yıllarına uzanan dolu dolu bir yaşam ışık hızıyla geçiyor beyazperdeden. Bu toplamda, Mandela’nın barışçıl bir avukattan silâhlı mücadeleyi seçmiş özgürlük direnişçisine geçiş süreci büyük ölçüde atlanıyor. Afrika’nın diğer ülkeleri ve uluslararası sosyalist direniş ile bağlantılar görmezden geliniyor. Buna karşılık, ikinci karısı Winnie’nin türlü baskı, eziyet ve hücre tecritine rağmen direnişin önemli isimlerinden biri haline gelişi usta oyuncu Naomie Harris’in gözüpek yorumunun da katkısıyla etkili bir biçimde yansımış perdeye.

Idris Elba’nın Mandela yorumu tatmin edici. İç savaş ve şiddet ortamında debelenen ülkesinde barış sürecine yön verdiği son döneminde özellikle etkileyici. ‘Savaşı kazanamayız ama seçimi kazanabiliriz. Önümüzde tek bir yol var, o da barış. Duymak istediğiniz bu olmayabilir ama tek bu yol bu’ ifadeleriyle barış sürecinde önemli liderlik dersleri veren Mandela’nın yaşamının beyazperde uyarlaması kimilerine yetersiz gelebilir. Ancak ben önemsiyorum bu filmi. Büyük özgürlük direnişçisinin ‘Ülkem nefretin toprakları olmak için yaratılmadı. Kimse renginden dolayı başkasından nefret ederek doğmaz. İnsanlar nefret etmeyi öğrenir ancak sevmek de öğretilebilir. Üstelik sevgi insan kalbi çok daha doğal bir duygudur’ sözlerini genç kuşaklara aktardığı için bile önemsenmesi gereken bir çalışma bu. Sözlerini Bono’nun yazmış olduğu Oscar adayı U2 parçası ‘Ordinary Love’ın son jeneriğe eşlik ettiğini ayrıca belirtelim.

(07 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festivale Yürek Titreten Bir Başlangıç

33. İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi, deneyimli İngiliz yönetmen Stephen Frears imzalı ‘Umudun Peşinde’ idi. Özgün adı ‘Philomena’yı gerçek bir kişilikten almış bu ilgiye değer çalışma, festivalin sıkı takipçilerinin aradığı demir leblebi kategorisinden bir keşif filmi değil, ancak açılış gecesinin farklı beğeniler taşıyan kalabalık izleyici kitlesini memnun etmeye yönelik yerinde bir seçimdi kuşkusuz.

Philomena Lee’nin gerçek hikâyesi deyim yerindeyse yürek dağlatan türden. Lâkin ustalıklı bir senaryonun da marifetiyle yaşamın talihsiz cilvelerine hoş rastlantıları da katabilmiş bir film bu. Yetmişlerinde bir emekli hemşire Philomena. Henüz gencecik bir kızken, evlilik dışı bir ilişki sonucu hamile kaldığında babası tarafından evlatlıktan reddedilmiş ve bir manastıra bırakılmış. Burada doğurduğu ve üç yaşına kadar baktığı oğlu başka bir aileye evlatlık verilir ve küçük Anthony’den bir daha hiç haber alamaz. Tek evliliğinden olma yetişkin kızının girişimi sonucu, hasret dolu elli yılın ardından bir gazeteciyle yollara düşerek evladının izini sürmeye başlıyor İrlandalı yaşlı kadın. BBC deneyiminin ardından bulaştığı siyasetin dikenli yollarında saf dışı kalmış, Rus tarihi üzerine kitaplar yazmayı düşleyen (ki bu arzusunu gerçekleştirmiş daha sonra) kibirli gazeteci Martin Sixsmith önceleri küçümser Philomena’nın öyküsünü. Katolik manastırında dönmüş dolapları keşfettiği vakit yaşlı kadının arayışını sahiplenir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yenik düşmüş eski kıtanın insanları hayatta kalma mücadelesi verirken, gayrimeşru yoksul çocukların, aralarında dönemin ünlü Hollywood yıldızı Jane Russell’ın da bulunduğu zengin Amerikalılara yüklü bedeller karşılığı satılmıştır. ‘Umudun Peşinde’ işte Avrupa’dan Amerika’ya uzanan bu gerilimli iz sürüşün hikâyesi.

İrlandalı halk kadını ile kibirli entellektüelin mizah yüklü çatışmasını sarsıcı hikâyesinin içine ustalıkla yerleştiren, Martin Sixsmith’in 2009 yılında kaleme almış olduğu ‘Philomena’nın Kayıp Çocuğu’ adlı kitabından uyarlanmış Venedik ve Bafta ödüllü parlak senaryonun usta Frears’ın ellerine teslim edilmesi iyi olmuş. Seksenli yıllardan, ‘Benim Küçük Çamaşırhanem / My Beautiful Laundrette’den beri takipçilerinin ilgisini boşa çıkarmayan bir dolu düzeyli filme imza atmış olan İngiliz yönetmen, Philomena’nın hikâyesinden alnının akıyla çıkmış. Sağlam oyuncuları en büyük destekçisi olmuş kuşkusuz. Dame Judi Dench çok başarılı ve çok renkli kompozisyonuyla harikalar yaratıyor. Senaryonun ortaklarından deneyimli oyuncu Steve Coogan (diğer ortak Jeff Pope) gazeteci Sixsmith’de ustasına mükemmel eşlik ediyor. Alexandre Desplat’nın filmi sarıp sarmalayan Oscar adayı olmuş incelikli müzik çalışmasını da anmadan geçmeyelim.

‘Umudun Peşinde’ festivalde beş kez daha gösterilecek. (Beyoğlu Atlas, 05 Nisan Cumartesi 21:30; Ortaköy Feriye, 06 Nisan Pazar 11:00; Nişantaşı City Life, 07 Nisan Pazartesi 19:00 ve 12 Nisan Cumartesi 19:00; Kadıköy Rexx, 10 Nisan Perşembe 21:30)

(05 Nisan 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 5: Bir Serseri (Yapım Yılı)

Muhsin Ertuğrul, 1940 yılında Şehvet Kurbanı diye bir film yapar. Film, Victor Fleming’in The Way of all Flesh filminin uyarlamasıdır. Film çok daha sonra (1972 yılında) aynı isimle Nejat Saydam tarafından çekilecektir. Fakat daha önce 1953 yılında Muharrem Gürses tarafından, İhtiras Kurbanları adı ile ve 1957 yılında Memduh Ün tarafından Bir Serseri adı ile diğer çekimleri yapılacaktır.

Muhsin Ertuğrul’un filminde başrolleri Cahide Sonku ile Muhsin Ertğrul, Saydam’ın filminde Sevda Ferdağ ile Yıldırım Önal, Gürses’in filminde Hümaşah Hiçan (?) ile Atıf Kaptan, Ün’ün filminde ise Neriman Köksal ile Talât Artemel oynar. Mazbut bir memurun, hafif meşrep bir kadın tarafından baştan çıkarılması, bir yuvanın dağılması, pişmanlık, sefalet ve dağılmış yuvanın (ailenin) -baba hariç-, yeniden toplanmış haline imreniş, fakat kendini onlara (özellikle çocuklara) tanıtamama… öyküsüdür.

Buraya kadar diyecek hiç bir sözümüz yoktur. Yalnız Ün’ün yaptığı Bir Serseri’de yuvasını dağıtan baba rolünü oynayan Talât Artemel, 1957’de Osman F. Seden yönetiminde çekilen Bir Avuç Toprak filminin çekimleri sırasında Bolu’da geçirdiği kalp krizi sonunda vefat etmiştir. Dolayısı ile Bir Serseri, Bir Avuç Toprak’tan önce (belki de hemen önce) çevirdiği film olmalıdır. Bir Avuç Toprak 1957 yılının filmi olduğuna göre Bir Serseri de o yıl içinde çekilmiş olmalıdır ama sn. Özgüç gerek “sözlük”ünde gerek “yönetmenler sözlüğü”ünde filmin (Bir Serseri) 1960 yılı yapımı olduğunu yazıyor. Burçak Evren de filmler için aynı tarihleri veriyor.

Özgüç’ün, filmlerin yapıldıkları yıl değil, “gösterime çıkarıldıkları yıl” ile anılmaları gerektiği gibi bir görüşü var. Bir Serseri’nin neden 1960 yılı filmleri içinde yer aldığını bu görüşle -belki- izah edebiliriz ama gösteriminin neden üç yıl geciktirildiğinin de açıklaması olmalı.

Yurt dışından (Çekoslavakya) gelen Adolf Körner’e de “büyük yönetmen” payesi ile verilerek peşpeşe üç film çektirilir (1942). Yönetmenliğinin hiç de ciddiye alınmayacak düzeyde olduğu anlaşır (bu arada çektiği filmlerde kendisine yardım da edilir). Diğer iki filmden (“Kerem ile Aslı” ve “Sürtük”) sonra üçüncüsü Duvaksız Gelin (Hülleci) gösterime çıkarılmaz. Bunda bürokrasinin de katkısı vardır, Cumhuriyet daha yeni kurulmuş ve Medeni Kanun ile evlilik kurumu yeni bir şekil almıştır, bu düzende “hülle” öyküsü anlatmak -ancak- tarihi bir kurum ile söz konusu olur. Filme sonradan yapılan ilâvelerle, bu durumun -hülle- değiştiğinin gösterilmesi ile filme izin verilir, böylece film başrol oyuncusu Naşit Özcan’ın ölümünden üç yıl sonra, 1945 yılında gösterime çıkabilir. Birinci olayda bazı sorulara cevap bulamazken, ikinci olay nisbeten aydınlanmış durumda…

Son zamanlarda film yapma biçimi, hayli değiştiğinden, bazı filmlerin hiç gösterime çıkamaması olayları çokça yaşanıyor. Bunların, nedenleri ile belirlenmesi ise, bambaşka sonuçlarla karşılaşılacak, apayrı bir sorun. Pek benzemese de, bir filmin farklı bir yıla yazılmasına ilişkin bir diğer örneğe kısaca değinelim. Yaşar Kemal’in -sinema için yazılmış?- bir öyküsünden yapılan Urfa-İstanbul filminin finali (filmin sonu değil!) başrol oyuncuları Ahmet Mekin ve Hülya Aşan’ın birbirlerine sarılması ve fotoğrafın donması ile biter (SON). Beşikteki Miras ise, bu donmuş fotoğrafın üzerinde yazan jeneriğin bitmesi ve fotoğrafın açılması ile aynı mekânda ve kaldığı yerden devam ederek başlar. Yani, diğer bir deyişle film hiç duraksamamış gibi devam eder. (Bu filmin iki bölüme ayrılmış bir film olduğunu gösterir.)

Buraya kadar her şey tamamdır. Fakat kaynaklarımızda Urfa-İstanbul, 1968 yılı, Beşikteki Miras 1969 yılı yapımı olarak gösterilir. Yukarıda söylediğimiz gibi aslında tek film olan yapımın -sırf- uzunluğu nedeni ile (farklı isimlerle) iki film olarak gösterime çıkarılmasını anlayabiliriz fakat -bir bütünlük taşıyan öykünün ve “filmin”- iki ayrı (birbirini izlese de) yıla ait olarak gösterilmesini anlayamıyoruz. Sinemamız kaynaklarında filmlerin yapım yıllarının bir önceki veya bir sonraki yıl olarak gösterildiği çok örnek vardır. Bunları tek tek belirlemek, bilgi, sabır ve araştırma ister. Biz bariz olarak ortaya, bir iki tanesine değindik, ama bu son değil…

(01 Nisan 2014)

Orhan Ünser

Sevgi Adalarına ve İnsana Yolculuğun Bilimkurguları: Tarkovsky

Sinemanın en özel yönetmenlerinden Andrei Tarkovsky’nin “Solaris” ve “İz Sürücü” bilimkurgularında insanın geçmişi ve iç dünyaları uzun bir yolculukla beyazperdeye aktardı. Bu büyük ustanın her filmini her izleyişte o katmanlarının arasında daima yeni keşifler yapıyorsunuz.

Rusya’da 4 Nisan 1932’de dünyaya gelen Andrei Tarkovsky, 26 Aralık 1986’da sürgündeyken Paris’te öldü. Kısa filmlerin ardından Venedik’te “Altın Aslan” ödülü alan 1962 yapımı “Ivanovo Detstvo-İvan’ın Çocukluğu” adındaki İkinci Dünya Savaşı filmini siyah-beyaz çekti. 1966’da sansüre uğrayan sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli “Andrey Rublev” biyografik filmini yaptı. 1972’de sinemaskop teknikteki renkli ve siyah-beyaz bilimkurgusu “Solyaris-Solaris” filmi geldi. 1975’te öz yaşam öyküsü sınırlarında dolaşan renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmini yaptı. 1979’da ikinci bilimkurgusu geldi. Siyah-beyaz ve renkli “Stalker-İz Sürücü” filmiydi bu. “İz Sürücü” filmi, Tarkovsky’nin sansürle son savaşıydı Sovyetler’le. 1980’lerin başında Avrupa’ya gitti. 1983’te İtalya’da “Nostalghia-Nostalji” filmini çekti. Ardından 1986’da “Offret-Kurban” filmini yaptı. İsveç’te çektiği “Kurban”, ustanın son filmi oldu. Kanserle savaşıyordu. Ardından vefat etti. Ustanın “Mühürlenmiş Zaman” ve “Zaman Zaman İçinde” kitaplarını da okumuştuk.

“Solaris…”

Büyük usta Andrei Tarkovsky’nin 1972 yapımı filozof filmi “Solyaris-Solaris”, sinemanın önemli bilimkurgularından. Mosfilm’in sunduğu bu film Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in romanından uyarlandı. Polonyalı yazar Lem’in (1921-2006) kitapları İletişim Yayınları’ndan çıkıyor. Lem’in “Solaris” bilimkurgusu aynı yayınevinden Şubat 2014’te yayımlandı. Senaryoyu yönetmenle beraber F. Goren Stein yazmış. Filmin sinemaskop görüntüleriyse Vadim Yusov’tan. Müzikleri de Eduard Artemyev bestelemiş. Siyah-beyaz ve renkli görüntüler filmde iç içe yansıyor. Tarkovsky, bu filmin çekimleri sürerken, kameramanı Yusov’la sert tartışmalara girmiş estetik anlamda. Filmi izlerken fark edeceksiniz belki. Yusov filmde “sert zum”lu çekimler denerken, kamerayı da çok sert ve öfkeli sağa ve sola çevrindirerek (pan yaparak) Tarkovsky’ye keder vermiş filmin çekimleri boyunca. Tarkovsky, filmin daha geniş açıyla sinema perdesinde alabildiğine daha büyük görünmesini hayal etmiş. Ama bu kameramanı aşamamış. Öfkemizi bu kameramana gönderiyoruz. Bu kameramanı kimse hatırlamıyor. Ama Tarkovsky sonsuza kadar yaşayacak sinemada.

Film, kır evinin göl kıyısında açılıyor. Psikolog Kris Kelvin (Donatas Banionis), babasının evine gelmiş Solaris gezegenin yörüngesindeki uzay istasyonuna gitmeden önce. Kris’in bakışıyla göl ve doğa yansırken, dünyamıza benzeyen dünya var mı, diye düşünüyorsunuz kâinatta. Doğa, natüralist bir tablo gibi yansıyor. Bu mavi gezegende sadece insanlar değil, tüm canlılar, bitkiler ve birçok şey aynı anda aynı oksijeni soluyorlar. Hayatın anlamı, kederleri ve romantizmi, uzayın boşluğunda dünyamıza benzeyen bir şeyler olabilir miydi? Alışkanlıklarımızı sürdürebilir miydik? Sonradan suları yapışkanlaşmış okyanus gezegeni Solaris’te Dünya’daki her şey mümkün olur muydu? Yağmur başlıyor. Kris, dışarıda kahvaltı masasına oturuyor, masaya hüzünle bakıyor. Belki de içindeki huzursuzluk, geçmişindeki acılarla beraber Solaris’e uzun yolculuk. Solaris’te yirmi yıl kadar önce tuhaf deneyimler yaşamış pilot Anri Berton da kızıyla bu kır evine ziyarete gelmiş. Solaris yörüngesine gidecek Kris’e yirmi yıl önce bir toplantıdaki CD’den siyah-beyaz görüntüleri gösteriyor Berton (Vladislav Dvorzhetskiy). Gezegende anlaşılması zor değişiklikler olmaya başlamış. Berton, toplantıdaki bilim insanlarına anlamakta zorlandığı gezegendeki dönüşümleri anlatırken, gezegenin insan duygularından adeta beslendiğini hissetmeye başlıyorsunuz. Solaris, insan duygularıyla bambaşka bir şeye mi dönüşüyor? Gezegende önce sis yığını oluşmuş. Pilot Berton irtifa kaybettikten sonra okyanus gezegeninin suları yapışkan olduğunu fark etmiş. Sonra doğayı, ağaçları görmüş. Berton, bunlar olurken her şeyi kamerayla kaydetmiş, ama tuhaf biçimde o görüntülerin yerine sadece bulutların ve sislerin görüntüleri varmış. Solaris, algılarda da mı yanılsama yaratıyordu? Zihnin bir oyunu muydu bu? Sonra kızıyla beraber arabasıyla kır evinden ayrılan Berton, görüntülü telefonla kır evini arıyor. Berton ve kızı şehirde yol alırken görüntüler siyah-beyaz yansıyordu. Kısa da olsa bazı anlar renkleniyordu. Berton, uzay istasyonundaki bilim insanı Fechner olayını anlatıyor. Messenger’la, ölen Fechner’in karısını evinde ziyarete gitmişler ve orada gördüğü çocuğun uzay istasyonunda yaşayan çocuğa benzediğini söylüyor Berton. İnsanlık Solarizmle karşı karşıya mı yoksa? Kubrick’in “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”nda HAL bilgisayarının karşısında Tarkovsky’nin Solaris gezegeni yer alıyor adeta. Kubrick bilime, Tarkovsky ruhani olana yakın. Solaris’in yansıttığı ve gerçekmiş gibi görünenler birer matriks mi, kopya mı?

Tarkovsky, Berton’ın şehirde arabasıyla seyahatini Japonya’da çekmiş. Bu anlarda yollar kaotik ve zihin karıştırıcı yansıyor. Köprüler, birbirine geçmiş gibi görünen uzayıp giden karmakarışık yollar, tüneller vs. Kır evinde sabah olduğunda Kris, geçmişten kalan her şeyi yakıp yok etmek istiyor. Ölmüş karısının fotoğraflarını bile. Kris için anlatılan her şey anlamsız mıydı? O, bir gerçekçi miydi sadece? Böyle olunca saklanabileceğini veya kaçabileceğini mi sanıyor?

Uzun yolculuktan sonra Kris uzay istasyonuna geliyor. Orada kibernetik (güdümbilimci) Snaut (Juri Jarvet) ve astrobiyolog Sartorius (Anatoliy Solonitsin) var. Fizyolog Gribaryan (Sos Sargsyan) intihar etmiş. Kris’e istasyonda sıcak karşılama yapmıyorlar. Gizemler, bilinmeyenler ve zihin oyunları var orada. Sartorius biraz daha mesafeli. Snaut’la iletişim kurabiliyor başlarda Kris. İstasyonda, orada olması mümkün olmayan kadınları görür gibi oluyor Kris. Gribaryan’ın intiharını anlamaya çabalıyor önce Kris. Gizlice Guibriane’ın odasına giren Kris, CD’den Gribaryan’ın intihardan hemen önceki siyah-beyaz kaydını izliyor. Elbette anlamak ve yorumlamak dünyadan yeni gelmiş bir insan için kolay değil. Gribaryan, Solaris’in zihin oyunlarına dayanamamış, psikolojik travma yaşamış ve intihar etmiş. Çok geçmeden zihin oyunları Kris’i de buluyor ve dünyada on yıl önce intihar etmiş karısı Khari’yi (Natalya Bondorchuk) capcanlı karşısında buluyor. Onunla konuşuyor, sevişiyor ve onunla uyuyor. Kris’le Khari’nin sevişecekleri anlarda görüntü sepyalaşıyor. Khari, Snaut ve Sartorius’a da görünüyor. Snout’un kütüphanedeki doğum günü partisi özel anlardandı. Bu filozof filmde konuşmalar entelektüel ve öğretici. Cervantes’in “Don Kişot” romanından alıntı bile yapılıyor uyku üstüne. Snaut’un kâinat üstüne konuşması keder veriyor insana. Başka yerlerde nasıl yaşayacağını bilmeyen insanlar başka dünyalar arayıp duruyor işte. Kris bir yerde, Tolstoy’un acısını düşünüyor. Tolstoy’un acısı, tüm insanları sevmenin acısı mıydı, diyor Kris.

Kris istasyona gelirken, karısının fotoğrafını ve en unutamadığı ilk gençlik anın CD görüntülerini de getirmiş. Khari’ye o renkli görüntüleri gösteriyor. Babası, kürk içindeki annesi ve kendisi var o görüntülerde. Annesi Khari’yi sevmemiş. Khari, Kris’le evlendikten bir süre sonra intihar etmiş. Khari’nin ölümünde Kris’in dolaylı da olsa neden olmuş. Belki de suçluluk duygusu bundan Kris’in. Khari’nin baktığı kış kır tablosu da insanlık tarihinin özeti gibiydi sanki. Bu tablo, Flaman ressam Pieter Bruegel’in (1625-1569) “Kış” tablosuydu. Emekçilerin, köylülerin günlük hayatını tablolarına yansıtan Bruegel, Tarkovsky’nin filminden yansıyan tablosunu 1565’te yapmıştı. Yaptığımız her şey beslenme, üreme ve hayatını sürdürme çabasıydı. Bunlar üstünden anlamlar yaratmaya, felsefe üretmeye çabalıyoruz belki de. Kris, yıllarca önce ölmüş annesiyle de karşılaşıyor uzay istasyonunda. Anneye sokulma ve sıcaklığını hissetme belki de uzun süredir unuttuğu güven duygusunu da hatırlatıyor Kris’e. Karısı ve annesini göründüğü bir sahnede unutulmaz anlar sunuyor Tarkovsky. Kamera, hiç “kesme” yapmadan kendi etrafında dönerken, anne ve Khari, odanın çeşitli yerlerinden görüntüye giriyorlar. Uzun ve tek çekimle elbette birkaç defa oluyor bu. Başka yönetmenlere de ilham vermiştir bu teknik deneme. Solaris’te adalar da oluşmaya başlıyor. İnsan duygularından ve sevgilerinden oluşan bir ada. Kris dünyaya, kır evine döndüğünde, babasını hiç sevmediği kadar seviyor ve onun yanından hiç ayrılmasını istemiyor. Yağmur altındaki kamera yükseliyor, bulutları aşıyor ve Dünya’nın atmosferinin dışına çıkıyor ve Dünya, sanki Solaris’e dönüşüyor. Dünya’da matriksi yaşıyoruz belki de. Her şey gizemlerle mi örtülü bu kâinatta? Tarkovsky, Tanrı ve inanç üstüne de düşündürtüyor filminde. İnsanın geçmişinden gelen ziyaretçiler belki de ruhani bir şeydi.

İz Sürücü…”

Tarkovsky’nin, Rus Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerin “Roadside Picnic” bilimkurgu romanından uyarladığı 1979 yapımı “Stalker-İz Sürücü”, inanmak ve umut üstüne bir yolculuk. Mosfilm’in sunduğu renkli ve siyah-beyaz bu filozof filmin senaryosunu Tarkovsky’yle beraber yazar kardeşler yazmış. Yazar kardeşlerin bu bilimkurgu romanı Sarmal Yayınları’ndan “Uzayda Piknik” adıyla çıkmıştı. Müzikleri Eduard Artemyev bestelemiş. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarsa Aleksandr Knyazhinski’nin. Kameraysa, bu filmde genelde alabildiğine sakin ve dingindi. “İz Sürücü” filmindeki karakterler genelde lâkaplarıyla anılıyorlar.

Film, ön jeneriğin ardından 1958 Belfast doğumlu Nobel ödüllü bilim insanı Wallace’ın bilgisiyle açılıyor: “Neydi o? Bir göktaşı mı? Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret mi? Öyle veya böyle, küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü: Bölge… Oraya derhal birlikler gönderdik. Geri dönmediler. Sonra polis kordonuyla Bölge’yi kuşattık. Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu…” Kamera, İz Sürücü’nün salaş evine gidiyor. Görüntü, sepya olarak yansıyor, sonra siyah-beyaza dönüşüyor. Kamera, yavaşça sola doğru kayıyor ve yatakta İz Sürücü (Aleksandr Kaydanovski) ve karısı (Alisa Freyndlikh) yatıyorlar, ortalarında da küçük kızları uyuyor. “Maymun” dedikleri Marta (Natalya Abramova) dedikleri kızları, kasabayı harabeye dönüştüren şeyin etkisiyle engelli doğmuş. Tıpkı nükleer patlamanın radyasyonuna maruz kalmış gibi. Kasabanın yakınından tren de geçiyor ve her geçişte titretiyor evi. Sabah. İz Sürücü kalkıyor, giyinirken karısı neler olacağını anlıyor, kocasının gitmemesi için çaba gösteriyor. Kadın, İz Sürücülerin kadınları gibi kederden erken yaşta çökmüş. Umutsuz ve mutsuz görünüyor. Kocasının gitmemesi için yalvarır gibi. Çünkü. İz Sürücü, daha önce beş yıl hapiste yatmış. Kadın fedakârlığı, erkek bencilliği altında çürüyüp giden bir ev gibi enkaza mı dönüşüyordu? İz Sürücü, ailesini geride bırakıp kendini bekleyen Yazar ve Profesör’e gidiyor rehberlik için. Dışarıdan bakınca alaycı, hiçbir şeyi ciddiye almayan, içmeyi seven Yazar’ı (Anatoliy Solonitsin) otomobili olan kadının yanında bulan İz Sürücü ve Yazar, Lyuger’in (E. Kostin) salaş barından sırt çantasını yanından hiç ayırmayan Profesör’ü de (Nikolay Grinko) yanlarına alıp yolculuğa çıkıyorlar. Profesör, gizemli ve de geçmişinden gelen kırılganlığını da yanında taşıyor sanki suçluluk duygusuyla. Yağmurlu havada ciple tren istasyonuna doğru yöneliyorlar önce. Orada polisler her tarafta devriye geziyorlar. Gizlice raylar üzerindeki el yardımıyla sürülen küçük lokomotife binen üç adam bilinmezliğe doğru yol alıyorlar kederleriyle. Tarkovsky, bu raylar üzerindeki yolculukta yakın çekimle bu üç adamı tek tek göstererek, seyircileri onlara yakınlaştırmaya çabalıyor. Aslında Bölge’nin gizeminden çok bu üç adamın gizemi insanı etkisi altına alıyor çünkü. Tarkovsky, tren istasyonunun olduğu terk edilmiş kasabanın binaları olsun, Bölge’deki evler olsun, kendi kendine çürüyüp harabeye dönmüş hallerini “leit-motif” gibi göstermiş. Yapayalnız insanın çürümesi gibiydi bu. Filmde bu terk edilmiş ve harabeye dönüşmüş evleri görünce, Tarkovsky’nin doğduğu ve çocukluğunun geçtiği baba evini düşünüyorsunuz. Bu harabeye dönüşmüş evler, Tarkovsky’nin çürümekten çökmüş evine benziyor. Tarkovsky bu evleri her gösterdiğinde ruhundaki acıya da dokunuyorsunuz.

Görüntü renkleniyor. Kamera uzaktan, yavaşça üç adama doğru yaklaşıyor. Kirpi, İz Sürücü’nün öğretmeni olmuş geçmişte. Kirpi, gidilen yoldan geri dönülemeyen Bölge’de gizemli Oda’ya girmiş, zenginleşmiş ve bir hafta sonra da intihar etmiş. İz Sürücü, Bölge’nin bir insan gibi düşündüğünü ve tuzaklar kurduğunu söylese de, Profesör ve Yazar, kurallara uymamak için direniyorlar sanki. Sovyetler’de kurallar öndeydi e bireyler hiçti. Tarkovsky, metafor olarak sisteme eleştiri getiriyor onların varlığıyla belki de. Bölge, metaforik anlamda Sovyetler Birliği’ni düşündürtüyor insana. Özgürlüğü sürekli baskı altına alan, her şeyi insanlar adına düşünen bir sisteme, Tarkovsky, Profesör ve Yazar’ın ruhundan eleştiri getiriyor sanki. Duvarlar yıkılınca, Stalin’in Sovyetleri de çökmüştü 1990’ların başında. Bölge’de yolculuk yaparken, atılan her adıma dikkat ettiriyor İz Sürücü. Dinlendikleri bir sahnede İz Sürücü’nün gördüğü rüya etkileyiciydi. Kadın sesinin düştüğü siyah-beyaz görüntülerde sanki Tarkovsky’nin çocukluğunun geçtiği harabeye dönüşmüş evin içinde, etrafında dolaşıyormuşsunuz gibi oluyor. Kederlere düşüyorsunuz. İz Sürücü uyurken, yanına orada evsiz kalmış bir köpek de geliyor ve onları gizlice takip ediyor. Yolculuk yavaşça ilerlerken, enkaz yığınlarının içinden geçerken İz Sürücü iç sesiyle insanın her zaman yanında taşıyacağı düşünceleri zihninden yansıyor. İz Sürücü, “Zayıflık iyi bir şeydir. Güçse hiçbir şeydir. Ağaç büyürken, körpe ve yumuşaktır. Ama, kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır. Zayıflık, varoluşun, tazeliğin ifadesidir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramamıştır” diyor. İz Sürücü, seyircinin de rehberi oluyor felsefi anlamda.

Oda’ya giden yol, bir insanın içine yolculuk gibi metaforik anlamda. Bir anüsün içinden bağırsağa, yani tünele giriliyor sanki. Buradaki çekimler insanı estetik anlamda da çarpıcıydı. Kanalizasyon sularının aktığı, damladığı tünelde, önden ve arkadan çekimler, ışık düzenlemeleri sinema sanatı açısından etkileyiciydi. Bu anlarda görüntüler renkliydi. Boğazı andıran geçide gelince, yazar, kafatasına, kumlarla kuşatılmış mekâna ulaşıyor. Kuzgunlar uçup duruyor burada. Yazar, kuyunun başına geldiğinde okurlarıyla hesaplaşmaya başlıyor. Yazar, popüler kültürün kelimelerini isteyen okurlarının istediklerini verdiği için acı duyuyor. Okur denen şey, entelektüel yazarı tehdit ediyor, açlığa ve yalnızlığa sürüklüyor. Oda’nın kapısına gelmeden bazı bilinmeyenler de ortaya çıkıyor. Profesörün karısı, yıllar önce kocasını üniversiteden biriyle aldatmış. Profesör, kırgın, aşağılanmış. İnsanların umudu olan Oda’yı yok etmek için bombalamak istiyor. Belki de intikamını alacak geride kalanlardan. İçindeki o acı da sönecek belki de. İz Sürücü, onun bu çılgınlığını önlemek için ölümüne mücadele ettikten sonra üçü de Oda’nın kapısında bekliyorlar. Üçü de içeri girmeye cesaret edemiyorlar ve kasabaya geri dönüyorlar. O da, gizemini ve umudunu sürdürüyor zihinlerde. Acaba Oda, zihin miydi? Belleğimizin ve düşüncelerimizin olduğu yer.

Profesör ve Yazar’ı salaş barda bırakan İz Sürücü, karısı ve kızıyla evine dönüyor. Peşlerinde de o köpek var. Köpek, ailenin yeni dostu oluyor. Her şey sanki kısırdöngü gibiydi. Soyunup uyumak için yatağa giren İz Sürücü’ye karısının kederlerini anlattığı sahne insanın içini burkuyordu. Diğer tarafta küçük kız Marta masada şiir kitabından bir şiir okuyor. Sonra da o şiiri iç sesiyle bizlerle paylaşıyor. Rus şair Fyodor Ivanoviç Tyutchev’in (1803-1873) aşk şiirinde, “Senin gözlerini seviyorum, sevgili arkadaşım / Öyle tutkulu ve ışıl ışıllar ki / Yukarı bir anda bir bakış fırlattığında / Cennetten çıkmış gibi ışıklı / Bunu baştanbaşa karşılamak için oradayım / Ama daha da hayran olduğum şey / Aşağı indirdiğin zaman gözlerini / Aşkın yıkıcı âlemi yakıyor beni / Ve hızla yere indirirken kirpiklerini / Kasvetli bir ihtiras çağrısı beliriyor yüzünde” diyor mısralar. Ardından küçük kız, masadaki nesneleri hareket ettirmeye başlıyor zihin gücüyle. Sonra da görüntü kararma başlıyor ve ardından film bitiyor. Yeni meraklılar İz Sürücü’yü bulana kadar. Kısırdöngü ve umut devam ediyor. Tarkovsky bu filminde, inanmanın ve onun peşinden gitmenin erdemi üstüne de düşündürtüyor insanları. Filmin Türkçe dublajı iyiydi.

(30 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hak Hukuk Mücadelesi

‘Adalet İçin’ (ya da özgün adıyla Michael Kohlhaas), ulusça hak hukuk mücadelesi verdiğimiz şu günlerin gündemine cuk oturan bir çalışma. Filme esin kaynağı olan Heinrich von Kleist metninin beyazperdeye ilk aktarılışı değil bu. Daha önce üç kez sinemaya uyarlanmış, Volker Schlöndorff imzalı 1969 yapımı bir önceki uyarlama aynı yıl Cannes’da yarışmış, ‘Hak Mücadelesi’ adıyla sonradan bizde de gösterilmişti. Kısacık ömrüne sığdırmış olduğu bir avuç eseriyle 19. yüzyıl Alman yazınına damgasını vurmuş yazarın, Kafka’ya yazma tutkusunu aşılayan eseri olarak bilinen klâsik metni, Napolyon istilasının şokunu yaşayan Avrupalı okura 1808 yılında sunulmuş ilk kez. Feodal beyin haksızlığına uğramış bir köylünün gerçek hikâyesinden yola çıkılarak kaleme alınmış bu güçlü politik anlatı, esasen 16. yüzyıl başlarında geçer. Orta Çağ ile Rönesans dönemecinde, şehirlerde burjuvazinin politik olarak güçlenmesine karşılık kırsalda feodal beylerin kanun tanımaz otoritesinin hükmünü sürdürmekte olduğu bir dönemdir bu. Dinine bağlı dürüst at taciri Kohlhaas geniş topraklara sahip baronun haksız uygulaması sonucunda zarar görmüş atları ve ölesiye dövülmüş adamı için tazminat davası açar. Baronun akrabası yargıçtan üç kez geri dönen davayı kraliyet makamına taşımakta kararlıdır Kohlhaas. Ancak hakça bir karşılık alamadığı gibi, karısını ve doğmamış bebeğini muktedirin zulmüne kurban verince isyan eder. Çevresine topladığı haksızlığa uğramış köylüler ordusuyla başlattığı isyan hareketi kısa sürede büyür ve ortalık kana bulanır.

Yönetmen Arnaud Des Pallières, Kohlhaas’ın onurlu direniş öyküsünü Fransız topraklarına uyarlamış. Adaletsizliğe başkaldıran doğa adamının isyanını ülkenin güneyinde yer alan yüksek sıradağlarla çevrili Cévennes bölgesinde çekmiş. Film beklendiği üzere çatışma sahnelerinden geçilmeyen hızlı anlatılmış bir kahramanlık destanı değil. Bir intikam serüveni hiç değil. Geçtiğimiz aylarda gösterime çıkan 47 Ronin örneğinde olduğu gibi klâsik efsaneleri sıradan aksiyonlara dönüştüren Amerikalı meslektaşlarından farklı bir gözle yaklaşmış malzemesine Fransız yönetmen. Bir Ortaçağ aksiyonuna itibar etmeyerek her şeyden önce bir insan olarak ele almış ana karakterini. Kohlhaas’ı inançları, idealleri ve endişeleriyle dört başı mamur bir kişilik olarak çizmiş ve bu amaç doğrultusunda eserini bir dönem filminin klişe kodlarından uzak tutmaya büyük özen göstermiş. Dekor ve kostüm çalışması son derece minimal. Film büyük ölçüde dış mekânda, doğanın kucağında çekilmiş. Sade, renksiz giysiler tercih edilmiş. Müzik kullanımı da minimal. Martin Wheeler’ın özgün çalışmasında viola da gamba benzeri dönem enstrümanlarının ezgisi, rüzgârın tedirgin uğultusuna, atların kişnemesine ve doğanın binbir sesine karışmış, etkileyici bir müzikal armoni oluşmuş. Filmin bu yılın César ödüllerinde en iyi müzik ve ses ödüllerini kazanmış olması bu açıdan hiç tesadüf değil. Jeanne Lapoirie’nin dahili mekânlarda mum ve gaz lambası ışığında alınmış görüntüleri, haricide sonbahara geçiş döneminin büyülü ışığını kullanmaktaki becerisi yine olağanüstü. Dönem atmosferini mekan, kostüm ve eşyalar üzerinden değil, insanlar arasındaki ilişkilerle kurmayı amaçladığını belirten Fransız yönetmen, çağlar ötesinden kopup gelmiş zamansız evrensel öyküsü aracılığıyla, ‘İdealler yaşamdan daha mı değerlidir? Adalet ve eşitlik için muktedire savaş açan iktidarı ele geçirdiğinde onun büyüsüne kapılır mı?’ benzeri önemli sorular yöneltiyor bugünün izleyicisine. Ve bunu yaparken, Mads Mikkelsen denen Danimarkalı müthiş oyuncunun benzersiz performansından sonuna dek yararlanıyor.

[‘Adalet İçin’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(29 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Dâhiden İki Bilimkurgu: Kubrick

Amerikalı Stanley Kubrick’in üstünde daima düşünülen, keşifler yapılan iki bilimkurgusu “2001: Uzay Yolu Macerası” ve “Otomatik Portakal” filmlerini sinemayı sanat olarak görenlere göndermek istedik.

Bir Yahudi ailenin çocuğu olan Stanley Kubrick, New York’un Bronx bölgesinde 26 Temmuz 1928’de doğdu. Fotoğrafçılığa tutuldu. Fotoğraf tutkusu, sinemasına teknik anlamda önemli katkılar sağladı. Kısa filmler ve belgeseller çekti. 1953’te, kendi imkânlarıyla “Fear and Desire-Ölüm ve İstek” adındaki ilk uzun filmini çekti. 1955’te kara film “Killer’s Kiss-Katilin Busesi”, 1956’da soygun filmi “The Killing-Son Darbe” ve 1957’de 1. Dünya Savaşı filmi “Paths of Glory-Zafer Yolları” filmlerini peş peşe çekti. Hepsi siyah-beyaz olan bu filmler şimdi sinema tarihinin mücevherleri olarak değerlendiriliyor. 1960’ta renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmini yaptı. Sonra ardı ardına iki siyah-beyaz filmini çekti. İlki, 1961 yapımı “Lolita” filmiydi. Bu filmden sonra İngiltere’ye taşındı ve ölene kadar bu ülkede film çekti. 1964’te Peter Sellers’ı oynattığı “Strange Love or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb-Dr. Garipaşk” filmini yaptı. 1968 yılında sinemanın aşılması kolay olmayan “2001: A Space Oddysey-2001: Uzay Yolu Macerası” bilimkurgusunu yaptı. Üç yıl sonra yine bir bilimkurgu olan “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” filmini çekti. 1975 yılında yaptığı dönemsel ve kostümlü “Barry Lyndon” filmine çaba gösterdi. 1979’da Stephen King’in romanından “Shining-Cinnet” filminden yıllar sonra Vietnam Savaşı’nın cehennemini anlattığı 1987 yapımı “Full Metal Jacket” filmini yaptı. Bu filme, cehennemde iki devre diyoruz. 1999’daki “Eyes Wide Shut-Gözü Tamamen Kapalı” son filmiydi. Kurgusunu yaparken 7 Mart 1999’da vefat etti. Son filminin Türkçe adı, bizlerin zekâsına küçük bir hakaret gibiydi. Herhalde, Türklerin çift anlamlılık ve mizah duygusu bu filmin adını anlamlandırmaya yetmez diye düşünmüş olabilirlerdi. “Gözleri Faltaşı Kapalı” adına hiç anlam veremezdik değil mi?

“2001. Uzay Yolu Macerası…”

Dekor ve tasarımların çekimlerden uzun süren ve MGM’in sunduğu 1968 yapımı sinemaskop “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”, sinemanın aşılması zor ve anlamı derin bir bilimkurgu. Öncelikle uzay mekânlarında alabildiğine devasa perdeye muhtaç olduğunuzu düşünüyorsunuz. Film, ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanmıştı. İngiliz bilimkurgu yazarı Clarke’ın (1917-2008), Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan bu romanı İthaki Yayınları tarafından 1998’de “2001: Bir Uzay Efsanesi” adıyla yayımlandı. Yine aynı yıl “2010: Uzay Efsanesi-2” yayımlandı. Aynı yayınevi, 2006’da ciltli olarak “Bir Uzay Efsanesi 2001-2010-2061-3001: Son Efsane” serisini de yayımladı. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber yazar ortak yazmışlar. Muhteşem ve belleklere oturan “technicolor” sinemaskop fotoğrafları yansıtansa büyük kameramanlardan Geoffrey Unsworth. Filmde Aram Khatchaturyan’ın “Gayaneh Ballet Suite”ini, Johann Strauss’un “The Blue Danube”sini, Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sını ve György Ligeti’nin “Atmospheres”, “Lux Aeterna”, “Requiem” klâsik müziklerini dinliyorsunuz bu film boyunca. Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sını duyduğunuzda bu müziğe kulağınızın aşina olduğunu fark edeceksiniz belki. Bu klâsik müziğin patlayan çığlıklarıyla hemen girişte karşılaşıyorsunuz. Tema müziğine dönüşen bu müzikle filmin derinliklerinde de karşılaşıyorsunuz. Staruss bu eserini 1896’da Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüş” felsefi romanından ilham alarak bestelemiş. Hem Alman romantizminin hem de 20. yüzyıldaki modern müziğin de önemli ismi oldu Strauss. Tiblis’te 1903’te doğmuş, 1978’de Moskova’da ölmüş büyük Ermeni besteci Aram Khatchaturyan’ı da keşfedin. Bu film çekilmeden önce insan Dünya yörüngesinde tur atmıştı sadece. Ancak 1969 yılında Ay’a gidebildi insanlık. Büyük usta Stanley Kubrick, bu bilimkurgusunu dört bölümden oluşturmuş.

“İnsanın Doğuşu” (Dawn of Man)… İki milyon yıl önce. Derinde Güneş ışığını yansıtırken, Ay, Dünya’nın etrafında dönüyor. Kızıl bir gökyüzü. Issızlığın ve sessizliğin hissedildiği Dünya’da çoğu yer de çorak. Kubrick, “kesme”lerle yansıtıyor bu anları. Önce hayvan kemikleri görünüyor. Hayatın olduğunu fark ediliyor. Maymun kolonisiyle beraber tuhaf hayvanlar da görülüyor. Sonra da leoparlar. Maymun kolonileri arasında çatışmalar da var. En iyi yer, en iyi beslenme ve barınma yeri de demek. Maymun atamız, kemik yığınları içinden kaval kemiğini alıyor ve bu kemik insanlığın ilk silâhı oluyor. Ve de ilk suçu… Sonra maymunların mağarasının önünde, bir sanatçının elinden çıkmış gibi görkemli bir dikilitaş beliriyor. Bu dikdörtgen duvar, “leit-motif”e dönüşerek, zamanın geçişini ve değimi simgeliyor. Atamız elindeki kaval kemiğini havaya fırlatıyor ve kemik uzay gemisine dönüşüyor. Mavi gezegen Dünya da yansıyor. Evrimleşmeden milyonlarca yıl sonra insanlık uzayı fethetmeye başlıyor. İnsanlığın önünde sonsuz kâinat uzanıyor şimdi. Tanrı şimdi ölmüş müydü? Yoksa hiç yok muydu? Kubrick, bu filmiyle evrime inandığını gösteriyor.

2000 yılı… İnsanlık uzay yolculuklarına başlamış ve koloni oluşturmaya başlanmış. Ama, henüz uzay gemilerini terk edemiyorlar. Bilim insanı ve Heywood R. Floyd (William Sylvester), uzay uçağıyla Dünya yörüngesindeki uzay istasyonuna yolculuk yapıyor. Floyd, yolculuğunu yaparken, görüntülü telefonuyla dünyadaki küçük kızıyla da konuşuyor. Floyd, nedeni bilinmeyen salgını halktan gizlenmesi için bilim insanlarını ikna etmeye çabalıyor. Uzay uçağındaki yolculuk bir belgesel gibi yansıyor. Uzay boşluğunda gezegenler ve uyduları görsel manzara gibi insanın gözleri önünde. Hatta astronotların Ay’da incelemeleri bile yansıyor. Her şey doğalmış gibi. Daha sonra Floyd, Ay’ın üçüncü büyük krateri Clavius’ta ortaya çıkan sorun için Ay’a gidiyor diğer astronotlarla beraber. Yolculukta dünyadaki yiyeceklerden de yiyorlar özlemle. Kâğıt bardaklarda kahve bile içiyorlar. Ay’daki üs, gri toprağın altına inşa edilmiş. Onlar üsse geldiklerinde yine o dikilitaşı fark ediliyor. Sonra da insanı çıldırtan sinyal sesi duyuluyor.

“Jüpiter Görevi” (Mission of Jupiter)… 18 ay sonra, 2001 yılı… Beş astronot, uzay gemisiyle Jüpiter’e doğru yolculuk yapıyorlar. Onların yardımcıları da HAL 9000 bilgisayarı. Bu bilgiayarı Douglas Rain seslendirmiş. HAL her şeyi kontrol ediyor. Gemide Dr. Dave Bowman, Dr. Frank Poole, Dr. Hunter, Kimball ve Kawinski bulunuyor. Komuta, Dave ve Farnk’ta. HAL, sürekli bu iki astronotla iletişim kuruyor. HAL’ın ikizi dünyadaki merkezde HAL’da sorun çıktığını tespit ediyor. Dave (Keir Dullea) ve Frank (Gary Lockwood), HAL’ı devre dışı bırakmayı düşünürken, HAL bu astronotun kendi görevini sonlandıracağı endişesine kapılıyor ve onlara karşı plânlar geliştiriyor. HAL, insan gibi duygulara sahip ve tepki gösterebiliyor. Kendimizin yarattığı teknoloji bizi şimdi ele mi geçiriyordu? Bilgisayarımız olmasa ne yapardık şu an? Bir hiç mi olurduk? Frank, EVA’ya binip uzay gemisinde yerle iletişim arızasını onarmak için gemiden uzaya çıkıyor. EVA, küçük bir taşıma aracı. Elbette o bir robot. Frank, EVA’dan dışarı çıkıp, hiçbir bağlantı olmadan gemideki arızayı tespit ederken bir şey oluyor ve HAL devreye girip Frank’ı ölüme terk ediyor. Milyonlarca yıl önce ilk silâhı icat eden ve ilk suçu, ilk katliamı işleyen insan, kendi icadı bilgisayarın suçlarıyla mı yüzleşiyordu şimdi? Geminin içindeki oksijeni kesen HAL, Hunter, Kimball ve Kawinski’nin ölümüne de neden oluyor. Dave, EVA’ya binip uzay boşluğunda Frank’ın cesedine gemiye taşımak istiyor. Ama HAL kapıları kapatıyor. Dave, Frank’ı uzayın boşluğunda bırakıp, EVA’nın kollarıyla başka bir kapıdan uzay gemisine girebiliyor. Katil HAL’dan nasıl kurtulacaktı Dave? HAL’ın tüm devrelerini kapatmayı başaran Dave, uzay gemisinin komutasını alıyor ve Jüpiter görevini tamamlıyor.

“Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi” (Jupiter and Beyond the Infinite)… Bilimkurgular, elbette gerçeküstüdür. Ama, Jüpiter anları gerçek anlamıyla gerçeküstü. Renkler ve ışıklar gökkuşağı gibi savrulurken, Dave, Jüpiter’in derinliklerine giriyor ve karaya ulaşıyor. Jüpiter göründüğünde korist müzik de fonda duyulmaya başlıyor. Daha sonra müzik, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi çıldırtan bir boyuta çıkıyor. Bu anlarda da belgesel duygusu yaşıyor insan. Dave kendini parlak ışıklar altındaki devasa beyaz bir salonda buluyor. Dave, başka bir odada sandalyede oturan yaşlı bir adamı görüyor. O adam, Dave’in yaşlılığı. Adam, yatak odasına geliyor. Masada yemek yiyor. Başını yatakta yatan, çok yaşlanmış, saçları dökülmüş adama çeviriyor. O da Dave. Sonra o dikilitaş görünüyor. Duvarın üzerine ana rahmindeymiş gibi fanus içinde bir bebek fark ediliyor. Bebek Dave, küçük EVA fanus içinde uzayın boşluğunda umut için Dünya’ya doğru yol alıyor. Öncelikle Jüpiter’deki anların anlamı derin ve insanı felsefi yönden düşüncelere sürüklüyor. Bu filmde insanın ve hayatın anlamları üstüne düşünüyorsunuz. İnsanın varoluşu… “2001: Uzay Yolu Macerası” filozof film. Bu yapıtta gördüğünüz her şeyi Kubrick ustanın kendisi tasarlamış. Onun bir dâhi olduğunu her zaman hatırlamalı. Bu filmin sinemadaki Türkçe afişini de bulabildik. Tarihi bir afiş bu. Film, ülkemizde Eylül 1973’te vizyona çıkmıştı.

“Otomatik Portakal…”

Kubrick ustanın 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” bilimkurgusunu yazar Anthony Burgess’ın romanından uyarlamış. İngiliz yazar Burgess’ın (1917-1993) bu romanı Bilgi Yayınevi tarafından 1996’da “Otomatik Portakal” adıyla yayımlanmıştı. İş Bankası Kültür Yayınları da 2013’te aynı adla romanı yayımladı. Warner Bros’un sunduğu filmin hikâyesi en uçta kapitalizmi yaşayan gelecekteki Britanya’da geçiyor. Bu öyle bir kapitalist ülke ki, sistem her an totaliter rejime dönüşebilir bir ülke. Zenginlik ve yoksulluk da en uçta yaşanıyor bu ülkede. Kimsesiz kalmış yoksul yaşlı insanlar toplumun dışına itilmiş. Şiddet de doğallaşmış gibi görünse de suçlular ele geçirildiğinde ağır cezalar da veriliyor bu ülkede. Senaryoyu yönetmen yazmış. Görüntülerse John Alcott’a ait. Ludwig van Beethoven’ın tüm atmosferi ve Alex’in ruhunu kuşatan müziği de var elbette. Kubrick’in bu filmini orijinal dilinde izlediğinizde tuhaf bir İngilizceyle karşılaşıyorsunuz. Hatta kelimeler bozuluyor, yeni kelimeler türetiliyor. Türkçe dublaj bunlara yetişemiyor maalesef. Filmde “kardeş” ifadesi sıkça kullanılıyor. Sosyalistler birbirlerine “yoldaş” derlerdi vakti zamanında. Faşizmi her zaman ellerinin altında tutan liberal burjuvalar da “kardeş” demeyi telkin etmişler topluma. “Kardeş” ifadesiyle Kubrick ironi yapmış. Kubrick’in bu filmini 1996 yılında Beyoğlu Alkazar Sineması’nda iki defa görmüştük.

Film, Korova Süt Barı’nda açılıyor. Duvardaki siyah panoda da uyuşturucu adları yazıyor barda. Bu mekân, avangard sanatın içinden çıkmış gibi yansıyor. Masalarsa, çıplak kadın heykelleri olan barda adı Alexander DeLarge olan Alex’in (Malcolm McDowell) iç sesiyle bir şeyleri anlamaya çabalıyorsunuz. Alex, “Hikâyemiz. Alex, yani ben, çömezlerim (droogilerim) Pete, Georgie, Dim Korova Süt Barı’nda oturmuş rasodoklarımızı içiyorduk akşama ne yaparız, diye. Bar, zengin süt satıyordu. Vollecett, synthemesc ve dren crom karışımı bu sütü içiyorduk. Bu sizi kışkırtır ve aşırı zorbalık için hazır duruma getirir…” Alex bunları söylerken, kameranın çerçevesi de yavaş yavaş optik kaydırmayla geriye doğru çekiliyor. Ardından bir tünel yansıyor. Alex’in “Dublin’de, kutsanmış şehirde / Kızlar vardır dünya güzeli / İlk kez gördüm çekici Molly Malone’u” diyen şarkıyı mırıldanırken yaşlı ve evsiz yoksul adam yansıyor. Alex, “Tahammül edemediğim şey pis, ayyaş ve yaşlı sokak serserilerinin adi babalarının şarkılarını söylemeliydim, blerb blerb (gurk gurk) yaparak karınlarında çürümüş bir orkestra varmışçasına…” diyen iç sesi duyulurken, yaşlı adamı ellerindeki bastonlarıyla dövüyorlar Alex ve çetesi. Şiddet için doğmuş çetenin elbiseleri de tuhaf. Bembeyaz giysileri olan çetenin siyah fötr şapkaları ve siyah bastonları var. Gece uzun ve daha çok yaşanacak şiddet var bu kaotik gecede. Alex’in çetesi, gazinoya gidiyorlar sonra. Orada Billy ve çetesi, bir kadına tecavüz ederlerken geliyor Alex ve çetesi gazinoya. Koreografi tadı veren kavgaya tutuşuyor iki çete. Polis sireni duyulunca Alex ve çetesi üstü açık arabayla kaçıyorlar. Yolları, şehir dışındaki bir sayfiye evine uzanıyor. Bahçesindeki neonda “Home” yazan evin kapısına dayanıyorlar. Evde yazar ve karısı yaşıyor. Serseriler eve girmeyi başarınca şiddet ve tecavüz de gecikmiyor. Alex, yazarın (Patrick Magee) karısına tecavüz ederken, Gene Kelly’nin “Singin’in the Rain” şarkısını da mırıldanıyor. Anne ve babasıyla yaşayan Alex’in dinlemekten huzur bulduğu Beethoven’ın “9. Senfonisi” de var. Hatta odasının duvarına Beethoven’ın resmine de asmış Alex. İşte bu ruh hallerinde bir Alex var karşınızda. Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinlediğinde tuhaf bir huzurun içine giren Alex, içinde dizginleyemediği zorbalığı dışarı çıkartıyor. Uyuşturucular katılmış sütü de içince şiddet hazza dönüşüyor onun için. Alex’in odasında İsa bibloları da fark ediliyor.

Kadınlarla olmak pornografi onun için. Müzik markette, dondurmayı yalayan (fallik gibi) bir kızı etkileyen Alex, iki kız arkadaşı baştan çıkartarak evdeki odasına götürüyor. Beethoven’ın resmi altında orji yapmak da şiddet kadar haz veriyor Alex’e. Ama bir yerde bir şeyler de değişmeye başlıyor Alex için. Kibrin tepelerinde dolaşan Alex’in, barda çetesiyle de arası yavaş yavaş açılmaya da başlıyor. Artık her şey başka bir yöne doğru gitmeye başlıyor Alex için. Çiftlik evindeki “kedili kadın” (Miriam Karlin) trajedisi onu başka taraflara sürüklüyor. Çiftlik evine giren Alex, salondaki penis heykeliyle kadına şiddet yaparak ölümüne neden oluyor ve kendini hapishanede buluyor. Orada hayatı bambaşka taraflara gidiyor. Anglikan (İngiliz) Kilisesi’ne bağlı 655321 hapishane numaralı Alex, pederle iletişeme geçip kendini İncil’e veriyor. İsa’nın çarmıha götürülürken kendini Romalı asker gibi hayal ediyor. Hatta oralarda Romalı güzel kadınlarla orji yaptığını bile düşünüyor. Alex’in hayatı cehennemde iki devre olarak görülebilir. Hapishanedeki ikinci devrede Alex’i tuhaf bir deney bekliyor.

Ludovico tekniği denilen bu tuhaf deney daha yeni yeni uygulanmaya başlanmış ve sonuçları tam olarak bilinmiyor. Alex, hapishane cehenneminden kurtulabilmek için tek çıkış bu deneyi görüyor kendince. Dr Brodsky’nin (Carl Duering) yürüttüğü deneyin zorlu yollarına giren Alex, bambaşka bir insan olarak toplumun içine dönüyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ailesi bile. Sinema salonunu çağrıştıran bir mekândaki deneyde başına kablolar bağlanan Alex’in gözlerine kapatamaması için de metal kilit konuyor. Önce ona tecavüz sahneleriyle dolu Hollywood filmleri izlettiriliyor. Pek bir gelişme olmuyor. Ama Dr. Brodsky, başka bir şey daha deniyor. “9. Senfoni”yi dinleterek perdeye de Hitler’in ve Yahudi toplama kamplarının siyah-beyaz görüntülerini yansıtınca Alex çıldırıyor. Çünkü Ludwig van dediği Beethoven’la Hitler’in yan yana gelmesini zihinsel olarak reddediyor Alex. Sonra da içi boşalmış olarak Londra’nın sokaklarında suçluluk duygularıyla kâbus gibi karşılaşıyor Alex. Önce tünelde aşağıladığı yoksul adam çıkıyor karşısına. Sonra da çetesinden Georgie (James Marcus) ve Dim (Warren Clarke) polis olarak beliriyor karşısında. Sonra yolu yazarın evine uzanıyor. Tekerlekli sandalyedeki yazar onu piskolojik olarak çözmeye çabalıyor ve bir şeyler buluyor Alex banyoda “Singin’in the Rain” şarkısını mırıldanırken. “9. Senfoni” çalarken, vicdan azabıyla kendini evin üst katından aşağı bırakan Alex ağır yaralı olarak hastanede gözlerini açıyor. Siyasi iktidarın totaliterleşmeye doğru gidişinden rahatsız olan bakan, Alex’e tersi bir tedavi başlatarak Alex’in boşalmış içini doldurtabilecek mi? Rehabilite başarılı olduğunda eski Alex mi olacaktı? Yönetmen ucunu açık bıraksa da insanın kendi kişiliğinin her şeyden önemli olduğunu söylüyor. Burada asıl suçlu sistem. Filmi seyrederken, otomatik portakalın ne olacağı üstüne bir şeyler zihninizde oluşmaya başlıyor. Gizemi bozmamak gerek. Kubrick, ilk devrede yoğunluklu olarak parlak ışık düzenlemeleri yapmış. Elbette gölgelerin öne çıktığı dramatik düzenlemeler de var. Ama ikinci devrede ağırlıklı olarak biraz daha dramatik ışık düzenlemelerini öne çıkarmış. Kamera da genel anlamda sakin bu filmde. Kamera, Alex’in içinde kopan fırtınayı sakince gözlemliyor. Bu filmi gördükten sonra Beethoven’ın “9. Senfonisi” de kulağınıza bambaşka gelecek belki.

(29 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mayınlı Bölgeden Notlar

33. İstanbul Film Festivali’nin dili farklı, öncü ve bazen zorlayıcı filmlerini barındıran ‘Mayınlı Bölge’ seçkisi, özellikle keşif peşindeki sinefillerce merakla beklenen önemli sürprizler içeriyor.

Dokuz filmlik seçkinin belki de en bilineni, geçtiğimiz Venedik şenliğinde en iyi yönetmen ve erkek oyuncu ödüllerini almış olan Yunan yapımı ‘Şiddet Güzeli / Miss Violence’. Alexandros Avranas’ın filmi, 11 yaşındaki Angeliki’nin doğum gününde yüzünde bir gülümsemeyle pencereden atlayarak ölüme gidişi üzerine bir soruşturma ve küçük kızlarının ölümünü ısrarla bir kaza olarak değerlendiren aile üyelerinin tutumu çerçevesinde otorite ve düzen tartışmasına giriyor, derinleşen ekonomik krizin beslediği ahlâki yozlaşmayı irdeliyor.

Bölgenin merakla beklenen iki yapımı, filmleri ülkemizde ilk kez gösterilecek olan çağdaş sinemanın iki aykırı yönetmeninden. Bunlardan ‘Tarihin Sonu / Norte, Hangganan Ng Kasaysayan’, yaklaşık 25 yıldır film çeken Filipin bağımsız sinemasının en önemli ismi Lav Diaz’ın geçtiğimiz yıl ‘Sight and Sound’un en iyi 10 film listesine girmiş son yapıtı. Uzun filmler çeken Diaz’ın dört saati aşan görkemli ve destansı filmi, Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sını günümüz Manila’sına taşıyor. Küratörlük geçmişi de bulunan Katalan senarist ve yönetmen Albert Serra kısa ve uzunlarıyla Avrupa sinemasının yenilikçi yönetmenleri arasında anılan bir diğer isim. Festival programında yer alan Locarno Şenliği Altın Leopar ödüllü son çalışması ‘Ölümümün Hikayesi / Historia De La Meva Mort’, Karpatlar’da yolları kesişen Kazanova ile Drakula’nın ürkütücü serüveni üzerine.

Yıllar önce yine festivalde izlediğimiz Venedik Şenliği büyük ödüllü ilk çalışmalarından ‘Yaşasın Aşk / Vive L’amour’ (1994) ile gönüllere yerleşmiş Taiwan’lı usta Tsai Ming Liang bu yıl ardarda çektiği iki filmiyle konuk oluyor ‘Mayınlı Bölge’ye. 2013 Venedik Şenliği Jüri Büyük Ödülü sahibi ‘Sokak Köpekleri / Jiao You’, ayaklı bir reklâm panosu olarak çalışan baba ile bedava yiyecek bulmak için AVM’leri, süpermarketleri dolaşan çocuklarının Taipei varoşlarından lüks merkezlere uzanan hikâyesi, umut ve yoksulluğa dair şiirsel bir trajikomedi. İlk kez geçtiğimiz Şubat ayında Berlin’de izleyici karşısına çıkan orta metrajlı ‘Batıya Yolculuk / Xi You’ ise, zamanı nasıl algıladığımızı ve gündelik hayatın telaşı içerisinde nasıl tükettiğimizi sorgulayan bir meditasyon.

Seçkide yer alan iki Alman yapımı aile içi şiddet üzerine yoğunlaşmış. Deneyimli yönetmen Philip Gröning’in sekiz yıllık aradan sonra çektiği Venedik şenliği ödüllü ‘Polis Memurunun Karısı / Die Frau Des Polizisten’, üç kişilik bir ailenin eve odaklı gündelik hayatından tedirgin manzaralar sunuyor. Venedik’te eleştirmenleri ikiye bölen film, Haneke hayranları için ilgiye değer bir keşif olabilir. Katrin Gebbe’nin gerçek olaylardan yola çıkmış Hamburg en iyi senaryo ödüllü ‘Herşey Düzelecek / Tore Tanzt’ı ise, yeni bir yaşam kurmaya çalışan genç Tore’nin, dinsel inançları doğrultusunda dahil olduğu aile ortamında başına gelenleri, cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalışını öykülüyor.

Mayınlı Bölge’nin bir diğer konuğu da Şili’den. Gerçek bir olaydan yola çıkan ‘Kızkardeşler / Las Ninas Quispe’, dağlarda çobanlık yaparak geçimini sağlamaya çabalayan üç kız kardeşin yasaklara ve çevrelerini kuşatmış zor koşullara karşı verdiği mücadele üzerine.

Ve Amerikan bağımsız sinemasından bir örnekle liste tamamlanıyor. Genç kuşağın yetenekli oyuncu yazar yönetmeni James Franco, Faulkner’dan sonra (As I Lay Dying) bu kez bir Cormac McCarthy uyarlamasıyla festival izleyicilerinin karşısında olacak. Yazarın insanoğlunun kötülükle imtihanı üzerine tedirgin edici denemelerinden ‘Tanrının Oğlu / Child Of God’, Tennessee’nin dağlık bölgesinde düzen dışına itilmiş vahşi ve acımasız Lester Ballard’ın 1960’lı yıllardan günümüze taşınmış karanlık hikayesinin izini sürüyor. Soluk soluğa üretmeye devam eden Franco, bu filmin ardından çekmeye başladığı Bukowski biyografisini tamamlamış, on parmağında on marifet nitelemesine uygun olarak, Steinbeck’in ‘Fareler ve İnsanlar’ının taze Broadway yorumunda göçmen toprak işçisi George Milton rolüyle sahne almakta halen.

(27 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nin Ardından

19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nin ödül töreni ve ertesi gün gerçekleşecek Fatma Girik – Halil Ergün söyleşisini takip etmek üzere Nürnberg’e geldik.

Türkiye’deki gergin gündemden dolayı sinirlerimiz iyiden iyiye harap olmuşken, bir soluk alıp bu küçük, sakin ve sevimli şehre gelmek herkese iyi geldi diye düşünüyorum.

Festivalin sonuna yetişebildiğimiz için hafta boyunca gerçekleşen aktivite, film gösterimleri ve söyleşileri takip etme fırsatı bulamadık ancak yaptığımız sohbetlerde öğrendik ki hem Türk hem de Alman seyircilerin filmlere ilgisi yoğundu.

İlginin yoğunluğunu festivalin son günü izleme fırsatı bulabildiğimiz, festivalin uluslararası jürisinin de en iyi film olarak belirlediği Köksüz filmi oldu. Deniz Akçay’ın yönettiği, başrollerini Ahu Türkpençe ve Lale Başar’ın paylaştığı film şu an ülkemizdeki gösterimini sürdürüyor. Aynı zamanda Lale Başar festivalde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi oldu. Diliyorum bu iki ödül filmin gişesine de olumlu anlamda yansır. Birçok güçlü yerli filmin gişede yaşadığı talihsizliği Köksüz de yaşıyor ne yazik ki… Düğün Dernek’e 30 dk. daha eklenip yeniden vizyona gireceğini duyup da böylesine başarılı yapımların hem salon hem de seyircisi sıkıntısı yaşaması büyük haksızlık. Gelecekte bu filmlerin çok daha değerli olacağını ve hak ettikleri değeri bulacaklarına inanıyorum.

Gelelim gecenin diğer kazananlarına, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Hanna’nın Yolculuğu filmiyle İsrailli oyuncu Doron Amit’e verildi.

Mahmut Tali Öngören Ödülünü yönetmenliğini Mo Asumang’ın yaptığı Ariler alırken, seyirci ödülü ise Atalay Taşdiken’in Meryem filminin oldu.

Köksüz’den önce izleme fırsatı bulduğumuz, En İyi Kısa Film ödülünü kazanan Sünnetim de oldukça samimi ve eğlenceli bir filmdi. Senaristinin Türk, yönetmenin Alman olduğu bu ortak yapım iki farklı kültürü gayet başarılı bir şekilde gözlemleyip perdeye yansıtmış.

Törenden önce biraraya gelme fırsatı bulduğumuz Nazan ve Ercan Kesal çifti ise Nurnberg’i ve bu festivali çok sevdiklerini, filmlerine olan ilgi ve alakadan dolayı da son derece mutlu ayrıldıklarını söylediler.

Festivalin son günü gerçekleşen Fatma Girik – Halil Ergün söyleşisine de ilgi yoğundu. Yılmaz Güney’in 1971 tarihli Acı filmin ardından başlayan söyleşiye Türk ve Alman seyircilerin ilgisi oldukça yüksekti. Fatma Girik’in her zamanki samimi ve esprili tavırlarıyla keyifli geçen söyleşide katılımcılar Fatma Girik’e sinemaya başlama hikâyesine, Yeşilçam yıllarına ve filmlerine dair sorular yönelttiler.

Festival Başkanı Adil Kaya ve Festival Yönetmeni Ayten Akyıldız ile yaptığımız söyleşide, festivalin zor günler geçirdiğine ve bir sonraki yıl endişesi yaşadıklarına tanık oldum. Özellikle Ankara’ya, yani Kültür Bakanlığı’na yaptıkları başvuruya festivalin sonuna gelinmiş olmasına rağmen hâlâ yanıt gelmemesi onları çok üzmüştü. Türk ve Alman kültürünü buluşturup, yıllardır başarıyla kültür elçiliği yapan bu festivalin gelecek kaygısı yaşaması ne yazık ki oldukça üzücü ve düşündürücü bir durum. Umuyorum, tüm sorunlar kısa sürede aşılıp 20. yılın hazırlıklarına bir an önce başlanır. Şimdiden nice 20 yıllara…

(24 Mart 2014)

Gizem Ertürk

Festivalde Kaçırılmaması Gerekenler

33. İstanbul Film Festivali heyecanı başladı şimdiden. Kitapçıklar sinemalara dağıtıldı, Lale Kart üyelerine bilet satışları başladı bile. Seçimler nedeniyle her zamanki tarihinden bir hafta gecikmeli başlayacak olan şenlik, 05 – 20 Nisan günleri arasında gerçekleştiriliyor bu yıl. Üç salonuyla Beyoğlu Atlas, Beyoğlu Beyoğlu, Ortaköy Feriye, Nişantaşı City Life, Kadıköy Rexx ve İstanbul Modern Sinemaları’nda gösterilecek 200‘ü filmden oluşan zengin bir program bekliyor sinemaseverleri.

Ustaların son çalışmaları bir kez daha festivalin en fazla ilgi toplayan filmleri olacağa benziyor. Wes Anderson’ın geçtiğimiz ay Berlin’de büyük ilgi görmüş ‘Büyük Budapeşte Oteli’, kısa bir süre önce kaybettiğimiz büyük sinemacı Alain Resnais’nin vasiyet filmi ‘Riley’nin Hayatı’, Roman Polanski’nin Marquis De Sade uyarlaması ‘Kürklü Venüs’ü ya da festivalden ‘Yaşam Boyu Başarı’ ödülünü alacak olan Polonyalı usta Andrzej Wajda’nın ‘Walesa’sı, Atom Egoyan’dan ‘Şeytan Düğümü’, Bertrand Tavernier’den ‘Dışişleri’, Terry Gilliam’dan ‘Sıfır Teorisi’ parlak kariyerlerini yıllardır takip ettiğimiz ustaların merakla beklenen son çalışmaları.

Film festivallerinin önde gelen işlevlerinden biri de kuşkusuz yeni sinemacıları, bilinmeyen sinemaları tanıtmak, sinemaseveri bir keşif yolculuğuna çıkartmaktır. 33. festivalin programını incelediğimizde bu seneki seçkinin bu açıdan büyük bir özenle oluşturulduğunu sevinçle görmekteyiz. Dünya sinemasının en büyük yönetmenlerinden Aleksey German’ın dağıtım koşulları nedeniyle ülkesi Rusya dışında çok nadir görülmüş filmlerinden oluşmuş retrospektif bu açıdan çok önemli.

Bu seneki geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemin başına koyduğum Aleksey German retrospektifi dışında, uzun kuyruklar öncesinde seçimlerinize katkıda bulunmayı amaçladığım 15 filmlik kişisel öneri listemi oluşturan yapımlar şöyle sıralanıyor:

01- Şiddet Güzeli / Alexandros Avranas
02- Altın Kafes / Diego Quemada-Diez
03- Tarihin Sonu / Lav Diaz
04- Ölümümün Hikayesi / Albert Serra
05- Sokak Köpekleri / Tsai Ming Liang
06- El Yazmaları Yanmaz / Mohammad Rasoulof
07- Eksik Resim / Rithy Panh
08- İnce Buz, Kara Kömür / Diao Yinan
09- Polis Memurunun Karısı / Philip Gröning
10- Hepimizin Sevgilisi / Hong Sang-Soo
11- Yaza Veda / Koji Fukada
12- Sessizlerin Sesi / Maximon Monihan
13- Dilsiz / Diego ve Daniel Varga
14- Ida / Pawel Pawlikowski
15- Kefaret / Miguel Gomes’in kısaları

Bu sınırlı seçki dışında ilginç seçeneklerle dolu bir program sunuyor festival. Türkiye sinemasının 100. yıl kutlamaları çerçevesinde 40 kadar klâsik filmimizin yer aldığı bölüm bunlardan biri. Ulusal Yarışma kapsamında iddialı sekiz yerli yapım ilk kez izleyici karşısına çıkıyor ve keşfedilmeyi bekliyor.

Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

[Festival biletlerinin genel satışı 22 Mart Cumartesi gününden itibaren Biletix satış kanallarından (0216 556 98 00 / biletix.com ve satış noktaları) ve saat 10:00 – 19:00 arasında, hizmet bedeli eklenmeden Atlas ve Rexx Sinemaları’nda yapılıyor.]

(19 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyayı Değiştiren Savaşın Filmlerinden

1. Dünya Savaşı, trajedinin başlangıcıydı. Milyonlarca insan öldü. Yaralı eve dönen genç askerler, birer kahraman değillerdi. Savaşın anlamsızlığını yansıtan savaş karşıtı “Harp Esirleri”, “Zafer Yolları”, “Gelibolu” ve “Ateşkes” filmlerinin atmosferiyle bu savaşın içinde dolaşmak istedik.

Bu savaş gerçekten dünyanın kaderine etki yaptı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 28 Temmuz 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918’de sona erdi. Bizim için de çok önemliydi bu savaş. Dünya gibi biz de trajediler yaşadık. Birçok imparatorluk gibi Osmanlı İmparatorluğu da çöktü. Atatürk, savaşın ardından Kurtuluş Savaşı’nı başlattı ve laik cumhuriyeti kurdu.

Sinema, 1. Dünya Savaşı üzerine yoğun filmler yapmadı. 2. Dünya Savaşı filmleri daha yoğun ve bu korkunç trajedi üzerinde duruluyor daha çok. Yeni Dünya Düzeni’nin kurulduğu ilk savaş, 20. yüzyılın kaderini değiştirdi. Yıkımlar ve travmalar derindi. Milyonlarca genç asker cephelerde öldü. Sekiz milyonu aşkın insan. Sağlam veya sakat evlerine dönen askerler birer kahraman olarak karşılanmadı döndükleri yerlerde. Kadınlar eskisi gibi değildi. İntiharlar çoğaldı. Çok sürmeden ekonomik buhran geldi ve milliyetçilik hortladı. Hitler ve Mussollini, dünyayı yeniden cehenneme döndürdüler ikinci savaşla. Milyonlarca insan öldü. Yahudi soykırımı yaşandı. İnsanlığın en büyük utancıydı bu. Birinci savaşta uçaklar, donanma, toplar ve mitralyözler vardı. Ama bu savaş tüfek, süngü ve siperlerle zihinlerde yer aldı daha çok. İkinci savaştaysa tanklar başroldeydi. Elbette uçaklar ve donanma da unutulmamalı.

Lewis Milestone’un 1930 yapımı siyah-beyaz “All Quiet on the Western Front-Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmi, bu savaşı gösteren derinlikli filmdi. Filmi izlerken, Nazi ruhunun derinliklerine de dokunursunuz. Naziler, Avrupa’da yükseliyordu ve Milestone’un filmi gelmekte olan ikinci trajediyi önceliyordu sanki. Bu film Erich Maria Remarque’ın “Im Western Nichts Neues” romanından uyarlanmıştı. John Huston’ın 1941’deki siyah-beyaz kara filmi “The Maltese Falcon-Malta Şahini”yle Michael Curtiz’in 1942’deki siyah-beyaz “Casablanca-Kazablanka” filmlerinin de kameramanı olacak Arthur Edeson ustanın, özellikle cepheden yansıttığı ve trajedileri tam içeriden gösterdiği fotoğraflar sinema tarihine geçti. David Lean’ın bizi de ilgilendiren renkli ve sinemaskop 1962 yapımı “Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence” filmi de hatırlanmalı. Charlie Chaplin’in savaş sürerken 1918’de yönettiği, oynadığı ve senaryosunu yazdığı 46 dakikalık siyah-beyaz ve sessiz “Shoulder Arms-Tüfek Omza” filmi de hatırlanmalı. Modern sinemada da, Fransız Jean-Pierre Jeunet’nin 2004 yapımı “Un Long Dimanche de Fiançailles-Kayıp Nişanlı”, Steven Spielberg’ün 2011 yapımı “War Horse-Savaş Atı” filmleri de var. Araştırınca bulabilirsiniz birkaç film daha.

“Harp Esirleri…”

Büyük usta Fransız Jean Renoir’nın 1937 yapımı siyah-beyaz “La Grande Illusion-Harp Esirleri”, güçlü bir savaş karşıtı bir film. Filmin atmosferinde dolaşırken, o “büyük yanılsama” üzerine düşünüyorsunuz sürekli. 1. Dünya Savaşı’nın ardından görece barış ortamı yaşandı. Ama 1929’daki büyük ekonomik buhran milliyetçiliği çoğalttı. 1930’ların başında Almanya’da Naziler iktidara geldi ve “ari ırktan olmayanlara karşı” aşağılayıcı saldırılar başladı. Yahudiler, Çingeneler, bedensel ve zihinsel engelliler toplumdan tecrit edildi. Renoir usta, filminden daha çok o yanılsamayı 1930’lu yıllardaki Avrupa için yapıyordu. Çünkü yeni bir savaş yaklaşıyordu. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Charles Spaak yazmış. Müzikleri Joseph Kosma bestelemiş. Siyah-beyaz unutulmaz fotoğraflarsa Christian Matras’ın kamerasından yansımış.

Film, Fransız karargâhında açılıyor. Pilot Teğmen Maréchal (Jean Gabin) gazinoda Josephine’le randevusunu düşünürken, o gün hayatının macerasına düşeceğini bilmiyor elbette. “Alkol öldürür. Tabur komutanı alkol alır” mizah duygusunun yansıdığı yazısının olduğu karargahın başka bir yerinde, komutan havadan çekilen fotoğrafta bir şeyden şüpheleniyor ve Maréchal’den yeni fotoğraf çekmesini istiyor. Maréchal, Yüzbaşı Boeldieu (Pierre Fresnay) ve Teğmen Domelder’in (Sylvain Itkine) beraber oldukları uçakları Almanlarca düşürülüyor ve üçü de esir düşüyorlar. Alman karargâhında üç esirin yolu General Rauffenstein’la (Erich von Strocheim) kesişiyor. General, az da olsa Fransızca biliyor ve onları yemek masasına davet ediyor. General, sınıf olarak kendine yakın bulduğu Boeldieu’ye yakınlık gösteriyor hemen. Üç Fransız esir, subayların esir tutulduğu kampa götürülüyorlar. 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Yahudileri topladığı kampların öncülü bu kamp. Fransız subayların olduğu koğuşa yerleştiriliyorlar. Bu koğuşta subaylar uzun süredir tünel kazıyorlar ve yeni esirle beraber kazı yoğunlaşıyor. Ama Almanların başka planları ortaya çıkıyor ve tünel bir yanılsamaya dönüşüyor. Kampta hayat zor olmasına rağmen, Almanlara karşı yılgın olmadıklarını göstermek için mahkûmlar kendilerine eğlence de çıkartıyorlar. Kadın elbisesi giyip kabare bile sahneye koyuyorlar. Eğlence sürerken, Almanların elinden kurtulmuş bir kasabayı söyleyen Maréchal, esirleri kışkırttığı için hücreye atılıyor. Hücrede yalnızlık çeken Maréchal, zihinsel olarak çökecekken cezasını tamamlıyor. Çünkü insan sesini özlüyor. Fransızca kelimeleri de.

Başka bir hapishaneye sürülüyorlar sonra. Bu yeni yer kamp değil, 12. yüzyıldan kalma bir kale. Bazı bölümleri de 14. yüzyıla ait elbette. General Ruffenstel’la yollar bir daha kesişiyor. 36 metre yükseklikte duvarları olan bu kale hapishaneden kaçmak mümkün mü? Deniyorlar. Maréchal ve Yahudi Rosenthal kaçmayı başarırken, geride kalan Boeldieu’yü general vuruyor. General yaptığından suçluluk duysa da Boeldieu trajedisinden kurtulamıyor. Botanikçiliğe meraklı general, saksısındaki değerli çiçeği dostu olarak düşündüğü Boeldieu’nün cenazesi için kopartıyor. Bu da bir yanılsamaydı? Savaşta değil de normal zamanlarda tanışsalardı bu iki burjuva iki sıkı dost olabilirlerdi. Boeldieu, kale hapishanesine geldikten sonra, zengin hastalığı olan kansere işçi sınıfının da yakalanacağını söylüyor. Filmin ve Boeldieu’nün bu öngörüsü, 1945 sonrası görece refah toplumlarında yaşanmaya başlamıştı. Diğer hastalıklar gibi. Aydınlar vereme, burjuvalar siroza yakalanır diyordu koğuştaki diğer esirler. Toplama kampıyla beraber bu hastalık öngörüleri bile “Harp Esirleri”nin ne kadar büyük bir film olduğunu gösteriyor. Almanlar, uzakta olmayan ikinci savaşta yeni kamplarında Yahudileri toplayacaklardı.

Kale hapishanesinden epeyce uzaklaşan Maréchal ve Rosenthal’in (Marcel Dalio) yolu, küçük kızı Lotte’yle (Little Peters) tek başına yaşayan Elsa’nın (Dita Parlo) evine ulaşıyor. Elsa’nın kocası cephede ölmüş. Bu iki kaçak esire sıcak davranıyor Elsa. Küçük Lotte de seviyor onları. Bu cehennemde birkaç gün süren cenneti yaşıyor Maréchal ve Rosenthal. Elbette aşk da doğuyor. Gelecekten umutsuz Maréchal, Elsa’yla kalmak istese de savaşta düşman toprakları güvenli olmayabiliyordu. Alpler’de, Alman sınırından İsviçre’ye geçebilen Maréchal ve Rosenthal, karlar üzerinde bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyorlardı son sahnede. Umut ve karmaşanın aynı anda hissedildiği bir andı bu. “Harp Esirleri” filminin içeriğinin ve estetiğinin sonradan gelen filmlere yol gösterici olduğunu da belirtelim. Kameranın uzun kaydırmaları, sabit karmanın sağa ve sola çevrinmeleri (pan yapmaları), mekânların yansıyışı, karakterlerin güçlü ve zayıf taraflarının verilişi, şiirsel gerçekçi bir tat veriyor “Harp Esirleri” filmine. Kesinlikle diyaloglar da unutulmamalı. Doğal, esprili ve güçlüydüler. Filmde Fransızca, Almanca ve İngilizce duyulduğunu da belirtelim. Kale hapishanede mekânlara düşen ışıkla dışavurumculuk az da olsa hissediliyordu, Renoir, filminde çoğunlukla parlak ışık düzenlemeleri yaparak izlenimci estetikten uzaklaşmamış. Özellikle gündüz dış mekânlardaki gri-beyaz tonlarda izlenimci ruhu fark ediliyordu. Elbette şiirsel gerçekçi bir savaş filmiydi bu. Renoir’nın estetiği. Sinema tarihinin bu özel filmini görüp ve üzerine yazı yazmak da onurdu ayrıca.

“Zafer Yolları…”

Bir başka büyük usta Amerikalı Stanley Kubrick’in 1957’de United Artists’in sunduğu siyah-beyaz “Paths of Glory-Zafer Yolları” filmi, 1975 yılına kadar Fransa’da yasaklanmıştı. Kubrick ve Hollywood güçlü olduğu için filmin başka ülkelerde gösterimine engel olamayan Fransız devleti, Gillo Pontecorvo’nun 1966 yapımı siyah-beyaz “La Battaglia di Algeri-Cezayir Savaşı” filmine savaş açmış ve sol ruhlu yönetmenini açlığa sürüklemişti. Ama Pontecorvo’nun dostu da Marlon Brando’ydu. Yeni Avrupa Birliği (AB) kriterleri yavaş yavaş hayata geçince Fransa’ya da özgürlük gerçek anlamıyla gelmişti. AB kriterleri geleceğimiz. Humprey Cobb’ın romanından uyarlanan filmin senaryosunu Kubrick’le beraber Jim Thompson ve Colder Willington yazmışlar. Etkileyici müzikleri de Gerald Fried bestelemiş. Atmosferin ruhunu tam içeriden duyuran kamerayı da Georg Krause kullanmış.

Film, 1916 yılında açılıyor. Dış ses, Fransa’yla Almanya arasındaki savaşın 3 Mayıs 1914 yılında başladığını söylüyor. “Paris’e 30 km kala, yıpranmış Fransızlar mucizevî biçimde ani saldırıyla Marne Nehri’nde Almanları püskürttü. Ön cephe düşürüldü” diye devam eden anlatıcı, Fransızların savaş hataları hatırlatıyor alttan alta. Bu hatalar, binlerce genç askerin ölmesine neden olmuş ve siperlerden çok az ilerlenebilmiş. Kubrick’in bu filmi, Fransız ordusunun savaş hataları ve suçları üzerinde duran keskin eleştirili bir başyapıt. İhtirasın da adaleti yok ettiğini gösteriyor Kubrick. General Georges Broulard (Adolph Manjou), şimdi Almanların elinde olan Ant Tepesi’ni kurtarmayı hayal ediyor. General Paul Mireau’dan (George Macready) bunu gerçekleştirmesi için emir de veriyor. Siperlerdeki askerler yorgun ve aç. İki generalin ihtirası, savaşın içindeki trajedilerle beraber adalet duygusunun ve insanı hiçleyişleriyle de ibret verici. General Mireau, sipere geliyor ve askerleri ateşlemeye çabalıyor. Askerlerin yüzündeki umutsuzluk ve yorgunluk, generali daha da kışkırtıyor. Kubrick, generalin siper ziyaretini öncü “steadicam” kamera çekimleriyle yansıtmış. Öne ve geriye sarsılmadan kayıp duran kamera insana heyecan veriyordu. 701. Alay’ın komutanlarından ve sivil hayatta önemli ceza avukatlarından Albay Dax (Kirk Douglas), Ant Tepesi’nin alınabilmesinin imkânsız olduğunu söylese de general, vatanseverlik lâfları ederek, askerlerin koltuklarını kabartmaya çabalayıp duruyor. Albay generale, Samuel Johnson’ın, “Bir hainin son sığınağının vatanseverlik” sözünü hatırlatıyor. Ama general öyle hırslı ki, hiçbir şey onu durduramıyor. Savaş suçları ve yalanlar olsa bile. Savaş yorgunluğunu ve korkusunu alkolle yenmeye örtmeye çabalayan Teğmen Roget (Wayne Morris), öncü keşif takımının komutanlığı görevi veriliyor. Ant Tepesi’nde keşifte teğmen yanına kendini daha önceden tanıyan Onbaşı Phillippe Paris (Ralph Meeker) ve Er Leugene’i (Kem Dibbs) alarak ihtirasın mekânına gidiyor. Er Lejeune’i ileriye süren teğmen, bir süre sonra el bombasını ileriye doğru atıyor gecenin içinde. Er ölüyor. Alaydaki savaş suçuydu bu. Daha sonra Albay Dax’ın komutasında askerler siperlerinden çıkıp, Almanların makineli tüfeklerinden yağan kurşunların üzerine yürüyorlar. Bu an gerçekten insanı, korkunun ve cehennemin içine salıyordu. Raylar üzerinde sola doğru kayıp duran kameranın, vurulan genç askerlerin trajedisini belgesel gibi yansıtıyordu perdeye. Kubrick, aralarda “kesme”ler de yaparak savaşın korkunç yüzüne tanıklık ettiriyordu. Fonda perküsyonlarla kurşun seslerinin birbirine geçmesi de korkuyu daha da çoğaltıyordu filmde. Bir de Steven Spielberg, Kubrick’in bu filminin bazı anlarından büyük ilhamlar aldığını fark ediyorsunuz.

Saldırı başarısız olunca General Mireau, Yüzbaşı Rousseau’dan (John Stein) askerlerin üzerine ateş etmesini istiyor. Bu da ikinci savaş suçu. Rousseau bu emre itaat etmiyor ve hırsının cehennemiyle üç askeri suçlayarak askeri mahkemeye veriyor. Onbaşı Phillippe Paris, erler Maurice Ferol (Timothy Carey) ve Pierre Arnaud (Joe Turkel), düzmece mahkemeyle kurşuna dizme cezasıyla infaz yiyorlar. Mahkeme, hiçbir yazılı iddianameye dayanmıyor ve sadece askeri savcının söylediklerini kanıt olarak görüyor. Aslında hüküm önceden verilmiş. Mahkeme generalleri kurtarmak için üç masum ve suçsuz askeri trajediye yolluyor. Albay Dax, daha sonra çok güçlü deliller bulsa da hiçbir şeye yaramıyor. Hücrede ölümü bekleyen üç askerden Onbaşı Paris, hücreye dua için gelen pederden ve Tanrı’dan umut dileniyor. Belki de hayatında hiç Tanrı’ya dua etmemiş Paris. Hücrede çiftleşen hamamböceklerini gözleri takılan Paris, hayatının hamamböceklerinden daha değersiz olduğunu hissediyor. İnfaz sahnesi gerçek anlamda dramatik ve o anlarda ruhsal anlamda çöküntüye uğruyorsunuz. İnfazın gerçekleştiren askerlerin başında da, ironik anlamda, Teğmen Roget vardı. Filmin final bölümü de insanın boğazını düğümlüyordu. Karargâhın gazinosunda askerler, sahnede bir Alman şarkıcıkızını (Christiane Kubrick) görünce erotik düşler kurmaya başlıyorlar. Kim bilir kaç zamandır dişi sesi duymamış genç askerler zihinlerinde pornografi yaşarken, Alman kız yanık sesiyle şarkı söylemeye başlıyor gözyaşlarıyla. Askerler bu içten sesin etkisine girerek saf ve ruhani aşkı yaşıyorlar bir an. Filmde birçok güçlü an var. Ama bu final bölümü, sinemanın en değerli armağanıydı. “Zafer Yolları” filminde, yan tarafında yolcu taşıyan motosiklet de göze çarpıyordu. Albay Dax, askeri mahkemeye bu motosikletle geliyordu. 2. Dünya Savaşı’nda da bu motosikletler at gibi kullanılmışlardı.

“Gelibolu…”

Avustralyalı yönetmen Peter Weir’in bizim için de önemli 1981 yapımı “Gallipoli-Gelibolu” filmi, 1. Dünya Savaşı’na tarafsız bakan, hatta savaşın anlamsızlığını yansıtan bu filmini Paramount sunmuş. Film, İngilizlerin ve medyanın propagandalarının etkisinde kalan 18 yaşındaki sprinter Archibald “Archy” Hamilton’ın diğer genç Anzak askerleri gibi trajediye giden yolculuğunu anlatıyor. Öte taraftan da Frank Dunne da var. Filmin senaryosunu, yönetmenin yazdığı hikâyeden David Williamson yazmış. Muhteşem sinemaskop görüntüler de Russell Boyd’un. Fonda duyulan tema müziği de, “New Age” tarzında besteler yapan Jean-Michel Jarre’ın. Yönetmen, Jarre’ın “Oxygene” bestesini kullanmış tema müziği olarak. Ön ve son jeneriklerde duyulan yanık ve kederli müzik de unutulmamalı. Bu müzik insanın kulağından usulca giriyor ve insanın tüm vücudunda hissediliyor. Bu filmi, 1983 yılında İzmir’de Alsancak İzmir Sineması’nda görmüştük. Sinemanın perdesi öyle muhteşem büyüklükteydi ki, o sinemaskop fotoğraflar daha çarpıcı yansıyordu perdeye. Filmin sinema dublajında Frank, Türkleri çağrıştırmak için arada bir “aga” diyordu, belirtelim. DVD’ciler hep keder veriyor.

Mayıs 1915, Batı Avustralya. Sarı çorak, yer yer de çöl topraklar. Archy’nin ailesi sığır çiftçiliği yapıyor. Archy (Mark Lee), amcası Jack (Bill Kerr), onun hocalığını yapıyor koşuda. Hafta sonu yapılacak yarışlar hayatını da değiştiriyor Archy’nin. Frank da demiryolu işinde çalışıyor. Mesai arkadaşları Billy (Robert Grubb), Barney (Tim McKenzie) ve Archy gibi daha çocuk yaştaki Snowy de (David Argue) savaşa katılıyorlar. Frank (Mel Gibson), yarışmak için geldiği bu yerde hayatının arkadaşı Archy’yle de tanışıyor. Frank’ın anlamı olmayan ve kendisini ilgilendirmeyen savaşlarla ilgilenmiyor. Uzaklardaki bu savaşı anlamsız buluyor. Frank, yarışı kazanıp kazandığı parayla iş kurmayı hayal ediyor. Yarışı Archy kazanınca hayaller de değişiyor. Genç Archy, süvari olarak başvuruyor, ama yaşı 21 olmadığı için reddediliyor. İki arkadaş çölleri beraber aşıp Perth kasabasına ulaşmaya çabalıyorlar savaşa katılabilmek için. Bu çöl yolculuğu, modern sinemanın en muhteşem destansı anlarından biriydi. Çölde develi yaşlı bir kovboyla karşılaşıyor Archy ve Frank. Yaşlı kovboy onlara su ve yiyecek veriyor. Archy, vatanı Almanlardan korumak için Türkiye’ye gideceklerini söyleyince, yaşlı kurt çöle bakıp, “Almanlar başımla gözüm üstüne” diyor ironik kelimelerle. Archy ve Frank, yakındaki çiftlikte dinlenip Frank’ın kasabası Perth’e ulaşabiliyorlar sonunda. Frank, evlerinde Archy’ye Lassalles adıyla sahte kimlik hazırlıyor ve Archy süvari olarak kabul ediliyor. Frank atı süremediği için reddediliyor. Yollar ayrılıyor. Bir zaman sonra Frank, savaşa katılmak için Perth’e gelmiş demiryolu işçisi arkadaşlarını görüyor ve istemese de piyade olarak askere yazılıyor. Yollar Mısır’da bir defa daha kesişiyor Archy’yle Frank’ın. Sonra koşucu olarak aynı birliğe katılıp Çanakkale’de savaşın içine düşüyorlar. Siperler arasında haberleşmeyi gerçekleştirirken, Archy mutlu değil. Tüfeği istiyor. Final gerçek anlamda trajikti. Komutan, askerlerden kurşunlarını çıkartıp tüfeklerine süngü takmayı emrediyor. Almanlarla beraber ortak savaşan Türklerin cephesinde makineli silâhlar var. İngilizler, Çanakkale Boğazı’nda çay keyfi yaparken, genç Anzak askerleri on metre gidemeden makineli tüfeklerle kanlar içinde yerlere seriliyor. Frank ve Archy, bir sahnede esir alınmış Türk askerlerini incelerken, “Bize benziyor” diyorlar. İnsanın yüreğine oturuyor bu sözler. Archy, süngü takılmış kurşun olmayan tüfeğiyle siperden çıkıyor ve birkaç adım attıktan sonra o kurşun acısını vücudunda hissediyor. Görüntü donuyor ve çizgi hatlar yansıyor perdede. İnsanı yüreğinden vuran önemli bir yapıttı “Gelibolu” filmi.

“Ateşkes…”

Sanat ve spor, insanları birbirlerine yaklaştırır derler. Gerçekten de yaklaştırıyor. Fransız Christian Carion’un yazıp yönettiği 2005 yapımı “Joyeux Noel-Ateşkes”, savaşın en acımasız zamanlarında bile, düşman diye kurşun sıkılan insanlarla dost olunabileceğini gösteriyor. 24 Aralık 1914 yılının Noel’inde Fransa-Almanya sınırında, yani 1. Dünya Savaşı’nda yaşanmış olaylardan yola çıkan film, karşı cephelerde birbirlerine kurşun sıkan askerlerin Noel’i beraber geçirmelerini anlatıyor. İskoçlarla Fransızlar müttefik ve düşman Almanlarla savaşıyorlar. Bu Noel gününü, Discovery belgesel kanalında 1. Dünya Savaşı üzerine belgeselde izledik. Hem belgesel görüntülerle hem de fotoğraflarla. Yönetmen, belgeseldeki gibi o atmosferi yaratabilmiş. Gerçekten, insanlık adına heyecan verici bir mucizeydi bu. Savaşın anlamsızlığı üzerine de çarpıcı bir belgeydi. Filmin müziklerini Philippe Rombi bestelemiş. Etkileyici fotoğraflarsa Walther van den Ende’nin.

Ön jenerik öncesi etkileyici anlar seyircileri hemen çarpıveriyor. Britanyalı, Fransız ve Alman çocuklar kameraya bakarak konuştuklarında insan etkileniyor bu anlarda. Tanıtım yazıları sürerken İskoçya semalarında uçan kamera, bir kiliseye yöneliyor. Jonathan (Steven Robertson), küçük kardeşi William’a (Robin Laing) savaşa katılacakları müjdesini veriyor. Kilisenin rahibi Palmer (Gary Lewis) şaşkınlıklar içinde kalırken, kamera Fransız ve Alman taraflarına da gidiyor. Bu filmde insanlar kendi dillerini konuşuyorlar, bu da çok iyi.

Alman, İskoç ve Fransız cephelerindeki siperler öylesine birbirlerine benziyor ki, tüm siperlerde sokakların bir adı var. 24 Aralık yaklaşırken, operanın sopranosu Anna Sörensen (Diane Krüger), cephedeki operacı sevgilisi Nikolaus Sprink’e (Benno Fürmann) ulaşmak için çabaları, aslında birbirlerine kurşun atan askerlerin bir gece de olsa mola vermesine neden oluyor. Noel gecesi sevgilisiyle güzel anlar yaşayan Anna, Nikolaus’la sipere gidince, ölüm ve korkudan başka bir şey yaşanmayan siperlere mutluluk da götürüyor. Nikolaus, Alman siperinde bir opera şarkısı söylemeye başladığında, az ötedeki İskoçlar da kendi ulusal çalgıları gaydayla şarkıya katılıyorlar. Sonra Fransızlar da katılıyorlar bu güzel anlara. Bütün gün birbirlerine kurşun sıkan askerler içkilerini, sigaralarını, yiyeceklerini birbirleriyle paylaşıyorlar. Siperlerdeki tüm komutanlar yüzbaşı rütbesinde. Fransız komutan Audebert (Guillaume Cannet), hamile karısını geride bırakmış. Tüm duygularıyla karısını düşünüyor. Siperde gözü, çiftleşen iki hamamböceğine takılınca daha da kederleniyor Audebert. Bir erkek için en büyük acı, kadınının uzaklarda olması. Alman siperinin komutanı Horstmayer (Daniel Brühl), savaştan birkaç yıl önce Paris’te karısıyla mutlu anlar yaşadığı günleri anıyor hep. İskoç komutan Gordon (Alex Ferns), pek bir şey anlatmıyor.

İnsanı etkileyen “Ateşkes” filminin çarpıcı özelliklerinden biri yarattığı karakterler. Hikâyede küçük bir yer tutan bir karakter bile filme derinlik katıyor. Yüzbaşı Audebert’in emireri Ponchel (Dany Boon), belki de filmin en yüreğe vurucu karakteri. Elbette unutulmaz anlar da var. Senaryonun iyi yazılması ve karakterlerin de iyi işlenmesi filme değer katıyor. Unutamayacağınız en az birkaç an olabilir bu filmde. Kiliseyi geride bırakıp kardeşiyle savaşa katılan İskoç genci Jonathan’ın trajedisi gerçekten insanı etkiliyor. Kardeşi William, cephede vurulduğunda hayatta kalabilmek için onu orada bırakıyor Jonathan. Vicdan azabı ve suçluluk da çekiyor sonraları. Kilisenin rahibi Palmer da gençlerin peşine takılıp cepheye gelmiş. Palmer, rahiplikle beraber sıhhiye görevini yürütüyor cephede.

1963 doğumlu yönetmen Carion’un yazdığı senaryodan beyazperdeye aktarılan film, insan olmanın ve yaşamın güzelliklerini her an hissettiriyor. Müziğin, sanatın renkleri insanları birbirlerine yaklaştırıyor ve öldürmenin anlamsızlığını fark ettiriyor. Carion’un bu savaş karşıtı filmi belleğe alınmalı. Alman siperinin komutanı Horstmayer’i canlandıran Daniel Brühl’ü, devrimci film “Die Fetten Jahre sind Vorbei/The Edukators-Eğitmenler”den hatırlıyoruz daha çok. Tarantino’nun 2009 yapımı “Inglourious Basterrds-Soysuzlar Çetesi” filminde Hitler’in propagandası için kahramana dönüştürülmüş genç bir Alman askerini canlandırmıştı. Askerin kahramanlığa değil aşka ihtiyacı vardı, her insan gibi. Fransız siperinin komutanı Audebert’i oynayan Guillaume Cannet de filmler yönetiyor ve filmlerde oynuyor. Yönettiği 2011 yapımı sinemaskop “Les Petits Mouchoirs-Küçük Beyaz Yalanlar” filmini hatırlayabilirsiniz. Anna’ya hayat veren güzel ve iyi oyuncu Alman Diane Krüger, bir vakitler Canet’yle evliydi. Krüger, Alman, Fransız ve Hollywood filmlerinde muhteşem oyunculuğunu sunma fırsatı buluyor hep.

(16 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Rüyayla Gerçek Arasında Kalan

Sinema tarihinde, rüyayla gerçek arasında kalan gerçeküstü filmler epeyce çok. Fritz Lang’ın “Penceredeki Kadın” filmi, sinemanın ilk rüya-gerçek filmlerinden. Günümüz sinemasından “Mavi Kadife” ve “Gitme” filmlerinden örnek vermek istedik.

David Lynch’ten önce sinema rüya-gerçek üzerinde filmler yapmaya başlamıştı. Gerçeküstücü bir ruhu olan bu rüya-gerçek, insana simgesel olduğu kadar içindeki korkuları ve özlemleri de perdeye yansıtıyor. Gerçeküstü sinemanın en büyük ustası Luis Bunuel filmlerinde de rüyayla gerçek arasında dolaşıp durursunuz. Lang’ın 1944 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın”, tam anlamıyla bir rüya-gerçek filmiydi. Profesör Richard Wanley (Edward G. Robinson), akşam sokakta yürürken, fotoğrafçının camekânında bir kadının fotoğrafını görüyor ve bir süre fotoğrafa bakıyor. Sonra arkadaşlarıyla buluşmak için kulübe gidiyor ve arkadaşlarını beklerken şekerleme yapıyordu. İşte bu filmde Wanley’in bu kestirmesinde gördüğü polisiye rüyayı heyecanla takip etmeye başlıyorduk. Başrolde de o kadın, Alice (Joan Reed) vardı. Bu kadının profesörün rüyasına girip nefes kesen bir gizemin içine girmesi, aslında sıradan hayatında harekete özlemdi. Belki de o fotoğraftaki gibi bir kadına ulaşmayı hayal etti. Bilinçaltı, inanılmaz oyunlar oynuyor sürekli kendimize. Freudyen bir bakış da getirebilirsiniz buna. Ünlü Amerikalı yazar Paul Auster, Lang’ın “Penceredeki Kadın” filminden haylice ilham alan 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu” filmini de hatırlamalı. Salaş bir gece kulübünde saksofon çalan Izzy Maurer (Harvey Keitel), tuvalete gider, pisuarda çişini yaparken, gözü duvardaki kadın fotoğraflarına takılıyor. Sonra sahneye geliyor. Saksofonunu çalarken, bir kurşunla yere seriliyor ve baygınlıkla zihnine yerleşmiş genç kadınla bir gerilimli maceranın içine düşüyor. Celia (Mira Sorvino), güzel ve özlem duyulmayı hak eden bir genç kadın. Sinemaseverlere gönderdiğimiz iki film de bu ruhun içinde dolaşıyor.

“Mavi Kadife…”

Film, ön jenerikte, sanki Hitchcock filmlerinden düşmüş gerilimli müzikle açılıyor mavi kadifeden perdenin üzerine. Angelo Badalamenti, Hitchckok’un bestecisi Bernard Herrmann’ın ruhunu yaşatıyor sanki Lynch’in bu filmde. Her şey, Lumberton adındaki kasabada geçiyor. Gerçekten geçiyor muydu? Filmi seyrederken sürekli kuşkular içine düşüyordu insan. Lumberton, Kuzey Carolina’da bir kasaba. Kerestecilik işleriyle uğraşan sakin bir kasaba Lumberton. 1950’lerin dinginliği ve huzuru çökmüş gibi. Rüya-kâbus anlarıysa refah toplumunun sarsıntıya uğradığı ve şiddet toplumuna dönüşmeye başladığı 1960’ların ikinci yarısının atmosferini hissettiriyor. Böcek ilâçlama işleriyle uğraşan Beaumont ailesinin insana huzur veren bahçesinde baba Tom (Jack Harvey), çiçekleri ve çimleri suluyor. Fondada Bobby Vinton’ın kadife sesiyle “Blue Velvet” şarkısı duyuluyor. Tom birden yere yığılıyor, yeni yürümeye başlamış torunu ona doğru yürüyor, köpek fıskıyenin ağzından su içiyor ve kamera usulca çimlerin arasına giriyor ve yavaşça böceklere doğru kayıyor. Bobby Vinton da, “Mavi kadife / O, mavi kadife giyerdi / Kadifeden daha mavi olan geceydi / Işığı satenden daha yumuşak olan / Yıldızlardan gelen / O, mavi kadife giyerdi / Gözleri kadifeden daha maviydi” diye şarkısını söylüyor fonda. Hastaneden dönerken çayırlarda gezintiye çıkıyor Jeffrey (Kyle McLachlan). Otların arasında bir kesik kulak buluyor. Kesik kulağı polis dedektifi John Williams’a (George Dickerson) götürüyor. Ardından da bir cehennemin tam içine düşüyor. Seyirci de, kameranın kulağın içine girmesiyle bir kaosun kasvetli karanlığına dalıyor. Filmin final bölümü seyircinin tam anlamıyla zihnini karıştırıyor. Finale kadar olanlar gerçek miydi, yoksa Jeffrey’nin rüyasında kabusa dönüşmüş anlar mıydı, diye.

Aslında Lynch sinemasını biraz olsun anlayabilmek veya içine girebilmek için, onun 2001 yapımı “Mulholland Drive-Mulholland Çıkmazı” filmini görmek gerekiyor. Herhalde usta, “filmleri anlaşılmaz” lâflarından bunaldığı için “Mulholland Çıkmazı”nı çekti. Bu filmin büyük bir bölümü “rüya film”di. Diane’in (Naomi Watts) rüyasıydı. Lynch’in birçok filminde bir rüyanın içindeymiş gibi hissedersiniz kendinizi. Lynch’in 1997 yapımı “Lost Highway-Kayıp Otoban” filmi de öyle. Postmodern bir yönetmen olan Lynch, büyük usta Luis Bunuel’in gerçeküstücü ruhunu arıyor filmleriyle. Ama, MGM’in sunduğu 1986 yapımı “Blue Velvet-Mavi Kadife”, yine bir başka büyük usta Fritz Lang’ın 1944 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın”dan da ilham almış gibi. Fikir anlamında. Lynch’in filminde, kamera kulağın içine giriyor ve kasvet yüklü bir polisiye hikâye başlıyor sonra. Filmin girişiyle final bölümü, güneşli, insana huzur veren, sonsuz güvenli ve sıcak renk tonlarıyla yansıyor perdeye. Refah toplumunun huzurlu mutluluğunun fotoğrafları bunlar. Jeffrey’nin, otların arasında kesik kulağı bulmasıyla her şey yavaş yavaş loşlaşıyor, o güvenli Lumberton, gotik bir kasabaya dönüşüyor ve filme tuhaf bir kasvet çöküyor. “Mavi Kadife”, gizemli ve gerçeküstü bir kara film.

Lynch’in “Mavi Kadife”de, güneşin altında huzur veren küçük Lumberton kasabasını, Hitchcock’un ruhuyla buluşuyor. Lynch, gece atmosferi ve Dorothy Vallens’in (Isabella Rossellini) yaşadığı apartmanda ışık düzenlemeleriyle de dışavurumcu ışık düzenlemeleri denemiş Lynch. Küçük kasaba ve karanlık atmosfer, Lynch’in “Mavi Kadife” filmini estetik anlamda beslemiş. Hatta Lynch’in filminde gotik bir atmosfer de var. Frederick Elmes, yönetmeni Lynch’in ruhunda dolaşabilen bir kameraman. “Mavi Kadifede” de sinemaskop kamerayla dolaşabilmiş. Bu filme, psikanalitik açıdan “Oedipal” olarak yaklaşılabilir. Filmdeki böcek/kamera birer simgeydi. Jeffrey’nin bilinçaltındakilerini kâbus olarak dışarıya yansıtıyorlar. Ailenin, pencereden gagasında böcek olan narbülbülüne bakışı, aslında Jeffrey’nin kâbusundan çıkışıydı. Böcek, Jeffrey’nin bilinçaltı takıntısı gibi. Narbülbülünün de hikâyesi vardı. Işık olmadığında, narbülbülleri ortaya çıkmazlarmış ve dünyadan aşk gidermiş. Gözleri kör eden ışık dünyayı sardığında narbülbülleri aşkla geri dönerlermiş. Bunu, Sandy’nin (Laura Dern) Jeffrey’ye anlattığı güzel hikâyeyle öğreniyorsunuz.

Jeffrey, gerçeklikteki eşi, rüya-kâbusunda sevgilisi olacak, polis dedektifi John Williams’ın kızı Sandy’nin söyledikleriyle tekin olmayan karanlık Lincoln Caddesi’ndeki dairede oturan Dorothy Vallens’in dairesine böcek öldürücü olarak giriyor ilk önce. Dorothy, “Slow Club”ta şarkı söyleyen, melankolik, gizemli ve hüzün yüklü bir kadın. Jeffrey, sonra Dorothy’nin dairesine gizlice giriyor, ardından Dorothy daireye zamansız gelince her şey karışıveriyor birden. Lynch, ister gerçek anlamda ister metaforik anlamda olsun, Dorothy’nin dairesini röntgencilik duygusuyla yansıtmış. Jeffrey ve kamera (seyirci), Dorothy’yi röntgenlerken, gizemler de ortaya çıkıyor. Beyazperdenin en “kötü adamı” Frank Booth’la (Dennis Hopper) beraber. Bu seyretmesi zor insanın da takıntıları var. Kasabanın yeraltında her türlü pisliği yapan Frank’ın satın aldığı polisler de var tabii ki. Kâubusun içinde, karanlık ve tekin olmayan bu kasabanın sokaklarında dolaşırken, hangi dünyanın daha gerçek olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz.

Filmde duyulan Ketty Lester’ın muhteşem sesiyle 1962’de kaydettiği “Love Letters” şarkısını Elvis Presley’in sesinden de hatırlayabilirsiniz. Presley bu şarkıyı 1971’de okumuştu yeniden. Ketty Lester’ın sesi, Dorothy’nin dairesinde, Jeffrey’nin “sarı adam” dediği polis Gordon’la (Fred Pickler) Dorothy’nin kulağı kesilmiş kocası Don’ın kanlı cesetleri üzerinde duyuluyor. Roy Orbison’ın “In Dreams” şarkısını Ben (Dean Stockwell), kendi mekânında karaoke olarak söylüyordu Frank’a. Roy Orbison’ın sesi, Chris Isaak gibi Elvis Presley’in sesini çağrıştırıyor. Fonda Chris Isaak’ın şarkıları da duyuluyor. Ayrıca Julee Cruise’in sesi de kulaklara geliyor. Gençlerin partisinde, Julee Cruise’un “Mysteries of Love” şarkısıyla Jeffrey ve Sandy dans ediyorlardı, ilk yakınlaşmalar ve ilk öpücüklerle. Bu şarkı, Jeffrey’nin uykudan uyanmasından önce bir defa daha duyuluyor kâbusun finalinde. Evet, bu filmin içinde dolaşmak bir cangıla düşmek gibiydi.

“Gitme…”

Fox’un sunduğu 2005 yapımı “Stay-Gitme”, kolayca kendini ele vermeyen bir psikolojik gerilim filmi. Zaman zaman deneysel ve biçimsel alıştırmalar yapan filmin senaryosunun çok zekice yazıldığını final bölümünde gerçek anlamda fark ediliyor. Hikâye, görünüşte sıradanmış gibi. Birçok şey klâsik bir biçimde yansıyor perdeye. Psikiyatr Sam Foster (Ewan McGroger), intiharı denemiş ve resim dersleri veren sevgilisi Lila (Naomi Watts), Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim öğrenimi gören sorunlu ve intihara meyilli genç Henry Letham (Ryan Gosling) arasında kalmış bir film görüntüsünde “Gitme…” Hiçbir şey göründüğü gibi değil ve gerçeklik diye düşündüğünüz birçok şey bir yanılsamadan başka bir şey olmayabiliyor “Gitme”de. Rüya-gerçeklik gibiydi. Filmin senaryosunu David Benioff yazmış. Filmde kullanılan müziklerse Asch & Spencer ve Tom Scott’a ait. Çarpıcı fotoğraflarıysa Roberto Schaefer oluşturmuş.

Film, bir trafik kazasıyla açılıyor. Seyirci de Henry gibi o kazanın tam ortasında. Arabanın kaza anını içeriden ayrıntılı gösteren kamera, seyirciyi de atmosferin içine iterek ilk şoku yaşatıyor. Henry, hastanede psikolojik tedavi görüyor. Yeni psikiyatrı da Sam’dir. Henry’yse, resim bölümünde okuyan tepkili bir genç adam. Sam’e intihar edeceğini söylüyor. 21 yaşında Brooklyn köprüsünde tabancayla intihar eden ressam Tristan Reveur gibi, Henry de aynı ritüelle intihar etmek istiyor. Tüm tablolarını yakan Tristan, daha sonra da intihar etmiş. Anne-babası bir trafik kazasında ölen Henry, vicdan azabı da çekiyor. Öte taraftan Sam’le Lila’nın da hikâyesi düşüyor perdeye. Evliliği düşünen çiftin sorunları da Henry vakasıyla beraber hikâyeye karışıveriyor. Lila da yakın zamanlarda bileğini jiletle doğrayarak intiharı denemiş ve Henry az da olsa travma yaşatıyor onda. Belki de daha çok Sam yaşıyor bu travmayı. Gözleri görmeyen Leon (Bob Hoskins) kimdir? Sam’in satranç arkadaşı mı, yoksa Henry’nin babası mı? Film boyunca boşlukta kalan her şey final bölümünde tamamlanıyor. Daha da ileri giderek birçok şeyin göründüğü gibi olmadığı da keşfediliyor bu son bölümde.

1969 yılında Almanya’nın Ulm şehrinde doğan yönetmen Marc Forster’i sinemaseverler 2001’deki “Monster’s Ball-Kesişen Yollar” filmiyle anımsayabilirler. Ayrıca yönetmen 2004’te “Finding Neverland-Düşler Ülkesi”ni de yönetti. Ayrıca 2007’de “The Kite Runner-Uçurtma Avcısı” ve 2008’de “007 James Bond” serisinden “Quantum of Solace” filmlerini de yönetti. 2013 yapımı “World War Z-Dünya Savaşı Z” filmi de var. Forster, iyi yazılmış senaryodan iyi bir film yaratmış. Yönetmen Alman olduğu için belki de, filmde tarif edilemez bir karamsarlık da var. Finaldeki Sam ve Lila’nın varlığıyla küçücük umut ışığı olsa bile. Hem kurgu dili hem de görselliği açısından sanatseverlere heyecan veriyor bu film. Sinemaskop kameranın çekim açıları ve devinimleriyle beraber, biçimbozumuna uğratılmış görüntüleriyle bir rüyanın içindeymiş hissini yaşatıyor seyirciye yönetmen. Elbette bu hissi hemen almıyor seyirci. Her şey usul usul gelişiyor ve anlamlar final bölümünde oluşuyor. Henry’nin kazasından sonra, sabah uykusundan uyanan Sam’i izleyen kameranın biçimsel devinimleri ve buna benzer deneysel çekimler, ilk bölümlerde seyirciye itici ve anlamsız gelebilir. Psikolojik bir gerilim filmi olan “Gitme”de, merak duygusu sonuna kadar korunduğu için, bu film üzerine düşünüp yazarken dikkatli de olmak gerekiyor. Biçim diliyle içeriğin zenginleştiği ve anlamlaştığı “Gitme” filminde, atmosfer duygusunu sinemasal olarak iyi yansıtıldığını belirtmeli. Soluk renkler, karanlık mekânlar ve gece atmosferinde sürekli yağan yağmurlar görsel anlamda zenginlik katıyor filme. Dışavurumcu ve gerçeküstücü estetiğin buluştuğu “Gitme” filminde sinemaseverlerin nefesi kesilirken oyuncu performansları da iyiydi.

(16 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Miyazaki’den Berkin’e…

Berkin Elvan’ımız kısacık yaşamında hiç Miyazaki filmi izlemiş midir acaba. Uykusundan uyanabilseydi, Japon ustanın eserlerini tanıtmak isterdim ona. Yetim Pazu ile gökten düşen Sheeta’nın ‘Gökteki Kale’nin sırrına nasıl ulaştıklarının hikâyesine, ‘faşist olacağıma domuz olmayı tercih ederim’ diyen Porco Rosso’nun maceralarına, Chihiro ve diğerlerinin fantastik serüvenlerine ortak etmek isterdim onu. Miyazaki’nin barışı, dostluğu, doğayı yücelten benzersiz dünyasını onunla paylaşmayı isterdim.

Canlandırma sinemasının büyük ustasının veda filmi olduğu söylenen son çalışması ‘Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachinu’yu Küçük Prens’imizi yitirmenin hüznüyle izledim. İçimdeki kederle Miyazaki’nin her daim beni benden almış şiirsel dünyasına sığınmak istedim. Göklere, uçaklara olan tutkusuyla tanıdığımız Japon usta bu kez uçak tasarımcısı Jiro Horikoshi’nin biyografisinden yola çıkmış. Çocukluk yıllarından başlayan uçma tutkusuyla mühendislik eğitimini tamamlayan Horikoshi’nin gerçek öyküsüne odaklanmış anlatısıyla, filmografisine damgasını vurmuş fantastik unsurlardan büyük ölçüde arınmış, daha yetişkin bir izleyiciyi hedeflemiş bu kez Miyazaki. Jiro’nun eğitim yıllarında tanıklık ettiği, Tokyo’yu yerle bir eden 1923 yılı ‘Büyük Kanto Depremi’ni ustalıkla resmediyor usta yönetmen. Hemen ardından ekonomik bunalım yılları ve doğal kaynakların yetersizliğinden kaynaklanan saldırganlıkla Almanya ile birlikte militarizmin tırmanışa geçtiği 1930’lar Japonya’sından manzaralar beliriyor beyazperdede. Tutkulu mühendisin tasarımcısı olduğu tümüyle metalden yapılmış ilk avcı uçağı, yükselen militarizmin emrinde bir ölüm makinesine dönüşecek ve tarihten bildiğimiz üzere Japonya’nın mahvını hazırlayacaktır. Miyazaki’nin önceki çalışmalarına kıyasla hayli karanlık bir tonda ilerleyen bu son çalışması, genç Jiro’nun idolü İtalyan uçak tasarımcısı Kont Caproni ile paylaştığı düş sekanslarında rahatlatıyor izleyiciyi. Thomas Mann’in ‘Büyülü Dağ’ından dizeler ya da Schubert’in ‘Kış Yolculuğu / Winterreise’den ezgiler büyük yıkım öncesinde sessizce akıyor perdeden.

Miyazaki insanlığa umudunu koruyarak bitiriyor filmini. Paul Valéry’nin dizelerini ödünç alarak: ‘Rüzgar Yükseliyor!… Yaşamaya Çalışmalıyız!’

Sevgili Berkin Elvan, yüzemediğin denizleri, okuyamadığın kitapları, izleyemediğin filmleri, yaşayamadığın aşkları çaldılar senden. Engel olamadık, affet bizleri. Göklerden bir yerden bizleri duyuyorsan sana söz: Yükselen rüzgârlarda küçük Berkin’lere daha mutlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadeleye devam edeceğiz.

(16 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com