Kategori arşivi: Yazılar

Bir Uyarlama Sahnesi Olarak Yedinci Sanat

Genç sayılabilecek yaşamının önemli bir bölümünde edebiyatla kol kola yürüyen sinema, geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren edebi metinlerin tiyatrodan sonra yeni ve çok daha etkili bir uygulama alanı olarak da karşımıza çıktı. Melies’nin H. G. Wells ya da Jules Verne esinli çılgın bilim kurgularında da, Lafitte Kardeşler’in tiyatro kökenli Film d’Art serüvenlerinde de romanların izi vardı. Souvestre ve Allain’in imza attığı kibar haydut “Fantoma”, serial filmlerin ilk örnekleri arasına girerken, yeni seyirciyi maceradan maceraya koşturuyordu. Hanns Heinz Ewers’in öyküsünde ele aldığı “ruhunu şeytana satma” teması ise bilinçaltından süzülüp gelen korkulara işaret ediyordu.

Örnekler çoğaltılabilir; Dreyer’in erken dönem sanat sinemasına iz düşüren Marie Corelli de vardı ilk yıllarda, Bram Stoker’ın Kont Dracula’sı da, 7 saatlik eşsiz ve yıkıcı bir deneyime, “Hırs”a esin kaynağı olan Frank Norris de… Böylelikle, yedinci sanatın en görkemli yılları, “kükreyen yirmiler”; Fransız avangartlarından Devrim Sinemacıları’na, Gotik klasiklerinden faşizan İtalyan epiklerine ve doğal olarak Hollywood’un görkemli stüdyolarına kadar neredeyse tüm dünyayı dolaştı durdu.

Yedinci sanatın uyarlamalarla imtihanını bir bütün olarak ele aldığımızda ortaya çıkan tabloyu iki tarihsel süreç eşliğinde değerlendirmek olasıdır. Başlangıçta sinemanın -o güne kadar başka sanat formlarında görülmemiş- geniş anlatım olanaklarını kitlelere kanıtlamak bakımından edebi metinleri yorumlamak bir tür “güç gösterisi”dir; ama ilerleyen dönemlerde kaynak eserlerin gücünü de aşan, popüler olduğu kadar sanatsal bir etkinin varlığı da söz konusu olmuştur. Dışavurumcu Sinema, Weimar’ın Hitler korkusunu muhtemelen yazınsal örneklerden çok daha etkili biçimde ete-kemiğe büründürmüştür. Ortalama bir yazar sayılan Emerson Hough’u ve onun Batı’ya koşturan kahramanlarını milyonlarla buluşturan, olasılıkla James Cruze’un erken dönem western klasiği The Covered Wagon olmuştur. Visconti’nin tarihsel dramlarında metni aşan durumlar vardır; Tennessee Williams gibi büyük bir yazarla çalışsa da, oyunculuk ve uyarlamaların tarihini değiştiren Elia Kazan’ın en büyük başarısı sinemasal öngörüleridir; William Makepeace Tuckerey’nin Barry Lyndon’ı, ondan daha çok Stanley Kubrick’indir artık vs.
…..
Anaakım sinemanın süregelen klasik uyarlamaları bir yana, 50’lerin sonuna kadar bildik formlarla izleyiciye ulaşan bu ilişkinin kaderinin Yeni Dalga ile değiştiğini söylemek sanırım pek abartılı olmaz. Her ne kadar İtalyan Yeni Gerçekçilik’i, etki alanını ülke sinemalarına ve “yerel kaynaklara” yaysa da, Fransızların Auteur Kuramı, yaratıcılarının başlangıçtaki savunuları farklı olmakla birlikte, (Hatırlayınız: İkinci filminde David Goodis’in kara romanından yola çıkan Truffaut ve “Piyanisti Vurun”.) temel alışkanlıkların tümden değişmesine yol açacaktır. Özgür Hollywood’un asi çocuklarından günümüze, teknik / biçimsel değişimlerin de etkisiyle metnin gücü gerilere savrulmuştur.

Olay örgüsündeki karmaşa, kahramanın değişen temsili ve dozajındaki muhalefet, “Bonnie ve Clyde” ile “Easy Rider” arasında biryerlerde; Joseph Heller, Charles Webb, Donn Pearce, Gustav Hasford gibi kalemler aracılığıyla kabuk değiştirmiştir; ama Hollywood’u Hollywood yapan da bu değil midir zaten? Her akımdan ve eğilimden beslenerek, eski ve yeniyi ustaca harmanlayarak mevcudiyetini muhafaza etmek!
…..
Günümüz sinemasına yön veren metinlerin fazlasıyla sinemasal olduğu tespiti gerçekten anlamlıdır. Burada, yazın dünyasının popüler sinemanın 80’lerde yaşadığı büyük kırılmaya kendisini yeni yeni adapte etmesinin önemli bir rolü olabilir. Türlerin kaynaşmasının edebi metinlerde kendisini -bu denli etkili biçimde- 2000’lerde göstermeye başladığı; fantastik serüvenlerin, casusluk öykülerinin veya vampir-kurt adam külliyatının yeni bir kurguyla genç okuyucuya ulaştığı hatırlanmalıdır. Kuşkusuz bunda, yeni dönemin eğilimlerinin, genç kuşaklarda değişen okuma-yazma alışkanlıklarının ve sosyal medyanın yarattığı birikimin rolü bulunmaktadır; ama edebiyatın sinemanın ardına takıldığı bir dönemdir artık yaşanılan.

Ardında 100 yılı aşkın bir süreç bırakan sinema-edebiyat ilişkisinin yarınına dair görüşler sezgisel olmakla birlikte, son “Sefiller” örneğinde olduğu gibi farklılaşan klasik uyarlamalar konusunda veya yeni yazının da yedinci sanatın hızlı kurgu anlayışına paralel biçimde başkalaşım geçirmesinde “endişeye mahal yoktur!”. Kültür dünyasının yanı sıra, değişen toplumsal reflekslerin ortaya “karamsar” bir manzara koyduğu ya da yeni binyılın kültürel kodları ile sanatsal referanslarının belli bir “yozlaşmayı” çağrıştırdığı bir gerçektir. Yine de “tarihin sonu” tezlerinin peşine takılmadan önce Kracauer’e kulak vermek anlamlı görünebilir. Yazar, ünlü “Kitle Süsü”nde, best-seller romanların incelenmesinin toplumsal algıyı ortaya çıkarması anlamında son derece işlevsel olduğu gerçeğinin izini sürmektedir. (Sadece Kara Film örnekleri bile yazarı doğrulamaktadır.) Üstelik genç kuşaklar adına sözünü ettiğimiz “yozlaşma” ve “etkisizleş(tir)me” tınısı, son süreçte yaşanan toplumsal olaylarda kendi antitezini çoktan üretmiştir bile.

Bu düşüncelerden hareketle, popüler sinemanın kitlesel örneklerinin -yine aşk, macera, melodram gibi türler karışımı olmakla birlikte- distopik romanlardan hareketle ortaya konması, modayla ya da teknolojik gelişmelerle izah edilir gibi durmamakta; eğilim, popcorn edebiyatı / sineması bağlamında değerlendirilememektedir. Genç kuşağın gelecekten duyduğu kaygıların ve paranoyanın dışavurumu olarak da okunabilecek bu yönelim için daha ayrıntılı tahlillere ihtiyaç bulunmaktadır.
…..
Konunun Türk sineması bağlamında değerlendirilmesi, kuşkusuz çok daha uzun bir yazının konusudur. Bu noktada, sinemamızın, 100. yılında edebi metinlerden ne ölçüde yararlandığı sorusu ortada durmaktadır. Muhsin Ertuğrul döneminin bir bölümüne hayat veren Nazım Hikmet ve üretimlerinin yok olması, 60’ların köy gerçekliğinin bugün asırlar kadar uzakta durup, adeta değerlendirme dışı bırakılması veya günümüz “sanat sinemasının” tezlerinin yazın alanındaki karşılığının soru işaretleri barındırması, olguya ilişkin ipuçları taşımaktadır. Tıpkı, Ömer Kavur’un 1988 yılında sözünü ettiği durumun yeterince tartışma yaratmaması gibi:

“Türk edebiyatının o kadar zengin olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de bugüne kadar polisiye roman yazılmamıştır. Herkes yazdığı şeyin doruklarda dolaşması isteğiyle bu işe sarılıyor. Bunu edebiyatımızı yargılamak amacıyla söylemiyorum; ama benim görüşüm şudur: Türk sineması, dünya ölçüleri göz önüne alındığında, edebiyatımızın çok üzerinde yer almaktadır.”

(03 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Muhalif Bir Serüven Olarak Komedi – II

Eski Yunancada “yapısal biçim, figür” anlamına gelen “tip” terimi, geleneksel oyun tarihimizin en önemli malzemelerinden biri anlamına gelmekteydi. Bir yanıyla klişeler biçiminde işleyen ve sözlü anlatımın olanakları içinde değerlendirilebilecek “kalıp kişilikler”, özellikle Yeşilçam güldürülerinde oyuncuların senaryo ya da tür fark etmeksizin kendi tiplerini oynamaları sonucunu doğurmuştu.

İlber Ortaylı’nın, Karagöz’ün, tipik bir Osmanlı Mahallesi tasviri üzerine kurulduğu bakışına yaslanan Ertem Eğilmez sineması; ortak hayalleri ve düşünceleri olan, aralarında akrabalık, komşuluk, arkadaşlık bağları bulunan kalabalık aileleri öykülerin merkezine yerleştirerek, bu dönemlerde yola çıktı. Böylesi bir bağ, topluluğu oluşturan bireylerin kişisel farklılıklarını bir zenginliğe dönüştürerek seyirciyi de içine alacaktı. Bu filmler, sözü edilen, içinde birkaç kuşağı barındıran ve aralarına sonradan katılan üçüncül ilişkilerle zenginleşen aile formülüne dayanarak çekilmişlerdi. Her biri gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz kişilerin abartılmış yorumlarından oluşan “tipler”, “kutsal aile” kavramının altını çizip dururlarken, bu durum 80’ler ABD’sinde, sınırları Yeni Sağ tarafından çizilmiş benzer bir kavramla karşılaştırılamayacak ölçüde naif, 70’li yılların siyasal yapısı göz önünde bulundurulduğunda ise “bireyciliğe karşı koydukları” ölçüde ileri noktadaydı.

Dışa sınırlı ölçüde açık bulunan ve cemaat atmosferini soluyan komedinin meydanlara inmesi, sokağın eylemi yansıttığı günlerde kaçınılmaz olmuştu; üstelik göçün de etkisiyle tehdide uğrayan yalnızca aile değil, mahallenin ta kendisiydi. Dolayısıyla, önceden “dışarıda” bulunan Cilalı İbo veya Turist Ömer’in soluk aldığı “hayali” evren, daha “gerçek” kavrayışlarla sinemanın içine davet edildi.

Semt sakinlerinin de yardımıyla maceralara atılan yeni komik kahraman, muhalif olmasının kaçınılmaz olduğu koşullarda gerçeğe kayıtsız kalamadı: Özellikle de Kemal Sunal’la. Şarlo’dan farklı olarak bir yerde olan; ama gerçekte oraya ait olmayan bir karakter anlamına gelen Şaban, ortamı yoksulların lehine çevirip kaybolacaktı ufukta. Gereksinim duyduğu kötülük, onun antitezini oluşturan Şener Şen kimliğinde karşısına çıkarken, daha politik bir tip olarak okuyabileceğimiz İlyas Salman, uğradığı sayısız yenilgiye rağmen orada kalmak, tutunmak ve bir ölçüde de değiştirmek arzusundaydı.

Komedi sinemamızın en verimli yıllarına tekabül eden 70’ler, karanlık 12 Eylül günlerinden taşarak, yeni düzene ayak uydurma zorunluluğunu da ihmal etmeden “Arabesk”e kadar dayanmıştı.

Şaban’ı resmî görevli kimliğiyle kitleden kopartan günleri takip eden Video Dönemi ve majörlerin gelişi, Yeşilçam’ın tabutuna son çiviyi çakmaya çalışadursun, dünyadaki gelişmeler de iç açıcı görünmüyordu. “Bizim çocukların” işi başarmasını izleyen günlerde, Reagan ve Thatcher’lı muhafazakâr / sağ politikalara teslim olacak dünya, sinemasıyla da karanlık bir evreye giriyordu. “Rocky” ve “Rambo”ların soğuk yüzlerinden fışkıran hamaset duygusu bir yüzüyle yayılmacı eğilimleri perdeye yansıtırken, diğer yanıyla da kulaklara fısıldanan Amerikan Rüyası şarkısıyla, unutulmuş bir masal olan “sınıf atlama sevdasını” yeniden gündeme taşıyordu.

24 Ocak’ı Özal’lı yıllara ulaştıran ekonomik sistemin ve değiştirdiği bireylerin öyküsü, başlangıçta yine eleştirel bir yaklaşımla komediye yaslanırken, büyük altüst oluşların meyvesini toplamak 90’lara düşecekti. Sinemamızda muhalif mizahın yenilgisiyle sonuçlanan yılları hatırlamak bir yanıyla oldukça hüzün vericidir: “Kahpe Bizans”tan başlayarak, Ali Şimşek’in Küçük İnsan olarak tanımladığı karakterin “bakan” ana aktör olduğu, dayanışma, dostluk, vefa gibi etik temellerden yola çıkan, bazen bir “sınıfsızlık” ütopyasına da sahip bir anlayıştan; mahallelinin “başkasının” gözünden mizah ve ironi nesnesi olduğu, alt sınıfların olarak “bakılana” dönüşmesi.

60’lara damgasını vuran Blake Edwards’ın “The Party”si, yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunan sakar bir adamın maceralarını konu almaktaydı. Hintli sinema oyuncusu Hrundi Bakshi (Peter Sellers), tesadüf sonucu Hollywood üstün yapımlarından birinden rol kapsa da sakarlığı sonucu filmi kâbusa çevirmişti. Sektörün en lanetli şahsiyeti olarak kara listeye alınan kahramanımızın adı, yapımcının düzenleyeceği bir partiye kazara dâhil olunca işlerin çığırından çıkması kaçınılmaz hale gelecekti. Yerini bulamayan bir ayakkabı, sarhoş garsonlar, ikiyüzlü davetliler, ‘sulu’ şakalar ve Uzakdoğu’dan esintiler taşıyan bir filin etrafında dönüp duran bu yanlışlıklar komedyasını benzer bir temadan hareket ettiğini öne sürebileceğimiz “Recep İvedik”le birlikte düşünmek oldukça ilginç bir deneyime kapı aralamak anlamına geliyordu.

“Halk Kahramanı” sıfatına sahip olan filmin kahramanı, Bakshi gibi ‘yanlış zamanda ve yanlış yerde’ bulunmaktaydı. Nitekim ilk film, İvedik’in zengin bir otel patronunun cüzdanını bulup teslim etmesi ve mükâfat olarak bir süreliğine otelde konaklamasını konu edinmekteydi: Bir davetsiz misafir ve bir zorunlu konuk!

Bakshi, ait olmadığı bir evrende ‘kazara’ gerçekleştirdiği yıkıcı eylemleri ile sınıfsal bir tavrı ortaya koymaktaydı. Öyle ki bu süreçten nasibini alanlar, (söz konusu Hollywood olduğu için) sektörün işbilir yapımcıları ve onların yardakçı yönetmenleri, yakından bakıldığında yaldız dökülen oyuncular ya da davetlileri koruma altına alan lüks malikâneydi. Kahramanımızdan zaman zaman rol çalan garson figürü de boşuna seçilmemişti. O da tıpkı Bakshi gibi bu evrenin sonunu getirmek için yaratılmış bir karakter işlevi görmekte, sektörün züppelerinin başına çorap örmekteydi.

Sözü edilen formül; Max Linder’den Chaplin’e, Laurel & Hardy’den Max Brothers’a, sinemanın sessiz dönemlerinden itibaren uygulanmış bir anlayışı ortaya koymakta ve biraz da bu yüzden güldürünün, “alt sınıfları en iyi ifade eden sinemasal form” olarak nitelendirilmesine yol açmaktaydı.

Benzer bir yıkıcı etki beklentisi, doğal olarak Recep İvedik’in ilk bölümünde de ortaya çıkmıştı çıkmasına; oysa İvedik, sivil kamusal alanın her düzlemine yönelik “kabalığıyla” (kendi aidiyetinin sosyal katmanının temsillerini de esirgemeyen küstahlığıyla) yetmişli yılların “politik” olma çabasındaki Kemal Sunal filmlerinin bölüm bölüm hissettirdiği sınıfsal engelleri etkisizleştirmişti. Elbette tepkisini de masallaştırarak. İvedik böylece, hiç bir sınıfsal gerilime takılmadan, hiç bir itilme yaşamadan, Yeşilçam’ın arabulucusuna bile ihtiyaç duymadan dolanıp durmuş, gülünen de yine burjuva sınıfı değil, sınıfsal aidiyeti bile silinmiş maganda İvedik olmuştu.

Tam da bu anlamda, ait olamama durumunu kaba güç gösterileri ile savuşturan, sistemin savunucusu otel müdürüyle, aynı otelde çalışan emekçiye fark gözetmeksizin, aynı ölçüsüzlükle saldıran Recep İvedik’in eylemselliği karşısında “medenileş(tirileme)miş ötekinin intikamı” söylemi etkisiz kalmaktaydı. Bakshi, içinde yer almak istediği evrenin farkına varınca harekete geçmekte ve “düzenin ipliğini pazara çıkarma” sürecine girmekteydi. Recep İvedik ise “medeni dünya”nın içine girmeyi hep istemekte; ancak oyunu kendi kurallarıyla oynama arzusu taşımaktaydı. Ulaşılan sonuçlar Hintliyi “onurlu bir geri çekilişe” götürürken, “Halk Kahramanı” İvedik’in eylemlerini sürdürmeye çalışması tesadüfî değildi. Bakshi için yozlaşmış ortamdan kız kaçırarak yoluna gitmenin en büyük erdem sayıldığı noktanın İvedik’e yetmesi olanaksızdı: O, (yer bulunamadığı zaman ‘alçak’ bir sandalyede misafir edilmesine karşın) masadaki yerinin her daim hazır olmasını istemekte, canı sıkılınca etrafı kırıp dökmesine rağmen sofranın yeniden hazır edilmesine ses çıkarmamaktaydı.

Bütün bunların güldürünün evrensel niteliği ile çatışması kaçınılmazdı ve “yeni” olanın “eskisinden” farkını ortaya koymaktaydı.

Bizde durumun ulaştığı nokta “trajik boyutu ağır basan komik” olarak ele alınabilecekken, ana akım sinemanın popüler güldürüleri açısından durum farklı mıydı? Sanmıyoruz. Başlangıçta Capra filmlerinden fırlamış gibi görünen “Arthur”daki şanslı milyarderin yaşam biçiminin Mr. Deeds’ten çok farklı olduğu, “Friends With Benefits”in sevgililerinin cinsel açlıklarını doyurmayı “erdem” belledikleri bir nokta Bunalım dönemlerinin işlevsel olduğu kadar sığ mizahının gerisine düşmüyor muydu? Tabloya “Sex and the City”, “Hangover II”, “The Dictator” ya da Adam Sandler’ın tanınmayan kültürleri yağmaladığı güldürülerini ekleyin: Sıkı dostların uzak coğrafyalara bakışının ve günümüzün moda deyişiyle “ötekileştirmede” gösterdikleri maharetin ABD’nin Ortadoğu politikaları ile bağlantısını düşünmek bile yeterince iç karartıcı değil mi?

Umarız bütün bu yaşananlar, gelecekte; yüzyılı aşkın bir sürede geçirdiği evrimle muhalifliği altsınıfların elinden alınan ve sistemin varlığını pekiştirmeye yedeklenen komedinin öyküsü şeklinde okunmaz ve yeni bir “Tarihin Sonu” tezine kapı aralamaz.

(01 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

1. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali Ardından

İlk kez düzenlenmiş olmasına karşın 1. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali, 4 aylık bir sürede Marmaris SANART ekibi başta olmak üzere Marmaris’teki birçok kuruluşun beraber gece gündüz çalışılarak hazırladığı bir film festivali. İçinde uzun metraj film yok, sadece kısa filme hizmet eden bir festival bu.

Türk kısa film tarihinde hangi festivale 156 film başvurdu da bunun 107 tanesi gösterime girdi. Üstelik de Marmaris’in 8 ayrı noktasında filmler 4 gün boyunca gösterildi. Bu da her filmin yaklaşık 30 – 32 kez gösterilmesi demek. Adana Altın Koza’da 44, Akdeniz Ülkeleri Festivali’nde 35, Antalya Altın Portakal’da Yerli 52, Yabancı 55 film gösterilmişti. Son gün de festivale katılan yönetmenlerin filmleri gösterildikten sonra yönetmenlerle söyleşi gerçekleştirildi, Marmaris’in televizyon kanalları için röportajlar yapıldı.

Türk kısa film tarihinde çok az festival vardır ki, kurmaca, canlandırma, deneysel ve belgesel dallarında toplam 47 finalist seçsin ve toplam 15 ödül versin. Bunu ancak artık gelenekselleşmiş büyük festivallerden birkaçı yapabildi.

Gösterimlerin yanı sıra görkemli açılış kortejinden, kısa filmcileri kaynaştırmak, tanıştırmak amacıyla plajda sucuk partisinden, mini bir Fatih Erkoç konserine, tekne gezisinden kaliteli bir ödül törenine kadar güzel geçen bir festival yapıldı.

Uluslararası katılımın gelecek yıllarda artarak, kısa film atölyelerinin ve söyleşilerinin düzenleneceği Marmaris Kısa Film Festivali ileride adından sıkça söz ettirecek, kısa filmcilerin her yıl uğrak durağı olarak gidecek büyüyeceğe benziyor. Bu festivale dikkat edip film göndermeyi unutmayınız.

(01 Ekim 2014)

Hayri Çölaşan
Sinema Yazarı
http://www.kameraarkasi.org

Hacer Buluş Öldü

Hacer Buluş, anılarımda bir türkücü. 30.8.2014’de 88 yaşında ölmüş, gazetelerde okuyunca öğrendim. Eskiden radyolarda dinlediğimiz biri. Sinema ile ilişkisi var mı diye düşündüm, bir şey çağrıştırmadı. Sonradan öğrendim, 1947’de Baha Gelenbevi’nin çektiği “Yanık Kaval” filminde, filme sesi ile katılan üç kişiden biri (diğerleri: Müzeyyen Senar ile Mustafa Çağlar). Sonra 1948’de Şadan Kâmil’in “Dümbüllü Macera Peşinde” filminde başrollerden birini oynuyor. Filmin adında anlaşılacağı gibi İsmail Dümbüllü başrolde.

Hacer Buluş’un bana çağrıştırdıkları içinde bir de yazlık sinema var. Ankara’daki bu bahçe sinemasına bir kez gitmiştik. Sinemanın adı Buluş Sineması idi, Hacer Buluş mu işletiyordu, yoksa bahçe mi onundu bilemiyorum ama çok ilginç tarafı sinemanın (bahçe sineması) masalarının (?) bulunduğu bölümdeki havuz’du. İçinde havuz olan başka bir sinemaya rastlamadım. (Editör Sadi Çilingir’in Orhan Ünser’e notu: Karagümrük Aysu Sineması’nın yazlık bahçesinin ortasında da bir havuz vardı.)

50’li yıllar olacak, o günlerde Türkiye’de turne yapan bir grup içinde, bir akrobat (Toto), bir de palyanço (Carlo) yer alıyordu. Bunlardan palyanço, show’u sırasında hiç alakası (ve gereği) yokken seyirciye yönelerek “Yaşasın Hacer Buluş” diye bağırıyordu, ismin sonundaki “ş” harfini daha çok “s”, azıcık “ş” olarak söyleyerek, yabancı olmanın dil zorlamasını yenmeye çalışıyordu. Hacer Buluş’un haberi ile üzerinde yılların birikintisi olan bu “anlık çıkışı” hatırladım.

1948’de “Dümbüllü Macera Peşinde” filminde oynayan Hacer Buluş’un başkaca film çalışması var mı -şimdilik- bilemiyorum, Buluş’da, tek film çalışması yapan birçok ses sanatçısı gibi, bu tek filmlik çalışmasından sonra sinemadan uzaklaşmış olabilir ama tek film de olsa -şarkı söylediği olası filmleri sayamıyorum- sinemadan geçiş yapmış biridir. 88 yaşında aramızdan ayrılmış, filmi ortada olmasa da, bir zamanlar sinemamızda yer almış olduğu için anmamız lâzım.

(28 Eylül 2014)

Orhan Ünser

Bir Başka Kimliğin İzinde

Güzel sanatların farklı dallarında ürün veren çok yönlü sanatçı Tayfun Pirselimoğlu, İstanbul Film Festivali En İyi Film ve Senaryo ödüllü son filmi ‘Ben O Değilim’de kayıp şahıslar albümüne yeni karakterler ekliyor. Trabzon doğumlu ressam / yazar / sinemacının eserlerinde sürekli işlediği kendi tanımıyla ‘kimlik değiştirme takıntısı’ bu kez başköşeye kurulmuş.

Pirselimoğlu’nun büyük kentin görmezlikten gelinen bölgelerinde yaşayan insanların varoluşsal çabalarını izleyen kamerası bir hastanenin yemekhanesinde işçi olarak çalışan Nihat karakterine odaklanıyor bu defa. Bekâr evinde tek başına yaşayan orta yaşlı adamın hayatı aynı yerde çalışmaya başlayan genç kadının ilgisiyle değişime uğruyor. Ayşe’yi ziyaretlerinde hapis yatmakta olan kocasına ikizi denecek kadar benzediğini keşfeden Nihat, adım adım diğer adamın yani Necip’in kimliğine bürünmeye başlıyor.

‘Birinin yerine geçme hali’ gerek edebiyatın gerekse sinemanın gözde temalarındandır. Bu konuda Antonioni, Bunuel, Hitchcock gibi ustaların işlerinin yanı sıra, benzer bir iklimi paylaşan yakın tarihlerde izleyip yazdığımız çağdaş sinemanın iki ayrı örneği akla geliyor hemen. Bunlardan biri Dostoyevski’nin ilk döneminin aynı adlı etkileyici kısa romanını temel almış çağdaş bir şizofreni öyküsü olan İngiliz Richard Ayoade imzalı ‘Öteki / The Double’, diğeri ise Kanadalı sinemacı Denis Villeneuve’ün Nobel ödüllü José Saramago’nun başka bir hayata nüfuz etmenin cazibesi üzerine kurulu ‘Kopyalanmış Adam’ romanının parlak bir uyarlaması olan ‘Düşman / Enemy’.

Nihat’ın Necip haline dönüşmesinde durum sözünü ettiğimiz örneklerden daha farklı. Yönetmenin deyimiyle ‘bir başkasının kaderini üstlenme hali’ üzerinde durulan. Kimlik değişiminde sınıf atlama, daha refah bir hayata kavuşma gibi beklentiler söz konusu değil. Yine Pirselimoğlu’nun sözleriyle ‘ayrı kimliklerle benzer bir kader yaşanıyor, herşey başına dönüyor ve çember tamamlanıyor’. Bu kusursuz parabolde yer alan karakterler yönetmenin daha önceki vicdan ve ölüm temalı üçlemesinde (Rıza / Saç / Pus) olduğu gibi işçi sınıfı kökenli yoksul insanlar. Sıradan insanların bu sıradışı karanlık öyküsünde kara mizahı elden bırakmıyor yönetmen. Oyuncu seçimi yine son derece isabetli. Sinemamızın önemli kazançlarından yazar oyuncu Ercan Kesal’in parlak yorumunu İranlı tiyatro oyuncusu Meryem Zaare karşılıksız bırakmıyor.

Kamera hareketlerine pek itibar etmeyen Pirselimoğlu, bu kez beklenmedik bir kaza sonucu aramızdan ayrılan Yunanlı usta Theo Angelopoulos’un son döneminin değişmez görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile çalışmış. İstanbul Fatih ve İzmir Basmane’de çektiği filminde ilk kez müzik kullanmış. Yunanlı besteci Giorgos Komendakis’in minimal müzik çalışması bu yıl İstanbul Film Festivali’nde ödüllendirilen çalışmalar arasındaydı üstelik. Başka Sinema programı çerçevesinde gösterime giren ‘Ben O Değilim’ yılın en iyi filmlerinden biri. Kaçırmamaya çalışın.

(27 Eylül 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Muhalif Bir Serüven Olarak Komedi

Aristoteles’ten bu yana egemen kesimlerde yaygınca rastlanan “trajedi ortalamanın üstündeki, güldürü ise altındaki insanları temsil eder” inanışının sinemaya yansımaları; ilkece orada kalmayı benimsemesine karşın burjuva dünyasına dil çıkarıp kaçan Max Linder’in Şarlo’ya evrildiği dönemlerden bu yana inişli çıkışlı bir seyir izledi. Buna karşın sinema tarihinin evrensel karakterleri, özellikle sessiz dönemleri bir çığlığa dönüştürme pahasına, sistemin çarklarına çomak sokarken ait oldukları yeri hemen hiç unutmadılar. Chaplin şöyle formüle etmişti bunu: “Komedi filmleri hemen başarı kazandı. Çünkü bunların çoğunda polisler (ya da soylular) su çukurlarına düşerken, boya tenekelerine çarpıp tökezlerken, arabadan düşerken ve daha bir sürü güç durumlara düşerken gösteriliyordu. Burada komik olan, alay edilenler iktidarın ağırbaşlılığını temsil eden ve bundan dolayı böbürlenen kimselerdir. Bundan dolayı da bunların serüvenleri, seyircide aynı serüvenler basit bir yurttaşın başından geçtiği zamankinden iki kat fazla gülme isteği uyandırır.”

Şarlo’ya benzer bir yaklaşımla yola çıkan; ama süreç içinde kendi bağımsız dillerini oluşturan Lloyd ve Keaton gibi sessiz devlerin, kapitalizmin sarsılmaz kaleleriyle yaşadığı çelişkilerin sinemamıza yansımalarını irdelemek için elimizdeki doneler hayli yetersiz olsa da, ilk sinemasal tiplerimizden “Bican Efendi”nin varlığını unutmamak gerekir: Gelenekten süzülen ve birer isyancı olmamakla birlikte, Nasreddin Hoca’nın Timur’a tavrını, Keloğlan’ın soylu padişahın kızını kapıp kaçıvermesini ya da “içimizden biri” olan Karagöz’ü de öyle…

Bizde muhafazakâr bir öfkenin yanı sıra, utangaç bir şaşkınlık ile başlayan sinema yolculuğu Muhsin Ertuğrul dönemecine doğru yol alırken, sinema tarihinin en verimli dönemlerinden biri gelip geçiyordu: İzlenimciler, gerçeküstücüler, fütüristler, dışavurumcular… Abel Gance’ın devrimci adımları, Dreyer’in sessiz ve uzun yürüyüşü, kapıda, arkadaşıyla belirmeye hazırlanan bir çılgın; Luis Bunuel, Almanların karanlık sokakları, İsveç’ten yayılan büyülü evren ve Rusya’da kopan “kızılca” kıyamet… Tüm bunlara İtalya’dan Hollywood’a süzülüp gelen epik serüvenleri ve adını andığımız komikleri de ekleyebilirsiniz.

1. Dünya Savaşı’nın sonrasında ortaya çıkan mizahi çizgi, Rene Clair ve Chaplin başta olmak üzere, üst sınıflara ve ülkelerin egemen politikalarına muhalif bir duruş içeriyordu; ayrıca Germaine Dulac’ın “Le Coquille Et Le Clergyman”ında olduğu gibi, öfkenin cübbesinin eteklerinin uzamasına engel olamayan bir rahibe yönelmesi de söz konusu olabiliyordu, tıpkı “Endülüs Köpeği”nin kimi sahnelerinde olduğu gibi.

Türkiye’de 1922 ile 1939 yılları arasında kalan dönemde sinemanın tek adamı olan Muhsin Ertuğrul’un komediye yöneldiği tarihsel dilimi, Batı’daki evrensel yorumlarla bir arada düşündüğümüzde karşımıza çıkan tablo hayli ilginçti; özellikle de ilk operet filmimiz sayılan “Karım Beni Aldatırsa”. Âlim Şerif Onaran, filmin konusunu şöyle özetlemekteydi:

“Belma’yla evli olan Salih Kaptan, Moda’da bir deniz sporları dershanesi açar. Kadınlar, dershaneye en çok yakışıklı kürek hocası Orhan’ı görmeye gelmektedirler. Belma da Orhan’a âşıktır. Bir gün Şadan’ın nişanlısı Fatoş, amcası Avni tarafından mektebe yazdırılır. Kendisine kürek dersleri veren Orhan’dan hoşlanan genç kadın, bir ders esnasında küreği denize atar ve ikili Hayırsızada’ya doğru sürüklenir. Burada tatlı ve aşk dolu bir gece geçireceklerdir.

Merak içinde onları bekleyen Şadan ve Avni, bir balıkçı tarafından getirilen yeni sevgilileri beklerken, Fatoş eski nişanlısını reddedecektir. Bu arada Orhan, peşinden ayrılmayan Belma’yı başından atmak içim kadını sütkardeşi Nuri’ye gönderir. İlişkiler iyice karmaşıklaşmıştır.”

Komedi, rotasını “ulus devlet”e çeviren genç Cumhuriyet’in, “sınıfsız, imtiyazsız” bir düzen içinde kentsoylularını yaratmaya çalıştığı bir ortamdan payına düşeni almıştı sizin anlayacağınız. Bu eğilim, Doğu-Batı ikilemi arasında bir yandan benzer örnekleri içine almayı sürdürürken, sözgelimi Geçiş Dönemi’nde kendi kaynaklarına eğilmeyi de ihmal etmedi. Ne var ki gerek bu sentezi vücuda getiren Dümbüllü’nün kent maceraları, gerek de “yamalı bohçayı” andıran yapısıyla sinemasal bir yorumdan ziyade sosyolojik veriler sunması anlamında önem taşıyan ilk “Nasreddin Hoca” filmimiz, bu çekişmeyi perdeye yansıtması açısından dikkate değerdi. Dünyanın ikinci kez bir paylaşım savaşının ortasına düştüğü günlere “taraf olmayan” ülke sinemamız için “The Great Dictator” ya da “To be or not to be”nin çok da anlamı olamazdı, öyle değil mi?

Broadway güzellerinin sesli sinemayı tüm ihtişamıyla ortaya çıkardığı günlerin Büyük Bunalım’a çarparak paramparça olduğu bir dönem, yeni kahramanını piyasaya sürmekten geri kalmadı: Joe Americano! “Birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyulduğu bir süreçte” ülkenin ideallerine sıkı sıkıya sarılan ortalama Amerikan genci; yeri geldiğinde parayı elinin tersiyle bir kenara itecek, kimi zaman da hırslı kapitalistlere erdemli olmanın önemini hatırlatacaktı. Frank Capra formülü, Küçük Amerika idealini ülkedeki her mahallede bir milyoner yetiştirmekle özdeşleştiren Demokrat Parti’den aldığı esinle, yükselen Yeşilçam’da sayısız örneğe dönüşecekti: Evet, zengin ve şımarık kızın hayatın gerçeklerini yoksul ama onurlu gençten öğrendiği; kendisine miras kalan parayı reddeden gururlu gencin yoksul mahallesine geri döndüğü; zengin adama âşık olan yoksul kızın, sevgilisine ve onun acımasız ana-babasına aile olmayı öğrettiği salon güldürülerinden söz ediyoruz.

Vittorio de Sica’nın, Zavattini romanından uyarlanan “Miracolo Milano”, Romalı gecekondu halkının arsalarının değer kazanması sonucu sokağa atılmak istenmeleriyle açılıyordu. Verilen mücadelenin başarısızlıkla sonuçlandığı bir noktada kahramanlarımız, Milano katedralinin önünde toplanacak ve gökyüzüne doğru yükselişe geçeceklerdi!

Yeni Gerçekçilik’ten kopma veya onu farklı bir boyuta taşıma pahasına mizahın sularına doğru yelken açan film, Yeşilçam’ı ne derece etkilemiştir, bilinmez; ama koca bir konakta, her türlü çelişkinin uzağında, “uzlaşma” içinde yaşayan Hulusi Kentmen’ler ve Necdet Tosun’lar, hep böylesi bir düşsel evrenin yansıması değiller miydi?

Sistemin özgün projelere kulak tıkayan yapısı, Renoir’ın “Boudu”suna yaklaşma eğilimi gösteren 60’lı yıllar tiplemelerinin birkaç adım daha atmasına engel oluyor ve oyunu “sınıf atlama” kurallarına hapsediyordu. Tercihler “Küçük Hanımefendi”den yana kullanılmıştı bir başka deyişle. Buna rağmen; sosyal, siyasal ve ekonomik kırılmanın sokağa egemen olmaya başladığı 90’lı yıllar, bu dönemin yolu dürüstlük ve dayanışmadan geçen naif kahramanlarına özlem duymamızı, onları adeta yeniden keşfetmemizi sağlayacaktı.

Özellikle 27 Mayıs’la birlikte keskin bir virajı dönen Toplumsal Gerçekçi Sinema, Akad’ların ve Güney’lerin elinde yeni bir dili talep etmeye çalışırken, dünyada Yeni Dalga’nın alaycı antikahramanları, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” genç yığınların öfkeli sesine karışmak üzereydiler.

Ryan ve Kellner’ın tanınmış eserleri “Politik Kamera”da, “Sinema, ideolojinin idamesine destek veren temsil biçimlerini yeğleyerek hâkim ideolojik gerçekliğin yeniden üretimine katkıda bulunabileceği gibi, alternatif temsiller aracılığıyla onu sarsmayı da amaçlayabilir.” şeklinde özetlenebilecek görüşleri, 60’ların ikinci yarısında şekillenen bu sinemasal anlayışın karşılığına işaret eder gibiydi.

“Cool Hand Luke”dan “Easy Rider”a, “The Graduate”den “Little Big Man”e, mizahı gerçekliğin içine şırınga eden muhalif eğilimler, sinemamızda melodramın kendine özgü diline takılıp dururken, kentlerde yaşanan göç dalgası ya yıkım öyküleri ya da o büyük “uzlaşma” ekseninde ele alınıp duruyordu. Gerçekçi yaklaşımın mizahla kol kola yürüyemeyeceğini savlayan görüşlerin 70’lerin -mümkün olabildiğince politik- komiklerine takılması bile bu bakışı değiştiremedi; dönem komedilerinin hakkı, onlara çok sonra teslim edilebildi. Lütfen mizahın sinemasal sınırlarına kontur atan Yeşilçam’ın erotik furyayı güldürü ambalajıyla süslediği yılları hatırlayınız.

Önce Ertem Eğilmez ekolü, ardından da onun küllerinden doğan Zeki-Metin, Şaban, Bilo ve Maho tiplemelerini önceki on yılın komiklerinden ayıran temel fark, buradaki figürlerin politik bir bilince sahip olmaları değildi; ülkenin siyasal bir atmosferi solumaya başlaması sinemayı ve dolayısıyla da komediyi böyle bir sürece zorluyordu. 70’lerin sokakta yankı bulan gerçekliği, “emek” ve “ezilenlerden” oluşan bir dili dayattığı oranda, uzlaşmacı karakterler tarih sahnesinden silinmeye başladı. Kuşkusuz, sadece böylesi bir söylemin; sözgelimi fabrikatör, müteahhit ya da bankacılara karşı “halk adamı” olmanın ne derece muhalif olduğu tartışılabilirdi; ama her şey yine “bize özgü” olarak ilerliyordu işte.

Devam edeceğiz…

(26 Eylül 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Sencer Divitçioğlu

Sencer Divitçioğlu kimmiş, sinema ile ilgisi ne demeyin? Divitçioğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden. Prof. Dr., 87 yaşında yaşama veda etti. Bir gazete ilânı (eşi tarafından verilmiş) ve haberinden öğrendim. (10.9.2014) Ama asıl önemli olan, ilk sayısı “Özgür Sinema”, 2. ve 3/4. (iki sayı bir arada) sayıları “Ulusal Sinema” adı ile çıkan -o zamanki adı ile- Türk Film Arşivi yayını olan derginin son (ne yazık ki devamı gelmedi) sayısında yayınlanan “soruşturma”da Divitçioğlu soruları yanıtlıyor. Yazıyı aşağıya aynen alıyorum. (Derginin baskı tarihi: 22 / XI / 1968 – Soruşmayı yanıtlayan diğer kişiler: Kemal Tahir ve Selahattin Hilav.)

Dergide Sencer Divitçioğlu hakkında verilen bilgiler:

1927 yılında İstanbul’da doğdu. İlk – orta – lise öğrenimini Samsun’da yapan Divitçioğlu, 1950 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. 1950 – 1957 arasında Paris’te doktorasını verdi ve Centre National de la Recherches Scientifiques’de çalıştı. Yurda döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde önce asistan sonra da doçent oldu. Halen kendi deyimiyle, “bu fakültede ilmen, ahlâken ve hukuken profesör fakat idari olarak doçent”tir.

Kitapları: 1959 – Marx’da İktisadi Büyüme; 1961 – Mikro İktisat; 1964 – Antalya Bölgesi Girdi – Çıktı Analizi; 1966 – Asya Tipi Üretim Tarzı ve Az Gelişmiş Ülkeler; 1967 – Osmanlı Toplumu ve Asya Üretim Tarzı; 1968 – Das Kapital Üzerine Çeşitlemeler.

Divitçioğlu’nun sorulara verdiği cevaplar:

1. Sinema ile ilginiz var mıdır? Ne yoldadır?

Var. Bu ilgi Samsun’da Yusuf Vehbi ve Buck Jones ile başladı. Paris’te Ulm Sokağı’ndan geçerek (Türk aydınının kaderi!) İstanbul’da kurulmakta olan Türk Sineması üzerine yoğunlaştı.

2. Gördüğünüz Türk filmleri hakkında örnekler vererek düşüncelerinizi açıklar mısınız?

Gördüğüm Türk filmleri hakkında özgül örnekler veremem. Ben sinema eleştiricisi değilim. Ama bir toplum bilimci olarak bugünün Türk sinemasındaki yeni akımın (Halit Refiğ’in deyimi ile Halk Sineması) mahiyetini, yerini ve dolayısıyla toplumsal gerçek ile olan ilişkilerini belirtmeye çalışabilirim. Halihazır Türk Sinemasının temsilcileri olan L. Akad, M. Erksan, M. Ün, H. Refiğ, D. Sağıroğlu ve A. Yılmaz’ın çalışmalarının tek doğru yol olduğunu biliyorum. (Dikkat edilirse buradaki biliyorum sözcüğü bile isteyerek kullanılmıştır.) Zira, aslında sanatın tanımı nedir? Sanat toplumsal gerçeğin, bireyin toplumla bütünleşerek, yansıtılması olduğuna göre, sanatçının üğrk gerçeklerini arayarak, kendi öz toplumu ile bütünleşmeye çabalamasının doğruluğundan kim şüphe edebilir? Yalnız burada fevkalade önemli bir soruyu sormaktan kendimi alamayacağım. Sanatta her doğru fikir, eserin estetik meşruluğunu da gerektirir mi? Tabiatıyla hayır. Mamafih bu konuda konuşmaktan kesinlikle kaçınmak isterim. Her sinemaseverin yapılmış bir eser üzerine yazı yazmaya hakkı yoktur. (Bu estetikçilerin, sanat tarihçilerinin ve eleştiricilerin işi.)

Fakat burada gene ufak bir parantez açmadan geçemeyeceğim. Her sanat eseri kendi özüne ilişkin bir biçim taşır. Bundan dolayı, sanat eserinin estetik meşruluğu tartışılırken, muhakkak a priori olarak benimsenilmiş biçimlerden hareket ederek, eseri tenkit etmemelidirler, kanaatindeyim. Aksi düğünde halay çekenlere neden ye – ye yapmıyorsunuz demek kadar saçma olur.

3. “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” adlı eserinizde, Osmanlı toplumunun toplumsal çelişkilerindeki görüntü bakımından Avrupa derebeyliğinden ziyadesiyle farklı olduğu sonucuna varmaktaydınız. Üretim ilişkilerinde, toplumun alt yapısındaki bu farklar göz önünde tutulursa Avrupa Sineması, Türk Sineması için geçerli bir örnek olabilir mi? Bu konudaki görüşlerinizi, lütfen etraflıca açıklar mısınız?

“Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” adındaki kitabım önemli bir soruyu ortaya atmak için yazılmıştır (halletmek için değil!) Eğer Türk toplumu klâsik Batı derebeylik üretim tarzından geçmedi ise,

A. Ekonominin evrimi açısından

a. içsel diyalektik ve

b. dışsal diyalektik nasıl işler,

B. Üstyapı kurumları, özellikle zihniyet nasıl bir oluşma gösterir. Hemen ekleyeyim ki, bu sorulardan hiç birine henüz cevap verilmemiştir. Böyle olunca, Asya Üretim Tarzı denilen şema ile Türk Sineması arasında derhal ve doğrudan bir ilişki kurmak biraz acele olur. Kanaatimce, toplum bilimci olarak bizlerin, sanatçı olarak da onların yapması gereken tek şey, kendimize dönmek, onu aramaktır. Bu ise ancak, ortaya yeni sorular atmak ve bu soruları cevaplandırmakla mümkündür. Sorunu bu şekilde ortaya koyunca, Batı sinemasının Türk sineması için geçerli olup olmadığı da kendiliğinden halledilebilir. Gerek soru 2, gerek soru 3’de verdiğim cevaplar aslında, Batı Avrupa Hristiyan toplumlarının sanatının hiç bir şekilde Türk sanatına temel teşkil edemeyeceğine inandığımı göstermektedir. Bu böyle olmakla beraber Türk kültürünün, giderek Türk sanatının henüz kurulma yolunda olduğu da bir gerçektir. Türk toplumunda kurulmuş, yerleşmiş bir kültür, bir sanat olmadığı sürece Batı uygarlığına (ya da herhangi bir uygarlığa) kapılarımızı kapamaya, onu bilmemezlikten gelmeye de hakkımız yoktur. Biz hiç bir şeyi peşinen reddedecek durumda değiliz. Özellikle, ulusal sanatçının daima kendi toplumunu aşma (avant – garde) eğilimde olduğu hesaba katılırsa, hele bu haberleşme ve ulaştırma çağında, sanatta ulusal sınırların gevşediği göz önüne getirilirse, yukarıdaki yargının pek de yanlış olmadığı ortaya çıkar. Fakat ekleyelim ki, hiç bir şeyi reddemez durumda oluşumuz, hiç bir zaman onları kabul etme anlamına da gelmez. Bu konuda slogan galiba hepimiz için şu olacak: Biliniz fakat taklit etmeyiniz!

4. Kapalı bir ekonomik yapısı olan ve sermayeye değil emeğe dayanan Türk Sinemasının genellikle bir “halk sineması” sayılacağı karşısında düşünceleriniz nelerdir?

Bu sorunun ne iktisadi ne de mantıki anlamı var. İktisaden anlamı yok, çünkü: Her sanayi dalında olduğu gibi sinema sanayiinde de üretim emek ve sermaye faktörleri kullanılarak yapılır. Olsa olsa, Türk sinemasındaki durum emek-yoğun, sermaye tasarruflu bir üretim tekniğidir. Mantıken anlamı yok, çünkü: Eğer Türk sinemasında sermaye-yoğun bir üretim tekniği kullanılsa idi “halk sineması” yapılmaz mı? Ya da, her emek-yoğun üretim tekniği “halk sineması”nı yaratabilmekte mi?

5. Türk Sinemasında, ekonomik bir sömürme olayı var mıdır? Varsa kim kimi sömürmektedir?

Türk sinema sanayiinde yaratılan gelirin bir kısmı, kâr (yüksek artist ücreti dahil), faiz ve kira şeklinde belirli ellerde toplanıyorsa, iktisadi sömürme olayı vardır. Yalnız sinema sanayiinde, bildiğim kadarı ile sömürme olayı kısmen üretim sürecinden, kısmen, fakat aslen de dolaşım sürecinden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, eğer sinema sanayiinde üretilen malın (filmin) fiyatı üretim değerlerinin çok üstünde ise, değer = ücretler + artı değer olayından dolayı üretim sürecinden bir sömürme, fiyat > değer olayından dolayı da, dolaşım sürecinden bir sömürme söz konusudur. Birinci halde sömürülen sinema sanayiindeki işçi, ikinci halde ise sinemaya giden halktır.

6. Memleketimizin bugünkü şartları içinde Türk sinemasının kapalı ekonomik yapısında kanun yolu ile bir değişime zorlanabilir mi? Böyle bir zorlamanın sonuçları ekonomik ve estetik ne olabilir?

Sanat konusunda devlet ve kanun gibi kelimeler bana ürperti veriyor.

7. Ulusal Türk Sineması’nın emperyalist yabancı baskılardan korunabilmesi için nasıl bir ekonomik düzeni olmalıdır?

Ulusal Türk Sineması, soyut plânda, yabancı sermaye kullanılarak da yapılabilir. Ama müsaadenizle bunu soru 8 ile birlikte cevaplandırayım.

8. Türk sinemasını yok sayıp aşırı batı sineması hayranlığı yaymak kültür emperyalizminin sinema alanındaki bir görünümü sayılabilir mi?

Batı sinema sanatını Türk insanına tanıtma olayı başkadır, Batı sinema sanatını mutlak olarak alıp, Türk sinema sanatını yok saymak olayı başkadır. Birinci durumda olan kişi ya da kuruluşların fevkalâde bir hizmet yaptıklarına inanıyorum. İkinci durumda olan kişi ve kuruluşların ise bu ülkenin sanatına ihanet ettikleri açıktır.

Divitçioğlu ile yapılan “soruşturma” soruları ve cevapları burada bitiyor. Unutulmaması gereken nokta, bu soruşturmanın yapıldığı derginin basım tarihi 22 / XI / 1968. Soruşturmanın da bu tarihten önce yapılması gerekiyor, aynı yıl içinde olması normal. Yani 1968’de yapılmış, kısa bir hesapla 46 yıl önce yapılmış. O tarihten günümüze Türk Sineması “büyük” değişimler yaşadı, yapısal değişimler uğradı. Değil Türk sineması, dünya sineması bile bu süreçte birçok değişimler geçirdi. Bir kısım sinemalar ortadan kayboldu, o günlerde adı ortada hiç olmayan sinemalar ortaya çıktı. Divitçioğlu’nun daha sonra sinema ile ilgisinin ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bir sinema kişisi değil, bir bilim adamının (iktisat doktoru) sinema (sinemamız) hakkındaki düşüncelerinin -yapısal olarak- fazlaca farklılık göstermediği düşüncesindeyim. (Sinema tekniğindeki gelişim doğal olarak bu görüşlerin dışındadır.)

Divitçioğlu yaşamını yitirmiş, ben bu soruşturma cevabı ile O’nu “sinemacı olarak” hatırlanması (ve anılması) gerekli bir kişi olarak gördüm. (Salt bir filmi çekmiş olmak veya salt bir filmde -şu veya bu şekilde- oynamış olmak sinemacı olmaya yetiyor mu?)

(24 Eylül 2014)

Orhan Ünser

13. Filmekimi’nde Deneyimli Ustalar, Taze Keşifler

İstanbul ayağı 11 – 17 Ekim arasında gerçekleştirilecek olan 13. Filmekimi’nin biletleri 27 Eylül Cumartesi gününden itibaren satışa çıkıyor. Konuya ilişkin bir önceki yazımızda, kişisel değerlendirmelerimiz kapsamında ön programda yer alan kaçırılmaması gereken 10 film üzerinde durmuştuk. Nihai programda yer alan 43 film arasından seçim kolaylığı sağlamak üzere, bu yazımızda yıllara meydan okuyan ustaların ve genç sinemacıların ihmal edilmemesi gereken son çalışmalarını kapsayan bir liste daha sunmak istedik. 12 filmden oluşan bu kişisel ek seçkimiz şöyle sıralanıyor.

1- YILDIZ HARİTASI / Maps to the Stars

Kanadalı auteur yönetmenlerden David Cronenberg’in son çalışması Hollywood ünlülerinin yaşamına odaklanıyor. Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden Julianne Moore’un şaşırtıcı kompozisyonuyla en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandığı bu parlak Hollywood taşlamasının oyuncu kadrosunda Mia Wasikowska, John Cusack, Robert Pattinson, Olivia Williams gibi ünlü yıldızlar da var.

2- ÖZGÜRLÜK DANSI / Jimmy’s Hall

78 yaşındaki usta İngiliz yönetmen Ken Loach biyografik bir öyküden yola çıkmış. Sol hareketin ve emekçi dayanışmasının yılmaz sözcüsünün 67. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer almış bu son filmi, 1930’ların komünist avı sürecinde İrlanda’dan sınırdışı edilmiş politik aktivist Jimmy Gralton’ın hikâyesi üzerine.

3- ÇOCUKLUK / Boyhood

Richard Linklater’in Berlin Film Şenliği’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş son filmi. 2002 yılından başlayarak Ellar Coltrane’in büyümesini altı yaşından itibaren 12 yıl boyunca her yıl yaptığı birkaç günlük çekimlerle takip eden Amerikalı sinemacının çalışması, üç saatlik bir süre boyunca bir çocuğun gözleri önünde büyümesine tanık olan izleyici için de benzersiz bir deneyim.

4- BEYAZ TANRI / Fehér Isten – White God

Deneyimli Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış’ ödülünü kazanan yeni filmi, özellikle tüyler ürpertici açılış sahnesiyle kendinden söz ettiriyor. Macar toplumunda yaygınlaşan ırkçı eğilimi ve aşırı sağcı Macar hükümetini köpek isyanı metaforuyla eleştiren yönetmen filmini marjinaller ve ezilenlerle dayanışma adına çektiğini vurguluyor.

5- WHIPLASH

Amerikan bağımsız sinemasının öne çıkan isimlerinden Damien Chazelle’in Sundance’te Büyük Jüri Ödülü kazanan yeni filmi, acımasız bir caz ustasıyla 19 yaşındaki hevesli davul öğrencisi arasındaki gerilimli ilişki üzerine. Senaryosu da genç yönetmene ait bu adrenalini eksilmeyen psikolojik gerilim cazseverleri de memnun edecek.

6- TURİST / Force Majeur

67. Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış seçkisinin Jüri Ödülü kazanan bir diğer parlak yapım. İsveçli bir ailenin Fransa Alp’lerine yaptıkları kayak tatilinde başlarına gelen çığ felâketi çerçevesinde aile ilişkilerini ameliyat masasına yatıran, insan ilişkilerini alışılmışın dışında bir mizahla ele alan filmin yönetmeni Ruben Östlund’un ‘Play’den sonra ülkemizde gösterilecek bu ikinci uzun metrajı keşfe değer.

7- ÇİLE / Kreuzweg

Geçtiğimiz Berlin Film Şenliği’nden en iyi senaryo ödülüyle dönen yapım, üçü hariç tümünde sabit kamera kullanılmış 14 sekanstan oluşuyor. Alman yönetmen Dietrich Brüggemann’ın Katolik bir mezhebe bağlı 14 yaşındaki Maria’nın seküler dünya ile çatışmalarını perdeye taşıyan programın en ayrıksı filmlerinden biri bu.

8- ÇILGIN AŞK / Amour Fou

19. yüzyıl başları romantizm akımının önemli Alman şair, oyun ve öykü yazarı Heinrich von Kleist’ın yasak aşkı Henriette ile gerçek öyküsü, Avusturyalı genç kadın yönetmen Jessica Hausner’in son filmine kaynaklık ediyor. Ölümün kaçınılmazlığı ve aşkın gücü üzerine keşfedilmeye değer bu çalışma ilk kez gösterildiği geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde övgüyle karşılandı.

9- HAVANA’YA DÖNÜŞ / Retour à Ithaque

Fransız yönetmen Laurent Cantet’nin Venedik Film Festivali’nin ‘Venedik Günleri’ büyük ödülünü kazanan son filmi, İspanya’da sürgün olarak geçen 16 yılın ardından memleketi Havana’ya dönen Amadeo’nun eski dostlarıyla günbatımından şafağa uzanan birliktelikleri çerçevesinde, uçup gitmiş gençlik hayalleri üzerine bir ağıt. Cantet senaryoyu Küba’nın saygın romancısı Leonardo Padura ile ortaklaşa yazmış.

10- PASOLINI

Amerikan bağımsız sinemasının provokatif isimlerinden Abel Ferrara, İtalyan sanat ve siyaset çevrelerinin aykırı isminin son günlerine odaklanıyor. Sinemaseverlerin ilgisiz kalamayacağı bu belgesel tadındaki yapımda, 1975 yılında şüpheli bir cinayete kurban giden yazar, yönetmen, gazeteci Pier Paolo Pasolini’yi Willem Dafoe canlandırıyor.

11- MISS JULIE

August Strindberg’in klâsik oyunu bir kez daha beyazperdede. Ingmar Bergman sinemasının efsanevi yüzlerinden tanınmış İsveçli oyuncu Liv Ullman’ın sinemadaki dördüncü yönetmenlik denemesi ilgiyle beklemeye değer. Julie’yi Jessica Chastain, uşak John’u Colin Farrell gibi tanınmış isimler canlandırıyor.

12- JERSEY BOYS

Amerikan sinemasının ikonlarından Clint Eastwood üretmeye devam ediyor. Geçtiğimiz Kasım ayında ülkemize de uğrayan Tony ödüllü Broadway müzikalinin uyarlaması, 60’lı yılların ünlü rock’nroll grubu Frankie Valli and the Four Seasons’ın uzun yıllara yayılmış gerçek öyküsü üzerine. Frankie Valli’yi müzikalde de başrolü üstlenmiş olan John Lloyd Young canlandırıyor.

(22 Eylül 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yaşamda Hikâyeler Sonlanmaz, Sinemada Hiç Sonlanmaz

21. Adana Film Festivali’nin orta yerinde, Adana Festivali diyoruz çünkü görünen o ki, Altın Koza bundan böyle arka plânda kalacak, ikinci köklü festival sayılan etkinlik tüm dünyada olduğu gibi kentin adıyla anılacak. Yalnız festivalin daha kaliteli bir başarıya ulaşabilmesi için, isimlerle oynamanın ötesinde yarışmaya katılması sağlanan filmlerin güçlü olması gerekiyor. Şimdiye kadar gösterilen yarışma filmlerinde bunu görmek pek mümkün değil. ‘Gittiler: Sair ve Meçhul’ ile başlayacak olursak filmin adındaki oldukça iddialı söylem içerikte kendine pek yer bulmuyor. Gittiler: Süryaniler, evet gittiler. Sair: Öteki, evet, Öteki. Meçhul, evet çok meçhul.

Filmin bitiminde izleyici soruyor: Filmde geçen hikâyeler tam bitmemiş, görüntü ile konu örtüşmüyor. Evet, hikâyeler bitmiyor, çünkü reel yaşamda da mutlak sona eren bir hikâye yok. Sairlikten gitmek zorunda kalanın kaçış aradığı yeni memleket de aslında kaçtığı memleketten farklı değil: İçindeki dünya aynı kalınca ha Midyat, ha Kopenhag, fark etmiyor.

Silsile’ de farklı değil. Adı üzerinde biri bitiyor, diğeri aynısıyla devam ediyor. Dar mekânda güzel görüntüler, kentsel dönüşüme tabi tutulan İstanbul’un kaçıncı silsilesi, dekatent yaşamın getirdiği birey sorunlarının sinema diliyle vurucu anlatılışı. Yalnız şu menem namus ile kıskançlık paradigmalarını film alt tabanından çekince geriye anlatacak bir malzeme kalmayacak gibi silsile korkuları.

Bu korku ‘Firak’da zirve yapmış gibi. Yeni Türkiye’nin, aslında eski Türkiye, Yeni Sineması. Evet Yeni Türkiye’nin Yeni Sineması, eski konuların yeni tablet ile servis edilmesi. Kadının özgürleşmesine katkı sağlamak amacıyla yer yer abartıya kaçan dinsel metaforlar. Mangal kömürünün ateşi yanında eşantiyon.

‘Toz Ruhu’na gelince, oldukça başarılı temizlik işçisi Metin Tosyalı tiplemesinin asıl meramını anlamak için filmin sonunu beklemek gerekse bile, televizyon dünyasındaki yozlaşmaya ve insanların metalaştırılma meselesine vurgu yapması açısından şayan-ı dikkati hak etmiş.

Yaptığı işten memnun görünse bile aslında memnun olmayan, bunu tuvaleti uzun uzun temizlerken son fırça darbelerinin sertliğinden hissetmek mümkün, yaptığı işin anlamsızlığına kafa yorarken iş zamanını obsesif boyutta uzatan Metin, birden çok mesaj veriyor. Bu evrensel mesajın herhalde film yaparken de geçerli olduğunu düşünüyordur.

(19 Eylül 2014)

Ali Mercimek

Filmekimi 2014’te Kaçırılmaması Gerekenler

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 13. kez düzenlenen ‘Filmekimi’nin İstanbul ayağı 11 – 17 Ekim arasında gerçekleştiriliyor. 13. Filmekimi bu yıl Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Urfa ve Trabzon’un ardından 02 – 09 Kasım tarihlerinde Gaziantep’te düzenlenecek olan Zeugma Film Festivali’ne de uğrayarak Sonbahar Film Günleri’ni daha geniş bir zaman dilimine yaymayı hedefliyor.

Ön programı yaz aylarında oluşmaya başlayan bu Sonbahar film şöleninin 40 kadar filmi bulacak nihai programının detaylarının önümüzdeki günlerde açıklanması bekleniyor. Etkinliğe ilişkin bu ilk yazımızda şenlikte gösterileceği ilân edilmiş olanlar arasından mutlaka izlenmesi gereken 10 filmlik bir listeyi duyurmak istedik. Geçtiğimiz Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde dünya prömiyerini yapmış ödüllü yapımlar bunların çoğu. Bu göz kamaştırıcı toplama yapılacak eklemeleri bir başka yazıda ele almak üzere Filmekimi 2014’te ilk önce izlenmesi gereken 10 filmi şöyle sıraladık.

1- İNSANLARI SEYREDEN GÜVERCİN / A Pigeon Sat On A Branch Reflecting On Existence

71. Venedik Film Festivali’nin Altın Aslan galibi olan yapım, az sayıda film çeken ve adı çoğu zaman Ingmar Bergman usta ile anılan Roy Andersson’un Yaşayanlar Üçlemesi’nin son halkası. İKSV festivallerinde ilk kez gösterilmiş 2000 yapımı İkinci Kattan Şarkılar ile hayran olduğumuz İsveçli sinemacı, çağdaş zamanların Don Kişot ve Sancho Panza’sı misali iki gezgin satıcının yolculuğu çerçevesinde günümüzün, geçmişin ve geleceğin karmakarışık evrenine bir bakış atıyor, varoluş sorunsalı üzerine kafa yoruyor.

2- LEVIATHAN

Dönüş / Sürgün / Elena üçlemesi ile sinemaseverlerin gözdesi haline gelen Andrey Zvyaginzsev’in geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü almış bu son çalışması, günümüz Rusya’sında ahlâki yozlaşmayı cesurca irdelemiş, bu açıdan Kremlin’le polemiğe girmiş, ülkesinde gösterimi yasaklanmış. Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkan yönetmenin, yoz bir belediye başkanının arsasını ele geçirmeye uğraştığı otomobil tamircisinin başına gelenlerle işaret ettikleri, ülkemizde yaşanmakta olan ahlâki ve vicdani çöküntüyle paralellik kuracak cinsten.

3- STILL THE WATER / Futatsume No Mado

Tanınmış Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin Denizi’nde mercanlarla çevrili Amami Oshama adasının eşsiz ekosistemini fon alan son filmi, yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsünü romantik bir ilişki ekseninde masalsı bir bakış açısıyla ele almış. İngilizce ismini ‘Su Durgun’ olarak dilimize çevirebileceğimiz bu özgün yapıt, gelenekler ve yabancılaşma üzerinden Japon toplumunu mercek altına alıyor.

4- DİLE ELVEDA / Adieu Au Langage

Sinemanın yaşlanmayan ustası Jean-Luc Godard 84 yaşında yine formunda. Cannes Film Festivali’nde ilk kez gösterilen bu son filmi, farklı video formatları, cesur 3D denemeleri, sağlam bir mizahi bakış, edebi alıntılar ve kendine özgü kelime oyunlarıyla küreselleşmeden devlet şiddetine, klâsik müzikten aşka birçok konuya değinirken sinema dilinin sınırlarını zorlamaya devam ediyor. ‘Hayalgücü olmayanlar gerçekliğe sığınır’ tümcesiyle açılan bu benzersiz çalışma, ilk kez izleyici karşısına çıktığı Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü kazandı.

5- MOMMY

Montréal, Kanada doğumlu henüz 25 yaşındaki oyuncu, yazar yönetmen Xavier Dolan’ın, 67. Cannes Film Festivali jürisinin hınzır kararıyla sinemanın yıllara meydan okuyan devrimci ustası Godard ile birlikte ‘Jüri Ödülü’ne ortak ettikleri bu yeni filmi, şiddete eğilimli sorunlu ergen oğlunu tek başına büyütmeye çalışan dul annenin hikâyesi üzerine. Çağdaş sinemanın yaramaz çocuğunun coşkun ödipal denemesi müzik, renk ve kurgu seçimleriyle de övgü topluyor ve birçok eleştirmen tarafından en iyi yapıtı olarak değerlendiriliyor.

6- MUCİZELER / Le Meraviglie

67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan bu tek İtalyan yapımı, festivalin ikincilik ödülü anlamına gelen Jüri Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Genç kadın yönetmen Alice Rochrwacher imzasını taşıyan film, geleneksel tarımcılık ve aile yapısını korumak için mücadele veren arıcı bir ailenin hikâyesini medya eleştirisiyle iç içe anlatırken, İtalya’nın değişen tahrip edilmiş doğasını hüzünle gözlemliyor. Rochrwacher bu kişisel filminin senaryosunu yazarken Toskana’da arıcılık yapan kendi ailesinin yaşantısından esinlenmiş.

7- MR. TURNER

Cannes’da daha önce ‘Sırlar ve Yalanlar’ ile Altın Palmiye kazanmış olan usta yönetmen Mike Leigh iki buçuk saat uzunluğundaki bu son çalışmasında 1775 – 1851 yılları arasında yaşamış, Kraliçe Victoria döneminin çizgi dışı romantik ressamlarından Joseph Mallord William Turner’ın yaşam öyküsüne odaklanmış. Empresyonist akımın ve yirminci yüzyılın soyut resminin ilham perisi olarak kabul edilmiş öncü ressamı canlandıran emektar İngiliz oyuncu Timothy Spall’in Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülüyle döndüğü Mr. Turner, son yılların en görkemli ‘biopic’lerinden biri olarak tanımlanıyor.

8- TIMBUKTU

Afrika sinemasının en büyük isimlerinden Abderrahman Sissako’nun filminin dünya prömiyeri de yine Cannes Film Festivali’nde gerçekleşmişti. Burada Ekümenik Jüri Ödülü’ne layık görülen yapım, bu yılın en çarpıcı filmlerinden biri olarak gösteriliyor. Mali’nin kuzeyinde şeriat yasalarının geçerliliğinin ilânıyla birlikte futbol oynamak ve müzik dinlenmenin bile yasaklanması üzerine birçok ailenin yaşamının nasıl karardığını duygusal bir bakış açısıyla çobanlık yapan bir aile üzerinden anlatıyor deneyimli sinemacı.

9- İKİ GÜN, BİR GECE / Deux Jours, Une Nuit

Festivallerin gözdesi, iki Altın Palmiyeli Belçikalı usta sinemacılar Jean-Pierre ve Luc Dardenne’lerin son filmi. İlk kez bir yıldız oyuncuyla çalışan ve filmin başrolündeki Sandra için Marion Cotillard’ı seçen kardeş yönetmenler, artan maliyetler nedeniyle işçi çıkarma yolunu seçen küçük işletme işvereninin kararı karşısında, işini kaybetmemek için çalışma arkadaşlarını alacakları primden vazgeçirmeye çalışan fabrika işçisi kadının iki gün, bir gecelik mücadelesini soluk soluğa anlatırken, günümüzde sosyal dayanışmanın önemine parmak basıyorlar.

10- ONE ON ONE / Il-dae-il

Uzak Doğu’nun şiddet ve sertlikle özdeşleşmiş sinemacısı Kim Ki-duk’un geçtiğimiz Venedik Şenliği’nde dünya prömiyerini yapmış son filmi. Yine beklenmedik bir şiddet içeren bu yenilikçi politik sinema örneğinde, derin devlet terörüne benzer yöntemlerle kafa tutan eski komando erinin varoluşçu intikam hikâyesini, alamet-i farikası metafizik temalar üzerinden anlatmayı seçmiş Güney Koreli sinemacı.

(14 Eylül 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Son Gerçeklik Bilgisayar Olacak

Açık Pencereler (Open Windows)
Yönetmen-Senaryo: Nacho Vigalondo
Müzik: Jorge Magaz
Görüntü: Jon D. Dominguez
Oyuncular: Sasha Grey (Jill), Elijah Wood (Nick), Neil Maskell (Chord), Nacho Vigalondo (Richy), Ivan Gonzales (Tony), Travante Rhodes (Brian), Adam Quintero (Pierre)
Yapım: İspanya-ABD (2014)

Nacho Vigalondo’nun Austin şehrinin gece atmosferinde geçen “Açık Pencereler” filmi, postmodern zamanlarda gerçekliğe yeni bakış sunuyor. Her şey bilgisayar ekranından.

İspanyol yönetmen Nacho Vigalondo, 1977 doğumlu ve bilgisayar çağının ilk nesillerinden. Çocukluğunda karşısına çıkan ilk şey bilgisayardı. Çok geçmeden 1990’larda internet her yeri kuşattı ve kendi gerçekliğini yarattı. Yönetmen Vigalondo, bu yeni gerçekliğin, sanal gerçekliğin bilgisayarla nereye kadar gelebileceğini gerilim sineması içinde araştırıyor. Aslında 20. yüzyılda çeşitli dönemlerde kendini hissettiren postmodern durum, masumane biçimde modernizmin sert hatlarına ve derin sınıfsal uzaklıklarına, biçim ve içerik açısından tepki geliştirdi. Ama maalesef yeni biçim ve içerik geliştiremediği için modern olanın anlatımlarından yardım buldu.

Vigalondo’nun gerçek zamanlı “Açık Pencereler” filmini seyretmeden önce ilk aklınıza Hitchcock’un 1954 yapımı renkli “Rear Window-Arka Pencere” film geliyor. Ama filmi izlemeye başladığınızda başka bir üretilmiş gerçeklikle karşılaşıyorsunuz. Buradaki pencereler, bilgisayar terimi olmuş bilgisayar ekranında açılan pencereler. Buralardan canlı görüntüleri, fotoğrafları, telefon görünmelerini, yazıları aynı ekranda aynı anda takip edebiliyorsunuz. Aslında karşınızdaki insanla görüntülü görüşme yapabiliyorsunuz, tweet atabiliyorsunuz, facebook’ta bir dolu arkadaşınız oluyor, 3G’yle canlı yayın yapabiliyorsunuz, sanal medya gelişiyor. Vigalondo’nun bu filmini izlerken çoğu insan yabancılaşmayacak. Haz bile alacaklar. Yönetmen Vigalondo, ilk uzun filmini 2007’de “Los Cronocrimenes-Suç Zamanı” bilimkurgu-gerilimiyle yaptığını da hatırlatalım.

Tuhaf olayların içinde…

Yeni korku sinemasının yükselen değeri Jill Goddard’ın son filminin bovling sahnesiyle açılıyor film. Jill için en iyi internet sayfasını yapan ve Amerika’nın başka bir yerinden uzak Teksas’ın Austin şehrine davetle gelen Nick Chambers’ı bu otel odasından başlayarak tuhaf ve beklenmedik bir macera bekliyor. Bilgisayar ekranında beliren bir pencerede Chord adında yüzün hiç görmediği birinin yönlendirmesiyle gecenin içindeki Austin’de yolunu kaybedip hapsolan bir Nick’in hikâyesi bu. Yönetmen finali gerçekten belirsiz bırakmış. Belki de devam filminde Nick ve Jill’in akibetini görebileceksiniz.

Jill, sinemada yükselirken, aşk konusunda da kafası karışık. Otelde oyuncu sevgilisini atlatıp, menajerinin odasında buluştuğunda, Chord, Nick’i kamerayla kendi odasından onları dikizlemesini istiyor ve iş çığırından çıkmaya başlıyor. Her şeyi uzaktan komut veren Chord bir oyun oynayarak, Nick’in odasındaki ışıklarını yakınca menajer Nick’in odasındaki kameranın farkına varıyor ve elbette peşinden geliyor. Ama Chord’un bir dolu plânı var. Chord’un dediklerini yapan Nick, dizüstü bilgisayarıyla otelden çıkıyor bir arabayla. Bu gecenin içindeki yolculukta, kendilerine Prada Triop diyen Parisli “hacker” Pierre ve arkadaşları Nick’e yardımcı oluyorlar. Ama her şey raydan çıkıyor ve şiddet-gerilim çoğalıyor. Gerisini sinema perdesinde keşfetmek gerekecek. Filmde birçok anı bilgisayar ekranındaki pencerelerden takip edeceğinizi hatırlatalım. Geniş final bölümünde başkalarının kullandığı kameralarla da atmosferin içinde oluyorsunuz ama. Günümüzün sözü şu herhalde: Bilgisayarsız olmuyor. Hatta internet olmadan hiç…

(11 Eylül 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Aktörün Hüzünlü Vedası

Her ölüm erkendir ancak çok yetenekli bir aktörün vakitsiz vedası yürekleri daha bir burkuyor. Philip Seymour Hoffman’ın ölümünden önce çekimleri tamamlanan ‘İnsan Avı’, tüm dünyada olduğu gibi bizde de aktörün beklenmedik kaybının ertesinde gösterime girdi. ‘Boogie Nights’dan ‘Magnolia’ya, Oscar ödülünü aldığı ‘Capote’den ‘Şüphe’ye birbirinden renkli ve güçlü yorumlarıyla çağımızın en iyi aktörlerinden biri olarak belleğimizde yer etmiş Hoffman’ın vasiyet performansı olmasının yanı sıra, son dönemin dikkatleri çeken isimlerinden Anton Corbijn’in hüzün yüklü filmografisine çok yakışan bir çalışma bu.

Hollanda asıllı sinemacıyı müzik fotoğrafçısı olarak tanıdık önce. Doksanlı yıllardan başlayarak David Bowie, Bryan Adams gibi devler, U2, Depeche Mode, R. E. M., Metallica gibi efsanevi rock grupları için kotardığı videolarla hep gündemdeydi Corbijn. Nitekim ilk uzun metrajı 2007 yapımı ‘Kontrol’, yetmişli yılların parlak rock grubu Joy Division’ın genç yaşta hayata veda eden solisti Ian Curtis üzerine biyografik bir denemedir. ‘Kontrol’ bizde olduğu gibi tüm dünyada çok sevildi, sayısız ödül topladı. İşçi kasabası Macclesfield, Manchester’in -Curtis’in tanımıyla- gri sefil atmosferini çarpıcı bir siyah-beyaz sinematografi ile vermeyi deneyen yönetmen, müzik videocularının hareketli kurgu ya da eksantrik kamera açıları benzeri alışkanlıklarını bir yana bırakarak, Kurt Cobain öncülü bir yaralı ruhun çıkmazını sakin ve etkileyici bir sinema diliyle beyazperdeye taşımıştır bu ilk uzun metraj denemesinde.

Corbjin’in bir sonraki çalışması 2010 yapımı ‘The American’ bizde, uyarlandığı Martin Booth romanının özgün adından (A Very Private Gentleman) esinlenerek ‘Centilmen’ adıyla vizyon görür. Kelebek dövmeli George Clooney’nin canlandırdığı acımasız bir kiralık katilin Dalarna, İsveç’in karlı soğuğunda başlayıp Güney İtalya’nın daracık sokakları ve ortaçağ mimarisinin tüm gizemini barındıran küçük kasabası Castel del Monte’de sonlanan hikâyesi üzerinedir film. Hollandalı sinemacı bu ilk Amerikan sermayeli yapımında izleyicisini yine şaşırtmış, aykırı karakterinin öyküsünü çağın hızlı aksiyon numaralarına yüz vermeden sakin sakin anlatmayı yeğlemiştir. Corbijn’in narsisist sinematografisiyle oyunculardan rol çalar şirin İtalyan kasabası. Jean-Pierre Melville’in Alain Delon’lu benzersiz filmlerini hatırlatan ‘Centilmen’, mücadelelerine tanık olduğumuz kanun dışı karakterleriyle yetmişlerden günümüze ışınlanmış gibidir.

Özgün adını ‘Birinci Derecede Aranan Adam’ (A Most Wanted Man) olarak dilimize çevirebileceğimiz John le Carré uyarlaması ‘İnsan Avı’, yazarının haklı şöhretine halel getirmeyen, tam Hollanda asıllı yönetmenden beklendiği gibi dört başı mamur bir casusluk serüveni. Mekân bu defa Kuzey Avrupa’nın liman kenti Hamburg. Aranan adamımız ise kente kanunsuz giriş yapmış olan Çeçen mülteci Issa Karpov. Yüzyıllar boyunca sığınmacılara kucak açmış liman kenti 11 Eylül saldırısı sonrası alarmdadır ve kara kaşlı kara gözlü tüm yabancılara muhtemel düşman gözüyle bakılmaktadır artık. Alman istihbarat teşkilatının yanısıra, CIA de esrarlı yabancının izini sürmektedir. Anti terör biriminin başındaki eski toprak ajan Günther Bachmann’ın devreye girmesiyle işler kızışacak, terörle mücadele kisvesi altında kapalı kapılar ardında dönen politik oyunlar olayların yönünü belirleyecektir.

Gizemli öyküsünü her zamanki sakin ustalığıyla anlatıyor Corbijn. Uzun plânlardan, uzun diyaloglardan kaçınmıyor. Alamet-i farikası haline gelmiş uzak mesafe kompozisyonları yine etkileyici. Tanınmış görüntü yönetmeni Benoit Delhomme’un kamerası aracılığıyla Kuzey’in anlı şanlı liman kentini tüm güzelliği, esrarı ve uzaklığıyla görüntülüyor. Kozmopolit Hamburg’un yalnız sokaklarında, diskolarında, izbe barlarında, Türklerin yaşadığı varoş mahallelerinde geziniyor.

Merakla takip edilen hikâyesini zengin bir karakter çalışmasıyla besleyen bir film ‘İnsan Avı’. Corbijn bu üçüncü opus’unda da yalnız ve kırık erkek karakterleri merkeze almış. Seyir zevkini bozmamak için detaylarını bu satırlarda vermeyeceğimiz acılı çocukluk ve işkenceyle geçmiş hapis yıllarının ardından Hamburg’a sığınmış Issa Karpov’da yükselen Rus oyuncu Grigoriy Dobrygin ile tanışıyoruz. Filmin ağır topu ise kuşkusuz Philip Seymour Hoffman’ın hayat verdiği Bachmann karakteri. Yılların yorgunluğunu ve yalnızlığını çoğunluk içki kadehlerinde, geceleri yalnız kaldığında piyanosunun başında Bach ezgileriyle gidermeye çalışan kırık dökük bir adam Günther. Bir aile kuramadığı gibi, gerek kendi üstleriyle gerekse Amerikalı ajanlarla işbirliğinde hep ters köşede kalmış bir yalnız adam. Büyük aktörün Corbijn sinemasının hüznü içinde yoğrulan bu son mükemmel performansıyla sanat ve gerçek yaşamın büyülü içiçeliğine tanık oluyoruz bir kez daha.

(09 Eylül 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gri Göğün Altında Bir Hamburg

İnsan Avı (A Most Wanted Man)
Yönetmen: Anton Corbijn
Eser: John Le Carré
Senaryo: Andrew Bovel
Müzik: Herbert Grönemeyer
Görüntü: Benoit Delhomme
Oyuncular: Grogoriy Dobrygin (Issa Karpov), Phillip Seymour Hoffman (Günther Bachmann), Willem Dafeo (Tommy Brue), Rachel McAdams (Annabel Richter), Robin Wright (Martha Sullivan), Nina Hoss (Irna Frey), Homayoun Ershadi (Abdullah), Mehdi Dehbi (Jamal), Daniel Bruhi (Maximilian), Vicky Krieps (Niki), Kostja Ullmann (Rasheed), Franz Hartwig (Karl), Derya Alabora (Leyla Oktay), Tamer Yiğit (Melik Oktay), Rainer Bock Dieter (Mohr)
Yapım: Demarest Films-Film4 (2014)

Hollandalı yönetmen Anton Corbijn’in Batı dünyasının önyargılarını casuslar üstünden yansıttığı “İnsan Avı”, sezonun önemli ve değerli filmlerinden. Bir yönüyle bu filmden sonra ölmüş Phillip Seymour Hoffman’a da saygı sunuşu.

İngiliz yazar John Le Carré ve casuslar yine beyazperdede. Bu bile Hollandalı yönetmen Anton Corbijn’in 2014 yapımı sinemaskop “A Most Wanted Man-İnsan Avı” filmini önemli yapıyor. Ama daha önemli ve değerli yapansa, Batı önyargılarına, korkularına ve endişelerine samimi bir anlatımla yaklaşması. Filmin içinde dolaşırken, Çeçen olduğunu söyleyen Issa Karpov’u başlarda uzaktan gösteren ve ilk bakışta Hamburg’a terör eylemi yapmaya gelmiş bir Müslüman olarak algılatıyor. Yönetmen sadece bununla kalmıyor, Müslüman cemaatin apartman dairelerindeki ibadetlerini biraz soğuk bir estetikle yansıtarak bu önyargıyı daha da somutlaştırıyor. Yönetmen bununla da yetinmiyor, Alman vatandaşlığı için başvurmuş anne oğul Leyla ve Melik Oktay’ı da neredeyse bu önyargının içine alıyor. Hikâye derinleştikçe bazı şeyler açılıyor ve merak duygusuyla beraber çarpıcı final anlarına varılıyor. Bu filme dokunurken, sinemaseverlerin merak duygularına ve keşiflerine de saygı sunmak gerekecek. Biliyorsunuz, casusluk filmleri de polisiye sinemanın alt türlerinden biri ve her şey sona kadar devam ediyor.

Issa’nın kaderini izlerken…

Lübnan’da Amerikalıların aceleciliği yüzünden her şey mahvolduktan sonra şimdi Terörle Mücadele Birimi’nde potansiyel terörist Müslümanları ekibiyle takip eden Günther Bachmann, asıl adı Ivan olan Rus-Çeçen karışımı Issa Karpov’u liman şehri Hamburg’a mülteci olarak gelişinden itibaren takibe alıyor. Hep muhbirlerle çalışan Gunther’in buradaki muhbiri de üniversite örencisi Müslüman Jamal. Jamal’ın kim olduğunu filmin derinliğinde keşfediyorsunuz. Issa, Rusya’da korkunç işkencelerden geçmiş, Türk hapishanelerinde yatmış sessiz ve sakin biri. Çember sakallı ve ilk bakışta bir terörist gibi. Issa, bankacı Tommy Brue’yu arıyor. Ama öncesinde yolu bir göçmen Türk ailesiyle kesişiyor. Leyla’nın pazar poşetlerini taşıyan Issa, ailenin döküntü dairesine yerleştikten sonra, Leyla’nın oğlu Melik, göçmenlere yardım eden avukat Annabel Richter’den yardım istiyor. Filmde bundan sonra gerilim yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Gunther, Annabel ve Issa’yı gözetim altında tutarken, Annabel, bankacı Tommy Brue’ya ulaşıyor. Issa’nın bankada yüklüce hesabı olduğunu kanıtlıyor. Issa’nın babasıyla Tommy’nin babası eskiden çok iyi dostlarmış. Issa’nın babası mafya liderlerindenmiş ve kara paraları Tommy’nin babasının bankasına yatırıyormuş. İşte Issa babasından kendine kalan mirası istiyor. Acaba istiyor mu? O inanmış bir Müslüman olarak haram yer miydi? Ölmüş babasına da nefret besliyor Issa. Babası, 15 yaşındaki annesine tecavüz etmiş, annesi İssa’yı doğururken ölmüş.

Bir de Faysal Abdullah var. Abdullah, seminerler yapıp bağışlar topluyor ve açlık ve yoksulluk çeken Müslüman ülkelere paraları yolluyor. Ama Gunther bir şey fark ediyor. Abdullah, Kıbrıs’ta denizcilik faaliyeti yapan “Seven Friends” şirketi üstünden İslamcı terör örgütü El-Kaide’ye gönderiyor. Abdullah, böyle yaparak daima Arap ülkelerinin yoksul halkını sömürmüş Batı’dan intikâm mı alıyor? Yoksa Batı’ya savaş açmış El-Kaide’ye minnettarlığını mı gösteriyor? Filmin ikinci yarısıyla gerilim ve merak duygusu çoğalıyor. Sinema perdesinde dokunmak ve fark etmek gerekiyor. Final bölümünün çok özel olduğunu belirtmeliyiz. Her şey beklenmedik anda oluyor ve bitiyor. Açık uçlu finalde boşluğa düşüyorsunuz. Yönetmen Corbijn, her iyi yönetmen gibi bazı şeyleri seyircilerin hayal gücüne bırakmış.

Yer yer öfkeli kamera…

Yönetmen, çoğu anda hafif el kamerası kullanarak yer yer öfkesini de dışarıya çıkartabilmiş bu estetik alıştırmalarıyla. Ama asıl çarpıcı olansa gri bulutlar altındaki ıslak bir liman şehrini, romantizmden uzaklaştırarak gerilim yüklü bir şehre dönüştürmüş. Büyük Fransız kameraman Benoit Delhomme’un, hem iç hem de dış mekânlardaki çerçeveleri ilham verici. Delhomme, Vietnamlı usta Tran Anh Hung’un 1993’teki “Miu du du Xanh-Yeşil Papayanın Kokusu” ve 1995’teki “Xich ho-Bisikletçi” filmlerinde unutulmaz çerçeveler oluşturdu. Cédric Klapisch’in 1996’daki “Chacun Cherche son Chat-Herkes Kendi Kedisini Arar” filmini de hatırlamalı.

Gunther, Hamburg için filmin bir yerinde, yurtsuz kalmış olanlara kapılarını açtığını hatırlatıyor bu liman şehrinin. Burası göçmenler şehri olmuş hep. Hamburg, bir kanallar şehri de ayrıca. Bu şehre âşık olma ihtimaliniz var. Filmdeki bazı anlar da unutulmaz. Gizli bir yerde, Gunther ve ekibinin Annabel’i sorguya çekmeleri, gizli kamerayla ve sesle Issa’nın izlenmesi gibi. Ama Abdullah’ın bankada kâğıtları imzaladığı sahnedeki gerilim gerçek anlamda insanı geriyor. Zaman adeta yavaşlıyor, üstünüze kasvet çöküyor ve koltuğunuzda hafifçe kıvranıyorsunuz bu anlarda. Tam anlamıyla Hitchcock ruhuyla. Elbette Annabel ve Issa’nın peşlerindeki ajanlardan kaçma sekansı da unutulmaz. Özellikle de metro anları.

1955 doğumlu Hollandalı yönetmen Corbijn’in 2007 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Control-Kontrol” filmini görmüştük. İngiliz müzisyen Ian Curtis’in kısa süren hayatını anlatıyordu film. Yönetmenin 2010 yapımı “The American-Centilmen” suç-geriliminden hatırlayabilirsiniz. Bu filmin en hüzün verici tarafıysa Phillip Seymour Hoffman. 2014 yılında öldü ve sinemanın önemli kayıplarından biri. Özellikle bu filmdeki performansını görünce daha iyi anlıyorsunuz bunu. Hoffmann, 2005 yılında Bennett Miller’ın “Capote” filmiyle “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı. Corbijn’in “İnsan Avı” filmini sinema perdesinde görmek gerek. Son jenerikte Tom Waits’in “Host That Rag” şarkısında sesini duymak insana iyi geliyor. Müzik de muhteşemdi. Bir itiraf, dinden ve kuşatıcılığından korkuyordum. Korkum ve endişem bu filmden sonra da devam ediyor, üzgünüm.

(03 Eylül 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kaan Müjdeci’nin Filmi Sivas’ın İlk Gösterimi Gerçekleştirildi

Sivas, Kaan Müjdeci’nin ilk uzun metrajlı filmi… Dünya prömiyeri, 71. Venedik Film Festivali’nde yapılacak. Çünkü genç yönetmenin filmi festivalin ana yarışma bölümüne seçildi. Müjdeci, ilk uzun metrajlı filmiyle Venedik Film Festivali’nin ana yarışma bölümüne seçilen ilk Türk yönetmen oldu.

Film, 11 yaşındaki Aslan adlı bir çocuk ile Sivas isimli bir dövüş köpeğinin, bozkırda geçen hikâyesini anlatıyor.

Büyük bir başarıya imza atan genç yönetmen, 27 Ağustos’ta başlayacak olan festivalde ustalarla aynı kategoride yarışacak. Sivas’ın yer aldığı yarışma bölümünün jüri başkanlığını bu yıl, ünlü Fransız besteci Alexandre Desplat üstleniyor.

Sivas, festivalin hemen öncesinde 25 Ağustos Pazartesi günü düzenlenen gösterimde basın mensuplarıyla buluştu. Filmi yazan ve yöneten Kaan Müjdeci, ortak yapımcı Nesra Gürbüz, müzik ve ses direktörü Cevdet Erek ve senaryo danışmanı Önder Çakar, gösterimin ardından basın mensuplarıyla bir araya geldi.

Kişisel Olarak Orada Olmak Yeterli

Venedik’e gideceği için çok mutlu olduğunu söyleyen Müjdeci; “Festivalde ödül umudum yok. Ama oraya gitmek çok zevkli, eğleneceğiz orada. Zaten gidip Altın Aslan alalım diye bir düşüncemiz yok. Orada bir sürü usta yönetmen var. Benim için kişisel olarak orada olmak yeterli” dedi.

Ekip festivalin yanı sıra, çocuklar ve hayvanlarla yapılan çekimler hakkında soruları da yanıtladılar.

Kaan Müjdeci, konunun yaşanmış bir hikâye olmadığını, olsaydı diye düşünüp yazdığını söyledi. Aslında köy yaşamını tam olarak bilmeyen yönetmen üç aylık yaz tatillerini genellikle köyde geçirdiğini ve aklına gelen bu senaryo için araştırma çekimleri hatta bir belgesel çektiğini anlattı: “Türkiye’deki şampiyon köpekleri ve sahiplerini anlatan ‘Babalar ve Oğulları’ adında kısa bir belgesel yaptım, hikâye kendi kendine oluştu. Ardından da Sivas’ın hazırlıkları başladı. Çocuk oyuncuyu keşfetmek kolay olmadı. Yozgat Yerköy ve çevresindeki bütün okullara gittik ve okuldaki çocukları çektik. Aslan rolünde aslında başka bir çocuk vardı. Son anda, 3 gün kala oyuncu koçumuz Kutay Sandıkçı ile oturduk ve sonunda Doğan’a karar verdik. Çocuklarla 3 ay çalıştık. Köpeklerle ve çocuklarla bir aile gibiydik. Köye yerleştik ve köpeklere biz baktık. Ön hazırlığımız çok iyiydi o nedenle çekimlerde zorlanmadık. Çocuklarla ve köpeklerle çekim yapmak yormadı beni ama montajda yoruldum” dedi.

Hayvanlara zarar vermemek için çok uğraştık

Filmin sonunda “Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir” yazmasına rağmen, filmde köpek dövüşü ve at taşlama gibi hayvanların zarar görme ihtimali olan görüntülerin olması sorulduğunda Müjdeci: “Hayvanlara zarar vermemek için çok uğraştık. Aslında film vizyona girdikten sonra bu konuyu açıklayıp videolarla anlatmak istiyorum. Çekimlerden önce köpeklerle ilgili çok bilgi topladım. Üç ayrı veterinerle çalıştım. Çok az dozlarda yatıştırıcılarla hayvanları çekime hazırladık. Kanlı görüntüler ise tamamen makyaj” diyerek hayvanların çekimleri için çok uğraştıklarını anlattı.

Kaan Müjdeci’nin sinemayı çok sevdiğini ve çok çalıştığını anlatan senaryo danışmanı Önder Çakar ise “Bir çocuğun gözünden şiddete, dövüşe ve kana bakışı çok enteresandı. Kaan’ın değiştirdiği sekizinci senaryosu. Ben de müdahale etmekten çok Kaan’ın içindeki sinemayı çıkartması için destek verdim. Dikkat etmesi gereken konuları işaret ettim. Kaan bizi çok gururlandırdı ona çok teşekkür ediyorum” dedi.

Filmini Neşat Ertaş’a adayan Kaan Müjdeci, Ertaş’ı çok sevdiğini ve Bozkır’ı en iyi onun anlattığını belirtti. Araştırmalar için Yozgat’a gittiklerinde ölüm haberini aldıklarını ve cenazesine gittiklerini anlattı.

Sivas’ın başrollerinde, Doğan İzci ve Çakır oynuyor. Ana oyuncuların neredeyse tamamının, Yozgat Yerköy’de yaşayan halktan oluştuğu filmde, Muttalip Müjdeci, Hasan Özdemir, Ezgi Ergin, Furkan Uyar ve Hasan Yazılıtaş’a, profesyonel oyuncular Ozan Çelik, Banu Fotocan ve Okan Avcı eşlik ediyor.

Sivas filmi Venedik Film Festivali’nden sonra, Antalya Film Festivali’nde ve Küba’da bir festivalde izleyici ile buluşacak. Film, festivallerden sonra vizyona girecek. Müjdeci, filmde çocuk ve köpek var ama medyatik oyuncu olmadığı için yeterli salon bulamamalarına da isyan etti.

İstanbul Film Festivali Köprüde Buluşmalar Atölyesi kapsamında 1000 Volt Post Prodüksiyonu Ödülü alan ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün yapım desteği ile gerçekleştirilen “Sivas”ın çekimleri, geçtiğimiz sene Yozgat’ın Yerköy ilçesinde gerçekleştirildi. Filmin görüntü yönetmenliğini Armin Dieroff ve Martin Hogsnes Solvang üstlenirken, kurgusunu ise Yorgos Mavropsaridis yaptı.

(26 Ağustos 2014)

Serpil Boydak

Arda Uskan da…

Arda Uskan da 2014’ün yitikleri kervanında yerini aldı. Benim için her şeyden önce sinemacı idi, her ne kadar filmlerine ulaşmak imkânım olmasa da. Felek (1973) filmi piyasaya çıktı mı, onu dahi doğru dürüst bilmiyorum. Çizmeli Kedi’nin (1976) gösterime çıktığı biliyorum ama bu da kaçan bir fırsattı. Uskan’ın adı ile anılan Gecelerin Ötesi, bir tesadüf sonucu öğrendiğim kadarı ile tamamlanamamış bir film. 1974’te yapımına başlanan, Erksan’ın unutulmaz filminin adaşı olan film, tamamlanamaz. Filmin yapımcısı Günay Kosova bir yıl sonra 1975’de Uskan’ın çektiği bir kısım filmi de kullanarak ve kendi yönetiminde bir başka film yapar: İster Darıl İster Sarıl. Bu filmlerden Felek, Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nde (cilt: 1) yer alır (s. 497), Cilt 2’de ise Arda Uskan’ın Gecelerin Ötesi’ni (s. 19 ) görürüz. İster Darıl İster Sarıl, 1975 filmleri arasında yer almaz. Bundan sonra Özgüç’ün Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü’nde 1974 filmleri arasında 430. sayfada Gecelerin Ötesi (Uskan), 1975 filmleri arasında ise 455. sayfada İster Sarıl İster Darıl (Kosova) yer alır. Gecelerin Ötesi, Günay Kosova’nın yapımı olarak, senaryosunu Uskan’ın yazdığı Muhlis Hasa’nın görüntediği bir filmdir, oyuncuları ise Seyyal Taner, Orçun Sonat, Menderes Samancılar, Nur-Ay, Ekrem Gökkaya’dır. İster Darıl İster Sarıl, her ne kadar yapımcı adı verilmeden Güray Film yapımı olarak gösteriliyorsa da bu Güray’ın Günay olması gerektiği düşüncesindeyiz. İster Darıl İster Sarıl’ın senaryo yazarı ve yönetmeni olarak Günay Kosova gösterilirken görüntü yönetmeni olarak Abdullah Gürek adı veriliyor, oyuncuları ise, Seyyal Taner, Orçun Sonat, Mesut Engin, Sami Tunç, Canan Candan, Nur-Ay, Menderes Samancılar, Ekrem Gökkaya, İbrahim Kurt, Şenay Güngör, Arzu Okay… Görülecek ki italik harflerle yazılan oyuncular her iki filmde de oynamaktadır. Gecelerin Ötesi, için verilen konu özeti: “Artist olmak isteyen bir genç kız, büyük paralar kazanmayı düşleyen bir genç ve bir fotoğrafçının büyük kentteki öyküsü” iken, İster Darıl İster Sarıl da “Kenar mahalledeki beş arkadaşla plânladıkları ama başaramadıkları bir soygunun öyküsü” oluyor. İki filmin aynı olduğunu söylemiyorum, Uskan’ın yarım (?) kalan -daha doğrusu ne kadarı çekilebildi bilmiyorum ama tamamlanamayan- filminin, değiştirilerek Kosova tarafından tamamlandığıdır. Bu ilk defa yapılan bir şey değildir belki fakat ikisinin birden “film sözlüğü” kitaplarına girmesini anlamak mümkün değildir.

Tüm bunlar Arda Uskan’ın filmlerine değinildiği, yitirilmesi ile ilgili yazının yazılması ile oldu.

Bu arada yazılması gereken bir başka konu ise, Arda Uskan’ın babası ile ilgili. Arda Uskan’ın babası yazar ve eleştirmen Adnan Benk’tir, Arda’nın tam adıda Arda Uskan Benk oluyor böylece… Film olarak sadece iki (tam) film çekebilen Arda Uskan bir süre de -popüler olan arabesk- filmlere senaryolar yazmıştır. Bunlarda sinemacılığının yönetmenlikten ibaret olmadığı gösterir. Asıl ilginci babasının da bir zamanlar belge film çekimlerine katılmış olmasıdır.

(02 Eylül 2014)

Orhan Ünser