Kategori arşivi: Yazılar

35. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

35. İstanbul Film Festivali yaklaşıyor. Bu yıl daha kullanışlı bir boyutta basılmış olan festival kitapçığına festival sinemalarından (Atlas, Fitaş, Beyoğlu ve Rexx) ulaşabilir ve kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında ağırlıklı olarak geniş gösterim şansı bulamayacak yapıtları içeren 10 filmlik geleneksel seçkim şu şekilde sıralanıyor.

1 – BİNBİR GECE (As Mil e Uma Noites):

Geçtiğimiz yıl Sight & Sound ve Cahiers du Cinéma gibi saygın sinema dergilerince yılın en iyileri arasında gösterilen toplamı 6 saati aşan bu nehir çalışma üç ayrı bölüm halinde gösteriliyor. Polonyalı efsanevi sinemacı Kieslowski’nin ‘Üç Renk’ çeşitlemesini hatırlatan ve belgesel ile kurmacayı, geçmiş ile bugünü, gerçek ile fanteziyi birleştiren Miguel Gomes imzalı üçleme, Portekiz’deki ekonomik krizin etkilerini araştırmaya, huzursuz bir toplumun fotoğrafını çekmeye sıvanıyor.

2 – DOĞRU ZAMAN (Right Now, Wrong Then):

Festivalde tanıyıp bağrımıza bastığımız Güney Kore’nin Woody Allen’ı olarak tanımlanan Hong Sang-Soo’nun Locarno Şenliği’nden en iyi film ve erkek oyuncu ödülleriyle dönen son çalışması, bir yönetmen ve yeni tanıştığı kadın ressamın birlikte geçirdikleri birkaç saatin iki farklı versiyonunu izleyiciye sunuyor. İki karakterin iletişiminin nüanslarla birbirinden ayrıldığı iki ayrı versiyonda, işlerin nasıl yolunda gidebileceği veya gitmeyeceği parlak oyuncu performansları eşliğinde aktarılıyor.

3 – GELECEK GÜNLER (L’Avenir):

Avrupa’nın dikkat çeken kadın yönetmenlerinden Mia Hansen-Love’a geçen ay Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran son çalışması, felsefe öğretmeni Nathalie’nin yaşlı ve ilgi bekleyen annesi, çok sevdiği işi ve yolunda giden evliliğinin üçe bölmüş olduğunu hayatının değişmeye başladığı dönüm noktası üzerine. Orta yaş sonrası hayatın getirdiği değişikliklerle geleceğin nasıl şekilleneceği üzerine bu yaman film, Isabelle Huppert’in etkileyici oyunculuğundan büyük destek alıyor.

4 – AŞK BİRLEŞİK DEVLETLERİ (Zjednoczone Stany Milosci):

Polonya sinemasının yeni neslinin öne çıkan isimlerinden Tomasz Wasilewski’nin üçüncü uzun metrajı, 90’lı yıllarda mutsuzluklarından kaçmaya çalışan dört kadının tutku ve sevgi arama çabalarının izini sürüyor. Güçlü kadın portreleri sunan yapım arka planda dönemin Polonya’sının siyasal ve toplumsal dönüşümünü ustalıkla aktarıyor. Romen sinemacı Cristian Mungiu ve Ukraynalı Sergei Loznitsa’nın başyapıtlarından hatırladığımız müthiş görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun melankolik, soluk renk paleti filmin en önemli kozlarından.

5 – FRANCOFONIA:

Yaşayan en önemli Rus yönetmenlerden Alexander Sokurov’un St. Petersbourg’un ünlü müzesi Hermitage’ın ardından bu kez Louvre Müzesi’ne bir aşk mektubu bu film. İnsanlık tarihinin en nadide sanat eserlerinin sergilendiği uçsuz bucaksız efsanevi müzenin görkemli salonlarında ve galerilerinde kıvrıla kıvrıla geziniyor usta sinemacı. Müzenin felsefi varlığı varlığı üzerine bir zihin egzersizine girişiyor, Paris’in Avrupa tarihindeki konumu üzerine kafa yoruyor.

6 – DENİZDEKİ ATEŞ (Fuocoammare):

Üç yıl önce festivalde de gösterilen ‘Çevreyolu / Sacro GRA’ ile Venedik’te Altın Aslan ödülünü kazanmış olan İtalyan sinemacı Gianfranco Rosi, geçtiğimiz ay Berlin’den büyük ödül Altın Ayı ile dönen son çalışmasında günümüzün en yakıcı, en önemli toplumsal meselesi olan mülteci sorununu ele alıyor. Kuzey Afrikalı mültecilerin Avrupa’ya giriş noktası olan İtalyan adası Lampedusa’da geçen filmde ada sakinlerinin günlük yaşantıları üzerine izlenimler Avrupa’nın göçmen sorununa yaklaşımına ilişkin bir metafora dönüşüyor. Konuya ilişkin Jakob Brossman imzalı bir diğer önemli belgesel olan ‘Lampedusa’da Kış’ın yine festival kapsamında gösterileceğini buradan hatırlatalım.

7 – TOPRAĞIN GÖLGESİNDE (La Tierra Y La Sombra):

Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde ilk filmlere verilen prestijli Altın Kamera (Caméra d’Or) ödülünü kazanmış olan yapım, 17 yılın ardından evine dönen Alfonso’nun terk etmiş olduğu topraklarda yeniden kök salma ve ailesini yoksulluğun pençesinden kurtarma mücadelesi üzerine. Çeşitli festivallerde büyük ilgi görmüş olan film, Kolombiyalı genç sinemacı César Augusto Acevedo’nun bir ressam titizliğiyle yaratmış olduğu görsel dünyasıyla dingin bir Latin Amerika alegorisi olarak anılıyor.

8 – YILANIN KUCAĞINDA (El Abrazo De La Serpiente):

Bir diğer Kolombiyalı sinemacı Ciro Guerro’nun imzasını taşıyan film, ait olduğu topluluğun hayatta kalan son üyesi olan Amazonlu bir şamanın ve kırk yılı aşkın bir süre onun topraklarında yetişen kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının hikayesini anlatıyor. Sömürgeciliğin insanlık tarihi üzerindeki derin tahribatı üzerine siyah-beyaz görselliği ve şiirselliği ile öne çıkan yapım en iyi yabancı film dalında bu yılın Oscar adayları arasındaydı.

9 – ÇETE (El Clan):

Arjantin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Pablo Trapero’nun Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazanan son çalışması, istihbarat servisi için çalışan bir adamın cunta hükümeti dağılınca işsiz kalması üzerine çocuklarını da seferber ederek adam kaçırma ve işkence seanslarına hiçbir şey değişmemiş gibi devam etmesi üzerine kurulu gerçek bir öyküden yola çıkıyor. Ülkesinin suç ve kanla lekeli dönemine amansız bir eleştiri getiren Trapero, Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünün bu yılki başkanı olarak filminin gösterimleri sonrasında izleyicilerle söyleşilere katılacak.

10 – ŞÖVALYE (Chevalier):

On filmlik listeyi tamamlayan bu dayanılmaz kara güldürüde Yunan yeni dalgasının en muzip temsilcilerinden Athina Rachel Tsangari, Ege Denizi’nin ortasında lüks bir yatta erkekliklerini yarıştıran üst sınıf karakterlerin serüvenleri üzerinden erkeklik konseptini irdeliyor ve rekabet duygusunu yaman bir taşlamanın merkezine yerleştiriyor.

Bu sınırlı seçki dışında, sayısız ilginç filmle dolu bir program sunuyor festival. Fransız usta Andre Téchiné’nin yıllar sonra beklenmedik bir sürprizle dönüş yaptığı genç işi filmi ‘Yaş 17 / Quand On A 17 Ans’; yakınlarda hayata veda eden Polonyalı sıradışı sinemacı Andrzej Zulawski’nin Reha Erdem’in ünlü yapıtıyla aynı adı taşıyan çılgın vasiyet filmi ‘Kosmos’; bir diğer yılların eskitemediği Polonyalı usta Jerzy Skolimowski’nin çağımızın felaket hissini iç içe geçen öykülerle veren gerilimi ’11 Dakika’; Meksika sinemasının deneyimli isimlerinden Arturo Ripstein’ın yaşlı iki fahişenin hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlarına odaklanan siyah-beyaz melodramı ‘Acı Sokağı / La Calle De La Amargura’; Japon usta Sion Sono’nun minimalist bilim-kurgu’su ‘Fısıldayan Yıldız’; Venedik Jüri Özel ödüllü Brezilya yapımı ‘Neon Boğa’; antik Yunan tragedyası Orestes’in çağdaş bir uyarlaması olan tek mekânda geçen gerçek zamanlı Yunan yapımı ‘Ara’; dünyayı terketmekte olan gelenekler üzerine şiirsel bir ağıt olarak tanımlanan Kırgızistan yapımı ‘Sütak’; yükselen Romen sinemasından iki ilginç örnek ‘Alt Kat’ ve ‘Gayrımeşru’; Uluslararası Yarışma bölümünde gösterilecek olan Zeki Demirkubuz’un son çalışması ‘Kor’ ile Aslı Özge’nin Alman oyuncularla çektiği ‘Ansızın’ hep keşfedilmeyi bekleyen çağdaş sinemanın son örneklerinden.

Gözde yönetmenlerimden Lav Diaz’ın son epiğinden geçen yazımda söz etmiştim. ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ Filipinlerin 300 yıllık İspanyol sömürgesinden kurtulma mücadelesini tarih, felsefe, mit, şiir, folklor ve politikanın iç içe geçtiği bir anlatımla irdeleyen yoğun bir destan. Tek seans gösterilecek olan bu filmi 8 saati aşan süresi nedeniyle her izleyiciye gönül rahatlığıyla tavsiye edemiyorum. Ancak sıkı sinefiller Diaz’ın bu benzersiz çabasını ve yine festival programında yer alan deneysel sinemanın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden Philippe Grandrieux’nün son işi ‘Ölümcül’ü kaçırmayacaklardır.

Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

(26 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 35 Yaşında

Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümsüz dizelerinden yola çıkarsak ömrümüzün yarısında hep vardı İstanbul Film Festivali. 1982 yılının Temmuz ayında 10. İstanbul Festivali kapsamında düzenlenen altı filmlik bir sinema haftasıyla başlamıştı herşey. Giderek artan film sayısıyla takip eden iki yıl boyunca ‘Sinema Günleri’ adı altında hayatımızda özel bir yer edinmiş olan etkinlik, 1985 yılından itibaren Altın Lale ödüllü uluslararası yarışma bölümünü de içeren Uluslararası İstanbul Film Festivali adını aldı. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni sinemacı kuşaklarına okul olmuş olan festival bu yıl 07 – 17 Nisan tarihleri arasında İstanbul’un iki yakasında 10 farklı mekânda 12 ayrı salonda gerçekleştirilecek etkinliklerle 35. yaşını kutlamaya hazırlanıyor.

Bu yıl süresi kısalarak 11 güne inen festival, programına aldığı 200 küsur filmle sinemaseverleri hayli koşuşturacağa benzer. Geçtiğimiz günlerde detayları açıklanan 35. yıl seçkisi uzun yıllardır görülmemiş bir çeşitlilik içeriyor. Klasik Amerikan Sineması’nın yenilikçi isimlerinden Otto Preminger’in parlak kariyerinden on filmle bir hayli aranın ardından klasik retrospektiflere yer vermesi bu yıl festivalin hoş sürprizlerinden biri. Setteki disiplini nedeniyle ‘Korkunç Otto’ lâkabıyla anılan sinemacının Kara Film’in (Film Noir) temel taşlarından -bizde ‘Kanlı Gölge’ adıyla gösterilmiş- ‘Laura’sı ile başlayan toplu gösterinin detaylarını başka bir yazımızda ele alacağız.

Yine bu sene programa eklenen bölümlerden ‘Gömülü Hazineler’ kuşağında klasik Polonya sinemasının efsanevi isimlerinden Wojciech Has’ın DVD’den izleyip hayranı olduğumuz ünlü başyapıtı ‘Kum Saati Sanatoryumu / Sanatorium Pod Klepsydra’yı beyazperdede izleme şansını yakalayacağız. Bu bölümün bir diğer sürprizi, yakınlarda kaybettiğimiz Fransız ‘Yeni Dalga’sının öncü isimlerinden Jacques Rivette’in televizyon için çekmiş olduğu ancak gösterilmeden kayıplara karışan 1971 yapımı filmi ‘Out 1: Spectre’. 13 saatlik ilk uzunluğundan yönetmenin kurgusuyla 6 saate indirilmiş bu versiyon yenilenmiş kopyasıyla gösteriliyor. Amerikalı sinemacı Charles Burnett’in Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı mahallelerinin kültürünü ve karakterlerin gündelik hayatlarını İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin izinden giden bir anlatımla gösteren ‘Koyun Katili / Killer of Sheep’ ile sinema tarihinin en sıradışı ve cüretkâr animasyonlarından biri olarak tanımlanan Japon yönetmen Eichi Yamamoto imzalı ‘Hüzünlü Belladonna / Kanashimi No Beradonna’ bu paha biçilmez filmler seçkisini tamamlıyor.

İlk kez düzenlenen ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin iştahını kabartıyor. Şubat ayında düzenlenmiş Berlin Film Festivali’nin ödül tablosunda yer alan filmler buna dahil. Geçtiğimiz iki yıldır festival seçkisinin konuğu olarak gözdelerimiz arasına giren Filipinli auteur sinemacı Lav Diaz’ın sekiz saat uzunluğundaki son destanı ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ bunların içinden en heyecan verici olanı. 2012 yapımı ‘Tabu’ ve festivalde gösterilmiş kısalarıyla tanıyıp sevdiğimiz Portekizli Miguel Gomes’in üç ayrı bölümde gösterilecek 6 saatlik dev eseri ‘Binbir Gece / Arabian Nights’ yine sinefillerin dört gözle beklediği yapımlardan. Festival kapsamında ‘Işığın Peşinde’ üstbaşlığıyla İstanbul Modern’de gösterilecek olan ’70’ler Amerikan Avangard Sineması’ örnekleri meraklıları için tam bir şölen niteliğinde. Bu seçkide yer alan Stan Brakhage, Michael Snow, Robert Breer, Hollis Frampton, Jonas Mekas, Stan VanDerBeek, Yvone Rainer gibi öncü isimlerin çalışmaları ülkemizde ilk defa, üstelik özgün formatlarında (16 mm kopyalar, 16 mm projektörlerle) izleyicilerle buluşacak.

Bu yıl festival geçtiğimiz hafta sonu ABD’de parlak bir başlangıç yapan ‘Midnight Special’ ile açılıyor. 80’li yılların fantastik filmlerine saygı duruşu niteliği taşıdığı söylenen yapım Jeff Nichols imzasını taşıyor. Sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan filmler ve ülkemiz sinemasından izleyici karşısına çıkacak yirmiye yakın yepyeni kurmaca uzun metraj yapımın yanısıra festival sponsoru adına programlanmış ‘Akbank Galaları’ bölümünde daha geniş bir izleyici kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmlere yer verilmiş. Bunlar arasında ilk gösterimini Berlinale’de yapmış son Coen Kardeşler filmi ‘Yüce Sezar! / Hail, Caesar!’ özellikle dikkat çekiyor.

Festival filmlerine ilişkin diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemiz bir sonraki yazımızda yer alacaktır.

Festival biletleri 26 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden, hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle satışa sunulacaktır.

(21 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadınların Etrafından: Antonioni

Büyük yönetmen Michelangelo Antonioni’nin “Çığlık” ve “Kızıl Çöl” filmlerini hatırlatmak istedik. Kadınların etrafından yayılan dramları anlatan bu iki başyapıt sinemanın büyük değerlerinden.

“Çığlık…”

Büyük usta Michelangelo Antonioni’nin 1957 yapımı siyah-beyaz “Il Grido-Çığlık” filmi, bir kadın tarafından trajediye sürüklenen bir erkeğin dramını anlatıyor. SpA Cinematografica ve Astor’un sunduğu bu psikolojik dramın senaryosunu yönetmenle beraber Elio Bartolini ve Ennio de Concini ortak yazmışlar. İnsanın ruhuna işleyen ve acıları hissettiren müzikleri Giovanni Fusco bestelemiş. “Yeni Gerçekçi” kıyılarda dolaşan siyah-beyaz fotoğrafları da Gianni di Venanzo yansıtmış. Antonioni sonradan yavaşça terk edeceği “sinemanın günahları” olan “geçişli anlatımı” bu filminde bolca kullanmış. Geçişli anlatımda “kararma-açılma” ve “zincirlemeli geçiş” belirgin özellikti. Filmin içinde dolaşırken, kadınların pervane gibi Aldo’nun ışığına uçuştukları keşfediliyordu. Kadınları anlamlandırabilmek kolay değil miydi? Belki de psikanalize ve Freud’a bırakmalıydı her şeyi. Kederlere düşen büyük âşık bir erkeğin trajedisini anlatan bu filmin tüm kadınlarına da merhaba demeli.

“Çığlık”, 10. Uluslararası Locarno Film Festivali’ndeki büyük ödülü aldı. İşçi sınıfı ve yoksulluğun da yansıdığı bu filmi, ilk ve son olarak 1990 yılında 9. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti ülkemizde. İtalya’nın kuzeyindeki Romagna bölgesinin Po Vadisi’nde, gri bulutların altındaki bir kasabada… Ön jenerik yazıları yansırken, tek başına beyaz iki katlı bir binadan Irma (Alida Valli) çıkıyor. Hava sisli. Kamera da, sağa çevrinme (pan) yaparak onu izliyor. Duyulan müzik de ruhta coşku ve kederi aynı anda çoğaltıyor. Irma yoldan karşıya geçiyor. Başka evler de var. Irma, kasabaya indiğinde kamera onu sola çevrinme yaparak izliyor bu defa. Çerçeveye bir bina giriyor. Kasabada hayat başlamış. Irma, kalabalıklaşmaya başlayan sokakta kameraya doğru yürüyor. Köpeğini seven adama baktıktan sonra diğer sokağa giriyor. Irma, belediye binasına girdiğinde, kasabalı birkaç kadın da ona tuhaf bakışlar fırlatıyor. Memur, ona iyi mi, kötü mü olduğunu bilmediği haberi veriyor. Kocası, çalışmak için gittiği Sydney’de üç hafta önce ölmüş. Konsolosluktan bir mektup gelmiş. Fabrikada çalışan kocanın eşyaları teslim edilecekmiş. Ama Irma istemiyor. Kamera, kuleden “plonje” aşağıdan seslenen adamı gösteriyor. Arkası kameraya dönük şeker fabrikasında mekanikçi olarak çalışan Aldo’ya (Steve Cochran) Irma’nın geldiğini söylüyor. Bu açıdaki fotoğraf, görsel açıdan çarpıcıyken başka simgesel anlamlar da içeriyor. Kamera yine yukarıdan “plonje” çekimle bu defa cadde tarafını gösteriyor. Irma caddeden geçerken, Aldo’nun arkası yine kameraya dönük. Kamera, “karşı plonje”yle aşağıya, Irma’nın yanına iniyor. Irma yemek getirmiş. Sonra hızlı adımlarla oradan ayrılıyor. Bir şeyden kaçar gibi. Kamera sağ çevrinerek Irma’nın şeker fabrikasına girişini takip ediyor. Çok geçmeden Aldo fabrikanın bahçesine geldiğinde kamera kaymaya başlıyor. Irma’yı arıyor Aldo.

Irma bir şeyden saklanıyormuş gibi bir binaya giriyor. Kamera, sağa çevriniyor Aldo’yu izlerken. Aldo evin kapısını açmak isterken kilitli olduğunu fark ediyor. Kendi anahtarıyla açıyor. Evde kimse yok. Bisiklet içeride salonda duruyor. Şimdi ne yapacaktı Aldo? Hangi sorun vardı. Irma, kocası yedi yıl önce uzaklara gidip kendisini yalnız bıraktığından beri Aldo’yla yaşıyor. Irma’yla Aldo’nun küçük kızları Rosina (Mirna Girardi) okuldan dönüyor. Aldo bir sigara yakıyor kibritle. Irma’nın kız kardeşi geliyor. Irma’nın nerede olduğunu bilmiyormuş. Kadın çıkarken, Irma’nın kendisine uğramasını istiyor. Kamera dışarıda sola çevrinme yaparak eve gelen Irma’yı gösteriyor. Kız kardeşiyle karşılaşıyor. Kız kardeş her şeyi biliyor ve Aldo’ya anlatmasını söylüyor. Aldo’nun evde olduğunu öğrenince eve doğru koşuyor Irma. Eve girdiğinde, kamera Aldo’nun peşinden öne doğru kaymaya başlıyor. Neden ağladığını öğrenmek istiyor Aldo. Kocasının öldüğünü söylüyor Irma. Artık evlenmek için önlerinde engel kalmadığını düşünüyor Aldo? Ya Irma ne düşünüyordu? Yas mı tutacaktı, yoksa ayrılacak mıydı? Kızları içeri girdiğinde, kamera zincirlemeyle yatak odasında oturan Aldo’yu gösteriyor. Sabah olmuş. Irma yok. Aldo dışarı çıkıyor. Bir şeyler yolunda gitmiyor muydu? Etrafa bakınıyor ve tek başına Irma’yı görüyor. Kederli Irma, ona bazı şeyleri açıklamak istiyor. Aldo’yu hâlâ sevse de bu sevgi eskisi gibi değilmiş. Karar vermiş Irma. Gitmek istiyor. İlişkileri de buraya kadarmış. Başka bir erkeğe gidecekmiş. Kocasının öldüğünü öğrendiğinde Aldo’ya karşı daha cesaretlenmiş miydi itiraf için Irma? Aşağılanma yaşayan Aldo, hayal kırıklığıyla öfkeleniyor. O adam kimdi? Dört aydır onunlaymış. Altta duyulan piyano tınısı, ikisinin de hüznüyle buluşuyor bu anda. Eve giriyorlar. Aldo, ona öfkesini boşaltacakken, kapı çalıyor. Sütçü geliyor. Baraj çökmüş onun haberini de veriyor Irma’ya. Piyano tınıları içeride kederi ve Aldo’nun boşluğunu daha da çoğaltıyor. Irma, fırınlı sobayı yakıyor sütü pişirmek için. Aldo, hiçbir şey olmamış gibi bu gösteriden sıkılıyor. İçinde süt olan tencereyi yere düşürüyor Irma. Kızına ne verecekti şimdi? Aldo, Irma’nın yaptıklarına anlam veremiyor. Yıllarca beraber olmuşlar. Aldo, başka biriyle evlenebilirdi. Irma, geç değil diyor. Elvia’nın iyi kız olduğunu söylüyor ima ederek. Aldo, Irma’nın gitmesine izin verecek miydi? Aldo dışarı çıkarken, yumurtacı kadının sesi duyuluyor. Yumurtaları alan Irma evin kapısında bir an durakalıyor.

Kamera da zincirlemeyle Aldo’yu şeker fabrikasının bahçesindeyken gösteriyor. Diğer işçiler de geliyor. Nikâhsız olarak bir kadınla yaşadığı için hem Aldo’ya hem de Irma’ya önyargılı bakışları var tutucu kasabada. Katolikliğe de uyuyor muydu bu? Bakışlar üzerinde olan Aldo öfkeleniyor. Irma da çiftlikten sebze alırken, Aldo da oraya gelmiş. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Aldo, aniden kaybolmasından korkuyor onun. Bir konfeksiyoncuya sürüklüyor Irma’yı. Ona bir hediye alırsa belki kalbi yumuşar diye. Irma parasını boşa harcamasını istemiyor. Ona para lâzım olacaktı. Eve doğru beraber yürürlerken, kamera da geriye doğru kayarak onları izliyor. Piyano tınıları yine duyulmaya başlıyor bu anda. Irma her şeyi çabucak unutmuş muydu? Aldo, Irma’ya sarılıyor ve dudaklarından öpüyor onu. Irma soğuk ve onu kendinden uzaklaştırmaya çabalıyor davranışlarıyla. Irma, hiçbir şeyi unutamadığı için bu ilişkiyi sonlandırmak istiyor. Irma koşup giderken, kamera yapayalnız kalan Aldo’yu kayarak izliyor. Derinlikte Irma yolun karşısına geçerken yansıyor. Aldo umutsuz ve mutsuz. Ne yapacağını da bilemiyor. Boşluk içinde. Aldo çerçeveden çıkıyor.

Irma kasabanın sokaklarında tedirginlik içinde dolaşırken yansıyor. Çünkü kasabalının ahlakçı baskısını hissediyor üzerinde. Bir sokağa girecekken vazgeçiyor, geriye dönüp yürüdüğünde kamera da sola kayarak onu izliyor. Kasaba sisler altında ve kasvetli. Irma, bir kapıya yöneliyor ve kız kardeşinin evine giriyor. Luigi’yi arıyor yardım için. Luigi yeni sevgilisiydi. Irma, kendinden daha genç bir erkeğe âşık olmuş. Aldo, zeytinyağı işi yapan akıl almaya uğramış annesinin evine. Kadın, “Irma’nın kocasına dönmüş olabilirdi” diyor. Her durumda da kaybeden Aldo’ydu. Kasabalı kadınlar dedikodu yapıp durmuşlar hep. Irma’nın kendilerinden daha güzel olduğu için. Aldo’ya annesinin öğüdü de, işini kendi başına halletmesi. Irma’nın hislerini yeniden kazanmanın bir yolu var mıydı? Çıkarken, yatakta uyuyan bir kız çocuğu uyanıyor. Aldo, annesinin kıyıdaki evinden yola çıkıyor. Irma da kız kardeşinin evinde hâlâ. Endişesi de Aldo’nun kızları Rosina’yı alıp gitmesi. Irma, bir başka odaya girerken, kamera da kaymaya başlıyor. Gelen Maria , Aldo’nun çılgınlar gibi Irma’yı aradığını söylüyor. Acaba iki erkek, Aldo ve Luigi, Irma için birbirlerine zarar verebilir miydi? Kamera, Aldo’nun sisler içindeki kasabada Irma’yı arayışını yansıtmaya başlıyor. Aldo, kasabanın içine girdiğinde kamera da sola çevrinme yapıyor bu anda. Yönetmen, sisler içinde muhteşem fotoğraflar oluşmuş bu anda. Hiç kesme yapmadan Aldo’yu izleyen kamera, Aldo’nun başka sokağa girerken rastlantıyla Irma’yla karşılaşmasına tanıklık ediyor. Aldo, kamera geriye kayarken, Irma’ya yaklaşıyor ve ona bir tokat atıyor. Öfkeli tokatlarını peş peşe Irma’nın yüzüne indiriyor Aldo. Hep terk etmiş Aldo’nun ilk defa terk edilince dışarı yansıyan öfkesi miydi? Aldo, en küçük umudu da yok ediyor tokatları indirirken. İnsanlar, Irma’yı öfkeli Aldo’nun elinden kurtaracaklarını düşünürken, bir sirki izler gibi Irma’nın aşağılanmasını izliyor kasabalılar. Irma’nın kız kardeşi de oraya geliyor. Aldo, Irma’yı eve dönmesini istiyor. Irma konuşmuyor, sadece saçlarını topluyor. Sonra da, “İşte şimdi Aldo, gerçekten bitti” diyor. Ve gidiyor. Yapayalnız kalan kaybetmiş Aldo, kalabalığı yararak sisin içine doğru yürüyor sadece. Kadınlar şiddetle karşılaşınca keder çöküyor.

Zincirlemeli geçişle kamera, akşamın çöktüğü kasabayı uzaktan yansıtıyor. Yol da var. Altta da hüzün yüklü piyano tınısı duyuluyor. Sisler içinde bir atlı araba kameraya doğru yaklaşıyor karanlıkta. Arabada Aldo ve kızı Rosina da var. Arabayı süren, arkaya bakar ve “Şehir ne kadar güzel görünüyor. Sanki herkes mutluymuş gibi”
diyor. Sonra arabayı sürüyor akşamın alaca karanlığına. Kamera zincirlemeyle otel odasını gidiyor. Aldo ve kızı yataktalar. Uyuyamayan Aldo bir sigara yakıyor. İçinde, duyulan piyano tınıları gibi kederler var. Kalkıyor, pencereyi açıyor. Dışarıdan sesler geliyor. Merakla dışarıya çıkıyor gecenin derinliğinde. Kaldığı yere yakın bir salonda boks maçı oynandığını görüyor. Kamera, arkadan onu gösteriyor ring alanına girerken. Kasvetli bir görüntüydü. Aldo dışarı çıkıyor. Odaya dönüyor. Küçük kızı derin uykusunda. Kızını uyandırıyor. Görüntü kararıyor.

Pazar günü. Kıyıya yaklaşan “jet ski” yansıyor. Baba-kız kıyıdan aylak aylak yürürlerken, kamera da geriye kayarak onları izliyor. Yağmur da yağmış. Yol çamurlu. Teknedeki adam Edera’ya (Gabriella Pallotta) sesleniyor. Edera, Elvia’nın (Betsy Blair) kız kardeşi. Elvia, Aldo’nun eski sevgililerinden biri. Kamera hiç kesme yapmadan Aldo’nun kıyıdaki eve gidişini gösteriyor. Elvia, onu görünce mutlu oluyor. “Yaşayanlar bir gün kavuşurmuş, değil mi” diyor. Aldo, Edera’yı en son gördüğünde küçücük bir kızmış. Elvia evlenmemiş. Aldo’yu Pontelagoscuro’ya atan neydi? Goriano kasabasını neden terk etmişti? Bir yerde sürekli yaşayamıyormuş ve bir yere bağlanmayı sevmiyormuş Aldo. Bu anlardaki çekimler çarpıcı ve ilham vericiydi. Aslında bütün film boyunca fotoğraflar ve ışık düzenlemeleri, gerçek anlamda “Yeni Gerçekçi” ruhla buluşuyordu. Edera’nın nişanlısı (Gaetano Matteucci), kendi motorunu tamir yapmaya uğraşıyorç. Ferraralı gençler de buraya gelmiş yarışmak için. Aldo bu tamir işlerinden anlıyor. Çünkü o bir mekanikçi. Zincirlemeyle kamera kıyıya gidiyor. Aldo, yarış için sorunu çözüyor. Elvia da, küçük Rosina’yla tanışıyor. Sıcakkanlı Rosina, Elvia’ya ısınıveriyor hemen. Kamera, zincirlemeli geçişle motor yarışlarını yansıtıyor sonra. Heyecan yüklü. Yağmur da yağıyor. Aldo, kıyıda Elvia’nın şemsiyesi altında izliyor yarışı. Kıyıdan ayrılırlarken, fotoğraflar yine etkileyiciydi. Kamera, sağa doğru muhteşem kayıyordu bu anda. Yağmur da hızını arttırıyor giderek. Elvia, bu yıl kışın uzun sürdüğünü söylüyor. Edera ve nişanlısı tartışırken geriye doğru kayan kamera Aldo, Elvia ve Rosina’yı gösteriyor çarpıcı bir fotoğrafla. Rosina, kendi başına oynarken, Aldo ve Elvia baş başa kalıyor. Ama Aldo konuşmak istemiyor sanki. Belki de doğru kelimeleri yan yana getiremiyor. Aldo onların yanından ayrılınca, Elvia ve Rosina, Aldo’nun peşinden gidiyorlar çamurlu yolda. Hüzünlü piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Yönetmen, uzun kaydırmalı ve çevrinmeli çekimlerini çoğunlukla Aldo’nun olduğu sahnelerde kullanmış. Simgesel bir anlamı vardı bunun uzaklaşmalarla. Aldo, binadan içeri giriyor. Elvia, Aldo’nun kendisine söyleyemediği bir sıkıntısının olduğunu hissediyor. Elvia, binaya doğru yürürken vazgeçiyor. Aldo kederler içinde. Kızı yanına geldiğinde kamera sola doğru kaymaya başlıyor.

Elvia, eve geldiğinde kamera onu sola çevrinme yaparak izliyor. Evin kapısında Irma bekliyor onu. İçeri giriyorlar. Irma, Aldo’yla ayrıldıklarını söylüyor. Kızı için gelmiş. Aldo’nun buraya geleceğini tahmin etmiş. Çünkü Aldo, Elvia’dan çok söz edermiş. Irma, Rosina için giysiler getirmiş. Elvia, ona soğuk davranıyor. Elvia, Aldo’nun Irma’yı çok sevdiğini söylüyor. Aslında bunu hissediyor. Belki de bu aşkta kaybeden Irma’ydı. Sonra çıkıyor Irma. Yönetmen, Aldo’nun iki kadınının, Irma ve Elvia’nın konuşmalarını incelikle yansıtmış. İki erkek bir kadın için konuşuyor olsalardı başka şeyler olma ihtimali yüksekti. Irma gittikten sonra eve bir adam geliyor. Elvia’yla çıkmak için. Her pazar umut adam için. Elvia, merdivenlerden çıkarken bir an duruyor. Adam, hayal kırıklığıyla dışarı çıkıyor.

Zincirlemeli geçişle gece kulübünde Aldo kurdeleler satın alıyor. Sonra da dans yapılan yere yürüyor. Kamera, öne kayarak Aldo’nun dans edenlerin arasından geçişini izliyor. Aldo, Elvia’ya sesleniyor. Kurdeleleri nişanlısıyla danstaki Edera’ya verdiriyor Elvia. Bu uzun ve kesme yapılmayan bu çekim çarpıcıydı. Elvia ve Aldo dans yapıyorlar yıllar sonra. Ardından yukarı kata çıkıyor Aldo ve Elvia. Bir şey söylemek istiyor ona Elvia. Ama nasıl söyleyecekti? Elvia aşağıya iniyor. İkisi eve gitmek için ayrılıyorlar oradan. Duyulan İtalyanca şarkı da etkileyiciydi. Edera, bu anın mutluluğunu doyasıya çıkartıyor gençlik romantizmiyle. Aldo ve Elvia gecenin içinde dışarı çıkıyor. Elvia, yıllar boyunca bir an olsun kendisini düşünüp düşünmediğini öğrenmek istiyor ondan.
Ayrılıkları Elvia için zor olmuş. Aldo niye dönmüştü? Irma’dan ayrılmasaydı döner miydi? Aldo ne istiyordu? Sadece biraz huzur muydu? Sığınabileceği tek insan Elvia mıydı bu dünyada? Elvia, Irma’nın eşya gönderdiğini söylüyor. Aldo öfkeleniyor. Elvia, Irma’nın kendisinin geldiğini söyleyemiyor. Söylese, kader başka yola gönderirdi belki.

Zincirlemeli geçişle Edera’nın eve gelişi yansıyor. Salonda Aldo’yu görüyor. Dans yarışmasını kazanmış. Biraz sarhoş Edera coşkulu. Aldo’yu öpmek istiyor. Aldo karşı koyamıyor ve onun taze bahar kokulu nefesini içine çekerek dudaklarından öpüyor onu. Sonra yukarı kattaki odasına götürüyor Edera’yı uyuması için. Sonra salona geliyor. Yönetmen bu sahnede ışık düzenlemeleriyle gölgeleri dışavurumcu estetikle yansıtmış. Aldo’nun içindeki kasvetin dışarı çıkması gibi. Piyano tınıları da duyuluyor hemen. Aldo, kederler içinde Irma’nın adını sayıklarken, Edera da merdivenin başında Aldo’nun acısına gülüyor.

Zincirlemeli geçişle evde. Elvia, bir kadının elbise için ölçüsünü aldıktan sonra sağa doğru yürürken kamera da çevriniyor ve Edera da merdivenlerden aşağıya inerken çerçeveye giriyor. Elvia ona şefkatle bakıyor. Edera kilere girince Elvia ona Aldo’nun gittiğini söylüyor. Aldo, kadınları hemen etkileyen biri. Bu andaki fotoğraf da çarpıcı yansıyor. Kilerin içi yarı aydınlıkken, derinlikteki Elvia’nın boşluğa düşüşünün ve yalnızlığının gerçekçi anını yansıyordu. Elbette hüzne düşen Edera’nın da hayal kırıklığı da bu gerçeklikle buluşuyordu. Aldo gitmeseydi belki de trajediye dönüşecekti her şey. Görüntü kararıyor.

Aldo, kum işi için bir yere uğruyor. Adam, küçük kızı için iş vereceğini söylüyor ona. Ücreti de bin 500 liret olacakmış. Ama kalacak yer yok. Rosina’yı nereye bırakacaktı? Rosina, sudan kum çıkartan vincin orada oynarken, babasıyla yine yollara düşüyor. Kayığa biniyorlar. Zincirlemeli geçişle yol kenarında bir şeyler yerlerken yansıyor baba-kız. Rosina babasının yanına geliyor. Şaşkınlıkla etrafa bakınıyor. Kamera, geriye kaymaya başlıyor Rosina yürürken. Rosina okula doğru gidiyor. Kendi yaşıtı öğrencileri oyun oynarken izliyor. Top dışarı kaçınca, topa doğru koşan Rosina hızla gelen arabanın altında kalmaktan kurtuluyor. Aldo öfkeleniyor ve kızına tokat atıyor diğer öğrencilerin önünde. Kalbi incinen Rosina tek başına yola düşüyor. Babası da valizi alıp onun peşinden yürüyor. Rosina koşmaya başlıyor. Rosina tarlaya kenarından yürümeye başlıyor. İnsanların içinden geçerken, kamera da geriye kayarak onu izliyor. Rosina, bir yaşlı adamın yanında ağlamaya başlıyor. Aldo koşarak kızının yanına geliyor ve onu teskin ederek kucaklıyor. Barışıyorlar ve yola düşüyorlar yine.

Bir tankerin üstünde bir başka kasabaya doğru yol alıyor baba-kız. Yol dümdüz. Kamera, tankerin üstünde öne doğru kaydırma yapıyor gibi. Edison kameramanları, 1890’ların sonunda “Şehir Senfonileri” adıyla trenlerde böyle çekimler yapmışlardı. Şoför, polis kontrolü olduğu için onları indiriyor. Yola yayan düşüyorlar. Tanker, benzincide duruyor. Genç dul Virginia (Dorian Gray) işletiyor burasını. Hep dışarı çıkıp duran babası (Guerrino Campanini) onun çok yormuş. Babasını aramaya çıkmış polislerle. Aldo ve kızı da geliyor oraya. Rosina, şarap içen Virginia’nın yaşlı babasının yanına doğru yürüyor, onunla konuşuyor. Tanker de yola düşüyor sonra. Aldo, yaşlı adama doğru yürüyor ve ona kasabayı soruyor. Virginia da pencerede onları izliyor. Aldo bir süre burada kalmak istediğini söylese de patron Virginia’ydı. Buradan çok araba geçiyordu. Bir araba geliyor. Adam otobanı soruyor. Haritasından da bulmaya çabalıyor. Benzini dolduran Virginia, konuşmaya dalıp taşırıyor. Aldo pompayı kapatıyor. Burada çalışabilir miydi? Baba-kız üç haftadır yollardaymış. Virginia bir baraka gösteriyor. Aldo barakaya bakıyor, beğeniyor. Bu benzin istasyonu, James M. Cain’in “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” romanını çağrıştırıyordu uzaktan.

Zincirlemeli geçişle baba-kız yatakta yansıyor. Gece dışarıdan Virginia’nın sesiyle uyanıyor Aldo. Motor yağı almaya gelmiş barakaya. Hava soğuk. Virginia, ısınmak için babasıyla yatmasını istese iyi olacağını söylüyor. Aldo, Virginia’yla mı uyumak isterdi? Aldo’nun mu Virginia’ya, yoksa Virginia’nın mı Aldo’ya ihtiyacı vardı? Zaman gösterecekti. Kederli Aldo bir sigara yakıyor. Aldo’nun işe ve paraya ihtiyacı vardı her şeyden önce. Virginia eve giriyor. Zincirlemeli geçişle sabah oluyor. Virginia dışarıda hazırlık yapıyor. Aldo da uyanmış. Virginia, motosikletli birine fazla benzin veriyor. Adam parasını vermeden çekip gidiyor. Bir kamyona atlayıp motosikletin peşine düşüyor Virginia. Baba-kız istasyonda kalıyorlar. Altta da piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Bir araba geliyor benzin için. Aldo zorunlu olarak bezin koyuyor arabaya pompadan. O sırada Virginia da yandan oturmalı motosikletle dönüyor istasyona. Virginia parayı almış. Aldo parayı Virginia’ya veriyor. Virginia ona iş veriyor. Tanker, Aldo’yu almak için duruyor. Ama Aldo burada çalışmaya karar veriyor. Zincirlemeli geçişle Aldo’nun işyerini kapatması yansıyor. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Virginia da ona yardım ediyor. Rosina da Virginia’nın babasıyla evde. Rosina, yaşlı adamla bilmece oyunu oynuyor. Aldo ve Virginia içeri giriyorlar. Her kadın ve erkeğin yaşayacağı cinsel gerilim de hissediliyor bu anda. Virginia’nın dişi bakışları hep Aldo’nun üzerinde. Sanki dudaklarına uzanmasını bekliyor Virginia. Ama Aldo mahcubiyet hissediyor. Yaşlı adam da kızının sakladığı şarabı bulsa da Virginia izin vermiyor ona. Herkes odasına çekiliyor. Piyano tınıları da daha gerilimli duyulmaya başlıyor.

Zincirlemeli geçişle sabah yolu yansıtıyor kamera. Motosikletli trafik polisleri geçip gidiyor. Virginia, pompayla arabanın deposuna benzin dolduruyor. Virginia sonra barakaya bakıyor. Yatak boş. Aldo, Virginia’nın yatak odasında. Eğilip onu öpüyor Virginia. Yan yana uzanıyorlar. Sonra öpüşmeyle başlıyor her şey. Virginia’nın babası da Rosina’yla beraber. Yaşlı adam, yerlerini satın almış insanlarla tartışıyor. Ağacı kesiyorlar. Çiftliği satmışlar. Virginia, kocası öldükten sonra çiftçilik yapamamış. Kendilerine benzin istasyonu teklif edilince çiftliği elden çıkarmışlar. Çiftliği alan yaşlı adam şikâyete geliyor Virginia’ya. İstasyona bir araba geliyor. Kadın, Virginia’dan benzin doldurmasını istiyor. Akşamüzeri evde yemek masasında, yaşlı adam ve Rosina, “Hançerleyin korkak burjuvaları / Bizi aç bırakanları” diye şarkı söylüyorlar beraberce. Aldo gelince susuyorlar. Gündüz. Resim satan biri geliyor dışarıda. Aldo da dışarı çıkıp bozuk pompaya bakıyor. Virginia için pompa değil Aldo önemliydi. Virginia ve Aldo romantizm yaşarken, ileride meyve taşıyan kamyonun yükü aşağı düşüyor. Yaşlı adam ayağını kırmış. Zincirlemeli geçişle Aldo evde sigara içerken yansıyor. Virginia babasının sağlığından endişe duyuyor. Belki de bu yüzden yaşlılar yurduna bırakmak istiyor. Aldo, onun kararını öğrenince öfkelenip dışarı çıkıyor.

Zincirlemeli geçişle huzurevi yansıyor. Dolaşıp duran Rosina’dan ayrılan kamera, sağa çevrinme yaparak Aldo’yu adamı gösteriyor. Virginia, Aldo’ya sesleniyor işlemler için. Yaşlı adamı huzurevine kaydettiren Virginia ve Aldo kaldırımda yürürlerken, birileri Virginia’ya sataşıyorlar. Aldo kavga ediyor onlarla. Aldo onlarla kavga ederken Rosina ortadan kayboluyor. Babasına bile bakmayı becerememiş Virginia, Rosina’ya bakabilir miydi? Birbirlerine geç kalmış romantizmi yaşıyorlar şimdi özgürce. Şehir inşaata dönüşmüş. Altyapı çalışmalarının yansımaları da kameraya takılıyor belgesel tadında. Virginia, Aldo’yla her yerde sevişmek istiyor. Piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Kumlar üzerinde bile. Kendi başına oynayan Rosina, duyduğu tuhaf seslere doğru yürüdüğünde babasıyla Virginia’nın kumlara uzanmış öpüşmelerine tanık oluyor. Aldo, Rosina’yı fark ediyor. Rosina şok geçirir gibi onlara bakarken, koşup uzaklaşıyor. Aldo, koşan kızına baktığında “Irma” diyor. Virginia kaybettiğini hissediyor ve ağlıyor. Virginia uzaklaşırken, herkes için boşluğu hissettiren piyano tınıları kederi daha da çoğaltıyor.

Zincirlemeli geçişle benzin istasyonunda Aldo bir kamyonete pompayla benzin doldururken yansıyor. Virginia’nın aklından, Rosina’yı da bir yerlere yerleştirmek geçiyor. Kar yağmış. Rosina her şeyi unutmuş ve kendi akranlarıyla karın keyfini çıkartıyor neşeyle çiftlik tarafında. Aldo da mutlu kızını seyrediyor uzaktan. Babasını gören Rosina itaatkâr bir yürüyüşle eve doğru yürüyor. Babasına kırgınlığı hâlâ sürüyor muydu? Hayal kırıklığı mıydı bu? Kamera, öne kayarak baba-kızı takip ediyor bu anda. Zincirlemeli geçişle otobüs yansıyor. Aldo otobüsle Rosina’yı annesine gönderiyor tek başına. Sonra döneceğini söylüyor Aldo kızına. Altta duyulan piyano tınısı Aldo’nun içindeki kederle boşluğu hissettiriyor. Aldo binaya giriyor. Virginia orada. Aldo ona bakıyor ve çıkıp gidiyor. Görüntü kararıyor.

Aldo uzakta tek başına dolaşıyor. Yeni bir karar mı vermesi gerekiyordu? İki kirpi yakalamış iki genç neşeyle koşarken çerçeveye girip çıkıyorlar. Kıyıda tarakçılar, balıkçılar var. Aldo onların yanına gidiyor çalışabilmek için. İşin patronu Gualtiero (Pietro Corvelatti). Onunla konuşuyor Aldo. Sonra da onların sofrasında kirpi kavurması yiyor. Gualtiero, savaş zamanında Afrika’da birçok hayvanın etini yemiş. İguana bile. İguananın bir tür timsah olduğunu söylüyor Gualtiero. Afrika hikâyelerini anlatıyor onlara. Onlar sohbet ederken oraya Andreina (Lynn Shaw) geliyor. Andreina bir fahişe. Andreina kırmızı şarabı sevmiyormuş, ama sigaraya hayır demiyor. Aldo kibritiyle onun sigarasını yakıyor. Andreina ve Gualtiero dışarı çıkıyorlar gecenin içinde. Zincirlemeli geçişle Aldo iş sözleşmesi ve diğer kâğıtları inceliyor. Venezüella’ya mı gidecekti? Piyano tınıları duyulmaya başlıyor yine. Sonra kâğıtları fırlatıp atıyor Aldo.

Zincirlemeli geçişle. Gündüz. Kamera, sola çevrinme yaparak Aldo’yu izlerken, Aldo sopaya takılmış beyaz bir bayrağı görüyor. Kamera kaymaya başlıyor. Andreina yardım istiyor. Aldo’yu tanıyor. Kadın hasta. Aldo ona yardım ediyor. Andreina, onun kendisiyle ilgilenmesine tepki veriyor gecikmeden. Ardından kalkıp kendine beyaz şarap dolduruyor. Burası Andreina’nın yaşadığı baraka. Aldo, doktor için işaret koymak için dışarı çıkıyor. Andreina aynada yüzüne bakıyor. Aldo içeri giriyor. Andreina, annesinin yalnız yaşamamalısın sözünü hatırlıyor. Arabayla hemen yaşlı doktor geliyor. Muayene edeceğine sorular sorup duruyor Andreina’ya. İş yoğunluğundan. Aldo zorla doktoru barakaya sokuyor. Doktor, Aldo’yu polise şikâyet edecekmiş. Zincirlemeli geçişle. Kendini iyi hisseden Andreina neşelenmek istiyor şimdi. Aldo bayrağı indirirken, polisler barakaya doğru gelirken görüyor. Aldo kaçıyor.

Zincirlemeli geçiş. Gündüz. Andreina, tarakçı ve balıkçı işçilerin kaldığı yoksul derme çatma kulübelerinden geçerek Aldo’nun yanına geliyor. Piyano tınıları duyuluyor. Aldo’nun paltosunu getirmiş. Kulağına bir şeyler fısıldıyor Aldo’nun. Andreina, iyileşmiş ve neşeli. Aldo’yu kendi barakasına davet ediyor. Aldo, Gualtiero’yu düşünüyor belki de. Kendisine burada çalışmaya izin veren insanı. Araya kadın girdiğinde olacakları da. Zincirlemeli geçişle. Aldo ve Andreina, dışarıda baş başa dolaşırlarken yansıyor. Geride uçsuz bucaksız tarlalar uzanıyor. Andreina, çok mutlu ve neşeli bir insan mı, yoksa kederlerini içine atmış yalnız bir kadın mıydı? Andreina, Aldo’nun kederini hissediyor. Aldo ona geçmişinden, rafineride çalıştığından, dostlarından söz ediyor sonra. Irma’yla tanışmalarını anlatıyor Ferrara’da. Aşk başlamış dans ederlerken. Şehirde dolaşmışlar baş başa. Andreina hikâyenin sonunu merak ediyor. Evlilik gibi. Rafinerinin kulesinden söz ediyor Aldo. Kızının okuldan çıkışını, bahçede oynayışını izlermiş.

Zincirlemeli geçişle. Andreina, bir bakkalda “Bu bakkalda para ödemeyen kovulur” yazısını okuyor. Parası olmayan Andreina, neşeli oradan ayrılıyor. Andreina, kıyıdaki Aldo’nun yanına gidiyor coşkuyla. Ona, bakkalda okuduğu yazıyı söylüyor hemen. Zincirlemeli geçişle Andreina’nın barakası yansıyor gece. Yağan yağmur delik çatıdan aşağıya iniyor barakada. Aldo da orada ve sobayı yakmaya uğraşıyor. Evde yiyecek de yok. Andreina, Aldo’yu anlamak için yürüyüşe çıkıyormuş. Tek başına kalan Aldo yatağa uzanıyor. Andreina, sanki Aldo’nun peşinden gelmesini umut ederek barakaya bakıyor dışarıda. Aldo yeni bir karar mı alacaktı? Andreina, restorana giriyor. Sonra Aldo da ışıkları kapalı restoranın önüne gidiyor. Aldo onu çağırıyor. Andreina, restoranın kapısını açıyor. Aldo onu götürmek istese de Andreina direniyor. Çünkü karnı aç. Aldo da aç. Restoran sahibiyle olunca karınları doyacak. Aldo oradan çıkıp gidiyor. Andreina, umutsuzca onun ardından bakakalıyor sadece. Restoranın kapısında Andreina bir siluet gibiydi. Ağlayarak kameraya doğru yürüyor Andreina. Yukarıda onu bekleyen restoran sahibine “Cehenneme git” diyen Andreina, kederler içinde oradan çıkıp gidiyor. Ardından görüntü kararıyor.

Aldo, bir kamyonun kasasında yine yollara düşüyor gündüz. Hava soğuk. Kar yağmış. Kamera, kamyonun kasasında ve öne doğru kayıyormuş gibi. Kamyon benzincide duruyor. Burası Virginia’nın yeriydi. Virginia geliyor. Pompayla mazot doldururken, Aldo da kamyonun kasasında. Birden Aldo’yu görüyor. Virginia, “Hâlâ iş mi arıyorsun. Yoksa başka şeyler mi” diyor. “Bıkmadın mı” diyor Virginia. Bıkmaktan daha fazlasını yaşıyordu Aldo. Valizi de buradaymış Aldo’nun. Kasadan inen Aldo, yaşlı adamın odasındaki valizini almaya gidiyor. Odaya giren Aldo, yaşlı adamı görüyor. Yalnızlığa dayanamayan Virginia, babasını huzurevinden çıkarmış. Yaşlı adam, Aldo çıkınca zuladaki şarabından içiyor. Virginia, Aldo’ya bir kart geldiğini söylüyor. Irma’dan gelmiş. Kartı kaybetmiş Virginia. Bir şey daha yazmış ama unutmuş. Unutmuş mudur? Belki de unuttuğu şey hayatın karşılığıydı. Kamyonun kasasına biniyor Aldo ve piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Kamyon uzaklaşınca geride kalan Virginia kederli bir pişmanlıkla kamyona bakıyor.

Zincirlemeli geçişle kamyon sisler içindeki kasabaya geliyor. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Aldo başka bir kamyona binmiş. Yanında valizi yok. Kasabada askerleri görüyor. Askerler yolu kapatmış. Başka bir yoldan gidiyor. Aldo, bir binaya doğru yürürken sağa doğru kayan kamera asılmış yazıyı gösteriyor. Afişte, “Vatandaşlar! Toprak sahipleri! Mülksüzler Bildirimi’nden etkilenenler, bugün saat üçte belediye merkezinde büyük protesto mitingi” yazıyor. Çiftçilerin toprakları askeri üs için kamulaştırılıyormuş. Guido olanları anlatıyor ona. Aldo, askerlerin tuttuğu yerden kaçmayı başarıyor sonra. Kasabada çiftçiler miting için toplanmışlar. İş makineleri de orada. Aldo kalabalığın içinde etrafa bakınıp Irma’yı aranırken, tarlaların ateşe verildiğini söyleniyor. Şeker fabrikasının işçileri de çiftçilerle dayanışmak için iş bırakıyorlar. Aldo kasabanın sokaklarında dolaşarak Irma’yı arıyor. Küçük kızını görüyor bir binaya girerken. Aldo yavaşça binaya yaklaşıyor. Pencereden içeri bakıyor. Kamera da yavaşça öne kayıyor bu anda. Irma’yı, bir bebeği giydirirken görüyor. Irma, Aldo’yu fark ediyor. Kederler yüklü Aldo, yavaşça oradan uzaklaşıyor. Irma bebeği evdeki kadına veriyor ve Aldo’nun peşinden gidiyor. Melodram yüklü anlardı bunlar. Çiftçiler de yanan tarlalarına koşuyorlar. Askerler onları engellemeye çabalıyor. Aldo da şeker fabrikasına gidiyor. Kimse yok. Bahçeye giren Aldo’yu, sola çevrinme yaparak izliyor kamera. Irma, Aldo’yu görüyor. Seslenmiyor. Sadece koşuyor. Kamera, sola kayarak Aldo’yu izliyor. Aldo kuleye bakıyor ve kuleye doğru yürüyor. Şimdi ne olacaktı? Melodramlarda acılar daha yoğun yansıyor. Çünkü görünen gerçeklik olarak algılanıyor daima. Birkaç kelime her şeyi değiştirebilirdi. Girişteki müzik duyulmaya başlayınca film de bitiyor.

Amerikalı oyuncu Steve Cochran, 25 Mayıs 1917’de Kaliforniya’nın Eureka şehrinde doğdu. 15 Haziran 1965’te Pasifik’te yatında 48 yaşındayken vefat etti. Cochran, William Wyler’ın 1946 yapımı savaş sonu filmi siyah-beyaz “The Best Yeras of Our Lives-Hayatımızın En Güzel Yılları’nda Cliff rolündeydi. Raoul Walsh’un 1949 yapımı gangster filmi siyah-beyaz “White Heat-Beyaz Alev”de de “Big” Ed Sommers’dı. Ülkemizde fazla tanınmayan Cochran, daha çok ikinci rollerdeydi ve az da olsa ülkemizde oynadığı filmler vizyona çıkabildi. Cochran başrole yükseldiğinde düşüşü de başlamıştı çok geçmeden. Çoğunluğu televizyon dizilerinde görünmeye başladı. Michael Curtiz’in 1951 yapımı siyah-beyaz “Jim Torpe All American-Olimpiyat Şampiyonu”nda Burt Lancaster’la karşılıklı oynamıştı Cochran. Yönetmen R.G. Sprinsteen’in 1956 yapımı renkli “Come Next Spring-Yuvaya Dönüş” filminde de başrol oynadı.

Alida Valli, 31 Mayıs 1921’de şimdi Hırvatistan sınırları içinde olan Pola’da doğdu. Pola, eskiden İtalya’nın parçasıydı. 22 Nisan 2006’da da Roma’da vefat etti. Hitchcock’un 1947 yapımı siyah-beyaz gerilimi “The Paradine Case-Celse Açılıyor” filminde Maddalena rolünde göründü Hollywood’da. Corol Reed’in 1949 yapımı siyah-beyaz “The Third Man-Üçüncü Adam Kim?” kara filminde Anna Schmidt’di. Luchino Visconti’nin 1954 yapımı renkli “Senso-Günahkâr Gönüller” dönem filminde doruğa çıktı.

11 Aralık 1923’te New Jersey’de doğan Amerikalı oyuncu Betsy Blair, 13 Mart 2009’da Londra’da vefat etti. 1947’de George Cukor’un siyah-beyaz “A Double Life-Çifte Hayat” kara filminde görünmeyi başardı. En büyük çıkışını, Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty” filmiyle yaptı. Bu filmle Oscar’a aday oldu.

“Kızıl Çöl…”

Michelangelo Antonioni ustanın 1964 yapımı “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl”, ilk renkli filmiydi. Film “technicolor” çekilmiş. Filmin renk tonları büyüleyiciydi. Duemila-Federiz-Francoriz’in ortak sundukları filmin senaryosunu yönetmenle beraber Tonino Guerra yazmış. Film, burjuva ailesiyle çevre felaketleri üzerineydi. Antonioni, Vittorio Gelmetti müziklerini kullanmış filminde. Sonradan Antonioni sinemasının gözleri olacak kameraman Carlo di Palma’nın renkli fotoğrafları da çarpıcı. Antonioni, “sinemanın günahları” olan “kararma-açılma” ve “zincirlemeli geçişler” kullanmamış bu filminde. Antonioni’nin bu filmi, 25. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülünü almıştı. Antonioni filminde Hollywood’un ünlü oyuncusu Richard Harris’e Monica Vitti’yle başrolü vermiş. İrlandalı Harris, 1 Ekim 1931’de Limerick’te doğdu, 25 Ekim 2002’de Londra’da vefat etti.

Bu filmde psikolojik olarak nevrotizm fark ediliyor. Nevrotiklerde obsesyonlar oluşuyordu. Yani takıntılar, saplantılar. Paranoyanın ortasında. Film, modernizmin sancıları olan iletişimsizliğin ve yabancılaşmanın da kıyılarında dolaşıyor. İnsanların bu yabancılaşmaları, yalnızca kendileriyle veya başkalarıyla değil, doğayla da yaşanıyor. Doğayı da mahvediyorlar.

Film, sisin kuşattığı kirli hava üzerine açılıyor. Kış. Ön jenerik yazıları okunurken, bulanık görüntülerde duman üfüren fabrika bacaları yansıyor. Altta da çığlığa dönüşen ilahi kadın sesi duyuluyor. Görüntü netleşince fabrika bacasından gökyüzüne doğru ateşin fışkırışı yansıyor. Gökyüzü gri. Yağmur yağmış. Kamera, sağa çevrinme (pan) yapamaya başlıyor sonra. Büyük bir fabrikaydı burası. Kamera sola kayarak, polislerin bir işçiyi tutuklamış götürürlerken derinlikte yeşil mantolu ve kızıl saçlı Giuliana (Monica Vitti) ve küçük oğlu Valerio (Valerio Bartoleschi) fark ediliyor. Devlet fabrikasının işçileri greve çıkmış. Giuliana, bir işçinin yanına yaklaşıyor ve yediği ekmeği ondan satın alıyor. Giuliana, oğlunu orada bırakıp bir yere doğru yürüyor. Sonra ekmeği yiyor Giuliana. Etrafına bakınırken, kamera da fabrika artıklarını sağa çevrinme yaparak gösteriyor. Her yer çöp. Çevre katliamı sadece gökyüzünde değil. Sonra oğlu koşarak yanına gelince beraber yürüyüp gidiyorlar.

Antonioni, çevresel felaket yaratan fabrikayı soğuk ve ürkütücü devasa yığın gibi gösteriyor. Elbette fabrikanın içinden de anlar yansıtıyor. İdareciler de. Devlet fabrikasında lokavt olur muydu? Corrado Zeller (Richard Harris), Ugo’nun (Carlo Chionetti) yanında. Eski arkadaşlar. Ugo, Giuliana’nın kocası. Ugo ve Corrado, fabrikanın içinde dolaşırlarken, kamera onları demir kafesin içindeymiş gibi hissettiren “plonje” açıyla yukarıdan yansıtıyordu bir an. Bu simgesel andı. Giuliana, fabrikanın içinde merdivenlerden inerken yansıyor. Kocasını görüyor, ama kocasının öpücüğüne karşılık vermiyor. Corrado’yla tanışıyorlar. Corrado, bakışlarından rahatsız olan Giuliana, kocasının ofisine gidiyor. Ugo, karısının yaşadığı kazayı anlatıyor Corrado’ya. Giuliana, trafik kazasında fiziksel yara almasa da ruhsal yara almış. Giuliana, Alighieri yolu üstünde bir dükkân açmak istiyormuş. Ugo ve Corrado fabrika binasından dışarı çıkıyorlar rahat konuşabilmek için. Ama burası fabrikaydı ve gürültü her yerdeydi. Ugo sigara yakıyor. Babası öldüğünden beri firmanın sorumluluğu Corrado’nun üstüne kalmış. Buharlar, sanki fabrikanın içinden fışkırır gibi dışarıya çıkıyor onlar dışarıdayken. Genel çekimlerde çarpıcı fotoğraflarla yansıyor bu anlar. Fışkıran buharlar Ugo ve Corrado’nun üstüne çöküyor sanki.

Evde, yatak odasında Giuliana, gecenin bir yerinde telaşla dereceyi buluyor ve koltuğunun altına yerleştiriyor. Ugo derin uykuda. Yataktan çıkan Giuliana, oğlunun odasına bakıyor. Oğlunu robotunu hareket halinde görüyor. Robotu durduran Giuliana, oğlunun başını şefkatle okşuyor. Ardından da alt kata inmek için merdivenlere yöneliyor. Uğultulu gibi duyulan müzik de gerilimli. Bir şeylerden korkuyor sanki Giuliana. Yüzüne bir maske gibi iniyor bu korku. Alt kata inmiyor. Derecesine bakıyor. Sonra tuhaf bir sandalyeye oturuyor. Kendini okşamaya başladığında kocası geliyor. Ugo dereceye bakıyor. Giuliana kâbuslar görüyor o kazadan sonra. Nevrotik takıntılar zihnini kuşatmış Giuliana’nın. Sonra Giuliana, Ugo’ya kâbusunu anlattıktan sonra öpüşüyor Giuliana, ama ayağa kalkıyor. Ugo ona karşı şefkatli miydi? Karısıyla eskiden olduğu gibi sevişmek istiyor sadece belki. Yakın planda birbirlerine sarıldıklarında, kamera hafifçe yukarı doğru “tilt” yapıyor. Derinlik bulanık yansıyor bir an.

Kamera, kesmeyle binanın sıvası dökülmüş gri duvarından geriye zum yaparken, 1964 model Alfa Romeo Giulia Sprint GT beyaz arabasından siyah paltolu Corrado çıkıyor. Gündüz. Corrado, boş ve dar sokakta yürümeye başlıyor. Binalardan gri gökyüzü de yansıyor. Corrado, bir binanın önünde duruyor, sonra da buğulanmış camın ardından içeriye bakıyor. Kapısı açık, ama içeri girmiyor. Gri duvara yaslanıyor sonra. İçeriden Giuliana çıkıyor ve “Beni mi bekliyordunuz” diyor. İçeri giriyorlar. Giuliana, burayı badana yaptırıyormuş. Ama renkler de önemliydi. Burayı dükkân olarak kullanacakmış Giuliana. Onda unutkanlık da başlamış kazadan sonra. Corrado bir şeyler fark ediyor onda. Konuşuyorlar. Corrado, Milano’da yaşasa da Trieste’de doğmuş. Sonra dışarı çıkıyorlar. Üzerinde siyah şalı ve gri mantosuyla Giuliana çıkarken ışığı söndürmüyor. Sokakta yürürlerken, yukarıdan gazete sayfası aşağıya süzülüyor. Giuliana, ayağıyla düzeltip gazeteye bakıyor. Corrado arabasına giderken, Giuliana tablalı ihtiyar satıcının sandalyesine oturuyor sokakta. Sokak bomboş. Yorgun Giuliana, kalkıp boş sokakta yürüyor. Corrado, Ferrara’ya gidecekmiş. Ya Giuliana?

Şehirdeler. Gökyüzü gri. Giuliana, siyah manto giyinmiş ve orada balıkçı tezgâhına bakınıyor. Antonioni, Giuliana’nın elbiselerini değiştirdiğini göstermeyerek zihinsel bulanıklık yaratıyor zaman üstüne. Pahalı canlı balık almak istiyor. Corrado ona balıklar hakkında konuşuyor. Giuliana bunu istemiyor. Çünkü onun korkuları vardı. Bir de insan sevdiği hayvanı yiyebilir miydi? Milyonlarca yıldır yiyen insan elbette yerdi. Besin zinciri diye bir şey de vardı. Bir apartmana giriyorlar. Corrado, merdivendeki Giuliana’ya “Beni yer miydin” diye soruyor. Giuliana da, “Eğer sevseydim” diye cevap veriyor. Corrado birini arıyor bir dairede. Evin hanımı (Lili Rheims) içeri alıyor onları. Gri kazaklı Giuliana, Ugo’nun onun hakkında konuşup konuşmadığını merak ediyor. Ya kazadan bahsetmişse? Giuliana, oturduğu divanda desenle oynarken, hastanede bir kızla tanıştığını söylüyor Corrado’ya. Kız çok hastaymış ve her şeyi istiyormuş. Doktor ona, sevmeyi öğrenmelisin demiş. Birini, bir şeyi sevmeyi öğrenmesini istemiş. Ama hiçbir şeyi sevememiş genç kadın. Corrado, bir psikiyatr gibi yaklaşıyor Giuliana’ya tanıştıklarından beri. Kadın, yer çöküyormuş gibi hissediyormuş. O da nevrotik. Corrado bu daireye, kadının kocasına iş teklifi yapmak için gelmiş. Kadın onlara kırmızı şarap ikram ediyor. Kadın, teknisyen kocasının uzakta çalışmasını istemiyor. Sonra dışarı çıkıyorlar. Kamera da onları arkadan kayarak takip ediyor. Mario Medicina’ymış. Corrado oraya gitmek istiyor Giuliana’yla beraber. Arabaya doğru yürüyorlar. Kamera “kesme”yle (cut) Mario’nun olduğu yere gidiyor. Antonioni bu iki sahne arasında zihinsel bulanıklık yaşatıyor. Sahnenin, mekânın değiştiği bir an sonra anlaşılıyordu.

Gökyüzü gri. Corrado, aradıkları adamı tanıyor. Mario (Giuliano Missirini) yanlarından geçip giderken, Giuliana onun halini hatırını soruyor. Centilmen adam, bu nazik hanımefendiyle konuşmaktan mutlu oluyor. Corrado ve Mario konuşurken, Giuliana etrafta dolaşıyor aylak aylak. Meraklı Giuliana, buraların Bologna Üniversitesi’ne ait olduğunu da öğreniyor. Burası, yıldızları dinlemek ve incelemek içinmiş. Mario da büyük maaş olmadıkça teklifi kabul etmeyecekmiş. Corrado ne yapacaktı?

Kamera, renkli desenleri olan kulübeden geriye çekiliyor gri gökyüzü altında. Başka bir yerdeler. Hafta sonu. Orada kahverengi montlu Ugo da var. Antonioni yine iki sahne arasında zihinsel bulanıklık yaşatıyor. Bir an sonra başka bir mekânda olunduğu anlaşılıyor. Antonioni bu anlarda da çevre felaketlerini gösteriyor. Fabrika atıklarından dolayı suda balık pek yaşamıyormuş. Medicina’dan sandviç alacaklarken, satıcı yılanbalıklarının petrol koktuğunu söylemiş Giuliana’ya. Burada, karı-kocanın kulübesi var uzun süre uğramadıkları. İçeride vahşi doğa resimleri de var. Açık renk trençkotlu Corrado, Ugo içeri girdiğinde bir yere ait olmadığını söylüyor. “İşte bu yüzden sürekli yer değiştiriyorum” diyor. Corrado ve Ugo, dışarıda baş başa dolaşırlarken, Corrado’nun kaza sırasında nerede olduğunu soruyor. Ugo, Londra’daymış. Dönmesinin gerekmediğini söylemişler Ugo’ya. Onlar konuşurken, kamera da geriye doğru kayıyor zaman zaman. Giuliana’nın travmasının nedenlerinden biri kocasının yanında olmaması mıydı? Corrado, fabrika atıklarından dolayı bataklığa dönüşmüş suya taş atıyor. Giuliana’ya doğru yürüyor. Corrado, fabrikanın bacalarının tüttüğünü görüyor. Grev bitmiş miydi? Kamera sağa çevrinme yaparak uzakları gösteriyor. Giuliana, “Solcu musun, yoksa sağcı mısın” diye soruyor Corrado’ya. İnanılacak ne vardı? “Birine Tanrı’ya inanıp inanmadığını sormak gibi bir şey bu” diyor sonra Corrado. Ona göre inanılacak ne vardı? Kamera sağa doğru kaymaya başladığında Corrado, insanlığa bir bakıma, biraz adalete, biraz da gelişime inandığını fısıldıyor devasa elektrik direklerine bakarken. Corrado, “Bazıları sosyalizme inanır, belki. Önemli olan insanın, kendisinin ve başkalarının gözünde inandıklarına uygun davranmasıdır” diyor. Önemli olansa vicdanın rahat olmasıydı. Corrado’nun vicdanı da rahat. Belki de liberaldi. Giuliana, “Bir sürü süslü kelime” diyor. Giuliana,“İşte oradalar” derken, kamera da kirli havadan dolayı puslu görünen derinliği yansıtıyor ardından. Yağmur da yağmaya başlıyor. Ugo, yarı Alman Max’ı (Aldo Grotti) ve siyah kısa saçlı eşi Linda’yı (Xenia Valderi) Corrado’yla tanıştırıyor. Giuliana, onlar konuşurlarken uzaklaşıyor. Geçen gemiye bakıyor. Max ve Linda arabalarına gidiyor. Corrado, Giuliana’yla arabaya doğru yürüyorlar. Sadece Ugo’nun arabası var. Biniyorlar.

Şömine yansıyor. Yeşil elbiseli sarışın genç kadın Milli (Rita Renoir) ayaklarını ısıtırken kamera da geriye doğru çekiliyor. Emilia’ya Milli diyorlar. Bir barakadalar. Giuliana da siyah giysili. Burjuvaların küçük toplantısına dönüşüyor her şey. Masada yemek yiyip içiyorlar. Bıldırcın ve yumurtaları üzerine sohbet derinleşmiş. Bıldırcın yumurtaları afrodizyak gibiymiş. Üstelik. Sıkılan Milli, yatakta kitap okuyan Linda’nın yanına gidiyor. Bu odadaki ahşap duvarlar kıpkırmızı. Max, içki şişesiyle onların yanına gidiyor. Sarışın kadını da okşuyor karısına fark ettirmeden. Giuliana da, üzerine söylev verilen tabaktaki bıldırcın yumurtalarına bakıyor. Linda, “Milli, yumurta olsun ya da olmasın sen her zaman sekse hazırsın” diyor imalı. Giuliana yatağa otururken Ugo da içeri giriyor. Yüzüstü uzanmış Linda’nın çıplak bacaklarını okşuyor Ugo. Burjuva ahlakının çöküşünün belgeseli mi yansıyordu bu barakadan? Milli, Augusto’yla berabermiş. Ama o, kendinden az kazanan biriyle yatağa da girmezmiş. Konuşulanlara kulak veren Corrado da yatağa geliyor. Milli, Corrado’ya yaklaşıyor. Giuliana da aynayla oynuyor o anda. Giuliana’nın avucunda haşlanmış bıldırcın yumurtası var. Yiyor. Etkisini hemen gösterir miydi seks için? Yataktan çıkıp masaya giden Giuliana, tabaktaki bıldırcın yumurtalarını yiyor. Sonra radyodan gelen müzikle yatağın üstünde dans eden Giuliana, sevişmek istediğini söylüyor. Çok eğleniyorlar bu sözlerle. Max’ın gözü Milli’de ve onun bacaklarını okşamaya başlıyor. Ugo da Linda’yı okşuyor. Bu erotik bir orji gibiydi. Ama sevişme yok. Ugo sigara yakarken, kulübeye bir genç geliyor. Şaşkınlıkla olanlara bakıyor. Gelen Orlando. Bir kadınla gelmiş. Orlando, Max’ın fabrikasında çalışan çapkın biriymiş. Siyah saçlı kızın adı Iole. Tesadüfen Max’ın teknesinin adı da Iole’ymiş. Hemen konuşmalar sekse kayıyor. Çeşitli kültürler de sohbete
dâhil oluyor. Köpekbalığı yüzgeci enerjiyi arttırıyormuş. Ya gergedan boynuzları? Dışarısı sisler içinde. Orlando ve Iole çıkıyorlar. Kamera yatak odasına girdiğinde görüntü bulanık yansıyor. Kameraya arkası dönük Giuliana doğruluyor. Corrado, Giuliana’ya bakıyor. Linda ve Milli’nin yanında uzanmış Ugo üşüyünce yataktan çıkıp şömineyi yakmaya uğraşıyor. Max da ona yardım ediyor. Giuliana da onların yanına gidiyor salona. Kendine içki doldururken pencereden sisli dışarısına bakıyor. Kıyıdan koca gemi demirliyor barakanın yakınında. Corrado’nun kapitalist aklından bir fikir veriyor bu. Bu limanda gemiler, boşaltma-yükleme yapınca iyi olurmuş. Max, Milli’ye gemideki genç bir adamı gösteriyor. Epeydir kadınsız olabilirmiş. Giuliana, kocasına içki verdikten sonra gülümseyerek kulağına “Sevişme isteğim doğru” diyor. Giuliana, sevişmekten de mi korkuyordu? Erkekler, birden işlerden konuşmaya başlıyorlar. Ciddi işlerdi. Antonioni bu anlarda bu dar mekânda kamerayı genelde kaydırıp durmuş. Üşüyen Milli, barakanın tahta kopartıp şömineye atıyor. Corrado da tahtaya boks yapar gibi yumruk atıyor ardından. Max’ın barakası şömineye gidiyor yavaşça. Burayı genelde Orlando kullanıyormuş. Giuliana, gemiye bakıyor pencereden. Hiç sabit durmuyormuş. Uzun süre de denize bakamıyormuş. Corrado’yla konuşuyor Giuliana. “Sen neye bakacağını merak ediyorsun, ben nasıl yaşayacağımı” diyor Corrado. Aynı şey miydi bu? Sonra ikisi de gemiye bakıyor pencereden. Linda, diğerlerinin duymadığı bir çığlık duyduğunu söylüyor. Giuliana da birinin çığlığını duyduğunu söylüyor sonra. Giuliana, Linda’ya “Neden belki dedin” diyor. Kamera sola çevrinerek Linda’yı izliyor. Linda, barakanın kapısını açıyor ve gemide sarı bayrağın çekilişine bakıyor. Bu bayrak salgın hastalığı mı haber veriyordu? Giuliana telaşa kapılıyor ve hemen gitmek istiyor. Sakinleştirici sözler Giuliana’yı sakinleştiremiyor.

Beraberce dışarı çıkıyorlar. Kirli havanın sisi her yeri kuşatmış. Arabalara koşuyorlar, ama Giuliana çantasını unutmuş. Corrado çantayı almak için giderken, Giuliana gitmesini istemiyor. Salgından korkuyor. Cankurtaran (ambulans) yanlarından hızla geçiyor gemiye ulaşmak için. Corrado barakaya doğru giderken, Giuliana kolundan onu tuttuğunda diğerlerinin onları izlediğini görüyor Giuliana. Niye öyle bakıyorlardı? Nerdeyse sislerin içinde kaybolur gibi görünüyorlar. Bunlar, Giuliana’nın bakışlarıyla yansıyor. Giuliana arabaya biniyor ve tek başına gidiyor. Kıyının tam ucunda durabiliyor Giuliana.

Evdeler. Ugo, oğluyla oyun-deney yaparak onu eğitmeye uğraşıyor salonun bir köşesinde. Giuliana da bavulları hazırlıyor kocasının yolculuğu için. Ugo, Giuliana’nın Linda’yla kalmasını istiyor evde. Ugo, Giuliana’nın gece uyanmalarından endişe ediyormuş. Aralarında mesafe olduğu hissediliyor ikisinin de. Zaten sevişmiyorlar. Sadece edilen zoraki birkaç kelime dışında da aralarında pek bir şey yok. Bir de oğulları Valerio var elbette.

Gri gökyüzü altında sisler içinde petrol çıkartma platformuna yanaşmış bir gemi yansıyor uzaktan denizde. Siyah mantolu Giuliana platformun üzerinde. Kamera, platformdaki soğuk boruların üzerinde dolaşır gibi çevrinme yapmaya başlıyor sonra. Fosil yakıtlar, dünyanın iklimsel olarak dengesini bozuyor ve küresel ısınmayla felaketler yaşatıyordu günümüzde. Petrolün çevresel yıkımlarını yıllar öncesinden bu filmiyle öncelemişti büyük usta. Corrado da orada. Gemiden açık renkli aynı trençkotunu giymiş Corrado gemiden platforma geçerken yansıyor sonra. Corrado petrol işinde. Giuliana, buraya ne getirdiğini merak ediyor. İş dışında. Giuliana, her şeyi yanına almak istermiş. Corrado’ysa her şeyi özlemek istiyor. Şehri, sokakları, evdekileri vb. Geriye dönüldüğünde her şey aynı kalır mıydı? Ev, eşyalar, insanlar aynı şekilde kalır mıydı? Giuliana da böyle düşünüyor. Geri dönmemek üzere gitse Corrado’yu da yanında götürürmüş Giuliana. Çünkü o, buradaki hayatının parçasıymış. Ugo, Corrado gibi ona baksaydı belki kendisi hakkında çok şey öğrenebilirmiş. Kaza mı, yoksa Ugo’nun yanında olmaması mı Giuliana’nın ruhunu yaralamıştı? Giuliana’nın anlattığı hastanedeki kız Giuliana’nın kendisi miydi? İntiharı bile düşünmüş Giuliana.

Corrado, harita üzerinde petrol yerini gösteriyor işte çalışacaklara. Arjantin’in Patagonya bölgesinin açıklarında yapılacakmış petrol aramaları. Güney Kutbu da Patagonya uzak değilmiş. İnsanlar maaşı ve kalacak yerleri soruyorlar. Prefabriklerde yaşayacaklarmış. Doktor bile olacakmış. Çalışanların aileleriyle ancak yılda bir defa telefonla konuşabileceklermiş çalışanlar. Az aranırsa masraflar şirketten tabii ki. Gazeteler de olacakmış. Hem de İtalyan gazeteleri. Üstelik şirket televizyona bile izin verecekmiş. Kamera doğaçlama çevrinme yaparak toplantı yapılan mekânı da gösteriyor usulca. Corrado, hayal kırıklığıyla dışarı çıkıyor. Hava puslu. İşyerinin avlusunda samanlar içinde istiflenmiş büyük cam şişeler de fark ediliyor. Buradaki işçilerle petrol çıkartılabilir miydi uzaklardaki Patagonya açıklarında?

Pencereden, haliçten geçen bir gemi yansıyor birden. Giuliana evde. Hastalanan oğlu odasında yatarken buluyor. Hizmetçi de evde. Oğlunun hastalığını şefkat göstererek anlamaya çabalıyor Giuliana. Çocuğun ayakları tutmuyor. Yoksa çocuk felci mi geçiriyordu Valerio? Eve Linda da geliyor sonra. Bu andaki çekimler çarpıcıydı. Yoğun yakın plan çekimlerle yansıyan bu anlar, sanki uykusundan uyandırılan birisinin ilk andaki algılaması gibi hissediliyor. Ya da narkozlu algılaması gibiydi. Sonra Giuliana tahtaya tebeşirle resim çiziyor. Giuliana ve Ugo, oğullarına okul öncesi eğitim vermeye başlamışlar. Onunla deney-oyun bile yapıyorlar. Valerio’nun oyuncakları bile evdeki derslerin parçası. Valerio, annesinden masal anlatmasını istiyor kendine. Giuliana bildiği bütün masalları anlatmış ona.

Giuliana’nın anlattığı masal yansıyor birden. Kamera, aşağıya “tilt” yaparken, görüntü de bulanık yansıyor. Görüntüye denizde yüzen ergenlik çağındaki masal kızı (Emanuela Paola Carboni) girince görüntü netleşiyor. Masal kızı yüzerken, Giuliana’nın da dış sesi duyuluyor. Masaldaki kız, onu ürküten yetişkinlerden sıkılmış. Erkek çocuklardan da hoşlanmıyormuş. Çünkü hepsi yetişkin gibi gözükmeye çalışıyorlarmış. Bu yüzden yalnızmış karabataklar, martılar, vahşi tavşanların arasında. Denizin dibinin görüldüğü ısız bir koy bulmuş kız. Orayı sevmiş. Bikinili kız denizden çıkıp kızgın kumlara uzanıyor. Sonra da oradan ayrılıyor masal kızı. Ertesi gün tekneler görmüş açıkta. Saklanmış. Sonra etkilendiği tekneye doğru yüzmüş kız. Tekne dümen kırıp uzaklaşmış oradan. Bu onun için gizemliymiş. Kız kıyıda şaşkınlıkla etrafa bakınırken ilahiye dönüşen kadın sesi duyuluyor. Tıpkı ön jenerikteki gibi. Kız etrafına bakınırken, kamera yakın planda çarpıcı çekimle yansıtıyor bu anı. Kız sanki kamerayla birlikte dönüyormuş gibi hissediliyor bu anda. Kız, kadın sesini duyuyor, ama kadını göremiyor. Bu da mı gizemliydi? Ses denizden mi geliyordu? Kız hemen denize giriyor ama bir şey göremiyor. Kız, kayaların olduğu yere doğru yüzüyor. Kayalar insanlara mı benziyordu? Bu masal, Giuliana’nın ruhunun içindekinin dışavurumu gibiydi.

Kamera, evin salonuna dönüyor. Haliçten bir gemi geçerken yansıyor. Giuliana, keder yüklü gözlerle iskeleye bakıyor o anda. Hizmetçi, Giuliana’ya dergileri veriyor. Sonra Giuliana, oğlunun odasına girecekken, Valerio’nun yürüdüğünü görüyor. İçeri giriyor ve oğlunun vücudunu yokluyor. Az önce olanlar neydi? Oğlunu felçli mi olarak düşünmüştü? Oğluna sarılıyor, onu doya doya öpüyor Giuliana. Oğlunun bir şey dediğini sanıyor, sonra da aşağı kata iniyor Giuliana. Altta da gerilimli müzik duyuluyor.

Gri mantolu Giuliana dışarıya çıkıyor. Kıyıdan yürüyor. Sonra otele geliyor. Resepsiyona oda numarası soruyor, ama kimin olduğunu bilmiyor. Telaşlı ve korku içinde Giuliana. Birden Corrado’nun adını hatırlıyor. Oda numarasını öğreniyor ve Corrado’nun pembeli odasına gidiyor. Bembeyaz koridor uzanıyor. Corrado odasından çıkıyor, koridorun ucunda bekliyor onu. Odasına giriyor. Corrado oğlunu soruyor. Valerio’nun ona ihtiyacı yokmuş. Boşlukta Giuliana. Hep kendini kötülüyor. Derin bir depresyon içinde sanki. Giuliana, yere oturup haritayı açıyor ve bu dünyada birinin daha iyi olacağı yeri arıyor. Öyle bir yer var mıydı? Hep aynı yere dönülüyordu. Kısırdöngü. Corrado onun başını okşuyor, sanki sevişmek ister gibi. Giuliana ayağa kalkıyor ve siyah süveterini çıkartıp yatağın üzerine oturuyor. Arada bir gemi sireni duyuluyor. Corrado ayağa kalkıyor ve yatakta uzanmış Giuliana’nın büyüleyici bacaklarını seyrediyor. Kamera, Giuliana’nın başucundan sola doğru kaymaya başlıyor sonra. Gemi sireni Giuliana’nın kafasının içinde çalıyor sanki. Çarşafa sarınıyor sonra. Giuliana, bazen birilerine saldırmak istiyormuş. Corrado, bunun kötü bir şey olmadığını söylüyor. Bazen o da istiyormuş. Giuliana yardım istiyor ondan. Sonra sarılıyorlar. İhtirasla öpüşüyorlar. Geminin sireni duyuluyor sürekli. Yatağa uzanıyorlar. Corrado şehveti yaşarken, Giuliana acı içinde. Zihni karışık. Kamera, devamlı Giuliana’nın büyüleyen karşı konulmaz vücudunu yansıtıyor. Giuliana birden ayağa kalkıyor ve gardırobu kapatıyor. Sonra da gözü beyaz perdesi olan pencereye takılıyor. Pencereye doğru yürüyor. Perdeyi açıyor. Karanlık çökmüş. Kamera, sokağı yansıtırken, birini de gösteriyor. Giuliana oturuyor. Corrado, yarım kalan sevişmeyi sürdürmek isterken, Giuliana ne yapacağını hiç bilemiyor. Divana uzanıyor. Corrado onu sürekli okşuyor. Kamera, beyaz çarşaflı yatağı bulanık gösteriyor. Sonra da Giuliana yatakta kendini Corrado’ya bırakıyor. Sevişmeden sonra kamera pembeli komidin ve abajurdan sağa çevrinme yapıyor. Giuliana uyanırken, gemi sireni de duyuluyor.
Gece. Giuliana dışarı çıkıyor. Corrado da peşinden koşuyor. Corrado’nun beyaz arabasına biniyorlar. Giuliana’nın açmak istediği dükkâna gidiyorlar. Corrado, Giuliana’nın ne yapmak istediğini soruyor. Giuliana, “Hiçbir şey” diyor. İnsanların kendisi hakkında endişelenmelerinden hep rahatsızmış. Doktorların bile. Yalnız bırakılmadığı zamanlar kendini hasta hissediyormuş. Gerçekliği yeniden düzenlemek için hastanede dediklerinin aynısını yapmış. Sadakatsiz bir eş bile olmayı becermiş. Giuliana, “Gerçekliğin korkunç bir yanı var” diyor. Ama ne olduğunu da bilmiyormuş. Ona bunu kim söyleyecekti? Corrado bile yardım etmemiş. Corrado çıkarken, kamera da çok yakın çekimle onu yansıtıyordu sağa çevrinme yaparken. Corrado sokakta ve ne yapacağını bilemiyor. Kamera kapıdan onu yansıtıyor bu anda. Sanki Giuliana’nın içinden çıkıp gidiyormuş gibi.

Limanda. Kamera, yarıya kadar kırmızıya boyanmış gemiyi gösterirken, Giuliana da geminin yanında endişe ve korku içinde yürüyor. Yolunu kaybetmiş gibi. Yağ içindeki kirli denize bakıyor sonra. Gemiye çıkacakken bir çalışan geliyor. Giuliana adama, geminin yolcu alıp almadığını soruyor. Adama pek anlayamadığı şeyler söyleyip duruyor sonra Giuliana. Oradan keder yüklü ayrılıp gidiyor Giuliana.

Gündüz. Fabrika bacalarından ayrılan kamera, sağa çevrinme yaparak duvar dibinde kendi başına oynayan Valerio’yu gösteriyor. Buharlar çıkıyor her taraftan. Valerio’nun yanına yeşil mantolu Giuliana geliyor. Valerio, bacadan çıkan dumanın neden sarı olduğunu merak ediyor. Kuşlar ölür müydü? Ama kuşlar zekiydi. Sarı dumanın zehirli olduğunu öğrenmişlerdir. İstiflemiş atık bidonları bir an bulanık yansıyor. Gidiyorlar. Kamera, doğayı kirleten fabrikanın üzerinde bir an kalıyor ve film bitiyor. Her şey başladığı yere dönüyormuş gibiydi sanki. Kısırdöngülerdeki gibi. Zihinsel bulanıklar da çoğalıyor ardından. “Bütün bunlar yaşanmış mıydı” kuşkusu da sarıyor her tarafı. Giuliana’nın algısı, seyircinin algısını kaosa mı sürüklüyordu? .

Antonioni, sadece Giuliana’nın ruhunun çölleşmesini anlatmıyor. Giuliana’yla Dünya’yı özdeşleştirmiş bu filmiyle sanki. İnsanlık, karşı konulamaz hırsıyla doğayı mahvediyordu. İnsanlığın istikrarsız “istikrarlı büyümeleri” çevreyi kirletiyordu. Küresel iklim değişiklikleri ve küresel ısınma yaşanıyordu. Antonioni, insanlık böyle devam ederse “mavi gezegen” Dünya, “kızıl gezegen” Mars’a dönüşecek diyor bu filmiyle yıllar öncesinden. Filmin adı “Kızıl Çöl”, Mars’ı simgeliyor. Dünyanın psikolojisi bozuldu işte.

(14 Mart 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Chantal Akerman ile Bir Ömür

Sinema evreninin en kişisel yönetmenlerinden birisidir Chantal Akerman. Gizlisi saklısı yoktur. Yaşamına ait her şeyi filmlerinde sergilemekten kaçınmamıştır. Geçtiğimiz Ekim ayı içinde zamansız ölümünün ardından bizlere 47 filmlik eşsiz bir koleksiyon bıraktı Belçikalı yönetmen. Bunlardan nadide parçalar 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali kapsamında 10 – 20 Mart tarihleri arasında İstanbul Modern’de gösteriliyor.

Onbeş filmlik programıyla ülkemizde Akerman adına düzenlenmiş en geniş kapsamlı retrospektif bu. Joseph Conrad uyarlaması 2011 yapımı son kurmaca uzun metrajı ‘Budala Almayer / La Folie Almayer’ ile başlayacak olan program sanatçının üretken kariyerinin farklı mecralarda karşımıza çıkmış önemli dönüm noktalarını karşımıza getiriyor. Henüz onsekiz yaşındayken Chaplinvari yerinde duramazlığıyla çektiği ve bizzat oynadığı ilk kısa filmi ‘Şehri Patlat / Saute Ma Ville’ ile dikkatleri üzerine toplar Akerman. Zengin filmografisinin içinde her daim yer alacak olan kısalarının belki de en çarpıcısı olan bu film yönetmenin daha sonra çekeceği başyapıtlarının ilk habercisidir. 1972’de çektiği kısa filmi ‘Oda / La Chambre’ ve 1974 yapımı ilk uzun metrajı ‘Ben, Sen, O / Je, Tu, Il, Elle’de yine oyuncu olarak yer alır.

Ardından başyapıtı ‘Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce 1080 Bruxelles’ gelir. Baş karakterin adı ve posta adresinden oluşan ismi gibi süresi de uzun olan (3 saat 20 dakika) ve sinema tarihinde bir
benzeri olmayan bu müthiş filmde kırklı yaşlardaki dul bir kadının iki tam gününü izleriz. Mütevazı ufak dairesinde ergen oğluyla birlikte yaşar Jeanne Dielman. Sabah karanlığında uyanır, liseli oğlunun giyeceklerini ve kahvaltısını hazırlar, bulaşıkları yıkar, alışverişe gider, yemek pişirir, komşusunun bebeğine bakar, akşama doğru 5.00 – 5.30 arası onu seks için arayan erkek müşterilerini kabul eder.

Yüzde sekseni kadınlardan oluşan bir ekiple çektiği filminde bir ev kadınının göze görünmez gündelik işlerinin bir ritüel halinde sergilenişidir Jeanne Dielman. Bir Yahudi ailesinin kadınlar ortamında büyümüştür Akerman. Büyükbabasının hayatta olduğu çocukluk yıllarında ritüeller önemlidir evlerinde. Annesinden, büyük teyzelerinden, halalarından hafızasına kazınmış tüm jestler bir bir sıralanır çizgi dışı yapıtında. Her gün her an ne yapacağını bilmenin verdiği huzurun altını çizer yönetmen söyleşilerinde. Bu organize yaşamın akışında bir aksama, bir boşluk belirdiğinde yaşanacak gerilimin ölümcül patlama noktaları olacaktır. Önlüklü ev işçiliğinin yanısına seks işçiliği metaforunu da ustaca kullanan ‘Jeanne Dielman’ bir kadının sıradan ev hayatında cinayetle yemek pişirmenin aynı dehşete sahip olabileceğini gösteren gerilim duygusuyla eşsizdir.

Yönetmenin verimli yetmişlerinden önemli belgeselleri ‘Hotel Monteray’ ve ‘Evden Mektuplar / News From Home’ da seçkinin değerli parçalarından. Sonuncusunda Akerman’ın 1977 yazı boyunca çektiği New York görüntülerine annesinin Brüksel’den yazdığı yirmi adet mektup eşlik eder. Kızının özgürce yolunu bulmasını arzulayan ancak içten içe onun sağlığı için endişe duyan annenin içten mektupları Akerman’ın annesiyle kurmuş olduğu derin ilişkiyi ortaya koyması açısından önemlidir. Yönetmenin parlak yetmişlerini noktalayan ‘Anna’nın Randevuları / Les Rendez-Vous d’Anna’ ne yazık ki yer almıyor bu toplamda. Aurore Clément’ın canlandırdığı Akerman’dan izler taşıyan film yönetmeninin Almanya’dan Paris’e tren yolculuğu boyunca yaşamına girmiş erkekler ve kadınlar ile Lea Massari’nin yorumladığı annesiyle kısa buluşmalarını öyküleyen çok başarılı yarı otobiyografik bir çalışmadır bu.

Akerman’ın birkaç uzun metraj dışında kısalar, video ve televizyon için yaptığı işler, deneysel filmler ve belgesellerle üretkenliğinden hız kesmediği seksenli ve doksanlı yılları çok sınırlı yer bulabilmiş bu toplu gösteri programı içinde. Ancak 2000’lerin hemen başında çektiği Marcel Proust uyarlaması ‘Kadın Tutsak / La Captive’ ihmal edilmemiş. Yazarın ‘Kayıp Zamanın İzinde / A La Recherche du Temps Perdu’ adlı anıt eserinin beşinci bölümü ‘La Prisonnière’in günümüzde geçen bu serbest uyarlaması işsiz güçsüz zengin bir erkeğin Ariane’ı lüks malikânesine hapsetmesi, onu sürekli izlemesi ve izletmesi üzerinedir. Babası Jacob Akerman’a ithaf ettiği filmde nesneleştirilen ve erkeğin mülkiyeti haline gelen genç kadının özgürlük mücadelesini izleriz.

‘Chantal Hakkında Her Şey’ adıyla sunulmuş olan retrospektifin önemli sürprizlerinden bir diğeri yönetmenin 2009’da çekmiş olduğu ‘Sonia Wieder-Atherton ile Doğu’da’ belgeseli. Ailesinin köklerini araştırdığı çalışmalarının bir devamı niteliğinde olan bu çalışmasında ünlü viyolonsel virtüozunun yorumladığı Yahudi ezgileri eşliğinde kayıp bağlantıların peşinden soykırımı, yersizliği, yerinden edilmeyi, kendi deyişiyle annesinin anlatamadıklarının izini sürmeye devam eder Akerman. Bu eşsiz toplu gösteri sanatçının vasiyet filmi ‘No Home Movie’ ile noktalanıyor. Auschwitz’den sağ çıkabilmiş bir Polonya Yahudisi olan annesi Natalia Akerman’ı 2013’teki ölümünden önce çektiği görüntüleriyle belgelemiş olan sanatçının filmi sadece kişisel yaralarla ve onları çevreleyen şeylerle ilgili değil. Mekânın ve zaman ruhunu en iyi yakalayabilmiş sinemacılardan birinin bize dünyaya bakmanın farklı biçimleri üzerine kafa yorduran son armağanı bu. Akerman ile henüz tanışmamış genç sinema tutkunlarının özellikle kaçırmamaları gereken önemli bir fırsat bu retrospektif.

(08 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İki Mizah Filmi Bir Arada: Kaçma Birader, Ali Kundilli 2

Söz toplumu olduğumuz için hemen her anlamı sese yüklüyoruz. Yasımız da öyle, mizahımız da… Sese anlam katmak daha mı kolay geliyor, yoksa gelenekselleştiği için mi böyle bilemiyorum.

Bu hafta iki komedi filmi birden giriyor gösterime. İkisi de birbirinden komik, kahkahalarla izleyeceğimiz kesin. Açık söylemek gerekirse, bu öngörümün tutmasını, iki filmin de gişe yapmasını isterim… Ancak bir noktaya değinmeden geçmek istemiyorum: Söze dayalı mizah iki filmin de ana izleğini oluşturuyor.

Tam Aziz Nesin’lik

Temel olarak sözle mizah yaptığımız için Aziz Nesin’den başlayarak -buna meddah geleneğini de katmalı- bir kişilik gösteriler de dahil bu yapıyı devam ettiriyoruz. Buna da bağlı olarak, bir görsel şölen olan filmlerde mizah görüntüde de olmalı, bunun için çaba harcamalı. Aklıma ilk gelen, kuşkusuz Şarlo. Charles Chaplin, ses imkânı bulunmadığından görüntüye yüklenmek zorundaydı. Kim bilir, belki ses olsa o kadar düşmezdi üzerine… Ama elimizdeki en somut örnekler onlar.

Kaçma Birader

Yozgatlı bir ailenin, çocuğu kaçınca peşinden İstanbul’a gelmesi ve Beyoğlu’nda yaşadıklarını anlatan “Kaçma Birader”, oyuncularının da katkısıyla seyirciyi içine alıyor, daha başlangıçta. Kaçma kovalamaca sahneleri -ki en kolay değerlendirilebilecek sahnelerdir- bile filmin bütününün taşıdığı komikliği omuzlayamamış.

Kötü bir film mi? Hayır! İyi bir film. Ama daha güçlü olabilir miydi acaba diye sormaktan alamıyorum kendimi. Sanıyorum doğrusu, oyunu abartmak yerine sahiplenmek gerekir. Siz ne yapardınız, ne görmek isterdiniz, ne olursa gülersiniz ve benzeri soruları oyuncular kendilerine sormalı. Tiyatral oynamak yerine içselleştirmek daha doğru olacaktır.

Bu, sadece Yeşilçam filmlerinin havasını taşıyan, “Kaçma Birader”e özgü bir sorun/sıkıntı değil. Yukarıda da değindiğim gibi hep, her zaman karşımıza çıkan bir durum. Belki de işin kolayı bu. Kolaya kaçmanın ekonomik, sosyolojik, sinemasal, kültürel bir sürü gerekçesi bulunabilir, sıralanabilir… Ama insan “Ah be, keşke…” diyor… Daha iyisini istiyor muhakkak.

Ali Kundilli 2

İlk filminde izleyicinin beğenisini kazanan Ali Kundilli 2, daha bir görsel mizahla süslü bir film. Ancak onda da “Bak, ben nasıl yapıyorum, görün beni/bizi” dedirtmek için abarttıkça abartılmış. 8 aylık hamile kadının normal yürüyüşü bile -heyecan olsun diye hırsızlık yaptıkları sahnede- yeterince komik olacaktır zaten… Ufak rötuşla mizahı ortaya çıkartmak mümkün… O sahnede göz, Ali Kundulli’den bekliyor aslında o abartıyı…

Girişten itibaren kahkaha

İlk filmde eşine ne denli büyük bir aşkla bağlı olduğunu gördüğümüz ve İlknur’la evlenmek için başına gelmeyenin kalmadığı Ali Kundilli’yi düğünden 8 ay sonrasında yeniden takip ediyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen istekler, canından bezdirecek hale gelse de sakinliğini koruyan Ali Kundilli, sinirlenmesiyle birlikte doruğa çıkıyor. Hele bir ön hazırlık var… Bebeğe iyi bir baba olup olmayacağı imtihanı, filmin başında yakalıyor izleyiciyi… Kahkaha atmamak elde değil.

Yeşilçam diliyle söylersek, filmde soğukkanlı geçişler var. Bunda, abartısız olmanın etkisi olduğu kadar senaryodaki eksiklikler önem taşıyor. Gördüğü rüyanın arkasından Ayvalık’a, babaanne evine gitmeleri, hele kendilerini takip eden Urfalı amca çok komik. Bir de üstüne üstlük, yamanmış gibi dursa da önemini vurgulamak açısından yararlı olduğunu düşündüğüm turizm meselesi var, mafyası hariç.

Gerek “Kaçma Birader”, gerekse “Ali Kundilli 2” beğeniyle izlenirken, görsel mizah için de bir kapı aralayacaktır.

“Kaçma Birader”, komedi, yönetmenler Defne Deliormanlı, Murat Kaman, oyuncular Zafer Algöz, Melek Baykal, Emrah Kaman, Algı Eke, Cihan Ercan, Nejat Uygur, Alina Boz, Nursel Köse, Necip Memili

Ali Kundilli 2”, komedi, yönetmen Faruk Aksoy, oyuncular Cem Gelinoğlu, Zeynep Aktuğ, Sami Aksu, Ezgi Tombul, Hakan Bilgin, Ayşegül Atik, Emre Mutlu, Gülnihal Demir

(03 Mart 2016)

Korkut Akın

21. Türkiye – Almanya Film Festivali Başlıyor: 04 – 14 Mart / Nürnberg

Almanya ve Türkiye birbirine hem çok uzak hem de çok yakın iki ülke. 1960’ların başında davul zurnalarla yolcu edilen ilk Türk kafilesinin üzerinden bugün 50 yılı aşkın zaman geçti. Tabii bunca yılda sevinç ve hüzünle örülü nice insan hikâyeleri yaşandı. Çok geçmeden bu hikâyeler sinemadan müziğe, edebiyattan resme birçok alanda kendisini göstermeye başladı. Özellikle son 20 yılda iki ülke halkı arasındaki önyargı yerini dayanışma ve dostluğa bıraktı. Örneğin Almanya’da azimle çalışıp Mercedesini alan Bayram’ın Almanya’dan Türkiye’ye uzanan yol hikâyesini anlatan Sarı Mercedes filmi olmasaydı Türk Sineması eksik kalmaz mıydı?

Örnekleri çoğaltabiliriz ama konumuz çeyrek asla yaklaşan tarihiyle iki ülke arasında filmlerden köprü kuran Türkiye – Almanya Film Festivali… Festival Başkanı Adil Kaya ve Festival Yönetmeni Ayten Akyıldız yine canla başla çalışarak yine titiz bir seçki ve keyifli bir program hazırlamışlar. Festivalde yalnızca Türk ve Alman sinemasının seçkin örneklerini sinemaseverlerle buluşturmakla kalmıyor renkli müzik buluşmaları ile hareketlendiriyor.

Festival, 04 Mart’ta Almanya’nın sevimli ve sakin şehri Nürnberg’te başlıyor. Festivalde bugüne kadar Şener Şen’den Fatma Girik’e; Tarık Akan’dan Fatih Akın’a Türk Sineması’na emek veren usta ve genç isimlere onur ödülü verdi. Bu yılın Onur Konuğu ise; Selvi Boylum Al Yazmalım’dan Tatar Ramazan’a; Ah Güzel İstanbul’dan Komser Şekspir’e Türk Sineması’nın unutulmaz filmlerine imza atan Kadir İnanır… Festivalin açılış günü olan 04 Mart’ta ödülünü alacak Kadir İnanır’ın 05 Mart’ta Karılar Koğuşu adlı filmi de seyircilerle buluşacak.

Festivalin açılış filmi, gözler Yahudi soykırımından kaçan Alman profesörlerin Atatürk dönemde Türkiye’ye geliş hikâyelerinin anlatıldığı Haymatlos olarak belirlendi…

Festivalin yerli film seçkisi ile oldukça renkli ve çeşitli. Çağan Irmak’ın Nadide Hayat’ından Çağatay Ulusoy’lu Delibal’a; bol ödüllü Kar Korsanları’ndan Özcan Alper ve Onur Saylak’ın bir kez daha buluşturan Rüzgarın Hatıraları’na yılın başarılı pek çok yapımı festival programında yer alıyor.

10 gün sürecek festival boyunca yarışma filmleri de dahil olmak üzere tam 42 film sinemaseverle buluşacak. 100’ün üzerinde konuğun ağırlanacağı festivalde filmlerden sonra ekiplerle söyleşiler de yapılacak. Yani 10 gün boyunca sinemanın kalbi yine Nürnberg’te atacak.

Not: 19. Nürnberg Festivali’ni yerinden takip etme fırsatı olmuş ve çok keyifli çekimler yapmıştık. Festivale dair görüntülere linke tıklayarak ulaşabilirsiniz:

(03 Mart 2016)

Gizem Ertürk

Umut Devam Edecek

5. Dalga (The 5th Wawe)
Yönetmen: J Blakeson
Eser: Rick Yancey
Senaryo: Susannah Grant-Akiva Goldsman-Jeff Pinkner
Müzik: Henry Jackman
Görüntü: Enrique Chediak
Oyuncular: Chleo Grace Moretz (Cassie), Nick Robinson (Ben), Gabriela Lopez (Lizbeth), Bailey Anne Borders (Julia), Maggie Siff (Lisa), Ron Livingston (Oliver), Zachary Arthur (Sam), Liev Schreiber (Albay Vosch), Alex Roe (Evan)
Yapım: Columbia (2016)

J. Blakeson’ın yönettiği “5. Dalga”, uzaylıların yaşattığı mahşeri anlatan bir bilimkurgu felaket filmi. Dünya kaynaklarını bencilce kullanan insanlığı ne kurtaracaktı?

Hollywood, 2016 yapımı sinemaskop “The 5th Wawe-5.Dalga” bilimkurgusuyla felaket sinemasına yeni bakış getiriyor. Doğanın öfkesinden daha çok, dış güçlerin, uzaylıların yaşattığı mahşeri anlatıyor bu film. Hikâye şok eden bir anla başlıyor. Enkaza dönüş bir mekânda bir genç kız Cassie elindeki makineli tüfekle içeride yaralı bir genç adamı görüyor ve aniden ateş ediyor. Genç adam, haça dokunurken ölüyor. Cassie, suçluluk yaşıyor ve bu ana kadar gelen şeyleri anımsıyor geriye dönüşle. Liseli güzel kız Cassie, mutlu ailesiyle Amerikan rüyasının tüm konformizmiyle yaşarken bir şeyler olmaya başlıyor. Bu olanlara kimse bir anlam veremiyor. Okulun partisinde hoşlandığı Ben’le konuşmaya çabalayan Cassie, eve döndüğünde sevimli küçük erkek kardeşi Sam’e şarkı söyledikten sonra hayatı her zamanki gibi geçip giderken felâketin ilki gerçekleşiyor birden. Önce enerji gidiyor. Elektrik ve benzin yok oluyor. Gökyüzünde bir şey de fark ediliyor geçmeden. Tuhaf bir metal yığını kasabanın semasını kuşatmış. Olan her şeyi bu metal yığını mı yapıyordu? Ardından seller, depremler, tsunamiler oluyor. Bu anlar görsel anlamda çarpıcıydı. Sonra kuş gribi insanlığı kırıp geçiriyor. Bu salgında annesi Lisa ölen Cassie, babası Oliver ve Sam’le mültecilerin kamplarına doğru yola çıkıyorlar. Kampta da tuhaflıklar insanlığı bırakmıyor. Okul otobüsleriyle kampa gelen askerler çocukları otobüse bindirip askeri üsse gönderiyorlar. Cassie, Sam’in oyuncak ayısını almaya gittiğinde otobüsler yola çıkmaya başlıyor. Binanın içinde toplanan yetişkinlerin katliamına tanıklık eden Cassie, bu güvensiz dünyada ne yapacaktı şimdi?

Uzaylılar insan gibi…

Filmin başına dönen kamera, sadece Cassie’nin peşinde dolaşmıyor. Askeri üsse götürülen çocuklara da dokunuyor. Uzaylıların beşinci dalgası da başlıyor hemen. Bu dalgada uzaylılar, tıpkı insanlar gibi görünüyorlar. Ya onlar nasıl anlaşılacaktı? Dost gibi görünen biri uzaylı olabilir miydi? Uzaylılar, takılan özel gözlükle fark edilebiliyormuş. Gençlerin ve çocukların enselerine kurşun büyüklüğünde çipe benzer şey takılıyor önce. Sonra da üssün komutanı Albay Vosch‘un gözetiminde gençler ve çocuklar askeri talim görmeye başlıyorlar. Öte taraftan Cassie de Sam’e ulaşmak için ormanda yollara düşüyor. Keskin nişancı tarafından yaralanıyor ve gözünü bir çiftlik evinde açıyor. Evan adında bir genç onun yarasını tedavi etmiş. Elbette bu dünya güvensiz ve kimin ne olduğu da belirsizdi. Küçük güven oyunları ve çatışmasından sonra beraber düşüyorlar yollara. Hatta sevişmeye bile fırsat buluyorlar bu kaosun ortasında.

Komplo teorileri mi?..

Bu filmin içinde dolaşırken merak duygusuna da saygı duyulmalı. Yönetmen ve filmi, mümkün olduğunca hikâyedeki merak duygusunu, öncelikle ikinci yarıyla beraber ayakta tutmaya çabalamışlar. Aslında filmde klasik bir anlatım üslubu var. Yönetmen anlatımını koşut kurgu üzerinde oluşturmuş. Bu anlatım tarzı gerilimin çoğalmasına katkıda bulunmuş. Her zaman böyle olur klasik anlatımlarda. Filmin görselliği yer yer çarpıcıydı. Ama 1970’lerdeki Hollywood felâket filmlerindeki gibi akılları baştan almıyor. Bilgisayar yardımlı görüntüler olmasına rağmen. Ama yine de çarpıcı mekânlar ve fotoğraflar da insanı etkiliyor elbette. Mültecilerin toplandığı kampta geçen anlar ve final bölümü görsel olarak etkileyiciydi. Elbette gençlerin gecenin içinde uzaylı sandıkları insanlarla çarpıştıkları anlar da filme değer katmış. Işık düzenlemeleri seyirciyi atmosferin içine alıyor çoğu anda. FX’te yayımlanan Stephen King’in eserinden uyarlanmış “Under the Dome” (Kubbe Altı) bilimkurgu dizisini keşfetmeseydik “5. Dalga” filminde daha çok heyecan yaşayabilirdik belki. “Under the Dome” dizisinin yapımcılarından birinin büyük yönetmenlerden Steven Spielberg olduğunu da hatırlatalım.

Gri gökyüzü altında geçen bu filmde komplo teorilerinin içine düşmeli miydi? Filmin başında görülen haç kolye güçlü bir simge miydi? Ama bunun dışında başka dini gönderme fark edemedik filmde. Dünya günümüzde küçük bir dünya savaşının içindeydi. Hatta küresel ısınmadan dolayı kuraklık da yaşanıyordu. İnsanlık, güvenli hayat ve gelecek için mülteciydi şimdi. Filmi izlerken, dünyanın kaynaklarını bencilce kullanan ve küresel ısınmayı çoğaltan insanlığı da düşünmeli. Bu dünyayı mahvedecekse insan mahvedecek. “Öteki” denilen uzaylılar değil. Bu filmdeki en güzel şey, umudun ve dayanışmanın hissettirilmesiydi.

İngiliz yönetmen J. Blakeson, 1972’de doğdu. “5. Dalga”, yönetmenin ikinci filmi. 1962 doğumlu Amerikalı yazar Rick Yancey’nin “5. Dalga” bilimkurgu romanı, üçlemenin ilki ve övgüler almış. Bu üçleme ülkemizde Pegasus Yayınları’ndan çıktı 2014-15 arasında.

Bir de filmin tüm genç oyuncularına övgü göndermeli. Bu filmin devamı da çok geçmeden gelecek herhalde. Filmin sonunda fark ediliyor bu, merak edilmesin.

(02 Mart 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bu Bir Peri Masalı Değil

15 m2 civarı genişlikte karanlık bir oda içinde tanışıyoruz Jack ve annesiyle. Bir tavan penceresinden ışık alan mekân dar alanda farklı işlevler için kullanılıyor. Yatak, banyo, mutfak, oyun alanı hepsi aynı odanın içerisinde. Ayarı bozuk bir televizyonda çizgi film oynuyor. Amerikan kırsalında yoksul bir anne oğulun yaşam kavgası diye düşünüyoruz ilk anlarda. Öyle ya beşinci yaşına basmış Jack’in doğum günü pastasına mum bile temin edememişlerdir.

Kısa bir süre sonra annenin (Ma diye hitap ediyor ona Jack) küçük oğluna itirafıyla gerçeği öğreniyoruz. 17 yaşındayken Old Nick lâkaplı komşuları tarafından kaçırılan Joy yedi senedir bu bahçe kulübesinde hapistir. Zoraki karılık ettiği adamdan olmadır Jack. Küçük çocuğunu kimselere verememiş, yaşadığı kâbusa onun varlığı sayesinde katlanabilmiştir. Jack’in dünyası Platon’un ünlü mağarasını anımsatan bu küçücük odadan ibarettir. Tavan penceresinden uzaya, televizyon ekranından yansıyan gezegenlere ve cennete uzanır yol.

Jack için güvenli sıcak bir yuvadır oda. Belirsizliğin hüküm sürdüğü dışarısı tehlikelerle doludur. Lakin yaşanan bir peri masalı değildir. Joy’un oğluna gerçeği anlatmasının vakti gelmiştir. Genç kadının kaçış planına göre ölü taklidi yaparak odanın dışına sızan küçük çocuk yeniden doğduğu dışarıdaki dünyaya uyum sağlamaya çalışacaktır.

Dublin’in kaymak tabakasından altın çocuk tabir edilen gencin bir yaz gecesi öfkesine kapılarak hayatını mahvedişini öyküleyen 2013 yılı İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllü ‘Ne Yaptın
Richard? / What Richard Did’
ve kafasında devasa bir maske taşıyan Michael Fassbender’in yorumladığı eksantrik rock grubu liderinin sıradışı hikâyesine soyunduğu 2014 yapımı ‘Frank’ ile tanıyıp sevdiğimiz İrlandalı bağımsız sinemacı Lenny Abrahamson’ın ilk paragraflarda hikâyesini özetlediğimiz son çalışması ‘Room’ bizde ‘Room: Gizli Dünya’ adıyla gösteriliyor.

İrlanda kökenli Kanadalı yazar Emma Donoghue’nin filme kaynaklık eden aynı adlı romanını okur okumaz vurulmuş Dublin doğumlu yönetmenimiz. Bağımsız ve küçük ölçekli filmler çeken bir sinemacı olarak bu çok satan romanın sinema hakları için epeyce uğraşmış. Yazarını ikna etmek için Platon’un ünlü mağara alegorisini de içinde barındıran felsefi alıntılarla yüklü uzun bir mektup kaleme aldığı biliniyor. Sonunda izni koparmış ve filmi kendi çizgisinden sapmadan kotarmış. ‘Room’ küçük boyutlu ancak zengin fantastik referanslar içeren bir çalışma.

Filmin ilk bölümü romanda olduğu gibi küçük odanın içinde geçiyor. Yönetmen, ‘Frank’in müziği ve şarkılarının da bestecisi Stephen Rennicks’in alçak tondan ezgileriyle ilerleyen ilk 45 dakika içinde klostrofobik dar alanda gerilim ve korku unsurunu ustaca işliyor. Yine romanda olduğu gibi ilkinin tamamiyle zıddı olarak dış dünyada devam ediyor hikâye. Jack’in odadan dışarıya çıkması ya da yeni ve çok daha kaotik bir dünyaya doğuşu kuşkusuz ilginç vaadler içeriyor. Abrahamson’ın işte tam bu noktada eline geçen fırsatı çok da iyi değerlendiremediğine şahit oluyoruz. Jack’in büyüme hikâyesi ve yeni bir dünyaya adapte olma serüveni yeterince güçlü değil. Özgün metinde dış dünyaya adım attıktan sonra ortadan kaybolan anneyi hikâyeye dahil ediyor Abrahamson. Ancak genç kadının uyum ve çevresiyle hesaplaşma sürecinin aktarılışının da çok etkili bir biçimde olduğu söylenemez.

Oysa filmin çok sağlam oyuncuları var. Anne Joy’u yorumlayan ve bu yıl Amerikan ve İngiliz Akademileri’nin gözdesi olarak öne çıkan ve şimdiye kadar Altın Küre ve Bafta dahil olmak üzere yirmiye yakın ödül toplayan Brie Larson 28 Şubat Pazar akşamı beklendiği gibi Oscar ödülüne de uzandı. Daha önce romantik güldürüler ve televizyon filmlerinde rol almış, ‘Short Term 12’de dikkatimizi çekmiş aynı zamanda profesyonel bir şarkıcı olan Larson kariyerinin başlarında ele geçirdiği bu şansı iyi değerlendirir umarız. Ancak filmin asıl keşfi Jack’i canlandıran küçük oyuncu büyük yetenek Jacob Tremblay. Büyük ebeveynleri canlandıran Joan Allen, William H. Macy, Tom McCamus gibi deneyimli oyuncular bu mütevazı filmin diğer önemli kozlarından.

(01 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sonunda Leonardo DiCaprio da Oscar Aldı

Sinema dünyasının en prestijli ödülleri olarak kabul edilen 88. Oscar Ödülleri, dün gece Hollywood’daki Dolby Tiyatrosu’nda sahiplerini buldu.

Sunuculuğunu siyah komedyen Chris Rock’ın yaptığı ödül töreninin en merak edileni Diriliş (The Revenant) filmiyle altıncı kez aday olan Leonardo DiCaprio’nun ödül alıp alamayacağıydı. Ve iki hafta önce, Bafta’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü de alan DiCaprio, En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı. 12 dalda aday gösterilen Diriliş (The Revenant) filmi, En İyi Yönetmen (Alejandro Gonzalez Inarritu) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Emmanuel Lubezki) ödülleriyle toplam 3 dalda ödül alabildi.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise Room: Gizli Dünya (Room) filmiyle ilk kez aday olan Brie Larson’ın oldu. Emma Donghue’nun çok satan kitabından sinemaya uyarlanan film, 5 yaşındaki oğlu ile küçük bir odaya hapsedilen annenin dramını anlatıyor.

En İyi Film Ödülü bu yıl yönetmenliğini Tom McCarthy’nin yaptığı gazeteciliği anlatan Spotlight filminin oldu. Film, ABD’deki en eski ve sürekli olarak kullanılan araştırmacı gazete birimi The Boston Globe’un “Spotlight” ekibinin gerçek hikâyesinden uyarlandı. Spotlight’ın başrolünde Mark Ruffalo, Michael Keaton ve Rachel McAdams var. 6 dalda aday gösterilen Spotlight ayrıca En İyi Özgün Senaryo ödülünün de sahibi oldu.

Gecenin en çok ödül kazanan filmi ise Mad Max: Fury Road oldu. Tom Hardy ve Charlize Theron’un başrollerini paylaştığı Mad Max: Fury Road, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Makyaj, En İyi Kurgu, En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı dalında olmak üzere 6 dalda oscar ödülü aldı.

88. Oscar Ödülleri:

En İyi Film: Spotlight (Tom McCarthy)
En İyi Yönetmen: Alejandro Gonzalez Inarritu (Diriliş / The Revenant )
En İyi Erkek Oyuncu: Leonardo DiCaprio (Diriliş The Revenant)
En iyi kadın oyuncu: Brie Larson (Room: Gizli Dünya / Room)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance, (Casuslar Köprüsü / The Bridge of Spies)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Alicia Vikander (Danimarkalı Kız / The Danish Girl)
En İyi Görsel Efekt: Ex Machina
En İyi Animasyon Filmi: Ters Yüz (Inside Out)
En İyi Görüntü: Emmanuel Lubezki (Diriliş / The Revenant)
En İyi Özgün Müzik (En İyi Film Müziği): Ennio Morricone (The Hateful Eight)
En İyi Özgün Şarkı (En İyi Şarkı): Writing’s On The Wall / Jimmy Napes ve Sam Smith (Spectre)
En İyi Belgesel: Amy
En İyi Kostüm Tasarımı: Mad Max: Fury Road (Jenny Beavan)
Yabancı Dilde En İyi Film: Saul’un Oğlu (Son of Saul) / Macaristan
En İyi Özgün Senaryo: Spotlight (Josh Singer ve Tom McCarthy)
En İyi Uyarlama Senaryo: Charles Randolph, Adam McKay (Büyük Açık / The Big Short)
En İyi Ses Kurgusu: Mad Max: Fury Road
En İyi Ses Miksajı: Mad Max: Fury Road
En İyi Kısa Belgesel: A Girl in the River
En İyi Kurgu: Margaret Sixel (Mad Max: Fury Road)
En İyi Kısa Film: Stutterer
En İyi Kısa Animasyon: Bear Story
En İyi Yapım Tasarımı: Mad Max: Fury Road
En İyi Makyaj: Mad Max: Fury Road

(29 Şubat 2016)

Serpil Boydak

Veysel Atayman İçin İlk Söz

Hayatının son üç-dört ayını, bir gün böylesi bir yazıyı kaleme alma olasılığı nedeniyle kâbuslar görerek geçiren biri için, onu anlatabilmek çok ama çok zor… Evet, Veysel Hoca yok artık! Saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamadığımız, hemen her gece koca bir ülkeyi, siyaseti, sanatı, sinemayı ayağa kaldırıp yeniden yerine oturttuğumuz o doyumsuz sohbetler yok! Kim bilir, belki de ikimizin de “hayatımın filmi” dediğimiz, varlığından habersiz olanları, onu küçümseyenleri tabir-i caizse “adam hesabına koymadığımız”, -diğer bütün Kubrick filmleriyle birlikte- “Barry Lyndon”ın da bir anlamı yok…

*****

Hoca ile ilk karşılaşmam, ezber bozan bir derleme olan “Şiddetin Mitolojisi” ile tanışıklığımdan çok sonraya rastlar. 2006 sonlarıydı yanlış hatırlamıyorsam; Taşrada bir sinema dergisi projesi olan Modern Zamanlar için tartışmaya başladığımız ilk günlerdi. Yayın Kurulu’ndan bir arkadaşımız, ağabeyi aracılığıyla tanıştığı Atayman’ın dergi için özel bir yazı kaleme alabileceğini söylemişti. Temelleri 25. Kare’de atılan o muhteşem yazıda, Şarlo’dan Şaban’a sinemanın ölümsüz komikleri masaya yatırılıyordu. Hoca’nın her zamanki mütevazı tavrıyla, hakkında en küçük bilgi sahibi olmadığı bir dergiye imzasını koymasının anlamı çok büyüktü bizim için; hele bir de, adı sanı duyulmamış “büyük” sinema akademisyenlerinin, “yazılarınızı bir inceleyeyim, projede yer alıp almayacağıma öyle karar vereceğim!” dedikleri bir ortamda. Hemen sonrasında derginin yayın danışmanlığını üstlenen Veysel Hoca, bir taraftan birbirinden önemli yazılara imza attı, diğer yandan da yerinde uyarılarda bugüne ulaşmamızı sağladı. Coppola övgüsü yaptığı için sağlam bir zılgıt yiyen dostlarımız da oldu aramızda, hiç beklemediği anda onun övgüsüne mazhar olanlar da! Hepsi bir yana, 36 sayı ve on yıla yakın bir zamana yayılan dostluğumuzda benim için gerçek bir okul oldu Veysel Hoca.

Sözünü ettiğim mütevazı tavır dışında en çok çalışkanlığı ve paylaşım duygusuna hayran oldum. Oyunlarının çevirisinde dahi büyük noksanlıklar bulunan Tennesse Williams, 60’ların karşı kültür hareketinin gerçek birer örneği olan Arthur Penn ve Marlon Brando, “biçimsel” bir çerçeveye hapsedilmesine şiddetli bir itiraz olarak da okunabilecek Angelopoulos yorumları ve elbette Stanley Kubrick derlemeleri, -bir araya getirdiğimizde henüz okuyamamış dostları da şaşırtacak biçimde- sinema literatürümüz için birer ilk oldular. (2009’un bahar aylarında, tam da sinema yazınında 40. yılı geride bıraktığı bir anda, kendisi için özel bir sayı yapma teklifimizi “kibarca” reddetmiş ve bütün bir dergiyi kapsayan Kubrick Özel Sayısı’nın kendisi için yeterli olacağını söylemişti. Görevimizdir; bu çalışma da bir gün okurla buluşacak.)

*****
Sadece yarım saatlik bir sohbetin sonunda, hayatınıza giren en keyifli adamlardan biri olduğunu hemen anlardınız Veysel Hoca’nın. Evet, sevgili Enis Rıza’nın da dediği gibi filmlerle yaşar, onları yaşamının bir parçası haline getirirdi. (Daha birkaç ay önce, film üzerine düşündüğü günlerde, gittiği yayınevindeki sekreter kızın ayağındaki halkaya uzun uzun bakıp “Lolita’nın taktığına çok benziyor”, dediğini anlatmıştı. Etraftakilerin şaşkın bakışlarının ardından “70’imden sonra beni yanlış anlayacaklar” deyişini ve bu duruma dakikalarca güldüğümüzü hüzünle anımsıyorum bugün.) Ama onu sadece bu yönüyle anlatabilmek olanaksız olur. Her şeyden önce sokaktan biriydi, “dışarıyı” çok iyi tanıyordu. Yakınından bile geçmediğiniz hipodromları kırk yıldır tanıyormuş gibi ayrılırdınız yanından. Futbola ilişkin analizlerine kulak misafiri olsanız, yorumcuları dinlemek için televizyonun düğmesine basmaya dahi yeltenmezdiniz. Kusursuz bir Türkçenin yanında, tamamen haklı olduğu durumlarda çok da iyi küfrederdi!

*****

Sevgili İlkin ile birlikte iteleye kakalaya, “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”ni tamamlamaya ikna ettiğimiz günlerdi. Bir akşamüstü beni arayıp “kapağına imza atmazsan hayatta kabul etmem” deyişiyle hayatım bir kere daha yön değiştirdi, aylar süren yazma sürecimiz başladı. Gün içinde sayfalar dolusu yazıyor, birbirimize ödevler veriyor, sonra akşam saatlerinin gelmesini ve birbirimize “günün raporunu” sunmayı iple çekiyorduk. Birbirini canlı olarak sadece iki saat görmüş olan iki insanın günlük telefon konuşmaları, ortalama iki saat sürüyordu. Hayattan kopmuş gibiydik; bazen “Kahraman Şerif” gibi yalnız, bazen Harold Lloyd’un teknolojiyle imtihanındaki gibi sakar, geçip gidiyorduk yaşamın kıyısından. Bu dönemde, iki gün üst üste bankamatikten para almayı unuttum; o da, Açık Radyo’daki söyleşisine -tarihleri karıştırıp- bir hafta önceden gitmiş, kimseyi bulamayınca çalışanları bir güzel azarlamıştı! Aklımız Bogie ve Renault’da kalmıştı bir kez!

Haziran coşkusunun suskunluğa dönüştüğü bir yerlerde, -o, arada “yaramazlıklar” yapsa da- gündelik siyaseti konuşmayı yasaklamıştık birbirimize. Arada bir, en çok da kitabın “Korku” bölümünü yazarken, bütün bu yaşananların hiç de şaşırtıcı olmadığına ikna ediyorduk kendimizi, hepsi o kadar! Woody Allen gibi kaçmanın hiç de kolay olmadığını; Capra’nın, Ford ve Hawks’un farkına varmadan kendinizi sinema entelektüeli olarak tanımlamanızın ne kadar boş olduğunu; kitsch’in sinemasal karşılığını bulmanın o derin anlamını konuşmak, her şeyden önemliydi! Bir gece geç saatlerde beni arayıp; Maggio’nun, Prewitt’in kollarında can verdiği sahneyi bütün gün aklından çıkaramadığından söz etmiş (“İnsanlar Yaşadıkça”) ve o anın ne kadar etkili olduğu üzerine dakikalarca sohbet etmiştik. Melodram’ın alt sınıfların intikamı anlamına geldiğini bana öğrettiğinde, olasılıkla tüm sinemasal bilgilerime reset atmanın zamanının geldiğini kavramıştım!

Son bir projemiz daha vardı Hoca’yla: Aralarında Enis Rıza, Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner ve Engin Ayça gibi “eskimeyen dostların” bulunduğu isimlerle bir araya gelip Türkiye’de sinemanın tarihini; Muhsin Ertuğrul’u, Erksan ve Refiğ’i, -aslında yanlış bir yere oturttuğunu düşünerek öfkelendiği- Sinematek’i (“İtalyan yeni gerçekçiliğinin yolunu izleyeceğimize Yeni Dalga’ya takılıp bok ettik!!!”), birilerinin “Yeni Türkiye’sine” benzettiği son dönemin “sanat” sinemasını tartışacaklar ve ben de çalışmanın editörlüğünü üstlenecektim.

Olmadı…

*****

Sırt ağrılarından şikayet ettiği; ama tüm ısrarlarımıza rağmen bilgisayar masasından kalkmaya razı olmadığı (“vasiyet kitabı gibi bir şey bu kitap, tamamlamadan olmaz!”) günlerden birinde, Western bölümü için uzunca bir Clint Eastwood yazısı kaleme almıştım. Şiddetle karşı çıktı. Bu, yalnızca kitabın değil, yaşamımızın son on yılının da ilk tartışmasıydı. Eastwood’un temsiliyeti ve muhafazakârlığına öfkeyle tepki vermiş, kitaba dahil olmaması gerektiğini uzun uzun anlatmıştı. Telefondaki öfkeli sesin, Fritz Lang veya Riefenstahl hakkında günlerce konuştuğumuz Veysel Hoca’ya ait olmadığını hemen anlayıp, sevgili eşi Zeynep Abla’yla konuştuğumu anımsıyorum. Zorlayarak da olsa hastaneye götürme vaktinin geldiğine hemfikir olmuştuk; ama sonraki dönemde, bir dostun da dediği gibi “nasıl yaşadıysa öyle gitmeyi” tercih etti. Son günlerinde yeterince vitamin almadığına, beslenmediğine yönelik eleştirilerimize, ilaçlarını düzenli kullanmayışına olan sitemimize tebessüm etti sadece, hepsi o kadar. (Sözün bu kısmında, Rekin Teksoy’umuzun son döneminde olduğu gibi her an yanı başımızda olan ve tedavi sürecini elinden geldiğince yönlendirmeye çalışan değerli dostumuz, Modern Zamanlar’ın Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de üstlenen Prof. Dr. Akın Yıldız’a teşekkürü borç bilirim.)

Son günlerin en güzel yanı, son sohbetlerimizden birinde de söylediğim gibi, aslında ne kadar sevilip sayıldığını “dünya gözüyle görmesi” olmuştu. Şöyle yazmıştı 14 Aralık 2015 tarihli mesajında: “Ne yaşadığımızdan çok, o şeyleri nasıl yaşadığımız önemli… Son iki üç hafta içindeki ilgiler, samimi kaygılar (saymakla bitmez lisansüstü ve seksenli yıllar lisans öğrencilerim -hepsi öğretmen şimdi-), zincirleme bilgi aktarışları, bastırmaya çalıştıkları endişeler vb. Hepsi bir yana, insan dünyayı kurtarma ütopyalarının rafa kaldırıldığı şu son otuz yılda ‘söylemek istediğimiz ne kaldı?’ diyor.”

Daha çok şey vardı söylenecek, kuşkusuz ve bu tarihi yük şimdi bizim omuzlarımızda. Cenazesinde gözyaşlarıyla onu uğurlayan meslektaşları ve öğrencileri, yalnızca büyük bir akademisyen ve yazarı değil, hayatlarını değiştiren ender insanlardan biri olarak çok sevdikleri bir dostlarını da uğurlamanın hüznü içindeydiler. Bu, “insan ne için yaşar?” sorusuna öyle güzel bir yanıt anlamına geliyordu ki…

Eline alamamış olmasına karşın, tamamlanmış ve baskıya yollanmış olmasından büyük mutluluk duyduğu “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”nin ilk cildi önümüzdeki günlerde okurla buluşacak. Modern Zamanlar’ın Mart sayısında o güzel yazılarından özenle hazırlanan bir seçkiyi bulacaksınız. Sırada diğer dosyalar ve projeler var. Bunlar, yazının başlığında da belirttiğim gibi Veysel Atayman için söylediğimiz henüz ilk sözler.

Sonsözü söylemek için katetmemiz gereken daha çok yol var.

NOT: Geçtiğimiz Aralık ayında, 52. Altın Portakal’da karşılaştığım SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Yönetim Kurulu’ndan bir arkadaşa, sinema yazınına neredeyse 50 yıl boyunca emek vermiş Veysel Hoca’yı Onursal Üye olarak derneğe davet etmek için sınırlı bir zaman kaldığı uyarısını yapmış ve ondan da konuyu birkaç gün içinde yapılacak Yönetim Kurulu toplantısında gündeme getireceği yanıtını almıştım. Bu ülkede felsefe, dil, spor ve sinema üzerine düşünen birçok insanın yaşamına derin izler düşürdü Veysel Atayman. Dernek içinse vakit kalmadı ne yazık ki…

(25 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Postmodern Sinemanın Dehlizlerine Girmek: David Lynch

Sinemanın büyük ustası Amerikalı David Lynch’in, tam anlamıyla loş yollarda yönleri kaybettiren “Kayıp Otoban” ve “Mulholland Çıkmazı” filmleriyle yolları kaybettirmek.

“Kayıp Otoban…”

David Lynch’in, içinde kaybolunan 1996 yapımı sinemaskop “Lost Highway-Kayıp Otoban”, gizem yüklü ve gotik atmosferli bir suç filmi. Rüyalarla kâbusların ortasında gerçekliğin bulanıklaştığı zihinsel kaos filmi bu. MK2’nin sunduğu filmin senaryoyu yönetmenle beraber yazar Barry Gifford yazmış. Müzikleri de, yönetmenin kadim bestecisi Angelo Badalamenti yapmış. Ama fonda rock müzikler de duyuluyor. Zihinlerde kaos yaşatan kurguda Mary Sweeney’nin katkısı büyük. Gerçekliği ararken birçok şeyi de kaybettirebilen bir kurgu bu. Karanlık atmosferli filmde çarpıcı sinemaskop fotoğraflar yansıtan kameran Peter Deming’in bu görüntülerini sinema perdesinde görülmeli. Bu film ülkemizde, ekim 1997’de viyona çıkmıştı.

Lynch’in bu yapıtında, klasik film izleme alışkanlığıyla anlam yaratılabilir miydi? Gerçekten zor. Kaosa sürükleyen bulmacalar. Bellekte kayboluş. Şizofreninin kuşatması. Kâbuslar, rüyalar. Suç. Boşluk. Bellek. Elbette Lynch’in karanlık gerçeküstü yollarında kaybolmak. Zihinsel kaos ve savruluş, en başından sonuna kadar sürüp gidiyor filmde. Her şey bittiğinde boşluklar dolacak mıydı? Gerçek neydi? Gerçek nerede başlıyor ve bitiyordu? Bir dolu soruyla sürüp gidiyor her şey.

Los Angeles’ta zenginlerin yaşadığı Hollywood’da. Yaz. Ön jenerik yazılarının rengi, gecenin içinde yol alan arabanın farlarından aydınlattığı yoldaki çizgilerin sarı rengiyle aynı. Bu yol çok önemli. Filmde “leit-motif”e dönüşüyor bu yol. Yazılar okunurken, altta duyulan şarkı da çarpıcıydı. Müzik hareketliyken, şarkı da alabildiğine yavaştı. David Bowie’nin söylediği bu “I’m Deranged” şarkısı muhteşemdi. Kamera, karanlığın içinde kayboluveriyor birden. Fred Madison (Bill Pullman) sigara içerken yansıyor. Fred’in yüzü yandan görünüyor. O, Fred miydi? Zihin bulanıklaşıyor. Işık biraz daha yoğunlaşınca, kamera Fred’i önden yansıtıyor. Fred, sigaranın tadını çıkarır gibi içiyor. Gündüz. Kapı zili çalıyor. Fred, kapıya gidiyor ve megafonun tuşuna basıyor. Ses, “Dick Laurent öldü” diyor. Fred, evin içinde dolaşıyor, birisini arar gibi. Ardından polis sireni duyuluyor sokaktan. Fred, dışarı bakıyor pencereden. Sonra görüntü kararıyor. Girişteki bu iki an, filmin derinliğinde nereyle buluşacaktı? Zihinler hep bulanık.

Görüntü açılıyor ve kamera, gecenin içinde evi dışarıdan yansıtıyor. Fred, içeride saksofonunu kutusuna yerleştiriyor. Kırmızılar içindeki siyah saçlı karısı Renée (Patricia Arquette), Fred’le gece kulübüne gitmek istemiyor. Kırmızı, seksin ve şiddetin rengiydi. Renée’nin ojesi de siyahtı. “Luna Lounge” adlı gece kulübünde kırmızı ışık altında Fred, tenor saksofonuyla coşkuyla solo yaparken yansıyor sahnede. Performansından sonra evini jetonlu telefonla arıyor. Renée açmıyor. O telefonla aradığında kamera, evin içinde kayıyor, siyah telefonu gösteriyor. Kamera, bazı anlarda “asenkronizasyon” parça yansıtır gibi evin içinde dolaşıyor hep. Biri çekiyormuş hissi veren. Gecenin bir yerinde eve geliyor Fred. Kırmızı ışıklar düşüyor mekâna. Renée de yatakta uyuyor. Sabah. Renée, evin bahçesinde gazeteyi alırken bir zarf görüyor. Onu da alıyor. Zarfta kimden geldiği yazmıyor. Zarfın içinden videokaset çıkıyor. Renée, kaseti dışarıda bulduğunu söylüyor. Fred, kuşkulu bir sesle “Neden” diyor. Fred, videokaseti salonda oynatıcıya takıyor. Sadece evlerinin gece çekilmiş siyah-beyaz görüntüsü var videokasette. Görüntü kararıyor.

Kamera, perdeye doğru kayıyor. Zincirlemeli geçişle kamera Fred’i yatakta gösteriyor. Fred’in gözleri açık. Zihninden, sahnede saksofon çaldığı an flaş gibi düşüyor. Kırmızı ışık yüzüne yansıyor. Renée yatağa geliyor. Öpüşmeye başlıyorlar. Sevişmek Renée’ye heyecan vermiyor sanki. Fred, üstüne çıktığında Renée’nin göğüsleri deniz dalgaları gibi dalgalanıyor bu sevişmede. Tüm gücünü yitirmiş gibi Fred, sevişmeden sonra kâbusu yaşıyor. Fred, salonda yanan şömineye bakarken, Renée’nin sesi duyuluyor. Mobilya arkasından yoğun duman çıkıyor bir anda. Kamera, öne kaymaya başlıyor, perdeler fark ediliyor. Ardından çevrinen kamera, yatağı gösteriyor. Renée yatakta uyuyor. Kamera, Renée’ye doğru kayıyor. Renée, çığlıkla uyanıyor. Renée uyanıyor, ama Fred uyuyor. Kırmızı ışık yansırken birden uyanıveriyor Fred. Karısının yüzünde, şeytanın, Yabancı’nın (Robert Blake) yüzünü görüyor birden. Ardından görüntü kararıyor.

Sabah. Renée gazeteyi alırken, yine bir zarf görüyor. Komşularının havlayan köpeğinin sesi duyuluyor. Zarfta yeni videokaset var ve salonda izliyorlar. Siyah-beyaz görüntüde yine evlerinin dışarıdan çekilmiş görüntüsü var. Ama görüntü karıncalaştıktan sonra evin içinden de görüntüler yansıyor. Fred ve karısı yatak odasında uyurlarken çekilmiş görüntü bu. Kamera, Fred’in gözlerini yakın çekimle yansıtırken, “Dick” diyen kadın sesi duyuluyor videokasetten. Renée, polisi aramak istiyor. Gündüz Renée, telefonla konuşurken, kamera onun kırmızı dudaklarını yakın çekimle yansıtıyor, ardından da gözlerine tilt yapıyor.. Eve, iki polis dedektifi geliyor çok geçmeden. Biri biraz kilolu olan Ed (Lou Eppolito), diğeri de uzun boylu olan Al (John Roselius). Sorular soruyorlar. Video kameraları var mıydı? Renée, Fred’in, video kameralardan hoşlanmadığını söylüyor. Fred, “Bir şeyleri kendimce hatırladığımda severim” diyor dedektif Al’a. Dedektif, “Ne demek bu” diyor kuşkuyla. Fred, “Yaşadıklarımın hatırladığım gibi olması gerekmez” dese de dedektif anlamıyor bu sözleri. Dedektifler ve Renée, dışarı çıkıyorlar. Dedektifler, her yere baksalar da pek bir şey bulamıyorlar. Dedektifler giderlerken, “dolly”ye takılı kamera onları plonje çekimle yansıtıyor. Sonra da kamera yavaşça aşağıya iniyor. Dedektifler evi gözetim altında tutacaklarmış.

Zincirlemeli geçişle, mavi ışığın yoğun olduğu havuz yansıyor. Mavi, karmaşanın rengiydi. Burada Andy (Michael Massee), evinde havuz başı partisi veriyor. Müzikler, 1970’lerin ruhuyla buluşuyor sanki. Partiye, Renée ve Fred de davet edilmiş. Üstelik Yabancı da var partide. Andy ve Renée, eskiden beri tanışıklarmış. Bu önemli. Fred’in yanına Yabancı geliyor. Yüzü, hortlak gibi olan ve simsiyah elbiseler içindeki Yabancı, “Daha önce karşılaştık” diyor. Fred, “Hiç sanmıyorum” diyor. Yabancı, cep telefonunu Fred’e veriyor ve evini aramasını istiyor. Fred arıyor ve Yabancı telefonla “Burada olduğumu söylemiştim” diyor. Fred’in zihni karışıyor. Yabancı yanından gittikten sonra Andy’ye Yabancı’yı soruyor. Dick Laurent’ın arkadaşı olabilir, diyor. Fred, “Dick Laurent öldü” deyince, Andy de, “Dick Laurent ölmüş olamaz” diye karşılık veriyor Fred’e. Sonra kırmızı Ford Mustang arabalarıyla gece eve dönüyor Fred ve Renée. Arabadan çıkan Fred, Renée’yi arabada bırakıyor ve tek başına eve giriyor. Evin içine bakıyor güvenlik için. Fred’in gözü salondaki telefona kayıyor. Ardından telefon çalıyor. Kamera, çevrinerek salonu gösteriyor. Fred, arabada beklemeyen Renée’ye kızıyor, sonra da eve giriyorlar.

Zincirlemeli geçişle kamera, Fred’i gösteriyor. Renée’de tuvalette makyajını temizliyorken, Fred de, boy aynasında yüzüne bakıyor. Sanki yabancı birisinin yüzüne bakar gibi. Renée, yatak odasına geliyor. Mekâna kasvet veren bir ışık düzenlemesi yaratmış yönetmen bu anda. Renée’den sonra Fred de yatak odasına geliyor. Ama öncesinde dışavurumcu ışıkla bir gölge duvara yansıyor. Renée’nin, “Fred neredesin” diyen sesi duyuluyor. Sabah. Bu defa Fred, gazeteyi ve zarfı alıyor. Salonda videokaseti takıyor, izliyor. Renée ortalarda görünmüyor. Siyah-beyaz görüntüyle ev dışarıdan yansıyor yine. “Dolly”ye takılmış kamera, plonje çekimle gezinip duruyor. Yatak odasına geldiğinde görüntü renkleniveriyor bir ara. Renée, yatak kenarında kanlar içinde ve öldürülmüş. Renée’nin yanında da Fred var video görüntülerinde. Fred, video kameraya bakıyor. Yatak da kanlar içinde. O Fred miydi? Yine zihinler karışıyor. Fred, Renée’yi sesleniyor, ama cevap gelmiyor. Birden dedektifler ortaya çıkıyor ve Al, Fred’in yüzüne yumruk atıyor.

Fred ve polisler merdivenlerden inerken, dış ses olarak mahkemedeki karar açıklanıyor. Fred, karısını birinci dereceden öldürmekten elektrikli sandalyede idam edilecekmiş. 47516 mahkûm numarasıyla hücreye konuyor Fred. Gözünün önünden karısının kanlı görüntüsü geçiyor birden. Fred’in hücresinde yatak, lavabo ve klozet de var. Hücrenin tavanında demir parmaklığa benzeyen gözetleme de var. Fred, Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart – Şeytan Çıkmazı” filmindeki özel dedektif Harry Angel’ın sendromunu mu yaşıyordu? Yukarıdan plonje çekimle hücrede yapayalnız Fred yansıyor. Fred yatağa uzanmış. Uyumamak için direniyor. Görüntü kararıyor. Doktor onu muayene ediyor. Kamera önce aşağıdan plonje sonra da yukarıdan kontr-plonje çekimle doktorun (David Byrd), Fred’i muayene edişini yansıtıyor. Doktor, Fred’e zorla uyku hapları içirtiyor. Bu durum Fred’i daha da zorluyor. Fred uyuyamamak için direniyordu. Uyuyunca bir felaket olmasından mı korkuyordu? Uykuya direnen Fred, açıkgözle de kâbus görüyor. Ahşap bir kulübeyi yanarken görüyor. Sonra video görüntülerdeki gibi başa sarılıyor görüntü. Kulübenin kapısından Yabancı dışarı çıktığını fark ediyor. Yabancı’yı hücresinin dışında da görüyor Fred.

Filmin girişindeki yol yansıyor birden. Araba hızla yol alıyor gecenin içinde. Farlar yolu aydınlatıyor. Araba, favorili Pete’in (Balthazar Getty) önünde duruyor. Pete’in sevgilisi Sheila (Natasha Gregson Wagner), “Pete! Pete!” diye çığlık atıyor. Bindirmeli çekimle Pete’in sevgilisiyle annesi Candace (Lucy Butler) ve babası Bill Dayton (Gary Busey) evden çıkıyorlar ve boşluğa koşuyorlar sanki. Kamera, Pete’in gözlerini yakından gösteriyor, flaş gibi ışıklar patlıyor. Belli belirsiz bulanık görüntüler yansıyor. Hücre, sisler, zihinsel karışıklık. Sanki bir dönüşüm. Gerçeküstücülükle dışavurumculuk arasında zihinsel karmaşa yaratan bir resim tablosu gibi bulanık bu görüntüler. Uykudan birden uyanmış birinin ne olduğunu anlamaya çabalaması gibi sanki. Çerçevenin sağında bir insan beliriyor. Ama bulanık yansıyor. Fotoğrafın negatifi (arabı) gibi. Sonra bu yüze yoğun ışık düşüyor. Başı iki yandan tutan eller aşağıya iniyor. Öncü dışavurumcu ressam Norveçli Edvard Munch’un (1863-1944) “Çığlık” (Der Schrei) tablosunu çağrıştırıyordu. Munch, yabancılaşmanın yansıdığı bu tablosunu otuz yaşındayken, 1893’te yapmıştı. Lynch, bu tür biçimbozumlarını (distortion), kameranın merceğiyle oynayarak oluşturmuş. Görüntü kararıyor.

Sabah, hapishanede gardiyan hücrelerin kapısındaki küçük pencereden içeri bakarken, Fred’in hücresine geldiğinde tuhaf bir şey görüyor. Hapishane müdürü yüzbaşıya (William Parker) haber veriyor. Fred’in hücresinde genç Pete var. Polis de anlayamıyor olanları. Fred nereye gitti? Pete, araba hırsızlığından beş yıl yemiş eskiden. Şimdiyse büyük bir araba tamirhanesinde çalışıyor Pete. Hapishaneye, anne ve babası geliyor, zincirlemeli geçişle. Sonra Pete’i eve götürüyorlar. Gündüz. Kırmızı tişörtlü Pete, evin bahçesinde şezlonga uzanmış güneş altında dinlenirken, fonda da caz tınıları yayılıyor. Pete, cazı ve yavaş müzikleri dinlemeyi seviyor. Pete, şezlongdan kalkıyor, komşu bahçedeki mavi renkteki plastikten çocuk havuzuna bakıyor. Gece. Pete’in arkadaşları ve Sheila da evdeler ve onunla dışarı çıkmak istiyorlar. Pete, salonda televizyon izleyen anne-babasından izin alıyor ve bovling oynamaya gidiyor onlarla. Zincirlemeli geçişle Pete ve Sheila dans ediyorlar. Öpüşüyorlar. Bir an insan kendini, yönetmenin 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminin içindeymiş gibi hissediveriyor.

Zincirlemeli geçişle araba tamirhanesi yansıyor. Gündüz. Pete işe geliyor. Çok geçmeden Eddy (Robert Loggia), Mercedes arabasıyla fark ediliyor, yanındaki iki fedaisiyle beraber. Sivil polisler de Pete’i gözlem altında tutuyorlar. Eddy’nin arabasının motordan ses geliyormuş. Küçük bir yolculuğa çıkıyorlar. Sorunu hemen hallediyor Fred. Bir spor araba, onları geçmek için taciz ediyor. Yakınlaşıyor. Geçerken de, spor arabadaki adam parmak işareti yapıyor Eddy’ye. Bu aşağılayıcı bir şeydi Eddy için. Mercedes, spor abrayı yakalıyor ve Eddy, adama trafik kuralları üzerine söylev çektikten sonra serbest bırakıyor. Tamirhaneye geri dönüyorlar. Arabada şoför tarafındaki sivil polis Hank (Carl Sundstrom), diğer polis Lou’ya (John Solari) Eddy’yi göstererek, “Şu adamı tanıdın mı” diyor. Lou da şaşırtıcı bir şey diyor ve görüntü kararıyor sonra.

Pete’in evi gece dışarıdan yansıyor. Pete, odada boy aynasında kendine bakıyor. Fred de boy aynasında kendine bakmıştı. Gece, zincirlemeli geçişle siyah deri montlu Pete, sokakta arabasıyla yolda. Bir sigara yakıyor. Peşinde de polisler. Pete, Sheila’nın evinin önüne geliyor. Dolaşmaya çıkıyorlar. Bir yerde duruyorlar. Öpüşmeye başlıyorlar. Sheila üstünü çıkartıyor. Altta da tuhaf bir müzik duyuluyor. Arabanın içinde çırılçıplak sevişen iki gence zincirlemeli geçiş yapıyor yönetmen. Pete, susuz kalmış gibi sevişiyor Sheila’yla. Pete, gerçekten Sheila’yı seviyor muydu? Yoksa seks ihtiyacı olarak mı görüyordu Sheila’yı? Görüntü kararıyor. Gündüz tamirhanede arabanın altında çalışan Pete, radyoda çalan hareketli müzikten kurtulmak istiyor birden. Yavaş müzik çalan başka bir radyo istasyonunu buluyor kendine. Pete bencil miydi? Tamirhaneye Cadillac’la Eddy geliyor. Arabanın içindeki Renée’ye benzeyen sarışın Alice’e (Patricia Arquette) gözü takılıyor Pete’in. Alice bu bakışların farkında. Tuhaf “Wakefield” soyadı olan Alice kimdi? Cesedi ortada olmayan Renée neredeydi? Zihinler, sürekli bulanıklaşıyor sorularla. Arabayı bırakıyorlar. Zincirlemeli geçiş. Ufukta güneş batıyor. Akşam oluyor. Tamirhaneye Alice geliyor. Pete’le çıkmak istiyor. Pete biraz kuşkuyla çıkmak istemiyor. Alice, geri dönmek için ankesörlü telefondan taksi çağırırken, Pete centilmenliği hatırlıyor ve arabasıyla onu evine götürüyor. Alice’in evinin önünde öpüşürlerken, polisler de arabanın içinde onları izliyorlar. Zincirlemeli geçişle yatakta çırılçıplak sevişiyorlar. Pete, Alice’in içindeki her şeyi keşfetmek ister gibi sevişiyor onunla. Tüm gücünü ona adamış gibi. Bu anın bitmesini hiç istemiyor sanki. Lynch, pornografinin sınırlarında dolaşmış bu sevişmeyle. Sevişmeden sonra Alice’in sol gözü, ardından Pete’in sağ gözü yakın çekimle peş peşe yansıyor. Bir bütünün parçası gibiydi sanki. Kırmızı ışık da yoğun yansıyor. Kapının önünde vedalaşırken, sevişmeye doyamamış gibi öpüşüyor onu Pete.

Zincirlemeli geçiş. Pete, arabasıyla gece Alice’le dolaşıyor. Kamera, gece zincirlemeli geçişle Alice’i motelin balkonunda buluyor. Pete de arabasıyla motele geliyor. Polisler de peşinde elbette. Görüntü kararıyor. Şimşek çakıyor. Alice, motel odasında telefonla konuşurken, kamera dudaklarını yakın planda yansıtıyor. Alice, Eddy’nin bir şeylerden şüphelendiğini söylüyor Pete’e. Zincirlemeli geçişle motel odasında. Pete’i gösteren kamera, hızla sola çevrinerek bindirme tekniğiyle Alice’in yüzünü gösteriyor. Pete odada yalnız başına. Altta da tuhaf ve ürkütücü bir müzik duyuluyor. Pete, lambanın etrafında uçuşan pervaneleri izliyor bir süre. Ardından motosikletine atlayıp gecenin içinde Sheila’nın evine gidiyor ve Sheila’yla sevişiyor. Görüntü kararıyor. Pete evde, anne ve babasıyla tartışıyor. Nasıl hücreye gittiğini o da anlayamıyor. Polis ondan bir şey hatırlayıp hatırlamadığını öğrenmek istiyormuş. Sheila da evde. Arabada bir adamı gördüğünü söylüyor Sheila. Anne ve babası da görmüş adamı. O anlar yansımaya başlıyor. Bir an Renée’nin cinayet anı yansıyor. Görüntü kararıyor.

Tamirhaneye Eddy geliyor ve Pete’i tabancasıyla tehdit ediyor. Alice’le ilişkisini biliyor. Zaman geçiyor. Gündüz. Pete’in zihni bulanıklaşıyor birden. Ardından Alice onu telefonla arıyor. Alice telefonla konuşurken, kamera plonje çekimle Alice’in dudaklarına yaklaşıyor. Lynch bu anı gölgeli ışık düzenlemesiyle yansıtmış. Motele çağırıyor Pete’i. Motel odasında önce öpüşüyorlar. Alice, Andy’yi soyup öldürmek istiyor. Andy’yle uzun zaman önce tanışmışlar. İş için Andy, Alice’i Eddy’ye göndermiş. Eddy, porno filmler yapıp pazarlayan biriymiş. Eddy’nin mekânına iş için gittiğinde pornonun içine düşmüş Alice. O anlar, Alice’in anlatımıyla gösteriliyor. Fedainin biri tabancasını doğrultmuş. Üzerindeki elbiselerini çıkartan Alice, koltukta oturan Eddy’nin önünde diz çökmüş. Bu görüntülerin hard rock müzikle yansıyor. Kamera, motel odasındaki Alice ve Pete’e dönüyor. Alice, Andy’yi soymak ve öldürmek için plan yapıyor. Gece. Pete’in evinin önünde Sheila, Pete’e öfkeli. Çünkü Alice’i duymuş. Pete’in babası da çıkıyor evden. Kamera, aşağıdan plonjeyle, yere uzanmış Pete’in gözlerinden (öznel kamera) Sheila ve babasını gösteriyor. Görüntü biçimbozumuyla bulanıklaşıyor birden. Annesi de telefonda birisi var diyor Pete’e. Eve girerlerken, kamera da peşlerinden kayarak onları takip ediyor. Eddy arıyor. Eddy, telefonu Yabancı’ya veriyor. Fred’le konuştuğu gibi Pete’le de aynısını konuşuyor Yanancı. Olanlardan hiçbir şey anlamıyor Pete.

Gece. Belediye otobüsündeki. Pete, durakta otobüsten iniyor ve Andy’nin yerine gidiyor. Havuzun mavisi sarıyor her yanı. Gizlice mekâna giriyor. İçeride kimseyi göremeyen Pete’in gözleri televizyon ekranında Alice’in siyah-beyaz porno filmine takılıyor. Kadın elbiseleri de var ortalıkta. Pete, merdivenlerden inen Andy’yi görüyor. Elindeki golf sopasıyla vuruyor ve yere yığılıyor Andy. Yarı çıplak merdivenlerden inen Alice, Pete’in yanına geliyor. Birden Andy ayağa kalkıyor ve Pete saldırıyor. Pete, Andy’yi üzerinden atıyor ve bu defa onu öldürüyor. Andy’nin alnı cam sehpaya saplanıyor. Pete, Andy’nin korkunç görüntüsüne bakarak, “Onu öldürdük” diyor. Alice, “Sen öldürdün” diye kışkırtıcı karşılık veriyor. Pete birden çerçeveli siyah-beyaz fotoğraf görüyor. Fotoğraftakiler Andy, Alice, Renée ve Eddy. Burnundan kan gelen Pete,. Yukarı katta tuvaleti ararken, odaların birine girdiğinde pornocu bir kadınla karşılaşıyor. Aşağı döndüğündeyse Alice’in kendine tabanca doğrulttuğunu görüyor Pete. Sonra tabancayı Pete’e veriyor Alice. Onlar dışarı çıkarken, aşağıdan plonje açıdaki kamera sağa çevrinerek Andy’nin trajedisini bir daha gösteriyor.

Gece, Fred’in kırmızı Mustang arabasıyla çölde yolculuk ediyorlar Filmin girişindeki yoldalar. Fred’in zihninde yanan ahşap kulübenin olduğu yere geliyorlar. Alice kulübeye gidiyor. Kapıyı çalıyor. Kimse yok. Romantik bir müzik duyulmaya başlıyor. Arabanın önünde bekliyorlar. Alice arabanın farlarını yaktığında, Pete, “Neden ben? Neden beni seçtin” diyor. Alice, “Hâlâ beni istiyorsun değil mi” diye soruyor. Sonra öpüşüyorlar. Arabanın önünde çırılçıplak soyunuyorlar ve çılgınca sevişiyorlar. Sevişme anında romantik müzik birden çığlığa, korkuya dönüşüveriyor. Pete hazza ulaşacağı anda Alice, “Asla bana sahip olamayacaksın” diyor ve ayağa kalkıp çırılçıplak kulübeye doğru gidiyor. Pete ayağa kalktığında Fred oluyor. Pete’in elbiselerini giyiniyor. Pete nereye gitmişti? Zihinler karmakarışık oluyor yine. Fred kulübeye gidiyor. Orada elinde video kamerasıyla sadece yabancı onu bekliyor. Alice’i soruyor. Alice var mıydı? Dışarı çıkan Fred, arabaya gidiyor. Yabancı, video kamerayla onu çekiyor.

Ön jenerikteki yolda. Fred, “Lost Highway Hotel” adındaki otele geliyor. Gök gürüldüyor. Bir odada Renée, Eddy’yle sevişmiş. Fred koridora geliyor. Kapılar bembeyaz. Görüntü kararıyor. Renée, Eddy’le seviştikten sonra odadan çıkıyor. Otelin dışına çıkan Renée, arabaya biniyor. Fred, elinde tabancayla odaya giriyor. Boğuşuyorlar. Dövüşte sarsılan Eddy’yi dışarı taşıyan Fred, Eddy’yi arabanın bagajına koyuyor. Araba Eddy’nin. Odanın penceresinden Yabancı olanlara bakıyor. Fred, Eddy’yi çöle götürüyor. Bagajı açtığında Eddy ona saldırıyor. Fred’le Eddy boğuşurken, birden Yabancı ortaya çıkıyor ve Fred’e bıçak veriyor. Fred, Eddy’nin boğazını kesiyor. Yabancı, cep telefonundaki video görüntülerini Eddy’ye gösteriyor. Renée’nin bir kadınla sevişen siyah-beyaz görüntüsü yansıyor önce. Şiddet görüntüleri de var. Andy, Eddy ve Renée, haz alarak bakıyorlar şiddet anlarına. Yabancı, tabancayla ateş ederek öldürüyor Eddy’yi. Merak duygusu ve gerilim çoğalıyor. Filmin girişindeki ana ulaşmak için filmin içinde kaybolmak gerekiyor. “Dick Laurent” sorusu önemli. Evin megafonuna “Dick Laurent öldü” diyen ses keşfedildiğinde bile zihinlerdeki bulanıklıklar sürüp gidecek belki. Polis dedektifi Al, Andy’nin cinayet mahallinde, Pete’in de gördüğü çerçeveli siyah-beyaz fotoğrafa bakarak, “Bence, kötü rastlantı diye bir şey yok” diyor. Sonra da film boyunca gelip geçenler düşmeye başlıyor zihinden. Rastlantı olan neydi? Hepsi miydi? Yoksa hiçbiri miydi? Bu otobanda kaybolup gidiyor insan. Filmin müzikleri de arşivlik.

“Mulholland Çıkmazı…”

David Lynch’in 2001 yapımı sinemaskop “Mulholland Driver-Mulholland Çıkmazı”, filmlerinin içinde zihinsel kaoslar yaşayanlara az da olsa önlerini görmeleri için loş ışık yansıtıyor. Ama yine de yolları kaybetmemenin güvencesi yok. Studio Canal’ın sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. İnsanın zihninde farklı duygular yaşatan müzikleri Angelo Badalamenti bestelemiş. Zihinde karmaşa yaratan kurguyu da Mary Sweeney gerçekleştirmiş. Kasvet veren gotik atmosferi yansıtansa kameraman Peter Deming. Filmde uzun bir rüya, ihtiras, kıskançlık, harislik, nefret, suçluluk, vicdan azabı, halüsinasyonlar ve zihinsel savruluşlar saçılıyor etrafa. Uykudan uyanışta, gerilim ve merak duygusu artıyor. Her şey anlaşılacak mıydı, yoksa her şey karmaşıklaşacak mıydı zihinlerde? Bu film, Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü almıştı. Bu film ülkemizde Nisan 2002’de vizyona çıkmıştı.

Filmin girişinde mavi fon üzerinde bindirmeli çekimle, neşeli dans eden insanlar yansıyor. Sanki bir müzikalinden düşmüş gibi bu an. Herkesin yüzünde gülümseme var. Mutluluk ve huzur her yerden kuşatmış. Kendine Betty (Naomi Watts) diyen sarışın bir genç kadının mutluluk ve gülücük sunan yüzü yansıyor sonra. Betty’nin yüzü, parçalara bölünüyor ve mutluluk çoğalıyor. Betty, bir yıldız gibi. Ardından görüntü bulanıklaşıyor. Kamera, biçimbozumuna uğramış görüntüyle yatağa doğru geliyor ve yastığa yöneliyor. Bu an önemli. Sonra görüntü kararıyor.

Gece. Yön levhasındaki “Mulholland Dr.” yazısı yansıyor önce. Görüntü yine kararıyor. Gecenin içinde, Hollywood’daki Mullholland yoluna bir araba yöneliyor. Kamera da arabayı arkadan takip ediyor. Zincirlemeli geçişle ışıklar içindeki Los Angeles yansıyor birden. Mavi ön jenerik yazıları yansırken, fonda da usul usul gerilime sürükleyen bir müzik duyuluyor. Mavi önemliydi. Limuzin arabanın arkasında esmer bir genç kadın, Rita (Laura Elena Harring) tek başına. Önde de iki adam var. Araba duruyor. Arabayı süren tabancayı çıkartıyor ve Rita’ya yöneltiyor. Rita arabadan çıkmak istiyor. Diğer adam arabadan çıktığında Limuzin’e arkadan bir araba çarpıyor. Araba yanarken, Rita arabadan çıkmayı başarıyor. Diğer iki adam ölüyor. Arabadan çıkabilen Rita şok geçirmiş gibi. Nerede olduğunu anlayamıyor. İleride yansıyan ışıklara doğru yöneliyor. Yola çıkıyor. Birilerinden korkuyormuş gibi saklanıyor. Sonra da saklandığı yerde uykuya dalıyor. Kaza mahalline polis geliyor. Polis arabada bir küpe buluyor. Dedektif McKnight (Robert Forster), öne doğru yürüyor ve kurtulanın gittiği yöne bakıyor. Zincirlemeli geçişle Rita, sesle uykudan uyanıyor. Sabah. Yaşlı bir kadın valizlerini arabaya taşıtıyor. Kadın gittikten sonra Rita eve gizlice giriyor. Kadın, anahtarlarını almak için eve geldiğinde saklanıyor ve oracıkta uykuya dalıyor Rita.

Gündüz, kafede. Bu kafe, filmde “leit-motif”e dönüşüyor. Dan (Patrick Fischler), arkadaşı Herb’e (Michael Cooke) rüyasındaki kâbusun gerçekleştiğini söylüyor. İki defa bu rüyayı görmüş. Kafeye silahlı bir adam varmış. Gündüz veya gece değilmiş. Herkes ayakta duruyormuş. Duvarın ardında korkunç bir adam görmüş. O adamı bir daha görmek için gelmiş buraya. Herb, kasaya hesabı ödüyor. Dışarı çıkıyorlar. Kamera, Dan’in gözlerinden duvarı gösteriyor. Dan, duvara yaklaşırken kalp krizi geçiriyor korkusundan. Duvarın ardında yüzü çürümüş ve uzun siyah saçlı bir insan yansıyor birden. O bir kadın mıydı? Final bölümünde anlamlaşacak belki.

Rita evde ve hâlâ uyuyor. Kamera, tuhaf ve kasvetli mekânlara gidiyor. Tekerlekli sandalyedeki Roque (Michael J. Anderson) telefonla konuşuyor. Telefonla konuştuğu kameraya arkası dönük Bum’a (Donnie Aarons), “Kız hâlâ kayıp” diyor. Bum, sonra başka bir yeri arıyor telefonla. Döküntü mekânda bir el duvardaki pembe telefona uzanıyor ve “Benimle konuş” diyor. Bum da, “Aynen” diye karşılık veriyor. Her şey boşlukta kalıyor.

Mutlu Betty, Los Angeles’a geliyor. Uçakta tanıştığı iki yaşlı çift Irene (Jeanne Bates) ve yaşlı adamla (Dan Birnbaum), havaalanı dışında vedalaşıyor. Hepsi mutluluk saçıyorlar etrafa. Betty, Hollywood’un geçmişteki yıldızlarından Doris Day’i çağrıştırıyor sanki. O da mutluluk saçıyordu çoğu salon-müzikal filminde. Betty, Hollywood’a geliyor, rüyasına. Halası Ruth’un (Maya Bond) malikânesinde şimdi. Bir kapının ziline basıyor. Yüzü aşırı makyajlı halasının komşusu Coco (Ann Miller), Betty’ye anahtarı veriyor. Coco önemli. Eve giren Betty mutlulukla gözlerini gezdiriyor bu zenginlik üzerinde. Kamera da, Betty’nin gözleriyle sunuyor güzellikleri. Ardından kamera, Betty’yi kayarak izliyor. Betty, aynada kendine bakıyor. Birden banyoda birini fark ediyor Betty. Rita, bir kaza olduğunu söylüyor. Rita Hayworth’un oynadığı Charles Vidor’un 1946 yapımı siyah-beyaz muhteşem “Gilda-Şeytanın Kızı Gilda” kara filminin afişi yansıyor. Rita, Hollywood’un geçmişteki yıldızları Rita Hayworth’la Jane Russell’ı karışımı gibi. Rita, kaza dışında hiçbir şeyi hatırlamıyor. İsmini bile. Sadece uyumak istiyor bu kâbustan kurtulmak için.

Gündüz. Los Angeles tepeden yansıdıktan sonra, kamera Ryan Entertainment adındaki film şirketindeki toplantıya gidiyor. Yönetmen Adam’a (Justin Theroux) bir oyuncunun, Camilla Rodes’un (Melissa George) fotoğrafı gösteriliyor. Çekilecek filmin başrol kadın oyuncusu o olacakmış. Adam, “O kız benim filmimde oynayamaz” diyor. Adam’a, “Filmi artık senin değil” diyorlar. Dışarı çıkan Adam, yapımcılardan Luigi’nin (Angelo Badalamenti) arabasının camını elindeki golf sopasıyla parçalayıp öfkesini alıyor. Kısa kısa anlar yansıyor peş peşe. Betty ve Rita hâlâ evdeler. Ardından da Roque kendi mekânında beklerken yansıyor. Ardından görüntü kararıyor. Zihinsel karışıklık çoğalıyor. Bir ofiste iki adamın konuşmasına tanıklık ediyor kamera. Masada oturan Ed (Vincent Castellanos), ayaktaki Joe’ya (Mark Pellegrino), gülerek “araba kazası” diyor. Joe, susturucu takılmış tabancasıyla Ed’e ateş ediyor. Ed ölüyor.

Tabancadaki parmak izlerini silip intihar süsü verirken, parmağı tetiğe dokununca kurşun duvarı delip diğer odadaki kadını yaralıyor. Kadının çığlıklarını duyan Joe, diğer ofise geçiyor. Yaralı şişmanca kadınla (Diane Nelson) önce boğuşuyor, sonra da kadını Ed’in ofisine taşırken temizlikçi bir adamı (Charlie Croughwell) görüyor. Bir cinayet işlemeyi düşünürken üç cinayet işlemiş oluyor Joe. Hızını alamayan Joe, hâlâ çalışan elektrikli süpürgeye ateş edince alarm çalmaya başlıyor birden. Telaşa kapılan Joe, pencereden kaçıyor. Trajikomik anlardı. Joe’yla yaptıkları ve becerileri önemli.

Gündüz. Evin salonunda divan koltuğa uzanmış Betty, telefonda halasına Rita’yı soruyor. Halası, Rita’yı tanımıyormuş. Betty şüpheye düşüyor ve olanları anlamaya çalışıyor. Bellek kaybı yaşayan Rita, kazayı hatırlıyor, ama sonrası boşluk. Rita, Betty’ye çantasını göstererek “Aç onu” diyor. Bu anda kamera, Rita’nın dudaklarından gözlerine tilt yapıyor. Kamera, Betty’nin gözlerini yakın çekimle yansıtıyor. Çantanın içinden destelerce dolar çıkıyor. Bir de mavi anahtar. Bu önemli. Kamera, Betty’nin gözlerini yine yakın çekimle gösteriyor. Araya başka bir an giriyor. Joe tıkınırken, yanındaki bir genç kadın ve bir adamla (Michael des Barres) konuşuyor. Kadın, Joe’dan sigara istiyor sadece. Evdeyse Rita, paranın nereden geldiğini hatırlamadığını söylüyor Betty’ye.

Adam, üstü açık spor arabasıyla yol alırken, şirketteki sekreter Cynthia’yla (Katharina Towne) konuşuyor. Cynthia, hemen gelmesini istiyor. Adam, lüks malikânesine geldiğinde yabancı bir arabanın evin önünde park ettiğini görüyor. Elinde golf sopasıyla eve giren Adam, yatak odasına gittiğinde karısı Loraine’i (Lori Heuring) âşığıyla yakalıyor. Adam, karısının mücevher kutusunu alıyor ve içine yağlıboya boşaltıyor. Loraine’in sevgilisi Adam’ı dışarı atıyor. Arabasıyla oradan uzaklaşıyor Adam. Evdeyse, Betty paraları başka bir çantaya koyup elbise dolabına saklıyor. Rita beyaz elbiseli. Betty, kazayı öğrenmek için polisi aramalarını söylüyor. Dışarı çıkıyorlar. Ankesörlü telefonla Betty polisi arıyor. Mulholland yolunda kazanın olduğunu öğreniyor. Beraber kafeye gidiyorlar. Rita, kafede garson kızın göğsünde Diane ismini görüyor. Rita’nın ismi Diane miydi? Eve gidip telefon rehberinden Diane kayıtlı telefon numaralarını arıyorlar. Bir telefon numarası bulup arıyorlar. Limuzin’in yapılı şoförü Adam’ın evine geliyor. Şoför, Adam’ı soruyor. Loraine, şoförün üzerine atlıyor. Loraine’in sevgilisi de şoföre saldırıyor. İkisini de yumruğunu tattırıyor şoför. Eğlenceliydi.

Gece. Adam otele geliyor, ama bir sorun çıkıyor. Otel müdürü (Geno Silva) kredi kartının iptal olduğunu söylüyor. Adam, sekreter Cynthia’yı arıyor. Cynthia da biliyor olanları. Adam, iflas etmiş. Cynthia, Kovboy’un (Layfayette Montgomery) aradığını söylüyor. Ama Kovboy kimdi? Kamera, evin içinde kapıya doğru usulca kayıyor. İçeride Rita ve Betty var. Dışarıdan bir ses duyuluyor. Yaşlı bir kadının yüzü yansıyor birden. Gündüz. “Kötü bir şeyler oluyor” diyen Coco görünüyor evin kapısında. Betty’ye tekst veriyor çalışması için. Film için seçimler yaklaşıyor. Betty içeri girdiğinde, kamera koltukta oturan Rita’ya kayıyor. Gece. Adam arabayla gidiyor. Kovboy’un kasvetli çiftliğine geliyor. Tanışıyorlar. Kovboy, “Bir adamın davranışı, bir adamın durumunu gösterir” diyor Adam’a. İşe geri dönmesini istiyor Adam’ın. Kovboy, başrol oyuncusu dışında istediği oyuncuyu seçebileceğini söylüyor. Gündüz. Tepedeki Hollywood yazısı yansıyor. Evde de Betty ve Rita teksti çalışıyorlar. Sonra Coco eve geliyor, Rita’yı görüyor. Betty’yle dışarı çıkan Coco, Rita’yı yollamasını istiyor.

Ve Betty hayallerine dokunmaya yakın. Seçmeler için geldiği film şirketinde, yapımcılar, yönetmen ve ekip hepsi orada. Betty, çalıştığı teksti, başrol oyuncusu Jimmy’yle (Chad Everett) oradakilere gösteriyor. Yapımcı Wally Brown (James Karen) istekli. Filmin yönetmeni Bob (Wayne Grace) isteksiz. Kast sorumlusu Betty’i bir yönetmenle tanıştıracağını söylüyor. Stüdyoya gidiyorlar. Müzikal çekimleri yapılıyor. Yönetmen de Adam. Gözü birden Betty’ye kayıyor Adam’ın. Sonra Camilla Rodes şarkı söylemeye başlıyor. Betty stüdyodan ayrılıyor. Rita’yla buluşan Betty, Diane’i bulmak için onun kaldığı yere gidiyorlar. Bir eve yöneldiklerinde kamera öne doğru kayıyor. Bir adamı görüyorlar. Saklanıyorlar bahçede. Gerilim çoğalıyor. Bir kadın da var. Valizleri adam taşıyor. Betty ve Rita bahçede yürürken, kamera da geriye doğru kaymaya başlıyor. Kaydırmalı çekimler yoğun bu anlarda. Evin önüne geliyorlar. Rita tedirgin. Betty, kapıyı çalıyor. Bir kadın çıkıyor 12 numaralı evden. Kadın, Diane’le evleri değiştirdiğini söylüyor. Diane, 17 numarada. Bu ev önemliydi. Diane, bir süredir ortalarda görünmüyormuş. 17 numaranın kapısını çalıyorlar. Kapıyı kimse açmıyor. Betty, açık pencereden kasvetli eve giriyor ve kapıyı açıyor. İçeride kötü bir koku var. Yatak odasına girdiklerinde, yatakta ölü Diane’in cesedini görüyorlar. Diane’in yüzü çürümüş ve tanınmaz halde. Komşu kadın kapıyı çalıyor. Rita çığlıkla dışarı kaçıyor. Görüntü parçalara bölünüyor.

Evde. Rita makasla saçlarını kesmeye çalışıyor. Betty, makası ondan alıyor, Rita’nın saçlarını kısaltıp sarıya boyuyor. Rita yeni saçlarıyla aynada yansırken, Betty, “Başka biri oldun” diyor. Yatak odasında. Betty, salonda uyuyan Rita’yı yatağa çağırıyor. Rita yatağa girince öpüşmeye başlıyorlar. Lezbiyen gibi sevişiyorlar. Gecenin bir yerinde Rita uykusunda “Silencio” diye sayıklıyor. Bir şeyler mi hatırlıyor? Rita, sabaha karşı Betty’ye, “Benimle bir yere gel” diyor. Taksiyle o yere gidiyorlar. Sokakta taksiden iniyorlar. Kamera uzakta. Onlar, “Silencio” adındaki tiyatroya girerlerken, kamera hızla öne kayıyor ve onlarla tiyatroya giriyor. Tiyatroda seyirciler de var, kalabalık olamasa bile. Sahnedeki sihirbaz (Richard Green) konuşuyor. Sonra bir trompetçi (Conti Condoli) çalmaya başlıyor. Ardından sihirbaz“, Bu sahte bir orkestradır. Dinleyin” diyor. Şimşek çakıyor. Betty titremeye başlıyor. Mavi ışık ve sisler kuşatıyor. Locada mavi saçlı bir kadın (Cori Glazer) görünüyor. Sahneye Rebekah del Rio (kendisi) çıkıyor, muhteşem şarkısını söylüyor. Sonra birden bayılıyor, ama şarkı devam ediyor. Betty çantasını açıyor, içinden mavi bir kutuyu çıkartıyor. “Pandora’nın Kutusu” gibiydi. Eve geliyorlar. Betty, mavi kutuyu yatağın üstüne bırakıyor. Odadan çıkıyor. Rita, Betty’ye sesleniyor. Sanki Betty bir anda yok oluyor. Rita, yatağın üstünde mavi kutuyu görüyor. Çantasından mavi anahtarı alıyor, mavi kutuyu açıyor. Kamera, hızla kayarak kutunun içine giriyor. Kamera, yerdeki mavi kutudan yukarı doğru tilt yapıyor. Betty’nin halası yatak odasına giriyor. Her yer düzenli ve temiz.

Zincirlemeli geçişle Diane’in evi. Gündüz. Kamera yatağa doğru kayıyor. Yatakta, Betty sanılan gerçek Diane (Noami Watts) uyuyor. Kapıda Kovboy görünüyor birden. Kovboy, “Tamam güçlü kız uyanma zamanı” diyor. Görüntü kararıyor-açılıyor birkaç defa. Ardından kapı çalınıyor. Diane uzun uykusundan uyanıyor. Kapıyı, Diane’in komşusu açıyor. Kalan eşyalarını almaya gelmiş. Kamera, sehpanın üzerinde duran mavi anahtara kayıyor. Komşu kadın, İki dedektif gelip seni aradı” diyor. Az zaman sonra birden ortaya Rita çıkıyveriyor. Diane, “Camilla” diyor. Rita sanılan gerçek Camilla Rhodes (Laura Elena Harring)… Camilla, “Seni sevmeyeceğim” diyor Diane’e. Sonra mutfakta kendine kahve yapıyor Diane. Kahveyi alıyor, divan koltukta çırılçıplak uzanmış Camilla’nın yanına gidiyor. Diane, sevişmek istese de Camilla istemiyor.

Gerilimin ve merak duygusunun çoğaldığı bu suç-rüya filminde, Diane’in ve Camilla’nın trajik hikâyesinde geriye kalanları keşfetmek için bu filmin atmosferinde kaybolmak gerek. Diane’in uykudan önce yaşadıkları, geriye dönüşlerle yansıyarak, hakikatlere ve kaybetmelere ulaşılıyor. Katil Joe, Coco, mavi anahtar karşılığını bulabilecek belki. Ya Kovboy? Baba mıydı? Bu filmde, vicdan azabının en derinine dalınıyor. O suçluluk duygusuna ve kâbuslara, Diane’in rüyasının içinde dolaşırken de dokunulabiliniyor. Diane’in evi ve Diane’in uykuya dalmadan önce yaşadıkları cevaplara ulaştıracak belki. Kim bilir!.. “Mulholland Çıkmazı” filmi, yönetmenin filmlerinin içinde kaybolanlara loş ışıkta biraz yardımcı olabilir belki. Ama yine de ihtiyatlı olmalı.

Kasım 1988’de ülkemizde vizyona giren Lynch’in 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminde Jeffrey (Kyle McLachlan), uzun bir rüya görüyordu. Bilinçaltının dışavurumuydu bu. Babasının böcek ilaç dükkânı olan Jeffrey, bu işten nefret ediyordu. Annesinin ve halasının polisiye tutkunluğuyla beraber rüyasında nefes kesen bir polisiye-gerilimin içinde dolaşıyordu. Hep düşlediği anne de vardı rüyada Doothy Vallens (Isabella Rossellini), Freudyen bir çözümleme gerektiriyordu. “Mavi Kadife” ve “Mulholland Çıkmazı” beraberce değerlendirilmeli.

(25 Şubat 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Her Şey Böyle Başlamıştı. Onu Gördüm. Onu Sevdim. Onu İstedim.

Anomalisa

“Bazıları hiç delirmez, ne korkunç bir hayat sürüyorlardır kimbilir” der Bukowski… Hep merak etmişimdir. Psikologlar, yaşam koçları ya da şu hayatı nasıl yaşayacağımıza; nasıl başarılı, mutlu vs. olacağımıza dair sihirli formüller veren yazarların o mükemmel halleri hep biraz acıklı gelmiştir. Bir hastaya tavsiye verirken ya da yüzlerce kişinin önünde yapılan başarılı bir konferansın ardından bir başlarına kaldıklarında ne hissediyorlardır? Hayatları verdikleri o formüllerle örtüşüyor mudur?

Bol Ödüllü ve Övgülü Film Türkiye’de İlk Kez If İstanbul’da…

İşte 15. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin açılış filmi –aynı zamanda Türkiye’de ilk kez gösteriliyor- Anomalisa böyle bir kahramanı, “Müşterilerinize Yardımcı Olmanıza Nasıl Yardımcı Olabilirim” kitabıyla ün salmış kitabın yazarı, evli ve bir çocuk babası Michael Stone’un hikâyesini anlatıyor.

Tüm dünyadan eleştirmenlerin övgüsünü kazanan Anomalisa’da Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi pek çok modern klasiğin yazarı Charlie Kaufman ile televizyon tarihinin en sıradışı animasyon dizisi Mary Shelley’s Frankenhole’un yaratıcısı Duke Johnson’ın imzası bulunuyor.

Oldukça titiz bir çalışma ve el emeği ile 3 yıl yılda tamamlanan Anomalisa, prömiyerini yaptığı Venedik’te bir Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Ayrıca, Austin Fantastic Fest’te En İyi Yönetmen, San Diego, San Francisco, Indiana gibi pek çok eleştirmenler birliği tarafından da “Yılın Animasyonu” seçildi. Anomalisa’nın adaylıkları arasında en dikkat çekeni ise, Lisa seslendirmesiyle Jennifer Jason Leigh’in Bağımsız Ruh Ödülleri’nde Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday gösterilmesi oldu.

Anomalisa’da “herkesin sesi”ni Tom Noonan seslendirirken, Michael’a David Thewlis, Lisa’ya ise Jennifer Jason Leigh sesleriyle hayat veriyor. Müziklerde ise Carol, Fargo, Being John Malkovich, In Bruges gibi pek çok filmin müziğini yapmış Carter Burwell’ın imzası var.

Baktığım Her Yerde Sen Varsın

Gelelim filmimizin meselesine; Michael, müşteri hizmetleri profesyonelleri için bir kongrede konuşmak için gittiği Cincinnati’de kalacağı Fregoli Otel’de hayatına dair sert bir yüzleşme yaşıyor. Evliliğinde aradığında bulamamış ama iyi maaş alan, lüks bir evde oturan, konforlu otellerde kalıp, pahalı yemek ve içkiler sipariş edebilen kahramanımız tüm bu maddi rahatlığın içinde ruhunu ve kalbini besleyemediği için sürekli bir huzursuzluk içinde. Bu çalkantılı ruh halini yalnızca huzursuzluk ya da tatminsizlikle açıklamak yeterli olmaz. Çünkü kahramanımızın kaldığı otelin adından da tahmin edilebileceği gibi (Fregoli Hotel) Fregoli bir psikolojik rahatsızlığın adı. Halk arasında bilinen ismiyle Binbir Surat Sendromu. Yani kişinin kafasına taktığı kişi her kimse diğer tüm insanları onun farklı suretleri, kılık değiştirmiş hali gibi görüyorlar. Şarkılara, şiirlere bile konu olmuştur çokça bu sendrom. Aslında hepimiz hayatımızın bir döneminde Fregoli Sendromu yaşamıyor muyuz? Kimilerimiz bir şekilde yaralarını sarıyor ve yoluna devam ediyor. Daha kırık ve eksik… Kimileri ise tüm hayatı boyunca geçmişin yıkıntıların arasında bir hayalet gibi dolaşıyor. Filmimizin diğer kahramanı, Michael’in çaresizlikten, kalp ağrısından, acılarından birkaç saatliğine olsa uzaklaşmak için sarıldığı Akron hamurişleri satış temsilcisi Lisa ise bize anı yaşamayı temsil ediyor adeta. Lisa’nın Cyndi Lauper’un klasiği Girls Just Wanna Have Fun’ı söylediği sahne de filmin en tatlı anlarından bir tanesi olarak hafızalara kazınıyor.

Zarif Anlatımlı Bir İnsan Hikâyesi

Yönetmenler Kaufman ve Johnson ikilisi rahatlıkla dram ya romantik-komedi türüne konu olabilecek bu insan hikâyesini zor yoldan stop-motion tekniği ile anlatmayı tercih etmişler. Filmi en ilginç kılan özelliği de bu. Tüm dünyadan sinema yazarlarının ortak görüşü ise filmi insani bulmaları üzerinde yoğunlaşıyor. Süperkahramanların, kaslı erkeklerin ve olağanüstü vücut ölçülerindeki kadınların perdedeki hakimiyeti tüm hızıyla sürerken, kusurları, hataları ve çıplaklıklarıyla iki insanın özünde insanlık hallerini anlattığı için takdiri hak ediyor film. Ancak 90 dakikalık bu animasyonun bir solukta akıp gittiğini söylemek zor. Hatta ilk 60 dakikası fazlaca durağan geçiyor. Ancak son yarım saatinde hikâye öyle güzel toparlanıyor ve dokunaklı bir hale geliyor ki bir anda filmi fazlaca sevmeye başlıyorsunuz. Hatta ben filmi bittikten sonra daha çok sevdim desem yeridir. Düşündürdükleri, zaafları, hataları, pişmanlıkları, delilikleri ve keyifli anlarıyla kendi hayatlarımızdan da bol bol çıkarımlar yapacağımız bir terapi adeta. Meraklıları için Anomalisa’nın festival boyunca 5 gösterimi daha var. http://www.ifistanbul.com/film/anomalisa/16/ Bir tanesinde mutlaka onunla tanışın!

* (Başlık: Mirkelam – Denizin Arka Yüzü – Evlenelim Gel)

(18 Şubat 2016)

Gizem Ertürk

Saul’un Seçimi

Auschwitz-Birkenau imha kamplarının toplam bir buçuk gününe tanıklık ediyor bu hafta gösterime giren ‘Saul’un Oğlu’ ya da özgün adıyla ‘Saul Fia’. Yine mi bir Holocaust öyküsü dediğinizi duyar gibiyim. İlk kez gösterildiği ve Jüri Büyük Ödülü’nü kazandığı 68. Cannes Film Festivali’nden beri gündemden düşmeyen şimdiden klasikleşmiş bu sarsıcı Macar yapımının konuya ilişkin daha önce izlediklerinize hiç benzemeyen çok farklı bir sinema deneyimi olduğunu baştan not düşelim.

Nazi Almanyası’nın Sonderkommando’larından birisidir Saul Ausländer. Ölüm kamplarının en kirli işlerini yapmak üzere Yahudi esirler arasından seçilmiştir. Kampın polis gücü gibi çalışan ekibin diğer üyeleri ile birlikte yeni gelenleri karşılar, onları soyduktan sonra yanlarındaki ve üzerlerindeki değerli eşyaları alır, daha sonra banyoya gidecekleri yalanıyla gaz odasına kadar eşlik eder onlara. İşlem bittikten sonra cesetlerin toplanıp fırında yakılması, daha sonra gaz odası ve çevresinin temizliği yapılarak imha düzeneğinin yeni gelenler için hazırlanmasından hep onlar sorumludur.

Nazilerin sembolik olarak kurbanları da suça ortak ettikleri ölüm fabrikasında ömürleri fazla uzun değildir bu zoraki işçilerin. Katliam sırlarının açığa çıkmaması için üç dört ayda bir yenilenir gruplar ve eski üyeler bizzat yenileri tarafından imha edilir. Kurtuluş umudunun olmadığı ölüm düzeneğinde günlük rutin işlerini bir robot misali yürütür Saul. Ta ki bir çocuğun gaz odasından sağ çıktığına şahit olduğu ana kadar. Çocuk anında boğularak öldürülür gerçi, ancak mucizevi bir işarettir bu genç adam için. Uzun bir süredir görmediği kayıp oğlu olduğunu sanır, ya da onun yerine koyar talihsiz küçük bedeni. Bundan böyle tek bir gayesi vardır artık. Körpe bedenin önce otopsiye daha sonra fırına gitmesine izin vermeyecek, onun dinine uygun bir şekilde gömülmesi için çabalayacaktır.

‘Saul’un Oğlu’nun farklılığı ilk uzun metrajını çeken László Nemes’in tercihlerinden kaynaklanıyor. Doğal bir renk paleti kullanma fırsatı veren 35 mm film üzerine yapılmış çekimler. Bunun ‘sinemanın özü’ ya da ‘sinemanın ruhu’na uygun bir seçim olduğunu ifade ediyor sinemacı. 4:3 rasyo kullanarak hikâyeyi tek bir kişinin perspektifinden olabilecek en sade, en minimalist biçimde anlatma yoluna gidiyor. Görüntü ustası Mátyás Erdély’nin kamerası ilk dakikalardan itibaren Saul’un yüzüne odaklanıyor ve organizasyon ile kaosun birbirine karıştığı dünyevi cehennemde olup bitenler filmin büyük bir bölümünde onun gözünden aktarılıyor: Saul ne görüyorsa onu görüyor, ne işitiyorsa onu işitiyoruz.

Nemes’in klostrofobik blokaj tercihiyle kare ekranın merkezinde Saul’u canlandıran müthiş oyuncu Géza Röhrig’in yüzüne yansıyan dehşet arka planda kesintiler halinde flu olarak sızabiliyor çerçeveye. Sınırlı bir alan ve zamanda uzun planlar eşliğinde eşliğinde tanık oluyoruz genç adamın koşuşturmacasına. Onun gördükleri ve duyduklarıyla parçalı resmin bütününü tahayyül etmeye çalışıyoruz. Görüşün bu denli kısıtlanması hali hayal gücümüzü kamçılıyor ve dehşet içinde bu tüyler ürpertici deneyimin bir parçası haline geldiğimizi idrak ediyoruz.

Ses kayıtları omuz kamerasının huzursuz planlarına yansıyan eksik görüntüleri tamamlıyor. Emirler, bağırışlar, çığlıklar, feryatlar ölüm mekanizmasının işleyiş düzenini kavramada görüntülere destek veriyor. Ölümü bekleyen mahkûmların ellerinde kalan tek şey dilleri. Sekiz ayrı dil konuşuluyor kampta. Bunlardan soykırımla birlikte unutulmaya mahkûm olmuş İbranice ile karışık Alman lehçesi Eskenazi diline (Yiddish) özel bir saygı duruşunda bulunuyor yönetmen. Hikâye için gerekli bulmadığı tüm unsurları görüntü alanından çıkarıyor. Holocaust anlatılarında görmeye alışık olduğumuz Nazi selamı, gama haçlı bayraklar filan kadraja dahil edilmiyor. ‘Hayat Güzeldir’in yaşanan vahşeti mizahla sulandırması bir yana ‘Schindler’in Listesi’ benzeri bir dramatizasyon ya da romantik bölümler de beklemeyin bu filmden.

Nemes daha evvel benzerlerini çok izlediğimiz bir hayatta kalma öyküsüne de soyunmuyor. Toplama kamplarına doldurulmuş Yahudi mahkûmların üçte ikisinin cehennem ateşinde yok edildiği gerçeğinden hareketle istisna olan kamptan kurtuluşun değil ölüm gerçeğinin altını çizmeyi yeğlediğini ifade ediyor. Bu noktadan hareketle bir kahraman değil sıradan bir adam olarak ele alıyor ana karakterini. Saul çevresindekilerin umutsuz kurtuluş çabalarının tam tersi bir yol izlemeyi seçiyor. Kampın kaotik ortamında bir haham bularak küçük bedenin defin duasını yaptırmak ve ölüsünü gömmek, insanlık onurunu müdafaa etmek adına onun kişisel başkaldırısına, deliliği tek kişilik bir içsel aklanma hareketine dönüşüyor.

‘Aç olanı doyuracaksın’, ‘çıplak olanı giydireceksin’, ‘ölünü gömeceksin’ diyor Macar sinemacı. ‘Hangi dinden hangi kültürden gelirsen gel bunlar değişmez temel insani değerlerdir’ diye ilave ediyor. Saul’un ölüsünü gömme çabasına tanıklık ederken gömülmek için buzdolabında saklanan kendi ölülerimiz dikiliyor karşımıza. Utanıyoruz. Geçmişin zulüm sayfaları adeta çiviyle çakılıyor beynimize. Bu mucizevi ilk film bugünün farklı coğrafyalarında farklı biçimlerde tekerrür eden insanlık suçları ile mücadelede uyanık olmaya çağırıyor hepimizi.

(18 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Fotoğrafın Öteki Yüzü

Bizde ‘Sessiz Çığlık’ adıyla gösterime giren ‘Louder Than Bombs’ İskandinav sinemasının umut vaadeden isimlerinden Joachim Trier’in üçüncü uzun metrajı. Norveçli sinemacıyı 2007 yılı İstanbul Film Festivali’nin ‘Altın Lale’ ödülünü kazandığı ilk filmi ‘Tekrar / Reprise’ ile tanımıştık. Yapıtlarını yayımlamak için uğraşan iki genç yazara odaklanmış film, gençlik, dostluk, dostluğun çetin sınavları, gerçekler ve ülküler, edebiyat ve hırs, sevgi ve kişinin sınırlarını keşfetmesi üzerine mizah ve hüzün yüklü parlak bir denemedir.

Yönetmenin festival izleyicisi tarafından övgüyle karşılanmış 2011 yapımı ikinci çalışması ‘Oslo, 31 Ağustos’ hayatın umut dolu gençlik evresinin ardından otuzlu yaşlarını süren başka bir yazın adamının hayal kırıklığı üzerinedir. Louis Malle’in 1963 yılında aynı isimle sinemaya aktardığı Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 tarihli romanı ‘Le Feu Follet / Ateşle Oyun’un bu çağdaş uyarlamasında, taşradaki uyuşturucu rehabilitasyon merkezinde tedavi görmekte olan Anders’in iş görüşmesi yapmak üzere Oslo’ya gelişi ve bir tam gün boyunca eski hayatı ve eski arkadaşlarıyla hesaplaşması konu edilir. Varoluşçu krizin tüm safhalarını yalın bir dille anlatan film Anders Danielsen Lie’nin üstün yorumunun da katkısıyla hafızalarda yer etmiştir.

Senaryolarını Eskil Vogt ile birlikte yazar Joachim Trier. İki yıl önce kendi senaryosundan çektiği ilk yönetmenlik denemesi (bizde ‘Körlük’ adıyla gösterime giren) ‘Blind’ ile İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’nin sahibi olmuş olan Vogt üçüncü uzun metrajını çeken kadim dostunu yalnız bırakmamış yine. ‘Sessiz Çığlık’ uluslararası bir kadroyla İngilizce olarak çekilmiş.

Önceki filminde Oslo kenti fonunda tek bir karakterin ruhsal sürecini didikleyen Trier bu kez New York’lu bir ailenin anatomisine girişiyor. Film annenin yitirilmesiyle başa çıkmaya çalışan aile bireylerinin iletişim sorunları üzerine. Savaş fotoğrafçısı annenin evine dönmek üzereyken geçirdiği trafik kazasının ardından üç yıl geçmiştir. Anısına düzenlenen fotoğraf sergisi ile eşzamanlı olarak yayımlanacak makalede Isabelle Joubert Reed’in ölümüne neden olan meşum kazanın aslında bir intihar olduğunu açıklamakta kararlıdır eski editörü. Ailenin hayatta kalan bireyleri baba ve iki oğul bunun öncesinde biraraya gelmek ve gerçeklerle yüzleşmek durumundadır.

Yönetmen Oslo, 31 Ağustos’un ardından bir kez daha intihar temasını ele almaktadır. Olup bitenler değişik bakış açılarıyla ailenin üç erkek ferdi tarafından anımsanır. Her biri diğerinden farklı yorumladıkları anılarıyla Isabelle’in açmazlarını sorgulamaya girişir. Oyunculuk kariyerinden vazgeçerek kendisini ailesine adamış olan baba Gene eşinin ikiye bölünmüş hayatını düşünür. Isabelle’i savaş bölgelerine her yolcu edişinin ardından bir yanıyla onun geri dönmeyeceğini beklediğini hatırlar. Eşinin intiharına kendisini sürekli yanlış yerdeymiş gibi hissetmesinin derinleştirdiği depresyonun neden olduğu kanaatindedir. Teselliyi küçük oğlunun öğretmeniyle yaşadığı ilişkide bulmuştur.

Duygularını kontrol altında tutan akademisyen büyük oğul Jonah evlenmiş yeni baba olmuştur. Huzurunu bozacak her şeyi pembe yalanlarla geçiştirmekte üstüne yoktur. Annesini gözünde öylesine yüceltmiştir ki gerçekle yüzleşmek onun korkulu rüyası haline gelir. Ergenliğinin en sancılı döneminde iletişim sorunları yaşayan küçük oğul Conrad aralarında en sorunlu gözükenidir.

Film boyunca üç karakterin iletişim çabalarını izleriz. Önceleri asi ve kaba olarak çizilmiş Conrad’ın zengin iç dünyasına dalarız daha sonra. Henüz 12 yaşındayken yitirmiş olduğu annesinin ardından sorunlar yaşayan genç delikanlının yazarlık yeteneğini keşfederiz. Farklı çerçevelenmek suretiyle aynı fotoğraftan farklı anlamlar elde edilebileceğini annesinden öğrenmiş olan hayal dünyası güçlü Conrad, yönetmenin daha önceki filmlerinde yirmili otuzlu yaşlarını sergilediği karakterlerinin küçük kardeşidir adeta.

Çağımızın en edebi sinemacılarından biri olan Trier içerde kopan fırtınaları -ki filmin özgün adı bunu ‘Bombalardan Daha Gürültülü’ olarak tarif ediyor- Ola Lottum’un meditatif müzik çalışması eşliğinde usul usul anlatır. Aynı olayı farklı perspektiflerden karşımıza getirir: babanın küçük oğlunu izlediği sekans bu açıdan hayranlık uyandırıcı bir deneyimdir. Yalanların ardına gizlenmiş gerçeği açığa çıkarmaya uğraşır. Çağdaş Roman’ın sinemadaki uzantısı olarak krolonojik yapı ve bakış açılarını karman çorman ederek zihin oyunlarına girişir. Düşler ve dış sesler yardımıyla anılar ve düşüncelere görsellik kazandırır. Sınıfta başka bir öğrencinin okuduğu metin üzerinden Conrad’ın fantezilere dalışı ya da yine Conrad’ın günlüğünün görsel karşılığını aktardığı denemeleri başarılıdır.

Bir sonraki çalışmasını merakla beklediğimiz Norveçli sinemacının elinde müthiş Anders Danielsen Lie yok bu kez. Ancak ilk kez çalıştığı uluslararası oyuncu kadrosu yüzünü kara çıkarmıyor. Sonlara doğru uzun plan sekansta belleğimize çakılan maskıyla annede Isabelle Huppert, babada Gabriel Byrne, Jonah’da Jesse Eisenberg ve küçük oğulda (daha önce Olive Kitteridge adlı mini televizyon dizisinde dikkatimizi çekmiş) Devin Druid’in mükemmel yorumları bu sıradışı deneyime zenginlik katıyor.

(12 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şu Bizim Görkemli Sanat Sinemamız

Ülke insanına dair sosyolojik tespitlerde bulunmak istiyorsanız başvuracağınız ilk adreslerden biri sinemadır. Bizde 50’ler sonrası ve erken 60’larda sanat olma hüviyetine bürünen sinemanın temel yapıtları, bunun en kıymetli örneklerinden birkaçını oluştururlar.

Bugün; tam da “tarihin sonu” tezlerine kapı aralayan bir yüzyılın ilk çeyreğindeki o büyük kırılmada “konuşmayan” bir “sanat sinemasıyla” karşı karşıyaysak; salonlarda birbirini tekrar eden formüllere dayalı “tuhaf” bir komedi veya “korku” furyasıyla karşı karşıyaysak eğer; bu, içinden geçtiğimiz yılların dışavurumudur. Temelleri 12 Eylül sabahı atılan ve yumruğunu 90’larda indiren “yeni popüler sinemamızın” figürleri, kelimenin en hafif tabiriyle “gemisini kurtaran birer kaptandır”. Bunu “kendi bacağından asılan koyunlar” şeklinde de okuyabilirsiniz; ama konumuz başka…

Günümüzün “sanat sinemacıları” ise (özellikle de çıkış yıllarında) çoğunlukla susmuşlardır! Konuşmaya başlasalar foyaları ortaya çıkacaktır sanki. Derin derin ufkun ardına bakar, öylece beklerler. En büyük sorunları (kaçıncı yüzyılda yaşıyorsak artık!) kasabaların yalnızlığını ciğerlerine çekerek “kentin” içi boş insanından uzaklaşmaktır. Hayli prim yapmış bir yönelimdir bu: Düşünsenize, kahramanlarınıza konuşmayı yasaklayın ve sessizliğiniz başta Batı’nın görkemli festivallerinde ve sonra da ülke içinde övgülere boğulsun!

Derin çelişkiler içinde yaşayan bu “duyarlı karakterler” sonradan konuşmaya başlasalar da, ağızdan çıkan tümcelerin kime ve neye hizmet ettiği belirsizdir. Kırsalı hiç tanımayanlar, köy kahvelerinde, gözümüze sokulandan daha nitelikli muhabbetler döndüğüne şaşırabilirler. Hayatı dönüştürmek veya “memleketi kurtarmak”, metropollerdeki barlara has değildir yani!

Her şey Türkiye gibidir sizin anlayacağınız. “Minimalizm”in büyüsüne dalanlar, bu kavramı tam da “bize göre uydurma” eylemine girişmişlerdir. Evet; varlık nedenlerini ‘saf sinema’ olarak özetleyen ve biçimselliği ön planda tutan akımın yönetmenleri, tarihsel süreç boyunca popüler sinemanın değişmez unsurları olan aksiyon, efektler, kahramanlar, gerçek dışılık gibi kavramların karşısına sadeliği çıkarmışlar, öyküyü işlevsiz bırakacak her türden ayrıntıdan kaçınmışlar, mekân ve dekor seçimlerini gerçekleştirirken konunun parçalanmamasını göz önünde bulundurmuşlardır. Ama bu bakışta, estetik bağlamda “zaten güzel olan gerçeğe, ek bir güzellik katmaya çalışmak anlamsızdır” şeklinde özetlenebilecek bu düşünce vardır.

Buradaki sihirli kelime olan “gerçek”in anlamını düşünelim şimdi: Ozu, Bresson ve Satyajit Ray gibi yönetmenleri. Ayrıca, Minimalizm’in politik olgulardan ve siyasal bir tavırdan yoksun olduğu eleştirilerinin sadece bize has olduğu gerçeğini! 2. savaş sonrasının Japonya’sındaki toplumsal / bireysel çöküşünü eşsiz bir dille anlatan Ozu klasiklerini, Üçüncü Dünya’nın umut filmlerinden ‘Apu Üçlemesi’ni, Batı’nın “refah toplumunda” içi boş hayatlardan müthiş kesitler sunan Antonioni’yi ya da metaforların siyasal sistemin üzerine bir kabus gibi yağdığı son dönem İran şaheserlerini! Sonra “bize” dönelim ve bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini tartışalım. Mesela “politik” göndermelerle dolu olduğu söylenen bir filmin niçin “distopik” bir yaklaşımla ele alındığını. Derdi, 90’ların faşizan eğilimleriyle hesaplaşmak olanlar, filmlerini neden zamandan soyutlasınlar ki? Yoksa referans alınan İranlı sinemacılar gibi büyük baskılar altında kıvranıyor mu bizim yaratıcılarımız? Ya da fon almak için sırada beliren kurumlar mı böylesi bir “masalsı evreni” dayatan? Bütün bunları geçtik; “biçim” gibi altı kopkoyu çizgilerle boyanan o sihirli kelimeyi de gözden ırak tutmayalım. Hangi “sanat filminde” yeğeninin evine on defa gidip de eli boş döndüğü bu kadar “gösterilir” insanın.

Kısacası; “her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan” türünden, ne anlatmaya çalıştığı belirsiz o tümceyi hatırlatan “güzel ve yalnız ülke” söylemini aklınızdan çıkarmayın. Ve bu filmlerde, o “yalnız ülke”ye dair neyin söylendiğini düşünün. Popüler sinemada Chaplin’le 20’lerin kapitalist toplumunu, Capra ile Büyük Bunalım’ı, Film Noir’la savaş ve sonrası dönemi bir çırpıda özetleyebilirken; dahası bunu 60’lardan itibaren Akad, Erksan, Refiğ, Güney gibi yönetmenlerimizle “bize has” biçimde başarabiliyorken geldiğimiz nokta nedir? Tarihinin en çalkantılı dönemlerinden geçen, büyük altüst oluşlar yaşayan “yalnız ülke”ye dair bize söylenen nedir? Bu üretimler, tarihe ve içinden geçilen döneme tanıklık eden o “yüce sinema” duygusunun yok olduğuna mı işaret etmektedir; yoksa şu an için -en azından bu satırların yazarı tarafından- görülmeyen büyük bir “sanat olayına” mı dokunmaktadır?

Hepsi bir yana; bu anlam karmaşası ekseninde, bir “aydın sineması” olarak takdim edilen “Yeni Türkiye Sineması”nın (ki, son gelişmeler dolayısıyla bu tanımlama, doğal olarak kullanılmaz hale geldi!) rotasını “güvenli” sularda yüzdürdüğünü unutmamak gerekir. Eylem çizgisi gayet net ve parlak görünmektedir: Büyük festivallerimizde jürileri sizin -olmadı hısım akrabanızın- oluşturmanızın; en tepelerde, ülkenin sinema politikalarını belirleyen kurullarda mutlaka yer almanızın; her “sanat filminin” sonuna, teşekkür edilenler hanesine adınızı yazdırmanın; sansürü, engelleme ve baskıları, dünya festivallerini referans gösteren bir çizgide eritme çabanızın; basını, televizyonları ve hatta kimi sinema dergilerini “özgürce” kullanmanızın; böylesi bir dönemde “sol” gösterip “sağ” vurmanızın…

Kısacası ülke insanına dayattığınız koca bir sinemanın, ödüller ve övgüler arasında bir yerlerde unuttuğu tek bir şey kalmaktadır geriye: Tarih!

Virgül…

(12 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com