Keskin Nişancı’nın Gözden Kaçırdıkları

Clint Eastwood’un son dönem filmografisi içinde hayli düşük bir seviyeye işaret eden yeni filmi Keskin Nişancı, ana akım sinemanın propaganda ile işbirliğine eklemlenen yeni bir halka olarak da dikkat çekiyor.

Bilindiği gibi yedinci sanatın kitlesel örneklerinin belli bir anlayışa / ideolojiye / sisteme “taraf” olmasının tarihi çok eskilere gidiyor. Griffith’in ırkçılıktan sabıkalı başyapıtı Bir Ulusun Doğuşu’ndan ya da sessiz sinemanın erken dönemlerine damgasını vuran “beyaz öncü kovboy – vahşi kızılderili” filmlerinden başlamak üzere, Hollywood’un öne çıkan kimi örnekleri, biraz da siyasal dönemlerin / eğilimlerin takipçisi oluyor. Bunun popüler örnekleri arasında, Frank Capra’nın “güleryüzlü” filmleri aracılığıyla Roosvelt’in Yeni Düzen’ine sağlanan destek akla getirilebilir. 2. Dünya Savaşı sırasında tarafsız ABD’yi cepheye çağıran ve dönemine göre “elzem” bir ihtiyacı karşılayarak “altyapı oluşturan filmler” de öyle.

Sovyet ittifakının zorunlu olduğu 40’ların ilk yarısında komünizmi keşfeden Hollywood’un, takvimlerin Soğuk Savaş’a işaret ettiği günlerde “çark ederek” yeni düşmana işaret etmesinin trajikomik örnekleri tarih sayfalarında yer almaktadır.

Belli bir olgunun yanında veya tam karşısında yer alarak kitleyi yönlendirme çabalarının modern dönemlerdeki bilinen örnekleri, geç 70’ler ve 80’li yıllarda daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Bu süreçte, yükselen feminist harekete kuşkucu yaklaşım, sınırlarını “kutsal aile” kavramının çizdiği Kramer Kramer’e Karşı ve Sıradan İnsanlar gibi filmlerde kendisini gösterir ve ödüle boğulurken, birkaç yıl sonra Öldüren Cazibe gibi filmlerle kendi karikatürünü yaratma noktasına gelecektir.

Şiddet karşıtı söylemi ele alan ve “meşru müdafaa” savını öne çıkaran Kurtuluş ve Köpekler gibi filmlerin İlk Kan’ın önünü açması ise yeni bir yönelime de işaret eder: John Rambo, ilk filmin finalinde karşımıza çıkan efsanevi tiradında Vietnam’ın kaybedilmediğini haykırmakta ve ülkeye döndüğünde barış gösterisi yapanları nefretle hatırlamaktadır. Bu durum, yakın sayılabilecek dönemlerde sinema-propaganda ilişkisine verilebilecek en uç örneklerdendir. Thatcher-Reagan Yeni Sağ’ının sloganlarını şiar edinen bir kısım sinemacı, bizlere propaganda filmlerinin Aşil Topuğu’nu da gösterirler: Amaca giden yolda mantık aranmaz ve eskisini unutturmak adına tarih yeni baştan yazılabilir.

Yazımıza gerekçe olan Keskin Nişancı’nın yönetmeni Eastwood da altını çizmeye çalıştığımız dönemin önde gelen kahramanları arasında yer almaktadır. Oyuncunun Kirli Harry’deki performansının “sorunu kendi yöntemleriyle çözmeye çalışan bireyci kanun adamları”nın etkili örnekleri arasında yer aldığını daha önce başka bir yazıda söylemiştik; ancak namlusunu suçlu bir siyahın kafasına dayayarak onunla Rus ruleti oynayan Harry’nin, 60’ların ırk ayrımına karşı koyan muhalefetine yanıt verdiği tespitimizin altını çizelim.

…..

İnişli çıkışlı filmografisi, –Kanundışı Josey Wales’i (1976) unutmadan- Affedilmeyen ile başarılı bir rotaya oturan yönetmen Eastwood; Gizemli Nehir, Gran Torino, Atalarımızın Bayrakları gibi filmlerinin ardından, “en liberal muhafazakar” mitosunu yerle bir etme ve (aralarında bu satırların yazarı da olmak üzere) hayranlarının önemli bir bölümünü üzme pahasına, karşımıza Keskin Nişancı ile çıktı.

İşe, kendi iç kamuoyunda dahi meşruiyeti sağlanamamış ABD’nin Ortadoğu politikalarını fon alan bir filmle girişen yönetmen, her ne kadar biyografik bir romanı arkaplanına alsa da, maça fazlasıyla yenik başlıyor. Öyle ki; Eastwood’un “kahramanını” seyirciye sempatik gösterme gibi bir kaygı gütmeme hamlelerinin daha ilk anlarda yara aldığını söyleyebiliriz. Babanın aileyi savunma adına şiddeti olumlamasının, gelecekte devletin bekaasını koruma amacıyla yola çıkan Kyle’a çıkış olması bir yana, ana karakterin kovboy kökenlerine vurgu yapılması, John Ford’un 40’lı yıllardaki westernlerinden bu yana görmeye alışık olmadığımız bir ilkelliğe işaret etmekte. Duygularından sıyrılmış ve herşeyi “görev icabı” yapan ana karakterin, öldürdüğü “teröristlere” değil, kurtaramadığı askerlere üzüldüğü masallarını bir kenara bırakınca, Kyle’ı anlayabilmek, aile içi ilişkilerini irdelemekle mümkün olabiliyor; ancak başlangıçtaki yetiştirilme faciası dışında, karısının ele alınışındaki senaryo zaafları bu konuda da soru işaretlerini gidermiyor. Eşiyle tanışması ve “kutsal aileye” olan inancıyla birlikte bile ele alınsa, Rambo’dan bile daha antipatik bir karakter olan Kyle’ın, eline silah alan çocuğa beslediği duygunun, öncülünün savaşa yaklaşımından daha samimiyetsiz olduğu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sıklıkla yazılıp çizildiği üzere, savaş sahnelerinde belli ölçüde gerçeklik duygusunu yakalayan ve zanaatsal olarak “çıtayı yoklayan” yönetmenin, bunca düzeyli filmin ardından böylesi bir yola kanalize olması ise gerçekten merak uyandırıcı.

Son yılların düzeyi en düşük propaganda filminin, herşeye rağmen işaret ettiği olgular da var sanırım: Bu tür filmlerin, Teksaslı / Arizonalı bir çiftçinin gözlerinden izlenmesi yedinci sanatın, kitleleri etkileme gücünü bir kez daha kanıtlaması bakımından önemli görünüyor. (Tarihten benzer bir örnek, Naziler döneminde, başta “Yahudi Süss” olmak üzere, çekilen onlarca film için de verilebilir.) Tabii bu tabloya, filmde “terörist” ilan edilen insanların, başka -ve çok daha yaygın bir bakışa göre- “vatansever” olarak da nitelendirilebileceği gerçeğini de eklemek gerekir.

Hepsi bir yana, Eastwood ve Keskin Nişancı’nın gözden kaçırdığı en temel bakış, böylesi sübjektif yorumların, tarihsel süreç içinde yerli yerine konacağıdır. John Ford’a Cheyenne Autumn filmini yaptıran da, Clint’e Gizemli Nehir’de Boston’un varoşlarındaki işçilerin hayatına nesnel bir bakış attıran da böylesi bir iradedir.

(02 Mart 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü