Sanatı Dönemlere Ayrılan: Ingmar Bergman

Sinemanın çok değerli ve büyük yönetmenlerinden İsveçli Ingmar Bergman’ın iki farklı döneminden gelen “Yedinci Mühür” ve “Yüzyüze” filmleriyle anmak istedik.

İsveçli büyük usta Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918’de Uppsala’da doğdu. 30 Temmuz 2007’de Farö’de vefat etti. Temmuzda doğdu, temmuzda öldü. Ustanın sanat hayatı dönemlere ayrılmıştı hep. Babası Protestan papazıydı. Stockholm Üniversitesi’nde edebiyat ve sanat tarihi okudu. Bergman duygusal bir insandı. Sanat yaşamı tiyatroyla başladı üniversite yıllarıyla beraber. 1945 yılında sinema macerası senaryo yazarlığıyla başladı. Yönetmen olarak 1950’lerin ortalarında fark edilmeye başlandı. 1957 yılında senaryosunu kendi yazdığı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür” filmiyle uluslararasında da tanındı. Yine aynı yıl siyah-beyaz “Smultronstallet-Yaban Çilekleri” filmiyle tam anlamıyla sineması tanındı.

Bergman için kadınlar önemliydi. Filmlerini ve hayatını kuşatıyordu kadınlar. Norveçli büyük kadın oyunculardan Liv Ullmann’la Bergman ustanın yolları “beşinci dönemi”nde kesişti. Bu beşinci dönem 1965’ten 1968 yılına kadar sürdü. Ullmann, ustanın 1965 yapımı siyah-beyaz “Persona” filminde oynadı önce. 1967’de siyah-beyaz “Vargtimmen-Kurtların Saati” ve 1968’de siyah-beyaz “Skammen-Utanç” filmlerinde oynadı peş peşe. Kadın yüzleri yakın planla yansıyordu çoğunlukla bu filmlerde. Sonra Bergman’ın, 1969’da renkli ve siyah-beyaz “En Passion-Anna’nın Tutkusu” filmi de geldi. 1972’de renkli “Viskningar och Rop-Çığlıklar ve Fısıltılar”, 1975’te renkli “Ansikte mot Ansikte-Yüzyüze”, 1977’de renkli “Das Schlangenei-Yılanın Yumurtası”, 1978’de renkli “Höstsonaten-Sonbahar Sonatı” filmlerini de yaptılar. Ullmann usta, Bergman’ın kadınıydı.

Bergman, 1970’lerde yoğunlukla televizyona ağırlık verdi. 1982’de çektiği “Fanny ve Alexander” son sinema filmi oldu.

“Yedinci Mühür…”

Ingmar Bergman usta, 1957 yapımı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet / The Seventh Seal-Yedinci Mühür” filmiyle, psikolojik dışavurumunu seyirciye gönderiyor sanki. Çocukken ve ilk gençliğinde, rahip olan babasının baskılarından hep boğulan Bergman, bu filminde Şövalye’nin kelimeleriyle Tanrı’yı arıyor. Filmin senaryosunu da yönetmenin kendi oyunu “Tramalnig”den yazmış. Fonda duyulan ve ilahi bir çığlığa dönüşen müzikleri Erik Nordgren bestelemiş. İlham verici kamera kullanımı ve siyah-beyaz estetik fotoğrafları kameraman Gunnar Fischer yansıtmış. Bergman bu filminde, hareketli kamera kullanırken, sıkça da zincirlemeli geçişler yapmış zaman değişimlerinde. Muhteşem oyunculuklar ve diyaloglar da etkileyiciydi. Kelimelerin etkileyiciliği, filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu gösteriyor. Bu filmi seyrederken, Türkçenin gücünü de hissediyorsunuz. Sanatın ve felsefenin dili miydi bu?

14. yüzyılın ortalarında. Ortaçağ… Engizisyon devirleri… Şövalye Antonius (Max von Sydow), on yıl kutsal topraklarda, Kudüs’te Haçlı Seferleri’nde savaşmış ve yorgun olarak İsveç’e Jöns’le (Gunnar Björnstrand) dönmüş. Ülkede kıtlık ve veba salgını var. Deniz kıyısında dinlenirken, siyahlar içinde Ölüm (Bengt Ekerot) geliyor Şövalye’nin yanına. Canını almaya gelmiş. Satranç oynamayı seven ve ustalık katındaki Şövalye, Ölüm’ü satranç oynamaya davet ediyor. Şövalye yenerse Ölüm onu bağışlayacak. Ölüm bu oyunu kabul ediyor. Ölüm’ü siyahlar içinde gördüğünüzde dördüncü mührü hatırlıyorsunuz. Yuhanna, dördüncü mührün açılmasını şöyle anlatıyordu: “Kuzu, dördüncü mührü açınca, solgun bir at belirdi. Binicisinin adı Ölüm’dü. Ölüler ülkesi de onu izliyordu. (…) İnsanları kılıçla, kıtlıkla, salgınla ve yerin yırtıcı hayvanlarıyla öldürsünler diye…” Filmde, Ölüm göründüğünde dünya, kıtlık ve salgınla savaşıyordu. İlk oyun, ilk hamle deniz kıyısında başlıyor. Ama oyun sürecekti. Şövalye, uşağıyla beraber atlarının üzerinde şatoya doğru yol alıyorlar. Aşkın soğuk algınlığı olduğunu düşünen Jöns, filozof gibi ve ağzından düşen kelimeler derin. Jöns, keşişi andıran birine hanı soruyor. Ölüm ondan önce gelmiş oraya. Şövalyenin üzerindeki elbisede büyük haç resmi de fark ediliyor.

Sonra gezici tiyatrocular hikâyeye dâhil oluyor. Genç sarışın kadın, bebeği ve iki aktör at arabasının içinde uyurken filme katılıyorlar. Mia’nın (Bibi Andersson) kocası Jof (Nils Poppe) uyanıyor, atla konuşuyor ve sanatının değerinin bilinmediği için yakınıyor. Çocuğunun akrobat olmasını hayal ediyor. Aktör Jof, uzakta bir kadınla bebeği yürürken görüyor. Jof, karısı Mia’yı uyandırıyor, ona Kutsal Bakire Meryem’i gördüğünü söylüyor. Bebeğin de İsa olduğunu iddia ediyor hemen. Sonra kumpanyanın başı diğer aktör Jonas (Erik Stranmark) uyanıyor, sevgiyle birbirlerine sarılmış karı-kocayı görünce yalnızlıktan ve kadınsızlıktan sıkıldığını hatırlıyor. Neden karşısına Mia gibi bir kadın çıkmıyordu ki? Şövalye ve Jöns köye ulaşıyorlar. Çanlar çalıyor. Jöns, kiliseyi resimleriyle süsleyen ressam Albertus’la (Gunnar Olsson) karşılaşıyor. Duvar resimleri, eski zamanların sanatını hatırlatıyor. Bir hikâyeyi anlatıyor resim. Ölüm’ü çiziyor duvarlara ressam. Yoksulluk sürerken, veba salgını soykırım trajedisini de savuruyor her yana. Çoğu insan vebayı, Kilise’nin ayinleriyle Tanrı’nın cezası olduğunu inanıyor. “Günahkârlar” cezasını bulmalıydı. Ortaçağ’da Kilise, kedileri şeytan olarak görmüş ve katlettirmiş Avrupa’da. Büyük fareler nüfus patlaması yaşıyor ve veba Avrupa’da 300 milyondan fazla insanı soykırıma uğratıyordu. Kedilere, yılanlara, çakallara, tilkilere, baykuşlara, Habeş kurtlarına insanlık minnettarlık duymalı, her zaman.

Şövalye, İsa’nın çarmıha gerilmiş heykeli karşısında duruyor bir an kilisede. Sonra biriyle konuşuyor. Ölüm’le konuştuğunu hemen anlayamıyor. Küçük pencerenin demirleri hapishaneyi çağrıştırıyor. Şövalye, “Kalbim boş” diyor. Hayallerinde tutsak kalmış Şövalye. Ölmekten korkmuyor. Tanrı’yı bulabilecek miydi Şövalye? İçindekileri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Bilgi istiyor Şövalye. İnanç veya varsayım değil. Ama Tanrı’dan istiyor. Ama ses yok. Hiçlikle ölüm karşısında insan ne yapabilirdi? Zihinde bir imge yaratılıyor, ona Tanrı deniliyor, diyor Şövalye. Kutsal topraklarda on yıl boyunca savaş Tanrı adına yapmış Şövalye. Sanki ironi var burada.

Kilisenin önünde, rahibin “günahkâr”, cadı ve vebanın sorumlusu diye suçlayıp çarmıha gerdirdiği genç bir kızı (Maud Hansson) görüyor. Muhafızlar hazırlık yapıyorlar kızı yakmak için. Şövalye ve Jöns oradan ayrılıyorlar. Jöns bir eve giriyor. Yerde yatan bir kadını görüyor. Sonra içeri bir hırsız giriyor ve ölü kadının bileziğini alıyor. Hırsız bileziği alırken bir genç kız (Gunnel Lindblom) ona bakıyor. Jöns, hırsızı tanıyor. Raval (Bertil Anderberg), bir zamanlar ilahiyatta okurken, on yıl önce Şövalye’yi zehirlemeye çalışmış. Şimdiyse hırsız olmuş eskinin ilahiyatçısı Raval oradan kaçmayı başarıyor. Jöns, evdeki kıza kendisiyle gelmesini söylüyor kuyudan su içerken. Evdeki işleri yapacak birine her zaman ihtiyaç olurdu işte. Tiyatro kumpanyası da oyunlarını köyde sahneliyorlar. Kumpanyanın başı Jonas, sahnedeyken hayatının kadını sarışın Lisa’yla (Inga Gill) göz göze geliyor. Aralarında şimşek çakıyor. Arka tarafta heyecanlı buluşma gerçekleşiyor çok geçmeden. Lisa, bu aşk anını pikniğe dönüştürse de Jonas’ın sabrı çalılıklara taşıyor. Sonra da kaçıyorlar. Tiyatrocu karı-koca sahnedeyken, keşişler de genç kızı çarmıha germişler yakmak için taşıyorlar ilahi söylerken.

Handa. Demirci, kaybolan karısı Lisa için ileniyor. Aktör Jof handa yemek yerken, onun yanına geliyor Demirci (Ake Fridell) kederler içinde. Çaldığı bileziği satmaya çalışan Raval, Jof’un Lisa’yla kaçan Jonas’ın arkadaşı olduğunu ispiyonluyor. Sonra da Jof’u aşağılıyor Raval. Hana Jöns de geliyor ve Jof’u Raval’dan kurtarıyor. Ortalarda dolaşan Şövalye, gezici tiyatrocuların yanına gidiyor oyunu beğendiği için. Sadece Mia ve çocuğu var orada. Sıcak konuşmalarla dostlukları ilerliyor. Çok geçmeden Jof da geliyor. Ardından Jöns ve yanındaki genç kız tiyatrocuların mekânına geliyor. Kumpanya “Azizler Bayramı” için yollara düşmüş. Şövalye, onların gideceği yerde vebanın insanları kırdığını söylüyor ve onları şatosuna davet ediyor. Önce ormanı geçmeleri gerekiyor. Yola çıkmadan önce Ölüm de geliyor birkaç hamle oynamak için. Bu mekânda yaban çileklerinden bahsediliyordu. Usta, gelecek filmini müjdeliyordu sanki.

Ormanda. Demirci, yanındakilerle yürürken, Jonas’la karısı Lisa’yı görüyor. Onu kovalıyor. Lisa, kocasıyla gitmek istemiyor başta. Tiyatrocular ve Şövalye’nin yanındakiler ormanda mola vermişler. Lisa, Jonas’ı öldürmek isteyen Demirci kocasına yaklaşıyor, onunla gitmek istiyor birden. Yoksa bir rol müydü bu? Jonas, sahnedeymiş gibi bıçakla intihar yapıyor Demirci’yi etkilemek için. Jonas’ı öldü diye bırakıyorlar geride. Jonas, onlar gittikten sonra takma bıyık ve sakalını çıkartıyor, mutlulukla ağaca tırmanıyor. Ama Ölüm, Jonas’ın tırmandığı ağacı testereyle keserek rol yapmadığını gösteriyor “Zaman doldu” diyerek. Gecenin içinde ay bulutların arasında görünüyor. Yoğun bir sessizlik etrafı kuşatıyor. Tedirgin oluyorlar. Askerler, ormanın içinden atlı arabayla “cadı” kızı yakılacağı yere götürüyorlar. Araba yol almakta zorlanınca Jöns de onlara yardım ediyor. Meydanda askerler kızın yakılacağı yere odunlar atıp ateşi çoğaltıyorlar. Şövalye kıza yaklaşıyor, ondan bir şey öğrenmek istiyor eğer gerçekten cadıysa. Kız, şeytanla konuştuğunu söylüyor. Onun Tanrı’yı görüp görmediğini anlamaya çabalıyor Şövalye. Kız, “Gözlerime bak” diyor. Gözlerinde korkudan başka bir şey görülmüyor. Şövalye aradığı cevapları bulamıyor. Vince takılı kamera, öne kayarak bayılan kızın korkusunu anlamlaştırıyor ateşler yükselirken. Bu kaydırmalı sahne, sinemanın özel anlarındandı.

Sonra ormanda. Vebaya yakalanmış adam acılar içinde onlardan yardım dileniyor. Yanlarına yaklaştırmıyorlar. Jöns’le gelen kız adama su vermek istiyor. Jöns, iyi yürekli kıza “Faydası yok” diyor. Çok geçmeden Ölüm, Şövalye’nin yanına geliyor oyunu bitirmek için. Ölüm’ü diğerleri göremiyor. Hayal gücü yüksek Jof, Şövalye’nin biriyle, Ölüm’le satranç oynadığını hissediyor. Karısını ve çocuğunu da alarak at arabalarıyla oradan uzaklaşıyor Jof. Şövalye onlar giderken dikkati dağılıyor ve taşları deviriyor. Ölüm son hamlesini yapıyor. Yakında geleceğini söylüyor Ölüm. Rüzgâr çıkıyor, fırtına kopuyor, şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Ölüm, onların mı peşinde? Şövalye, Jöns, Jöns’ün yanındaki kız, Demirci ve karısı Lisa şatoya varıyorlar. Şövalye, şömine başında karısı Karin’i (Inga Landgre) görüyor. Veba yüzünden herkes burayı terk etmiş. Yemek masasında Şövalye’nin karısı İncil’in “Vahiy” bölümünden yedinci mührü okuyor. Yuhanna’nın yazdığı “Vahiy” bölümde “Yedi Mühür” anlatılıyor. Bu bölümü İncil’de bulabildim. İncil’de, dirilip göklere yükselen Mesih, Anadolu’daki (Ege’deki) yedi kilisenin meleğine (vaizine) yedi bildiri gönderiyor. İlk beşi uyarı, son ikisi de övgü. Yedi mühürle bunlar açılıyor. İncil, eski çağlarda “Vahiy” bölümündeki simgelerin herkes tarafından anlaşıldığını, ama günümüzde bunun zor olduğunu yazıyor. Gerçekten öyle. Fantastik korku eserine benziyordu. “Vahiy”de “Yedinci Mühür”ün anlamı “Sessizlik…” Yuhanna anlatıyor: “Kuzu yedinci mührü açınca, gökte uzun sürmeyen sessizlik oldu. Tanrı’nın önünde yedi meleği gördüm. Kendilerine yedi boru verildi. Başka bir melek geldi. (…) Melek buhurdan alıp içine sunaktaki ateşten doldurdu ve yeryüzüne fırlattı. Gök gürlemeleri, sesler, şimşek parıltıları ve deprem oldu…” Ölüm sessizce içeri, şatoya giriyor.

Sabah… Jof ve ailesi hâlâ yaşıyorlar. Jof uzağa bakıyor. Tepede gölgeler içinde Ölüm’ü ve onları gördüğünü söylüyor. Final bölümü sisli Jof’un hayal gücüyle.

Bergman ustanın bu filmi distopya yüklü. Geçmişten geleceğe karamsar bir bakış bu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı. Soğuk Savaş, 1950’lerde en yoğun ve tehlikeli dönemlerini yaşattı insanlığa. Felaket adına her an her şey olabilirdi. Vebanın neyle metafor yapıldığını hissedeceksiniz belki.

“Yüzyüze…”

Ingmar Bergman ustanın 1975 yapımı renkli “Ansikte mot Ansikte / Face to Face-Yüzyüze”, bir kadının ruhundaki yaralar üzerine bir film. Senaryoyu yönetmen yazmış. Soğuk, zaman zaman kasvetli fotoğraflarıysa kadim kameramanı Sven Nykvist yansıtmış. Ustanın bu filmi, aralık 1978’de ülkemizde vizyona “Yüzyüze” adıyla vizyona çıkmıştı. Türkçede filmin adı ayrı yazılması gerekiyor. İmla hatası yapmışlardı sinema üstatları işte. Bu film, sarsıcı bir psikolojik dramdı. Bir insanın ruhunda gerçeküstü bir yolculuktu ayrıca bu film.

Filmin hikâyesi Stockholm’de geçiyor. Ön jenerikte deniz yansıyor. Dr. Jenny Isaksson (Liv Ullmann), hastanede psikiyatr olarak çalışıyor. Jenny, tadilat için boşaltılmış şehir dışındaki evinde babaannesiyle telefonla konuştuktan sonra hastaneye gidiyor. Tedavi gören Maria Jacobi (Kari Sylvan), yine bunalıma girmiş. Şehvetli davranışlarla Jenny’yi etkilemeye çalışıyor. Maria, Dr. Tomas Jacobi’nin ayrıldığı eşi miydi? Jenny, akşamüstü küçük siyah arabasıyla büyüdüğü eve gidiyor valiziyle. Babaannesi (Aino Taube) ve büyükbabası (Gunnar Björnstrand), artık hayatın sonbaharındalar. Büyükbabası, yaşlılığın verdiği yorgunluktan olmalı hep hasta. Büyükannesiyse her zamanki gibi dinç ve her şeye koşuyor. Kilise de çok yakın ve çan sesleri evin içindeymiş gibi duyuluyor. Jenny’nin kocası psikiyatr Erik de (Sven Lindberg) şehir dışında. 13 yaşlarındaki kızları Anna’ysa (Helene Friberg) yaz kampında. Ev tadilatta olunca, kocası ve kızı da şehir dışındayken Jenny, zihninin derinliğinde travmalar yaşatan büyükannesinin evinde yine.

İlk gecesinde eski odasında hemen uykuya dalamıyor Jenny. Hayalet kadın görünüyor. Acaba bu kadın kimdi? Jenny’nin bilinçaltından gelen kâbusu muydu? Hastanede başka bir doktor Helmut’un (Ulf Johansson) ayrıldığı eşi Elsabeth’in (Sif Ruud) partisine gidiyor. Orta yaşlı Elisabeth, genç erkeklerle olarak orta yaş bunalımını aşmaya çalışıyor sanki. Jenny partide tanıdığı Dr. Tomas Jacobi’yi (Erland Josephson) görüyor. Karısından boşanmış Tomas onu restorana davet ediyor. Kısa bir zaman sonra sokağa çıkan Jenny, onunla buluşma konusunda ikilem yaşıyor. Sonra Tomas’ın şehir dışındaki evine gidiyorlar. Bir kadınla bir erkek evde yalnız olunca ne yaparlardı? Jenny, sevişme gelince karşı duramayacağını biliyor. Ama Tomas anlayış gösteriyor gibi görünüyor. Jenny taksiyle eve dönüyor. Yaz aylarında gecenin ikisinde şafağın söktüğü an gibi Stockholm’de. Eve geldiğinde içine hüzün ve boşluk çöküyor Jenny’nin. Büyükbabası uyurgezer gibi salonda dolaşıyor. Gonglu saati ayarlamaya çabalıyor. Büyükanne de uyanıyor ve şefkatli sözlerle yaşlandığını düşünen büyükbabayı yatağa götürüyor. Onlar yatağa gittiğinde telefon çalıyor. Jenny, arabasıyla tadiattaki evlerine gidiyor. Evin içinde bir şey arar gibi dolaşan Jenny, tanımadığı iki adamı (Birger Malmsten ve Göran Stangertz) görüyor. Odanın birinde yarı çıplak Maria baygın yatıyor. Üstü çıplak genç olanı diğer odaya geliyor ve Jenny’ye tecavüz etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bergman, tecavüz anını soğuk ve tek bir açıdan yansıtmış. Diğer odada Maria var.

Jenny, Tomas’la beraber piyano resitaline gidiyor. Piyanoda Mozart’ın “Fantasy in C-Minor K 475” eseri duyuluyor. Resitalden sonra Tomas’ın evine gidiyorlar. Jenny burada Tomas’a tecavüz olayını anlatırken, bilinçaltındakiler de dışarıya çıkmaya başlıyor. Adamın tecavüz etmesini istemiş Jenny. Ama kasıldığı için adam başaramamış. Jenny, histeri de yaşamaya başlıyor. Gülerken birden ağlamaya başlıyor. Tecavüz olayı altta kalanları sanki dışarıya çıkartıyor. Tomas onu eve götürüyor. Bir gün gözünü açmadan uyuyor Jenny. Uyandığında büyükannesi ve büyükbabası ziyarete gitmeye hazırlanıyorlar. Onlar gittikten sonra evde yalnız kalıyor Jenny. Pazar günü. Kilisenin çan sesleri duyuluyor. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı yapıyor. Tomas’a telefon ederken, o yaşlı kadın hayaleti yine görünüyor. Jenny, yatak odasında uyku haplarını içiyor. “Korkmuyorum. Yalnız değilm” diyor, yatağa uzanıyor, parmağını duvar kâğıdının üstünde gezindiriyor. Komidinin üstünde de Erik’e yazılmış mektup fark ediliyor. Rüyasında, kırmızlar içinde Jenny, tuhaf ölü kokularının ortasında büyükannesinin kitap okuyan sesini duyuyor. Yaşlı hayalet kadın da bu rüyanın içinde dolaşıyor. Jenny, intihar ettiğinin farkında. Bir kapıya yöneldiğinde bir erkek sesi, o kapıdan girmemesini söylüyor. Nedenini de bilmiyor. Jenny o kapıdan giriyor elbise gardırobundan çıkıyor. Evin içinde, salonda Jenny. Hayalet kadın da geliyor peşinden. “Üşüyor musun”, diyor Jenny’ye. Jenny’nin saçını okşuyor, “Artık korkmuyorsun” diyor.

Hastane odasında. Tomas, Jenny’yi hastaneye getirmiş. Kocası Erik de ziyarete geliyor. Kocasına kötürüm gözükmek istemiyor Jenny. Filmin sarsıcı anları hastane odasında yaşanıyor. Yine kırmızılar içinde benzer rüya görüyor Jenny. Anne (Marianne Aminoff) ve babasına (Gösta Prüzelius) “Döndüm” diyor. Jenny geçmişine dair birçok şeye karşı suçluluk duygusu yaşıyor. Anne-babasına karşı da aynısını hissediyor. En çok da babasına karşı duyuyor. Babası küçükken severmiş. Okşamaları sevgi dolu şefkatin ötesinde miydi? Hayat boyu yaşadığı frijitlik, cinsel soğukluk bundan mıydı? Kocası Erik, bu soğukluğundan ve yalancı orgazmlarından yorulmuş. Jenny, Tomas’la konuşarak içini kuşatmış kendisiyle yüz yüze geliyor. Her şeyi dışarı atıyor. Öfkelerini, nefretlerini ve korkularını dışarı çıkartıyor. Jenny, anne-babası, o henüz dokuz yaşındayken otobüs kazsında ölmüş. Kilise çanlarının evin içindeymiş gibi gelen sesi olan büyükannesi ve büyükbabasının evinde büyümüş. Büyükannesinden çok korkuyormuş Jenny. Çünkü onu gardıroba sokuyormuş büyükanne. Sonra bir rüya daha görüyor Jenny kırmızlar içinde. Kilise çanı duyuluyor. Tabuttaki kendi ölüsüne bakıyor. Sonra tabut çakılırken Tomas da orada. Tabutun içinden ses duyuluyor. Çocukluğunda ölümden çok korkuyormuş Jenny. Anne-babasının ölülerini görmüş morgda. Tomas, Jenny’ye eşcinsel olduğunu itiraf ediyor. Jenny de, 14 yaşındayken kuzeniyle masanın altında ilk defa öpüştüğünü anlatıyor. Çocuk çok geçmeden ölmüş. Kızı Anna’ya karşı da tarif edemediği nefreti ve sevgisi var Jenny’nin. Anna’nın bebekliği de başka bebeklere benzemiyormuş. Ağlaması bile. Zihninden görüntüler akıp gidiyor. Tomas’la konuşması bir terapi gibi onun için. Tomas’la konuşurken, kişiliği gelgit yaşıyor hep. Histeri gibi. İçindeki kendiyle savaşıyor sürekli.

Sonda, Anna da ziyarete geliyor. Anna, annesinin bir daha intihar etmeyeceğinden emin değil. Annesinin kendinden nefretinin de farkında sanki. Hastaneden çıkan Jenny, eve geldiğinde hayatlarının sonbaharını yaşayan büyükannesinin ve büyükbabasının yıllar boyu süren sevgisine bakıyor hüzünlü bakışlarla. Sonra da işine dönüyor. Her şey şimdi bambaşka olabilirdi. Yeni hayat, yeni bir başlangıçtı tadilatı yapılan evleri gibi. Önce kızının ve kocasının sevgisini kazanmalıydı ama…

(03 Şubat 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com