Kategori arşivi: Yazılar

Davulcunun İktidar Mücadelesi

Tam bir yıl öncesinin Sundance Film Festivali’nde başladı ‘Whiplash’in önlenemez yükselişi. Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli destekçisi olarak Hollywood üretim tarzına alternatif sunma amacı güden Sundance’in ardından Cannes Film Festivali seçkisinde ilgiyle izlenen filmin son durağı ironik bir biçimde Hollywood mitinin kutsandığı Akademi ödülleri oldu. Tam beş dalda Oscar’a aday gösterilen ve başrol oyuncularından J. K. Simmons’un en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında ödüle ulaşacağına kesin gözüyle bakılan ‘Whiplash’in bu denli heyecanla karşılanmasının nedenleri ne olabilir.

New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde bir müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki Andrew ile sıra dışı eğitmeni arasındaki fırtınalı ilişki Amerikan anaakım sinemasının şablonlarından pek farklı değil. ‘Subay ve Centilmen’ ya da Kubrick ustanın unutulmaz klâsiği ‘Full Metal Jacket’de katı disiplini ve acımasız yöntemleriyle erleri eğiten çavuşlardan pek farklı bir yerde durmuyor eğitmen Fletcher. Öğrencisinin
mükemmele ulaşması yolunda manevi baskı yanında fiziksel şiddet uygulanmaktan çekinmiyor. Tedirgin gencin özgüven eksikliğiyle oynuyor ve onu kendine özgü yöntemlerle manipüle ediyor. Acımasız rekabet ve kişisel başarı üzerine odaklanmış çağdaş Amerikan toplumunda muktedirin gözüne girmek için her şeye katlanıyor orta sınıftan gelme Andrew. Eğitimini aksatacak arkadaş ilişkilerinden, sosyal hayatından vazgeçmeye kadar gidiyor iş. Bu varolma mücadelesi giderek bir iktidar savaşına dönüşüyor ve yükselen bir düelloyla savaş kızışıyor.

Akademi’nin gözünden kaçmayacağı çok aşikâr bu başarı öyküsü filmin yönetmeni Damienne Chazelle’in kişisel deneyimlerinin izini taşıyor. Benzer bir okulda benzer bir eğitmenle caz bateristliği üzerine çalışan genç adam yeteneğinin sınırlarını farkederek müziği bıraktığını açıklıyor söyleşilerinde. Yine de bir caz
trompetçisinin aşk hikâyesini anlattığı ilk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ya da senaryo ortaklığını yaptığı ve bir konser piyanistinin sahne korkusu üzerine şekillenen ‘Grand Piano’ (2013) hep müzik çevresinde gelişen hikâyeler. Halen üzerinde çalıştığı ve Emma Watson ile ‘Whiplash’in savaşçı genç davulcusu Miles Teller’ın başrolleri paylaştıkları yeni işi ‘La La Land’ bir kez daha bir caz piyanisti ile oyuncunun aşkına odaklanmış.

Adını klasik cazın ünlü bestecisi Hank Levy’nin aynı adlı eserinden alan ‘Whiplash’ caz üstadlarından hayli eleştiri aldı. Fletcher’ın militarist eğitim tarzının cazın ruhuna aykırı olduğu ya da sürekli dile getirdiği caz tarihinin en büyük davulcularından Jo Jones’un saksafon üstadı Charlie ‘Bird’ Parker’a zil fırlatarak onu daha kusursuz çalmaya teşvik etmesinin yanlış yorumlandığı söylendi. Ancak cazseverleri mest edecek, ilgi duymayanlara cazı sevdirecek harika ses bandı bir yana, ‘Whiplash’i caz üzerine bir
film olmaktan ziyade yönetmenin geçmiş travmalarının bir terapisi olarak değerlendirmek daha doğru. Chazelle psikodramatik bir yaklaşımla geçmişte yaşadığı hayal kırıklıklarını yeniden ve farklı bir biçimde inşa ederek kendi yaralarını sarıyor. Başarıya odaklanmış çağdaş kapitalist düzeni sorgulamamıza aracı oluyor. Sanat çevrelerindeki rekabetin acımasızlığını vurguluyor. Jazz Band’i bir kenara iterek unutulmaz iki oyuncusunun yakın planlarıyla iki farklı kuşağın iktidar mücadelesini öne çıkarıyor. Ve finalde caz davulcusunun tüm enerjisini ortaya koyduğu Juan Tizol bestesi ‘Caravan’ eşliğinde değme western’e taş çıkartan muazzam bir final düellosu armağan ediyor sinemaseverlere.

(25 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşkın Üçgenleri: François Truffaut

Fransız “Yeni Dalda” akımının öfkeli yaratıcı yönetmeni François Truffaut’yu, “Unutulmayan Sevgili” ve “Evlenmekten Korkmuyorum” filmlerini paylaşmak istedik.

“Unutulmayan Sevgili…”

Sinemanın büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim -Unutulmayan Sevgili”, bohem ruhlu üç insanın sonu trajediyle buluşan beraberliklerini coşkulu ve kederli bir sinema diliyle yansıtıyor. Bu bir aşk üçgeniydi Fransız ruhuyla buluşan. Aşk denen şey karmaşık ve çoğul muydu? Fransız yazar Henri-Pierre Roché’nin (1879-1959) biyografik özellikler taşıyan romanından senaryoyu Truffaut’yla beraber Jean Gruault yazmış. Gerilimli, kederli ve coşkulu müzikleri George Delerue (1925-1992) bestelemiş. Filmdeki müzikler, hem de dönemlerin hem de karakterlerin ruhlarıyla buluşabilmiş. Zaman zaman müzikler sessiz dönem ruhunu da hissettiriyor. Delerue, müzikleriyle sinemaya çok şey katmış bestecilerden, büyük ustalardan. “Yeni Dalga”nın ruhu olan Raoul Coutard’ın üç insanın coşkusu ve kederiyle buluşan kamerası da bu filmi anlamlaştırmış. Filmi, Les Films du Carosse sunmuş. Yoğunlukla izlenimci estetik taşıyan bu filmin gerçek anlamda ruhu Jean Renoir’la buluşuyor. Filmde çoğunlukla zincirlemeli, bindirmeli ve kaşlı stil alıştırmaları da yapılmış. Hatta “şok zum”lu çekimler de öne çıkmış. Filmde nostaljiye ve yaşanmışlığa her an dokunabiliyorsunuz. Zumlu çekimler, daha yoğun 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlamıştı. Truffaut, “Unutulmayan Sevgili” filminde, 1960’ların teknolojisini hem de geçmişin estetiğini hissettirmek istemiş. Filmi seyrederken kültür şoku da yaşanıyor. Hem geçmişin hem de şimdinin (1960’lar) estetiğini içi içe geçmesinden.

Bu film ülkemizde “Unutulmayan Sevgili” adıyla biliniyor. DVD’de “Jules ve Jim” adıyla yayımlandı, maalesef. Ama Türkçe dublajının çok iyi olduğunu belirtmeliyiz.

Ön jenerik öncesi Catherine’in dış sesi duyuluyor siyah fon üstünde. Catherine, “Bana, ‘Seni seviyorum’ dedin. Ben sana ‘Bekle’ dedim. ‘Al beni’ diyecektim. Sen bana ‘Git’ dedin” diyor. Ardından ön jenerik yazıları, filmin derinliğindeki bazı anlar üstüne düşüyor. Fonda da Hitchcock filmlerini çağrıştıran gerilimli müzik duyuluyor.

1912 yılıyla açılıyor film. Anlatıcının (Michel Subor) kelimeleriyle filmin içinde dolaşılıyor. Bu anlatıcının kelimeleri, sanki yazarın içeriden ve dışarıdan yorumu gibiydi. Avusturyalı Jules’le (Oskar Werner) bıyıklı Fransız Jim (Henri Serre) tesadüfen karşılaşıyorlar, dost oluyorlar ve hayatlarını etkileyen bir kadına tutku ötesi bağlanıyorlar. Jules, Almanya’dan Paris’e gelmiş ve güzel Fransız kadınlarıyla olmak istiyor. Jim bu konularda sıkıntı çekmiyor. Jules’e kız arkadaşlar bulsa da Jules’ün ruhu buluşmuyor onlarla. Jules ve Jim, sanat üstüne tartışan, edebiyat ve tiyatroya tutkun iki bohem genç. Elbette kadınlar da var. Gecenin derinliğinde duvara yazı yazan öfkeli anarşist Merlin’le (Bernard Largemains) takılan güzel ve özgür Thérèse (Marie Dubois), neşeyle onun yanından
kaçıyor, atlı arabadaki Jules’le Jim’e sığınıyor. Belki Jules için heyecan verici aşk olabilirdi Thérèse. Ama Thérèse, erkeklerden ve mekânlardan sıkılan bohem ruhlu bir kız. Jule ve Jim kafede Shakespeare üstüne tartışırken ortadan kayboluveriyor Thérèse. Onun ortadan kaybolmasını hissetmeyen iki dost, yetenekli genç ressam ve heykeltıraş Albert’in (Cyrus Bassiak) mekânına gidiyorlar. Cyrus Bassiak takma adını kullanan roman ve tiyatro yazarı, ressam Serge Rezvani, 1928’de Tahran’da doğdu. Slayttan gördükleri antik dönem kadın heykel başından etkileniyorlar. Belki de en çok belli belirsiz gülüşünden. Böyle bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Sanki canlıymış gibi geliyor bu kadın heykel başı onlara. Slayttan peş peşe yansıyan kadın heykel başı, insana öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn’ın 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronenosets Potyemkin-Potemkin Zırhlısı” filmindeki mermer aslan görüntüsünü çağrıştırıyor estetik anlamda.

Heykelse, Adriyatik’teki bir adada bulunuyor. Jules ve Jim, gökyüzü altında canlıymış gibi duran bu kadın baş heykelini keşfetmek için adaya gidiyorlar. O gizem yüklü gülümseyişi en çok onları çeken. Anlatıcı, görüntüler üstüne bu olayı anlatırken
kamera da tüm coşkusuyla bu anları belgeliyor. Truffaut, kadın baş heykelini yansıtırken, kamerayı geriye doğru, objektifi de zum olarak öne kaydırıyordu. Truffaut, bu çekimle Hitchcock’a saygı gönderiyordu. Hitchcock’un 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin final bölümündeki merdivenli sahneye selâm göndermiş. Truffaut, bu aşk üçgeninde her şey boşlukta diyor.

Jules ve Jim Paris’e dönüyorlar. Spor salonunda eskrim oynadıktan sonra Jim, bir biyografi yazdığını söylüyor Jules’e. İkisinin dostluklarını anlatan biyografi bu. Jules de Almancaya çevirmek istiyor bu eseri. Ama gülümseyen kadın heykel başı ikisinde de etkisini sürdürüyor hâlâ. Böyle gülümseyen bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Böyle bir kadın gerçeklikte olabilir miydi? Jim’in kuzinleri Paris’e ziyarete geldiklerinde bu ikisinin de hayatını derinden etkiliyor. Çünkü yanlarında Catherine’i de getiriyorlar. Catherine (Jeanne Moreau), kadın heykel başı gibi gizemli gülümsüyor. Bu anı Truffaut, kaşlı görüntüyle yansıtıyor. Siyah fonun solunda dairesel görüntü Catherine’i gösterirken,
ardından görüntü perdeyi kaplıyor. Sanki Jules’le Jim’in kalplerini kaplar gibi. İkisi birden âşık oluyorlar ona. Ama Jules’ün daha çok ihtiyacı var aşka. Üçünün bohem dostlukları gelişiveriyor birden. Beraberce eğleniyorlar. Hatta Catherine erkek kılığına girip daha çok eğlence saçıyor etrafına. Köprüdeki yarışma anı ikonik ve sinema tarihine geçmişti. Sarsıntıyla öne ve geriye kamerayla heyecan ve ilham saçılıyordu etrafa. Sinemada az görülür bir coşkuydu bu. Catherine’in babası avukat, annesiyse öğretmenmiş. İngiliz-Fransız karışımı Catherine. Ona hayranlığı ve aşkı her an büyüyor Jules’ün. Sabah Catherine’in kaldığı yere gidiyor Jim bisikletiyle. Catherine mektupları yakıyor. Yalanları yaktığını söylüyor. Valizine vitriol da koyuyor erkeklerden korunmak için. Suyu andıran sıvı zehri lavaboya döktürüyor Jim.

Birden deniz kıyısı yansıyor. Güneydeler. Paris’ten sıkılan Catherine, ikisini de buraya sürüklüyor. Kırlarda dolaşıyorlar, eğleniyorlar, yüzüyorlar. Jules ona evlenme teklifi yapıyor
cesaretini kaybetmeden. Catherine, tüm gizemiyle gizemli cevap veriyor Jules’e. Kır evinde yaşıyorlar komün gibi. Bisikletlerle gezi yapıyorlar. Jean Renoir ustanın izlenimci ruhuyla tüm doğa görüntüleri. Fotoğraf sanatına da katkı sunuyor bu film. Mutluluklar, Catherine’in sunduğu kadar.

Yağmur yağınca sıkılan Catherine, onlarla Paris’e dönüyor. Araya giren belgesel görüntüleriyse Lumiere tadı veriyordu. Jim, Jules’le Catherine’i ziyarete gidiyor. Onlara resim tablosu ve şapka hediye ediyor. Artık beraber Catherine ve Jules. Tiyatro tutkunu Jules, Jim ve Catherine’i, İsveçli bir yazarın yeni oyununa götürüyor. Tiyatrodan çıktıktan sonra hikâye ve karakterler üstüne tartışıyor Jules ve Jim. Elbette kadınlar üstüne de. Jules, şair Charles Baudelaire’in (1821-1867) sadakat üstüne sözlerinden alıntı yapıyor Catherine de duysun diye. Baudelaire, “Bir çiftin hayatında önemli olan kadının sadakatidir. Erkeğinki ikincildir” demiş. Baudelaire, “Kadın doğaldır. Yani korkunçtur” sözünü de söylemiş. Ayrıca Baudelaire genç kızlar hakkında da, “Baston korkuluğu, canavar, sanat katili, küçük kaltak” demiş ve eklemiş: “En büyük aptallıkla, en büyük sapıklığın birleşmesi…” Baudelaire, bu sözlerle kadınlara öfkesini yollamış. Baudelaire bu öfkesini, “Kadınların kiliseye sokulmasına hep şaşırmışımdır” diye yukarı çıkarmış ve ardından eklemiş: “Kadınlar, Tanrı’yla ne konuşabilir ki?..” Hınzırca Jules ve Jim’i dinleyen Catherine, beklenmedik bir şey yapıyor. “Aptalsınız” diyor ve kendini Seine Nehri’ne atıyor. Kadınlar, kalıplara sokulamazdı, tarif ve tahmin edilemezlerdi belki. Ertesi gün Catherine kafede Jim’le konuşmak istiyor. Belki de büyük kararını vermeden önce. Jim kafede saatlerce onu bekliyor ve gelmiyor. Jim kafede Thérèse’le karşılaşıyor. Thérèse, yine erkekleri ve mekânları değiştirmeye devam ediyormuş. Jim gittikten sonra Catherine geliyor kafeye. Belki de bu kaderin kırılmasıydı. Belki de kaderin kendi tragedyasını sahnelemesi. Her şey değişiyor.

Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Jim onların izini kaybediyor. Jules Alman, Jim Fransız cephesinde. Jules, evlendiği Catherine’e sürekli mektuplar yazıyor cepheden. Jules’ün en büyük korkusu Jim’i vurmak. Karşı karşıya gelmemeyi umuyor Jules. Savaştan görüntüler belgesel olarak yansıyor bu filmde.

1920’ler… Bıyıklarını kesmiş Jim Paris’te nişanlısı Gilberte’le (Vanna Urbino) beraber yaşıyor. Kitaplar yazıyor, gazetede çalışıyor. Mektupla Jim’e ulaşan Jules onu, Ren bölgesine çağırıyor. Jules ve Catherine’in altı yaşlarında Sabine (Sabine Haudepin) adında kızları da olmuş. Sabine, Jules’den mi, yoksa başka bir erkekten miydi? Muamma olarak kalıyor. Catherine, evli bir kadın olmasına rağmen bohem ruhunu yaşayan özgür bir kadın. Jules’le beraberken başka erkeklerle de olabiliyor. Hatta yakın arkadaşları sanatçı Albert’le bile. Albert onunla evlenmek istiyor, bunun hayalini kuruyor. Jules, Catherine’in kendine âşık olmadığını hissediyor. Hatta Jim’e Catherine’le evlenmesini bile istiyor. Jim de Catherine’e deliler gibi âşık. Böylece Catherine onun uzağında olmayacak. Catherine, varoluşuyla erkekleri müptela gibi kendine bağlayan bir kadın. Etrafında hep erkekler olmalı ve o, bağımlılık yaratmalı. Bir atmosfer gibi kuşatan mutsuzluk Catherine yüzünden. Jules, kendini doğaya adamış, yazılar yazan etrafında Catherine’in olmasından mutlu olan biri sadece. Tek korkusu Catherine’i bir daha görememek. Bir de Thérèse var. Aynı erkeklerle aynı mekânlarda sürekli kalamayan biriydi. Bir de Jim’in aşkını sabırla bekleyen Gilberte de var. Bu filmdeki tüm kadınlara selâm gönderiyoruz. Biliyorsunuz, doğaya vahşice ve zalimce davranan toplumlar, aynısını kadınlara da yapıyorlar. Doğa ve kadın saygıdeğerdir.

Jules, sevdiği oynayan sandalyesinde “dişil” ve “eril” kelimeler üstüne konuşuyor. Jules, “Kelimeler eşdeğer olarak” diyor, “Lisandan diğerine cinsiyeti değişiyor. Fransızcanın tersine ‘savaş’, ‘ay’, ‘ölüm’ Almancada eril” diye vurgu yapıyor. “Almancada ‘hayat’ nötr bir kelime” deyince Jim şaşırıyor. Catherine belki de Jules’ün bunalımlarından sıkılıyordur. Belki de onun “sadakat” üstüne fikirlerine acı çektirmek istiyor Catherine. Alman olanın önde olması da belki onu fazlasıyla sıkıyordur. Bira ve şarap üstüne tartışmada, sanki Alman-Fransız kültürü çarpışıyordu. Şarap ve bira insanlığın önemli buluşlarından olmalı. Bira, Eski Mısır’da beş bin yıl önce bulunmuştu. Kırlara doğru koşan Catherine’in peşinden giden Jim’e Catherine, “Kendini anlat bana” diyor. Sanki onu yeni tanıyormuş gibi. Belki de yanlış erkeği seçtiğini düşünüyor. Aslında Catherine, Jules’ü bunalımlarından kurtarmak için evlenmiş onunla. Çok geçmeden Albert de geliyor kır evine. Salonda bestelediği “Le Tourbillon” (Kasırga) bestesini gitarla çalıyor. Catherine de şarkıyı söylüyor. Şarkı, “Parmağında yüzük vardı / Kollarında bilezikler / Şarkı söylerken sesi / Beni büyüledi / Gözleri, zümrüt gözleri içime işledi / O şiddetli yüzü beni esir etti / Tanıştık, bir daha tanıştık / Ayrıldık, bir daha ayrıldık / Konuştuk, ısındık birlikte / Sonra ayrıldık / Herkes kendi yoluna gitti / Hayatın burgacında…” diye sürüp gidiyor.

Jim, Jules ve Catherine’le biraz daha kalıyor kır evinde. Catherine, Jim’den Goethe’nin “Gönül Yakınlıkları” romanını istiyor birden. Catherine mutsuz. Jim’e yakınlık gösteriyor ve ilk defa onu öpüyor. Fonda duyulan müzik sanki Jules’ün kederini hissettiriyor. Jim, Jules, Catherine ve Sabine kır evinin önünde masada mutluluk yemeği yiyorlar. Truffaut bu anda da Hitchcock ustanın “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmine selâm gönderiyor. Hitchcock’un filminde James Stewart ve Kim Novak öpüşürken, kamera da onların çevresinde dönüyordu. Bu iki filmde de bu estetik alıştırmanın anlamı final bölümünde anlamlaşıyordu. Sonra Jim Paris’e, Gilberte’e dönüyor. Jim, fedakâr nişanlısıyla evlenmek istiyor. Bu hemen olabilir miydi? Jim, Jules’den mektup alıyor ve trenle Renn’e gidiyor. Catherine ortadan kaybolmuş ve Jules mutsuz. Ama bu Catherine, beklenmedik bir anda dönüveriyor. Jim’e sığınmak istiyor Catherine. Bu film, melodram kıyılarında dolaşsa da Hollywood’un derin melodramlarının içine düşmüyor. Hatta Alman karamsarlığına da düşmüyor. Trajedi olsa bile her şey bitmiyor ve hayat devam ediyor.

Jim Paris’e dönmek için tren garına giderken Catherine de onu uğurlamak istiyor. Jim bilet bulamıyor. Kır evine dönüyorlar. Ertesi gün trenle Paris’e dönüyor Jim. İlişkilerinin bittiğini düşünüyor Jim. Mektuplaşmalar da sürüyor Catherine ve Jim arasında. Catherine’in son mektubunda kamera havada uçarken, zincirlemeli kurgu “bindirmeli” çekime dönüşüveriyor. Çerçevenin sağında Catherine’in görüntüsü, doğa ve mektup üstüne yansıyor. Seyirci, mektubu Catherine’in sesinden duyuyor. Truffaut bu filminde sinema tarihinde o ana kadar bulunmuş tüm teknik buluşları filminde anlam yaratarak kullanmış. Biliyorsunuz, havadan fotoğraflar ve görüntüler ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda bulunmuştu. Truffaut bu buluşu, diğer teknikler gibi estetik değer olarak kullanıyor sıkça filminde. Elbette Jim’in Gilberte’le evlenme isteği bir süre daha gecikiyor bu mektuplaşmalarla. Jim, Catherine’in sıcaklığına düşmeyi hâlâ hayal ediyor çünkü. Catherine, salında Gilberte’i kıskanıyor. Hatta depresyona giriyor ve yemek bile yemiyor.

1930’ların başı… Catherine’in artık bir otomobili de var, Paris dışında Seine kıyısında bir kır evine yerleştikten sonra. Jim onlarla sinema salonunda karşılaşıyor. Sinemada, Nazilerin kitapları yakışının belgeseli gösteriliyor. Truffaut, Ray Bradbury’nin romanından 1966 yapımı renkli “Fahrenheit-Değişen Dünyanın
İnsanları”
bilimkurgusunu yapmıştı. Truffaut, kendi kendinin öncülü oluyor. Jules ve Catherine, yine hayatına giriyor Jim’in. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Jim, Catherine’le sevişse de. Hatta bebek sahibi bile olmak istiyorlar. Giderek Catherine’in psikolojisi bozuluyor ve depresyon onu ele geçiriyor. Jim’in Gilberte’le evlenmemesi için onu tabancayla vurmayı bile deniyor. Sonunda trajediler yaşanıyor ve Jules bu hayatta yapayalnız kalıyor. Onun sondaki kederli yürüyüşü insanı gerçekten bir boşluğa düşürüyor.

Filmde her şey klasik romanın giriş, gelişim ve sonuç tarzıyla oluşuyor. Ama filmi seyrederken, anlardan parçalar gibi yansıyor her şey. Bunda kurgu ve kamera hareketlerinin yardımı oluyor. Truffaut eski zamanlardaki teknik buluşları da kullanıyor bu filminde sıkça. Truffaut, sinemanın öncü yönetmenlerinden Georges Melièse’e de selâm göndermiş kaşlı görüntü tekniğiyle. Biliyorsunuz Melièse, “zincirlemeli” ve “bindirmeli” teknikleri de bulmuştu ayrıca. Bazı anlarda görüntüler donuyor ve fotoğrafa dönüşüyor. Bu bir nostalji ve bir yaşanmışlık hissi veriyor. Filmde yoğun olarak “kararma” tekniğinin de kullanıldığını belirtmeli. Truffaut’nun bu filminin, “Yeni Dalga” akımının temel filmlerinden biri olduğunu da hatırlatmalıyız.

“Evlenmekten Korkmuyorum…”
François Truffaut’nun 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “La Sirène du Mississipi-Evlenmekten Korkmuyorum” filmi, bir kadının güzelliğine mağlup olan ve suça bulaşan bir adamın dramını anlatıyor. United Artists’in sunduğu film, William Irish’in “Waltz into Darkness” (Karanlığın İçine Vals) polisiye romanından uyarlanmış. Bu roman ülkemizde 1973 yılında Akba Yayınevi’nce “Sonsuz Vals” adıyla yayımlanmıştı. Senaryoyu Truffaut’nun kendisi yazmış. Gerilimi de yaşatan müzikleri Antoine Duhamel bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Denys Clerval yansıtmış. Truffaut’nun bu filmi ülkemizde mart 1971’de “Evlenmekten Korkmuyorum” adıyla vizyona çıkmıştı.

Film, gazetelerin evlenme ilanları üstüne açılıyor kırmızı ön jenerik yazıları geçerken. Dış ses ada hakkında bilgi veriyor önce. Reunion, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada. Şubat 1507’de Diego Ferandez de Pereira tarafından keşfedilen ada, sırasıyla Santa Mascareigne, sonra da Bourbon adını almış. Haritada adanın
Saint-Denis bölgesi gösterildikten sonra siyah-beyaz belgesel askeri tören yansıyor. Dış ses, “1848’de Konvansiyon Hükümeti, Bourbon adını Reunion’la değiştirdi. 10 Ağustos 1792’de Tuillenes Sarayı’nı korumakla görevli ulusal muhafızlarla Marsilyalıların birleşmesinin anısına” diyor. Ardından Truffaut, bir ara yazıyla bu filmini büyük usta ‘Jean Renoir’ya ithaf ettiğini yazıyor. Uçan kamera adanın kıyılarını yansıtıyor sonra.

Truffaut bu filmini Renoir ustaya adasa da filmin birçok anında Hitchcock ruhu dolaşıyor. Filmin içine girildiğinden itibaren gizem de her yeri kuşatmaya başlıyor. Ama, usul usul. Üstü açık 1962 model Renault R4 Fourgonnette Vitrée arabayla, Louis Mahé’nin ortağı Jardine (Marcel Berbert), adanın yollarında Louis’nin (Jean Paul Belmondo) geçici kaldığı otele doğru gidiyor. Truffaut çoğunlukla kamerayı özellikle arabanın arka koltuğuna yerleşmiş kamera, seyirciye yolculuk hissi veriyor hep. Otel odasında giyinen Louis’yi heyecan sarmış. Bugün önemli ve heyecanlı bir gün onun için. Gazete ilanıyla tanıştığı Julie Roussel’le ilk defa karşılaşacak. Julie, bugün “Mississipi” adındaki gemiyle adaya geliyor. “Sirène”, yani “siren”, Eski Yunan mitolojisinde “denizkızı” anlamına geliyor. Louis’nin elinde sadece bir fotoğraf ve mektuplardaki Julie var.
Limanda gemiden herkes iniyor Julie inmiyor. Umutsuzca üstü açık 1960 model Peugeot 403 Cabriolet arabasına doğru yürüyen Louis’ye, elinde kuş kafesi olan güzel sarışın bir kadın sesleniyor. Kendisine Julie (Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor genç kadın. Bu Julie fotoğraflardaki Julie’ye hiç benzemiyor. Louis sorgulamıyor. Karşısında bembeyaz tenli ve üstelik sarışın güzeller güzeli var. Onunla hemen kilisede evleniyor. Bir an önce bu güzellikle sevişmek istiyor Louis. Julie, sanki kaderin armağanı gibi geliyor Louis’ye. Truffaut, usul usul kutuyu açıyor. Ama bu gizemi daha da çoğaltıyor. Ama önceleri her şey mutluluk içinde geçip gidiyor Louis’nin malikânesinde. Ya açılamayan tahta valiz? Fransa’dan Julie’nin ablası Berthe’den (Nelly Borgeaud) bir mektup alıyor Louis. İçine biraz kuşku düşse de pek üstünde durmuyor. Çok geçmeden ve birdenbire her şey değişmeye başlıyor. Jardine arabayla yoldan geçerken, Julie’nin tanımadığı bir adamla,
Richard’la (Roland Thénot) tartıştığını görüyor. Malikâneye dönen Louis, tahta valizi açtığında gerçeği anlıyor. Louis daha önce banka hesabının Julie tarafından kullanılması için vekâlet de vermişti. Arabasında kederle giderken, dış ses olarak Julie’nin banka hesabını boşalttığı anlar duyuluyor. Başka şeyler de. Gerçek Julie’nin ablası Berthe adaya geliyor. Louis, Berthe’yle beraber özel dedektif Comolli’ye (Michel Bouquet) başvuruyorlar sarışını bulması için. Louis sonra Fransa’ya doğru uçuyor. Kara film ruhu da her yeri kuşatmaya başlıyor. Gerilim, merak duygusu ve macera çoğalıveriyor. Kendine Julie diyen sarışın, kara filmlerdeki “femme fatale”, öldüren kadın mıydı? Yolculukta uçak tutuyor ve gözünü güneyin incisi Nice şehrinde bir hastanede açıyor Louis. Hastanede diğer hastalarla televizyon izlerken, Julie diye bildiği sarışını fark ediyor Louis. Sarışın, St. Tropez’de “Phoenix” adındaki bir gece kulübünde revü dansçılığı yapıyor.

Gece… Louis, önce bir tabanca satın alıyor, sonra sarışının kaldığı oteli buluyor. Sarışın gece kulübüne gittikten sonra, gizlice onun odasına giriyor, sarışının gelmesini bekliyor. Sarışın çok geçmeden geliyor. Karşısında Louis’yi görünce sarışın, hem şaşırıyor hem şaşırmıyor. Sarışın, asıl adının Marion Vergano
(Catherine Deneuve)
olduğunu söylüyor. Yetimhanede büyümüş, ıslahevlerinde yatmış. Hayatta en büyük korkusu da parasızlıkmış Marion’un. Bir de hapse girmekten korkuyor. Karanlıktan korkusunun nedeniyse, ıslahevinde geceleri açık ışıkta uyuyorlarmış. Richard’la Louis’ye nasıl tuzak kurduklarını da anlatıyor. Richard, gemide gerçek Julie’yi öldürüp cesedini denize atmış. Sonra parayı alan Richard ortadan kaybolmuş. Gece kulübünde para biriktirip Paris’e gitmeyi istiyormuş Marion.

Gündüz… Louis Nice’te, ikinci el üstü açılır-kapanır 1965 model kırmızı Oldsmobile F-85 Cutlass araba satın alıyor ve yola düşüyorlar. Filmdeki arabalar Peugeot’nun yılları farklı 403 serisinden. Özel dedektif Comolli de Fransa’ya, güneye gelmiş araştırmasını sürdürüyor. Marion, Aix-en-Provence şehrine gidiyor. Şehir dışında müstakil bir ev kiralıyorlar. Louis, hayatında bir daha bulamayacağı bu sarışınla bol bol sevişerek anın sunduğu
mutluluğu yaşıyor. Ya para? Para olmazsa bu sarışın yanında durur muydu? Aix-en-Provence şehri, pembe roze şarabı demek. Rozeyi suyla karıştırıp, içine buz attığınızda Akdeniz’in sıcağında insanın içi serinleyiveriyor birden. Aix-en-Provence’ta kış sürüyor. Şehirde dolaşırken Comolli’yle karşılaşıveriyor Louis. Kafede onu atlattıktan sanıyor. Peşinden gelen Comolli, sarışını kendisine teslim etmesini istiyor. Hayatında Marion gibi bir sarışını kaç defa bulabilirdi ki Louis? Marion’u kaybetmemek için tabancasıyla Comolli’yi vuruyor Louis. Cesedi de mahzene gömüyor. Artık aşk cinayeti işlemiş bir katil Louis. Kâbuslar da görmeye başlıyor.

Gündüz… Lyon şehrine gidiyorlar arabalarıyla. Rhône Nehri’nin ikiye böldüğü ve nehir limanı olan bu şehir, Romalıların ruhunu da taşıyor. Paraları da bitiyor, ama kiralık bir yere yerleşebiliyorlar. Hatta sinemaya bile gidiyorlar. Nicholas Ray’in 1954 yapımı renkli feminist wesrerni “Johnny Guitar-Dişi Kartal” filminden çıkıyorlar. Para olmayınca Marion’un da olmayacağını bilen Louis, Reunion’a dönüyor ve hissesini ortağı Jardine’e devrediyor. Lyon’daki Marion, umutsuzlukla kayıt stüdyosunda Louis’ye mektup yazar gibi plak
kaydediyor. Yolda elinden düşürdüğü plak kırılınca kendini kadere bırakıyor. Truffaut, Louis’nin dönmeden hemen önce Marion’un tüm güzelliğini gösteriyor herkese. Antik Yunan kadın heykellerini kıskandıran marion’un mermer gibi beyaz teni ve dişi manzarası bir an büyü saçıyor. Louis’nin, bu güzellik karşısında mağlubiyeti anlaşılıyor bir nebze. Louis döndüğünde yatakta uzanmış sarışının tarif edilemez düzgün beyaz bacaklarını nazikçe okşuyor, kocaman el yukarı doğru kayıyor ve mutluluk saçan anlar yaşanıyor. Truffaut sevişmeyi göstermese de zihinlerde yüzyılın sevişmesi olduğu hissediliyor.

Gündüz olduğunda çantanın içine konan paraları evde saklayan Louis ve Marion beraber restorana gidiyorlar. Louis gazetedeki haberi okuyor. Aix-en-Provence’ta su baskını olmuş. Polis, mahzende gömülü Comolli’nin cesedini bulmuş. Lyon’dan gitme vakti geliyor. Evde bir çanta dolusu parayı almak zorlaşıyor. Polis kaldıkları yeri de buluyor. Marionn para olmadan onunla gider miydi? Parasızlıktan çok korkan Marion, parasızlığı sıradanlık olarak görüyor.

Louis ve Marion, karlar altındaki Rhône-Alpes’te köy dışında bir kulübeye sığınıyorlar. Sınırı geçip bu cehennem durumdan kurtulabilecekler miydi? Parasızlık Marion’u endişe içinde bırakıyor. Louis’den kurtulabilmek için Louis’yi fare zehriyle hastalandırıyor. Kadınlar yavaş mı öldürürdü? Louis farkına varıyor. Aralarındaki bu kısa gerilimin ardından karlar içindeki yola düşüyorlar. Louis, güzelliğine mağlup olduğu bu sarına, “Çok güzelsin. Seni seviyorum” diyor. Louis ve Marion, karlı yolda bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyüp gidiyorlar. Para yoksa Marion da yok ama…

(25 Ocak 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Dâhinin Filmleriyle: Orson Welles

Sinemaya hem görsel hem de içerik anlamda yeni bakış açıları sunan sinemanın gerçek dâhisi Orson Welles ustanın “Yurttaş Kane”, “Şanghaylı Kadın” ve “Dava” filmlerinin atmosferinde dolaşmak istedik. Ayrıca 2015 yılı, Welles ustanın doğumunun 100. yılı. Ölümününse 30. yıldönümü.

Orson Welles, 6 Mayıs 1915’te Kenosha-Wisconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Los Angeles-Kaliforniya’da öldü. Üç evlilik yaptı. Bunlardan en ünlüsü, 1943’te evlendiği ve 1948’de boşandığı büyük oyuncu Rita Hayworth’tu. Oscar kazanamadı. Yüzü kızaran Akademi, 1976’da ona “Onur Ödülü” verdi. İki yaşında konuşmaya başlayan Welles, radyo tiyatrosuyla Amerika’yı ayağa kaldırmayı başarabilmişti. 1938’de, H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşıyor” bilimkurgu romanını radyoya uyarladı ve Marslıların dünyayı istilâ ettiğini anlattı. Böylece de olanlar oldu. 1941 yılında henüz 26 yaşındayken sinemanın gidişini değiştiren “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmini çekti ve gelecek filmleriyle de sinemanın daima taze anlatım yolları olduğunu keşfettirdi.

“Yurttaş Kane…”

Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, anlatım ve estetik yönden sinemanın ufkunu açan bir filmdi. RKO’nun sunduğu bu filmin senaryosunu Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazmıştı. Zaman zaman gerilimi arttıran müzikleri de, sonradan Hitchcock filmlerine de destek verecek Bernard Herrmann bestelemişti. Elbette görüntüler. Fransız asıllı Gregg Toland, sinemada devrim yapan mercekler geliştirdi bu filmde. Rönesans devrinde resim sanatındaki “perspektif” kadar önemliydi. Toland, “alan derinliği” veren kısa odak uzaklıklı objektifi buldu. “Yurttaş Kane” filminde buna somut olarak dokunuyorsunuz. Öndeki özne ve nesne büyük görünürken, gerideki şeyler derinliğine göre yansıyordu. Bu teleobjektif ve geniş açılı objektiften daha geliştiriciydi. Yani görüntüde, tıpkı resimdeki gibi perspektif yaratılabiliyordu. Filmin kurgusu da çarpıcı ve ilham vericiydi. Welles, bilinen anlamda geriye dönüş olarak filmini kurgulamamış. Anlatılanları anlatanların zihninden değil, anlatılanları dinleyen gazete muhabiri Thompson’ın algılarıyla yansıyor perdeye. O mekânlar öyle miydi? Ya insanlar? Hiçbir zaman bilinemeyecek. Welles Thompson’ın yüzüne daha az ışık düşürürken, çoğunlukla onu yandan gösteriyor ve yüzü de insanın zihnine pek yerleşmiyor. Gölge anlatıcı gibiydi.

Medya tröstü William Randolph Hearst, Welles’in bu filmine büyük savaş açtı. Ama onu yok etmeye gücü yetmedi. Bu film dokuz dalda Oscar’a aday oldu sonra. Film, yönetmen (Welles), senaryo (Welles-Mankiewicz), görüntü (Toland), erkek oyuncu (Welles), kurgu (Robert Wise), müzik (Herrmann), sanat yönetmenliği-dekor (Perry Ferguson – Van Nest Polglase – A. Roland Fields – Darrell Silvera), ses (John O. Aalberg) dallarında Akademi tarafından ödüle aday gösterildi. Sadece senaryo dalında Oscar kazanabildi.

Film, ölen 37 gazetesi ve bir radyosu olan bir medya tröstü Charles Foster Kane (Orson Welles) üstüne bir belgesel – haberle açılıyor. 1941 yılında ölen Kane’in hayatı göz önünde olsa da çoğu şey bilinmeyen megaloman zengin bir adam. Onun için kimileri faşist, kimileri de komünist demiş. Xanadu malikânesinde, son sözü ”rosebud” (goncagül) olan Kane için bu kelime neyi ifade ediyordu? Bir gazete editörü, muhabiri Jerry Thompson’ı (William Alland) bu kelimenin neyi ifade ettiğini öğrenmesi için görevlendiriyor. Kane, bu barok malikâneye Xanadu adının vermesinin nedeni Kubilay’dan dolayı. Xanadu, dışarıdan silüet olarak yansıdığında gotik bir yapıya dönüşüyordu. Muhabir, korku filmlerini andıran devasa Xanadu’ya, Kane’in şimdi alkolik ikinci eşi Susan Alexander Kane’le (Dorothy Comingore) işe başlıyor. “Rosebud”ın anlamın neyi ifade ettiğini öğrenemiyor. Thompson, Philedelphia’daki Thatcher Kütüphanesi’ne gidiyor. Oradaki arşivi okurken, Kane’in yoksul çocukluğu yansıyor. Küçük Kane karda kızakla kayarken, bankacı Walter Thacher (George Coulouris) vasiliğini annesi Mary (Agnes Moorehead) ve babası Jim Kane’den (Harry Shannon) alıyor ve Charles Foster Kane zengin bir hayatın içine düşüyor. Altın madeni miras kalmış. Bankanın gözetiminde eğitimini alacak küçük Kane, 25 yaşına gelince ancak sonsuz gibi görünen servetine kavuşabilecek.

Thompson, adıyla karşılaştığı şimdi ihtiyarlamış sadık Bernstein’ın (Everett Sloane) yanına gidiyor. Kane, sosyal yardımlara önem veriyor önceleri. Avrupa seyahatinden, Amerikan Başkanı’nın yeğeni Emily Monroe Norton’la (Ruth Warrick) nişanlanmış olarak dönyor. Aklındak fikri de söylüyor. Bir gazete satın almak. En uygunu da Inquirer adındaki küçük bir gazete. Emily’yle de evlenen Kane, gazeteye tüm coşkusunu yansıtıyor. Yayın ilkeleri de yayımlıyor. En büyük rakip olarak da Cronicle adındaki çok gazeteyi görüyor Kane. Sonradan o gazeteyi de bünyesine katıyor. Avrupa’dan sürekli sanat eserleri alan ve koleksiyon yapıyor hep Kane. Thompson’ın yolu, ihtiyarlıktan artık hastanede olan Jedediah Leland’a (Joseph Cotten) gidiyor. Jedediah, Kane’in sadece kendine inandığını söylüyor Thompson’a. Ama, inancı olmayan bir adamdı diyor. Bu hayattaki en iyi dostu tiyatro eleştirmeni Jedediah ama Kane onu da kolayca yolunun üzerinden atıyor. Kane, New York’un ıslak sokaklarında
yalnız dolaşırken, dişi ağrıyan güzel şarkıcı Susan Alexander’la (Dorothy Comingore) tanışıyor, belki de hayatındaki ilk sıcak iletişimi kuruyor. Susan önce Kane’in metresi oluyor, sonra karısı. Valiliğe aday olan Kane’in yolsuzlukla suçladığı siyasi rakibi Jim W. Gettys (Ray Collins), Kane’in “ahlâk dışı” ilişkisini Emily’ye kanıtlıyor Susan’ın dairesinde. Susan’ın dairesindeki çekimler büyüsüyle insanı hâlâ heyecan veriyor. “Alan derinliği” denen estetik fotoğrafların ritüel gibi. Susan’dan ayrılmayı reddeden Kane, Emily’den ayrılıp Susan’la evleniyor ve seçimlerde Amerikan ahlâkına mağlûp oluyor. Seçim bürosunda Jedediah’ın Kane’e söyledikleri insanlara ibret olabilir miydi? Şu ana kadar olmadı. Kane gibiler, önceleri her şeye insani yaklaşıyorlar, yoksullardan yana olduğunu propagandasını yapıyorlar ve gcü ele geçirdiğinde seçmenleri, etrafındaki insanları malı gibi görüyorlar. Jedediah’ın davranışları ve yaklaşımları Kane’e bir şey ifade etmiyor. Jedediah, hayata alaycı bakan, sürekli içen bir sanat insanı.

Kane, dünyanın en kötü selsi opera şarkıcısı Susan’dan bir diva yaratmaya çabalıyor. Onun için Şikago’da opera binası bile inşa ettiriyor, dersler aldırtıyor. Gazetelerinde övgüler yazdırıyor. Bir tek Jedediah gerçekleri yazıyor eleştiri anlamında. Yeteneksizliğinin farkındaki Susan, tek teselliyi içkide buluyor Xanadu hapishanesinde. Thompson, yine Xanadu’ya, Susan’ın yanına geliyor son olarak. O da Kane’i anlatıyor Thompson’a. Salonda kederler içinde yapboz oynarken, derinlikte Kane görülüyor. “Alan derinliği” estetiğinin en ucunda bir andı bu. Sadece görsel anlamda değil, içerik anlamında da. Kameraya yakın Susan görünürken, Kane derinlikte küçücük yansıyor perdeye. Susan, bu oyundan
sıkıldığından intiharı bile deniyor. Sonunda büyük tartışmanın ardından ayrılıyorlar. Bernstein, Jedediah ve Susan’ın anlattıkları da Thompson’ın “rosebud”a ulaştırmıyor. Kane’in çıkarcı uşağı, Thompson’a “rosebud”ın kar yağıyormuş hissi veren cam küre olduğunu söylüyor. Xanadu’da eşyalar toplanırken, Thompson, Kane’in ölürken söylediği “rosebud”ın, hiç ele geçiremediği veya kaybettiği şey, olduğunu söylüyor. Vince takılı kamera öne doğru kayıyor ve yakılan eşyalar arasında “rosebud”ı gösteriyor. “Rosebud” yanarken, Kane’in özlemi de kül oluyor. Kane, gerçek anlamda sahip olduğu tek şeydi. “Rosebud”, en başından en sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutuyor. Bu yüzden anlamını söylememeli. Hem Welles’e hem de filmine büyük saygıdan dolayı. Filmin sonunda oyuncular tek tek yansıyordu. Mercury Tiyatrosu’nun saygın oyuncularıydı onlar. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendirilen “Yurttaş Kane”, daima ilham verecek.

Welles’n bu filmindeki Xanadu malikânesi de Hurst’ün, Kaliforniya’da Pasifik kıyısında ve 1 Nolu Karayolu üzerinde kondurulmuş devasa şatoya benziyor. Discovery’deki “Aerial America / Havadan Amerika” dizi belgeselinin Kaliforniya bölümünde gösterilmişti. Bu devasa yapının bitişini göremeyen Hurst, inşaatı biten yerlerde Hollywood’a çılgın partiler vermiş bu şatoda. Welles’in bir de Hurst’ün yeteneksiz sinema oyuncusu metresi Marion Davies’i, yeteneksiz opera şarkıcısı Susan Alexander karakteriyle yansıttı bu filminde. Yine Discovery’de yayımlanan “The Mistress / Metres” dizi belgeselinde altı çizilmişti bunun. Filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu belirtmeliyiz.

“Şanghaylı Kadın…”

Orson Welles’in, Sherwood King’in “If I Die Before Wake” (Uykudan Önce Ölürsem) romanından uyarladığı 1947 yapımı “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”, sinema anlatımı ve anlarıyla sinemanın özel kara filmlerinden. Welles filmin senaryosunu William Castle, Charles Lederer ve Fletcher Markle’la beraber yazmış. Jenerikte yönetmen olarak Welles’n adı geçmiyor. Welles nedense yönetmen olarak adının geçmesini istememiş jenerikte. Zaman zaman insanı geren müzikleri de Heinz
Roemheld bestelemiş. Sinema tarihine armağan siyah-beyaz fotoğrafları yansıtan da Charles Lawton Jr. Welles bu filmi yaparken bütçe sıkıntısı yaşayınca, Hollywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Harry Cohn’a başvuruyor. Filmin başrollerinde Columbia’nın “kızıl kraliçesi” Rita Hayworth (1918 – 1987) olunca Cohn’u ikna ediyor ve bu film Columbia’nın oluyor. Welles ve Hayworth bu film çekilirken evliydiler. 1943’te evlenip beş yıl evli kalmışlardı. Evliliklerine vesile olansa büyük oyuncu Anthony Quinn’di. Welles, bu film için Hayworth’un uzun kızıl saçlarını kısacık kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Bu yüzden de epeyce tepki de almış elbette.

“Kara İrlandalı” lâkaplı denizci Michael O’Hara (Orson Welles), New York’ta Central Park’ta dolaşırken, faytondaki sarışın Elsa’yla (Rita Hayworth) nasıl bir maceranın içine düşeceğini tahmin edemiyor. Elsa, Kaptan Michael’ı kendi yatında çalışmaya ikna edemiyor. Çapkın Michael, Elsa’nın evli olduğunu öğrendiğinde önceki kadınlar gibi macera yaşayamayacağını hissediyor. Denizcilerin takıldığı lokale, Elsa’nın iki bastonla yürüyen engelli ünlü savunma avukatı olan Arthur Bennister (Everett Sloane) geliyor ve zorla da olsa Michael’ı yatına kaptan olmayı ikna ediyor. Uzun bir yolculuk Michael’a bekliyor. Panama Kanalı’ndan
Karayipler’e, oradan Brezilya açıklarına kadar. Elsa, tüm güzelliğini mayosuyla kayalar üstünde sergilerken, hikâyeye Arthur’un ortağı avukat George Grisby (Glenn Anders) giriyor ve her şey değişmeye başlıyor. George, Michael’dan bir anlaşma karşılığı öldürmesini istiyor. Karşılığında da beş bin dolar vermeyi vaat ediyor George. Aslında öldürmeyecek, polis George’un ölü bir adam olduğuna ikna olması gerekecek. Plan basit. Ama derinlerde başka planlar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayınca hiçbir şey tasarlandığı gibi gelişmiyor. Michael, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler tarafında Franco’ya karşı savaşmış bir insan. Savaşta, Franco tarafından bir muhbiri öldürünce İspanya’da hapis yatmış.

Bu filme dokunurken hassas olmak gerekecek. Gizemler ve merak duygusu azalmamalı bu polisiyede. Çok eski klasik bir film olmasına rağmen. Brezilya kıyılarındaki piknikte, Elsa, Arthur ve George’a, kendi başından geçen ürpertici köpekbalığı vakasını anlatıyor Michael. Brezilya açıklarında oltayla balık avlarken,
oltasına bir köpekbalığı takılıyor Michael’ın. Başka köpekbalıkları da geliyor ve çoğalıyorlarmış birden. Büyük mücadele sonunda köpekbalığı kurtulsa da yaralanıyormuş. Kan kokusu denize yayılınca diğer köpekbalıkları çılgına dönüp birbirleri katletmeye başlıyorlarmış Michael’ın anlattığı vakada. Sonuçta hiçbir köpekbalığı sağ kalmamış bu savaşta. Michael’ın anlattığı bu vaka, filmdeki karakterler için trajik bir metafor. Finale doğru zihninizde anlamlaşıyor Michael’ın bu anlattıkları.

Filmin kurgusu ve görselliği aslında sinema yoluna düşeceklere ilham verici. Filmde, önde anlatılanlardan çok, arkada ve görünmeyen olaylar hikâyeye güç katıyor. Welles, perdede gördüklerinizi değil, asıl derinlerdeki hikâyeyi anlatsaydı her şey sıradanlaşabilir miydi? Evet, sıradanlaşma ihtimali vardı. Tüm çatışmalar ve kurulan planlar hiç görmediğiniz yerlerde. Seyirci filmde sonuçları görüyor. Final bölümünde zihindeki o boşluklar doluyor ve her şey anlamlaşıyor.

Her şey San Fransisko’da çözümleniyor. Geride iki cinayet var ve tek sanık da Michael. Filmdeki mahkeme sekansı çok iyiydi ve üstelik de yer yer eğlenceliydi. Michael’ın savunmasını Arthur üstleniyor. Michael, daha önce George’la yazılı anlaşma yapıyor ve George’u öldürdüğünü itiraf eden itiraf yazıp imzalıyor. Bu itirafname George’un öldürülmesinden sonra polisin eline geçince,
elbette tutuklanıyor ve mahkemede yargılanıyor Michael. Jüri kararını açıklamadan önce, Arthur’un haplarından birkaçını yutan Michael, çıkan kargaşada firar ediyor. Sığındı yerse Çin Mahallesi’ndeki bir tiyatro oluyor. Elsa onu tiyatroda buluyor ve Michael, bayılmadan hemen önce gerçekliğe yaklaşıyor seyirciler gibi. Elsa, Çinli adamlarının yardımıyla Michael’ı Play Land Lunaparkı’na götürtüyor. Bu mekândaki anlar sinema tarihine geçti. Hem anlam hem de görsel açıdan. “Aynalar koridoru” diye anılan bu sahnede bir kaos yaşanıyor ve köpekbalıkları birbirine giriyor. Filmdeki akvaryum sahnesi de güçlü ve etkileyiciydi, hatırlatalım.

Filmi, Michael’ın iç sesiyle ve çoğunlukla onun bakış açısıyla takip ediyorsunuz. “Şanghaylı Kadın”, sinema tarihinin hâlâ en özel filmlerindendir. Filmin estetiği de büyüleyici. Karanlık, filme gizem katarken, kara filmlerdeki o etkileyici atmosferin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetik taşıyordu. Fonda duyulan müziklerse, gerilime ve merak duygusuna katkıda bulunmuş.

“Dava…”

Orson Welles’in Almanca yazan büyük Çek yazar Franz Kafka’nın romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “The Trial – Dava”, yabancılaşmanın ustası Kafka’nın ruhuyla buluşan dışavurumcu bir başyapıt. Yapımcı Alexander Salkind’in sunduğu Fransız, İtalyan ve Alman ortak yapımı filmin senaryosunu da Welles yazmış. Dışavurumcu görselliği perdeye Edmond Richard yansıtmış. Filmin girişindeki ve final bölümündeki illüstrasyonları Alexander Alexeieff tarafından çizilmiş. Fonda çoğunlukla hüzünlü tınılar duyuluyor.

Film, illüstrasyon yansımaları üstüne avukat Albert Hastler’in (Orson Welles) düşen dış sesiyle açılıyor. Ses, kanun kapısında duran kapıcıyla taşradan gelmiş bir adamın yıllar boyu süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmek isteyen adama izin vermemiş. Yıllar geçmiş. Adam yıllar boyunca ne yapsa da kapıcıyı ikna edemiyor. Yaşlılıktan gözleri körelen adam, kanun kapısında bir parıltı fark etmiş. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşmüş. Hayatında daha önce hiç sormadığı soruymuş: “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?..” Yaşlılıktan kulağı iyice sağırlaşan adama kapıcı bağırarak: “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi…” Hastler, uzun anlatımından sonra, “Bu hikâyenin mantığının düşlerin mantığının aynı olduğu söylenir. Veya kâbusların” diyor. Sanki bu hikâyeyi filmin içinde Josef K ve seyirci paranoyayla yüklenmiş kâbuslarla.

Tutuklama… Josef K (Anthony Perkins), sabahın köründe Bayan Grubach’ın (Madeleine Robinson) pansiyona dönüştürdüğü dairesindeki odasında kâbusun içine düşüyor. Görüntü, uyuyan Josef’in yüzünde açılıyor. Odaya pardesülü ve şapkalı bir adam giriyor. Uyanan Josef, çeride yabancı birini görünce şaşırıyor. Adam kim olduğunu söylemiyor. Başka bir adam daha geliyor odaya. Kim olduklarını söylemeyen adamlar Josef’i sorguya çekerlerken, Josef de giyinmeye çabalıyor sabahın ilk ışıklarında. Dedektiflerden biri, odanın içindeki bir çıkıntıya anlam yüklerken, Josef, Bayan Grubach’ın kocasının dişçi koltuğunun bulunduğu yer olduğunu söylese de dedektifler tam bir paranoya atmosferinde her şeye, her davranışa, her kelimeye anlam yüklüyorlar. Davası olduğunu söyleyen iki dedektif gittikten sonra Bayan Grubach da Josef’e kahvaltı hazırlıyor, mahkeme için teşvik ediyor onu. Çünkü ondan kaçmak mümkün değil. Bayan Grubach, kabarede çalışan, sabahın köründe yatmaya gelen Marika Bürstner’den de hoşlanmıyor. Marika (Jeanne Moreau), geliyor ve Josef onunla gelen dedektifleri konuşurken, yatağa sere serpe uzanmış Marika’nın güzelliğine mağlup oluyor ve onu öpüyor. Josef’in hayatında pek kadın yok. Çalıştığı bankada önemli bir yerde olan Josef, kadınlara ulaşamıyor mu? Onlar çok uzaktalar mı? Film boyunca Josef’in karşısına kadınlar çıkıyor. Avukat Hastler’in yardımcısı ve metresi Leni (Romy Schneider), güzelliği ve zarafetiyle bir an başını döndürüyordu Josef’in. O, yalnız, aşksız ve trajedisine giden biri. Kanun kapısından girip gerçeği öğrenemeyen biri de Josef. Seyirci de Josef gibi suçun ne olduğunu arayıp duruyor. Gerçeğe ve anlama ulaşmak basit miydi? Belki de basitti. Otoriteryen yönetimler için gerçeklik, sadece paranoya ve kaos. Yönettiklerini iddia ettikleri halksa onların malları oluyor. Bürokrasinin kuşattığı bu tuhaf atmosferde, bir dolu dosya, daktiloyla yazılmış bir dolu kâğıt parçası, bitmek bilmeyen kalabalık duruşmalar… Tam bir cinnet ve cehennem… Josef işe, bankaya gidiyor. Bir dolu memur, devasa işyerinde masalarının başında oturmuş, daktilolarıyla dosyalar için yazılar yazıp duruyor. Büroya, hiç sevemediği 15 yaşındaki kuzini Irmie (Naydra Shore) geliyor. Irmie’yi yaşına göre ahlaklı bulmuyor muydu Josef? Welles, sadece küçük bir kuşku bırakıyor belli belirsiz.

İlk Sorgulama… Akşam tiyatroda arkasındaki koltuktaki kadın ona bir not veriyor. Yerinden kalkan Josef, bakınıyor, sonra da salondan dışarı çıkıyor. Bir polis müfettişi (Arnoldo Foa) görüyor ve peşlerinden gidiyor. Dışavurumcu tuhaf mekâna geliyorlar. Yoğun parçalı ışığın düştüğü yer burası. Yoğun parçalı ışık düzenlemeleri kasvet duygusunu veriyor perdede. Mahkeme binası, öylesine devasa olmasına rağmen, sanki dosyalar raflardan taşıyor. İnsan bu tuhaf dışavurumcu mahkeme binasında yolunu kaybedebiliyor. İsmi açıklanmayan oteriteryen yönetim görkemini ve şaşaasını malı olan halka her daim hissettirmek istiyor. Faşizm, en büyüğünü, daha büyüğünü propaganda araçlarıyla halkın üstüne yağdırıyor her zaman. Josef’e sorgulanacağı yerin adresini veriyorlar önce. Josef adrese gidiyor. Üstleri çıplak ve numaralı insanlar görüyor. Nazi kampı hissi veriyor burası. Oradan geçip binaya giren Josef, çamaşır yıkayan bir kadını görüyor. Metaforu güçlü bir an bu. Kapıyı açıyor ve mahkeme salonuna giriyor. İçerisi kalabalık. Burada duruşması yapılıyor Josef’in.

Dayakçı… Bürosuna giden Josef, kendisini izleyen üç polisi fark ediyor. Josef bir odaya giriyor ve tuhaf bir manzarayla karşılaşıyor. Sorgulanan insanlara dayak atıyorlar dayakçılar. Cinnetin içinden kaçan Josef, tam anlamıyla bir kâbusun içine düşüyor. Bürosunda amcası Max’ı (Max Häufler) görüyor ve amcası onu avukat Hastler’e götürüyor. Kaotik mekânda güzel Leni’yle göz göze geliyor. Her insanı güzelliğiyle mağlup edebilecek biri o. Hastalıkla cebelleşen, ama kayıtsız gibi duran Hastler, davayı alıyor. Leni, Max’la Hastler’i baş başa bıraktırıp Josef’i dosyların raflardan taştığı tuhaf mekâna götürüyor ve dişiliğiyle Josef’i büyülemeye çabalıyor. Josef’in, kadınlarla deneyimi var mıydı? Onlara ulaşma yollarını mı bilmiyordu, yoksa otoriter yöneticiler gibi kuşkucu muydu? Ama bir gerçek vardı. Kadınlar, onun için ne kadar yakınında olsalar da uzaktaydılar. Zihinsel olarak yakınlaşamıyordu belki de. Leni ona, “İtiraf edersen kanunun pençesinden kurtulursun” diyor. Josef neyi itiraf edecekti? Suç neydi? Filmin içinde dolaşırken, bir an kendinizi rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şimşek çakıyor ve ardından bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başlıyor.

Sonra başka bir yere geçiyor Josef. Her şey birbiriyle bağlantılıydı bu mekânlarda. Salonda dikiş diken bir kadınla karşılaşıyor Josef. Ardından duruşma salonuna giriyor. Adı Hilda (Elsa Martinelli) olan kadın da peşinden geliyor. Hilda, mahkemede görevli bir adamla evliymiş, yardımcı olacağını söylüyor. Yargıcın kendisine karşı zaafını biliyormuş Hilda. Hukuk öğrencisi Bert (Thomas Holtzmann) adam onlara yaklaşıyor. Bert, Josef’i kalem odasına götürüyor. Josef, sanıklarla dolu koridordan geçiyor, çıkışı arıyor. Josef ve seyirci, gerçek anlamıyla kayboluyorlar bu devasa labirent binada. Başı dönüyor. Gözlüklü bir kadın (Paola Mory) ona yardımcı oluyor ve çıkışı bulabiliyor. Bu kadın, Josef’in güvenebileceği, sığınabileceği, uzlaşabileceği şefkatli bir kadın gibi sanki. Dışarıdan görkemli görünen ama içi kaos dolu devasa bina görkemiyle insanı etkiliyor.

Avukat Hastler’e gidiyor sonra Josef. Onun davası için bir şey yapmamasından dolayı işi bırakmasını istiyor. Öncesinde, davalardan dolayı çökmüş Bloch’la (Akim Tamiroff) tanışıyor. Oradan ayrılan Josef başka bir yere giriyor. Orada kız çocukları var. Merdivenlerden çıkan Josef, ressam Titorelli’yle (William Chappell) karşılaşıyor. Josef, ressamın yanından ayrılır ve bir kaotik labirentte kayboluyor. Peşinde de kız çocukları. Kamera, öne ve geriye hızlı kayarak, Josef ve seyirci için kaotik atmosfer yaratıyor perdede. Dışarı çıkabiliyor. Bir ses duyuyor Josef, Bir rahibi (Michael Lonsdale) görüyor. Rahip, davanın kötü seyrettiğini söylüyor ona. Sonra Hastler’le karşılaşıyor Josef. Perdeye, filmin
girişindeki illüstrasyonlar yansırken, aynı alegorik konuşmayı yapıyor Hastler. Oradan çıkan Josef’in karşısına yine rahip çıkıyor ve ona “Oğlum” diyor. Josef tepkiyle, “Senin oğlun değilim” diyor öfkeyle. Sonra iki adam gelip Josef’i kollarından tutup, banliyö binalarından geçip bir araziye götürüyorlar. Josef’i küçük kraterin içine bırakıyorlar. Josef soyunmaya başlıyor. Ona, intihar etmesi için bıçak vermeye çalışıyorlar. Bu Romalılardan gelme bir gelenek. Josef bıçağı reddedince iki cellât, çukura dinamit atıp Josef’i infaz ediyorlar. Dumanlar, atom bombasının dumanlarındaki mantar gibi havaya kalkıyor. İnsanlığın sonu gelirken, Jodef’in suçu hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Ortada suç var mıydı? Evet, paranoya… Elbette yabancılaştırma… Filmin sonunda Welles oyuncularını görüntülüler eşliğinde tek isimlerini de okuyordu.

Eserlerini Almanca yazan Çek yazar Kafka’nın “Dava” romanı, ülkemizde Can Yayınları’ndan 1999 yılında çıkmıştı.

(24 Ocak 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

2014 Yılının En İyi Filmleri

Biten bir yılın ardından geleneksel en iyi filmler seçkisini bu defa biraz gecikmeli olarak paylaşıyorum siz okurlarla. Bu seçki geçtiğimiz yılın filmleri olmasına karşılık dağıtımcı tercihleri doğrultusunda gösterimleri bu yıla sarkmış ya da çeşitli nedenlerle gösterime girememiş ancak yurt içi festivallerde izlenmiş filmleri de kapsamaktadır. Listede yer alan yapımlara ilişkin sitemiz arşivinden ulaşabileceğiniz yazıların tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilmiştir.

Kişisel seçimlerim doğrultusunda 2014 yılının en iyi 10 filmi şöyle sıralanıyor:

1 – Tarihin Sonu / Norte, Hangganan Ng Kasaysayan

Lav Diaz geçtiğimiz yılın en önemli keşiflerinden biriydi. Filipinli yönetmen 33. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen sondan bir önceki filminde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından yola çıkarak, benzersiz mizansenler, uzun planlar, renkler aracılığıyla kurduğu dünyasında ulusunun çileli tarihini irdeliyordu. (18.04.2014 / ‘Festivalin En Güzel Sürprizi’)

2 – Leviathan / Leviafan

Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev’in metaforlarla örülü sineması devlet, din ve vatandaş üçlü arasındaki erk mücadelesine ışık tutuyor. Büyümüş ve çürümüş Devlet’i kıyıya vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalara kazıyor yönetmen. Yeni Rusya’da olan bitenin ülkemizde yaşanmakta olan ahlaki, hukuki çöküntüyle paralelliği ayrıca ilgiye değer. (16.01.2015 / ‘Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği’)

3 – İtiraf 1 – 2 / Nymphomaniac 1 – 2

Ülkemizde yıllar sonra hortlayan sansür uygulamasıyla basın gösterimi yapıldıktan sonra sinemalarda oynatılması engellenen, ancak festivallerde ek gösterimlerle geniş bir izleyici kitlesine ulaşan son Lars von Trier filmi, cinselliğe ve insan ruhunun en karanlıklarına uzanan benzersiz bir yolculuk.

4 – İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron

Roy Andersson imzalı ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı yaşam ve ölüm üzerine eşi bulunmaz bir deneme. İsveçli ustanın ustanın sabit kamerası, birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ üstadın ta kendisi. (28.12.2014 / ‘Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden’)

5 – Dingin Sular / Futatsume No Mado – Still the Water

Tanınmış Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin Denizi’nde mercanlarla çevrili Amami Oshima adasının eşsiz ekosistemini fon alan son filmi, yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsününün romantik bir büyüme hikâyesi eşliğinde sunulduğu büyüleyici bir başyapıt. Kawase’gelenekler ve yabancılaşma üzerinden Japon toplumunu ustaca analiz etmiş.

6 – Kış Uykusu

Nuri Bilge Ceylan’ın Çehov, Dostoyevski, Shakespeare, Voltaire alıntılarının kullanıldığı, tiyatro ve edebi lezzet taşıyan uzun diyaloglarla yüklü son eseri üstün bir yönetmenlik becerisi. Ceylan’ın değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin emeğini taşıyan kusursuz sinematografisi de eksik değil bu güzel filmde. (12.06.2014 / ‘Ayazda Kalmış Yüreklere bir Neşter Daha’)

7 – Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachinu – The Wind Rises

Canlandırma sinemasının büyük ustası Hayao Miyazaki’nin veda filmi olduğu söylenen son çalışmasını Küçük Prens’imiz Berkin Elvan’ı düşünerek kederle izlemiştim. Miyazaki insanlığa umudunu koruyarak bitiriyor filmini. Paul Valéry’nin dizelerini ödünç alarak: ‘Rüzgar Yükseliyor!… Yaşamaya Çalışmalıyız!’ (16.03.2014 / ‘Miyazaki’den Berkin’e…’)

8 – Yıldız Haritası / Maps to the Stars

Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg’in Bruce Wagner’in ustaca yazılmış senaryosundan yola çıkarak çektiği son filmi acımasız bir Hollywood taşlaması, sert bir düzen eleştirisi. Bu filmin ardından yaklaşan Oscar ödülleri seremonisi farklı bir gözle izlenecek. (11.01.2015 / ‘Hollywood Ateşinde Yanmak’)

9 – Çocukluk / Boyhood

Amerikan Sineması’nın gerçek anlamda bağımsızlarından Richard Linklater aynı oyuncu kadrosuyla 12 yıla yayılmış bu benzeri olmayan çalışmasıyla büyüme üzerine sinema tarihinin en özgün yapıtına imza atarken çağdaş Amerikan toplumu hakkında incelikli bir gözlem sunuyor. Ülkemizde sinemalarda gösterilmeyen film festivaller, DVD ve paralı televizyon kanallarından izleyiciyle buluştu.

10 – İnce Buz Kara Kömür / Bai Ri Yan Huo – Black Coal Thin Ice

Çin Sineması’nın yeni kuşağından Diao Yi’nan’ın son filmi sosyal gerçekçilik motiflerini film noir ile özgün bir biçimde buluşturan modern bir sinema örneği. Yönetmen türün kalıplarıyla hınzırca oynuyor, klişeleri tersyüz ediyor. (17.07.2014 / ‘Bu Havai Fişekler Kaybedenler İçin’)

(21 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği

Andrey Zvyagintsev’in Sovyet sonrası düzenle hesaplaşması devam ediyor. Bu hafta gösterime giren ‘Leviathan’ yönetmenin semboller ve metaforlarla yüklü sinemasının son görkemli örneği. Dönüş / Sürgün / Elena üçlemesi ile sinemaseverlerin gözdesi haline gelen Rus sinemacının ‘Yeni Rusya’ üzerine daha öfkeli bir politik söylem tutturduğu yeni çalışması, mikro bir olaydan yola çıkarak Putin yönetiminin yozlaşmış kurumları üzerine çarpıcı bir tanıklığa dönüşüyor.

Ülkenin en kuzeyindeki balıkçı kasabasında yaşananlar günümüz Rusya’sının çürümüş otokratik düzenine ışık tutacak cinsten. Dalgalar kıyıyı döverken fondan yükselen Philip Glass’ın ‘Akhnaten’ operasının görkemli prelüdüyle büyük bir fırtınayı haberler gibidir yönetmen. Aile yadigarı toprağı elinden alınmak istenen kasabanın yerlisinin bürokrasi ile mücadelesini izlemeye başlarız daha sonra. Kolya’nın sahildeki değerli arazisinde gözü vardır belediye başkanının. Dededen kalma mülk değerinin altında istimlâk edilecek, yaklaşan seçimler öncesinde kamunun ortaklığında karlı bir yatırımın temelleri atılacaktır. Moskova barosundan avukat arkadaşın okkalı bir yolsuzluk dosyasıyla çıkagelmiş olması dahi durdurmaz rant peşinde gözü dönmüş belediye erkanını. Bölge mahkemesinin temyiz talebininin reddine ilaveten devreye sokulan mafyatik yöntemlerle Kolya’nın haklı itirazı susturulur. Devir tüm yolsuzluklarına rağmen üstlerinin çıkarlarına hizmet eden bürokratların devridir ne de olsa. Afili kilisesinde boy gösteren bölge papazı da muktedirin destekçisi olmayı seçmiştir. Tüm olanların Tanrı’nın izniyle gerçekleştiğinin altını basa basa ifade etmek suretiyle.

Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkarak günümüz Rusya’sında ahlaki yozlaşmayı cesurca irdeleyen ve Kremlin’le polemiğe girmeyi göze alan Zvygagintsev’in metaforları filminin adından başlıyor. Tevrat ve İncil’deki kötülüğü temsil eden deniz canavarının ismi olan ‘Leviathan’, İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes’un 17. yüzyılda kaleme aldığı aynı adlı ünlü eserinde mutlak güç ve yetkilere haiz Devlet’i ifade eder. Egemenliğin gökteki Tanrı’dan alınarak yeryüzündeki insani unsurlara dayandırılması üzerine kuruludur Hobbes’un metni.

Devlet, din ve vatandaş üçlüsü arasındaki erk mücadelesine ışık tutan Zvyagintsev, önceki filmlerinde daha kapalı biçimde değindiği kilise ile hesaplaşmasını bu kez ön plana çıkarmış. Devlet bürokrasisi ile kilise’nin çıkar ortaklığını tüm ayrıntılarıyla sergilemiş. Bir sahnede umutsuzca ‘merhametli yüce Tanrı’n nerede?’ diye soruyor Kolya. Talihsiz bir aşk üçgeniyle iyice dağılmış adamı, karısı ve avukat arkadaşıyla birlikte denizde batmış üç kayıkla betimlerken, büyümüş ve çürümüş Devlet’i öykünün geçtiği kuzey kıyılarına vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalarımıza kazıyor yönetmen.

Devletin otoritesini kullanarak bireyler üzerinde tahakküm kurması, menfaat tiranlıkları oluşturması, yaşama ve mülkiyet hakkını gasp etmesi ise günümüzde yalnızca Rusya’nın sorunu değil kuşkusuz. Andrey Zvyagintsev’in yoz bir bürokratın arazisini ele geçirmeye uğraştığı otomobil tamircisinin başına gelenlerle işaret ettikleri, ülkemizde yaşanmakta olan ahlâki ve hukuki çöküntüyle paralellik kurduracak cinsten. Bu karanlık dönemden gün ışığına çıkabilmek için bizlerin de Hazreti Eyüp gibi uzun yıllar sabretmesi gerekmeyecektir umarım.

(16 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hollywood Ateşinde Yanmak

David Cronenberg’in bizde de vizyona giren son filmi adını Hollywood ünlülerinin ikametgahlarının yer aldığı rehber broşürlerden alıyor. ‘Yıldız Haritası / Maps to the Stars’ tam da Kanadalı sinemacıdan beklenebilecek cürette bir Hollywood taşlaması. Hatta taşlamadan da öte son derece sert bir düzen eleştirisi.

Beden deformasyonu üzerine kafa yormuş olduğu bir dizi ilginç çalışmasıyla tanıyıp sevdiğimiz Cronenberg 2000’li yıllarda Amerika’da (History of Violence / 2005) ve Kıt’a Avrupası’nda (Eastern Promises / 2009) insan kaynaklı şiddetin kökenlerini kurcalamış, bir önceki Don DeLillo uyarlaması ‘Cosmopolis / 2010’de çağdaş kapitalizminin ürünü genç borsa milyarderinin hipnotik yolculuğu boyunca yeni yüzyılın teknoloji destekli güç ve iktidar tutkusunu mercek altına yatırmıştır. Bu serüvende Cronenberg’in yolunun çağdaş kapitalizmin en gösterişli vitrinine, bugün artık dev medya imparatorluklarının çarpıştığı eğlence endüstrisinin tapınağı Hollywood diyarına düşmesi kaçınılmazdı. Hele bu konuda tam teşekküllü bir yazar dosta sahipse.

‘Yıldız Haritası’ Hollywood’un içinde büyümüş Amerikalı yazar, oyuncu, yapımcı ve yönetmen Bruce Alan Wagner’ın özgün senaryosundan yola çıkmış. Hollywood ünlülerine limuzin şöförlüğü de yapmış olan Wagner bir dizi romanıyla bu yıldızlar beldesinden detaylı portreler çizer. Kimi eleştirmenlerin deyimiyle bir ‘Hollywood Satyricon’unu resmeder. Wagner’in sarkastik olduğu denli acımasız ve öfke dolu metni Cronenberg gibi aşırı uçlara açılmaktan çekinmeyen bir sinemacının elinde adresini bulmuş gibi görünüyor.

Bir Amerikan rüyasıyla açılan ‘Yıldız Haritası’ aşama aşama bir kabusa dönüşüyor. Florida’dan ünlülerin dünyasına sızmak için gelen Agatha’nın sır dolu geçmişini öğreniyoruz film ilerledikçe. Küçük yaşta kazandığı şöhretle dengesini kaybetmiş Justin Biebervari çocuk yıldız Benjie ve oğullarının sırtından büyük paralar kazanan ailesi, genç yaşta ölmüş oyuncu annesiyle hesaplaşması bitmemiş yaşlanmakta olan bir başka yıldız oyuncu ve onu sakinleştirmeye çalışan terapisti/gurusu, yapımcılar, yönetmenler, menajerler bu bildik düzenin aktörleri olarak resmi tamamlıyor.

Başta Robert Altman’ın ‘Oyuncu / The Player’ı (1992) olmak üzere bu eğlence imparatorluğu üzerine yapılmış birçok taşlamanın ötesinde çok yargılayıcı ve öfkeli bir bakışla sunuluyor Hollywood. Şeytani krallığın aktörlerini en iğrenç, en komik, en rezil, en bencil halleriyle göstermekten imtina etmiyor yazar ve yönetmen. Tüm bunlar bu kukla bebeklerin aslında birer kurban olduğu gerçeğini görmemizi engellemiyor yine de. Acımasız sistemin çarkına kapılarak ışığa koşan pervaneler gibi yanmaktan kurtulamıyor sonuçta hepsi. Havana’nın annesi bir yangında ölüyor. Benjie’nin annesi cehennem ateşinde kavruluyor. Tipik bir Cronenberg figürü olan Agatha’nın vücudu yanık izleriyle dolu. Paul Eluard’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine destek olmuş ‘Liberté / Özgürlük’ şiirinden başka sığınılacak bir şey kalmıyor bu kabus yüklü evrende.

(11 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğa Verir, Doğa Alır

‘Mısır Adası / Simindis Kundzuli – Corn Island’ yaşam döngüsü üzerine harikulade bir şiir. Yönetmen George Ovashvili’yi bir önceki filminden mimlemiştik zaten. Gürcü yönetmenin anavatanına adamış olduğu 2009 yapımı bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Öbür Kıyı / Gagma Napiri – The Other Bank’ Sovyet sonrası Güney Kafkasya’da yaşanan insanlık dramını 12 yaşında bir erkek çocuğun gözünden anlatır. Komşu Gürcü ve Abhaz halkları arasında 1992’de patlayan kanlı çatışmalarla yerinden yurdundan olmuş kimsesiz çocukların simgesidir küçük Tedo. Tarkovski’nin İvan’ı gibi acı çeker, etnik savaş cehenneminde babasının izini sürer.

Ovashvili’nin dört yıllık bir finansman arayışı sonucunda Eurimages desteğinin yanı sıra geniş katılımlı bir ortak yapım olarak (Gürcistan / Almanya / Fransa / Çek Cumhuriyeti / Kazakistan / Macaristan) çektiği bu ikinci uzun metrajı güncel askeri ve politik çatışmaların süregeldiği bir iklimde insan / doğa ilişkisini öne çıkarıyor. Gürcistan ile Abhazya arasındaki bin yıllık
doğal sınır teşkil eden Inguri nehri üzerinde oluşmuş, taşan nehrin dağlık araziden kopup getirdiği alüvyon adacıklardan birinde geçiyor hikâye. Abhaz yaşlı köylü doğanın hediyesi bu bereketli toprakları yaz ayları boyunca işleyerek kışlık mısırını yetiştirmek için kullanır. Çatışma halindeki komşu toprakların ortasında tarafsız bir bölgedir bu ada. Yaşlı adam keşfe çıktığı küçük toprak parçası üzerine keresteden kulübesini kondurur, sazla kaplı damın altında genç kızlığa yeni adımını atan torunuyla birlikte mevsimlik üretimine koyulur.

‘Mısır Adası’ anaakım sinemayla farklı bir kulvarda yol alan atraksiyondan uzak sade bir yapım. Günlük çatışmaların ötesinde insan / doğa ilişkisini sorgulayan duru bir sinema örneği. Doğa hem bereketli, hem de acımasız. Nehir verdiği gibi yok edebiliyor da. Gürcü yönetmen bu ezeli ebedi mücadeleyi aktarırken çok az diyalog ve müzik kullanıyor. Filmin benzersiz ritmi insan / doğa ilişkisinin bazen sakin bazen gerilimli ilişkisinden oluşuyor. Deneyimli Macar görüntü ustası Elemer Ragalyi’nin ellerine teslim
edilmiş sinematografi ise kusursuz. Başroldeki usta oyuncumuz İlyas Salman’ın etkileyici yorumundan da büyük destek alan bu çok uluslu yapımın genç oyuncusu Mariam Buturishvili beş bin küsur aday arasından seçilmiş. Malum finansman zorlukları dışında filmin çekim aşamasında da güçlükler yaşanmış. Nehrin oluşturduğu sahipsiz toprak alanda çekim yapmanın zorlukları ve Ragalyi’nin benzersiz kamera hareketlerine imkan vermesi açısından suni bir gölde insan eliyle yaratılmış filme mekân olan küçük ada. Üç mevsim boyunca büyüyen ve olgunlaşan farklı uzunluktaki mısır ekinleri kıyıdan adaya taşınarak yerleştirilmiş.

Harcanan emek karşılığını bulmuş ama. Karlovy Vary Film Festivali büyük ödülü Kristal Küre’nin ardından şimdi de yabancı film kategorisinde Oscar aday adayı dokuz film arasına girmeyi başardı ‘Mısır Adası’. İnsan / Doğa ilişkisinin bu şiirsel tasvirini kaçırmamaya çalışın.

(06 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2013 ve 2014 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

Türkiye’de 2013 ve 2014 yıllarında yapılan film festivalleri veya yarışmalar çerçevesinde belgesel, kısa film ve animasyon yarışmalarında 2013 ve 2014 yapımı filmlerin aldığı ödüller hakkındaki rapor aşağıdaki linkte ilginize sunulmaktadır.

http://www.kameraarkasi.org/festivaller/makaleler/2013-2014_yili_festival_degerlendirmesi.pdf

Nasıl Kullanılabilir?

Diyelim ki birisi size “Bu yıl en iyi belgesel, kurmaca, deneysel, animasyon filmleri hangileri” diye sordu. Deneysel film çekmek isteyen bir kısa filmci, ülkemizde çekilen ödüllü deneysel filmleri öğrenmek ve seyretmek istedi. Bir öğretim üyesi dersinde güncel ve ödüllü filmleri örnek vermek istedi. Bir televizyon kanalı veya programı ödüllü filmlerden bir seçki göstermek veya bir sinema programında göstermek istedi.

Bugüne kadar hiç bir kamu kurumu, dernek veya kuruluşun hazırlayamadığı işte bu liste size referans olacaktır. İlk defa film çekecekler için örnek olarak gösterebileceğiniz bir film listesi. Festivallerin veya sinema kulüplerinin gösterim seçkileri için iyi bir referans. Okuldaki veya kişisel film arşiviniz için seçki listesi. Televizyon programlarına konuk olacak yönetmen ve film tercihlerinde yardımcı olabilecek bir araştırma.

Jüri üyeleri için acaba seçimimde ne kadar başarılıyım, yılın en iyi filmlerine ben ne oy vermişim sorusunun cevabı. Festival yöneticileri için jüri üyeleri ne kadar başarılıydı cevabı. En fazla jüri üyeliği yapan tecrübeli jüri üyelerinin listesi.

Kısacası ülkemiz sineması için dönüp arkamıza bakabilecek verilerin olduğu, bu yıl biz ne yaptık sorusuna cevap olabilecek bir kaynak.

Bu araştırma Hayri Çölaşan tarafından oluşturulan ve kameraarkasi.org sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçtur.

(06 Ocak 2015)

Hayri Çölaşan
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com

Kamera Arkası
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com

80. Yıl Anısına: Halit Refiğ’i Hatırlamak…

44. Altın Portakal henüz sona ermişti. Yollarını aşındırmaktan yorulduğum AKM’de (Antalya Kültür Merkezi) düzenlenen yeni bir proje için, gönülsüzce de olsa mekânın yolunu tuttum: Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü öğrencileri, “Ahmet Adnan Saygun’u Anma ve Anlama” konulu bir konferansa katılacaklar ve sanatçı hakkında bilgiler edineceklerdi. Saygun’u, başta Yunus Emre Oratoryosu olmak üzere çeşitli çalışmalarından tanımakla birlikte, bu etkinlik için neden bir Müzik eğitimcisinin görevlendirilmediğini düşünürken, etkinlikte konuşma yapacaklar arasında Halit Refiğ’in de bulunduğunu öğrendim. Daha on gün öncesinde, onu Altın Portakal’da göremediğim için yakınırken, fırsat ayağıma gelmişti!

O tarihte, üçüncü sayısını henüz çıkardığımız Modern Zamanlar’ın ilk sayılarıyla birlikte, konferansı sonuna kadar izleyip, soluğu ustanın yanında aldım. Tanışmamızın ardından, beni büyük bir ilgiyle dinlediğini, İstanbul dışındaki bir kentte, -özellikle de Antalya’da- sinema yayıncılığı adına birşeyler yapıldığını işitmekten büyük bir memnuniyet duyduğunu ifade ettiğini hatırlıyorum. Bunlar samimi düşünceleriydi: Dergileri uzun uzadıya inceleyip, o dönemde “Yumurta” ile Altın Portakal kazanan Semih Kaplanoğlu ve genel olarak “minimalist” sinema ile ilgili düşüncelerimi sormuştu.

İlk sayımız için kaleme aldığım manifestonun girişi “Onat Kutlar’a…” notuyla başlıyordu. Sonuna kadar okuduğu bu metni gayet başarılı bulduğunu söylemiş ve doğal olarak, yaşamımın bir dönemine damgasını vuran tartışmaların odağında olan Kutlar’la ilgili bir yorumda bulunmamıştı. Üçüncü sayıda yer alan ve küçük bir fotoğrafının da yer aldığı “Festival Tarihi” değerlendirmemizin onu mutlu ettiğini de sözlerime ekleyebilirim. Yıllar sonra, notlarıma baktığımda, -ilk sayılarımızın temasını oluşturan- Chaplin veya Antonioni gibi yönetmenlerin sinemaları hakkında binlerce makalenin yazıldığı; bizim sinemamız söz konusu olduğunda, yapılan araştırmaların halen çok yetersiz kaldığı tespitini yaptığını görmüştüm. Başlıca ilgi alanımızın Türk Sineması olması gerektiğine işaret ediyordu Refiğ Usta.

Yaklaşık bir saate sığdırmak zorunda olduğumuz ilk sohbetin ardından görüşmelerimizi çoğu zaman telefonla ve e-posta aracılığıyla sürdürdük. Ülke gündemine damgasını vuran konular hakkında söylemek istediği çok şey vardı. Sinemadan kopmak durumunda kaldığını, yapımcı döneminin sona ermesinin, yeni projelerini hayata geçirmesine olanak tanımadığını söylüyor, “yeni” sinemayı anlamaktan uzak olduğunu belirtiyordu. 2008 Güz’ünde, yedinci Modern Zamanlar’da bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşi, ilginç ayrıntılarla doluydu. Uluslararası festivallerde yeni yeni keşfedilmeye başlayan sinemamıza şu yorumu getirmişti usta yönetmen:

“Bugüne kadar dünyada sinema ticaretine hakim ülke Amerika’dır. Amerika ile yalnız dünya pazarlarında değil, kendi ülkesinde de rekabet edemeyen Fransızlar alternatif bir yol açmışlardır. Sinemanın yalnızca bir endüstriyel eğlence ticareti olmadığını, ayrıca bireysel bir sanat eseri de olabileceğini savunurlar. Onlara göre, yönetmenin en kısıtlı imkânlarla kendi iç dünyasını yansıtabildikleri, seyredeni kendi iç sıkıntılarına ortak edebildikleri filmler, sanat filmleri, ‘auteur’ sineması örnekleridir. Fransa Kültür Bakanlığı himayesinde Cannes Film Festivali Fransızların bu düşüncesinin bir ödüllendirilme alanıdır. Avrupa’da Amerikan ticari sinemasıyla rekabet edemeyen birçok ülke, Fransızların bu görüşünü paylaşmakta, onlar da bireysel film yapımlarını tercih edip, bunların ödüllendirilmesi için Cannes Festivali benzeri şenlikler düzenlemektedirler. Bu filmlerde esas olan, yapıldıkları ülkelerin temel gerçekleri değil, filmin yönetmeninin yaşama bireysel bakışıdır. Bu yaklaşımın halkla buluşması, çok seyirci toplaması aranan bir şart değildir. Bu tarzın Türkiye’de de adından çok sözedilen temsilcilerinin olduğu malumdur.”

70’lere damgasını vuran tartışmalarla 2000’lerin sinemasal ortamı arasında paralellik kuran Halit Refiğ, sinemamızda son dönemlerde kayda değer gelişmelerin yaşandığına hak verirken, bir özeleştiriyi de beraberinde getiriyordu:

“Uzunca bir zamandır kendimi sinemadan kopmuş hissediyorum. Her halde yaşımın ilerlemesi ve film seyretmeye karşı oluşan doygunluk, hatta bıkkınlık duygusundan ötürü. Bu sebeple artık uzak olduğum bir alan hakkında çok fazla fikir yürütebilecek durumda değilim.”

Film yaptığı 1960’lı, 70’li yılları (kendi deyişiyle televizyon öncesi Türk sineması / Yeşilçam), dağıtımcı ve işletmeciler yoluyla seyirciden gelen talepleri karşılayabilecek filmler dönemi olarak ele alan Refiğ, günümüzde film yapmaya girişen her yönetmenin kendi şartlarını kendisinin yaratmak zorunda olduğu gerçeğinin de altını çiziyordu:

“Sermaye sağlanmasından, bütçe hesaplarından, yapım şartlarından, pazarlama ve dağıtıma kadar bütün işlemler, yapımcı / yönetmenin kendi gayreti ve becerisine bağlı artık…”

İlk tespitlerinden ve kaleme aldığı ünlü “Ulusal Sinema Kavgası” adlı eserinin üzerinden geçen uzun yılların ardından, kuramına nasıl baktığını sorduğumda ise, yine bir durum tespiti ile söze giriyor ve umutsuz bir sonuca ulaşıyordu:

“Bugün için ulusalcılık revaçta olan bir düşünce ve davranış değil. Resmi kurumlarımıza ve toplumun seçkin kesimlerine hakim olan düşünce tarzı keskin bir ‘Batıcılık’. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için temel amaç haline getirilmiş durumda. Bu duruma karşı koyan ve ulusalcı davranış gösterenler cezalandırılma yoluna gidiliyor. Böyle bir ortamda ‘Ulusal’ bir sinemanın varolması mümkün mü?”

Yine de “Ulusal Sinema” tezlerinin izlerini, o dönemde gişede yıldızı parlayan (Cem Yılmaz, Recep İvedik vb.) komedileri kendi sinema anlayışının temsilcisi olmadıklarını vurgulamasına rağmen, “…adı geçen filmlerin Türkiye’de Amerikan filmlerinden çok daha fazla seyirci toplamalarını çok büyük bir takdirle karşılıyorum” ifadelerinde yakalamak mümkündü.

Bu bakış, sinemadan koptuğunu iddia etmesine karşın, son dönemde izlediği yapımlar arasında öne çıktığını düşündüğü film ya da filmleri sorduğumuzda da kendisini gösteriyordu:

“Artık pek az film seyrediyorum ve sağlıklı bir genel değerlendirme yapabilmem mümkün değil. Ama gördüğüm filmler arasında ‘Kurtlar Vadisi Irak’ı çok beğendim. Toplumsal bir sinema olayı olarak, yalnız Türk sinemasının değil, dünya sinema tarihinin de en çarpıcı filmlerinden biri. Amerikan filmlerinden başka bir ülke sinemasında, bu kadar mülevves, namussuz, alçak Amerikalı tipler gösteren bir film hatırlamıyorum. Bu film 2003 yılında Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçiren Amerikalılara karşı Türk toplumunun ortak tepkisinin bir ifadesi. Bütün kamuoyu araştırmaları dünyada Amerika nefretinin, % 90’lara varan bir ölçüde, en yüksek Türkiye’de olduğunu gösteriyor.”

Polat Alemdar’ın maceralarına getirdiği yorum bizleri çok şaşırtsa da, konu dergi sayfalarında kapanmış görünüyordu. Ne var ki, bir yıl kadar sonra, büyük gazetelerden birine verdiği röportajın manşeti hazırdı tabii… Modern Zamanlar okurlarının çok daha önceden öğrendiği konu, geniş kamuoyunun da ilgisini çekmiş ve nedenleri üzerine bir süre kafa yorulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.

Aynı zamanda ülkenin ilk film eleştirmenleri arasında sayılan Halit Refiğ, 21 Temmuz 1956 tarihinde, dönemin ünlü Akis Dergisi’nde “Türk filmciliğinin kurtulmasını, Türk seyircisinin daha iyi filmler görmesini istiyorsak bu konuda film tenkitçileri ve sinema yazarlarına ağır görevler düşmektedir. Artık Türk sinemasının hayrı için birleşilmeli, birlikte savaşılmalıdır.” ifadelerini kullanmıştı. Yönetmenlik serüveni başladığında ise -ilk dönemler dışında- sinema yazarlarıyla yıldızının barışmadığı bilinmekteydi. Ülkedeki sinema eleştirisine dair gözlemlerini sorduğumuzda verdiği yanıt hayli manidardı:

“Dünden bugüne eleştiri anlayışında da büyük bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Benim sadece ilk filmim ‘Yasak Aşk’ genelde çok olumlu eleştiriler almıştı. Ondan sonra, Giovanni Scognamillo’nun bazı yazıları dışında, benim filmlerim hakkında olumlu birşey yazıldığı çok enderdi. Öbür meslektaşlarım için de durum pek farklı değildi. Bugün yapılan filmler hakkında yazılanlara baktığımda, olumsuz bir yaklaşıma rastladığımı pek hatırlamıyorum. Genelde çok iyi şeyler yazılıyor. Demek ki günümüz sinemacıları bizim yetersizliklerimizi çok aşmışlar. Ne iyi. Ülkemiz için ne kadar sevindirici bir durum.”

Refiğ, bir sinemacı olmanın dışında, bir düşünce insanı olarak da Türkiye’nin kültür birikimine önemli izler düşürmüştü. Görüşleri kimi zaman büyük fırtınalar koparsa da, entelektüel düzlemde yankı yaratmayı başarmıştı. Peki günümüz Türkiye’sine nasıl bakıyordu ve genç sinemacılara neler söylemek isterdi:

“Dünyanın geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bu çerçeve içinde bir umut varsa o da bana göre Türkiye. Bunun nedenini, niçinini ‘Tek Umut Türkiye’ adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Bir kitap konusunu benim için bir soru karşılığına sığdırmam mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim ki, genelde bütün sanatlarımız, özelde sinemamız, ülkemizin gerçeklerinden kaynaklandıklarında, çok özgün ve ilginç sonuçlara varabilirler. Genç kuşak kardeşlerime özellikle Batı’ya takılıp kalmamalarını, kendi ülkelerinin gerçeklerini kavramaya çalışmalarını öneririm.”

2007’nin sonbaharında başlayan dostluğumuz, vefatına kadar devam etti. Çoğunlukla kültürel ve siyasal gelişmeleri masaya yatırdığımız uzun telefon sohbetlerini -ki Refiğ Hoca, sık sık “bizi şu anda dinleyen arkadaşlarımız da unutmasınlar ki…” türünden cümleler sıkıştırırdı araya- aklımdan hiç çıkarmadım. Edindiğim genel izlenim, söyleyecek sözlerinin tükenmediği ve daha da önemlisi çok iyi bir dinleyici olduğu yönündeydi. Bu arada öğrencilerimden birinin yaptığı portre desenini çok beğendiğini söylediğini ve genç ressam Yasemin’e selamlarını ilettiğini anımsıyorum.

Özellikle Sinematek Dönemi’ne ilişkin yaşanan tartışmalar ve karşılıklı suçlamalara ilişkin bakış açımı çeşitli dönemlerde kaleme almış, bu kapsamda yapılan geniş bir incelemenin de editörlüğünü üstlenmiştim. Tek üzüntüm, görüşlerinin önemli bir bölümüne katılamadığım Halit Refiğ’le o dönemi derinlemesine tartışamamaktı. Sanatçı da, “Ulusal Sinema Kavgası”nın dışında, nehir söyleşiler ve çeşitli yayınlarda o yıllara yeniden bakmaya pek hevesli görünmemişti. Buna karşın, kültürel ikliminin giderek kirlendiğine inandığım 2000’ler Türkiye’sinde hayata, yedinci sanata ve düşünsel birikimimize sağladığı katkılardan dolayı ona minnet duyuyor, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

(03 Ocak 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden

‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ Roy Andersson’un ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera İsveçli üstadın yaşam ve ölüm üzerine benzersiz zenginlikte yeni denemesiyle devam ediyor.

Andersson insanları kuşlara benzetiyor. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ İsveçli üstadın ta kendisi. İnsan denen varlık kuşlar gibi kırılgan ve savunmasız. Öleceğini bilmesi en büyük trajedisi. Dolayısıyla ölüm korkusu Andersson’un bu son opus’unun da ana teması. Nitekim film boyunca farklı karakterler telefonla konuşurken ‘iyi olduğuna sevindim’ cümlesini kuruyor sürekli. Eşi bulunmaz yaratıcı yönetmenimiz varoluşun temelinde yatan bu hüznü, insanoğluna özgü bu melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor yine.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Ölümle üç buluşma adını verdiği bölümle başlıyor bu kez. Bir numaralı tabloda, dışarıda lapa lapa kar yağarken özenle
hazırlanmış yemek masası önünde inatçı şarap tıpasıyla boğuşurken kalp krizi geçiren adamın ölümünü, ikincisinde ölüm döşeğindeki yaşlı kadının tüm takıları ve birikmiş parası bulunan çantasıyla cennete gitme inadını, bir diğerinde yere yığılmış yaşlı adamın ölmeden önce sipariş verdiği ve parasını ödediği yemeği kimin yiyeceği hakkındaki trajikomik tartışmaya tanık oluyoruz.

Bir söyleşisinde ‘hakkında şaka yapabilirseniz ölüm korkutucu bir şey olmaktan çıkar’ diyen Andersson filmlerini izleyenlerin eğlenirken rahatsız olmalarını da istiyor. Tedirgin kuşlar göründüğü kadar masum değiller çünkü. Bir maymuna reva görülenler gözlemci yönetmenin objektifinden kaçmıyor. Vücuduna elektrik verilmek suretiyle deneye tabi tutulan ‘homo sapiens’ atasının çığlıklarına aldırmadan telefon sohbetini sürdürüyor laboratuvar çalışanı.
İsveçli sinemacının ülkesinin sömürgeci tarihiyle hesaplaştığı bölüm ise çok daha etkileyici ve yaralayıcı. Bu rüya sahnesinde Afrikalı kölelerin demirden dev silindir içinde ateşe verilmesi Nazi soykırımına rahmet okutacak cinsten. Yüksek burjuvaziden davetlilerin kadeh tokuşturarak üzerinde İsveç’in ünlü madencilik şirketi ‘Boliden’in amblemi bulunan ölüm çarkının dönüşünü izlediği sahne, çalan müzikle daha da absürdleşen bir zalimlik gösterisi. ‘Tarihin suçlarıyla bağımızın kopmadığını, hâlâ suçluluk duymamız gerektiğini’ vurgulamak istedim diyor Andersson.

Geçmiş ile günümüz iç içe geçiyor zaman zaman. 18. yüzyıl başlarının mağrur kralı XII. Karl’ın Rus korkusunu, Poltava savaşı bozgunu sonrasındaki perişanlığını gösteriyor bize yönetmen. (Hikâyenin bundan sonrası bizim tarihimizi de ilgilendiriyor, bu
parantez içinde biraz bilgi verelim: Ruslara yenildikten sonra güneye kaçarak Osmanlıya sığınan İsveç kralı beş yıl boyunca ülkesini dışardan yönetmek zorunda kalmış, bu uzun sürmüş misafirliğinden ötürü Yeniçeriler tarafından ‘Demirbaş Karl’ olarak anılmış. Etkin bir Rus karşıtı propagandayla Osmanlının Ruslara duyduğu nefreti bileyen Karl’ın Baltacı Mehmet Paşa’nın Deli Petro’ya yenildiği Prut savaşının tetikleyicisi olduğu da söylenir).

İsveçli sinemacı büyük bölümünü Stockholm’deki stüdyosunda çektiği bu son çalışmasında, bisikletçi dükkânı önünde birikmiş insancıkların sıkıntısını resmederken absürd tiyatronun başyapıtlarından Beckett’in ünlü oyunu ‘Godot’yu Beklerken’e selam göndermeyi de ihmâl etmemiş.

(28 Aralık 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yeni Gerçekçilik Ustaları: De Sica ve Visconti

İtalyan sinemasının iki büyük ustası Vittorio de Sica ve Luchino Visconti’nin filmlerini paylaşmak istedik. De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” ve Visconti’nin “Düşman Kardeşler” filmleri ikinci savaş sonrasındaki İtalya’ya gerçekçi bir bakış sunuyor.

“Bisiklet Hırsızları…”

Vittorio de Sica’nın (1901-1974), İkinci Dünya savaşı sonrasında Roma’da geçen 1948 yapımı siyah-beyaz “Ladri di Biciclette-Bisiklet Hırsızları”, yıkıntılar içindeki bir ülkedeki, İtalya’daki yoksulluğa ve açlığa derin bakışlı bir film. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Cesare Zavattini, Suso Cecchi d’Amico, Oreste Biancoli, Adolfo Franci ve Gerardo Guerrieri ortak yazmışlar. Film, Luigi Bartolini’nin romanından uyarlanmış. Çarpıcı ve öğretici fotoğrafları da kameraman Carlo Montuori çekmiş. Filmde zincirlemeli geçişle ve kaydırmalı çekimler de yapmış yönetmen. Hüzünlü müzikleri de Alessandro Cicognini bestelemiş. Fonda duyulan bu hüzünlü müzikler, yoksulların içindeki kederleri yansıtıyor sanki. Filmin hikâyesi üç gün kadar sürüyor. Bir de bu filmin oyuncuları amatörler. Film ülkemizde 1958’de vizyona çıktı.

Bu film, iki yıldır işsiz Antonio Ricci’nin (Lamberto Maggiorani) ve ailesinin hikâyesi. Karısı Maria (Lianella Carell), ilkokul öğrencisi oğulları Bruno (Enzo Staiola) ve yeni doğmuş bebekleriyle yoksul evlerinde yarı tok, yarı aç yaşamaya çabalıyor Antonio. Aslında birçok ailenin hikâyesiydi bu. Hatta bisikleti çalan genç Alfredo’nun (Vittorio Antonucci) ve ailesinin de. Tramvaylara, belediye otobüslerine tıkış tıkış binmiş insanların da. Bu filmde gördüğünüz her şey gerçeklik içinde. Bir ara bütün bunların İtalya’dan değil de şimdiki ülkemizden yansımalar olduğunu sanıyorsunuz. Yoksulluğu, açlığı ve işsizliği düşünüyorsunuz.

Antonio, duvarlara afiş yapıştırma işi buluyor. Ama bu işi alabilmesi için bir bisikleti olması gerekiyor. Parası olmayan Antonio bisiklete nasıl sahip olacaktı? Umutsuzca eve doğru giderken, sokaktaki çeşmeden su dolduran karısı Maria’ya umutsuz durumu anlatıyor. Kadınlar güçlü ve umutsuz anlarda hayata anlam katabiliyorlar. Kullanılmış ve kullanılmamış yatak çarşaflarını eskiciye satıp zar eski bir zar zor eski 1935 model Fides bisiklete sahip oluyorlar. Bu bisiklet maaşın yanında fazla mesai ve pirimler de kazandıracak
aileye. Kazan kaynayacak ve çocukları güvenle büyüyecekler. Karısı, geleceği gördüğü söylenen “Kutsal Kadın”a (Ida Arms) uğruyor önce Antonio’nun. Yeni iş üniformasını gururla giyen Antonio, sabahın ilk zamanlarında oğlu Bruno’yla Roma’nın içine dalıyorlar. Küçük Bruno bir benzincide çırak olarak çalışıyor bu yaz aylarında. İşi öğrenmeye çalışan Antonio, güzel günleri hayal ederken, genç biri bisikletini çalıyor. Peşinden koşsa da hırsızın izini kaybediyor. Önce polise başvuruyor. Ama umutsuzluk karakol manzarasından yansıyor görüntüye. Partiden arkadaşı Baiocco’dan (Gino Saltamerenda) yardım istiyor. Baiocco, partide tiyatroda bir oyunda oynuyor.

Pazar günü. Antonio, Bruno, Baiocco ve partiden yoldaşlar çalınan bisikletlerin parçalanıp satıldığı Vittorio Meydanı’ndaki pazaryerine gidiyorlar. Bissiklet ekip çalışmasıyla aranıyor. Parçalara bölündüğünü düşünen Baiocco, parça parça aratıyor. Ama bulunamıyor. Burada orta yaşlı bir adam, yalnız sandığı küçük Bruno’ya asılıyor. Ortada açlık dolaşıyor. Baiocco, Antonio’yu oğluyla başka bir pazaryerine yolluyor kamyonetle. Yağmur başlıyor. Roma ıslakken kadınlar kadar güzel görünüyor. Porta Portese’deki pazaryerinde de bisikletler satılıyor. Antonio, bisikleti çalan genci gördüğünü düşünüyor. Yaşlı adamla konuşan genç kaçıyor. Antonio, Roma’nın dar sokaklarında onu kaybediyor, ama
oğluyla yaşlı adamın peşine takılıyor. Yaşlı dam kiliseye gidiyor. Pazar günleri kilisede yoksul insanlara yemek veriliyor ayin sonrasında. Yaşlı adamı sıkıştırsa da kargaşadan faydalanan yaşlı adam ortadan kayboluyor. Ortada kalan Antonio ve oğlu, ırmak kenarında birbirlerini kaybetseler de mutlu son uzakta değil. Köprüde oğlunu bulan Antonio, baba-oğul buradan çıktıktan sonra umutsuzca Roma sokaklarında dolaşıp duruyorlar. Önlerinden arabaların içine tıkış tıkış binmiş Modena taraftarlarının stada doğru gidişlerine bakıyorlar. Modena, sarı-kırmızılı ünlü Roma’yla maç yapacak. Sonra bir lokantaya giriyorlar. Burası zenginlerin takıldığı müzikli bir restorandı. Burjuvalar tıkınırken, yemek yemeye çabalayan Antonio, oğlu “Kutsal Kadın”ın mekânına gidiyor umutla. Kadın, âşık bir gence “çirkin”
diye, tohumunu başka tarlalara serp diyor. Umutsuzlukla oradan ayrılan Antonio, oğluyla sokaklarda dolaşırken o genci görüyor. Genç bir geneleve atıyor kendini. Küçük Bruno da hayatında ilk defa bir geneleve girmiş oluyor. Sonra genci evine sürüklüyor. Adı Alfredo olan gencin hayatı da yoksulluklar içinde. Açlıkla savaşıyorlar. Fakir annesi ne bulurlarsa onu kaynatıyor tencerelerinde. Mahallelilerle kargaşa yaşanırken, Bruno polisi getiriyor oraya. Gelen polis, umutsuzca evi arıyor. Umut vermeden gidiyor sonra. Baba-oğul, stadın yakınlarında kaldırıma yorgunlukla çökerken, Antonio’nun gözü duvara yaslanmış bisiklete takılıyor. Onu çalma girişimi de boşa çıkıyor. Bisikletin sahibi onu affediyor. Akşam çöküyor. Antonio ve oğlu kalabalıkların içinde kaybolurken, sonra ne olacaktı? Filmin Türkçe dublajı da iyiydi.

“Düşman Kardeşler…”

Büyük İtalyan usta Luchino Visconti’nin (1906-1976) “Yeni Gerçekçilik” içindeki 1960 yapımı “Rocco ei suoi Fratelli-Düşman Kardeşler”, savaş sonrasında güneyden kuzeye iç göçü anlatıyor.
Visconti, “önsöz” ve “sonsöz”ün arasına beş kardeşin öne çıkaran bölümleriyle filmini kurgulamış. Titanus ve Les Films Marceau’nun ortak sundukları film, Giovanni Testori’nin “Il Ponte della Ghiosolfa” romanından uyarlanmıştı. Filmin senaryosunu da yönetmenle beraber Suso Cecchi d’Amico yazmıştı. Öğretici fotoğraflar da kameraman Giuseppe Rotunno’dandı. Visconti bu filminde kaydırmalı çekimler de yapmıştı. Etkileyici müzikleri de büyük besteci Nino Rota yapmıştı bu filmde.

Film, bir opera şarkısıyla başlıyor ön jenerikte. Görüntü, Milano’nun tren garı üstüne açılıyor. Bu prolog, yani önsöz iç göçün ağıtı gibi. Güneydeki Lucania’dan buraya göç etmiş Parondi ailesinin annesi Rosaria (Katina Paksinu) ve dört oğlu kompartımandan iniyorlar. Daha önce bu şehre gelmiş büyük oğul Vincenzo’nun (Spiros Focas) yanına yerleşmek için. Kış ayları…

Vincenzo… Genç adam, Milano’da âşık olmuş ve bu akşam Ginetta’yla (Claudia Cardinale) Ginetta’nın ailesinin düzenlediği törenle nişanlanıyor. Rosaria, Rocco (Alain Delon), Simone (Renato Salvatori), Ciro (Max Cartier) ve en küçükleri Luca (Rocco Vidolazzi) nişanın tam üstüne düşüyorlar. Ginetta’nın ailesi bu kalabalıktan korkuyor. Beraber yaşama tedirginliği. Kamera, karanlıklar içinde sağa doğru kayarak inşaat işçilerinin kaldığı barakaları gösteriyor. İnşaat işçisi Vincenzo, kaldığı barakada yaşlı
adamdan akıl istiyor burada. Yaşlı adam ona yeni yapılan apartmanları söylüyor. İtalya’da kentsel dönüşümün kurbanlarından Milano, her yere dikilen apartmanlarıyla konut sorununu çözse de ruhunu kaybetmiş şehirlerden. İstanbul gibi. Daireye yerleşince bir ay kira ödenmeyince devlet konut yardımı
yapıyormuş kiracılara. Ucuz olarak. Parondi ailesi bir apartmanın bodrum katına yerleşiyorlar. Oğulların da hemen çalışması gerekiyor. Şimdi sadece kar küreme işleri var onlar için. Çok geçmeden başka işlerde çalışmaya başlıyorlar. Serseri ruhlu olan Simone boks antrenmanlarına takılıyor. Rocco bir kuru temizlemecide iş buluyor. Tek okuma-yazması olan Ciro da gece kurslarına katılarak bir meslek sahibi olmak istiyor. Hayalleri de uzakta değil. Annesinin evlenmesine karşı çıktığı Vincenzo, nişanlısıyla arasını düzeltmeye çabalıyor güneyli kültürüyle. Daha fark edememiş kadınla erkeğin eşitliğini. Sonra yolu aynı apartmanda oturan Nadia’yla (Annie Girardot) yolu kesişiyor. Babası kötü yolda olduğu için çok öfkeli Nadia’ya karşı. Vincenzo,Nadia’yı bodrum katlarına götürüyor. Bu götürüş kaderleri de etkiliyor sonra. Boks salonuna takılan 21 yaşındaki ağzından sigara düşmeyen Simone, fark ediliyor. Rocco da onunla takılıyor. Karanlık menajer Morini (Roger Hanin) ona boks maçları ayarlıyor. “Aurore Milano” formasıyla maçlara da çıkıyor. İlk maçını nakavtla kazanıyor Simone. Ailesi de maçını izliyor tribünden.

Simone… Ringlerde dövüşen Simone, fahişelik yapan Nadia’yla beraberliği derinleşiyor. Nadia, lüks yaşamı hayal ediyor. Simone’nin kazandıkları onun bu hayallerine yeter miydi? Paskalya sürerken, bir gezide lüks otelin önünde zengin kadınlara bakan Nadia, burada olmayı istediğini söylüyor Simone’ye. Nadia, doymayan, verdikçe hep isteyen bir insan. Hayat da devam ediyor. İlkokul diploması olan Ciro, meslek sahibi olmak için akşam kurslarına katılıyor. Simone gibi okuma-yazma bilmeyen Rocco da
kuru temizlemecide çalışıyor. İşyerinde güzel kızlar var. Spor salonuna da takılan Rocco, çok yakışıklı olduğu için kızlar kendilerini ona fark ettirmek istiyorlar. Rocco, güven duyulan prensip sahibi bir genç. Kuru temizlemeciye Simone düşüyor. Kızlara asılıyor. Elbiselerini ütületiyor. Bir temiz gömlek de çalıveriyor. Gece kuru temizlemeciye gelen Simone, patron Luisa’yı (Suzy Delair) görüyor. Kadının kocası ölmüş ve bir erkeğin sıcaklığından uzak kalmış yıllarca. Bundan yaralanan Simone kadına asılıyor, ardından broşunu çalıyor. Parondi ailesinin evine polis geliyor Simone için. Rocco, onu aramaya çıktığında Nadia’yı görüyor. Arabası da olan Nadia, ona broşu veriyor. Ardından Rocco’yu fark ediyor. Simone’ye hiç benzemiyor. Broşu patronuna veren Rocco işi bırakıyor. O, onurlu bir insan.

Rocco… Genç Rocco askerde şimdi. 14 ay olmuş. Ailesi yeni bir daireye de taşınmış. Artık bodrum katında oturmuyorlar. Rocco, hapisten yeni çıkmış Nadia’yla karşılaşıyor. Kafede onunla köydeki hayatlarından konuşuyor. Çorak topraklar, yoksulluk ve açlık. Belki Milano’ya göç etmeselerdi açlıktan ölebilirlerdi. İtalyan diktatörü “Duce” Mussolini, iktidara geldikten sonra güneyi yoksulluğa ve açlığa terk etti. Onlardan öç aldı. Her şeyi, sanayiyi kuzeye yığdı. Kuzeyi zenginleştirdi. Güneyin kaderi, Mussolini gittikten sonra biraz değisse de yine yoksuldu. Kuzeyli faşistler, hâlâ dışlıyorlar. Köyün özleyen Rocco, Nadia’ya “İnandıktan sonra herkes başarabilir” diyor. Ama, korkmamalı. İnsanların, bu filme ve Rocco gibi bir insana ihtiyacı var. Umut için belki de. Eve dönüyor Rocco. Vincenzo, Ginetta’yla evlenmiş ve bebekleri Antonio’nun vaftiz töreni oluyor. Rocco mutlulukla kiliseye koşuyor. Rocco sonra spor
salonuna takılmaya başlıyor. Hayatı çöküntüye giden Simone’den sıkılan menajer Cerri (Paolo Stoppa), Rocco’yu yeni boksörü olarak seçiyor. Simone daha da dibe vurmaya başlıyor çok geçmeden. Nadia, Rocco’ya yakınlaşmaya başlıyor. Nadia, onun saf duygularını mı sömürüyordu, yoksa gerçekten Rocco gibi iyi ve uzlaşmacı birine mi ihtiyaç duyuyordu? Barda, Rocco’yla Nadia’nın çıktığını öğrenen Simone öfkeyle doluyor. Garın yanındaki Ghiosolfa Köprüsü’nde buluşuyorlarmış. Yanında serseri arkadaşlarıyla oraya giden Simone, Rocco’yla dövüşüyor, Nadia’ya tecavüz ediyor ve birçok şeyin kaderini değiştiriyor. Simone’nin aşkına ve tutkusuna saygı duyan Rocco, köprüde Nadia’yla vedalaşıyor. Rocco, artık abisi Vincenzo’nun evinde kalıyor bu olaydan sonra. Nadia fahişeliğe dönüyor. Kumar oynanan mekânda Simone onu görüyor. Nadia onu hayatına bir katmak istemiyor. Rocco da ringlerde başarıdan başarıya koşuyor. Rocco başardıkça Simone de daha da batağa düşüyor.

Ciro… Genç Ciro da, Alfa Romeo araba fabrikasına girerek hayatı anlamlaşıyor âşık olarak. Onun da hayatında güzel Franca (Alessandra Panaro) var şimdi. Simone, eski menajerini Morini’nin evine gidiyor, biraz para alabilmek için. Boks hayatı neredeyse bitmiş Simone için. Bu anda parçalı ışık düzenlemeleri yapmış Visconti. Daha kasvetli ve gerilimli bir atmosfer yaratılıyor. Morini, Lombardo’dan ilk geldiğinde Apollon’u gördüğünü söylüyor Simone’ye. Sonra yine iki polis Simone’yi arıyor. Ciro karakola gidiyor. Her şey kısırdöngü gibiydi sanki. Simone, Nadia’yı eve
getirmiş. Rosaria onun varlığından mutsuz. Nadia evi terk ediyor. Nadia, Simone’ye nefret dolu. Rocco’yla mutluluğunu engellediği için. Ya Simone’nin tutkusu? Onu da anlamak gerekiyor mu? Belki de Nadia’nın Rocco’nun hayatından çıkması Rocco için daha mı iyi olmuştu? Kader kendi planını mı yaşatıyordu trajediler sahnelerken? Ciro da Simone’den nefret ediyor ve ailesinden biri olarak görmüyor onu. Simone’nin Morini’ye 400 bin liret borcu varmış. Rocco bu borcu ödemeyi kabul ediyor geleceğini ipotek altına alarak. Simone barda serserilerden Nadia’nın kanal taraflarında fahişelik yaptığını öğrendiğinde trajediler de çoğalıyor.

Luca… Evin en küçüğüydü o. Simone dışında herkes Rocco’nun zaferini yemekle kutluyor. Rocco, köyünü özlüyor. Luca’nın köye geri döneceğini düşlüyor. Memleketlerinde, birisinin evi yapılırken, oradan geçen biri taş atarmış evin sağlam olması için. Bir kurban gerektiğine inanıldığı için. Ya şehirde? Sonra kapı zili çalıyor ve Simone her şeyi itiraf ediyor Rocco’ya. Ciro, Simone’yi ihbar ediyor, hayatlarından tümden çıkması için. Aile eskisi gibi güçlü olabilecek miydi? Hayat devam ediyordu.

Epilog, yani son sözde Luca’nın kederi sürüyor, Franca’yla mutluluğu yaşayan abisi Ciro’ya bakarken. İşçi sınıfının mutlu temsilcisi Ciro, Franca’yla gelecek için planlar yapabilirdi. Simone ne olacaktı? Hayat devam edecekti. Fabrikada, Ciro’nun yanından ayrılan Luca önünde apaçık duran yolda yürüyor. Abisi Rocco’nun duvardaki asılı afşini okşuyor.Belki de ileride köylerine dönecekti Luca. Sistemle uyumlu Ciro da Franca’yla mutlu ve yarından umutlu işine doğru yürürken. Bu film Venedik Film Festivali’nde “Gümüş Aslan” kazanmıştı. Aynı festivalde FIPRESCI Ödülü’nü de almıştı film.

Filmin Türkçe dublajı da muazzamdı. Alain Delon’un seslendirmesi bir an kulağınıza tuhaf gibi geliyor ama kısa bir zaman sonra kulağınız sese alışıyor. Bizde, önemli filmlere dublajlarda gerçekten önem veriliyor. Onlar da geleceğe kalmak istiyor.

(27 Aralık 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mücadele ve Mutluluk

Mücadele vermeden mutluluğa ulaşılmıyor. Ağır bir depresyon yüzünden ara vermek zorunda kaldığı çalışma hayatına geri döneceği sırada işten çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya kalan Sandra için de geçerli bu. Küçük bir işletmenin personeli olan genç kadının yokluğu sırasında aynı işin bir bir eleman eksiğiyle yapılabileceğini keşfeden işvereni işçisini gözden çıkarmıştır. Üstelik bunu sorumluluğu üzerine almadan diğer çalışanları bir seçimle başbaşa bırakmak suretiyle yapmayı düşünür. Buna göre panel üreticisi küçük şirketin diğer çalışanları 1.000 Avro’luk ikramiyeleri ile Sandra’nın işini sürdürebilmesi arasında bir tercih yapmak zorundadır.

Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin son çalışması ‘İki Gün ve Bir Gece / Deux Jours, Une Nuit’, işveren ve ustabaşı tarafından hayata geçirilmiş sinsi plana karşı Sandra’nın mücadelesi üzerine kurulu. İpotekli evlerinin kredi borcunu ödeyebilmek işe ihtiyacı vardır Sandra’nın. İş arkadaşlarının ihtiyaçları da benzer niteliktedir. Büyük kızın üniversite masrafları, iki yıldır ödenmemiş elektrik ve gaz faturaları, yeni evin giderleri vs. için bir can simidi gibi görülmektedir bu ikramiye birçoğu için. Kimisi evini döndürebilmek için haftasonu ek işlerde çalışan iş arkadaşlarını alacakları yıllık primden vazgeçmeye ikna etmek kolay olmayacaktır.

Kariyerleri boyunca orta ve alt sınıfların yaşam mücadelesi üzerine saygın örnekler vermiş olan Belçikalı usta sinemacıların son işi gerilimi giderek yükselen soluk soluğa bir hikâye. Küçük işletme çalışanı Sandra’nın mücadelesi çalınan iş aracını bir gün boyunca umutsuzca arayan De Sica’nın ‘Bisiklet Hırsızı’nın çabasını anımsatıyor. Savaşın yıkıntılarında varolmaya çalışan küçük insanların dünyasından altmış küsur yıl sonra çağdaş kapitalizmin refah Avrupa ülkesinde çalışanların içine düşmüş olduğu çıkmaz ibret verici bu açıdan. Sandra’nın mücadelesini izlerken iki gün boyunca orta alt sınıf mahallelerdeki yaşamları gözlemleme fırsatı buluyor, global ekonomik krizin ve acımasız kapitalist rekabetin benzer dertler ve sorunlarla boğuşan çalışanları nasıl birbirine düşürdüğüne, işçi sınıfı bilincinin yerinde yeller estiğine tanıklık ediyoruz. Sandra’nın işçi arkadaşlarının vicdanlarına ne ölçüde dokunabildiği veya işine geri dönüp dönemediği çok da önemli değil, filmi izleyenler bunun yanıtını öğrenecekler zaten. Önemli olan bu iki günlük savaşım sonunda Sandra’nın sınıf bilincine kavuşması, günümüzde yok olmaya yüz tutmuş gözüken işçi sınıfı dayanışmasının mutluluğuna erişebilmiş olmasıdır.

‘İki Gün ve Bir Gece’ usta yönetmenlerin önceki işleri gibi sade ve gösterişsiz, melodrama ve aşırı duygusallığa prim vermeyen çok başarılı bir çalışma. Daha önceki filmlerinde amatör ya da çok tanınmayan oyuncuları tercih etmiş olan Dardenne kardeşler ilk kez önemli bir yıldız oyuncuyla çalışmış, çok da doğru bir seçim yapmışlar. Keza Marion Cotillard tüm profesyonelliği ve başlangıçtan son plana kadar nefes kesen yorumuyla bizleri bir kez daha hayran bırakıyor kendisine. Cotillard’ın adını yaklaşan ödül mevsimi seçimlerinde sık sık duyarız gibi geliyor.

(26 Aralık 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyuncunun Korkularına Dair

‘Sils Maria: Ve Perde’ bir sahne sanatçısının korkularıyla yüzleşmesi üzerine çok boyutlu bir hikâye. Deneyimli Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın filmi sahne insanının kırılganlığı, şöhretin sürdürülebilirliği ve özellikle kadın oyuncular için çok daha acımasız bir hızla geçen yılların biriktirdiği unutulma korkusu üzerine bir bakış sunuyor öncelikle. Giderek Sils Maria’nın Nietzsche’yi de etkisi altına almış hipnotik bulutları gibi katman katman açılıyor öykümüz iki saat boyunca.

Keşfedeni, akıl hocası yazar yönetmen Wilhelm Melchior adına verilecek onur ödülünü kabul etmeye hazırlanan tiyatro dünyasının divası Maria Enders çalkantılı bir dönemden geçmektedir. Kocasından ayrılmak üzeredir, son dönemin popüler bilim kurgu filmlerine kaymış olan kariyeri beklemededir. Alplerdeki tünelleri katetmekte olan trenin sarsıntısı tedirgin ruh halini betimlemektedir kırklı yaşlarındaki deneyimli sahne canavarının. Beklenmedik bir biçimde hayatına son veren yaşlı ustasının 20 yıl önce kendisini yıldız yapan ‘Maloja Yılanı’ oyununun yeni versiyonunda kendisine teklif edilen rol kafasını karıştırır. Kariyerini başlatan genç asistan rolü yerine çekici Sigrid’in oyuncağı haline gelmiş orta yaşlı iş kadınını oynaması önerilmiştir ona. Sigrid karakteriyle ve onun özgürlük anlayışıyla özdeşleşmiş olan Maria, genç sekreteri uğruna ailesini ve sosyal hayatını ziyan eden Helena karakterini canlandırmak istemez. Hem Helena’nın kırılgan tutkusunu kabullenmeye hazır değildir, hem de yıllar önce aynı karakteri canlandırmış oyuncunun oyunun sahnelenişinden bir yıl sonra trafik kazasında hayatını kaybetmesinden huzursuzdur.

Filmin ikinci bölümü Maria’nın eli ayağı genç asistanı Valentine ile birlikte hayatını ve kariyerini sorgulaması üzerinedir. Akıl defteri, bazen annesi kimi zaman terapisti, her daim prova partneri Val ile gelgitli birlikteliğini sürdürür Maria. Nietzsche’nin evrenin ve zamanın sonsuz bir döngü süreci içinde olduğunu ve yaşanan her şeyin sonsuza kadar tekrar tekrar yaşanacağını savunan ünlü ‘ebedi tekerrür’ kavramına ilham vermiş İsviçre Alplerinin Sils Maria bulutları altında efendi-köle ilişkisinin durmadan değiştiği bir hesaplaşma yaşanır ikili arasında. Güncel hayattan soyutlanmış Maria’yı bulutların üzerinden indirmeye kararlıdır Val.

Prestijli ‘Cahiers du Cinéma’ yazarlığından gelme Assayas çok katmanlı hikâyesini sinema tarihinden referanslarla süslerken Alman yönetmen Arnold Fanck’in 1924 yapımı kısa belgeseli ‘Maloja Bulut Fenomeni’ninden bir bölümü izletiyor bizlere. Bununla kalmayıp, Kuzey İtalya’dan İsviçre Alplerine uzanan bulutların meteorolojik bir mucizeyle tam Sils Maria üzerindeki vadide bir yılan gibi kıvrılma olayını bu kez kendisi görüntülüyor. İki kadının ilişkisi sinemanın bir dizi başyapıtlarından esinler taşıyor. Joseph Mankiewicz’in 1950 yapımı klâsiği ‘All About Eve / Perde Açılıyor’daki (yabancı film ithalatçılarımız sahne sanatçıları söz konusu olduğunda filmin Türkçe adına ‘Perde’ kelimesini ilave etmeyi eskiden beri severler) benzer diva ile yeni yetme yardımcısı arasındaki iktidar mücadelesi ya da Ingmar Bergman’ın ünlü ‘Persona’sında tiyatro oyuncusu Elisabet Wogler ile bakıcısı Alma’nın kadınlık ve kimlik üzerine yakıcı tartışmaları belleğimizde canlanıyor. Filme konu olan oyunun Fassbinder’in ünlü klâsiği ‘Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları’na benzerliğini fark ediyoruz. Assayas’ın Juliette Binoche’u yıldız yapan André Téchiné filmi ‘Randevu’nun senaryo ortağı olması ya da ‘Alacakaranlık’ serisinin meşhur ettiği Kristen Stewart’ın kibirli Maria’yı popüler gençlik filmleri ve onların izleyici kitlesini kendi kariyeri açısından dikkate alması gerektiği konusunda uyardığı bölümler bu oyun içinde oyuna sinemasever açısından ayrı bir lezzet katıyor. İki yıl önce İstanbul’da Thomas Ostermeier yönetimindeki Schaubühne Berlin topluluğunun Hamlet yorumunda alkışladığımız müthiş oyuncu Lars Eidinger’in bu kadınlar filminde tiyatro yönetmenini canlandırdığı kısa kompozisyonu kendisini sahnede izlemiş olanların anılarını tazeliyor.

(24 Aralık 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Buda’nın Ölümü

Kim Ki-duk’un son filmi ‘Bire Bir / Il-dae-il’in ‘Başka Sinema’ programındaki gösterimleri devam ediyor. Uzakdoğunun verimli sinemacısı son dönem çalışmalarına damgasını vurmuş yoğun karamsarlığının doruğunda bu kez.

2008 yapımı ‘Rüya / Bi-mong’un asılma sahnesinde baş kadın oyuncusunun ölümün eşiğinden dönüşünün yarattığı travmayla sarsılmış olan Güney Koreli yönetmen, yaşamın ve film yapmanın anlamını sorguladığı uzun inziva döneminde vicdanıyla hesaplaşmış ve bu süreç adını bir halk türküsünden alan ‘Arirang’ belgeselinde karşımıza gelmişti.

Kim Ki-duk’un dönüşü öncesine kıyasla çok daha karanlık ve şiddet yüklü hikâyelerle yol almaya devam ediyor. ‘Acı / Pieta’ (2011) sinemacının para ve kapitalist ekonomi ile hesaplaşmasıdır. Ana oğulun şiddetten şefkate evrilen ilişkisi çerçevesinde iyilik ile kötülüğün, günah ile kefaretin, intikam ile acıma duygularının ezeli çatışması sergilenir. Bir önceki diyalogdan arınmış çalışması ‘Moebius’ (2013) ise cinsellik sorunsalı üzerinden çekirdek aile içi iktidar mücadelesi üzerinedir.

Yedi adet suçluya karşı yedi intikamcıdan adını alan ‘Bire Bir’ umutsuz bir ülke resmi çiziyor. Çağdaş kapitalizmin son mucizevi örneği olarak gösterilen Güney Kore’den akıllara seza vahşi tablolar eşlik ediyor Kim Ki-duk’un anlatısına. Gece karanlığında kuytuya sıkıştırılmış küçük kızın yüzü bantlanarak boğulmasını gösteren açılış sekansını takiben, bu vahşetin intikamını almak için yola çıkmış şebekenin şiddet yüklü hikâyesini izliyoruz. Kısasa kısas bu intikam gösterisi birbirinden korkunç işkence seansları içeriyor. Bu bölümlerin seyrinin kolay olmadığı konusunda izleyiciyi şimdiden uyaralım.

Kendilerine özel harekâtçı süsü vermiş intikam timi, küçük kızın katledilmesi olayına karışmış üst düzey yönetici, bürokrat ve ordu mensubundan işkenceyle itirafnameler alıyor. Zenginin daha zengin olduğu, yoksulun daha yoksullaştığı kapitalist düzene nefretini dile getiriyor yönetmen. Arirang’lı yıllarında yaşadığı kulübe misali derme çatma mizansen anlayışında eskinin ruhani havası giderek kayboluyor. Depresiflik hali şiddetleniyor, iyilik, acıma ve kefaret adına her şey siliniyor ve Buda’yı öldürüyor Kim Ki-duk. Son jeneriğe eşlik eden Bach’ın kederli viyolonsel ezgisi bir ağıt misali yükseliyor perdeden.

(20 Aralık 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Esnafı Adalet Savaşçısına Dönüştürmek

Sinema tarihinde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaya çalışan ilk esnaf kimdir, bilemiyorum ama söz konusu olan, sorunlara “kişisel” olarak neşter vurulması ise, 100 yılı aşkın gelenek bizlere oldukça zengin bir miras bırakmıştır.

Griffith ve Sternberg’ün sessiz dönemde taşlarını döşediği yolda yürümeye başlayan ilk adamlar birer esnaf sayılırdı. Özellikle Büyük Bunalım sonrası ortaya çıkan boşluğu “bileklerinin ve namlularının gücü sayesinde” doldurmayı başaran bu parlak ticari zihniyetin / mafyanın sinemasal yorumu, o yılların ahlâk duvarlarına -ve HAYS Yasası’na- çarpıp dönse de, parlak bir başlangıç sayılabilirdi. En hakiki dokunuşlara 60’ların ikinci yarısından sonra sahip olacak bu sinema, kara filmlere doğru evrildiğinde, temsiliyeti sağlamak özel dedektiflere nasip oldu. İlginçtir; sözü edilen filmlerde kanun adamlarının asayişi yeterince tesis edememesinin yarattığı atmosfer, modern sinemanın da temel tezleri arasına katılacaktı. Yozlaşmış polislerin, hukuk ve siyaset adamlarının cirit attığı bir ortamda, etrafı femme fatale ile çevrilmiş; içe dönük, kendisine ve topluma güvensiz birey, çoğu zaman “yoldan çıkma eğilimi” gösterse de, bazen de polis veya hakim rolüne soyunabiliyordu.

“Bullitt” ile “sağa sinyal veren” ve erken 70’lerin habercisi sayılan bir anlayış, perdeye “Dirty Harry” ve “The French Connection”ı emanet ederken, adalet ve kanunlara bakış açısı çoğu zaman ikircikliydi: İlk bakışa göre polisler geri dönmüşlerdi! Aykırı da olsalar, “sokakları pislikten temizlemek için” görev aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı. Madalyonun öteki tarafında ise masumiyetlerini pekiştirecek bir yan vardı: Adalet mekanizması öylesine kirlenmişti ki, kahramanlarımıza oyunu kendi kurallarıyla oynamaktan başka yol kalmıyordu. Hırsızlar, katiller ve tecavüzcülerin elini kolunu sallayarak gezindiği metropolleri kâbustan kurtarmanın yolu, sorunları “kişiselleştirmekten” çekinmeyen “bireyci” kanun adamlarının namlularından geçiyordu. Bir başka deyişe bu filmler düzeni sağlamak adına o düzeni eleştirerek muhafazakâr bir muhalefetin de temsilcisi oldular; ancak tehlikeli bir sürece yeşil ışık yakmaları anlamında yeni bir yönelime de şimşek çaktılar.

Böylelikle 70’lerin ikinci yarısına kadar geçen süreçte, ortaya ilginç bir hesaplaşma manzarası çıktı: Suçluyu, onun yaratan toplumsal koşullardan ve devletten soyutlamayan, 30’ların ahlâki ve hukuki normlarıyla oynama pahasına daha gerçekçi bir dil yakalamaya çabalayan liberal yönelimler ve yukarıda sözünü ettiğimiz bakışın ürünü olan filmler. İbrenin orta noktaya işaret ettiği duraklardan birinde sahneye çıkan “esnaf” Travis Bickle (Taxi Driver, 1975), bu kafa karıştırıcı dönemden en çok nasibini alan kahramanların başında yer alıyordu. Ruhsal bir bunalımın pençesinde kıvranıyordu, kafasında Vietnam’ı öldürememişti, ama sisteme uyum sağlamak için çabalıyor; bu anlamda, söz gelimi Rambo’dan çok daha anlamlı bir yönelime işaret ediyordu. Onun başarısızlığı ve intikama yönelmesi bir “düzen sorunu” idi. Aldığı tepkilerden şaşkına dönen Scorsese, hedefinin toplumu teşhir etmek olduğunu iddia etse de, Bickle’ın aynada aksine silah doğrultan görüntüsüyle özdeşleşen yığınlar nerede duruyordu?

Polise iade-i itibar kazandırma eğiliminin bir sonuç değil başlangıç olduğu, 80’lerde iyice açığa çıkacaktı. Sokaktaki adam ya da masum metropol insanı olsun farketmez; kişisel trajedilerden ölümcül sonuçlar doğuracak intikamcılar kapıda belirmiş; yani “gerektiğinde asayişi tesis eden polis, gerektiğinde de adaleti sağlayan hakimlerin” zamanı gelmişti işte! Paul Kersey’nin (“Death Wish”, 1974) -sıradan insanın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran senaryo sayesinde- soğukkanlılıkla suçluları öldürdüğü yeni dünyanın asil kahramanları aile babalarının, mimarların ve esnafların arasından çıkıyordu!

Şimdi koltuğunuza yaslanın ve “First Blood”ın, “The Equalizer”ın, “John Wick”in adalet savaşçılarını, intikamcılarını hatırlayın. Süper kahraman filmlerinin en gereksiz figürleri olan polislerin; Spider’ın, Superman veya Batman’in işini ne kadar zorlaştırdığını gözünüzün önüne getirin. Şiddetin kaçınılmazlığını acı deneyimler sonucu kavrayan Lewis, Ed, Drew ve Bobby’nin (“Deliverance”, 1972), David’in (“Straw Dogs”, 1971), Clyde’ın (“Law Abiding Citizen”, 2009) trajedilerini gözünüzün önüne getirin: Göreceksiniz ki, bir adalet savaşçısı, kanun adamı veya yargıç olmanızın önünde çok da engel yok. Ana akım sinemanın kimi örneklerini ve devlet adamlarının “hassas” uyarılarını rehber kılacaksak eğer; silahları kuşanmanın, bıçakları bilemenin ve hatta palaları kuşanmanın zamanı geldi de geçiyor demektir!

Gazamız mübarek olsun!

(18 Aralık 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü