Kategori arşivi: Yazılar

Karanlıkta Kaybolanlar

Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın alegorik bir temsili olan ‘Tepenin Ardı’ ile büyük ilgi toplayan Emin Alper bu hafta gösterime giren Venedik Film Festivali jüri özel ödüllü yeni çalışması ‘Abluka’ ile heyecan yaratmayı sürdürüyor. Yıllar sonra karşılaşan iki kardeşin karanlık hikayesiyle farklı sulara açılan genç sinemacı kamerasını kırsaldan metropol varoşlarına çevirmiş bu kez.

Hapiste geçen yirmi yılın ardından şartlı tahliyeyle salıverilen Kadir devletin gizli polisi tarafından gecekondu semtinde çöp toplayıcısı olarak görevlendirilir. Öncesinde bir eğitime tabi tutulan Kadir çöplerde bomba imalinde kullanılmış her nevi materyali araştırma ve devlete karşı eylem yapan potansiyel suçluları üstlerine rapor etmekle yükümlüdür. Aynı gecekondu mahallesinde ikamet eden küçük kardeş Ahmet ise belediyenin köpek itlafçısı olarak kazanır hayatını.

‘Abluka’ devletin kendilerine buyurduğu işlere giderek yabancılaşmış toplumun kıyısında yaşayan bu iki karakterin giderek gerçek dünyadan kopuşları ve kendi paranoyaları içinde kaybolmaları üzerine yaman bir seyirlik. Ötekileştirme ve paranoya meseleleri üzerinden metaforlarla yüklü bir önceki filmi ile tematik ortaklığı bulunan bu yeni çalışmasında kollektif paranoya yerine
bireysel paranoyanın neden olduğu parçalanma üzerinde yoğunlaşmış Alper. ‘Tepenin Ardı’nda topluluğun kenetlenmesini ve iç düzendeki aksamaların göz ardı edilmesini sağlayan bir
unsur olarak öne çıkmış olan düşman olgusu, potansiyel devlet düşmanlarını ihbar etmek için görevlendirilen Kadir ile düşman avı metaforu olarak okunabilecek köpek itlafından sorumlu Ahmet’in faaliyetlerinde ve film boyunca açık televizyonlardan duyulan propaganda ve dezenformasyonla vurgulanıyor ‘Abluka’da.

‘Tepenin Ardı’nda doğal set olarak kullanılmış Konya Ermenek’teki geniş vadide western ikonografisinden ilham almış olan genç sinemacı metropolün ardındaki tekinsiz dünyayı resmederken bu defa kara film (film noir) ile flört ediyor. Karakterlerin geçmişine dair çok kısıtlı malumat veren senaryosu diyaloglar açısından yetersizlikler içerse de Adam Jantrup’un kurmuş olduğu görsel dünya kusursuza yakın. Özellikle başarılı ses ve müzik tasarımı ile görselliği ölçüsünde işitsel yapısı ile de şaha kalkan bir yapım bu. Ses tasarımcısı Cenker Kökten’in devşirme yoluyla elde ettiği ses efektleri ya da Cevdet Erek’in finaldeki vurmalılarda etkisi doruğa çıkan özgün müzik denemeleri filmin başarı grafiğini yükselten önemli unsurlardan.

Gizli meyhane ya da çöp pazarı gibi (kimi yabancı yazarların ‘Blade Runner’ benzetmesi yaptıkları) sahnelerde distopik görsel atmosferi ustaca inşa eden Alper, filmin ikinci bölümünde kurgu oyunlarıyla ana karakterlerin zihnine dalış yapıyor. Böylece kimin dost kimin düşman olduğunun gittikçe belirsizleştiği bir atmosfer
içinde izleyici de karakterlerle birlikte kaybolmaya başlıyor. Alper’in filmi finale doğru yaklaşırken hem gerçek hem de metaforik anlamda kararmaya başlıyor, yö
netmenin hedeflediği dışavurumcu estetik ve tarz olarak kara film kalıpları iyice belirginleşiyor. Politik bir hikâyeyi bir kez daha politik olmayan figürler üzerinden anlatmayı deneyen Alper, Polanski’nin ‘apartman üçlemesi’ni ziyaret ediyor, otoritenin baskısıyla delirme noktasına gelen karakterlerin dramını Dostoyevski ve Kafka’nın küçük insanlarının paranoyasıyla özdeşleştiriyor.

İkinci bölümünde izleyiciden özel bir dikkat talep eden bu sıradışı çalışma Alper’in oyuncu seçimiyle de parıldıyor. Kadir’de ‘Tepenin Ardı’ndan hatırladığımız Mehmet Özgür ile sinemadaki ilk rolüyle genç oyuncu Berkay Ateş, sevecen tavırlarıyla Kadir’in bastırılmış fantezilerini kamçılayan bir tür ‘femme fatale’ Tülin Özen’in performansları övgüye değer.

Yönetmenin kendi ifadesiyle ‘hiç beklemediğimiz biçimde yaşadığımız ülkenin kurmaca ülkeye benzemeye başlamasıyla’ şaşırtıcı bir güncellik kazanan ‘Abluka’ distopyanın gerçekliğe dönüştüğü, sanatla yaşamın içiçe geçtiği o benzersiz deneyimlerden biri olarak heyecan uyandırıyor.

(04 Kasım 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Postmodern Sinemanın Karanlık Yolunda: David Lynch

Sinemanın büyük ustalarından David Lynch’in postmodern sinemanın bulanık yollarındaki “Fil Adam” ve “Vahşi Duygular” filmlerinin içinde yolları kaybettirmek istedik.

Büyük David Lynch, 20 Ocak 1946’da Montana-Missoula’da doğdu. O sadece bir yönetmen değil, bir ressam ayrıca. Amerikalı yönetmen, Pensilvanya Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. Sonra da American Film Institute okuluna girdi. Büyük İspanyol yönetmen Luis Bunuel, Lynch’in tutkusu ve ilhamı. Filmlerinin çoğunda, rüyayla gerçek arasında kayboluyor insan. Postmodernler, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetiklere sığınıyorlar çoğunlukla. Postmodernlerde, yoğun anlamda şizofren ruh hali fark ediliyor bir de.

1977 yapımı siyah-beyaz “Eraserhead” filmiyle tanınmaya başladı Lynch. 1984’teki bilimkurgusu “Dune”, 1986’da içinde kaybolunan “Blue Velvet-Mavi Kadife”, 1997’de yaptığı ve insanı otobanlarında çıkmazlara sürükleyen “Lost Highway-Kayıp Otoban”, 2001’de çektiği ve filmlerinde kaybolanlara loş da olsa ışık yansıtan “Mulholland Drive-Mulholand Çıkmazı” postmodern savruluşlar yaşatan birkaç filmi.

Bu savruluşlar ve yolları kaybedişler öylesine sözler değil. Bir filmini beş defa görseniz bile yerinizde saydığınızı fark edebiliyorsunuz çoğu zaman. Bunuel, Lynch, Godard, Antonioni, Fellini, Tarkovski, Haneke, Scorsese vb. yönetmenler anayoldan çıkmadan yönleri karıştıracaklar hep. Perdede gördüğünüzü sandığınız şeyler, o şeyler olmayabilirdi. Ama bu böyleydi hep.

“Fil Adam…”

David Lynch’in 1980 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “The Elephant Man-Fil Adam”, Victoria döneminde geçen ve insan vicdanına inen büyük filmlerden. Brooksfilms’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Christopher Devore ve Eric Bergren ortak yazmışlar. Senaryo için Dr. Frederick Treves’in 1923’te ve Ashley Montagu’nun 1971’de yazdığı kitaplardan da yararlanılmış. Müzikleri John Morris bestelemiş. Müziklerin insanın ruhunda dolaştığını belirtmeli. Etkileyici siyah-beyaz fotoğraflarıysa Freddie Francis yansıtmış. Bu filmin kurgusu da gerçekten çarpıcıydı. Aralara girmiş ve boşluk hissi veren görüntüler, filmin derinliğinde anlam buluyordu. Ama kaybolmak mümkündü. Lynch, bu filminde bindirme (superimposiotion), zincirleme (dissolve) ve kararma-açılma (fade) gibi estetik geçişleri kullanmış yoğunlukla. Filmin Türkçe dublajına da övgü göndermeli.

19. yüzyıl, Victoria dönemi… Filmin ön jeneriğin ardından kamera, kadının gözlerinden dudaklarına doğru iniyor. Hitchcock’un 1958 yapımı “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin ön jeneriğinde de kamera, kadının dudaklarından gözlerine gidiyordu. İkisinde de özlem yansıyordu. Lynch’te bir anneye, Hitchcock’taysa bir kadına. Lynch’in filmindeki kadının gözlerindeki hüzne dokunulabiliniyor. Sonra filler yansıyor. Bindirmeli kurguyla kadının gözleri görülüyor. Fil öfkeli ve hortumuyla kadını yere düşürüyor. Kadın çığlık çığlığa, ama sesi duyulmuyor. Görüntü kararıyor. Orman yansıyor. Bebek ağlıyor. Buharlı tren fark ediliyor ardından.

Londra’dan panayırdaki çılgın kalabalık yansıyor. Londra Hastanesi’nde cerrah olan Dr. Frederick “Freddie” Treves (Anthony Hopkins), kalabalıklar içinde fark ediliyor. Freddie, resmi giyimli polisi takip ediyor. “İlk günahın meyvesi” yazısı göze çarpıyor. Yüzleri biçimbozumuna uğratan aynalar da var. Polis, “ucube” dediği Fil Adam’ın gösterisini yasaklıyor insanlığın onuru için. Fil Adam’dan paralar kazanan Bytes (Freddie Jones), “Hazinem” diyor ona. Hastanenin ameliyathanesinde Freddie, Dr. Fox’la (John Standing) ameliyat yapıyorlar. Dönemin ileri sağlık koşullarıydı bu. Sahneye bakarken insan az da olsa titriyor. Freddie, ameliyattan sonra sokakta çalışan insanların arasından geçerek Bytes’ın olduğu yere gidiyor. Filmde yansıyan mekânlar çoğunlukla gotik. Lynch, dışavurumcu ışık düzenlemeleriyle mekânlara kasvet katabilmiş. Aslında ne aydınlık ne de karanlık. Daha çok loşluğu hissettiriyor bu ışık düzenlemeleri. Freddie, Fil Adam’ı hastaneye götürmek istiyor. Beytes, Fil Adam’ı gösteriyor ve “Hayat sürprizlerle dolu” diyor. Freddie, Fil Adam’ı ilk gördüğünde de ağzı açık kalıyor şaşkınlıkla. Ama, Fil Adam’a yakınlaştıkça, ondaki insana ve sevgiye dokunuluyor. Önyargı kötüydü. Uzaktan her şey farklı görünürdü. Yaklaşmak ve dokunmak gerekliydi. Önyargıya yenilen insanlar, önüne çıkması muhtemel şefkatli dostluklardan ve aşklardan mahrum kalabiliyorlar. Freddie, Bytes’a onu sabah faytonla hastaneye yollamasını istiyor.

Sabah… Fil Adam, yüzü maskeli getiriliyor hastaneye. Fil Adam bakışlardan ürküyor. Freddie, ikna ederek onu odasına götürüyor. Bu anda çekim açıları çarpıcıydı. Kamera yukarıdan (plonje) çekimle Freddie’nin odasına zincirlemeli geçiş yapılıyor. Fil Adam’a onu muayene etmeyi çok istediğini söylüyor. Fil Adam’ın adı, John Merrick (John Hurt) ve bir İngiliz. Henüz 21 yaşında. Freddie, John’a sürekli sorular soruyor, ama John tepki vermiyor. Yüzündeki maskeyi çıkartırken görüntü kararıyor. Toplantı salonunda. Freddie, hastane yönetimine ve doktorlara John’u perdenin arkasından göstererek bilgi veriyor. Bu anda projeksiyon perdeye ışık gönderirken, salondakiler John’un gölgesini görüyorlar. Akşam, Freddie ve Fox, odanın penceresinden John’un faytona binişine bakıyorlar. Fox, “Akıl durumu hakkında açıklama yapmadın” diyor. “O, doğuştan geri kalmış” diye cevaplıyor. Kumpanyaya dönüyor John. Bytes’ın oğlu da (Dexter Fletcher) orada. Bytes aşağılıyor onu. Bastonuyla vuruyor. Oğlan, Freddie’ye haber götürüyor. Freddie oraya gidiyor. John, uzanıp yatamıyormuş. Uzanırsa bir daha kalkamazmış. Yani ölürmüş. Bytes, gelir kaynağını kaybetmek istemiyor. Sadece para karşılığında hastaneye gitmesine izin veriyor.

Freddie, John’u gizlice hastaneye getirirken, hastanenin idari amiri olan Francis Carr-Gomm (John Gielgud) görüyor. Freddie, John’u izolasyon odasına götürüyor. Carr-Gomm, iyileşmeyecekse hastaneye alma, diyor. Hemşire, John’un odasına korkarak yemek götürüyor. Sonra hemşirenin çığlığı duyuluyor. John’un burnunda hortum yok. Kafası sürekli büyüyor. Yüzü dâhil, vücudunun büyük bölümü de bozulmaya (deformasyona) uğramış. John’un sol eli açıkta, ama sağ eli kapalı. Saat kulesi yansıyor. Saatler, postmodern durumda şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” gibi sürekli yapıştırılmış görüntü gibi yansıtılıyor hep. Francis Ford Coppola’nın 1983 yapımı siyah-beyaz postmodern “Rumble Fish-Siyam Balığı” filminde de saatler, şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” olarak yansıtılmıştı hep. John, filmin girişinde görülen çerçeveli kadın fotoğrafına bakıyor.
Fotoğraftaki kadın Mary Jane (Phoebe Nicholls), John’un annesi. John’un odasına hastanede çalışan gece bekçisi Jim (Michael Elphick), onu içki içmesi için zorluyor. Hastanenin girişinde iki kadın kavga ederken, Bytes da fark ediliyor kalabalıkta. Başhemşire de (Wendy Hiller), Freddie’ye, boşuna bir çaba içinde olduğunu söylüyor. Freddie, John’la iletişim kurmak istiyor sadece. Onu ameliyatla düzeltemese bile. Ruh önemliydi. Duygular da. Freddie, John’dan söylediği kelimeleri tekrar etmesini istiyor. John, zorlansa da deniyor. Freddie odadan çıkınca karşısında Bytes’ı görüyor. Bytes, John’u istiyor ondan. Carr-Gomm da odasından çıkıyor, merdivendeki konuşmaları duyuyor. Plonje çekimle yansıyor bu an. Carr-Gomm, John’la tanışmak istiyor. Freddie, John’un odasına gidiyor, Carr-Gomm’un ziyarete geleceğini söylüyor. Çok geçmeden Carr-Gomm ziyarete geliyor, onunla iletişim kurmaya çalışıyor. Carr-Gomm, John’un Freddie’nin öğrettiklerini tekrarladığını söylüyor oda dışında. Sonra bir şey oluyor. John,
İncil’den ilahi okumaya başlıyor. Freddie bunu öğretmemişti ona. John, “Tanrı benim çobanım, dilemeye gerek kalmadan o beni güdüyor” diye 23. İlahi’den bir bölüm söylüyor. John’a bakan Carr-Gomm etkileniyor. Ardından, “Onun nasıl hayat geçirdiğini hayal edemeyiz” diyor. Ardından konser salonu yansıyor. Sonra da gazeteler de John hakkında haberler. Başka bir an yansıyor birden. Sunny Jim, John’u para karşılığı insanlara göstereceğini söylüyor barda. Sunny Jim, John’un odasına bir kadını getiriyor. Kadın korkudan çıldırmış gibi çığlığı basıyor. Ardından buharlar çıkan fabrika bacaları araya giriyor. Hastanede başhemşire de John’un odasına ayna götürmemelerini söylüyor. Freddie onu evine götürüyor gündüz. Eşi Anne’le (Hannah Gordon) tanışmasını istiyor. Anne, genç adama anne sıcaklığını gösteriyor. Onun, kendini insan olarak görmesi, şefkat göstermesi John’u etkiliyor. John’un, sevgiye ve şefkate ihtiyacı vardı. Tüm insanlar gibi. Salondaki fotoğraflardan da etkileniyor John. Sonra kendi annesinin fotoğrafını gösteriyor onlara. Görüntü kararıyor.

Hastanede. John odasında, pencereden gördüğü kadarıyla Aziz Philip Katedrali’nin maketini yapıyor. John, akıllı ve yaratıcı bir gençti. Normal olmayı özlüyor. Freddie odasına geldiğinde ona, “Beni iyileştirebilir misiniz” diye soruyor. Sabah olunca ünlü tiyatro oyuncusu Madge Kendal (Anne Bancroft) ziyaretine geliyor John’un. İlk defa bir kadın ondan korkmadan yanına gelmesinden mutlu oluyor John. Kadın ona tiyatroyu anlatıyor. “Tiyatro romantiktir” diyor. Madge, John’a Shakespeare’in “Romeo ve Jülyet” oyun kitabını veriyor. John heyecanla okumaya başlıyor.
“Öpücük” kelimesine takılıyor John. Kadın, onu yanağından öpüyor. Madge, “Siz Fil Adam değilsiniz. Siz Romeosunuz” diyor
sevgiyle. Madge, gazeteye John’la buluşması hakkında mülakat veriyor çok geçmeden. Londra sosyetesi John’la tanışmak için sıraya giriyorlar, çay içiyorlar. John, “İnsanlar, anlamadıkları şeylerden korkarlar” diyor. Ön jenerik sonrasında yansıyan
John’un annesinin gözleri araya giriyor. Lynch, filminde aralara “flaş” gibi görüntüleri serpiştirmiş. Hepsi John’un zihninden düşüyor. Gece. John odasındayken, birden pencerede Jim görünüyor.
Cam yansımasından yüzünü gören John masaya kapaklanıyor. Ardından kamera, sola çevriniyor ve maskeyi gösteriyor. Birden lağım borularının olduğu mekân yansıyor. Bindirmeli kurguyla fabrika da. Buharlar savruluyor. İşçiler aynayla ona yüzünü gösteriyorlar. Bulutlar yansıyor. Geriye dönüşler, çoğunlukla izlenimci estetikle buluşuyor sanatta. İzlenimcilerde geçmiş zaman, şimdiki zamanla koşut gelişebiliyor. Geçmiş, bütünün önemli parçası. Şimdiyle geçmiş iç içe geçerken, sonunda bütünleşerek anlamlaşıyor. Postmodernlerdeyse, bu sadece “flaş” gibi araya giren bölük pörçük görüntüler olabiliyor. Lynch’in sinemasında olduğu gibi zihinden düşen anlar, rüyayla gerçeğin kaosu vs. Zincirlemeli geçişle kamera, Freddie’nin evine gidiyor. Freddie suçluluk hissediyor. John, eskiden panayırdaydı, şimdiyse gazetelerde. “İyi bir miyim, kötü biri miyim” diyor Freddie.

Gündüz. Hastanenin toplantı odasında, yönetim ve doktorlar, John için toplanmışlar. Bazıları, artık John’u hastanede tutulmasını istemiyorlar. O sırada toplantıya Galler Prensesi Alexandra (Helen Ryan) geliyor. Kraliçe Victoria’nın, hastanenin John’a sahip çıkmasını öven mesajını okuyor. Oylama yapılıyor ve bu sefer kalmasını isteyenler kazanıyor. John’a tuvalet malzemeleri de armağan ediliyor. Gece olduğunda Jim, para karşılığında insanları
John’un odasına getiriyor. John korkuyor. Beytes da orada. Herkes gittikten sonra Jim, aynayı John’un yüzüne tutuyor. Ardından John’a cebindeki madeni paraları göstererek “İyi para kazandım” diyor. O gittikten sonra Bytes geliyor “Hazinem benim” diyor. Görüntü kararıyor. Görüntü katedral maketi üstüne açılıyor. Kamera, maketin yanından ayrılıyor, yerleri gösteriyor. Oda dağıtılmış. Odaya Freddie geliyor ve John’u bulamıyor. Hastane çalışanı başka bir gece bekçisi olanları anlatıyor. Frddie, Jim’in yanına gidiyor, John’un nerede olduğunu öğrenmek için. Ama bilmiyor. Carr-Gomm, büyük ihtimalle Avrupa’ya gittiğini söylüyor Freddie’ye.

Panayırda. Kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Bytes, John’u sahnede taburenin üzerine çıkartmaya çalışırken, “Fil gibi bağır” diyor öfkeyle. John düşüyor. Gece. Bytes içiyor. John atlı arabada tutuluyor. Bytes, John’u çıkartıyor maymunların yanındaki kafese koyuyor. Maymunlar korkuyor. Görüntü kararıyor. Bytes yok. Diğer çalışanlar John’u kafesten çıkartıyorlar, gemiye bindiriyorlar Liverpool’a doğru. Liverpool’un tren garında John, insanların alayları ve aşağılanmalarıyla karşılaşıyor. John, “Ben bir hayvan değilim” diye haykırıyor ürkerek. Polis gelip John’u kurtarıyor ve onu Londra’ya, hastaneye gönderiyor. John hastaneye geliyor. Odasında fraklı takım elbise giyinmiş John kokular sürüyor kendine. Bu gece onun büyük bir gece. Ona bakan hemşiresi Nora da (Lesley Dunlop) mutlu. Tiyatroda. Madge, bu geceki oyununu
ona adıyor sanki. John, yukarıdaki locasından sahneyi görüyor. Oyun sahnelenirken, bir anda öncü Fransız yönetmen Melies’in filmlerinin içinde hissediyor insan kendini. Görüntü kararıyor. Freddie, John’u odasına getirdikten sonra gidiyor. Odada yalnız kalan John, duvarda asılı karalama resme bakıyor. Resimdeki kadın yatakta uyuyor. Yatağına uzanıp normal uyumak istiyor. Yatağı hazırlıyor. Sonra komidinin üstündeki annesinin fotoğrafına bakıyor. Yatağa giriyor ve sırt üstü yatıyor John. Gözlerini kapıyor.  Kamera, sola çevriniyor fotoğrafları gösteriyor. Kamera, pencere önündeki katedral maketine yöneliyor. Gökyüzünde yıldızlar görünüyor. Kamera, uzay boşluğunda yol alıyor sanki. Annesinin, “Hiç ama hiçbir şey ölmeyecek. Nehir akar, rüzgâr eser, bulut süzülür, kalp çarpar” diyen sesi duyuluyor John’un zihninde. Annesinin görüntüsü ışık çemberinin içinden yansıyor. Kamera, baştaki annenin gözlerini gösteriyor. Son söz de, “ Hiçbir şey ölmeyecek” oluyor. Bu son anlar Luis Bunuel tadı sunuyor sinemaya.

“Vahşi Duygular…”

David Lynch’in 1990 yapımı sinemaskop “Wild at Heart – Vahşi Duygular” filmi, doğuyla batı kültürünün iç içe geçtiği şiddet yüklü bir aşk filmi. Pollygram ve Propaganda’nın sunduğu filmin senaryosunu Lynch’in kendisi yazmış. Film, Barry Gifford’un romanından uyarlanmış. Arada duyulan müzikleri de Angelo Badalamenti bestelemiş. Çarpıcı fotoğrafları da kameraman Fred Elmes yansıtmış. Bu film, “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”,
doğu-batı kültürlerinin koşut yolculuğu, Luis Bunuel, rock, yol filmi, üstü açık arabalar, suç sineması, çöl, ateş, derin Amerika ve birçok şey. Bu filmde, savaş sonrasının görece refah toplumun yanılsamasının hissedildiği 1950’lerin ikinci yarısından 1960’lar
boyunca süren ruha da dokunuyorsunuz. Bir de Denizci’nin Elvis Presley, James Dean ve Marlon Brando idollerinin birleşimi olduğunu hissediyorsunuz. Lula da, “aptal sarışın” Marilyn Monroe sanki. Postmodern felsefenin sinemadaki yansıması olan bu yapıt, ayrıca bir fetiş-romans filmi. Zincirlemeli geçişler, filmdeki tüm sevişmelerden daha kışkırtıcı ve fetişçe. Hatta üstü açık arabalar ve motel odaları da fetiş nesne bu filmde. “Vahşi Duygular”, perdede gördüğünüzü sandığınız film olmayabilir. Bu film, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanmıştı. Bu film ülkemizde, Kasım 1990’da vizyona girmişti.

Lynch’in bu filmi, postmodern sinemanın içinde kayboluşun ve savruluşun başyapıtlarından. Lynch, zincirlemeli geçişleri, geçmişte bir anın hatırlamasında kullanmış yoğunlukla. Filmde kararma-açılma geçişleri de aralara serpiştirilmiş. Filmin içinde zihinden düşen anlar da “flaş” gibi araya giriyor. “Flaş” gibi
yansıyan bazı anlarsa genişleyerek anlamlaşmaya çaba gösteriyor sadece zihinlerde. Ayrıca ara yazılar da yansıyor görüntüye. Gerçeküstücüler sıkça kullanıyor bunu. Filmde Elvis Presley’in iki şarkısını bizzat Nicolas Cage söylemiş. Sesi de bu büyük sesin sesinin kıyılarında dolaşıyordu. Bir de Laura Dern, Hollywood’un ünlü oyuncuları Diane Ladd ve Bruce Dern’in gerçek hayattaki kızları. Nicolas Cage de, ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın öz yeğeni. Cage, amcasına kızdığı için Coppola soyadını kullanmıyor hiç.

Kibrit çakıyor ve ateş görüntüyü kaplıyor. Ardından ön jenerik yazıları yansıyor. Kamera, ateşin üzerinde dolaşıyor. Kuzey ve Güney Carolina sınırı yakınlarında Cape Fear kasabasında. Dalgın kamera tarihi binanın tavanında dolaşıyor altta caz tınıları duyulurken. Kamera aşağıya iniyor, “Denizci” Ripley (Nicolas Cage) ve fıstık dediği sevgilisi sarışın Lula’yı (Laura Dern) buluyor merdivenlerde. Denizci’nin yanına siyahî Bob Ray Lemon (Gregg Dandridge) geliyor. Bob, Denizci’ye bıçak çekiyor. Denizci öfkeleniyor ve Bob’u öldüresiye dövüyor. Lula korku içinde kalıyor. Denizci, ikonik duruşuyla parmağını Lula’nın maviler içindeki annesi Marietta’ya (Diane Ladd) çeviriyor. İlk suçunu işleyen Denizci, demir parmaklıklar arkasında 22 ay, 18 gün geçiriyor. Marietta’nın elleri de cadı küresinden hiç ayrılmıyor film boyunca. Denizci telefonla Lula’yı arıyor. Ama Marietta çıkıyor telefona. Marietta, ölesiye nefret ediyor Denizci’den ve kızından uzak tutmak her şeyi yapıyor. Belki de ondan nefret etmesinin nedeni, Denizci’nin sırrı bilmesinden korkması belki.

Siyah gözlüklü, siyah giysili Denizci, yolda beklerken, Lula üstü açık arabayla yanına geliyor. Her şey kaldığı yerden devam edecek. İlişkileri, Lula daha 18 yaşına bile basmadan başlamış. Şimdiyse yirmi yaşına girmiş. Lula, Denizci’ye yılan derisi ceketini de getiriyor. Denizci’nin ayaklarında da deri kovboy çizmeleri var. Motele gidiyorlar ve yarım kalmış sevişmelerini tamamlıyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor sevişmede. Sonra Lula, gerçek amcası olmayan Pooch’tan (Marvin Kaplan) söz ediyor. Babasının iş ortağıymış. Lula 13 yaşındayken Pooch, ona tecavüz etmiş. Zincirlemeli geçişle evde tecavüz sonrası yansıyor. Annesi eve geliyor, Pooch’u kovuyor. Sonra da arabası uçurumdan aşağıya uçmuş. Lula sonra delinen ozon tabakasından bahsediyor Denizci’ye. Dünya röntgen ışını gibi olacakmış. Arada zincirlemeli geçişle yangın yansıyor. Lula’nın, bir kadın güldüğünde tüyleri ürperiyormuş. Öyle bir cadı hatırlıyor. Lula yatağa dönüp öpüştüklerinde, evlerinde annesi, özel dedektif olan Johnnie Farragut’la (Harry Dean Stanton) konuşuyor. Marietta, Denizci’yi yok etmek için Marcello Santos’u (J. E. Freeman) tutacağını ima ediyor. Johnnie ve Santos, yıllardır Marietta’ya âşıklarmış. Johnnie, Santos’u kıskanıyor. Johnnie, Denizci’nin masumiyetine inanıyor ama. Zincirlemeli geçişle geçmişten bir an yansıyor. Kamera eğik açıda duruyor. Filmin girişindeki mekândı bu. Marietta, erkekler tuvaletine giren Denizci’yi takip ediyor. Denizci’ye asılıyor. İkisi de tuvalet kabinindeler. Denizci’nin bir şey bilip bilmediğini öğrenmek istiyor Marietta. Sır büyüktü. Denizci, Lula’ya annesinin öfkesini anlatıyor, bir sırrını da. Denizci, Santos’un şoförlüğünü yapmış bir süre Denizci. Araya, zincirlemeyle yangın görüntüsü giriyor. Kaliforniya’ya gitmek istiyor Denizci.

Lula ve Denizci diskoteğe gidiyorlar. Hızlı müziklerle dans eden gençlere katılıyorlar. Gençlerden biri yanlışlıkla Lula’ya yanaşınca ufaklığa ders vermesi gerekiyor Denizci’nin. Genç onu palyaçoya benzetiyor yılan derili ceketiyle. Lula’dan özür diletiyor, sonra da gençlere Kral Elvis’in “Love Me” rock şarkısını söylüyor Denizci. Büyüleniyor Lula. Gençler de rock müziğiyle sallanmaya başlıyorlar. Moteldeki odalarında yine sevişiyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor. Kırmızı, sinema psikolojisinde seksi ve şiddeti çağrıştırıyor. Sevişme sonrasında Lula, Denizci’nin neden Elvis’in “Love Me Tender” şarkısını söylemediğini öğrenmek istiyor. Şarkıyı sevdiği kadına söyleyecekmiş Denizci. Büyük görüntüde kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Yatakta sigara içiyorlar. Dört yaşında sigaraya başlamış Denizci. Annesi akciğerden ölmüş. Annesi Marlboro sigarası içermiş. Belki hatırlamadığı babası da aynı hastalıktan ölmüştür. Lula da, babasının ölümünü anlatıyor. “Annem, üzerine kerozin döktükten sonra bir kibrit çakıp kendini yaktığını söyledi” diyor. Görüntülerdeki ani kibrit çakmaları yanan evi hatırlatıyor sanki. Zincirlemeli geçişle Lula’nın evde yanan babası yansıyor birden. Ev de yanıyor. Kamera, plonje çekimle Denizci ve Lula’yı gösteriyor. Yine sevişmeye başlıyorlar. Marietta, Johnnie’yle konuşuyor telefonda. Marietta, Denizci’yi düşünüyor. Zincirlemeli geçişle zihninden Denizci’nin eliyle kendini gösterdiği an düşüyor.

Yollarda. Denizci ve Lula, yağmur altında üstü açık arabayla derin Amerika’da yol alıyorlar Kaliforniya’ya doğru. Ama kader başka yollara sürüklüyor onları. Serbest kalma şartlarını da ihlal ediyor böylece Denizci. Marietta da evinin bahçesinde Santos’la buluşuyor. Lynch, yolculukla bu buluşmayı koşut kurguyla yansıtmış. “Denizci’yi kafasından vurmamı ister misin” diyor Santos. Bunun yanında Johnnie’yi de aradan çıkarmak istiyor Santos. Sonra, zevke düşkün hazcı, yani hedonist Rengeyiği’ni (Reindeer) telefonla arıyor Santos. Bu Rengeyiği (W. Morgan Sheppard), temizlikçi ve her yerde kiralık katilleri var. Rengeyiği, Santos’tan gümüş dolarları ve notu postayla yollamasını istiyor. Santos da öyle yapıyor. Artık Denizci’nin peşinde bir dolu insan var. Johnnie de, Lula ve Denizci gibi yollarda. Rengeyiği de, telefonda bir kadınla konuşuyor araya giren anda. Kadın, arkası dönük, kısa sarı saçlı ve bulanık görünüyor. Gündüz, bir kulübeye benzer ev yansıyor birden. Geride neler olduğunu bilmeyen Denizci ve Lula, başka bir motel odasında sevişirlerken görüntü kırmızılaşıyor yine. Ardından bir kibrit çakıyor. Sigara içiyorlar. Lula, “Sevişirken, bazen gökkuşağının üstünde bir yere taşıyor gibisin” diyor. Ardından, “İçimde olup biteni biliyorsun, dikkat ediyorsun” diye sürdürüyor konuşmasını. Lula, “Dünyanın en tatlı penisi seninki, sanki içimde olduğunda benimle konuşuyor” diyerek Denizci’yi onurlandırıyor. Lynch, bu anda XI. yüzyıl İranlı tıp âlimi İbn-i Sina’yı (980-1037) hatırlıyor adeta. İbn-i Sina’nın yazdığı “El-Kanun fi’t-Tıp” (Tıpta Kanun) eserinde kadınların sevişmeden zevk almasının doğallığından bahsediliyordu. Kadınların, sevişirken aldığı zevkten gözlerinin kırmızılaştığını ve dünyanın tüm zevklerini erkekler gibi hak ettiğini yazıyordu. Ortaçağ’da Avrupa’da Engizisyon bu kitaptaki kadın zevkine yönelik bölümlerini atıp kitabı yayımlamıştı. Bu kitap, doğudan batıya yüzyıllardır başvuru kaynağıydı. Engizisyona göre kadınlar, ateşte yanması gereken birer cadı, birer şeytandı. Eğer kadın sevişmeden zevk alırsa, “erkeğini yorar ve güçsüzleştirir” diyorlarmış sapkınlıkla. XII. yüzyılda manastırda yaşayan başrahibe, yazar, besteci, düşünür Bingenli Azize Hildegard da (1098-1179) öncüydü. O, dünyanın ilk bestecisiydi. Azize Hildegard, regli kutsuyordu. Reglde akan kan yaşamı, savaşta akan kansa ölümü getirir, diyordu. Kadın, erkek gibi sevişmeden zevk ve haz almalıydı. Kadınlar, bireydi ve eşitti. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Sel Yayıncılık’tan 2009 yılında çıkan “Aynalar” kitabından keşfettik. Galeano’nun tüm kitapları hayata bir armağandı ve daima etrafta bulunmalıydı.

Kafede. Caz tınıları duyuluyor. Yaşlı adam, güvercinlerden söz ediyor Denizci ve Lula’ya. Gece de Johnnie arabasında yollarda. Rock dinliyor radyodan. Marietta da Santos’la telefonda konuşuyor o anda. İntikam ateşi onu yakıp tutuşturuyor. Denizci, kafede Lula’ya turuncu pantolonlu bir fahişeyle macerasını anlatıyor. Denizci’nin erotik kelimeleri Lula’yı ateş gibi yakıyor. Bir an önce yatağa ulaşmak istiyor. Kadının saçı siyahmış. Lula’ya Denizci, “Centilmenler sarışın sever” diyor ve motel odasında Lula da içindeki Georgia’daki gibi sıcak asfaltı söndürüyor. Lynch, Howard Hawks’un 1953 yapımı müzikali renkli “Gentlemen Prefer Blondes-Erkekler Sarışınları Sever” filmine gönderme yapıyor. Araya Marietta’nın görüntüsü giriyor birden. Evinde ayna karşısındaki Marietta, öfkeli ve ruju yüzüne sürüyor. Sevişmeden sonra Denizci, “Şu ana kadar kötü şeyler yaptım. Bundan sonra iyi olmayan hiçbir şey yapmayacağım. Dışarıda kötülükler kol geziyor” diyor Lula’ya. Lula da kuzeni Dell’den (Crispin Glover) söz ediyor ona. Dell, Noel’i çok seviyormuş. “Jingle Dell” derlermiş ona. Paranoya yaşamaya başlamış. Siyah eldivenli birilerinin takip ettiğini söylemeye başlamış. Uzaylılarmış onlar. Teyzesi Rootie (Sally Boyle), Dell’in iç çamaşırlarında hamamböcekleri bulmuş. Denizci, “Oz Sihirbazı”nı seyretsin diyor. Burada, Victor Fleming’le King Vidor’un ortak yönettikleri 1939 yapımı siyah-beyaz ve renkli “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü” filmini anma var. Johnnie de otel odasında vahşi doğa belgeselinde akbabaların leşi yiyişini izlerken, Marietta arıyor telefonla. Marietta’nın yüzü rujla kıpkırmızı. Johnnie’nin New Orleans’a gelmesini söylüyor. Johnnie’yle konuştuktan sonra midesi bulanıyor, klozete koşuyor Marietta. Ertesi sabah da kendisi gidiyor otele Marietta’nın.

Gündüz, Shell istasyonunda. Denizci, üstü açık 1965 model Ford Thunderbird arabaya pompadan benzin doldururken, dışarıda sandalyede oturan yaşlı siyahî adam da (Cage S. Johnson) Lula’ya öpücükler yolluyor çapkınca. Arabayı Lula sürüyor. Radyoları karıştırıyor. Çoğu üçüncü sayfa haberleri canını sıkıyor. En ilginç haber de Hindistan’dan. Ganj Nehri’nin kirliliğini azaltmak için, nehre beş yüz kaplumbağa bırakmışlar daha önce. Şimdiyse Hintlilerin cesetleri için nehre timsah salacaklarmış. Lula, “Yaşayan ölülerin gecesi” diyor. Duruyorlar. Yol kenarında spor hareketleri yapıyorlar sonra. Altta da romantik bir müzik duyuluyor, geçmişteki Hollywood filmlerindeki gibi. Lynch, eski Hollywood filmlerinin müziklerini Glenn Miller Orkestrası’nın tınılarıyla hissettirmiş. Güneş batarken, sarı tonlar öne çıkıyor. Johnnie ve Marietta otel odasına giriyorlar. Johnnie, Santos’u bildiğini söylüyor. Pooch tanıştırmış onları. Marietta’ya, “Geleceğimizi düşünmeliyiz” diyor. Gece yolda. Fonda Chris Isaak’in “Wicked Game” şarkısının
müziği duyuluyor. Denizci arabayı sürerken, Lula’ya bir şeyler itiraf ediyor. “Biri iyi, biri kötü” diyor. Kötü olanı, Santos’un şoförlüğünü yapması bir ara. Bir gece bir eve gitmiş. O evin Lula’nın olduğunu bilmiyormuş. “Herkes o gece benim bir şeyler gördüğümü sanıyor” diyor. Bu sırrı taşımış içinde. Denizci’nin evin nasıl yandığını bildiğini düşünenler ölmesini istiyorlar. Lula, başını yana çeviriyor, uçan cadıyı görüyor. O cadı annesine dönüşüyor hemen. Chris Isaak’ın müziği yine duyulmaya başlıyor. Otelde Marietta, odasına giriyor. Johnnie de kendi odasına girerken, Santos ona saldırıyor.
Gece yolda. Denizci etrafa savrulmuş elbiseler görünce duruyor. Kaza yapmış arabayı da görüyorlar. İki adam arabanın yanında ölmüş. Bir kadın (Sherilyn Fenn) yaralı ve belleği karışmış ortalarda dolaşıyor. Sonra kadın yere yığılıyor ve ölüyor. Bu Lula’yı çok etkiliyor. Denizci, “Kaçalım buradan” diyor. Otelin lobisinde Marietta Johnnie’yi arıyor. Otelde çokça yaşlı insan var. Onlarla konuşuyor. Santos geliyor oraya ve “Çocuklar Teksas’taymış” diyor.

Saçları kısa sarışın Juana Durango (Grace Zabriskie), “Bir öpücük daha Reggie” diyerek, sandalyede ağzı bantlı Johnnie’ye bakıyor. Johnnie’nin arkasında da silahlı siyahî adam Reggie (Calvin
Lockhart) ayakta dineliyor. Sonradan görünecek Perdita Durango da (Isabella Rossellini) bu sarışın kadın gibi, tıpkı sarışın ve kısa saçlıydı. Luis Bunuel’in filminden düşmüş gibiydiler. 1956 yapımı renkli “La Mort en Ce Jardin-Ölüm Bahçesi” filminde Simone Signoret de kısa sarı saçlıydı. Kaşları da siyah ve kalındı. Dudakları kıpkırmızı rujluydu Bunuel’in filminde. Reggie, Johnnie’nin ağzındaki bandı çıkartıyor, odadan çıkıyor. Ona kadar sayıyor sonra. Reggie ateş ediyor.

Gündüz. Big Tuna, Teksas levhası yansıyor. Luna ve Denizci, küçük kasaba Big Tuna’ya geliyorlar. Aslında burası yol üstünde bir yerdi onlar için. Kaliforniya da uzak değildi. Ama kaderin de bir planı vardı. Balık levhasının üstünde “fuck you” (seni düzeyim) yazısı göze çarpıyor. Görüntü kararıyor. Kulübeye benzer bir eve geliyorlar. Rengeyiği’nin telefonla konuşurken yansıdığı evdi burası. Kamera da aynı açıda duruyor. Lula arabada kalıyor. Denizci arabadan inip evin önüne geliyor, kapıyı çalıyor. İçeriden sarı kısa saçlı Perdita çıkıyor. Birbirlerini tanıyorlar. Perdita, “Ne istiyordun bay yılan derili” diyor. Santos’tan veya Marietta’dan ona bir şey olup olmadığını soruyor. Perditta, ona bir sır söylüyor yanan ev hakkında. Gizem ve merak duygusu iyidir. Görmek gerekli. Zincirlemeli geçişle Denizci, Marietta’yla tuvaletteki anı hatırlıyor. Marietta, “Belki sen bir gece fazla yaklaştın” demiş. Yangın yansıyor. Perdita yangının nasıl çıktığını anlatıyor
Denizci’ye. Başlardan beri gelen bir sır da aydınlanıyor, hem Denizci’nin hem de filmi takip edenlerin zihninde. Perdita anlatırken, o yangın anları da yansıyordu. Perdita doğruyu mu söylüyordu? Kuşkular işte. Motel odasında. Sinekler kusmuğun üstüne yığılmışlar. Denizci odaya girdiğinde içeride koku da duyuluyor. Lula hastalanmış ve yatakta. Nasıl kustuğunu anlatıyor. Pencere kenarında oturan Denizci, Lula’nın yanına geliyor, şefkatle onun saçlarını okşuyor. Lula, kazada ölen kadın etkisinde. Birden cadı annesini görüyor. Denizci, Lula’ya şekerli kolye veriyor. Gece. Denizci, hava alsın diye Lula’yı motelin önünde dışarı çıkartmış. Masada kovboy şapkalı Vince’le (Pruitt Taylor) konuşuyorlar. Orada Bobby’nin adamları Kelly (David Patrick) ve Sparky de (John Lurie) var. Gördükleri kazayı anlatıyorlar. Ölenleri tanıyorlar. Birden ortaya iri memeleri açıkta birkaç şişman kadın görünüyor, neşeyle dans ediyorlar. Kendinizi Fellini filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Ardından siyah takım elbiseli biri, Bobby Peru (Willem Dafoe) geliyor masaya. Dişleri de çok kirli Bobby’nin. Sigarasını yakıyor. Bobby, askerliği biliyor, bahriyelileri de. Lula ve Denizci odalarına gidiyorlar. Zincirlemeli geçişle Lula, tecavüze uğradığı anı hatırlıyor.

Mercek altında kocaman bir yüz görünüyor. Kadının kanını boşaltıyorlar. Bu an, gerçeküstücü ve anlam yaratmak için zihinde mücadele veriliyor. “Hamileyim” yazan bir not okunuyor. Gündüz. Denizci arabayla ilgilenirken, odaya Bobby geliyor. Tuvaleti kullanmak istiyormuş. Bobby, kusmuk kokusundan Lula’nın hamile olduğunu anlıyor. Ardından onu kışkırtan ve tahrik eden kelimeler kullanıyor. Bobby, Lula’nın meme uçlarını sıkarken, Lula’ya “fuck me” (düz beni) lafını söyletiyor. Bobby sonra odadan çıkıyor, dışarıdaki Denizci’nin yanına gidiyor. Bobby’nin arabasıyla gezintiye çıkıyorlar. Lula da travma içinde, tecavüz anını hatırlıyor. Denizci ve Bobby, sonra motelin barında bira içiyorlar. Denizci, tavana bakıyor. Şekil bozucu aynada kendini görüyor. Bobby, Denizci’ye iş teklifinde bulunuyor. Sabah onu alacakmış. Cadı
Marietta, küresinden Denizci ve Bobby’yi izliyor siyah-beyaz görüntüyle. Lula da odasında birbiri ardına sigara içiyor. Denizci odaya geliyor. Soyunuyor, yatağa giriyor. Bobby’yle işi olduğunu söylüyor. Kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Gece, kulübeye benzeyen ev yansıyor. Lula, yatakta Denizci’ye, “Bobby kara melek” diyor. Onunla çalışmasını istemiyor. Lula, dünyanın vahşi kalbi olduğunu söylüyor. “Love Me Tender” şarkısını söylemesini de beklemiş hep. Bobby, Perdita’nın evinde. Birbirlerini tanıyorlar. Bobby’nin avucuda gümüş dolar görünüyor. Sabah. Denizci, Bobby’yi bekliyor. Üstü açık arabayla Bobby ve Perdita geliyor. Denizci tereddüt ediyor. Boby, Perdita için, “Kızım” diyor. 1976 model Cadillac-Eldorado araba Lobo kasabasına geliyor. Denizci’de tabanca, Bobby’de de tüfek var. Soygun için yem deposuna giriyorlar. Şerif yardımcısı 1985 model Plymouth Gran Fury devriye arabasından inerek, arabada bekleyen Perdita’nın yanına geliyor. Silah sesleri duyuluyor. Perdita kaçmaya çalışıyor. Bobby soygun yerini kan gölüne çevirmiş. Denizci’ye verdiği tabanca da gerçek değil. Denizci dışarı kaçarken, devriye ona ateş ediyor. Elinde çuvalla dışarı çıkan Bobby’nin tüfeği ateş alıyor ve Boby’nin kafası havaya uçuyor.

Denizci demir parmaklıkların arkasına düşüyor yine. Lula da motel odasında Denizci’yi bekliyor, şekerli kolyesiyle oynarken. Lula karakola gidiyor. Annesi de geliyor. Ardından Santos da. Santos, Lula’ya sarılıyor. Lula ağlamaya başlıyor. Lula, hapisteki Denizci’ye mektup yazıyor. Bebeği doğurmak istiyormuş. Kız da olsa oğlan da, ismini Lance koyacakmış. Annesi de istiyormuş bebeği. Beş yıl, 10 ay, 21 gün sonra. Lula ve oğlu Pace, çevreli fotoğrafta görülüyor. Evde Marietta, Lula’a telefonda, bir kez daha beraber olmalarına izin vermeyeceğini söylüyor. Denizci trenle gelecekmiş. Sarışın oğlu Pace’le (Glenn Walker Harris) üstü açık 1979 model Ford Mustang arabayla Denizci’yi karşılamaya giden Lula, bir
kazayı atlatıyor. Ama az ileride korkunç bir kaza yaşanmış. Sonra bir araya geliyor âşıklar. İlk defa oğluyla karşılaşıyor Denizci. Arabayla giderlerken, Lula birden duruyor. Acaba hazır değil miydi? Denizci veda ediyor onlara ve başka bir yöne doğru
giderken, birkaç serseri genç yolunu kesiyor. Onlarla kavga ederken yere düşüyor. Baygın haldeyken iyi cadı Glinda (Sheryl Lee), kelimeleriyle Denizci’ye hayata ve aşka döndürüyor. Ayağa kalktığında gençlere teşekkür ederek Lula’ya doğru koşuyor. Fonda da eski Hollywood filmlerinin müziğini çağrıştıran tınılar duyuluyor. Lula’ya ulaşan Denizci, o şarkıyı, Kral Elvis’in “Love Me Tender” (Beni Şefkatli Sev) şarkısını Lula’ya söylüyor. Mutlu son ve aşk kazanıyor, doğu ve batı kültürlerinin karışımıyla. Her zaman.

(31 Ekim 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Rosetta, Serap ve Diğerleri

‘Nefesim Kesilene Kadar’ büyük kente sığınmış küçük kızların çetin yaşam mücadelesine ‘Mustang’ın kaldığı yerden tanıklık ediyor. İstanbul varoşlarında küçük bir tekstil atölyesinde işçidir Serap. Başını soktuğu abla evinde bir sığıntı gibi sürdürür yaşamını. Tek istediği bir yuva, bir ailedir. Uzun yol şoförü babasının sabit bir iş bulması için didinir. Ablasından ve hoyrat eniştesinden sakladığı üç beş kuruşu hep bu sıcak yuva özlemi için biriktirir. Daha önce kaçakçılıktan hapis yatmış adama toz kondurmaz Serap. Baba – kız değil anne – oğul gibidirler. Giysilerini, ayakkabılarını alır babasının. Yaşayamadığı çocukluğunu kaçamak lunapark gezmelerinde gidermeye çalışır. Kötü bir insan değildir babası ancak sorumsuzdur, kızını yalanlarla oyalarken kendi başını kurtarma derdindedir. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babasının kayıtsız kaldığı, hoşlandığı genç tarafından tercih edilmeyen genç kız sürekli incitilir ancak o her şeye meraklı bir yaşam arsızıdır, pes etmeyecektir.

Emine Emel Balcı’nın hayranlık uyandıran bu ilk filmi Dardenne kardeşler sinemasından izler taşıyor. Belçikalı usta sinemacıların gri dünyasını yerel tadlarla bizden bir öyküde yeniden inşa ediyor. Serap, Rosetta’ya ikiz kardeşi kadar yakın. İkisinin de tek istediği normal bir yaşam sürebilmek. İkisi de sürekli savunma halindeler. Hayatta kalabilmek için rahatlıkla başkalarını ezip geçebiliyorlar. O ürkek yüzleri gülmez bu kızların. Güven duymaya yönelik her çabaları hayal kırıklığı yarattıkça savunmaya geçiyor, kötücülleşiyorlar.

Gri Fransız taşrasında ya da yağmurlu İstanbul’un ara sokaklarında omuz kamerası sürekli izler bu anti kahramanları. Kendi yaşam kavgalarının ağırlığı altında etrafındaki genç adamın şefkatini fark etmekte zorlanır Rosetta. Serap ihanete uğramış hissettiğinde yakınındakileri ihbar etmekten geri durmaz. Tüm gri lacivert dünyasına rağmen yine de umutsuz değildir onların hikâyeleri. Rosetta uzanan şefkatli eli sonunda fark edecek, ‘Bisikletli Çocuk’ gibi baba özlemiyle yanıp tutuşan Serap flû geleceğine rağmen dimdik ayakta mücadelesine devam edecektir.

‘Nefesim Kesilene Kadar’ın bu yıl içinde şimdiye kadar gösterim şansı bulabilmiş en iyi yerli yapım olduğunu düşünüyorum. Bu ilk yönetmenlik denemesi Balcı’nın ortaklaşa yazdığı ustalıklı senaryosu, yine ortaklaşa kotardığı sağlam kurgusu ve Murat Tuncel’in soluk soluğa izlenen görüntü çalışmasına çok şeyler borçlu. Bir de Esme Madra’nın mükemmel Serap yorumunun altını çizmek gerekiyor. Madra’nın sinemamızda az görülen başarılı performansına küçük rollerde usta oyuncular Rıza Akın ve Sema Keçik ile Adana Altın Koza Film Festivali’nde ümit veren oyuncu seçilen Ece Yüksel’in incelikli katkıları eşlik ediyor.

(‘Nefesim Kesilene Kadar’ 30 Ekim tarihinden itibaren ‘Başka Sinema’ salonlarında gösterime giriyor.)

(29 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anadolu’nun Kayıp Şarkıları

Hayatın acımasız çarkı dönmeye devam ediyor. Geçtiğimiz festivalden bu yana yine sevdiğimiz oyuncular, yönetmenler, sinemaya gönül verenler o meçhule doğru yola çıktı. Bu yazıyı hazırlamaya başladığım gün, genç bir sinema emekçisi yönetmen Erhan Tursun (28 Ekim 2015) hayatına son vererek aramızdan ayrıldı. Gittiği yerlerde huzur ve mutluluğa kavuşmasını dilerim.

02 Ekim 2014 tarihinde kaybettiğimiz Behçet Nacaroğlu’nun, sinemamızda çok az emekçiye kısmet olan, yıllarca figüran, yardımcı oyuncu, yapımcı, senarist gibi görevler yaptıktan sonra B sınıfı filmlerin başrol oyunculuğuna yükselme gibi özelliği vardır. Parçala Behçet filminin gördüğü ilgi üzerine kendi adı ile isimlendirilen Behçet Cezayir’de, Bastır Behçet Bastır, Ustura Behçet, Helal Sana Behçet, Namın Yürüsün Behçet, Sev Beni Behçet, Sosyete Behçet, Fırtına Behçet, Zımbala Behçet, Komando Behçet, Behçet Derler Adıma gibi filmlerde oynadı ve sinemamıza benzeri olmayan bir film serisi kazandırdı. 1971 yılında İstanbul’da Üç Maymun Kabare Tiyatrosu’nda profesyonelliğe adım atan Volkan Saraçoğlu (07 Ekim 2014, Habibler Yeşil Yayla) TV.den gelen ününü 46 Numara, Aşkın Bela Halleri, Dartonlar ve Laz Kit, Çakma Hayat gibi filmlerle beyazperdeye de taşıdı.

Düttürü Dünya ile sinemaya geçen Recep Yener (01 Kasım 2014, Şişli Zincirlikuyu) TV dizilerinin şöhret yaptığı bir oyuncumuzdu.

Talat Sait Halman (05 Aralık 2014) ilk Kültür Bakanımız olarak hafızalarımıza kazındı; kızı Defne Halman tiyatro ve sinema oyunculuğu yaparak Halman soyadının kültürümüze saygın katkısını sürdürüyor.

TV dizilerinde de rol alan Oğuz Oktay (22 Ocak 2015) genellikle tarihi filmlerle beyazperdeye geldi. Edebiyatımızın dev ismi Yaşar Kemal’in (28 Ocak 2015) ünlü eseri İnce Memed’i sinema filmi olarak çekmek İngilizlere kısmet oldu ve Abdi Ağa’yı Peter Ustinov canlandırdı. Sinemamızın Yeşilçam dönemi karakter oyuncularının en tanınmışlarından olan Hakkı Kıvanç (29 Ocak 2015) Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii’nden kaldırılarak Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Güzellik yarışmasından sinemaya gelen Gönül Bayhan (06 Şubat 2015), son yıllarını Beşiktaş’ta yoksulluk içinde geçirdikten sonra Ankara’da defnedildi. Sanat müziğimizin unutulmaz sesi Müzeyyen Senar (08 Şubat 2015, Şişli Zincirlikuyu), genellikle kendisini canlandırarak onlarca filmimize renk verdi. Alzheimer hastalığına yakalandıktan sonra vefat eden eşi Erdoğan Tokatlı’ya gösterdiği olağanüstü şevkatiyle hatırlanan ve yardımcı yönetmenlik de yapan Reyhan Tokatlı (16 Şubat 2015), vefatından birkaç ay önce geçirdiği kısmi felce sinemasal etkinliklere katılarak direnmeye çalışıyordu. Türk Sineması konusunda yazdığı inceleme yazılarıyla özel bir okur kitlesine sahip olan Orhan Ünser (26 Şubat 2015, Samsun Asri), hazırlamakta olduğu birçok kitap ve araştırma yazılarını tamamlayamadan kalp kriziyle aramızdan ayrıldı. Aytaç Yörükaslan (26 Şubat 2015), Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Ülkemizdeki pop müziğinin gelişmesine büyük emek veren Erol Büyükburç (12 Mart 2015, Şişli Zincirlikuyu) şöhretinin zirvesinde sinemamızın starlarıyla komedi filmlerinde oynadı, en son rol aldığı ve kendini canlandırdığı Hayalet Dayı filmini izleyemeden vefat etti. Sinemamızın klâsiklerinden Hakkari’de Bir Mevsim’in görüntü yönetmeni olarak hatırlanan ve uzun yıllar yurtdışında yaşayan Kenan Ormanlar’ı (17 Mart 2015, Topkapı Merkezefendi) ani bir rahatsızlık sonucu kaybettik. Ramazan Hergül (22 Mart 2015), yıllarca Çemberlitaş Şafak Sinemaları’nın 35 mm makinelerinin yoldaşı olmuş bir emekçiydi. 1936 yılında doğan Ayla Arslancan’ın (29 Mart 2015) son sinema filmi Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda oldu.

2015 Nisan ayı ilk olarak sinemamızın en ünlü seslendirme sanatçılarından Nevin Akkaya’yı (02 Nisan 2015) aramızdan aldı. Akkaya, uzun yıllar Türkan Şoray, Hale Soygazi, Neriman Köksal, Arzu Okay, Nilüfer Aydan, Piraye Uzun gibi sevilen oyuncularımızın sesi olmuştu. Yüzlerce filmde yüzüne aşina olduğumuz Yavuz Şeker (08 Nisan 2015, Şişli Zincirlikuyu) ve sinema filmlerinde ikinci yönetmen olarak yıllarca çalıştıktan sonra TV dizilerinin aranan yönetmeni olan Tolgay Ziyal (22 Nisan 2015) de Nisan ayında kaybettiğimiz değerler oldu. Aynı ayın 27. gününde ise Görüntü Yönetmeni Orhan Temizkan (27 Nisan 2015, Üsküdar Karacaahmet) ile sinemada Oya Sensev (27 Nisan 2015) adıyla tanınan Sebahat Perinçek sevenlerini hüzne boğdu.

Set çalışanı Musa Karagöz’ün (5 Mayıs 2015) acısı sürerken sinemamızın sevilen komedi oyuncusu Zeki Alasya (08 Mayıs 2015, Şişli Zincirlikuyu), kader arkadaşı Metin Akpınar’ı yalnız bırakarak hakkın rahmetine kavuştu. Ülkemizdeki en büyük yabancı film dağıtımcısı bir şirkette uzun yıllar yöneticilik yapmış olan Mehmet Ünalan (16 Mayıs 2015) İstanbul’da; Cici Can adlı çizgi roman kahramanı, aynı adlı filmde Göksel Arsoy tarafından canlandırılan ünlü karikatüristimiz Bedri Koraman (30 Mayıs 2015) Bodrum’da toprağa verildi. Sanat Yönetmeni Gülcan Anaç (30 Mayıs 2015) ve Behiye Aksoy (31 Mayıs 2015, Şişli Zincirlikuyu), Mayıs ayındaki son kayıplarımız oldu. Taksim’deki ünlü Maksim Gazinosu tarihinde, Zeki Müren’le yarışan tek kadın rakip ses sanatçısı olarak hafızalara kazınan Behiye Aksoy, başrollerinde oynadığı Kederli Günlerim ve Falcı adlı filmler ile de sinemaseverlerin unutamadığı sanatçılar arasına katıldı.

Yaz başında sanat yönetmeni Osman Şengezer (04 Haziran 2015, Feriköy); sinemamızın sempatik kötü adamı Sümer Tilmaç (12 Haziran 2015, Üsküdar Karacaahmet); ilk renkli filmimiz Salgın’ın yapımcısı Ali İpar (13 Haziran 2015) ve başarılı yönetmenimiz Başar Sabuncu (17 Haziran 2015, Fatih Edirnekapı) hayatını kaybetti.

Erkek sinemaseverlere hitap eden Aydemir Akbaş ve Ali Poyrazoğlu filmlerinde kadın kahramanı canlandıran Dolgan Sezer (03 Temmuz 2015, Bodrum Ortakent) ve uzun yıllar ikinci kadın rollerinde başarı gösteren Pervin Par (31 Temmuz 2015, Çeşme Dalyan) Temmuz ayında aramızdan ayrıldılar. Pervin Par, yaşamının son 20 yılını İzmir’de çiçek ticaretiyle uğraşarak, kendi isteğiyle sinema ve TV dizisi tekliflerinden uzak durarak geçirdi.

2015 Ağustos ayı, son iki Antalya Film Festivali arasında sinemaseverlere en fazla acı yaşatan ay oldu; sinemamıza çeşitli dallarda hizmet vermiş 9 sanatçı ve emekçimiz ebediyete intikal etti: Türkülerimizin duayeni, birçok filmimize ses ve görüntüsüyle değer katan Muzaffer Akgün (01 Ağustos 2015, Topkapı Merkezefendi); Akademisyen Oktay Kutluğ (03 Ağustos 2015); Gönül Ceylan Ece (08 Ağustos 2015); oyuncu ve seslendirme sanatçısı Gülçin Akçay (08 Ağustos 2015); Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı kurucu üyelerinden, ressam, gazeteci, yazar, bir senaryosu olan ve bir filmde rol alan Fikret Otyam (09 Ağustos 2015); Prodüksiyon Amiri ve oyuncu Suat Geyik (11 Ağustos 2015); edebiyatımızın usta ismi, sinemamıza yönetmenlik yaptığı filmleriyle değer katan Tarık Dursun Kakınç (11 Ağustos 2015, Çiğli Kabristanı); Suçumuz İnsan Olmak adlı eseri Erdoğan Tokatlı tarafından sinemaya uyarlanan Oktay Akbal (30 Ağustos 2015); oyuncu Yalçın Güzelce (31 Ağustos 2015).

Pınarhisar’lı oyuncumuz Erdinç Olgaçlı (18 Eylül 2015) ile sinema tarihimizin en bilinen set amiri, Godzilla lâkaplı Selahattin Geçgel (22 Eylül 2015, ) Eylül ayının bizden çekip aldığı iki değerimiz oldu. Antalya Film Festivali ve İzmir Kısa Film Festivali’nden Emek Ödülü alan Selahattin Geçgel’e Godzilla lâkabını Metin Erksan verdi.

Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Tomris İncer’in (05 Ekim 2015) kaybı ile başlayan 2015 Ekim ayında sinemamızın unutulmaz klasiklerinden Üç Arkadaş’ın yaratıcısı Memduh Ün (16 Ekim 2015, Bodrum Torba) 95 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sinemamızın sevilen oyuncuları Argun Kınal (06 Ekim 2015, Şişli Zincirlikuyu), Sırrı Elitaş (08 Ekim 2015, Üsküdar Karacaahmet), Olacak O Kadar Levent Kırca (12 Ekim 2015, Şişli Zincirlikuyu) ve Yılmaz Köksal (22 Ekim 2015, Beykoz Kanlıca) Ekim ayında bu dünyadan göçüp giderek sinemamızın unutulmayanları ve unutulmayacakları arasına adlarını yazdılar. Son yıl içinde kaybettiğimiz sinema emekçi ve sanatçılarımızın çoğu Şişli Teşvikiye ve Üsküdar Şakirin Camileri’nden Şişli Zincirlikuyu ve Üsküdar Karacahmet Mezarlıkları’na defnedildiler; mekânları cennet olsun.

Not: Bu yazı 52. Uluslararası Antalya Film Festivali kitabında yayınlanmıştır.

(28 Ekim 2015)

Sadi Çilingir

Atilla Dorsay’ın Objektifinden Yeşilçam’dan 100 Portre

“Işık artı zaman eşittir sinema” tanımı, birçoğu gibi benim için de belirleyicidir. Çünkü yaşam da zaten ışık artı zaman değil midir, bir bakıma. Atilla Dorsay, “Efsaneler ve Renkler” sergisi ve “Yeşilçam’dan 100 Portre” kitabıyla benim bu yaklaşımıma destek oluyor.

Sözlü tarihin görsel yansıması…

Hepimiz biliriz ki, resmi tarih hep bir şeyleri gizler, bir şeyleri abartır veya yüceltir. Dolayısıyla da bazı ‘gerçek’leri bilebilmeniz olanaksızdır neredeyse. Çok yıllar sonra araştırmacılardan okumanız gerekecektir, tabii, sizin ilginiz dağılmamışsa…

Atilla Dorsay, 1970’li yıllardan beri tanıdığı, biraraya geldiği, bir şekilde fırsat bulup fotoğrafladığı -kendisi, resimlediğim diyorsa da- ulusal ünlülerden seçilmiş 100 portreyi biraraya getirmiş. Bir anlamda kişisel sinema tarihinin bir kısmını çıkarmış. “Yeşilçam’dan 100 Portre” kitabı, aynı zamanda Karaköy’deki Saint Benoit Lisesi’nde 22 Ekim – 30 Kasım tarihleri arasında “Efsaneler ve Renkler” adıyla da sergileniyor. Onca yıl içinde birikmiş yüzlerce fotoğraf arasından bir adet seçmek gerçekten güç iş. “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük” diyor ya Cemal Süreya, şiirce… Atilla Dorsay da besbelli hangisini seçsem kaygısıyla günler geçirmiş.

Kötü makine…

İlk fotoğraf makinesinin pek de iyi olmadığını, teknolojik gelişmeyle doğru orantılı olarak çok daha iyi fotoğraflar çektiğini anlatan Dorsay, “Gerçi resimlerle oynamayı, kadrajları değiştirmeyi, fotoşop yapmayı hiç sevmedim ve istemedim” diyor; ancak yine de “…bir fotoğraf -özellikle benim ilgilendiğim portreler- belli mekânlarda, belli koşullarda, belli bir ışık altında yakalanmış insan yüzleridir ve yapılacak olan, o koşullarda en iyisini çekmektir: ışıklarla, mesafeyle, objektiflerle sonsuza dek oynamadan, kadrajınızı artık içgüdüyle bularak, yüzün anlamlarını o kısa saniyeler-saliseler içinde olabildiğince yakalamaya çalışarak…” (sunuş yazısı) koşullar ne olursa olsun gösterdiği özeni vurgulamaktan da geri durmuyor.

Küçük bir not eklemek istiyorum, sinemanın özellikle de Yeşilçam’ın en üstün özelliklerinden biridir görüşlere değer vermek. Sergilenen karelerle kitapta yer alanlar arasında teknik oynama farkı var. Atilla Dorsay, sergi açılış konuşmasında da sözünü etti: Fotoğrafları basan arkadaşların küçücük “hile”lerine göz yummuş. Böylelikle hem o (genç) arkadaşlar kırılmamış hem de fotoğrafların farklılıkları ortaya çıkmış stüdyo çekimlerinden.

İyi anlatım…

Hemen hepimizin çok yakından -rolleri gereği- tanıdığımız ama içyüzlerini bilmediğimiz ünlüleri temiz ve saf halleriyle Atilla Dorsay’ın gözünden görüyoruz, gerek sergide gerekse kitapta.

Birçoğu belki de -özellikle oyuncular- beğenmeyebilir bu fotoğrafları ama apaçık bir şekilde hem o anki duygularını hem de iç dünyalarını yansıtıyor, istisnasız tümü. Atilla Dorsay, sinema yazıları kadar başarılı fotoğraf çekiminde de…

Yine de ben, kitapta her portre ile ilgili yazdığı küçücük notlarla o fotoğrafların daha bir anlamlandığı düşüncesindeyim. Kaçınmadan, gizlemeden ama magazinleştirmekten özenle kaçınarak aralarında yaşananlara da değindiği o notlar, sinemamızın ünlülerinin yalın halleridir aynı zamanda.

Lütfi Akad’dan Vedat Türkali’ye Safa Önal’dan Feyzi Tuna’ya yönetmen ve senaristlerden tutun Türkan Şoray’dan -ki en büyük aşkıdır Atilla Dorsay’ın, kim ne derse desin- Fatma Girik’e, Çolpan İlhan’dan Gülsen Tuncer’e oyuncular yer alıyor sergide ve kitapta. Tabii, genç kuşak da var. Derviş Zaim, Mahsun Kırmızıgül, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve diğerleri…

Adlarını sayamadım ama aralarında yaşanan belki küçük ama unutulması imkansız çekişmelerle yer alan yönetmenler ile oyuncular bu “ansiklopedik olmayan” kişisel bir bakış sergileyen deneme tadındaki notlarla biz izleyicilerin gönlünde yerlerini sağlamlaştırıyorlar.

Objektifine ve kalemine teşekkürlerle Sevgili Dorsay…

(25 Ekim 2015)

Korkut Akın

Mustang

Bir hayat nasıl karartılır?

Yemyeşil bir dağ, masmavi bir deniz; cıvıl cıvıl, kanı kaynayan, oynaşan, ağız dolusu gülen çocuklar… bunlar bir kefesinde hayatın. Diğer kefesinde mahalle baskısı, zorbalık, tutuculuk, ‘eller ne der’ tedirginliği, ‘hanım yaptı kaza oldu, halayık yaptı ceza oldu’ anlayışı…

Ülkemizin her karesinde olduğu gibi tutuculuk, buna da bağlı olarak mahalle baskısı, dolayısıyla da zorbalık öne çıkıyor “Mustang”de… Anne babası ölmüş, babaanne ve amca cenderesi arasında sıkışmış beş genç kızı tanıyoruz filmde. Filmin bir mesaj verme derdi yok, yönlendirmiyor da izleyiciyi… sadece durum tespiti yapıyor, saptıyor ve sunuyor. Artık siz ne alırsanız…

Hayat, bir bütün…

Ankara’da patlayan bomba ile yaralananlara, ‘son nefesinizi de biz alacağız’ dercesine gaz sıkanlardan hiçbir farkı yok ailenin. Duygu yoksunu, empati gibi bir derdi olmayan babaanne ve amca. Varsa yoksa kendilerine bir şey demesinler… Gençlerin onca çaba harcamasına, kendilerini var etme mücadelesine engel olsunlar, gerekirse baskı uygulasınlar o kadar. Ülkemizin hemen her köşesinde izleyegeldiğimiz bir toplumsal gerçeklik yansıyor “Mustang” ile beyaz perdeden.

O beş genç kız, birer birer “suç” işliyorlar. Sahi, bizim ülkemizin dışında nerede suç sayılıyor gülme, hayatın tadını çıkarma?

Pozitif ayrımcılık

Yönetmen, genç kadın penceresinden bakıyor yaşananlara… öyle de bakmalı. Senaryoyu çok iyi kotarmış. Rejisi de sakin -giderek hareketleniyor, filmin dramıyla doğru orantılı- temiz ve yalın. Yeşilçam deyimiyle atraksiyonlara girmiyor, oyun oynamıyor. Tavrı net.

Yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in ilk filmi olduğuna inanmak zor, doğal mekânda, aynı doğallıkla oynayan genç oyuncularla (bu arada hemen belirtmeliyim, Saraybosna ve Uluslararası Sakhalin Film Festivali’nde oyuncu ödüllerini hak etmiş kızlar… filmin kazandıklarını da unutmamalı) rahat çalışmış. “Soğukkanlı geçiş” diyebileceğimiz yerler var. El halılarının değeri simetrinin bozukluğuyla ölçülürmüş, buna da bağlı olarak göze çarpmayan hatalar hoş görülüyor.

Bir hayat niye karartılır?

Bir yandan kızların yaşamını mahvetmeye soyunan mahalleli, bir yandan da onları kurtarmak için mahallenin elektriklerini bile kesmeyi, direklerdeki yükselticileri kırmayı göze alabiliyor. Tipik Anadolu insanı tavrı; kaypak ve sürekliliği olmayan… İçleri gidiyor aslında onların da… kızlarla birlikte kendi kurtuluşlarını görüyorlar onların yaptıklarında ama yine de engel olmayı görev biliyorlar.

Belirleyici noktalardan biri “bekâret”. Kuşkusuz öyle kolay dillendirilebilen bir şey olmasa da kızlar, açık yüreklilikle saflarını belirlemiş. Ailelerin takıntısı olan bu “bozulma/bozulmama’ durumuna, gerdekten apar topar doktora götürülen kız yanıt veriyor (öncesinde bütün kızlar götürülmüştü muayeneye ama bu acı, acının da acısı). Bundan çıkarmamız gerekenler var, en azından gelecek kuşakları benzer sıkıntılarla yüz yüze getirmemek için.

Sakin akan filmde, rejiden çok senaryo öne çıkıyor, üzerinde çalışılmış. Yönetmen de senaryonun ritmini filme yansıtmış. Son dönemde, gerek yerli gerekse yabancı filmlerde, bir türlü bitmeme hastalığı görüyordum. Bu kez film, dozunda ve zamanında bitti. İzlerken ama en çok da salondan çıktıktan sonra yaşamınızla karşılaştırırken bulacaksınız kendinizi.

Mustang, yönetmen Deniz Gamze Ergüven, oyuncular Güneş Nezihe Şensoy, Doğa Zeynep Doğuşlu, Elit İşcan, Tuğba Sunguroğlu, İlayda Akdoğan, Nihal Koldaş, Ayberk Pekcan…

(24 Ekim 2015)

Korkut Akın

Mustang ya da Bir Başkaldırı Öyküsü

Gencecik bir yönetmenden ilgiye değer bir ilk film ‘Mustang’. Fransa’nın tanınmış sinema okulu ‘La Fémis’ mezunu Deniz Gamze Ergüven’in çalışması adını Batı Amerika’nın vahşi atlarından almış. Karadeniz’in yemyeşil cennetinde bir sahil kasabasında yaşayan beş kızkardeş vahşi batının başına buyruk atları gibi özgürce yaşamak istiyorlar genç kızlıklarını. Lakin özgür doğayı zincir altına almak isteyen töreler ve yasakların vücuda gelmiş hali babaanne ve yörenin diğer kadınları ile erkek egemen baskının sembolü amca buna izin vermeye niyetli değildir. Yöre gençlerinin kızlı erkekli oyunları bardağı taşıran son damla olur ve on yıl önce anne ve babalarını kaybetmiş beş kardeşin yaşadığı ev yüksek duvarlar ve parmaklıklarla çevrili bir hapishaneye dönüşür.

Bu esirlik süresince torunlarını iffetli (!) bir ev kadını olarak yetiştirmeye çalışan babaaane, gece vakti kıymetli oğlunun pervasızca odalarına daldığı torunlarını başlarına bir kaza gelmeden evlendirme derdindedir. Kızların kimi gönüllü kimi gönülsüz başka evlere gelin gittiği sürecin tanığı olan en küçük kardeş ise bu gidişe dur deme cesaretini gösterecektir.

‘Mustang’ adını aldığı yaban atları gibi enerjik, asi ve denetimsiz bir film. Çekiciliği tam da bu deli enerjisinden kaynaklanıyor. Filmin çekildiği İnebolu yöresinin örf ve adetlerine ya da genç karakterlerin şehirli kızlar gibi duruş ve davranışlarına, hatta abartı ve klişelere pek fazla aldırmadan yoluna devam eden Ergüven’in
hedeflediği evrensel bir başkaldırı hikâyesi. Kızların yaşadığı evin giderek kapanması, parmaklıkların yükselmesi ve sıklaşmasıyla tam bir kapalı cezaevine dönüşmesi o güzelim doğa içinde insanların ne denli karanlık bir zindanda yaşadıklarını simgelemesi açısından son derece etkileyici. Arada hoş şeyler de olmuyor değil. Kızların yalnızca kadınların seyircisi oldukları futbol maçına kaçışları ya da teyzenin erkekler takımı bunu fark etmesin diye yörenin elektrik trafosunu sabote ettiği ferahlatıcı anlar uzun sürmüyor gerçi.

Bin kilometre uzaklıktaki İstanbul’a kaçış da bir çözüm değil kuşkusuz. Ama masal bu ya, başkaldırmak gerekiyor. Evdeki bilgisayar, cep telefonu benzeri dış dünyayla iletişimi sağlayan tüm araç gereçleri, rengarenk giysileri, hatta isyancı kadının çıplak göğsü yüzünden Delacroix’nın 1830 devrimini tasvir eden ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük / La Liberté Guidant Le Peuple’ resmini bile yok eden zihniyete dur demek gerekiyor.

Fransız sermayesiyle çekilen ve hoş bir sürpriz olarak Fransa adına en iyi yabancı film Oscar’ına aday adayı gösterilen ‘Mustang’ birbirinden yetenekli beş genç oyuncusu, David Chizallet ve Ersin Gök ikilisinin etkileyici görüntüleri ve Warren Ellis’in western tınıları taşıyan özgün müzik çalışmasından büyük destek alan ilgiye değer bir çalışma. Küçük kızların, genç kadınların artık büyük bir kasabaya dönüşmüş İstanbul’daki yaşam kavgasına Ergüven’in merakla beklediğimiz bundan sonraki işlerinde tanık olmayı bekliyoruz. Böyle bir hikâyeyi konu edinen başka bir genç sinemacının Emine Emel Balcı’nın Dardenne kardeşler etkisi taşıyan ilk filminin önümüzdeki hafta gösterime gireceğini de bu vesileyle müjdeleyelim. Bir işçi kızın İstanbul varoşlarında hayatta kalma mücadelesini soluk soluğa anlatan ‘Nefesim Kesilene Kadar’ı beklerken ‘Mustang’ın özgürlük çığlığına kayıtsız kalmayalım.

(23 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hepimiz Kısmetin Elindeyiz

Woody Allen’ın Dostoyevski ile atışması devam ediyor. Halen gösterimde olan ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’ Amerikalı yazar yönetmenin tanınmış Rus edebiyatçısına cevaben çektiği filmlerin şimdilik sonuncusu. Aklı herşeyin üstünde tutan rasyonel düşüncenin ağır sorumluluğunu yüklenmiş insanoğlu’nun ahlâk ve vicdan sorunsalını dile getiren Dostoyevski’ye yanıt olarak ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık’ olduğunu savunur Allen.

İyi ile kötüyü ayırdetme sorumluluğunu insanın omuzuna yükleyen sinemacı, Dostoyevski’den farklı olarak adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade eder. Kariyerinde önemli bir yer tutan suç ve ceza öykülerinden 1989 yapımı ‘Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler’in tanınmış bir göz doktoru Judah Rosenthal din adamı babasının telkinlerinden ziyade ‘kişi ahlâki değerlerin kendisini rahatsız etmesine izin vermediği sürece özgürdür’ diye buyuran May hala’nın yolunu takip eder. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2003 yapımı ‘Match Point / Maç Sayısı’nda bir topun fileye çarpıp çarpmayacağına ya da sözü geçen filmde sık sık kullandığı ‘şans ya da kısmet’e bağlar herşeyi.

Bahsi geçen her iki filmde de cinayetten sorumlu olmayan eski sabıkalıların üzerine yıkılır suç. Ancak gerek doktor Rosenthal gerekse hırslı tenis hocası Chris Wilton olanların ardından pırıl pırıl parlayan güneşle birlikte güvenlikli yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler. Woody Allen’ın akılcılığı reddeden evrenindeki
Raskolnikov’u (ya da filmin özgün adının daha doğru çevirisiyle rasyonel olmayan adamı) bu kez bir felsefe profesörü. Zulasında tek malt viski ve içki göbeğiyle salınan küstah Abe yaz dönemi felsefe programı için Rhode Island’daki küçük üniversite kampüsüne teşrif ettiğinde kadınların onu ‘felsefeye viagra etkisi’ kıkırdamalarıyla karşılaması boşuna değildir. Pervasızdır Abe. Felsefenin teorik düzeni ile gerçek hayatın farklılığını vurgular sürekli. Kant’ın yalana yer açmayan ahlâkçı felsefesiyle kafa bulur. Daha da ileri giderek felsefe bilimini ‘sözel mastürbasyon’ olarak takdim eder.

Ancak vurdumduymazlığın ardında büyük bir depresyon taşımaktadır kırklı yaşlarının başındaki öğretim üyesi. 12 yaşında çamaşır suyu içerek intihar etmiş anne travmasına yakınlarda Irak’ta yitirdiği yakın arkadaşının kaybı eklenmiştir. Ne her türünü denediği uyuşturucular ne de güvenilir ağrı kesici olarak tanımladığı cinsel tatmin ona yetmemektedir artık. Tesadüfen şahit olduğu yakınma yaşamına anlam getirecek bir nedene dönüşür aniden. Savunmasız genç bir kadının çocuklarının velayetini almak
için önündeki engeli, yargıç Spengler’i ortadan kaldırma fikri yeniden ayağa kaldırır onu. Kimsenin kendisinden şüphe etmeyeceği kusursuz cinayet eylemi dünyayı değiştirmek için yola çıkmış ama şimdilerde iktidarsız bir adama dönüşmüş profesörü hayata döndürecektir. Cinayet eylemi yaratıcılığının önündeki engellerin kalkmasını, görüntüler, sesler, şarabın tadı ve yaşamın zevklerinin geri gelmesini sağlayacaktır. Lakin Woody Allen’ın düşüncesine göre herkes kısmetin elindedir. Abe’in şansı doktor Rosenthal ya da genç tenis hocası denli yaver gidecek midir. Bunun yanıtını seyir keyfini bozmamak için izleyiciye bırakalım, ‘Maç Sayısı’ndaki şans objesi yüzüğün yerini bu kez basit bir ‘el feneri’nin aldığını söylemekle yetinelim.

Woody Allen’ın kendine özgü dünya görüşünün katıksız bir temsili ‘Mantıksız Adam’. Sinemacının Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı ya da Hannah Arendt kaynaklı ‘kötülüğün sıradanlığı kavramı’nın delil teşkil teşkil ettiği bu uçarı suç öyküsü bukalemun oyuncu Joaquin Phoenix’i doyumsuz Abe kompozisyonunda izlemek için de bir fırsat.

(15 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gelecek Gerçek Oldu…

Sanatın uzak görüşlü olduğu çok eskilerden beri bilinir. Yerçekimi yasasının Newton’dan çok önce bir şiir dizesinde yer aldığı, o dizeden yola çıkan Newton’un da çalışmalarını o alana yoğunlaştırdığı anlatılagelir.

Geleceğe ışık tutan, geleceği gösteren sanata bir diğer örnek de Leonardo Da Vinci’dir. Sanatçıdır ama Paris için çizdiği kanalizasyon hâlâ kullanılmaktadır ve daha 200 yıl daha kullanılacak kadar da geniştir.

Sinema geleceğe ışık tutar…

Geçenlerde oğlumla sohbet ederken “Nasıl yani, sen çocukken evinizde televizyon yok muydu” diye şaşırdı. Televizyonun olmadığı bir dünyayı hayal bile edemiyordu oğlum. Belki de bizim kuşağın okuduğu kitaplar ve izlediği filmlerle çıktığı düş yolculuklarını bitiren unsurlardan biriydi televizyon… Teknolojinin uygarlığın tüm zamanlarından daha bir hızla ilerlemesi hayal edilecek bir şey bırakmadı çocuklarımıza…

Ancak buna da bağlı olarak belki de bizim kuşağımızdan çok daha bilgili yaşına oranlarsak. Çünkü her şeyi görüyor, her yeri tanıyor sanal da olsa. Ama yine de sinema (kim ne derse desin daha bir sanat, çünkü daha bir uğraş gerektiriyor, daha bir özenli oluyor insanlar) hepsinin üstünde. Sinemadan aldıklarınız ile televizyon kıyaslanamaz bile…

Gelecek de gelecek…

Robert Zemeckis, Bob Gale ile bir öykü yazar. Steven Spielberg babalarından gelen bir dostlukla iki arkadaş tarafından yazılan bu öykünün film olabileceğine inanır. Sadece biz değil, tüm dünya izler, dahası ABD Ulusal Film Arşivi’ne alınır Geleceğe Dönüş.

Geleceğe Dönüş, 1985 yılından 1955 yılına dönmeyi sağlayan bir zaman makinesini anlatır. Çok beğenilen filmin ikincisi hemen yapılır: Geleceğe Dönüş II. 1989 yılında yapılan bu filmde 2015 yılını görürüz. Hem de tam günümüzü… İsterseniz tamı tamına söyleyelim: 21 Ekim 2015.

Filmin ilkinde “geri” gidildiği için, önemli bir şey yoktur göze çarpan… Ama ikincisinde, olasılıklar girmiştir devreye. O olasılıkların ne kadarı gerçekleşti acaba?

Sayalım…

Görüntülü konuşma ve sesli komut; anımsarsanız, en ilgiciydi filmdeki olasılıkların. Çoktan gündeme geldi, çocuklar bile kullanmaya başladı.

3D (üç boyutlu) film için gözlükler; vardı aslında da yaygınlaştı. Kimse garipsemiyor artık.

Pos cihazları; kredi kartı kullanımı yaygınlaştıkça hemen her satıcının sürekli yanında taşıyabileceği boyutta ve nitelikte pos cihazları hayatımıza girdi.

Uçan kameralar; eskiden fly kamera deniyordu, ama artık ‘drone’ adı veriliyor, öyle çoğaldılar ki havaalanlarında uçakları bile tehdit ediyorlar.

Ekranlı masalar vardı bir de, artık hemen her yerde var, dünyayı gözlerimizin önüne seriyor, internet ile birlikte.

Havaalanlarını anımsar mısınız? Tabelalarda harfler teker teker dönerek değişirdi, ahenkli bir ses çıkararak. Hepsi elektronik ve akıllı, daha doğru deyişle interaktif oldu, yani siz bile müdahale edebiliyorsunuz… Filmin gönderme yaptığı ışıklı tabelalar hemen her yerde artık.

Parmak izli kilitler; güvenlikli olduğu için işyerlerinde önemli odalarda, hatta otellerde bile kullanılıyor.

Ustalar ve garsonlar…

Geleceğe Dönüş II filminin en önemli olasılıklarından biri robot garsonlardı, diğeri de otomatik bakım ve tamir servisleriydi. Her ikisi de hâlâ hayal. Hâlâ garsonlar “ne vereyim abime” diyor, göbekli ustalar hâlâ bellerinden düşen pantolonlarından ‘çatal’ gösteriyor, ister istemez.

Tabii, uçan araçlar da yok. Çalışmaların sürdüğü haberini vereyim de içimize su serpilsin hiç değilse…

Aynı şekilde kendiliğinden bağlanan ayakkabılarla, otomatik olarak kuruyan giysiler de yok, ne yazık ki. İnsanlar kravattan kurtulmak için ellerinden geleni yaparlarken “çift kravat” pek mümkün gözükmüyor, uçuk moda podyumları dışında…

Yönetmene değilse de yapımcıya bir nevi selam niteliği taşıyan Jaws 19 filmi de yok. Çünkü en son Jaws 4’ü izledik, istenilen box-office tutturulamayınca devamı gelmedi…

Avukatlık…

Aziz Hatman, devletin olmadığı bir dünyayı yazmış ve bir cinayet duyurusunda karşı karşıya kalınan güçlük(!)leri anlatmış “Son Teşebbüs” (esenkitap, 2015) romanında. Nasıl zorluklar yaşanıyor, nasıl belirsizlikler var, neler düşünüyor insanlar… şaşırtıcı. Aynı şekilde Geleceğe Dönüş II’de avukatlık kurumu yok olmuştu. Yani Zemeckis ile Gale abartmışlar 2015’i.

Şimdi kendinizi Zemeckis ile Gale’nin yerine koyun, bir de Spielberg’in ve kıyaslayın günümüzü… Tabii, ileri de gidebilir, kendi Geleceğe Dönüş’ünüzü yazabilir, çekebilirsiniz.

(14 Ekim 2015)

Korkut Akın

Hayat Öpücüğü

Luis Bunuel, “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, bu farklı bir anlam taşır” diyor. Şenol Sönmez, Ali Sunal’ın projesinden yola çıkan Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı’nın senaryosundan çektiği -aslında pırıl pırıl, insanın içini açan- Hayat Öpücüğü’nde bu sözün gerekliliklerini yerine getirmiş.

Tam seyirlik bir film Hayat Öpücüğü. İçine alan, çağıran, dozunda güldüren, dozunda duygulandıran, sıcak, sımsıcak bir film. Hemen baştan belirtelim, seyirci keyif alacaktır, bilet parasını hak eden bu filmden.

Hastalık hastası Metin, başta kendisi olmak üzere her şeyden çekinen korkan biridir. Yaşamayı seven ama geleceği olmayan Hayat ile karşılaşınca her şey değişir. Güzel, cıvıl cıvıl bir kız olan Hayat, Metin’in hayallerini gerçekleştirmesinin de kaynağı olacaktır.

Metin karakterinde gördüğümüz -projenin de sahibi- Ali Sunal, çok, çoktan da çok Kemal Sunal olmuş. Fiziken benzemese bile konuşmasındaki vurgular, ellerini kullanması, özellikle koşarkenki tavırları ile yer yer gülmesi hep Kemal Sunal’ı çağrıştırdı. Kişisel bir çağrışım mı acaba diye sordum, hayır, birçok arkadaş aynı izlenimi edinmiş. Peki, bu, başarısını engelliyor mu Ali Sunal’ın? Hayır, kesinlikle… Aksine çok iyi bir performans gösteriyor genç oyuncu.

Hatice Şendil ise ilk film çalışmasında başarılı gözüktü bana. Kuşkusuz daha pişecek, daha iyi taşıyacak rolünü. Dizilerin o anlamsız, o gereksiz, o yanlış yaklaşımından sıyrılması için biraz zamana ihtiyacı var ve seyirci o hoşgörüyü gösterecektir.

Yerli dizi yersiz uzun

Yönetmen, Şenol Sönmez, televizyon dizilerinden gelen bilgi birikimi ve deneyimiyle iyi bir iş çıkarmış; temiz ve anlaşılır. Tabii, televizyon dizisi yönetmeni olduğu için -gençliğini de göz ardı etmemek gerekir- fazla inisiyatif geliştirememiş olsa gerek ki filmi istediği yerde bitirememiş. Yani, ben olsam bitirirdim demek istiyorum. Televizyon dizilerinde yönetmen en sonra geldiğinden “olmasa da olur” kabilinden görülür, yani sinemanın ilk zamanlarındaki gibi sadece düzenleyicidir. Sinemada ise, öğrencilerime rahatlıkla söyleyebiliyordum: “Sinemada, yönetmen Allah’tır (belgeseldeyse Allah yönetmendir). O ne derse o olur.” Televizyonlar sanat ile zanaatı karıştırdığı için çok da söylenebilecek bir şey yok.

Bu arada aynı şeyi senaryo yazarlarına da söyleyebiliriz. Film üç kez (hadi, abartmış olayım… iki kez bitti) noktalandı. Şöyle bir dönüp baktığımızda filmin ritmi aksamıyor, olaylar da dozunda, süresi normal sanki… Demek ki birkaç yan öykücük daha eklemek gerekiyor diye geçiriyorum içimden.

Sinemanın kurtuluşu…

Sinemamız 100 yaşını devirdi ama dilini hâlâ oluşturabilmiş değil (sinema dilini oturtmuş yönetmenlerimiz var, yadsıyamayız). Filmdeki Metin karakteri gibi, yönetmenler de en yalnız en korunmasız insanlardır; dolayısıyla bir araya gelmeleri pek beklen(e)mez. Buna da bağlı olarak sıkıntılarını tek başlarına çözmek zorundadırlar. Bu da pek mümkün değildir. Hem zaten sistem böylesi küçük sömürüler üzerine kurulmuştur.

Senaryo yazarları hem yazdıklarının daha özgün, daha nitelikli ve daha ‘anlaşılır’ olabilmesi için hem de tekrara düşmemek ve küçümsenmemek için uzun (giderek kısalması gerekirken aksine daha da uzayan) senaryolara itiraz etmeliler… Yönetmenler ise televizyonda değil ama sinemada hiç değilse işlerini sahiplenmeliler.

İzleyici için…

Hayat Öpücüğü; sakin, yalın ve sıcak bir film. İzlerken daha karakterlerle özdeşleşeceksiniz. Bir yerde gülerken, bir yerde gözleriniz dolacak duygulanacaksınız (evet, benim de, yanımda oturan -tanımadığım- izleyicinin de gözlerimiz yaşardı). Keyifli seyirler…

(09 Ekim 2015)

Korkut Akın

Acımasız Olan Zaman

Halen gösterimini sürdüren ’45 Yıl’ uzun beraberliklerini sürdüren yaşlı bir çiftin hikâyesi. İngiltere’nin doğusunda Thomas Hardy külliyatından aşina olduğumuz Norfolk kırsalında küçük bir kasabada sakin bir yaşam sürer Kate ile Geoffrey Mercer. Neredeyse yarım asırlık evlilik yıllarında çocukları olmamıştır ancak sevgili köpekleri can yoldaşlığı yapmaktadır onlara. Adamın kalp ameliyatı nedeniyle atlamak zorunda kaldıkları kırkıncı yılları yerine 45. evlilik yıldönümlerini dostları ile birlikte kutlama hazırlıkları içindedirler. Orta sınıf İngiliz karı kocanın dingin ve huzurlu gündelik yaşamı tam bu sırada ellerine geçen bir mektupla bozulur. İsviçreli yetkililerden gelen yazı Geoffrey’nin elli yıl önce Alplerde kayak yaparken buzul çukuruna düşerek kaybolmuş kız arkadaşı Katya’nın cesedinin bulunduğunu bildirmektedir. Günümüze kıyasla çok daha muhafazakâr olan o yıllarda konaklama kolaylığı nedeniyle kendilerini evli olarak tanıtmış olduklarından Katya’nın en yakın akrabası olması sıfatıyla yaşlı adama başvurmaktadır İsviçreli yetkililer. Bu beklenmedik haberle aniden beliren geçmişin hayaleti çiftin sarsılmasına ve birlikteliğin sorgulanmasına neden olacaktır.

Yönetmen Andrew Haigh’in büyük ilgiyle karşılanan ve geçtiğimiz yıl bizde de gösterilmiş olan bol ödüllü bir önceki çalışması ‘Hafta Sonu / Weekend’ genç bir eşcinsel çiftin kısa bir zaman dilimine sıkışmış birliktelikleri üzerinedir. Kapalı yüzme havuzunda cankurtaranlık yapan Russell ile sanat galerisinde çalışan Glen’in beraberliği bir gecelik ilişki olarak başlar, Cuma gecesinden Pazar akşamına tutkulu bir aşka dönüşür. İlk heyecanları yıllar öncesinde
kalmış olsa da şefkat ve özenle birlikteliklerini sürdüren Kate ile Geoffrey’nin ilişkisini yine kısa bir zaman dilimi içinde ele alıyor yetenekli İngiliz sinemacı. Senaryosunun kaynağı bu defa edebi bir
metin. David Constantine’in kısa hikâyesi ‘Bir Başka Ülkede / In Another Country’den yola çıkan Haigh yaşlı ingiliz çiftin Pazartesi sabahından Cumartesi akşamına altı gününü ince ayrıntılarla oya gibi işliyor. Kate’in köpeği havalandırmaya çıkardığı gündelik gezileri, çevredeki dostlarla sohbetler, akşam çöktüğünde evdeki paylaşımlardan cinsel muhabbetlere kadar türlü detayları eksik etmiyor.

Sessiz sakin bir film bu. Lakin buna tezat olarak karakterlerin ruhunda fırtınalar kopuyor. Yıllar sonra buzulun içinde bozulmamış halde bulunan Katya yaşlı adamın yitip gitmiş gençliğidir. Ne Berlin Duvarı’nı ne de Domuzlar Körfezi’ni umursamayan yirmili yaşlarının pervasızlığını hatırlatır ona geçmişin anıları. ‘Yaşlılığın en berbat tarafı amaçsızlığıdır’ der Geoffrey. ‘Yaşlandıkça seçim yapmaktan vazgeçiyoruz’ diye ilave eder. Birlikteliklerinden önce yaşanmış bir ilişkiye kızamayacağını bilir Kate. Tavan arasında yüzyüze geldiği kocasının geçmişi, projektöre yansıyan eski fotoğraflar hüznünü ve kıskançlığını dağlamayı sürdürecektir yine de.

’45 Yıl’ izlendikten sonra kolay kolay peşinizi bırakmayan o özel filmlerden. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş. Minimalist çalışmasında görsel dünyasını titizlikle kuran İngiliz sinemacı bir kez daha özgün film müziği kullanmamış. Klasik müzik ve başta The Platters’ın ‘Smoke Gets In Your Eyes’ı olmak üzere ellili altmışlı yılların popüler şarkıları eşlik ediyor Berlinale’den ödüllü baş oyuncuların nefes kesici performanslarına. Kate’de Charlotte Rampling belki de kariyerinin en parlak yorumunu sunuyor. Keza emektar Tom Courtenay’in Geoffrey kompozisyonu birinci sınıf. Acımasız ve zalim olan ise hızla akıp giden zaman. Courtenay’in Katya’nın buzulda kaybolduğu 1962 yılından kalma ‘Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı / The Loneliness of the Long Distance Runner’daki yakışıklılığı ya da Rampling’in yetmişlerden süzülen ‘Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte’deki duru güzelliğini anımsadığınızda rüya gibi geçen yıllara hayıflanmadan edemiyorsunuz.

(04 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bulantı

Sinema, bir endüstri, dolayısıyla da bir ekiple birlikte kotarılan bireysel bir sanat. Tamam, zor bir uğraş, emek yoğun çaba istiyor, ince düşünmeyi, sık dokumayı gerektiriyor. Tam da o nedenle seyirciyi yakalamak zorunda; değilse karşılığını bulamıyor, hem parasal anlamda hem de içeriğiyle.

Zeki Demirkubuz, Türkiye sinemasının aykırı, ayrıksı, nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden biri, belki de birincisi. Filmlerini kendisi için yaptığını söylüyor. Sanatın bütün dallarında, bütün yapıtlar (ister yazılı olsun ister plastik sanat) sanatçının sadece -ama sadece- kendisi için yaptıklarıdır. Buradan yola çıkılınca da “kendim için yaptım” sözünün bir özelliği kalmıyor.

Yalnızlığın sonunda…

Öğretim görevlisi Ahmet, sevgilisinin koynunda öğrenir eşi ve çocuğunun öldüğünü… Zaten yalnız ve tepkisiz biridir; ipler iyiden iyiye kopar. Yetkin sinemacı Demirkubuz, böylesi küçük bir öyküden sinema üretecek denli büyük bir sinemacı olduğunu gösteriyor Bulantı ile. Yer yer “olmaz ki, böyle de yapılmaz ki” deseniz de izlerken her seferinde kendinizden de bir parça bulup hak verirken yakalıyorsunuz kendinizi. Filmin dilinin gücü yavaşlığını hissettirmese de, size düşünme fırsatı yaratıyor: Ne olacak şimdi? Siz, kendi yaşamınızdan biçin, ne olacağını / olabileceğini bilebiliyor musunuz? Sorularla sarmalanmış bir film Bulantı, tıpkı bir ağaç gibi… kökü derinlerde, yaprakları göklerde. Hepsi birbirine karışmış, çetrefil bir bilmece gibi. Çözmek kolay olmasa gerek. Sanki Yönetmen de çözememiş…

Rekabet

Zeki Demirkubuz, geçen hafta verdiği bir röportajda Nuri Bilge Ceylan ile yollarının ayrıldığını söylüyor ama bir yandan da onun filmine (birkaçına birden) gönderme yaptığı görülüyor. Seyirci iki yönetmeni karşılaştırsın, kıyaslasın… Kapitalizmin ayrılmaz parçası olan rekabet, burada, bu film üzerinden de gösteriyor kendisini… Zeki, nasıl ki Dostoyevski’den, Çehov’dan etkilenmişse NBC’den de etkilenmiş, her ne kadar konuşmasalar da… Ama doğal değil mi, insan her şeyden etkilenir az ya da çok. Bu, oradan neler süzdüğüyle doğru orantılıdır. Bir yanıyla Dostoyevski, bir yanıyla Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz’u taşıyorlar. Bence kötü bir şey yok bunda. Keşke her zaman birbirlerini taşıyıp bizleri de geliştirseler…

Zor zenaat…

Yine aynı röportajda, oyuncuların bu filmde gözükmekten (rol almaktan) kaçındıklarını söylüyor… Sinema kolektif bir sanatsa, birilerinin bir şekilde ucundan tutması gerekir. Bunların başta gelenleri de oyunculardır. Kendisinin oynadığı bu rolü kaldıramamış Demirkubuz. Yani yönetmenliği denli başarılı değil oyunculukta.

Resimleri çok başarılı, ışığı çok iyi değerlendirmiş, özellikle yansımalar izleyiciyi gerçekten zorluyor; bu da bir diğer başarısı filmin… tabii, Yönetmenin de. Ancak montaj için aynı şeyi söyleyememenin haklı hüznünü taşıyorum. Neredeyse her öykücük “kararma” ile noktalandı; Yönetmenin dili dersek kendimizi kandırmış oluruz; Yönetmenin de ummadığı bir şeyler olmuş ve/veya senaryoda atlamış…

Toparlarsak…

Karamsarlıktan umut üretilebilir mi? Bulantı’yı izleyin, siz de bu önemli üretime katkıda bulunacaksınız.

(02 Ekim 2015)

Korkut Akın

George Roy Hill Vardı

Hollywood’un değerli yönetmenlerinden George Roy Hill’in iki muhteşem filmi “Sonsuz Ölüm” ve “Belalılar” filmlerini hatırlatmak istedik. Sinema sanatına katkı sunmuş bu iki klasikleşmiş başyapıt sinemanın unutulmazlarından.

Hollywood’un değerli ve önemli yönetmenlerinden George Roy Hill, 20 Aralık 1921’de Minneapolis’te doğdu. 27 Aralık 2002’de New York’ta Parkinson hastalığından vefat etti. Aralıkta doğdu ve öldü. Yönetmenlik dalında bir Oscar kazandı Akademi’den. Usta, çok film yönetmedi. Ülkemizde de çok az filmi vizyona çıkmıştı. Vizyona çıkabilmiş 1966 yapımı “Hawaii-Havai”, 1967 yapımı “Thoroughly Modern Millie-Tatlı Kızın Aşkı”, 1972 yapımı “Slaughterhouse-Five-Mezbaha No: 5” gibi filmlerdi.

“Sonsuz Ölüm…”

George Roy Hill’in 1969’da çektiği sinemaskop “Butch Cassidy and the Sundance Kid- Sonsuz Ölüm”, western türünün altın değerindeki çok önemli filmlerinden. Fox’un sunduğu filmin senaryosunu William Goldman yazdı. Bazı anlarda insanın ruhuna dinginlik veren, bazı anlarda coşkulara sürükleyen, bazı anlardaysa tedirgin eden müzikleri besteleyen Burt Bacharach. Bu müzikler bazen karakterlerin ruh hallerini de dışarıya çıkartabiliyor. Fotoğraf sanatının etrafında dolaşarak, çarpıcı ve estetik görsellik yaratan da önemli kameramanlardan Conrad L. Hall. Filmde zincirlemeli geçişler sıkça kullanılmış. Az da olsa zumlu çekimler de var. Filmde gerçeküstü estetik öne çıkmış. Bu film Oscarlar da kazandı. Senaryo, görüntü, müzik ve şarkı dallarında Oscar aldı. Ayrıca Britanya’da şu ana kadar kırılamamış bir rekoru kırdı ve tam dokuz dalda BAFTA Ödülü kazandı. Filmin Oscarlı şarkısı “Raindrops Keep Fallin’ on My Head”, film kadar ünlendi ve bir klasik oldu. Şarkı duyulduğunda kulağa aşina geliyor. Şarkının sözlerini Hal David yazmış. Butch Cassidy ve Sundance Kid, 1908’de öldürülmüştü.

Filmin ön jeneriği özel ve sinemanın sinemaya bir armağanıydı. Görüntünün sol tarafında banka ve tren soyguncusu “Duvardaki Delik Çetesi” (Hole in the Wall Gang) üzerine sessiz film sepya olarak yansırken, sağ taraftaysa ön jenerik yazıları okunuyor. Kulağa projeksiyon makinesinin sesi gelirken, piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. “Bir zamanlar batının hali onlardı” yazıyor çetenin yansıyan filminde. Ön jenerik yazılarından ardından “Anlatılacakların büyük bir bölümü gerçektir” diyen ara yazı okunduktan sonra Butch Cassidy ve Sundance Kid’in hikâyesi başlıyor. 20. yüzyılın başlarında… Son kovboylar. Sepya görüntülerle bir kasaba yansıyor. Butch Cassidy (Paul Newman), kasabanın bankasına giriyor, keşif yapıyor. Güvenlik görevlisine eski bankaya ne olduğunu soruyor. Soyulmaktan bıkan eski banka kapanmış. Butch, oradan çıkıp kasbanın “saloon”una gidiyor. Kumarbaz ve solak Sundance Kid (Robert Redford) yine kumar masasında. Kid bıyıklı, Butch bıyıksız. Masadaki biri Kid’in hile yaptığını söylüyor. Şimdi ne olacaktı? Bir düello mu? Adamın tabancasını vuran hızlı Kid, Butch’la yola çıkıyorlar atlarıyla. Görüntü de renkleniyor. Butch’un uzak yerler hakkında bildiği hep bir şeyler var. Kid’e madenleri bol olan Bolivya’dan söz ediyor. Ya Kaliforniya? Orada altına hücum yok muydu? Çetelerin yanına geliyorlar. Butch, çetenin bir şeyler planladığını anlıyor. Butch, “News” (Haber) Carver’dan (Timothy Scott) olayı öğreniyor. Gazetelerde çetenin arandığı haberi de çıkmış. Bu yüzden çete, patronlarını kendilerince çetenin başına Harvey Logan (Ted Cassidy) geçirmişler. Yeni soyulacak yerse, H. G. Harriman’ın sahibi olduğu tren Union Pasific Flyer. Lider Butch banka soymayı düşünse de planı yapılmış tren soygunu da fena olmuyor çete için. Tren soygun sahnesi özel ve eğlenceliydi. Kid, lokomotif tarafına geçiyor ve treni durduruyor. Paranın olduğu vagonu açması için sorumlu Woodcock’a (George Furth) ricada bulunuyorlar sonra. Olmayınca da işi dinamitle hallediyorlar. Kasa için de dinamit gerekiyor tabii ki.

Gece kasabada şirket sorumlusu, tren soyguncusu çeteyi yakalamak için silahlı adamları toplamaya çabalıyor. Kid ve Butch, “saloon”un otel odasından onları görüyorlar. Savaşa katılsalar binbaşı olabileceklerini söylüyor Butch. Onun gerçek adı Robert Leroy Parker. Ortağı Kid’inkiyse Harry Longbaugh. O sırada bisiklet satıcısı (Henry Jones), yeni atlar bisikleti tanıtıyor kalabalık toplanmışken. Kısa bir zaman sonra genç kadın evine geliyor. Soyunurken kendine tabanca doğrultmuş Kid’i fark ediyor. “Korku”yla dediklerini yapıyor. Yönetmen göstermese de sevişiyorlar. Sabah olduğunda da her şey anlaşılıyor. Genç güzel öğretmen Etta (Katharine Ross), Kid’in sevgilisi. Arada ilişkilerine böyle gerilim yüklü heyecanlar katıyorlar işte. Butch, yeni atı bisikletiyle geliyor ve yeni uyanmış Etta’yla sabah gezintisine çıkıyor. Fonda da “Raindrops Keep Falling on My Head” şarkısı duyuluyor. Onlar bisikletle eğlenceli tur atarlarken şarkı da, “Damlalar üzerime yağıyor / Ve Tıpkı ayakları yatağına sığmayan adam gibi / Hiçbir şey uymayacak sanki / Damlalar üzerime yağıyor / Durmaksızın yağıyor / Güneşle biraz muhabbet ettim / Ve dedim ki, işini iyi yapmıyorsun / İş üstünde uyuyorum / Damlalar da üzerime yağıyor / Durmaksızın yağıyor / Ama bildiğim bir şey var / Üzerime saldıkları hüzün / Beni ele geçiremez bugün / Az kaldı / Mutluluğun selâmı yakın / Damlalar üzerime yağıyor / Ama bu demek değil ki / Gözlerim kırmızıya çalıyor / Ağlamak bana göre değil / Çünkü biliyorum ki / Sızlanarak durduramam yağmuru / Ben özgürüm çünkü / Hiçbir şey kesemez önümü” diyor. Bu şarkı sürerken, Butch ve Etta, tarif edilemez mutluluk saçıyorlar. Elmayı bile paylaşıyorlar. Kamera şarkının sonlarına doğru barakaların tahta boşluklarından sola doğru kayarak onları dikizler gibi takip ediyordu. Bu filmin derinliğinde daha bir anlamlaşacaktı. Butch, bisikletle akrobatik gösteri yaparak Etta’yı daha da mutlu ediyor. Geri dönüyorlar. Etta ilk Butch’la tanışsaydı ne olurdu? Butch, bisikletin önünde oturan Etta’ya, “Bazı Arap ülkelerinde bu evlilik gibi bir şey” diyor. Kid uyanmış ve onların mutlu hallerini izliyor hafiften kıskanarak. Butch, “Hatununu yürütüyorum” diyor. Kid, “Al hayrını gör” diyor.

Yine aynı şirketin trenini soyuyor çete. Woodcock yine kasanın olduğu vagonda. Butch yine ricada bulunuyor kapıyı açması için. Dinamitten korkan Woodcock onları içeri alıyor. Bu defa kasa değişik. Açılması için daha çok dinamit gerekiyor. Dinamit patlayınca kasayla beraber vagonda havaya uçuşuyor. Elbette dolarlar da. Çete paraları toplarken başka bir treni fark ediyorlar. Bunun tuzak olduğunu anlıyorlar. Gelen trenin vagonundan atlılar çıkıyor. Çete dağılıyor. Butch ve Kid başka yöne kaçıyorlar atlarıyla. Çölü geçiyorlar. Zincirlemeli geçişle kasabaya geliyorlar. “Saloon”un genelevinden Agnes’le (Cloris Leachman) hep beraber oluyor Butch. Odada bulunan Kid tedirgin. Peşlerindeki atlılar gecenin bir yerinde kasabaya geliyorlar. Atlarını ahırdan alıp kasabadan uzaklaşıyorlar. Zincirlemeli geçiş. Gece ağaçlıklı yeri geçtikten sonra mola veriyor Butch ve Kid. Uzakta ışıkları fark ediyor Butch. Atlılar peşlerinde. Butch ve Kid, gece sürerken, tanıdıkları Şerif Bledsoe’nun (Jeff Corey) yanına gidiyorlar. Butch, asker olurlarsa suçlarının bağışlanacağını düşünüyor. Devlet unutur muydu? Şerif onlara sonlarının geldiğini söylüyor. Çünkü onlar son kovboylar. Sanayi gelişiyor. Tren ve otomobil çoğalıyor, şehirler kalabalıklaşıyor. Zincirlemeli geçiş. Kavuran güneşin altında gökyüzünde bir akbaba uçuyor. Şimdi tek atla yola çıkmış Butch ve Kid. Tedirginlik her taraflarını kuşatmış. En küçük tıkırtı bile onları telaşa düşürüyor. Kid, yanlışlıkla küçük bir yılanı bile
öldürüyor bu korku kuşatmasından. Hava sıcak. Bir su birikintisi gören Butch kendini suya bırakırken, Kid de korkuyla etrafı gözlüyor. Atlılar peşlerinde. Kid, Denver’ı hatırlatıyor. Kendisi, Etta ve Butch restoranda yemek yemişler, Kid sonra kumar oynamış. Kumar masasındaki bir Kızılderili ona Oklahomalı Lord Baltimore’dan söz etmiş. Baltimore, gece ve gündüz iz sürmekte ustaymış. Atlıların içinde Baltimore olabilir miydi? İzlerini
kaybettirmek için derenin içinden geçiyorlar. Peşlerindekiler doğru iz üstündeler ve birkaç adım gerideler. Butch, Joe LeFors’tan söz ediyor Kid’e. Butch, “En iyi kanun adamı kim” diye soruyor Kid’e. “Rüşvet vermesi kolay olan mı, yoksa en zor olan mı” diye cevabı zor soru soruyor Butch. Satın alması en zor kanun adamı Wyomingli LeFors. O da mı peşlerindeydi? Bu film bir anda yol filmine dönüşüyor. Kanyondalar. Uçurum. Butch nehri fark ediyor. Tek çıkış suya atlamak. Ama Kid direniyor. Çünkü o yüzme bilmiyor. Onlara karşı savaşabilmeleri mümkün müydü? Etraflarını çevirirlerse açlıktan ölebilirlerdi. Yaşama içgüdüsü bastırınca suya atlamak zorunda kalıyor Kid. Bu anlarda insanı gülümsetebiliyor yönetmen.
Gece Etta’nın evine geliyorlar. Etta’dan bilgi alıyorlar. Peşlerindekinin LeFors ve Baltimore olduğunu öğreniyorlar. Yönetmen, LeFors ve Baltimore’u hiç göstermiyor. Çünkü kamera, hep Butch ve Kid’in yanından hiç ayrılmıyor. Kid, Etta’ya kendileriyle gelmesini istiyor, ama sızlanmazsa.. Etta, “26 yaşındayım, bekârım ve öğretmenim. Bu çukurun dibine varmak demek. İşte ilk defa heyecan ayağıma geldi. Sizinle geleceğim ve sızlanmayacağım” diyor. Sabahleyin… At arabasına valizlerini yüklüyorlar. Yola çıkmadan önce Butch bisikleti öfkeyle itiyor, “Gelecek sizin rezil bisiklet” diyor. Su birikintisine düşen bisikletin üzerinde görüntü sepyalaşıyor. Sonra yolculuklar ve gittikleri yerlerdeki anlar sepya fotoğraflarla yansıyor. Bohem hayatı yaşıyorlar. Bir an kendinizi François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filminin içinde sanıyorsunuz. Otomobiller de artık yaşamın parçaları olmuşlar. Tramvaylar da fark ediliyor. Biliyorsunuz, tren İngiltere’de 1825’te bulunmuştu. Mucidi de okuma-yazma bilmeyen bir tornacıydı. Adına da “lokomotif” demişti. Otomobillerse 1900’lerin başında yaygınlaşmıştı. New York, yeni yüzyılda modernleşiyor ve gelişiyor. Fonda da romantik müzik duyuluyor bu fotoğraflı gezide.

En sonunda Güney Amerika’ya geçiyorlar. Son durak olarak Bolivya’ya geliyorlar. Tren garındalar. Fotoğraf, hareketleniyor ve ardından renkleniyor. Satın aldıkları çiftliğe geldiklerinde bir harabeyle karşılaşıyorlar. Bir de lamalarla. Yedikleri ilk kazık bu oluyor. Kid öfkeli. Butch, bir-iki banka soyunca Kid’in rahatlayacağını söylüyor. Sonra bir bankaya gidiyorlar keşif yapmak için. Bir sorun var. O da dil. Banka soymak için Etta onlara İspanyolca öğretiyor. Amerika ve İngilizce dışında pek bir şey bilmeyen Kid epeyce zorlanıyor bu dil sınavında. Sonunda bankaya giriyorlar. Butch, elindeki notları okuyarak soygunu eğlenceye çeviriyor. Soygundan sonra üç atla kasabadan uzaklaşıyorlar. Bankanın güvenlik görevlisi polislere haber verince Bolivya’da da aranmaya başlıyorlar. Butch, Kid ve Etta kaçarken fonda duyulan müzik de müthişti. Onların coşkusunu dışarı çıkartıyordu sanki. Etta ve Kid, başka bir kasabada bir bankaya giriyorlar. Üstleri düzgün. Müdürle kasaların olduğu yere gidiyorlar ve Etta da ilk soygununu gerçekleştiriyor böylece. Gittikleri her yerde bankaları soyup duruyor üçlü çete. Polisten uzakta durmak için madende çalışmak için başvuruyorlar. Amerikalılar, bu kuş uçmaz kervan geçmez madende ne iş yapabilirlerdi ki? Onları işe alacak şef de öyle düşünüyor. Ama korucu olurlarsa iş hazırdı. Haydutlar işçilerin maaşlarını soyup duruyormuş. Şef, Kid’i deniyor. Hızlı ve solak Kid, hünerini gösteriyor ve işe giriyorlar. Şehre maaş almak için iniyorlar şefle beraber. Dönüşte yolu kesen Bolivyalı haydutlar şefi öldürüyorlar. Ateş altında gümüş para dolu torbayı alan Kid, hemen uzağa atıyor. Adamlar içi para dolu torbayı görünce coşuyorlar. Butch ve Kid, paraları isteseler de bu mümkün müydü? Kid, zor kaldığında birilerini öldürebiliyor. Butch, şimdiye kadar hiç kimseyi öldürmemiş. Hem paralar hem de can olunca yaylım ateşi açıyorlar, sonra da Kid, “Ne yapacağız” diyor. Gece… Etta, Kid ve Butch yine bir aradalar. Çiftlikten söz ediyor Etta. Onlar çiftlikten anlarlar mıydı? Etta eve dönebileceğini söylüyor. Fonda da hüzün yüklü müzik duyuluyor.
Zincirlemeli geçişle ormanda atlarla giden Butch ve Kid’i takip ediyor kamera. Madencilerin maaşlarını soyuyorlar. Sonra da bir kasabaya geliyorlar. Bu kasaba onların trajedisini yazıyor. Lokantada yemek yerlerken, atlarını götüren çocuk onları polise ihbar ediyor. Polis ikisini de çembere alıyor. Sona kadar süren bu çatışma anları sinemanın özel anlarından. Bir baraka eve sığınıyorlar. Ateş ederek dışarı çıkmayı denemek istiyorlar yaylım ateşi altında. Butch, iki at arasına girerek polisleri şaşırtmak istiyor ama başaramıyor. Çok geçmeden ordu da geliyor. İkisi de yaralanıyor. Sığındıkları evin içinde küçük bir hesaplaşma da başlıyor. Kid, Butch’un fikirlerinin peşinden buralara kadar geldiği için pişmanlık duyuyor. Butch, Avustralya’dan söz ediyor. Kumsallardan, güneşten. İngilizce konuşuyorlar, diyor Kid’e. Ölüm anında bile gelecek üstüne düşünmek. Yaşamın gücündendir belki. İkisi birden dışarı
çıkıyorlar. Ellerinde tabancalar. Polis ve ordu kurşunları yağmur
gibi üzerlerine yağıyor. Vurulduklarında görüntü donup, sepya fotoğrafa dönüşüyor, nostalji oluyor. Kamera, fotoğraf üzerinde geriye çekilirken genel planda her taraf görünüyor. Son jenerik yazıları da yansıyor. Bu film ülkemizde Aralık 1971’de vizyona çıkmıştı. Bu filme Türkçe adı veren sinema üstatlarımıza saygı gönderiyoruz. Filmin Türkçe adı filmin ruhuyla tam anlamıyla buluşuyor. Fotoğraf ölümsüzlüktü çünkü. Biliyorsunuz, fotoğraf 1830’ların ilk yarısında bulunmuştu. Sinema kamerasını Edison 1893’te, Lumière kardeşler de film oynatma makinesini, yani projeksiyonu 1895’te icat etmişlerdi. Lumière kardeşler aynı zamanda renkli fotoğrafı da 1903’te bulmuştu. 1907’de piyasaya çıktı renkli fotoğraf. Hill’in “Sonsuz Ölüm” filmi, sinemanın gerçek anlamda mücevherlerinden. Parıltısı hep olacak. Hill’in bu filmiyle François Truffaut’ya saygı sunduğunu da hissediyorsunuz.

“Belalılar…”

George Roy Hill’in 1973 yapımı “The Sting-Belalılar”, yedi dalda Oscar kazandı. Akademi, suç filmlerine karşı çoğunlukla müşkülpesentlik yaptı hep. Film, yönetmen, özgün senaryo, müzik, kurgu (William H. Reynolds), sanat yönetimi (Henry Bumstead-James W. Payne) ve kostüm (Edith Head) dallarında bu ödülü kazandı. Universal’ın sunduğu filmin senaryosunu David S. Ward yazdı. Duyulan o çoğu caz tadı veren müzikleriyse Marvin Hamlisch besteledi. Çarpıcı fotoğraflarıysa Robert Surtees yansıtmış. “Technicolor” renk tonlarına sinema perdesinde dokunmak gerekiyor. Filmin kurgusu da özeldi. Tam anlamıyla sinemaya saygı sunuşuydu. Yönetmen bu filminde sıkça kararma-
açılma tekniği kullanmış zaman geçişlerinde. Çok az zincirlemeli geçiş ve zumlu çekim var filmde. Komedi sosu katılmış bu gangster filmi, çok geçmiş zamanların, 1920’lerin, 1930’ların sinema estetiğinden de bolca yararlanmış. Öncelikle “silme” (wipe) tekniği anlamında. Filmde bölümler arasında ara yazılar da kullanılmış. Filmde gerçeküstü estetik öne çıkıyor. Filmin hikâyesi 1930’larda Şikago’da geçiyor. Dönem, stüdyoda kurulan setlerde yansıtılmış. Biliyorsunuz bu şehir, cazın ve gangsterlerin ülkesiydi. “Cotton Club”lar ilk bu şehirde yaygınlaşmıştı. Gökdelenlerin ilk yükseldiği Şikago, bir nehir liman şehri ayrıca. Bir şey daha vardı. Bu film MGM’de çekilecekti. Bu büyük stüdyo senaryoya onay vermişti. Ama Robert Redford, muhafazakâr şımarıklığıyla MGM’e itiraz etmişti. Yapımcılar da senaryoyu Universal’a götürmüşlerdi. Stüdyo da bu filmi çekmeyi kabul etti ve bir klasik çıktı ortaya.

Ayrıca bu film ülkemizde Şubat 1983 yılında vizyona çıkabilmişti. Çekildiğinden on yıl sonra. Yeşilçam, Hill’in bu filminden kopya ederek kötü bir film çekmişti. Sıkıcı ve melodram yüklü bu avantürde Cüneyt Arkın ve Ahmet Mekin oynamışlardı. Melih Gülgen’in 1974’te yönettiği filme de “Belalılar” adını vermişlerdi. Gerçek film 1983’te vizyona çıktığında, ikinci el Yeşilçam filminin “Belalılar” adını almak zorunda kaldı belki ithalatçı şirket. Hill’in filminin orijinal adı “Kazık” anlamına geliyor, belirtelim.

Film, çarpıcı ön jeneriğiyle hikâyesine giriş yapıyor. Fonda piyano tınıları duyulurken, illüstrasyon çizimli sayfalar çevrilerek yansıyor önce. Sonra da öne çıkan oyuncular, filmin derinliğindeki anlarıyla yansıyor ön jenerikte. Yıl 1936, Şikago… Önsöz (prolog)… Ekonomik buhran hâlâ sürüyor. Film, Joliet’teki tren garının önünde açılıyor. İşsizlik, açlık ve evsizlik hemen fark ediliyor. Kamera, öne kayarak birini takip ediyor. Sinemada ilk kaydırmalı çekim, Giovanni Pastone’nin 1914 yapımı siyah-beyaz ve sessiz tarihsel filmi “Cabiria” filmiydi. Filmin başlarında kamera, hafifçe öne kayıyordu. Görüntüleri çarpıcı olan bu filmin derinliğinde kamera geriye de kayıyordu. Filmde çevrinme (pan) çekim de vardı. Mottola (James J. Sloyan), hâsılatı almak için kumarhaneye giriyor. Parayı alıyor. Dışarı çıktığında, Erie Kid (Jack Kehoe) siyahî Luther’ı (Robert Earl Jones) kovaladığını izliyor. Oradan tesadüen geçen bir genç gibi görünen bıyıksız Johnny Hooker (Robert Redford) Luther’a yardım ediyor. Mottola ne olduğunu anlayamadan olayın içinde buluyor kendini bir gangster olarak. Hooker, Erie ve Luther, kendi çaplarında üçkâğıtçı bir çete. Bu giriş anı önemli. Geniş final bölümü de öyle. Hooker önce kendine çizgili bir takım elbise alıyor. Fonda neşeli müzik duyuluyor. Hooker, elinde bir çiçek demetiyle müzikhole gidiyor. Güzel Crystal’la (Sally Kirkland) buluşuyor. Sahnedeki işi bittikten sonra bir daha hayal kırıklığı yaşıyor Crystal. Çünkü Hooker rulette J. J.’ye (Ray Walston) üç bin dolar
kaybediyor. Hooker için paranın önemi yok. Günlük yaşam ve o anki mutluluk daha önemli. Hooker, Luther’ın evine gidiyor. Orada Erie de var. Luther’ın karısı Alva (Paulene Myers), çocuğuyla kiliseye gidiyor. Hokker onlara paylarını veriyor. Ama Luther istemiyor. Artık kendine dürüst yol çizmek istiyor. Hooker’a dolandırıcılar kralı Henry Gondorff’a (Paul Newman) gitmesini söylüyor. Öte tarafta, soydukları Mottola, Joliet’teki garın orada sarhoş bulunmuş. Mottola, yeraltı dünyasının krallarından Doyle Lonnegan’ın (Robert Shaw) adamı. Her türlü pis işler yapan Doyle, bankacılık gibi yasal işler de yapıyor. New York ve Şikago’da birçok politikacı ve polis de satın almış bu poker ve bahis tutkunu yeraltı babası. Bir de kirlenmiş polis dedektifi Teğmen Snyder (Charles Durning) var. Hooker’ın peşinde. Çünkü Mottola’yı soyanı biliyor. Gece sokakta beraber yürüyen Hooker ve Erie’yi sıkıştıran Snyder paraların hepsini istiyor. Hooker da ayırdığı sahte paraları bu “iyi” polise veriyor. Çok geçmeden oyuna getirildiğini anlayan Snyder, her şeyi bırakıyor, Hooker’ın peşine düşüyor. Hooker bir dükkândan Luther’ı arıyor, bulamıyor. Telaşla eve gidiyor. Luther’ın ölüsüyle karşılaşıyor. Artık onun tek şey Doyle’dan intikam almak. Görüntü kararıyor.

Hazırlık (Set-Up)… Gündüz. Dış mekânın yansıması sanki fırçayla çizilmiş resim gibi. Dönemin arabaları filme ruh katıyor. Fonda da piyano sesleri duyuluyor. Hooker, Henry’nin kaldığı yere gidiyor. Bu mekânda her şey var. Bar, genelev vs. Henry’nin şimdilik takıldığı çekici kadın Billie (Eileen Brennan) burayı işletiyor. Billie’yle tanışan Hooker, bıyıklı Henry’yi sızmış buluyor. Sarhoş Henry’yi soğuk duşun altında ayıltıyor önce. Henry en son işinde baltayı taşa vurmuş. Floridalı bir senatörü dolandırmış. Uyanık bir şantöz, senatörü uyarmış. Peşine adamlar takmış senatör. Saklanıyor Henry. New York’ta Doyle’un koruması Floyd (Charles Dierkop), golf oynayan Doyle’a Hooker olayı hakkında bilgi veriyor. Hooker da Doyle’a kazık atmak için büyük dolandırıcılık işini öğretmesini istiyor. Her şey Luther için. Luther’ı seven Henry ikna oluyor. Henry önce Hooker’ı önce berbere, sonra da terziye götürüyor. Piyano tınıları eşliğinde “silmeler” de sahne geçişlerini yapıyor bu anlarda. Gecikmeden ekip oluşturmaya başlıyor Henry. Müzikler coşkulu çalmaya başlıyor. Twist (Harold Gould), bir beyin gibi. Çoğu şeyi tasarlıyor, bilgiler topluyor, bahis mekânı hazırlıyor. Twist, Mottola’yı taşocağında Doyle’un tetikçileri Riley (John Quade) ve Cole’un (Brad Sullivan) öldürdüğünü de söylüyor toplantıda. Ekibin içinde J. J. de var. Henry, ikinci adam olarak Hooker’ı öneriyor. Elbette kabul ediliyor. Hedef Doyle.

Kanca (The Hook)… İş başlıyor. Bodrum katında at yarışları bahsi için mekân açılıyor Twist’in organizasyonuyla. Bir de eczane açılıyor. Bu eczane bilinen eczanelere benzemiyor. Kafe-eczane yani. Gecenin derinliğinde şimdi Şikago’ya giden trende… Henry, Shaw adını kullanarak Doyle’la poker oynamayı ayarlıyor trende. Önce Billie, Doyle’un cüzdanını yankesicilikle üşürüyor. Sonra da plan uygulanmaya başlıyor. Cin şişesini suyla dolduran Henry, poker oynanan özel kompartımanda Doyle’u hile yaparak yeniyor. Yenilgiyi hazmedemeyen Doyle cüzdanını arıyor ama bulamıyor. Bu kumar sahnesinin birinci sınıf olduğunu belirtmeliyiz. Henry oradan ayrıldıktan sonra planın diğer ayağında Hooker rolünü oynuyor. Billie’nin çaldığı cüzdanı Doyle’a veren Hooker, ona adının Kelly olarak tanıtıyor. Hooker, Henry’nin bahis mekânından bahsediyor. At tiyolarından da. Bahisçi Doyle’a eczanenin adresini veriyor. Tren Şikago’ya geldiğinde Doyle, Hooker’ı kaldığı yere arabayla bırakıyor. Dairesine giderken, Hooker’a ateş ediliyor. Hooker, Riley ve Cole’dan kaçmayı başarıyor gecenin içinde.

Masal (The Tale)… Doyle, Riley’e gidiyor Hooker’ın durumunu öğrenmek için. Doyle, Hooker’ın yüzünü bilmiyor. Gündüz. Hooker eczanede Doyle’u bekliyor heyecanla. Doyle, koruması Floyd ve birkaç adamıyla geliyor mekâna. Telefonda hangi atın geleceğini öğrenebilecekmiş Doyle. Sonra telefon geliyor. Doyle bahis oynanan yere geliyor. Twist’in işe aldığı Erie de orada. Her şey öylesine inandırıcı ki, şeytan bile inanabilirdi. Bu büyük senaryonun arkasında bir büyük usta Henry var elbette. J. J., sanki atlar koşuyormuş gibi yarışı anlatıyor. Billie de orada. Herkes Doyle’un karşısında işini kusursuz yapıyor. Hooker garsonluk yapıyor. Ertesi gün Hooker, Doyle’un malikânesine gidiyor. Doyle’a Union Western’de birini tanıdığını söylüyor. Çok yüksek ikramiyeli koşuymuş bu. Doyle’dan payına düşen payını alan Hooker, oradan ayrıldıktan sonra Hooker, kulübeden telefon ediyor. Ardından Snyder’ın saldırısına uğruyor. Kaçıyor. Tren garına giriyor Hooker. Bu kaçma-kovalamaca sahnesinde eğlenceli piyano tınıları da duyuluyor.

Tel (The Wire)… Hooker kafeye geliyor. Twist ve J. J., işçi tulumlarıyla kamyonette bekliyorlar caddede. Hooker, bir şeyler yiyor. Kafedeki bar bölümündeki siyah saçlı kadına ilgi gösteriyor sanki Hooker. Sonradan adının Loretta (Dimitra Arliss) olduğunu
öğreniliyor bu gizemli kadının. Başkasının yerine geçici olarak çalışıyormuş. Twist ve J. J. de Western Union şirketinin binasına giriyorlar işçi tulumlarıyla. Kafeden ayrılan Hooker, Doyle’un arabasına gidiyor. Hooker, Doyle’u ikna edebilmek için şirkete götürüyor. Her şeyi gözleriyle gören Doyle ikna oluyor. Diğer yanda FBI ajanı Polk (Dana Elcar), kafede oturan Snyder’i alıp konuşlandıkları mekâna götürüyor. FBI, Doyle’un peşindeymiş.

Sokmamak (The Shut-Out)… Hikâyede yeni sayfa açılıyor. Görüntü de sayfa açılır gibi bu yeni bölüme başlıyor. Gündüz. Yağmur yağıyor. Doyle eczanede bekliyor. Tiyo için telefon geliyor. Bahis mekânına gidiyor Doyle. Gece. Hooker kafede. Loretta’yla iletişim kurmaya çalışıyor. Sonra dışarıda birini fark ediyor. Loretta da ona yardımcı oluyor. İzini kaybettiriyor. Ama Snyder’a yakalanıyor. Snyder onu ajan Polk’a götürüyor. Polk, Hooker’dan Doyle’u gammazlamasını istiyor. Büyük bahsin oynanacağı gün Doyle’u tüm delilleriyle ele geçirebilecek. Hooker gönülsüz olsa da işe karışıyor. Luther’ın karısı Alva üstünden tehdit ediyor Hooker’ı Polk. Hooker herkese ihanet mi edecekti? Billie’nin mekânında Hooker’ın canı sıkkın Henry’yle kâğıt oynarken. Ertesi gün her şey bitecek. Son oyun. Geceleyin… Hooker boş sokakta kafeye bakarken altta da hüzün yüklü piyano tınıları duyuluyor. Loretta kafeyi kapatıyor. Yukarı çıkıyor. Hooker da Loretta’nın kaldığı yere gidiyor. Kapısını çalıyor. İkisinin de yalnızlığı üstünden kadını etkileyerek içeri giriyor. Sevişiyorlar. Billie ve Henry de yataktalar. Henry az da olsa üzüntülü.
Kazık (The Sting)… Sonsöz (epilog)… Sabah. Tren geçiyor, Loretta’nın odasında Hooker uyanırken. Henry de büyük gün için hazırlanıyor. Siyah eldivenli bir el de tabancanın namlusuna susturucu takıyor başka mekânda. Hooker kafede kahvaltı yapıyor. Sonra Polk’u arıyor telefonla. Hooker, krem rengindeki trençkotuyla sokakta Loretta’yı görüyor. Mutlu oluyor. Ama arkadan birisi ateş edip Loretta’yı alnından vuruyor. Loretta’yı vuran katil Doyle’un adamıymış. Hooker’ı vurmaları için Doyle’un çetesinden bazıları Loretta’yı tutmuş tetikçi olarak. Loretta, Dutch Schultz’un çetesiyle de çalışmış. İçinde 500 bin dolar olan valiziyle eczanede telefon bekliyor Doyle. Sonra bahis oynanan mekâna gidiyor Doyle. Riverside Park yarışlarında at Luck Dan’e bahis basmak için gişenin önünde kuyruğa giriyor sabırsız Doyle. Gişe memuru bu kadar yüksek bahsi alabilmek için patronu Shaw’a, yani Henry’ye danışıyor. Tüm parayı Luck Dan’e basıyor Doyle. Sonra da sonucu beklemeye başlıyor. Yanına Twist geliyor. Luck Dan’in ikinci geleceğini söylediğinde Doyle telaşa kapılıyor. Gişeden tüm parasını isterken, FBI baskını oluyor. Polk ateş ediyor. Önce Hooker, sonra da Henry vuruluyor. Şimdi ne olacaktı? Filmi görmek gerekecekti. Hem merak duygusu hem de sunduğu armağanlar için. Son jenerik yazıları da illüstrasyonun üzerine düşüyor. Ardından da film bitiyor.

(27 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

 

At İzi İt İzine Karıştığında

68. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı ana seçkisinde görücüye çıkmış son çalışması ‘Sicario’ ile bu hafta sinemalarımıza konuk olan yönetmen Denis Villeneuve’ün şiddetle meselesi devam ediyor. Kanadalı sinemacının kısalarını takip eden ilk uzun metrajı ‘Polytechnique’ 1989 yılında Montreal’de bir üniversitede 12 kadının ölümüyle sonuçlanan gerçek bir toplu bir katliam girişimi üzerinedir. 2010 yapımı ‘Incendies / İçimdeki Yangın’da şiddetin coğrafyası Orta Doğu’dur. Montreal’e göç etmiş Lübnanlı ailenin acı iç savaş deneyimleri izlenmesi kolay olmayan bir hüzün içermektedir.

Villeneuve’ün 2013’de çektiği ‘Prisoners / Tutsaklar’ bir çocuk kaçırma gerilimi çerçevesinde çağdaş Batı uygarlığında pusuya yatmış dehşetin izini sürmeye devam eder. Aynı dönemin ürünü ‘Enemy / Düşman’ başarılı bir José Saramago uyarlamasıdır. Nobel ödüllü Portekizli yazarın metnini Toronto’ya taşıyan yönetmen devasa metropolde sıkışmış bireyin çıkmazını etkileyici bir biçimde görselleştirmeyi başarmıştır.

Kökeni ‘ülkelerini istila eden Romalılarla savaşan Kudüslü Yahudiler’den gelse de günümüzde Meksikalı tetikçiler için kullanılan ‘Sicario’ sözcüğünü ad olarak seçtiği son çalışmasında şiddetin izini sürmek üzere Teksas / Meksika sınırına yollanıyor Kanadalı sinemacı. Bu tekinsiz sınırda konuşlanmış akıl almaz vahşete başta Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘No Country For Old Men’ olmak üzere birçok filmden tanıklığımız mevcut. Bırakın eski adamları günümüzde genç insanların dahi başa çıkamayacağı şiddet sarmalının Amerika sınırları içine sızmış dehşet verici görüntüleriyle açılıyor film. Arizona kırsalındaki baskında kırk küsur kişinin vahşi bir biçimde katledildikten sonra uyuşturucu kartelinin başlarından biri üzerine kayıtlı metruk evin içine gizlendiğine tanık oluyor FBI. Kurulu bombanın infilakıyla zayiat daha da büyüyor ardından.

Olaydan sağ kurtulmuş kadın ajan Kate Mercer (Emily Blunt) olan biten hakkında detaylı bilgi verilmeden Meksika’daki kartelin tepesindeki kişiyi hedef alan gizli bir operasyona dahil edilir daha sonra. Operasyonu yürüten küstah CIA ajanı Matt (Josh Brolin), Kolombiya’dan geldiği söylenen gizemli Alejandro (Benicio Del Toro) ve de Irak’ta Afganistan’da türlü işler çevirmiş erkekler topluluğu ile Meksika’nın sınır şehri Juarez’e yapılan yolculukta at izi it izine karışacak, genç kadın yabancı olduğu bu kurtlar dünyasında yolunu bulmaya çalışacaktır.

‘Sicario’ parlak bir yönetmenlik gösterisi. İngiliz asıllı görüntü yönetmeni Roger Deakins’in büyüleyici görselliğini tamamlayan Joe Walker’ın saat gibi işleyen kurgusu, Johann Johannsson imzalı etkileyici müzik çalışması ve de üç başarılı oyuncusunun katkılarıyla kusursuz bir işe imza atmış Villeneuve. Çok müsait olmasına karşın aksiyon türünün bildik klişelerine rağbet etmeden müthiş bir gerilim yaratabilmesi filmin belki en önemli erdemi. Deakins’in kuşbaşı çekimleri eşliğinde kalabalık otobanda çekilmiş uzun sekans antolojilere geçecek kadar başarılı.

‘Blade Runner’ devam filmi çekimleri öncesinde Villeneuve’e prestij sağlayacak bu parmak ısırtan görselliğin cilasını kazıdığımızda gördüğümüz manzara o denli masum değil oysa. ABD’nin itinayla beslediği ve görmezden geldiği üçüncü dünyanın şiddeti ve öfkesi kendi topraklarına sızmaya başladığında nasıl ikili oynayabileceği, şiddeti şiddetle mağlup etmek üzere kimlerle işbirliği yapabileceği bu cilanın ardında gizli. Uyuşturucu mafyasının köprü altına dizdiği parçalanmış cesetlerin, patlama sesleri arasında günlük hayatına devam eden tedirgin Meksika halkının Amerikan kamuoyunun pek umurunda olduğunu da zannetmiyorum. Meksikalıların yaşadığı kabusa samimi olarak tanık olmak isteyenler Amat Escalante’nin filmlerine, ‘Sangre’ye, ‘Los Bastardos’a, ‘Heli’ye göz atsınlar.

(22 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

52. Altın Portakal’a Sorular

Hemen her gün yeni bir Altın Portakal haberiyle karşılaşıyor, 52. Festival’in nasıl gerçekleşeceğine dair “bilgi bombardımanına” tutuluyoruz. Sözü edilen “bilgilerin” resmi bir karşılığı yok; çoğunlukla Antalya yerel basınına yansıyan açıklamalar bir yana, Festival yönetiminden -son olarak Eylül ortası gibi bir tarih telaffuz edilmesine karşın- bu satırların yazıldığı saate kadar herhangi bir ses çıkmış değil.

Organizasyonların İşlevi

Eldeki gayrı resmi açıklamalara göre Portakal bir kez daha Elif Dağdeviren’e emanet edilmiş durumda. Öncelikle kendisine ve ekibine başarılar diliyorum. Festival’in 52 yıla yaklaşan tarihi boyunca, sinema dünyasından birçok ismin “danışman”, “organizatör”, “sanat yönetmeni” vb. sıfatlarla Antalya’ya geldiğine tanık olduk. Bu bağlamda, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı olan Ümit Utku’nun damgasını vurduğu 60’lardan günümüze, -aradaki istisnaları unutmadan- neredeyse tamamı İstanbul merkezli organizasyonlarla yürüdü Portakal. Kimi zaman “toplumcu gerçekçi” sinemacıların başarılı üretimlerinin “Yeşilçam kodamanları”nca hiçe sayıldığını, kimi zaman da “yeni Cannes” söylemiyle ulusal sinemanın ufukta kaybolduğunu gördük. 80’ler, tam da dönemin ruhuna uygun “kitsch” bir atmosferi dayattığında “sessiz çoğunluk” oradaydı, şenlik Kaleiçi’nin dar sokaklarına hapsolduğunda ise ortalıkta pek kimse kalmamıştı. Yine de sürüp gitti bu sevda. Kimi zaman beyazperdenin yıldızlarının kendisiyle buluşmasına dudak bükenlere, bazen de açılış / kapanış gecelerinde araya konan bariyerlere inat! Evet, korteji ilkellik sayan da oldu, kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışan da. Sansüre ortak tavır alıp festivali demokrasi şölenine dönüştüren de, onu meşrulaştıran da. Bütün bu tartışmaların ve gelgitlerin arasında, kimi zaman dönemin belediye başkanlarının Portakal’ı sırtlarında kambur olarak görmelerini de yazdı tarih kitapları, onu bir halk şenliği olarak yorumlayanları da…

Sonuç olarak her türden renge rastladık bu topraklarda. Organizasyonu dünya turizmine giden yolda yapıtaşı olarak gören ve Konyaaltı sahillerini çıplak dansözlerle donatan zihniyet ile “Hollywood platolarını Antalya’ya taşıyoruz” diyen yöneticilerin unuttukları bir şey vardı: Altın Portakal, şaşaalı törenlerin, after party’lerin, beş yıldızlı otellerde yapılan kutlamaların veya jüri başkanının konakladığı odanın büyüklüğünden ziyade, Halit Refiğ’lerin, Yılmaz Güney’lerin, Onat Kutlar’ların ve daha nice önemli sinemacının özlemlerine tanıklık ettiği ve onlara selam durduğu ölçüde Altın Portakal olmuştu. Göç sorunu, her daim kanayan bir yara olan maden işçilerinin sömürüsü, 12 Eylül, işkenceler, “kadın sineması”, “sanat filmlerinin yükselişi” ve daha nice toplumsal olgu bu platformda dile getirilmiş ve festival, yedinci sanatın tarihe tanık olma gibi büyük sorumluluğuna ev sahipliği yapmıştı.

Altın Portakal; Venedik, Berlin, Cannes Değildir!

Festival; yarım asrı ardında bırakarak Türkiye’nin yalnızca sinemasal değil, kültürel birikimine de iz düşürmüş ve son yılların moda deyimiyle en kalıcı “marka değerini” oluşturmuş durumda. Ne var ki, önce yapılan açıklamalar, sonra da web sayfasında yapılan değişiklik, bu durumun tüm çevrelerce kabul görmediğini gösteriyor.

Bu noktada karşı argüman, dünyada akredite edilen 43 Festival arasında yalnızca Altın Portakal’ın ödülün adıyla anıldığı söylemini içeriyor ve organizasyonların kentin adıyla anılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Kulağa hoş gelen bir ifade; üstelik örneklemeler Venedik, Berlin ve Cannes’dan doğru yapılınca tesiri daha yüksek, ama…

Dilerseniz, 2005 – 2008 yılları arasında yapılan Altın Portakal’ları anımsayalım. Bu 4 yıllık AKSAV-TÜRSAK Dönemi’nde, Uluslararası Avrasya Film Festivali’ne katılan ünlüler arasında Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Jafar Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk gibi isimler bulunmaktadır. Kulağa inanılmaz geliyor, değil mi?

Sonra, 46. Altın Portakal’ı anımsayalım. Yeni yönetimin göreve geldiği ilk günlerde bir bütçe tartışması başlamış, Festival’e önceki yıllarda yapılan devlet yardımının kesintiye uğradığı dile getirilerek “eskiye” dönülmüştü. Uluslararası yarışmalar yine devam etti; ama öncekiyle kıyaslan(a)mayacak mütevazı ölçülerde. Öyleyse tespitimizin altını çizelim: Altın Portakal konjonktürel siyasetten etkisini kurtaramamış, özellikle belediyeler eliyle yürütülen bir organizasyon olduğu için “devamlılık” gibi önemli bir ilke, bu festival için işlevsel hale getirilememiştir. Halkaya, seçimler sonucu işbaşına gelen yeni yönetimin ilk icraatının, Portakal’a 1995 yılından bu yana hizmet veren AKSAV’la işbirliğini noktalamak olduğunu da ekleyelim ve devam edelim: Altın Portakal’a sahip çıkan temel unsur Antalya halkı ve sinemaya gönül veren yığınlardır. Festival tarihinde atılan uluslararası adımların “emek” ekseninde kuşkusuz bir karşılığı vardır; ancak bunlar bir “renk” olmaktan öteye gidememiş, belirleyici olan, ülkenin son 50 küsur yılının sosyal, siyasal ve kültürel tarihinden izler taşıyan Ulusal Yarışma olmuştur! Bu yüzden temel gaye -“iyi niyet” çerçevesinde atıldığını varsaysak bile- Altın Portakal’ı dünya ölçeğine açmak gibi bir adımsa, bunun ne yazık ki karşılığı yoktur, olamayacaktır.

En çok da bu sebepten ötürü, Festival’in adını değiştirmek, ödül heykeliyle (ilk olarak 70’lerde ve sonrasında da 2008’de olduğu gibi) “oynamak”, onu kübik forma dönüştürmek (!) ve festivalin ana rotasını keskin biçimde farklılaştırmaktan çok, “içe dönmek” gerekmektedir. Buna göre; Altın Portakal’ın yıllardan bu yana en temel eksikliğinin, olgunun Antalya kamuoyunda yeterince tartışılmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 52 yıllık tarihin bize haykırdığı gibi hedef kitlesi ulusal sinema olan bir kurum, öncelikle bu işlevini nasıl layıkıyla yerine getireceğini masaya yatırmalı ve temel misyonunu bu bakıştan hareketle yerine getirmelidir. Bu festivalin taşıyıcısı, onu bugünlere getiren itici gücü, temel motivasyonu hiçbir zaman uluslararası platform olmadığına ve Altın Portakal ismi, “içeride” zaten Antalya’yı yeterince anımsattığına göre yola Altın Portakal’la devam edilmesi elzemdir! Bunun dışında yapacağınız her köklü değişiklik, tıpkı geçmişte olduğu gibi uzun soluklu olmayacak ve en iyimser ifadeyle bir veya iki dönem sonra yapılacak yerel yönetim seçimleri sonrasında rafa kaldırılacaktır!

Para Meselesi

Gayrı resmi olduğunun altını yeniden çizmeyi ihmal etmeden, aldığımız son “duyumlar”, Festival’de para ödülünün sıfırlanacağı açıklamalarını içermektedir. Uygulanabilirliği zor olan bu yaklaşım, bir ölçüde “romantik / idealist” görünmektedir; ancak yüzey kazındıkça farklı bir muhtevaya büründüğü de açığa çıkmaktadır.

Söylentilere göre 52. Altın Portakal’da ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Film Müziği’ kategorilerinde ve ‘En İyi Kısa Film’, ‘En İyi Belgesel’, ‘En İyi İlk Belgesel’ yarışmalarında para ödülü kaldırılacaktır; ama bu, genel olarak para ödülünün noktalanacağı anlamına gelmemektedir. Bir yerel gazete haberi şu ifadeleri içermektedir: “Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Eylül ayı meclis toplantısının ikinci oturumunda, bu yıl festivalde dağıtılacak para ödülleri karara bağlandı. Buna göre ‘En İyi Film Altın Portakal Ödülü’ 150 bin lira,
2 adet ‘Antalya Film Forum (AFF) Pitching Progress Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü’ 30’ar bin lira, 2 adet ‘AFF Pitching Progress Uzun Metraj Belgesel Ödülü’ 30’ar bin lira, ‘AFF Yapım Aşaması Uzun Metraj Ödülü’ 100 bin lira, ‘Antalya Film Fonu Ödülü’ 100 bin lira, ‘En İyi Ulusal Film Ödülü’ 50 bin lira, ‘Vizyon Desteği Ödülü’ 50 bin lira olarak belirlendi.”

Buna göre En İyi Film kategorisi (Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü sayılmazsa!) ikiye bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? 150 bin lira, olası bir uluslararası yarışmanın ödülü müdür? En İyi Ulusal Film ayrı bir kategori olarak açıklandığı için bu sorunun yanıtı belli gibidir. Bunun, Altın Portakal tarihinde bir ilk olduğu unutulmamalıdır. Bugüne kadar, yukarıda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız gibi ulusal sinemamızın en önemli sinema platformu olan Altın Portakal’ın bu işlevi elinden alınacak ve daha önceki festivallerde bir “renk” olarak gözümüze çarpan uluslararası boyut, ekonomik bakımdan öne çıkarılacaktır.

Soruları çeşitlendirebiliriz: Yönetmenlere, senaristlere, görüntü yönetmenlerine, kısa filmcilere ve belgesel sinemacılara verilen ödüllerin geri alınmasının nedeni, asıl “birikimin” Uluslararası Yarışma’da değerlendirileceğini mi ortaya koymaktadır? ‘Antalya Film Forum’un (AFF), Ulusal Yarışma’nın çok ötesinde bir işlev üstlenmesi mi öngörülmektedir? Yapım Aşaması’nda olan bir filme verilmesi planlanan para ödülünün, En İyi Ulusal Film ödülünün iki katı olması ne anlama gelmektedir? Planlamada Kısa Film’den neden bahsedilmemektedir?

Takvimlerin Eylül sonuna işaret ettiği bir noktada, yanıtlanması acil sorulardır bunlar; üstelik, sayın Türel’in de vurguladığı gibi “Altın Portakal, Türk Sineması’nın Oscar’ı” iken.

“Uzun Lafın Kısası”

Geçen yıl, yalnız Altın Portakal’a değil, neredeyse tüm film festivallerine damgasını vuran “sansür” sorunuyla boğuşmaktadır sinemamız. Önemli sıyrıklarla atlatılan bir süreç, yeni sorunların gölgesinde ağır aksak ilerleyip, konuşulması gereken asıl konular kapıda belirmişken, bizleri neyin beklediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

4 Temmuz’da yayınlanan bir yazımda -böylesi bir manzara daha ortada yokken- şu ifadeleri savunmuştum: “Altın Portakal, en zorlu zamanlarında bile ulusal sinemanın yanında durmuş, kriz dönemlerinde dahi varlığını sürdürmüştür. Bu tavır, yalnızca yarışma bölümünde değil, kültürel çalışmalarda da kendisini gösterebilir. Şu günlerde sıkça tartışılan “sinemamızın temel sorunları”, “film festivalleri ve işlevleri”, “kitlesel üretimler ve sanat sineması”, “sansür sorunu” gibi konular festival kapsamında masaya yatırılmalıdır.” Yazarını “naif” kılan bu ifadeler, böylesi bir gündemde tebessümle okunabilir; ancak daha başka bir konu vardır ki, onun sonuçları çok daha düşündürücüdür: “Sinemacılarımız, bütün bu olup biten karşısında fikirlerini beyan etmek için neyi beklemektedirler?”

(21 Eylül 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com