Kategori arşivi: Yazılar

Avrupa’nın Mahşerleri: Michael Haneke

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Avusturyalı Michael Haneke’nin Fransız sinemasında çektiği “Bilinmeyen Kod” ve “Kurdun Günü” filmlerinin mahşerleri ortasında insanlığa tanıklık etmek istedik.

“Bilinmeyen Kod…”

Avusturyalı büyük yönetmen Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, “Code inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan kayan bir kamera var bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç hareket etmeden yansıtıyor her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özel. Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde 24 Kasım 2000’de vizyona girmişti.

Film, ön jenerikle beraber sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir caddesine gidiyor. Sabah. Kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisi. Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe uyanmaktan ve sakinlikten bıkmış. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyor. Anne, kesekâğıdından poğaça veriyor. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor. Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. Kamera da sola doğru kayıyor. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu) kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou, sağır-dilsizler okulunda öğretmen. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu okulda okuyor. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan itibaren önyargı öne çıkıyor. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyor. Üniformalı polisler her yerde aynı sanki. Gözlerinde o nefret hep var. İnsandan nefret. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola götürmek istiyor. Görüntü kararıyor. Bu sekans, hiç kesme yapmadan sekiz dakikadan uzun sürüyordu.

Georges’un birinci mektubundan… Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyor. Fotoğraflar renkli. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyor. Georges, Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyor mektubunda. Durum gerginmiş. Görüntü kararıyor.

Amadou’nu taksi şoförü babası Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba, taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşuyor. Sonra da müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor.

Video görüntüyle bir kasvetli mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalıyor. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü, Anne’ın korkusu üstüne kararıyor.

Çiftlikte, Georges ve Jean’ın babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yiyor. Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, kamera da geriye doğru kayıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera da uçağa gidiyor. Yolcular uçağa biniyorlar. Rumen Maria da iki polisle uçağa geliyor. Yabancılar şubesi onu sınır dışı yapıyor. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi Aminate (Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama, bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış. Amadou o sırada gözaltındaymış hapishanede. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor. Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlar.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyor. Torunu, bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile yaptırılabildiğini anlatıyor coşkuyla. Rumence konuşuyorlar. Torun gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın. Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinde televizyonda haberleri izlerken, elbiselerini de ütülerken gösteriyor onu kamera. Kırmızı şarabını da içiyor Anne. Görüntü kararıyor.

Maria, dilenerek yaptırdığı evi ailesiyle geziyor gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlar. Görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda küçük öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun küçük kız kardeşi de trampet çalıyor. Görüntü kararıyor.

Georges Paris’e dönmüş. Anne’ın dairesinde. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve ona “Çok özledim” diyerek sarılıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, eski beyaz minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartıyor. Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor. Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyor oradan. Görüntü kararıyor.

Film çekiminde. Anne, emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyor. “Steadicam” kamera da zaman zaman görüntüye giriyor. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yok. Ama evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyor içeriyi. Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyor. Haneke, bu anlarda sıkça açıları değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.

Ardından bir an yansıyor çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlar. Görüntü kararıyor sonra.

Restoranda. Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu paylaşıyor bu anda. Georges da orada. Anne’ın film çekimi kutlanırken, Georges’un da “medeniyete” dönüşü de bu kutlamaya dâhil oluyor sanki. Georges’un medeniyet üstüne düşünceleri derin. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Kamera onları sola kayarak takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini büyüleyici kelimelerle anlatıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın “kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Bizdeki medyanın şefkat duygusu aşağılarda mıydı? Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı der gibi davranıyor. Irkçılığa bu anda da dokunuluyor. Amadou, beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya giderken, kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera Romanya’ya gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyor her şeyi. Arabanın direksiyonu sağ tarafta. Araba, Maria’nın yanında duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyor. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinin kapısını açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi, yine aynı adamla konuşuyor evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle yeneceğini” söylüyor anne. Anadilleriyle konuşuyorlar. Görüntü karıyor.

Çiftlikte. Baba, Jean’ın kendine bıraktığı notu okuyor mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından görüntü kararıyor.

Markette. Georges ve Anne, alışveriş arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlar. Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyor Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyor. Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a gizemli kelimelerle. Sonra da onu öpüveriyor Anne.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyor neşeyle. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, küçük oğlunun sorunun anlamaya çabalıyor evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda, hem Fransızca hem de anadilleriyle konuşuyorlar. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank istemiş.

Kamera, kesme yaparak Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyor. Anne’ın dairesinde. Arkadaki boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, tüm inekleri öldürüyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.

Tiyatro seçmelerinde. Anne, tiyatro sahnede tekstini sahneliyor. Kamera, genel planda ve sabit açıyla yansıtıyor her şeyi. Görüntü kararıyor.

Amadou ve kardeşleri masada yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf, yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuş. Belki de beyazların ırkçılığından usanmıştır. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlar. Amadou, sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo) konuşulanları işaret diliyle anlatıyor. Görüntü kararıyor.

Georges metroda. Ayakta duran Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da. Maria, evlerinin önünde bir adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanında. Adam, yeni yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksiz sanki. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Georges ve Anne, babayı ziyarete gelmişler. Kayıp Jean’dan konuşuyorlar. Baba, oğlunu aramayacakmış. Baba, Anne’a karşı sıcak. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana getiremiyor zihninde baba. Görüntü kararıyor.

Romanya’da da yolculuk başlıyor. Görüntü kararıyor.

François’nın cenaze töreninde. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor. Anne, oradan ayrılırken, kamera sola kaymaya başlıyor. Anne, yaşlı bir kadınla yan yana yürümeye başlıyor. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri yansıyor. Görüntü kararıyor.

Georges’un çektiği siyah-beyaz portre fotoğrafları gösteriyor. Georges’un ikinci mektubu… Georges’un dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç yaşlı, siyahî beyaz, kadın erkek fotoğrafları bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyor. Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim kurmaya çabalamış. Gardiyan, “What I can do you” diyormuş. Bunu dedikçe hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş. CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Baba, traktörle tarlayı sürerken yansıyor bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit açıda bir süre öylece kalıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da insanlar içip eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde. Kalabalıktan uzaklaşan Maria bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay değildi.

Anne’ın oynadığı filmden havuz sahnesi yansıyor. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli değiştirmiş. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası, çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyor. Kesmeyle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında “seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyor. Bu söz günümüzde gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, Afrika’da arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeyken.

Metroda. Anne, tren vagonunun uç taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlar. Yönetmen, ikileme düşürüyor insanları. Banliyöden şehrin merkezine inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne, oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor. Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden savuruyorlar. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken, yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyor. Gençler durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

Dışarıda. Sağır-dilsiz çocuklar hep beraber trampet çalmaya başlıyorlar. Amadou da orada. Görüntü kararıyor.

Filmin girişindeki caddede Rumen Maria yürürken, kamera da onu takip ediyor sağa-sola kayarak. Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan. Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyor ve görüntü kararıyor.

Anne, metrodan çıkıyor. Kamera, sola kayarak onu takip ediyor. Anne, apartmanın önüne geldiğinde kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor. Trampet sesleri duyulmaya devam ediyor. Görüntü kararıyor.

Georges geldiğinde yağmur yağıyor. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. Kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yok. Trampet sesleri hâlâ duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda bir çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk, mezhep vb yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti. Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle, bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?

“Kurdun Günü…”

Michael Haneke’nin 2002 yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt. Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli. Filmde kurtlar yok. Bir belirti de yok. Kurtların sürü oluşumu üstünden ortaya bir şeyler çıkabilir miydi? Kurt sürülerinde, alfa olan dişi ve erkek, tüm sürünün lideri oluyordu. Çiftleşme ve yavru doğurma haklarının yanında, ortaklaşa avlanan avlarda öncelik de alfalarda oluyordu. Kurt sürülerinde bir hiyerarşi vardı hep. Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyor. Haneke sadece İncil’in kıyılarında dolaşıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyor. Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demek. Yahudiler, onlara “Tzaddikim” diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları epey araştırmak gerekiyordu. Sonunda “com” olan “lanuitdublogeur” adresinde bulabildik araştırmayla. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav, özelde de Norveç efsanelerine dayanıyor. Thor, Tyr (Tır), Freyr vb üzerine efsanelere bakmak gerekiyor. Araştırmalarla, sonunda “org” olan “norse-mythology” adresinde bulabildik. Adresin sonuna “/tales/ragnarok” eklemek de gerekli. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini, mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz.

ORF-Wega-Bavaria-Canal Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok. Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyor. Yönetmen, doğal sesler kullanmış. Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyor anlam yaratmada. Bazı anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı 1976 yapımı “Mr. Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de, Bretctyen yabancılaşma yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in bu filminde de dâhil olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde 24 Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.

Film başlar başlamaz bir kâbusun içine düşülüyor. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla gelişiyle başlıyor her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de almışlar. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Bir karı-kocayla bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi? Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyor. Tüfekli adam, karısı oğluna su içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı “Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.

Uzaktan orman yansıyor. Anne ve çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken yansıyor. Köyde bir eve gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne. Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya çalışıyor. Isınmak için de ateş yakmışlar. Anne, biraz yiyecek bulabilmek için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, Ben de onu yakalamaya çabalıyor. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu yakalıyor ve Ben’e veriyor.

Gündüz oluyor. Dışarısı sisler içinde. Aile sisler içinde yine yollara düşüyor. Bir kulübe görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yer burası. İçeriye saman yığılmış. Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle. Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyor. Karanlıklar içinde Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyor birden. Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı, yabancı bir genç kaçakla (Hakim Taleb) Ben çıkageliyor. Ben, gencin tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne, gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor. Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor. “Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark ediyorlar. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben geride kalıyor ve yere çöküyor.

Tren istasyonuna geliyorlar. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar var. İçeride yaşlı bir adamı görüyor Anne. İçeride soba da var. İçerisi soğuk. Anne, yaşlı adama sigara paketini uzatıyor. Treni soruyor. Yaşlı adam, Anne’ı anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir bebek torunu var. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemli. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor. Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva, Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur. Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi. Su ve yiyecek tren kadar önemli bu kıtlık mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek bulması zor. Para bir yere kadar önemli. Mafya organizasyonu oluşturmuş bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeyi alıyorlar.

Gündüz. Dışarıdaki insanlar treni iterek makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau) yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in (Beatrice Dalle) eşi. Brandt ailesinin bir de kızları var. İçeride Anne, Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyor sigara vererek. Bir şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller ödemek zorunda kalıyor kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak zorunda kalan kadınlar var. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için savaşıyorlarmış. Bu “36”lar kimdi? Mitolojik bir şey miydi? Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki olayları da haber veriyor. Moral bozucu haberler. Yiyecek, içecek ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Ülkenin güneyinde zorluklar artmış. Her şeyin aynı olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok öfkeleniyor. Eva da, başka bir mekânda bir şey arıyor gibi. Dışarıda bir kadın çocuğu için su istiyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyor kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor. Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da, bütün mücevherleri Koslowski’ye vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.

Koslowski atlılarla su getiriyor istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyor. Gece. Dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmış. Su getiren atlılar da orada. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri, Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlar. Yaşlı adam içeri gidiyor. İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyor susuzluktan ölmesin diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu anlamlaşabilecek belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler, kültürler ve başka şeyler var işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyor.

Gündüz. Kamera, tarlaların ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik miydi bu? Başka bir an. Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor. Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyor. O sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı? Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Kamera, içeriden sağa kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyor Eva.

Gece. İçeride adamın biri Béa’ya, “36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyor. Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor. Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyor mekâna. Gecenin derinliğinde uyuyan Eva uyanıyor. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanık. Sabaha karşı herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değil. Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek için yardım istiyor insanlardan.

Gece. İçeride insanlar uyuyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmış. Dışarıda iki adam nöbet tutuyor. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar” mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Bir at kişniyor. Ateş demiryolu üzerinde yanıyor. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar” hikâyesinin etkisinde kalmış. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da yavaşça geriye doğru çekiliyor. Gündüz. Trenin kompartımanından doğa yansıyor sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiyor birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey?

(15 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Avrupa’nın Sessizliği

Sığınmacılar meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüzyüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bu hafta bizde de gösterime giren Altın Ayı ödüllü son çalışması ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu en önemli toplumsal sorununa çeviriyor.

1964 Eritre doğumlu olup bir dönem İstanbul’da yaşadıktan sonra yirmili yaşlarının başlarında sinema eğitimi için New York’a yollanan yönetmenin filmlerini geniş bir zamana yayarak çektiğini ve kurgu sürecinin uzun sürdüğünü biliyoruz. Hindistan’da kutsal Ganj üzerinde çektiği 1993 yapımı ilk belgeseli ‘Boatman’in izleyici karşısına çıkması tam beş yılını almıştı. California çölünde eski arabaları, kırık dökük karavanları, birkaç parça eşya ve bazen can yoldaşı köpekleriyle kent yaşamına ve kapitalizme inat başka bir yaşamı sürdüren uyumsuzları belgelediği ikinci uzun metrajı ‘Below See Level / Deniz Seviyesinin Altında’nın (2008) nihai kurgusu yine beş yılda tamamlanacaktır. Youtube’dan izlenebilen 2010 yapımı üçüncü çalışması ‘El Sicario, Room 164’ Meksika kökenli uyuşturucu karteli tetikçisinin itirafları üzerinedir. Yirmi yıl boyunca kartelle çalışmış polis kökenli tetikçinin kurbanlarını sorguladığı ve infaz ettiği otel odasındaki tüyler ürperti açıklamalarına tanıklık ederiz bu kez.

Üç yıl önce Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan ilk belgesel olarak tarihe geçen ‘Sacro GRA’, Rosi’nin daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlar. ‘Çevreyolu’ başlığıyla 33. İstanbul Festivali programında bizlere de ulaşan film adını Roma’yı Satürn’ün ışık halkaları misali çevreleyen 70 km. uzunluğundaki devasa otoyoldan alır. Çekimleri iki yıl kadar süren filminde bu otoyol çevresinde yaşayan farklı sınıflardan insanların gündelik hayatından kesitleri etkileyici bir üslupla perdeye taşır sinemacı. Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’inden esin alan yapım Roma’nın ‘muhteşem güzelliği’ni görmek isteyenleri biraz hayal kırıklığına uğratır belki, ancak bireyler ve mekân arasında kurduğu ilişkiyle şehir üzerine yazılmış benzersiz bir sosyal makaleye dönüşür.

Şubat ayında bu yıl Meryl Streep’in başkanlığını yaptığı Berlinale jürisinin büyük ödülünü kazanarak Rosi’nin acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan ‘Denizdeki Ateş’, sinemacının belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz işlerinin şimdilik sonuncusu. 35.İstanbul Film Festivali’nde izlenen Jacob Brossman imzalı ‘Lampedusa’da Kış’ belgeseline ilişkin kaleme almış olduğum yazıda son 15 yılda 20.000’den fazlasının denizlerde yaşamını yitirdiği Afrikalı mültecilerin durumunun aciliyeti hususunda görüşlerimi belirtmiştim. Coğrafya hakkında bilgileri tazeleyecek olursak, Lampedusa Sicilya’nın güneyinde, 11 km uzunluk ve 3 km genişlikte Afrika’ya en yakın, hatta Tunus’a Sicilya’dan çok daha kısa mesafede bir İtalyan adası. Yaklaşık 4000 kişinin yaşadığı bu küçük kara parçası özgür ve emniyetli bir yaşam için Avrupa’ya göç eden Kuzey Afrikalıların ilk durağı, el yordamıyla umuda yolculuk edenlerin Akdeniz’deki can simidi haline gelmiş. Adaya bir kısa film çekmek için geliyor Rosi. Ancak trajedinin boyutunu kavradıktan sonra meseleyi geniş kitlelere daha vurucu bir biçimde aktarabilmek için uzun metrajda karar kılıyor.

Adada 18 ay geçiriyor yönetmen. Bu süre zarfında trajediyle yüzyüze geliyor. Tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna tanıklık ediyor. Denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefaleti görüntülüyor. Yakınlık kurduğu Nijeryalı göçmenin ağzından dökülen ağıda kulak veriyor. Genç adam bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını dile getiriyor. Binlerce göçmenin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini haykırıyor.

Mültecilerin yaşadıkları dram Rosi’nin filminin üçte birlik bölümünde yer alıyor. Asıl gözlemlediği ada halkından bir ailenin bireyleri ve yakınları. Adada geçirdiği süre içinde yakınlık kurduğu ve güvenini kazandığı 12 yaşındaki Samuele ve birlikte yaşadığı balıkçı amcası ve babaannesinin yaşantılarına konuk ediyor bizleri. Ellerinde ananas ağacından yapılmış sapanlarla kuş avına çıkan Samuele ve arkadaşını gamsız çocukluğun tadını çıkartırken izliyoruz film boyu. Köyde hayat sakin ritminde sürüyor. Maria hâlâ leziz İtalyan yemeklerini hazırlarken adanın DJ’inden istekte bulunduğu -filmin özgün adını aldığı ‘Fuocuammare’nin de aralarında bulunduğu- napoliten şarkılar ya da Rossini ezgileri duyuluyor radyodan. Giderek mültecilerin yaşadıkları trajediden bihaber süren dingin ada yaşamı güçlü bir Avrupa metaforuna dönüyor. Bu metaforu güçlendirmek için olsa gerek, ‘Lampedusa’da Kış’ belgeselinde rastladığımız göçmenlere yardım eden, onlara umut aşılamaya çalışan, yaşananların unutulmaması ve denizde hayatını kaybedenlerin anılarını yaşatmak için gayret sarfeden Paola La Rosa benzeri kişilerle karşılaştırmıyor bizleri Rosi. Adadakiler ile sığınmacıların birlikte görüntülenmediği filmde mültecilerle iletişim halinde olan tek kişi köyün doktoru. Filmin tam kalbinde yer alan etkileyici monologunda onların yaşadıklarından, talihsiz ölümlerden, çoğu çocuk ve kadın onlarcasının otopsisini yapmanın dehşetinden kederle söz ediyor Dr. Bartolo.

Napoliten ezgilerin arasına sıkışmış kısa haberlerde mülteci ölümlerinden bahsediliyor. Mutfağında yemek pişiren Maria halanın ‘zavallılar’ sözünden başkaca bir tepki işitilmiyor. Samuele’nin sol gözündeki tembellik, sağ beyinle ilintili empati eksikliğinin metaforu olarak mükemmel işliyor. Rosi bir kez daha belgesel ile kurgunun sınırlarını görünmez kılıyor. Hiç bir planı önceden kurgulamıyor. Gündelik hayatın doğal akışı içinde filmde yer alan gerçek kişilere hiç bir müdahalede bulunmuyor. Soru sormuyor, fazlaca izahat vermiyor. Puslu Lampedusa kışının ışığında ele aldığı meseleyle başbaşa kalarak perdeye yansıyanları sorgulamaya çağırıyor bizleri. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ediyor, şiirsel haykırışıyla kamuoyunun suskunluğunu bozmayı hedefliyor.

(10 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cennette de Gerecek: Hitchcock

Sinemanın büyüklerinden Alfred Hitchcock’un güneş altında gerilime sürükleyen “Kelepçeli Âşık” ve “Gizli Teşkilat” filmlerini de hatırlatmak istedik. Sinemanın klasikleşmiş bu iki filmi, küçük anlarıyla tedirginlik içinde kıvrandırıyor insanı.

“Kelepçeli Âşık…”

Alfred Hitchcock’un Fransız Riviyerası’nda geçen 1955 yapımı “To Catch a Thief-Kelepçeli Âşık”, güneyin Akdeniz güneşi altında geçen, aşklı, gerilimli ve eğlenceli bir film. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu John Michael Hayes yazmış. Film, David Dodge’un eserinden uyarlanmış. Neşeli ve gerilimli müzikleri Lyn Murray bestelemiş. Çarpıcı “technicolor” görüntülerse Hitchcock’un kadim karmamanı Robert Burks’ten. Hitchcock bu filminde sıkça kararma-açılma ve zincirlemeli geçişler kullanmış. Bu iki teknik, ustanın ruhuyla da buluşuyor tüm filmlerinde olduğu gibi. Filmde İngilizce ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu film ülkemizde, Şubat 1957’de vizyona çıkmıştı.

Filmin ön jeneriği, Fransa afişleriyle doldurulmuş vitrin üzerine yansıyor. Ön jenerik yazıları bittikten sonra kamera birden Fransa afişine yöneliyor. Afişte, “Hayatı seviyorsan Fransa’ya bayılacaksın” yazıyor. Altta da neşeli bir müzik duyuluyor. Ardından bir kadın çığlık atıyor, mücevherleri çalınmış. Nice şehrinde peş peşe mücevher soygunları oluyor. Gece… Kara bir kedi çatılarda dolaşıyor. Sonra yine soygun çığlıklar duyuluyor soygun oldu diye. Yine geceleyin çatılarda kara kedi dolaşıyor. Bir kadın yatağında uyurken kara kedi kostümü giyinmiş biri mücevherleri yastığın altından alıyor. Zincirlemeli geçişle polis müdürlüğü yansıyor. Komiser Lepic (René Blancard) suçluyu tahmin ediyor. Nice, öyle güzel bir şehir ki, güzeller güzeli İzmir’i çağrıştırıyor insanda. Diğer Akdeniz şehri Toulon da birazcık İstanbul havasını veriyor. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler buraları.

Gündüz… Nice’in dışında muhteşem villada hizmetçi Germaine (Georgette Anys) temizlik yaparken kara kedi de divanda huzur içinde. Gazetenin haberi yansıyor. Gazetede, “Eski ‘kedi hırsız’ John ‘Robie’ yeniden işbaşında mı” başlığı atılmış. John ‘Robie’ Smith (Cary Grant), eski direnişçilerdenmiş Fransa’da. Sonra “Kedi Robie” lakabını almış. Çünkü zengin yerlerde mücevher soygunları yapmış ve yıllardır da hiç kimseyi soymamış John “Robie” Smith. Aslında “Robie” onun lakabı. Robin Hood’u çağrıştırıyor. Ama o, zenginden alıp yoksullara dağıtmamış paraları. Şimdiki lüks yaşamını sürdürmüş. Uzun süreli tatil yaşıyor yani. John, villasının bahçesinde çiçeklerle ilgilenirken polis arabasını görüyor, içeri giriyor. Lepic ve polisler onu ayaküstü sorguluyorlar. Şüpheli olduğunu anlayan John, ikinci kattaki odaya girdikten sonra bir tüfek sesi duyuluyor. Polisler odanın kapısını kırıyorlar, ama John ortalarda yok. Dışarıda araba sesi duyuluyor. Polisler, John’un peşine düşüyorlar. Nefes kesici takip başlıyor. Hitchcock, bu takip sahnesini yoğunlukla havadan çekmiş ve Riviyera’nın güzelliğini gösterirken, cennette de gerilim yüklü heyecan olduğunu fısıldıyor sanki. Kıvrımlı ve inişli-çıkışlı (varyantlı) yollar heyecanı daha da çoğaltıyor. Polisler, John’un izini kaybediyorlar. Sonra John yolcu otobüsüne biniyor. Otobüsün arkasında üstadın, Hitchcock’un yanına oturuveriyor.

John, Nice’e geliyor. Kamera kayarak John’u izliyor masaları dışarıda olan restoranda. Mutfağa gidiyor. Eski direnişçi arkadaşları ona ters ters bakıyor. Restoranın sahibi Bertani (Charles Vanel) onu tanıyor. 15 yıldır mücevher çalmadığını söylüyor. Biri, onu taklit ederek soygunlar mı yapıyordu? Bertani, inanmıyormuş gibi yapınca John kedi gibi hırçınlaşıyor. John, Bertani’den mücevherleri olan zenginlerin listesini istiyor. Eski günlerin hatırı için yardımcı olmak istiyor Bertani. Ama polisler geliyor. Bertani, şarap garsonu Foussard’ın (Jean Martinelli) kızı kısa saçlı, sarışın, genç ve güzel Danielle’le (Brigitte Auber) oradan uzaklaşıyor. Tekneyle Cannes’a doğru gidiyorlar. John, Danielle’i çocukluğundan beri tanıyor. Ona İngilizce bile öğretmiş. Danielle, Güney Amerika’ya gitmeyi hayal ediyor. Havada da bir uçak dolaşıyor John’u bulmak için. Ardından John yüzerek Cannes’daki plaja çıkıyor. Plajda güneşlenirken Bertani’den telefon geliyor. Şehirdeki çiçekçi pazarına gidiyor John. Orada tipik İngiliz H. H. Hughson’la (John Williams) tanışıyor. Hughson’ı Bertani ayarlamış. Çünkü o İngiliz sigortacı ve mücevherleri olanların listesi de onda. John, listeyi alıp taklidini yakalamayı umuyor. Ama listeyi John’a vermek, ciğeri kediye emanet etmek değil miydi? Güven önemliydi. John polisleri fark ediyor. Hughson’la çiçekçilerin arasından yürüyorlar sakince. Bu andaki çekim etkileyiciydi. John ve Hughson öne doğru yürürken, kamera da geriye doğru kayıyordu. Jean-Luc Godard, 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle-Serseri Âşıklar” filminde bu çekimden ilham aldığını hissediyorsunuz. Polisler yaklaşırken, John kaçıyor. Hughson, “Carlton Hotel” diyor John kaçarken.

Gündüz… John’un villasında. John ve Hughson, öğle yemeği yerken hırsızlıklar üzerine de konuşuyorlar. Hughson, bugünkü öğle yemeğini faturadan düşürecek miydi? Başka şeylerde de. Hepsi hırsızlık değil miydi? Hughson, listeyi vereceğini polise de söylemiş. Listeyi John’a veriyor. John’a, Amerikalı Bayan Stevens’tan söz ediyor. Hughson, akşam otelde Bayan Stevens ve kızıyla yemek yiyecekmiş. John, siyah takım elbisesi ve kelebek kravatıyla otele düşüyor. Hughson’la, anne-kız otelin restoranından çıkıyorlar, John’u fark ediyorlar. Sonra onlar kumar bölümüne gidiyorlar. John da. Rulet oynanıyor. Sonra onların masasına davet ediliyor. Anne Jessie Stevens (Jessie Royce Landis), zengin bir mirasyedi. Kocası yıllarca petrol aramış. Bulduğunda ölmüş. Milyonlarca varil petrol Jessie’ye kalmış. Sarışın ve büyüleyici güzelliğiyle etrafına ışık saçan kızı Frances “Francie”yle (Grace Kelly) dolaşıp duruyorlar. Mücevherlere çok bağlı Jessie, kızına münasip bir koca mı arıyordu? John, Francie’yle ilgilenmiyormuş gibi yapıyor. John onlara kendini Oregonlu emlakçı olarak tanıtıyor. John, gecenin sonunda onları odasına götürüyor. Francie, odanın kapısında John’u dudaklarından öpüyor. Francie’den ayrılan John’u kamera koridorda dikizler gibi kayarak izliyor. Bu sadece estetik bir görüntü değil, polise de metafor yapan kaydırmalı çekimdi. Polisin gözleri sürekli John’un üstünde dolaşıyor hep.

Ertesi gün. John, Jessie’nin odasında. Odada Francie ve Hughson da var. Francie, John’u plaja çekiyor. Siyah mayosunu giymiş Francie, tüm büyülerini etrafa saçıyor lobide. Resepsiyondan John’a bir not veriliyor. Notta, “Dokuz canın sekizini kullandın, sonuncusunu harcama” yazıyor. Cannes plajına geliyorlar. John, Danielle’i görüyor. John ona doğru yüzüyor. Danielle dubaya çıkıyor. Danielle, John’un Francie’nin yanında olmasını kıskanıyor ve kendini ona fark ettirmek istiyor kışkırtıcı kelimelerle. Danielle, John’un yeni bir işin peşinde olduğunu ima ederek söylüyor önce. Danielle, Francie’yi kastederek, “Parası dışında bende olmayan neyi var” diyor. John, “Sen kızsın, o kadın” diye cevaplıyor. Hazırcevap Danielle, “Yeni bir arabayı ucuza alacakken neden eskisini tercih ediyorsun? Yeni daha iyi ve hızlıdır” dediğinde birden Francie ortaya çıkıyor. John’u buraya çekeni merak etmiş. Ertesi gün John otelin önüne geliyor. Francie onu bekliyor. Polisler de John’un peşinde. Francie piknik için hazırlık yapmış. John gönülsüz olsa da arabaya biniyor. Üstü açık arabayı Francie sürüyor. Takipte de polisler var. Bir malikâneye geliyorlar. Bahçede dolaşıyorlar. Francie, John’un evli olup olmadığını öğrenmek istiyor. John, müstakbel kocalardan biridir belki de. Sonra oradan ayrılıyorlar. Polisler de peşlerine takılıyorlar yine. Kıvrımlı yollar, muhteşem Akdeniz manzaraları büyülerken, Francie peşlerinde polis olduğunu anlamış gibi gaza basıyor. Bu dönemeçli yollar, Grace Kelly’nin 1982’de trajik trafik kazasında vefat ettiği yollardı. İnsana hüzün çöküyor. Kelly, Hollywood’un prensesiyken, bu filmden sonra Monaco’nun prensesi olmuştu. Hitchcock, bu anlardaki arabalı çekimlerin çoğunu stüdyoda çekmiş. Arka fonda görüntü projeksiyonla yansırken, oyuncular da araba sürüyormuş gibi yapıyorlar bu teknikte. Francie’nin dönemeçli yollardaki hızına dayanamayan polisler kaza geçiriyorlar. Polisleri atlattıktan sonra piknik yapıyorlar Akdeniz manzarası karşısında. Francie, John’un “Kedi Robie” olduğunu tahmin ediyor. John’u itirafa zorluyor. Francie de John’un yapacağı soyguna dâhil olmak istiyor. Onu etkilemek için öpüyor. Açılışı yapılacak Sanfordların malikânesini soymasını istiyor Francie. Orada balo yapılacakmış.

Gece… Francie’nin odasında. Francie kışkırtıcı gece elbisesini giyinmiş. Soygun için John’u kışkırtıyor. Aslında onun “Kedi Robie” olduğunu kendine kanıtlamak istiyor. Acaba John, annesinin mücevherlerinin mi peşindeydi? Francie, loş ışık altında dişiliğini kullanıyor, onu öpüyor. Ama bu defa sadece öpücük yetecek miydi? Gecenin içinde patlayan havai fişekler erotikti ve bir şeyler anlatıyordu metafor anlamında. Görüntü kararıyor. Gecenin içinde Jessie’nin çığlığı duyuluyor. Mücevherleri çalınmış. John, Jessie’nin odasına gidiyor arama yapmak için. Odaya Francie geliyor ve annesine, “Konuşma onunla” diyor. Francie, John’daki listeyi bulmuş. Odaya polis gelince John kaçıyor. Sabaha karşı John, çatılarda bekliyor. Görüntü kararıyor. Sabah odada Francie annesiyle tartışıyor. Polisler de alarmda. John kıyıda oltayla balık avlarken, yanına Hudgson geliyor. John’un, sahte “Kedi Robie”yi bulabilmesi için polisi yardımına ihtiyacı varmış. Hudgson’dan yardım istiyor. Görüntü kararıyor. Gece… Sanfordların villasının bahçesinde. John, bahçede gizlenmişken arkasından Foussard geliyor boynuna sarılıyor öldürmek için. Arkadan İngiliz anahtarı Fousard’ın başına iniyor. Foussard denize düşüyor. Foussard’ın ölümü gizemli kalıyor gibi. Hitchcock, zihinlerde kuşkular oluşturuyor ama. Polisler de geliyor. Sadece Foussard’ın cesediyle karşılaşıyorlar. Polis, gazetelere “Kedi öldü” diye haber sızdırıyor. Lemic polis bürosunda Hughson’a, Robie’nin Foussard olduğunu söylüyor. Böylece mücevher hırsızı sorunu da çözülmüş oluyor Lepic’e göre. Lepic’in bürosuna John da geliyor. Foussard’ın bir bacağının tahtadan bacak olduğunu söylüyor. Mezarlıkta Foussard’ın cenaze töreninde Danielle, John’a öfkeyle bakıyor. Bertani, John’a Amerika’ya dönmesini söylüyor. Danielle, öfkeyle “Defol buradan valeur (hırsız). Öldürdün onu” diyerek John’un üzerine yürüyor. John da ona tokat attıktan sonra mezarlıktan ayrılıyor. Mezarlığın önünde arabasıyla Francie onu bekliyor.

Gece… Sanford balosunda… Baloda davetliler, 17. yüzyıl kostümleriyle arz-ı endam ediyorlar. Hatta Bertani ve garsonları, Lepic ve polisleri de bu kostümlü gösteriye katılıyorlar. Ama John nerdeydi? Yüzü de siyahîleri andıran maskeyle örtülü biri Francie’yi dansa kaldırıyor. Yoksa o muydu? Francie ve kavalyesi malikâneye giriyorlar. Polisler de peşlerinde. Binada izlerini kaybettiriyorlar. Siyahî kostümlü Hughson’dı. Ya John? Kamera fazla merakta bırakmadan çatılara gidiyor, John’u buluyor. John gizlenmiş beklerken bir anda bir şey oluyor. Sahte “Kedi” çatıda fark ediliyor. John onu kovalıyor. Ayağı kayan sahte “Kedi”, çatıdan aşağı sarkıyor. John onun elinden yakalıyor, sonra da aşağıdakilere ve polislere itiraf ettiriyor her şeyi. Hitchcock’un başından sonuna kadar ayakta tuttuğu merak duygusunun karşılığı bu anda ortaya çıkıyor. Gerilim ve merak iyiydi her zaman. Gündüz, John villasına geliyor. Farncie de onu takip etmiş. Hayatının erkeği bu yalnız kurdu bırakmak istemiyor Francie ve hemen onu dudaklarından öpüyor. Mutlu sonda aşk kazanıyor, daima…

“Gizli Teşkilat…”

Alfred Hitchcock’un 1959 yapımı “North by Northwest-Gizli Teşkilat”, casusluk üstüne gerilim yüklü, maceralı ve eğlenceli bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu Ernest Lehman yazmış. Müzikleri Bernard Herrmann üstat bestelemiş. Müzikler görüntülere destek verirken, gerçek anlamda insanı geriyor. Çarpıcı fotoğraflarıysa Hitchcock’un vazgeçilmez kameramanı Robert Burks yansıtmış. Hitchcock bu filminde yoğunlukla zincirlemeli teknik kullanmış zaman geçişlerinde. Bu film ülkemizde, Ocak 1962’de gösterime çıkmıştı.

Film, beklenmedik bir anda bilmediği olayların içine düşen bir reklamcının, Roger O. Thornhill’in (Cary Grant) gerilim dolu macerasını anlatıyor. Her günü, her şeyi aynı giden bir insanın nefes kesici rüyası gibiydi sanki. Filmin ön jeneriği özel ve insanı hazırlıksız gerilimin içine düşürüyor. Çarpıcı ön jenerik yazıları, New York’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının üstüne düşüyor. Sonra cadde, binanın camlarından yansıyor. Akşamüstü. Çılgın kalabalıklar binadan çıkıyorlar. Kimi taksiye, kimi de belediye otobüsüne biniyor. Hitchcock usta da otobüsü kaçırıyor bu kalabalık ortasında.

Binada reklamcı Roger, sekreteri Maggie’ye (Doreen Lang) not aldırıyor mektup için. Bina önünde sekreteriyle taksiye biniyor. Sonra bir otele gidiyor Roger müşterilerle buluşmak için. Masaya gittikten sonra kamera aniden kayarak iki adamı gösteriyor. Çok geçmeden bu iki casus Roger’ı tehdit ediyorlar ve zorla arabalarına bindiriyorlar. Adamlarla bilmediği bir yerde, Townsend malikânesinde buluyor kendini Roger. Çalışma odasına götürüyorlar onu. Çok geçmeden Philip Vandamm (James Mason) geliyor. Ona sürekli George Kaplan diyor. İlk defa duyduğu bu isim onu şaşırtıyor. Odaya Leonard (Martin Landau) geliyor sonra. Planlarını ne kadar bildiğini söylüyor Leonard. Hangi plandı? Pittsburgh’ta temas kurduğu adamın icabına da bakmışlar. Roger, Pittsburgh’a hayatında hiç gitmemiş. İnandıramıyor. Onlarla iş yapıp yapamayacağını soruyorlar. Vandamm odadan çıkıyor. Leonard ona zorla iki şişe burbon içiriyor. Gece. Dışarıda, kendini buraya getiren casuslardan biri, Valerian (Edward Platt) onu üstü açık Mercedes arabaya bindiriyor. Arabayı çalıştırıyor. Sonra da sarhoş olmuş Roger’ı uçuruma doğru salıyor. Planları bozuluyor ve Roger uçuruma düşmekten son anda kurtuluyor ve oradan uzaklaşıyor. Roger’ın peşine düşüyorlar. Trafikte kaos yaratan Roger’ın peşine devriye polisleri de takılıyor. Bisikletli birine çarpmamak için aniden frene basan Roger kendini Glen Cove karakolunda buluyor. Annesi Clara’ya (Jessie Royce Landis) telefonla aramasına izin veriyorlar. Roger olayı anlatıyor, sabah avukatıyla gelmesini söylüyor.

Roger, avukatı ve annesi ertesi gün mahkemede hazır bulunuyorlar. Yargıç anlatılanlara ikna olmuyor, araştırılmasını istiyor. Nassan Emniyet’inden Yüzbaşı Junket (Edward Binns) araştırma yapıyor Townsend malikânesinde. Roger, annesi ve avukatı da malikânede elbette. Kendini Bayan Townsend olarak tanıtan kadın (Josephine Hutchinson), Roger’a George Kaplan diye hitap ediyor. Polise, akşam evde parti olduğunu söylüyor kadın. Kocasının BM Genel Kurulu’nda konuşacağını da söylüyor. Kefaleti ödeyen Roger, annesiyle otele gidiyor. Roger ve annesi Kaplan’ın odasına çıkıyorlar. Otelde tüm çalışanlar Roger’a “Bay Kaplan” diye hitap ediyor. Oda hizmetlisi kuru temizlemeden takım elbise bile getiriyor. Telefon geliyor. Vandamm arıyor. Vandamm onu lobiden aramış. Roger temizlenmiş ceketi giyiyor, annesiyle odadan çıkıyor. Onu kaçıran iki casus da fark ediliyor birden. Roger ve annesi kalabalık asansöre biniyorlar, peşlerinden iki casus da. Roger’ın şakacı annesinin esprisi iki soğuk casusu kahkahaya boğarken, Roger aradan kaçıyor, taksiye biniyor. Roger, BM binasına geliyor. Orada Lester Townsend’ı (Philip Ober) buluyor. Townsend’ın hiçbir şeyden haberi yok. Casuslar da BM’ye geliyor. Roger, Townsend’a Vandamm’ın fotoğrafını gösterirken casuslardan biri Townsend’ı arkasından bıçaklıyor. Her şey birdenbire oluveriyor. Bıçağa dokunan Roger suçlu duruma düşüyor ve kaçak oluyor. Sonra kamera, binanın tepesinden aşağısını plonje gösteriyor çarpıcı açıyla. Aşağıya doğru uzanan upuzun BM binası, boşlukta her şeyin küçücük yansıması insanda yükseklik korkusunu dışarı çıkartıyor adeta. Hitchcock, bu kübist görüntüyle korkularla oynuyordu sanki. Final bölümünde de öyleydi.

Zincirlemeli geçişle “ABD İstihbarat Teşkilatı” bürosuna gidiyor kamera. Toplantıda Profesör (Leo G. Carroll), George Kaplan’ın hayali biri olduğunu söylüyor. Roger da rolünü iyi oynamış. Elbette hiçbir şeyden haberi yok Roger’ın. Profesör, Roger’ın George Kaplan olmasından gayet memnun. Öte taraftan polisler ve Vandamm da, Roger’ın peşindeler. Zincirlemeli geçişle kalabalık tren garı yansıyor. Gişeden bilet almak istiyor, ama gişeci gazetede fotoğrafını gördüğü Roger’ı oyalıyor. Ne olduğunu anlayan Roger, Şikago trenine biletsiz biniyor. George Kaplan’ı otelde bulacağına inanıyor. Koridorda onunla, sarışın Eve Kendall’la (Eva Marie Saint) karşılaşıyor. Kondüktörler de bilet kontrolü yapmaya başlıyorlar. Tuvalete saklanan Roger yemekli vagona gidiyor. Garson onu Eve’in masasına oturtuyor. Her şey güzel tesadüflerle gelişiyor sanki. Eve, garsona onu masasına getirmesi için para vermiş. Roger, güzel kadınlarla karşılaştığında onlarla sevişmek istiyormuş hep. Reddedilmek de var. Eve, “Kadın da isteyebilir” diyor. Eve, onu tanıdığını söylüyor. Gazeteler de boy boy fotoğrafları yayımlanmış Roger’ın çünkü. Roger, Eve’in sigarasını kendi isminin baş harfleri “R.O.T.” yazan kibritle yakıyor. Tren duruyor. Sivil polisler Roger’ı arıyorlar. Eve’in yataklı kompartımanına polisler geliyor ve Roger’ı soruyorlar. Eve, sakince polislere cevap veriyor ve onları yolluyor. Sonra Eve, yataklı bölümü açıyor. Roger oraya gizlenmiş. Sonra öpüşüyorlar. Roger, Eve’in tadını beğenmiş. Bu öpüşme anı sinemanın özel anlarından biriydi. Elbette konuşmalar da. Erkekler, kadınların kelimelerdeki ses tonlarını zihnine yerleştirdikten sonra mı onlara âşık oluyorlardı? Kadındaki, sevgiyi ve şefkati buluyorlardı belki. Kompartımana bir görevli gelince Roger tuvalete gizleniyor. Eve, görevliye not veriyor. Görevli de notu Vandamm’a götürüyor. Eve ikili mi oynuyordu? Şikago garında. Bir görevlinin kıyafetlerini giyinmiş Roger, Eve’in de valizlerini taşıyor. Sonra Roger, tuvalette tıraş oluyor. Elbiselerini giyiyor. Gardaki telefon kulübesindeki Eve, telefonla konuşuyor. Kamera sağa doğru kayıyor ve başka bir telefon kulübesindeki Leonard’ı gösteriyor. Roger Eve’in yanına geliyor. Eve, Roger’a George Kaplan’a telefon ettiğini söylüyor. Eve, onu başka bir yere gönderiyor.

Zincirlemeli geçişle kamera tarlaların ortasından geçen yola gidiyor. Vince takılı kamera, genel çekimle bu anı yansıtıyor. Hitchcock bu anlarda müzik kullanmamış. Sadece doğal sesler var. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi sanki. Öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn buna “tonal kurgu”, yani “sessel kurgu” demişti. Bu kurguda, sanki yönetmen hiç müdahale etmiyormuş izlenimi vardır. Her şey çerçevenin içinde doğal biçimde akıp gidiyormuş gibi. Hitchcock’un bu filmindeki bu sahnelere en baştan en sona kadar yoğunlaşınca bu his alınıyor. Baştan sona tarlaların olduğu yerde geçen bu sekans sinemanın özel anlarındandı. Can sıkıntısına, zamanın yavaşlamasına, gerilime dolaysız dokunulabiliyor. Yolcu otobüsü duruyor, Roger dışarı çıkıyor. Yol kenarında George Kaplan’ı beklemeye başlıyor. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde birkaç araba geçiyor, ama durmuyor. Sonra tali yoldan ana yola bir araba geliyor. İçinden bir adam çıkıyor. Roger onun aradığı adam sanıyor. Otobüs gelince adam gidiyor. Çok geçmeden havada ilaçlama uçağı görünüyor. Uçak doğrudan Roger’ın üstüne geliyor. Yere yatıp kurtulan Roger mısır tarlasına sığınıyor. Uçak bu defa üzerine ilaç atıyor. Gerilimin üst noktaya çıktığı bu anlarda uçak, bir tankere çarpıp infilak ediyor. Roger, oradan geçen meraklı insanlardan birinin kamyonetini çalıp Şikago’ya gidiyor.

Zincirlemeli geçişle gece Roger şehirde otelin önüne geliyor. Otele giren Roger, resepsiyona George Kaplan’ı soruyor. Kaplan otelden ayrılmış sabahleyin. Resepsiyoncu, George Kaplan’ın Güney Dakota’da Rapid City’ye gittiğini söylüyor. O sırada Roger’ın gözü lobide Eve’e takılıyor. Gazete alan Eve, asansöre biniyor. Roger, Eve’in oda numarasını öğreniyor ve Eve’in karşısına çıkıveriyor. Genç sarışın şaşırıyor onun hâlâ hayatta olmasından. Roger, hiçbir şey bilmiyormuş gibi ona yakınlık gösteriyor. Reklamcı Roger casusluğu da öğrenmiş. Telefon geliyor. Eve telefonla konuşurken not da alıyor. Roger’ın aklı notta. Roger ona baş başa yemek yeme teklifi yapıyor. Ceketini temizletmesini istiyor Eve. Sonra da, “Sen adamı öldürürsün parmağını kıpırdatmadan” diyor. Eve oda servisini ararken, Roger da banyoya giriyor. Boşluktan yararlanan Eve odadan çıkıyor. Roger, Eve’in not aldığı küçük defterin üstünü kurşun kalemle hafifçe karalıyor ve nereye gittiğini öğreniyor.

Zincirlemeli geçişle Roger bir binanın önüne taksiyle geliyor. Burada müzayede salonu var. Roger salona girdiğinde kamera sağa doğru kayıyor, sonra da onu takip ederek sola kayıyor. Roger onların, Eve, Vandamm ve Leonard’ın yanına gidiyor. Vandamm, eski sanat eserlerine merak salmış ve açık arttırmaya katılıyor. Eve’in kalbini kıracak kelimeler söylüyor Roger. Ardından bir sandalyeye oturuyor ve anlamsız fiyatlar söyleyerek küçük bir kargaşa çıkartıyor Roger. Yoksa bu casusların elinden kurtulamayacağını anlıyor Roger. Polisler geliyor ve onu yaka paça devriye arabalarına bindiriyorlar. Profesör de orada. Arabayı süren polisin gözü gazetedeki fotoğrafa takılıyor. Aranan adamı bulmuş oluyorlar böylece. Sonra telefonla konuşuyor, ardından arabayı havaalanına sürüyor polis. Zincirlemeli geçişle havaalanındaki “Northwest Kapısı” yansıyor. Profesör geliyor, polislerden Roger’ı alıyor. Onlar CIA, FBI ve her şeylermiş. Şimdi hedef Güney Dakota’daki Rushmore Dağı. Profesör, Eve’in kendileriyle çalıştığını söylüyor. Yani görevde. Rushmore Dağı’nda Vandamm’ın evi varmış. Vandamm, ABD için önemli bilgileri mikrofilmle karşı tarafa satıyormuş. 1949’dan 1990’a kadar dünya iki kutupluydu. Batıda NATO, doğudaysa CENTO vardı. Soğuk Savaş yılları yaşandı. Nükleer savaş hep bir tehditti. Sonra Profesör, George Kaplan diye birinin de olmadığını söylüyor Roger’a arada.

Zincirlemeli geçişle Rushmore Dağı… Bu dağda, ABD’nin iz bırakmış başkanlarının baş heykelleri devasa kayalara yontulmuş. Roger teleskopla dağı inceliyor. Yanında Profesör de var. Vandamm ülkeyi terk edecekmiş uçakla. Roger kafede bekliyor. Çok geçmeden Vandamm, Eve ve Leonard da geliyor. Vandamm’la konuşuyorlar baş başa. Eve de bırakmak istemiyor. Bir şey oluyor, Eve ısrarcı Roger’a tabancasıyla ateş ediyor. Eve ortadan kaybolurken, Profesör yerde uzanmış Roger’ın yanına geliyor. Sonra cankurtarana (ambulansa) bindiriliyor Roger. Ormanlık yerde Eve onları bekliyor. Roger vurulmamış. Planın içindeymiş her şey. Roger, Eve’e doğru yürürken kamera sağa doğru kayıyor. Eve, Roger’a yürürken de sola kayıyor. Bu daha sonra anlamlaşıyor filmde. Eve, Vandamm’la partide tanışmış. Hemen etkilenmiş ondan. Sonra istihbarat onunla irtibata geçmiş. Eve’in görevine gitmesi gerekiyor. Eve’i tehlikeye atmak istemeyen Roger’ı bayıltmak gerekiyor. Sonra da onu hastaneye götürüyorlar. Profesör, odaya geliyor. Roger’ın canı burbon çekmiş. Profesör odadan çıkınca ceketsiz pencereden çıkıyor Roger.

Zincirlemeli geçişle, Vandamm’ın Gaudi mimarisini çağrıştıran ve postmodernleri kışkırtacak villasına geliyor gecenin karanlığında Roger. Villaya doğru yürüyor. Bir siyah araba geliyor. Roger’ı kaçıran casuslardan Valerian villaya giriyor. Kamera sola doğru kayıyor. Roger, İçeri girmek için bir yer arıyor. Roger, ikinci katta Eve’i fark ediyor. Camına taş atıyor. Sesi Leonard duyuyor. Leonard divana oturuyor, elindeki tabancayı da arkasına saklıyor. Ardından tabancayla Vandamm’a ateş ediyor. Vandamm yaralanmıyor. Leonard, Vandamm’a Eve’in ihanetini kanıtlamaya çalışıyor bu gösteriyle. Eve kimseyi öldürmemiş. Vandamm, Leonard’a yumruk atıyor. Leonard, “Hâlâ yanında götürmek istiyor musun” diyor. Vandamm, “Bence bu mesele yüksek bir yerde, denizde halledilir” diye cevaplıyor. Vandamm bunu söylerken, “dolly”ye takılı kamera da yükseliveriyor. Üst kattaki kırmızı elbiseli Eve toparlanmasını sürdürüyor. Roger içeri girmeyi başarıyor. Eve aşağıya, salona inmiş, koltukta oturuyor. Roger, kendi isminin yazılı olduğu kibrite “Ben senin odandayım” notunu yazıyor ve aşağı atıyor. Eve farkına varmıyor. Leonard, sehpanın yanına düşen kibriti alıp küllüğe koyuyor. Bu anda zaman yavaşlıyorken insanın üstüne kasvet çöküyor. Küllükteki kibrit Eve’in dikkatini çekiyor, notu okuyor, yukarı çıkıyor. Mikrofilm kaçırdıklarını söylüyor Roger’a Eve. Vandamm, Eve ve Leonard villadan çıkıyorlar sonra. İçeride de hizmetçi Anna (Nora Marlowe), Roger’ı esir alıyor. Anna’dan kurtulan Roger dışarıdaki arabaya biniyor. Eve uçağa bineceklerken Vandamm’ın elindeki sanat eserini alıyor ve arabaya doğru koşuyor. Dış kapıyı açamayınca ormandan kaçmayı deniyorlar, ama Rushmore Dağı’nda tam da anıtsal baş heykellerin üstüne geliyorlar Roger ve Eve. Bu sekansta yaşanan tüm anları seyrederek yaşamak gerekiyor. Sonuçta iyiler kazanıyor ama. Eve aşağı doğru düşecekken, elinden yakalayan Roger, onu, yataklı vagonda yatağa doğru çekiveriyor. Bu casusluk oyunu, bu kadınla bu erkeği mutluluğa taşımış oluyor böylece. En sonda da tren tünelden içeri giriyor. Hitchcock, sansürden dolayı kadınla erkeği yatağa sokamadığından, tepki olarak treni tünele sokuyordu. Bu son sahne sinemanın en güçlü metaforlarından biriydi ayrıca. Hitchcock bu filmini trenlere adamış sanki. Tren, 1825’te İngiltere’de icat edilmişti. Okuma-yazma bilmeyen tornacı mucit usta bu icadına “lokomotif” adını vermişti. İngilizler, 1700’lerin ortalarından itibaren sanayi devrimini gerçekleştirdiler buharla. Hatta I. Dünya Savaşı’nda, 1916’da tankı da savaşa sokmuşlardı. İngilizler, bu paletli ölüm makinesine, Almanları yanıltmak için tank adını vermişlerdi. O güne kadar bilinen tek tank, sadece su tankıydı çünkü.

(09 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tarzan, Sömürgecilere Karşı

Tarzan Efsanesi (The Legend of Tarzan)
Yönetmen: David Yates
Eser: Edgar Rice Burroughs
Senaryo: Adam Cozad-Craig Brewer
Müzik: Rupert Gregson-Williams
Görüntü: Henry Braham
Oyuncular: Alexander Skarsgård (John/Tarzan), Margot Robbie (Jane), Christoph Waltz (Kaptan Rom), Samuel L. Jackson (Dr. Williams), Sidney Ralitsoele (Wasimbu), Osy Ikhile (Kwete), Mens-Sana Tamakloe (Kolo), Casper Crump (Albay Kerckhover), Ella Purnell (Genç Jane), Rory J. Saper (Genç Tarzan), Christian Stevens (Çocuk Tarzan), Hadley Fraser (Tarzan’ın Babası), John Hurt (Jane’in Babası)
Yapım: Warner Bros. (2016)

İngiliz yönetmen David Yates’in “Tarzan Efsanesi”, liberal bakışıyla efsaneye farklı bakış getiriyor. IMAX ve üç boyutlu bu film sinema tarihine de kalacak sanki.

Yıl 1890… Victoryen dönem. Ekonomik olarak iflâs etmiş Belçika Kralı Leopold, Afrika ülkesi Kongo’da elmas bulması için Kaptan Léon Rom’u Afrika’ya yolluyor. Askerlerle doğası muhteşem Kongo’ya gelen haçlı tespihi olan Rom, egemen kabilenin baskınıyla karşılaşıyor. Bu tespih gerektiğinde silaha da dönüşüyordu. Reis, elmaslara karşılık ondan Tarzan’ı istiyor. Bu nasıl olacaktı? Tarzan, bir İngiliz ve de Greystoke Kontu. Üstelik Lordlar Kamarası’nın da üyesiydi. Adı da John Clayton’dı. Tarzan, bir daha oraya dönmek istemiyor. Çünkü derin acıları var geride. Kendisi doğduktan sonra annesi ölen John, gorillerin saldırısında babasını da kaybediyor. Ona yerli halk Tarzan diyor. Yavrusu olan dişi goril onu evlatlık alıp büyütmüş. Amerikalı Dr. George Washington Williams, onu ikna ediyor. Williams, fildişi ve elmas kaçakçılığının yanında Kongo’da köle ticaretinin yapılıp yapılmadığını da belgelemek istiyor. Aslında Dr. Williams, suçluluk duygusu da yaşıyor. Amerika’nın iç savaşında köleliğe karşı savaşmış ama sonrasında Kızılderili soykırımına katılmış. İkna olan Tarzan, Kongo’ya doğru yola çıkarken, Amerikalı eşi Jane Clayton da gelmek istiyor onunla. Çünkü o da orada büyümüş ve üstelik özlediği dostları da var.

Batının sömürge tarihinden…

Tarzan, Kongo’ya Rom’un ince planlarını biliyormuş gibi başka yoldan gidiyor. Yanında da Dr. Williams ve eşi Jane de var. Yolda, avını yiyen dostu dişi aslanla karşılaşıyor ve özlem gideriyorlar önce. Sonra da dost kabileye uğruyorlar. Jane’in profesör babası bu kabileye İngilizce de öğretmiş. Yönetmen, bazen Jane’in, bazen de Tarzan’ın zihninden düşenlerle geriye dönüş de yapıyor filminde. Jane, ilk ormanda görmüş Tarzan’ı. Goril, Jane’i öldürmek isterken onu koruyor ve ölümcül yaralanıyor. Aşk da böylece başlıyor. Tarzan da goril ailesinin içinde büyüyüşünü hatırlıyor zaman zaman. Bu fantastik-macera filme gerçeklik oluştururken, sömürgecilik ve soykırım tarihleri de hatırlanıyor. Belçika’nın Afrika’da yaptıklarını öne çıkarmış yönetmen. Hollanda’nın ve Almanya’nın yaptıkları da hatırlanmalı. İngiltere’nin Çin’de ve Hindistan’da yaptıkları da unutulmamalı. Victoryen kültürünün egemen olduğu İngiltere, sömürgesi bu iki ülkede milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sebep olmuştu. İnsanlık tarihinin hiç unutulmaması gereken soykırımlarıydı bunlar. Patlıcan yendiğinde Hindistan’a, çay içildiğinde Çin’e merhaba denmeli, evet…

Büyüleyici Afrika doğasında…

Evet, Rom’un da planları var ve köy baskınıyla Jane’i esir alıyor. Eninde sonunda Tarzan’ın Jane’i kurtarmaya geleceğine inanıyor. Ama nedense hayatın kendi planları olabileceği hep unutuluyor. En azından Jane’in ne kadar güçlü ve zeki bir kadın olduğu hesaba katılmayınca. Evet, sonunda iyiler kazanıyordu. Ya Afrika? Bugün Afrikalılar göçmen olup Akdeniz’de ölüyorlar. Batıya, kendilerinden alınmış olanları almaya gidiyorlar şimdi.

1963 doğumlu İngiliz yönetmen David Yates, “Harry Potter” seriyalinin son dört filmini çekmişti. IMAX perdede üç boyutlu izlenen 2016 yapımı “The Legend of Tarzan-Tarzan Efsanesi”, sinemanın kıymetli filmleri arasına katılacak sanki. Bir başka İngiliz yönetmen Hugh Hudson’ın sinemaskop çekilmiş 1984 yapımı “Greystoke: The Legend of Tarzan, Lord of the Apes-Tarzan-Asil ve Vahşi” filmi kadar önemli. Hudson, bu efsaneye felsefe katmıştı. Yates de gerçeklik katıyor. İsveçli aktör Alexander Skarsgård, Tarzan karakteriyle bütünleşmiş. Aristokrat John’la ormanların kralı Tarzan’a ruh katabilmiş. Elbette büyük oyuncu Samuel L. Jackson’ı seyretmek de keyifli. Bir de Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz var. Quentin Tarantino filmlerinde “kötü adam”a derinlik ve anlam katan Waltz, bu filmde de kötücüllüklerinin keyfini çıkarıyor. Bu iki oyuncu da Tarantino filmlerinin fenomenleriydi. Elbette o yemyeşil Kongo’nun doğası muhteşem uçurumlarıyla büyüleyecek bir de. Afrikalılara armağandı sanki. Filmin geniş final bölümü de unutulmamalı. Sinema perdesinde yaşanabilir ancak. Goriller de gerçekten insansıydı. Duyguları varmış gibiydiler. Bizim gibi evrimi tamamlayabilselermiş kuzenlerimiz olacaklarmış sanki. Bu film, üç boyutlu perdede etkileyiciydi.

(08 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mülteciler Haklarını Almaya Geliyorlar

Denizdeki Ateş (Fuocoammare)
Yönetmen-Senaryo-Görüntü: Gianfranco Rosi
Oyuncular: Samuele Pucillo, Pietro Bartolo,Samuele Caruana, Mattias Cucina, Francesco Mannino, Giuseppe Fragapane, Maria Costa, Francesco Paterna, Maria Signorello
Yapım: Rai Cinema-Arte France Cinéma (2016)

Yönetmen Rosi’nin “Denizdeki Ateş” yarı-belgeseli, mültecilerin trajedilerini içeriden yansıtan sarsıcı ve ilham verici bir film.

İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi, 1964’te Afrika ülkesi Eritre’de doğdu. O da bir göçmendi. Sicilya’ya bağlı Lampedusa, İtalya’ya uzak, Afrika’ya yakın bir balıkçı adası. Neredeyse her gün derme çatma teknelerle insanlar Akdeniz’de ölüme doğru yola çıkıyorlar. İtalyan sahil koruma çoluk çocuk, genç yaşlı, kadınlı erkekli bu mültecilerin çok azını kurtarabiliyor. Çoğu denizde ölüyor trajik biçimde. Yönetmen bu filmini doku-drama olarak, yani yarı-belgesel olarak yansıtmış. Mülteciler ve onları kurtaranlar, kamplar gerçek. Sadece ada sakini bir balıkçı ailesini bu gerçekliğin, bu belgeselin arasına kurgulamış. Koşut kurguyla bu anlar iç içe yansıyor perdeye.

Balıkçı ailesiyle…

Trajedi, umut ve yaşamak duygusu bir taraftan anlatılırken, adanın sakini bir balıkçı ailesi de küçük bir çocuğun etrafından yansıyor. Küçük Samuele, babası Nelle, babaannesi Maria ve iyice yaşlanmış büyükbabasıyla yaşıyor. Bir de arkadaşı var. Adada hayatının en güzel anlarını yaşıyor. İnsana kendi çocukluğunu da anlatıyor. Sapanlarla kuşlara taş fırlatmak gerçekten heyecanlıydı. Yazları kendi kasnaklı uçurtmanı da yapmak keyiflerin en güzeliydi. Ağaç dalıyla yapılan patlangaç da vardı. Filmde yok elbette.

Akdeniz’de kaktüsü çağrıştıran bitkiye “pabuç inciri” denirdi. Bu incir çok lezizdi ve tadı da tropikti meyvenin. İncirin çıktığı diken dolu yeşil dal da pabucu andırıyordu. Samuele ve arkadaşı bu yaban inciri bitkisinin ayakkabı tabanını andıran dalına sapanla taş fırlatıyorlar. Kırsalda çocukluğu yaşamak muhteşemdi. Daima yaratıcı olunuyor. Samuele’nin babaannesi de zaman zaman yansıyor filmde. Onun hiç acelesi olmadan Akdeniz mutfağının muhteşem yemeklerini belgesel tadında izliyor insan. Büyükanne Maria’yı izlemek de etkileyici. Kadınların muhteşemliğinin belgeseli gibiydi. Adanın radyosundan sürekli şarkılar da istiyor büyükanne. Filmde spagettinin de nasıl yeneceği ayrıntılı biçimde gösteriliyor, belirtelim. Samuele’nin bir gözü de tembelleşmiş. Göz doktorunun tavsiyesine uyarak u tembelliği de alt ediyor küçük Samuele.

Ölmek mi, özgürlük mü?…

Kurtarılan mültecilerin dramları gerçekti. Tedavi oluşları, hemen kayıt alınışları ve onlara insancıl yaklaşımlar da insanı etkiliyor. Aslında bu yaklaşımlar birer örnek. Siyahî bir mülteci nasıl kurtulduğunu anlatmasını dinlemek, yaşama içgüdüsünün gücünü gösteriyordu. Libya’da, İslamcı terör örgütü IŞİD’in hapishanesinden kurtulmuş ve büyük zorluklarla Akdeniz’i aşıp bu adaya gelmiş. Yaşamak ne güzeldi!.. Doktorun, hamile mülteci kadının ikiz bebeklerini ultrasonla incelemesi de yaşama gücünü hissettiriyordu. Sekansların peş peşe yansıdığı bu yarı-belgeselde bir başlangıç ve klasik anlamda bir son yok. Yönetmen, hayatların içine girdiği gibi dışına da çıkıyor. Ada radyosundan duyulan şarkılar ve müzikler de etkileyici. Filmin adını aldığı “Denizdeki Ateş” şarkısının hatırlattıkları da var. Filmin içinde.

Evet mülteciler. Yüzlerce yıl yeraltı ve yerüstü kaynakları batılı beyazlarca çalınmış insanlar şimdi kendilerinden alılanları almaya geliyorlar Avrupa’ya. Korku bu. Ya zenginlik giderse? Bir de Suriye vardı. Aslındaki oradaki sorun, 2006’daki kuraklıkla başladı. Köylerden şehirlere iç göç başladı. 2010’daki “Arap Baharı”yla da sonradan birleşince bu durum, iç savaş başladı. Suriyeliler de haklarını almak için Ege’de ölüyorlar şimdi. Mültecilerin hiçbiri “kaçak göçmen” değildi. Bu yarı-belgesel görülmeli. İlham da alınmalı. 2016 yapımı “Fuocoammare – Denizdeki Ateş” sinema iyi yapıtlarından. Ayrıca Berlinale’den dört ödül kazandı. Hem de “Altın Ayı” ödülü de dâhil.

(06 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tarzan Efsanesi -The Legend of Tarzan-

Efsaneler kulaktan kulağa yayılır, yayıldıkça farklılaşır… Çoğunlukla da güncellenmektir bu farklılaşma. Herkes bilir efsanenin aslını, az ya da çok. Herkes alacağı tadı da kestirebilir, az ya da çok. Beklentileri o versiyon üzerinden değil, efsane üzerinden şekillenir.

Tarzan, sinemanın çok sevdiği, çok kullandığı efsanelerdendir. Teknoloji gelişip güçlendikçe Johnny Weissmuller’den (en çok tanınan ve tabii, sevilen Tarzan’dır) başlayarak yeni versiyonlar yapılır. Bu kez, David Yates çekmiş, Adam Cozad ve Craig Brewer’ın kaleme aldığı, Edgar Rice Burroughs’un yarattığı Tarzan efsanesini…

Görsel şölen

Sinema tarihi boyunca ne kadar Tarzan trüğü varsa tümünün yer aldığı Tarzan Efsanesi, tam bir aksiyon, tam bir görsel şölen. Belli ki ince ince işlenmiş, ince ince düşünülmüş, ince ince çalışılmış ve bir bütün olarak sunulmuş izleyicinin önüne.

Bir hileyle yeniden ormana dönen Tarzan, hem hileyi boşa çıkarır (bütün kahraman filmlerinin olmazsa olmazıdır, hep başarırlar) hem de ikiye bölünen dünyada Avrupalıların köleci, ticari anlayışı karşısında Amerikalıların daha özgürlükçü -ama hep kendine yontan- yaklaşımını vurgular.

Jane ile Tarzan…

Bu tür macera aksiyon filmlerinin taşıyıcı gücü olan kadın, bu kez çok daha aktif, çok daha kararlı. Erman Şener (çiçekler çelenk örsün başucunda), “Seyirciyi çekmek için vardır kadın kahramanlar, bakın hemen hepsinde sadece dururlar, hiçbir şeye katkıları yoktur, güzellikleri, cinsellikleri dışında.” derdi. Jane, bu kez bu kalıbı karmayı başarmış, bana göre…

Geniş savanların arasında onlarca canlının yaşam savaşımı verdiği ve gökyüzünün alabildiğine uzak olduğu ormanların içinde hayata tutunan Tarzan (Alexander Skarsgård), Londra’da Lordlar Kamarasının asil bir üyesidir: Greystoke Lordu 3. John Clayton. Sevgilisi, artık eşi, güzel Jane (Margot Robbie) ile birlikte Afrika ormanlarına ticari ataşe olarak dönerler. Yanlarında insan hakları savunucusu -emekli asker- George Washington Williams (Samuel L. Jackson); karşılarında ise Leon Rom (Christoph Waltz), esas kötü adam vardır; üzeri tozlanmış yaşanmışlıkları da unutmamak gerekir…

Aradan geçen zaman içerisinde çok şey değişmiştir kuşkusuz, ama acılar duruyordur, kinler daha bir bilenmiştir, sadece karşılaşmak bile bir savaşın başlangıcı olacaktır.

Mağluptur, bu yolda galip

Kötüler cezalarını çekerler, hemen her macera filminde olduğu gibi… Mutlu sonla biter film ve kahraman(lar)ımız başarmışlardır. Ama gerçekten öyle midir? Gerçekten başarı sağlanmış mıdır? Başarı aynı zamanda bir başka acının, sıkıntının, zahmetin, egemenliğin kapılarını mı açmaktadır? “Tarzan Efsanesi”, bir anlamda köleci Avrupalılarla özgürlükçü Amerikalıların karşı karşıya geldiği bir şölendir. İzleyici de kafasında bu karşı karşıya gelişin 100 – 150 yıllık gelişimini kafasında sorgulayarak çıkar salondan. Mutludur, keyifli bir film izlemiştir, balta girmemiş ormanlarda, onlarca vahşi hayvanı (onlardan daha da vahşi insanı, bir de) izlemiştir. Filmin kıssasından hisse almasının zamanıdır.

Tarzan Efsanesi, Yönetmen David Yates, Oyuncular Alexander Skarsgard, Samuel L. Jackson, Margot Robbie, Djimon Hounsou… 08 Temmuz’dan itibaren.

(04 Temmuz 2016)

Korkut Akın

Güneyli Sinemacının Stüdyo ile İmtihanı

Bu hafta gösterime giren ‘Midnight Special’ çağdaş Amerikan Bağımsız Sineması’nın öne çıkan isimlerinden Jeff Nichols’ın ilk stüdyo deneyimi. İlk üç filmiyle bağrımıza bastığımız sinemacının henüz 26 yaşında çektiği ‘Shotgun Stories’, ABD sinema endüstrisi ölçeğinde yok denecek kadar küçük bir bütçeyle çekilmiş hayranlık uyandıran bir ilk filmdir. North Carolina Üniversitesi’nden mezun okullu sinemacı ailesinin imece usulü katkılarıyla tamamlar ilk uzun metrajını. Gözüne kestirdiği deneyimli sinema ve tiyatro oyuncusu Michael Shannon bu yetenekli gencin filminde ücretsiz oynamayı kabul eder. Dağıtım sorunları nedeniyle yapımından üç yıl sonra 2007’de izleyici karşısına çıkan film beğeniyle karşılanır, Viennale’de Sinema Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI ödülüne layık görülür.

Sinemacının doğup büyüdüğü güneydoğu Arkansas’ın küçük kasabasında bir kan davası etrafında şekillenen ‘Shotgun Stories’ bir ilk filmden beklenmeyen olgunluğuyla dikkat çeker. Bölgenin pamuk tarlalarını, baraj gölünde balıkçılık işiyle uğraşan yoksul insanlarını belgesel titizliğiyle yansıtan Nichols’un filmi dingin temposuna ustaca yedirilmiş her an patlak vermesi beklenen çatışmanın gerilimini izleyiciye aktarmada son derece başarılıdır.

Ailesini korumak için tehlikeyi göze alan birey temasını daha sonraki filmlerinde işlemeye devam edecektir genç sinemacı. 2011 yapımı ikinci filmi ‘Sığınak / Take Shelter’ -aralarında Cannes Film Festivali’nin saygın ‘Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nün de bulunduğu- 40 küsur ödülle yönetmenin adını daha geniş kesimlere duyurur. Bağımsızların kalesi ‘Sundance Enstitüsü’nden destek alan yapım, paranoid şizofrenik ebeveyninin genlerini taşıyan Güneyli işçinin ailesini yaklaşan büyük kasırgadan korumak için giriştiği mücadele üzerinedir. Bizde de gösterilmiş olan bu gotik Güney hikâyesi yönetmenin ilham perisi Michael Shannon ile Jessica Chastain’in müthiş performanslarıyla belleklere kazınır.

Nichols 2012 yapımı üçüncü filmi ‘Mud’ ile Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisindedir artık. Louisiana’da çekilmiş olan film, Mississippi nehrinin kıyılarına konuşlanmış yüzen evleriyle bölgenin kaybolmakta olan yaşam kültürüne saygıda bulunur. Filme adını veren kanun kaçağı adam sevdiği kadını korumak için yörenin belalı tayfasıyla çatışmaktan çekinmeyecektir bu defa. Bu koruma kollama öyküsünü 14 yaşındaki Ellis’in gözünden anlatmayı yeğleyen Nichols’ın filmi kendi yetişme çağından, çocukluktan delikanlılığa geçişin masumiyet yıllarından izler taşır. Bu defa Matthew McConaughey ve Reese Witherspoon gibi yıldız isimleri dahil etmiştir oyuncu kadrosuna, ancak yan bir rolde de olsa Shannon filmin kadrosundadır bir kez daha.

İlk üç filminde bağımsız tavrından taviz vermeyen yazar yönetmen, değişmez görüntü yönetmeni Adam Stone ile çalışır. Müzikleri David Wingo’ya teslim eder. Erkek kardeşi Ben Nichols ve grubu Lucero’nun’un country ezgileri filmlerinden eksik olmaz. Ancak daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluşma vaktinin gelmiş olduğunu düşünmüş olsa gerek, senaryosunu kaleme aldığı ve aynı teknik kadroyla bir kez daha çalıştığı ‘Midnight Special’ için Hollywood’un büyük stüdyolarından Warner Bros. ile anlaşır.

Şubat ayında Berlin’de yarışan ve bizde Türkçe ad konulmadan gösterime sokulan yapımla ilk kez tür sinemasına yönelen Nichols özellikle seksenli yılların fantastik filmlerine göz kırpıyor. Belgesel dokunuşlu dingin filmlerin ardından anaakım izleyiciye doğru yapılmış bu ilk hamlede olağanüstü güçlere sahip Alton Meyer’in hikâyesini izliyoruz. Babasının bir zamanlar müridi olduğu dini tarikata kaptırdığı sekiz yaşındaki çocuk üstün meziyetleri sayesinde farklı ve bilinmeyen dilleri konuşmakta, devlet bürokrasisinin gizli şifrelerini çözebilmektedir. Devletin peşinde olduğu Alton, babası ve yakın dostu tarafından kaçırılır. Böylece FBI ve CIA ajanları ile tarikatçılardan kaçarken Alton’ın özel güçlerinin de keşfedileceği nefes kesen bir yolculuk başlar.

Bu fantastik gerilimle kendi yetişme çağının gözde sinemacıları Spielberg, Carpenter ya da Shyamalan gibi isimlerin klasik yapıtlarına göndermeler yapıyor Nichols. Ancak mesafeli kişisel tavrını korumaya da özen gösteriyor. Lakin bu kaçıp kovalamaca hikâyesinin, genç sinemacının önceki işlerinin hayli gerisinde kaldığını düşünüyorum. Bu hırgür içinde evladını korumaya çalışan babada Michael Shannon’ın ‘Sığınak’ta olduğu denli etkili olamadığı kanısındayım. Spielberg serüvenlerine, sözgelimi bir E.T.’ye kıyasla hayli mesafeli tutulmuş duygusallığıyla Nichols’ın filmi ana akım izleyiciyi ne ölçüde tatmin eder onu da bilemem.

Sözün kısası, büyük ölçek stüdyo girişimi Nichols’ın kariyerine şimdilik kaydıyla yarar getirmişe benzemiyor. Ancak genç sinemacının bu filmin hemen ardından Cannes’da yarışan ‘Loving’ ile yeniden bağımsız kökenlerine dönüş yaptığını işitmekten memnuniyet duyduğumuzu belirtmek isterim. Michael Shannon’ın bir kez daha kadrosunda yer aldığı, ‘Midnight Special’de babanın yakın dostu Lucas kompozisyonunda parlayan Joel Edgerton’ın 50’li yılların sonlarında Virginia’da siyahi eşiyle birlikte hapse atılan Richard Loving’i canlandırdığı bu ırkçılık karşıtı yapımın önümüzdeki mevsim hiç değilse festivallerde karşımıza çıkmasını ümit ediyoruz.

(02 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ustadan Büyüleyen Bir Dostluğun Filmi

The BFG
Yönetmen: Steven Spielberg
Roman: Roald Dahl
Senaryo: Melissa Mathison
Müzik: John Williams
Görüntü: Janusz Kaminski
Oyuncular: Mark Rylance (BFG), Ruby Barnhill (Sophie), Penelope Wilton (Kraliçe), Marilyn Norry (Matron), Jemaine Clement (Teklokmadayutan), Rebecca Hall (Mary)
Yapım: Amblin-Walt Disney (2016)

Steven Spielberg usta, içindeki çocuğu dışarı çıkardığı üç boyutlu “The BFG”, çocukları, özellikle kız çocuklarını mutlu edecek gerçeküstücü bir başyapıt.

Steven Spielberg… Bir zamanların dâhi çocuğu… Ama içindeki o çocuk hiç ölmedi. İnsanda her zaman sinema sevgisini dışarı çıkartabilen usta, sinematografik anlatımıyla da sanatseverlere ilham veriyor. Spielberg’ün sinema perdesinde gördüğümüz 18. filmiydi 2016 yapımı sinemaskop ve üç boyutlu “The BFG…” Spileberg, bu gerçeküstücü filmini ünlü Galli yazar Roald Dahl’ın 1982’de basılan “The BFG”, bizde “Koca Sevimli Dev” adıyla Can Çocuk Yayınları’nca resimli olarak 2016’da basıldı. Yazardan, Joe Dante tarafından 1984’te “Gremlins-Gremlinler” ve Tim Burton tarafından 2005’te “Charlie and the Chocolate Factory-Charlie’nin Çikolata Fabrikası” sinemaya aktarılmıştı. Elbette daha var.

Yetimin dostluğa dokunuşu…

Annesi ve babası o daha da küçükken ölmüş yetim küçük kız Sophie’nin rüyasının, hayal gücünün peşinde kötülüğe karşı birleşip dostluğun anlamını keşfedişinin filmi bu. Filmde devler animasyon olarak yansıyor. Sophie’ye hayat veren küçük Ruby Barnhill’in karşısında oyuncu varmış gibi muhteşem ve büyük performans veren oyunculuğuna da en başta saygı duymalı. Film, Thames Nehri üzerinde açılıyor. Elbette parlamento binası da çerçeveye giriyor. Kamera, Londra’nın karanlık ve ıslak sokağından yetimhaneye uzanıyor sonra. Küçük Sophie, devlerden haberli. Arkadaşı yok. Geceleri de pek uyuyamıyor. Kelimeleri doğru düzgün kullanamayan ve dünya kadar yaşlı BFG (Big Friendly Giant), Londra’da iyi insanlara rüya dağıtırken, Sophie onu görüyor. BFG, varlığından kimse bilmesin diye Sophie’yi “Devler Diyarı”ndaki mağarasına götürüyor. Orada, başını Teklokmadayutan’ın çektiği kötücül dokuz dev çetesi var. İnsanlara fasulye diyorlar. BFG’ye de “cüce” lakabını vermişler boyu kendilerinden küçük olduğu için. BFG, rüyaları biriktiren ve sürekli tuhaf salatalık yiyen sevimli ve dost bir dev. Mağarasının içinde kendine göre sistem kurmuş BFG, “Rüyalar Diyarı”ndan rüyalar toplamaya gidecekken Sophie de gitmek istiyor. Devleri aşmak gerekiyor önce. Rüyaların ışık topu gibi uçuştuğu bu diyarda önce suya atlamak gerekiyor. Sonra da rüyaları kelebek gibi avlamaya geliyor. BFG, rüyaları şehirdeki insanların mutlu olması için dağıtıyor. Sophie’nin de rüyasını yakalıyorlar bu diyarda.

Devlere karşı savaş…

Sophie, kötü devleri yenmek için BFG’yle Buckingham Sarayı’na Kraliçe’ye ulaşmak istiyor. Sonunda ulaşıyorlar. Ama önce Kraliçe’nin rüyayı görmesi gerekiyor. Kraliçe onları tam bir misafirperverlikle karşıladıktan sonra kötü devlere karşı savaşa izin veriyor. Gerçekten devlerin helikopterlerle uzaktaki bir adaya götürülüşleri çok keyifliydi. Elbette filmin müziklerine de kulak vermeli. John Williams’ın duyulan senfonileri unutulmaz. Elbette Polonyalı büyük kameraman Janusz Kaminski’nin özellikle mağara anlarındaki çalışmaları muhteşem. Filmdeki renk tonları da çoğunlukla canlıydı. Elbette filmin girişindeki gotik Londra görüntüleri de etkileyici. Ustanın bu filmi, sinema belleğine alınmalı.

(29 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Anne, Oğul ve Sevgili

Bekleyiş (L’Attesa)
Yönetmen: Piero Messina
Oyun: Luigi Pirandello
Senaryo: Giacomo Bendotti-Ilaria Macchia-Andrea Paolo Massara-Piero Messina Görüntü: Francesco di Giacomo Oyuncular: Juliette Binoche (Anna), Lou de Laâge (Jeanne), Giorgio Colangeli (Pietro), Domenico Diele (Giorgio), Antonio Folletto (Paolo), Corinna Locastro (Rosa), Giovanni Anzaldo (Giuseppe)
Yapım: Medusa-Pathé (2015)

İtalyan yönetmen Piero Messina’dan “Bekleyiş”, trajedi üstüne derin bir kederin filmi. Kasvetli atmosferinden yansıyan fotoğrafları da ilham veriyor.

İtalyan sinemasından keder üstüne etkileyici bir film geldi. 2015 yapımı sinemaskop “L’Attesa-Bekleyiş”, büyük oyuncu Juliette Binoche’un yüzünden yansıyan hüzünle anlamlaşan bir film ayrıca. Binoche, Krzysztof Kieslowski ustanın üçlemesinin ilk filmi 1993 yapımı “Trois Couleurs: Bleu-Üç Renk: Mavi” filmindeki gibi hüznü yüzüne oturtmuş. Çok etkileyiciydi.

Film, İtalyan tiyatrosunun ve edebiyatının önemli adlarından Luigi Pirandello’nun eserinden ilham almış. Nobel sahibi romancı ve oyun yazarı Pirandello, 1867’de Sicilya’da doğdu, 1936’da Roma’da öldü. Birçok eseri de dilimize de çevrildi. Film, Pirandello’nun 1923’te tiyatro için yazdığı “La Vita che ti Diedi / Sana Verdiğim Yaşam” eserinden büyük ölçüde ilham almış. Filmin dönemi günümüze yakın. 2000’lerin ilk yarısıydı. Kâhya Pietro’nun arabasının modeli de günümüze yakın. Papa II. Jean-Paul de hâlâ hayatta. Vatikan’da halka vaaz verirken televizyondan yansıyor bu an.

Malikâneye düşen keder…

Yönetmen Piero Messina, 1981’de Sicilya’da doğdu. Bu film de onun ilk uzun çalışması. Filmin hikâyesi de Sicilya’da geçiyor. Kasabanın dışındaki kocaman malikâneye trajedi yüklü bir hüzün inmiş. Kasvetli atmosferin içinde açılan kamera, zihinleri karıştırarak bir heykeli yansıtıyor önce. Bir cenaze töreninden, artık bomboş gibi görünen kocaman malikâneye dönen kamera, Anna’nın tarif edilemez kederini yansıtıyor. Kâhya Pietro da acıyı hatırlatan her şeyin üstünü örtüyor siyah örtülerle. Sonra bir şey oluyor ve güzeller güzeli Jeanne geliyor Paris’ten. Jeanne, Anna’nın oğlu Giuseppe’nin sevgilisi. Tanışmaları da şiirsel olmuş. Giuseppeyi evde bulamayan Jeanne, sürekli onun cep telefonunu arıyor. Anna da onları dinliyor oğlunun telefonundan. Giuseppe neredeydi? Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Anna, genç ve hayat dolu Jeanne’a gerçeği söyleyemiyor. Ama onunla az da olsa iletişime giriyor. Oğlunun âşık olduğu bu güzel kızı da tanımış oluyor. Anna’nın içindeki derin boşluk bu cıvıl cıvıl genç kızla mı dolacaktı? Kâhya Pietro da keder yüklü. Sanki Anna’nın kıza bağlanmasını istemiyor. Anna da yıllar önce Paris’ten Sicilya’ya gelmiş. Fransızca bilen kocasıyla evlenmiş ve Giuseppe olmuş. Filmde İtalyanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor.

Jeanne’ın ışığı…

Büyük evde sıkılan Jeanne’ı göle götürüyor Anna. Bu göl Jeanne’a sunulmuş armağan gibi. Altında bikinisi olan Jeanne hemen göle giriyor. O suyun alındayken Anna eve dönüyor kederini yaşamak için. Jeanne, göl yüzmelerinde iki İtalyan genciyle, Paolo ve Giorgio’yla da tanışıyor. Onları malikâneye bile davet ediyor. Ormanın içinde yürürlerken insan endişe duymaya başlıyor birden gençler kıza tecavüz edecekler mi, diye. Centilmen gençlere Sicilya usulü yemekler hazırlayan Anna, günler sonra ilk defa gülümsüyor yemek masasında. Belki de Jeanne’ın saçtığı ışıktan. Anna, Jeanne’ın bu gençlerden birine âşık olmasını da umuyor. Ama Jeanne, Giuseppe’ye büyük bir aşkla bağlı.

Final bölümündeki Paskalya töreni de çarpıcıydı. Gece. Başlarına çuvaldan maske geçirmiş insanlar ABD’deki Ku Klux Klan’ı çağrıştırıyorlar. Ku Klux Klanlar, bu gelenekten kopya çekmişlerdir belki. Anna, küvette banyo yaptığı anı da anımsıyor çarpıcı sahnede. Yönetmen Giuseppe’nin yüzünü göstermiyordu bu anda. Ama Paskalya’da, kalabalıklar içinde kamera bir an Giuseppe’nin yüzünün üzerinden geçip gidiyordu. Sonra da kaybolup gidiyordu. Paris’e gitmek için hazırlanan Jeanne da gerçeği anlıyordu. Belki de Jeanne, Anna’nın her şeyi olacaktı.

Çarpıcı estetik…

Filmin görüntüleri de unutulmamalı. Parçalı ışık düzenlemeleri ve kamera kullanımı, sinema okulunda kameramanlık ve fotoğraf bölümlerinde okuyan öğrenciler için bulunmaz ve ilham verici. Yönetmen, karanlık, kasvet yüklü anları gotik bir estetiğe dönüştürmüş. Işığın yoğun olduğu anlardaysa sarımsı ve kahverengimsi tonlar yoğunlaşıyor. Bu da Sicilya’nın renklerinden olmalı. Bu fotoğrafları sinema perdesinde görmeli ama. Fonda duyulan belli belirsiz keman ve piyano tınıları hüznün somutlaşmasına yardımcı oluyor. Duyulan şarkılar da etkileyiciydi.

(26 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Koyunlar ve İnsanlar

Halen gösterimde olan ‘İnatçılar / Rams’ içinde yaşadığımız bunaltıcı yaz günlerinde İzlanda’dan esen ferahlatıcı bir meltem niteliğinde. Kuzey Avrupa’nın bu küçük ada ülkesinde yaşanan yalnız ve meşakkatli hayatın izlerini sürüyoruz bu güzel filmde. Yönetmen Grímur Hákonarson doğup büyüdüğü buz ülkesinin uçsuz bucaksız kırsalını ve insanlarını adeta bir belgesel titizliğiyle naklediyor.

Orta yaşı aşmış iki çiftçinin hikâyesini izliyoruz. Kısaltılmış isimleriyle Gummi ile Kiddi kardeş olmalarına ve komşu arazilerde yaşamalarına rağmen tam 40 yıldır birbirleriyle konuşmuyor. Aralarındaki zorunlu iletişim Kiddi’nin sevimli çoban köpeğinin taşıdığı mesajlarla ilerlemiştir bunca yıl. İki inatçı kardeşi yaşama bağlayan tek şey atalardan miras kalmış koyunlardır. Nitekim filmin özgün adı ‘Hrútar’ dilimizde ‘Koçlar’ anlamına gelmektedir.

Özene bezene yetiştirdikleri, hasbıhal ettikleri hayvanları yıllar boyu en yakın dostları, sırdaşları olmuştur onların. İçe dönük Gummi’nin hayatında başka kimse olmamıştır. Daha aktif Kiddi’nin birlikte olduğu kadınlar ise yaşadıkları durgun ve izole hayata dayanamayıp terk etmişlerdir onu. Her yaz düzenlenen en iyi koç yarışmasında ödül kazanabilmek iki kardeşin ve çevredeki yetiştiricilerin en büyük tutkusu ve eğlencesi haline gelmiştir.

Kendi ritminde akan bu dingin hayat Kiddi’nin ödül kazanan koçunda ‘deli dana benzeri’ ölümcül hastalığın tespit edilmesiyle gölgelenir. Scrapie adı verilen hastalığın yayılmasını önlemek için vadideki tüm hayvanların yok edilmesi gerekmektedir. Bu talihsiz gelişme iki kardeşin kâbusudur. Kiddi her zamanki agresif tavırlarıyla isyan ederek kendini içkiye verir. Gummi ise sinsice bir planla, ata yadigârı soyu devam ettirmeye yönelik mikro bir sürüyü gizlice yaşatmak arzusundadır.

Hákonarson yıllar önce kendi babasından duymuş olduğu iki inatçı kardeş hikâyesinden yola çıkmış. Bu içinde kara mizah barındıran öyküyü ülkesinin kırsalına hakim olan ve koyunlar etrafında şekillenmiş kültür üzerine kurmuş. Birbirleriyle iletişime geçmeyen ancak koyunlarıyla konuşan çiftçilerin hayvanlarıyla arasında ruhani bir ilişkinin olduğundan dem vuruyor İzlandalı genç sinemacı. Bu sessiz ve derin bağı resmederken hayli az diyalogla yetiniyor bu yüzden. Anamorfik lenslerin kullanıldığı sinemaskop format ve sabit kadrajlar uçsuz bucaksız kırsaldaki yalnızlık ve izole olma halini pekiştiriyor. Geçtiğimiz yıl hayran kaldığımız 140 dakikalık tek plan çekilmiş Sebastian Schipper imzalı Alman yapımı ‘Victoria’nın Norveçli görüntü ustası Sturla Brandth Grøvlen iş başında olunca film tadından yenmiyor. İzlanda’nın iki deneyimli oyuncusu Sigurður Sigurjónsson (Gummi) ile Theodór Júlíusson’un (Kiddi) mükemmel yorumları ve Atli Örvarsson’un zarif müzik çalışmasından büyük destek alan bu İzlanda usulü western trajikomik atmosferinden duygu yüklü bir finale uzanırken izleyicisinin kalbini çalmayı başarıyor.

(25 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzaylılar Hiç Rahat Vermeyecek

Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit (Independence Day: Resurgence)
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Roland Emmerich-Dean Devlin-Nicholas Wright-James A. Woods-James Vanderbilt
Müzik: Harald Kloser-Thomas Wanker
Görüntü: Markus Förderer
Oyuncular: Liam Hemsworth (Jake),Jeff Goldblum (David), Bill Pullman (Thomas), Maika Monroe (Patricia),
Travis Tope (Charlie), William Fichtner (Joshua), Charlotte Gainsbourg (Catherine), Judd Hirsch (Julius),
Jessie Usher (Dylan), Brent Spiner (Dr. Okun), Sela Ward (Başkan Lanford),
Yapım: Fox (2016)

Dünyayı istila eden uzaylıları mağlup etmenin üstünden yirmi yıl geçtikten sonra uzaylılar yine rahat durmuyorlar ve dünyayı yine istila ediyorlar. Bu filmi üç boyutlu seyretmek heyecanı da katlıyor.

Yirmi yıl önce, uzaylılar dünyayı istila etmişlerdi ve insanlık, daha çok Amerikalıların azmiyle mağlubiyete uğratılmıştı Roland Emmerich’in 1996 yapımı “Independence Day-Kurtuluş Günü” bilimkurgu filminde. Emerich, yirmi yıl sonra yeniden uzaylılarla savaşmaya karar verince, sinemaskop ve üç boyutlu perdede bir daha uzaylılarla savaş başlıyor 2016 yapımı “Independence Day: Resurgence-Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit” bilimkurgusuyla. Yine 04 Temmuz. Bu devam bilimkurgusunda yeni karakterlerin yanında önceki filmdeki bazı karakterler de bu filme katkı sunmuşlar.

Dünyanın üstünden…

Uzaylılar geldiğinde atmosferin üstüne kalkan gibi üs kuruyorlar önce. Uzaylıların işleyişi kovan mantığındaymış. Çünkü devasa boyutlarda bir kraliçe var ve sürekli yeni savaşçılar doğuruyor. Onları yenmenin tek yolu ne olmalıydı? Zeki insanlık cevabı hemen buluyor: Kraliçeyi yok etmek… ABD’nin başkanı da bir kadın Elizabeth Lanford’du. Amerikalılar, dizilerle ve filmlerle halkı hazırlıyorlar sanki. 2001’de başlayan aksiyon – gerilim – politik dizi “24”ün ilk sezonunda siyahî başkan Amerika’yı yönetiyordu. Hatta daha sonraki sezonlarda kadın başkan da oluyordu. 2016’daki başkanlık seçimlerinde de bir kadın başkan adayı var. Liberal bakış açısıyla bunlar önemli belki. Bu iki eseri de ortaya koymuş olan Hollywood’un büyüklerinden 20th Century Fox elbette. Fox’un sahibi basın tröstü Rupert Murdoch, ABD’de liberal takılırken, İngiltere’de de liberal sağcı oluyor işte.

Evet uzaylılar da zeki. İnsanların zihnine yerleşebilmeyi başarabiliyorlar. Yirmi yıl öncesinin ABD Başkanı Thomas J. Whitmore da uzaylıları bir daha yenmek için hasta hasta mücadelenin içine giriyor. Kızı pilot Patricia da ordunun gözde askeri pilot Jake Morrison’ın sevgilisi. Patricia şimdi Beyaz Ev’de görev yapıyor. Ay’da görevi süren Luke, uzaylılarla savaşa katılıyor çok geçmeden. Luke’un, önceki filmde ölmüş kahraman asker Steven Hiller’ın (Will Smith) üvey oğlu Dylan Dubrow-Hiller’la da sorunları var geçmişte yaşanmış. Bir de hastanede uzun süre komada kalmış bilim insanı Dr. Okun var.

Perdede heyecan kasırgası…

Filmde uzaylıların tüm dünyada yarattığı tahribat, yıkıntı üç boyutlu gösterimde insanı atmosferin içine alıyor. Sanki o anın içindeymiş gibi hissettiriyor. Devasa gökdelenler darmadağın olurken, modern dünyanın simgeleri de yok olup gidiyor. İnsanlık 2016 yılında uzaylılar gibi teknolojik sıçramalar da yapmış. Işık hızında uzayda yol alırken, tüm gezegenlere de kolayca yolculuklar yapabiliyor. Gerçeklikte insanlığın bu noktalara gelebilmesi mümkün değil. Çünkü teknolojisi hem yetersiz hem de güvenilmez. Geçmişte Ay’a insanlı uçuşlarla birkaç defa gidebilen insanlık 2016’da Dünya’nın 400 km uzağındaki uzay istasyonuna gidebiliyor ancak.

En önemli sorun, insanlığın uzaylıları tuhaf ve yaratık görmesi aslında. İnsanlık, insanları daha mı üstün ve güzel görüyordu? İncil’in “Vahiy” bölümünde, tuhaf ve insana benzemeyen yaratıklar yansıtılıyor korkutmak için. Fantastik edebiyat ve sinemaya ilham olmuştur belki de bu. Aslında biz insanlar kendimize benzemeyenden korkuyoruz ve onu hemen dışlıyoruz. Buna ayrımcılık ve ırkçılık deniliyor sosyolojide. Uzayı ve uzaylıları sevin. Sevmek güzeldir. Alman yönetmen Emmerich de uzayı seviyor işte. Genç oyuncu Liam Hemsworth, “The Hunger Games – Açlık Oyunları” serisinde Gale Hawthorne karakteriyle hatırlanıyor.

(24 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Dahaki Sefere Banka Soyacağız

35. İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllü son çalışması ‘Bin Başlı Canavar / Un Monstruo de Mil Cabezas’ ile sinemalarımıza konuk olan Rodrigo Plá’nın insanı hiçe sayan kapitalist düzen ile mücadelesi devam ediyor. Uruguay asıllı yönetmen ilk çıkışını yaptığı 2007 yapımı ‘Yasak Bölge / La Zona’da halen yaşadığı ve çalıştığı Meksika’da sosyoekonomik eşitsizliği ve sınıflararası uçurumun dehşetini polisiye bir öykü çerçevesinde vermeyi dener. Filme özgün adını veren lüks yerleşim bölgesinin güvenlik sisteminin fırtına nedeniyle hasar görmesinden yararlanan üç gencin varlıklıların bölgesine giriş yapması cinayetle sonuçlanır. Yerel polisle işbirliği halindeki site sakinleri göze göz dişe dişe diş mantığıyla ekibin site içinde saklanmış çocuk yaştaki üyesini elbirliğiyle linç edecektir.

Yönetmenin dört yıl önce yine İstanbul Film Festivali’nde yarışmış bir önceki filmi ‘Gecikme / La Demora’ daha alçak tondan bir sosyal güvenlik ve bürokrasi eleştirisidir. Yetişme çağındaki üç çocuğuyla yaşam kavgası veren Maria, Alzheimer hastası babasını huzurevine yerleştirerek daha güvenli bir işte çalışma arzusundadır. Bu konuda başvurusu geri çevrildiğinde yaşlı adamı sokak ortasında yalnız başına bırakarak kaçar genç kadın. Sıradan bir karakterin yaşamındaki beklenmedik bir patlamanın derinliklerine inmek suretiyle insan zihnine hakim olan zalim gerçekliğin etkisini anlamaya çalıştığını ifade eden Plá’nın sessiz çığlığıdır bu üçüncü uzun metrajı.

Latin Amerikalı sinemacının geçtiğimiz yılın Venedik Film Festivali’nde ‘Venedik Ufukları / Venice Horizons’ bölümünün açılış filmi olan son çalışması çok daha hareketli. Başka bir sosyal bir yaraya parmak basan yapımda bin başlı devasa canavar olarak nitelenen, özel sigorta şirketleri ve onlara bağlı çalışan doktorlar ve sistemdeki adaletsizliğe sessiz kalarak ortak olan devlet bürokrasisi. Sıradan bir vatandaş ile büyük bir şirketin mücadelesini konu alan filmde kanser hastası kocasına uygulanması gereken ilaç tedavisinin onayı için kapı kapı dolaşan Sonia’nın 24 saatine tanık oluyoruz. Daha ellisine varmamış eşi için yaptığı başvurulara olumlu yanıt alamayan genç kadın ‘yaralı hayvan ağlamaz, ısırır’ misali çareyi tabancayı doktorların ve şirket yöneticilerinin kafasına dayamakta bulacaktır.

Sonia’nın oğluna hitaben ‘bir dahaki sefere banka soyacağız’ repliğinden yola çıkarak bir sonraki filminde bankaları ve finansman kuruluşlarını topa tutacağını şimdiden tahmin etmekte güçlük çekmediğimiz Latin Amerikalı sinemacının, gerilimli yüklü saatleri bir Hollywood örneğinden bekleneceği biçimde aksiyona ve aşırı duygusallığa sapmadan anlatabilmesi en büyük erdemi. Tüm filmlerini birlikte kotardığı yazar eşi Lauro Santullo’nun aynı adlı romanından beyazperdeye aktardığı filmde yaşanmış olaylar romanda olduğu gibi öyküye dahil olan farklı karakterlerin öznel bakış açısıyla veriliyor. Öyle ki, ana karakterlerin ve temel olayların gerisinde izleyici konumunda olan yan kişilerin gözlemleriyle yetiniyoruz çoğu kez. Yönetmen taraf tutmuyor, yaşananları neredeyse bir belgesel titizliğiyle yansıtıyor. Uzun planlar kullanıyor, olayların gidişatı içinde dış sesler eşliğinde mahkemedeki tanık ifadelerine yer veriyor. Plá ve Santullo’nun bu çarpıcı biçimsel tercihi filmin İstanbul’da büyük ödüle uzanmasının başta gelen nedeni sanırım.

Bu Kafkaesk bürokrasi öyküsünü görüntüleyen Odei Zabaleta’nın mükemmel çalışması ayrıca övgüye değer. Genç oğulda geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nin en iyi yapıtlarından biri olarak anılarımızda iz bırakan ‘Güeros’un genç oyuncusu Sebastián Aguirre ile karşılaşma keyfinin yanı sıra filme damgasını vuran performans, ilk sinema deneyiminde harikalar yaratan Meksika’nın deneyimli tiyatro aktrislerinden Jana Raluy’dan geliyor.

(22 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatın Kendi Planları Var

Kördüğüm (Maggie’s Plan)
Yönetmen-Senaryo: Rebecca Miller
Hikâye: Karen Rinaldi
Müzik: Michael Rohatyn
Görüntü: Sam Levy
Oyuncular: Greta Gerwig (Maggie), Ethan Hawke (John), Julianne Moore (Georgette), Travis Fimmel (Guy), Maya Rudolph (Felicia), Bill Hader (Tony), Wallace Shawne (Kliegler), Mina Sundwall (Justine), Jackson Frazer (Paul), Alex Morf (Al)
Yapım: Sony (2015)

Amerikalı yönetmen Rebecca Miller’ın “Kördüğüm”, hayatın gerçekliği içinden mizahı çıkartan sıradışı bir film.

New York, kış… İnsanlara özgüven yönünden cesaret veren bir işte çalışan güzel Maggie, soyadı karışıklığından iki maaş çeki birden alınca soylu bir davranış gösterip çekin geldiği merkeze başvurduğunda aynı soyadı taşıdığı antropolog-yazar John’la karşılaşıyor. O da maaş çekini alamamış. Dostlukları da gelişiyor bu arada. John yazdığı romanın tekstini Maggie’ye veriyor değerlendirmesi için. John evli. Bir kız ve bir oğlan babası. Hırslı eşi Georgette’le iletişimleri zayıflamış. Maggie evli değil ve çocuk sahibi olmak istiyor. Araştırmalarından sonra da turşu üretimcisi Guy’ı bulmuş. Çünkü Guy bir matematikçi ve zeki. Guy, matematikte ilerleyeceğine turşuculuğu seçmiş. Çünkü o, fotoğraftaki bir parçayı değil, bütünü görmek istiyormuş. Bütünü gördüğünü sandığında ya sadece fotoğrafın bir bölümünü görüyorsa?

Guy, Maggie’nin dairesine gelip spermlerini şişeye aktarıyor. Çünkü Maggie, doğal yolla aktarım olursa duygusal bağ olmasından çekiniyor. Tuvalete giden Guy, şişeye fazladan sperm bıraktığını iddia ediyor. Bu erkekler dünyasında bir şehir efsanesi aslında. Yeryüzündeki tüm erkekler her seferinde aynı gram sperm çıkartıyorlar. Ne bir eksik ne bir fazla!.. Maggie, spermi küvette içine şırıngayla enjekte ederken kapı çalıyor. Gelen John. Sonra sevişiyorlar. Üç yıl sonra. Bir melek kadar güzel Lilly olmuş. O sırada John da, eşinden boşanmış ve Maggie’yle evlenmiş. Maggie’nin, güzelliğiyle erkekleri mağlup edecek kadar büyüleyici güzelliği var. Hangi erkek bu güzelliği başıboş bırakabilir ki?

Kimin planları kazanacaktı?

John’un bencilliğini fark eden Maggie, planlarını uygulamaya başlıyor. Ama hayatın da planları vardı. Kimin planları kazanacaktı? Sürprizler filmin sonunda. Yönetmen Rebecca Miller, 1962’de Amerika’da doğdu. Yönetmen, 2005 yapımı “The Ballad of Jack and Rose-Tehlikeli Masumiyet” filminde bir baba – kızın etkileyici hikâyesini çevrecilik etrafında anlatmıştı. Yönetmen Miller, dramı çoğaltacak durumları kadınsı bir dokunuşla ince mizah katarak yumuşatabiliyor. Bu özellikler aslında kadınların genlerinde vardı. İnsanı, zeki ve ince mizahıyla gülümseten 2015 yapımı “Maggie’s Plan-Kördüğüm”, Türkçe adına uygun hoş bir film. Avustralyalı oyuncu Travis Fimmel, ünlü “Vikingler” dizisinde Rognar’ı oynamıştı.

(22 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kanlı, Sert ve Öfkeli: Martin Scorsese

Büyük ustalardan Martin Scorsese’nin iki biyografik filmi, “Kızgın Boğa” ve “Sıkı Dostlar”, sinemanın önemli yapıtlarından. Bu iki otobiyografik film, estetik olarak da birbirleriyle buluşuyorlar. Başarılı Türkçe dublajlarının, atmosferlerin ortasında dolaşmaya yardım ettiği bu filmler sinema sanatı için de ilham verici.

“Kızgın Boğa…”

Büyük usta Martin Scorsese, 1980 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Raging Bull-Kızgın Boğa” filminin nevrotik yüklü atmosferiyle bir kişiliği derinliğine beyazperdeye yansıtıyor. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu Paul Schrader ve Mardik Martin ortak yazmışlar. Film, Joseph Carter ve Peter Savage’ın “Jake La Motta” eserinden uyarlanmış. Doğrudan büyük boksör La Motta’dan da destek alınmış. Ayrıca görsel arşivlerden de yararlanılmış. Bu filmde dönemin müzikleri ve şarkıları kullanılmış. Bu yüzden tema müziği yok. Çarpıcı fotoğraflarıysa usta kameram Michael Chapman yansıtmış. Elbette La Motta’nın içini dışarı çıkartan kurguda, Scorsese’nin kadim dostu Thelma Shoonmaker’ın çabaları olmuş. Filmde 8mm tadı veren renkli anlar da yansıyor. Ayrıca bazı anlarda fotoğraflar da yansıyor. Bu nostaljiyi, yaşanmışlığı fark ettiriyor. Filmde, yerler ve zamanlar yazılarla belirtilmiş gerçeküstücü estetikle.

Scorsese, United Artists’le daha önce 1977 yılında Robert de Niro ve Liza Minnelli’yi oynattığı New York, New York” müzikal filmini yapmıştı. Scorsese bu stüdyo için, “Hollywood’un en nazik stüdyosu.” demişti. Bu naziklik, 1919’da kurulan United Artists’in köklerinde var. Büyük sinemacılar Charlie Chaplin ve David W. Griffith’ten geliyor bu naziklik. Scosese’nin bu filmi, Akademi’den Robert de Niro’ya “En İyi Erkek Oyuncu” ve Thelma Shoonmaker’a da “En İyi Kurgu” dallarında Oscar getirmişti. Yönetmen, bu filminde babası Charles Scorsese’yi de oynatmış.

Ön jenerikte Jake La Motta (Robert de Niro) ringde tek başına yansıyor. Ön jenerikte sadece filmin adı kırmızı yazılmış. New York, 1964… Gösteri yapığı gece kulübünün kulis odasında şişmanlamış eski boksör Jake, ayna karşısında prova yaparken görünüyor. Sabit kamera tek açıdan yansıtıyor. Puro da içen Jake’in zihninde hep büyük rakibi Sugar Ray Robinson’ın (John Barnes) olduğu fark ediliyor.

Film, 1941 yılına gidiyor. Cleveland… “Bronx Boğa”sı ortasıklet Jake, siyahî boksör Jimmy Reeves’den (Floyd Anderson) ringde dayak yerken hikâye başlıyor. Jake, sanki tepki vermiyor gibi yumruklara. Kamera, köşelerinde oturan iki boksöre doğru kayıyor. Tribünler de karışıyor. Yönetmen, boks anlarında da atmosferin içine alıyor insanı. Onuncu rauntta Jake, Jimmy’yi kroşeyle yere düşürüyor. Hakem sayarken ayağa kalkıyor Jimmy. Sert kroşeleriyle Jimmy’ye öfkeyle yumrukları indiren Jake, hakem kararıyla baygın haldeki Jimmy’ye maçı kaybediyor. Bronx’taki dairede. Jake, sabırla karısı Irma’nın (Lori Anne Flax) pişirdiği bifteği getirmesini bekliyor. Jake öfkeleniyor. Karısı da. Karısının siniri ve mutsuzluğu filmin derinliğinde anlamlaşıyor. Sporcu eşi olmak zor zanaattı. Jake’in kardeşi Joey de (Joe Pesci), Jake’in sokağında, Tommy Como’nun (Nicholas Colasanto) yakınlarında duran Salvy’yle (Frank Vincent) beraber yürürlerken yansıyorlar. Tommy, Jake’in kendisiyle çalışmasını istiyormuş. Joey, daireye geldiğinde öfkeyi görüyor. Kadınlara nazik davranmak gerekmiyor muydu? Jake, ellerinin kadınlar gibi küçük olduğunu söylüyor kardeşine. Sonra da Joey’e kendisine yumruk atmasını istiyor. Yeni maçlar için antrenmanlar da sürüyor. Joey de abisine antrenmanda yardımcı oluyor. Salona Salvy de gelmiş. Jake bundan hoşlanmıyor.

Yaz ayları. Kamera, sağa çevriniyor ve yüksekten havuza atlayan birini gösteriyor. Jake ve Joey de havuzda. Salvy de orada. Biri daha var. Güzeller güzeli ve sarışın Vickie’ye (Cathy Moriarty) gözleri takılıyor Jake’in. Daha 15 yaşındaymış. Joey kızı tanıyormuş ve onunla hiç yatmamış. Kız, Jake’i büyülüyor. Vickie, havuza giriyor. Sanki farklı gözlerin kendisini takip ettiğinin farkındaymış gibi. Gece, Jake’in evinde. Joey de evde. Yine tartışıyorlar. Apartmanın koridorundaki çekimler özeldi. Koridorlar, simgesel anlamda Scorsese filmlerinde değerli yerde. Scorsese, 1976 yapımı “Taxi Driver-Taksi Şoförü” filminde de koridor sahnesini kullanmıştı. Travis’in (Robert de Niro), porno filme götürdüğü Betsy’den (Cybill Shepherd) özür dilemek için ankesörlü telefonla konuşurken, kamera sağa doğru kayıp, sarı tonların kuşattığı koridoru gösteriyordu. Koridor, Travis’i ve Jake’i yalnızlığa doğru gidişlerini simgeliyordu. Yalnızlık birdenbire değil, sinsice kuşatıyordu. Karısına haddini bildirmesini isteyen Joey, Jake’le kilisenin düzenlediği yaz dansına gidiyor. Vickie de Salvy’nin yanında. Salvy ve Vickie ayrılıyorlar oradan. Gündüz, yine havuzdalar. Jake, arabasıyla gelmiş. Joey, Vickie’yi çağırıyor ve Jake’le tanıştırıyor. Jake ve Vickie dolaşmaya çıkıyorlar. Jake, Vickie’ye golf bile öğretiyor. Sonra da Vickie’yi, babasına aldığını söylediği daireye götürüyor. Evde dolaştırıyor ve sonunda kızı yatak odasına götürüyor. Hemen onunla sevişmek istiyor Jake. Ama önce ritüel var. Onun sıcak ve yumuşak dudaklarından öpüyor, ardından beyaz kuğu boynunu okşuyor.

Detroit, 1943… Jake, siyahî boksör Sugar Ray Robinson’a sürekli kroşelerle yüzüne vuruyor. Jake, yumruklarıyla Sugar’ı ringin dışına bile fırlatıyor. On raunt sonunda maçı Jake hakem kararıyla kazanıyor. Sonra Vickie’yle babasının dairesinde buluşuyor. Üstü çıplak Jake yatakta uzanmışken, Vickie de onun yaralarını yumuşak dudaklarıyla öperek bir an önce sevişmek istiyor. Ardından pantolonunu çıkarmasını söylüyor. Jake, Vickie’nin güzelliğine mağlup olmama mücadelesi de veriyor. Jake kampta. Yataktan kalkan Jake, lavaboda sürahideki buzlu suyu dökerek ateşini söndürüyor. Vickie de sevişememenin verdiği acıları yaşıyor. İçindekini dışarı vuramıyor Jake’e karşı. Karşı cinsle olamamak insanın psikolojik dengesini bozabiliyor ama. Aynı yıl yine Sugar’la Detroit’te dövüşüyor Jake. Sol sert yumrukları Sugar’ı yere düşürüyor. Ama maç sonunda hakem kararıyla maçı Sugar kazanıyor. Soyunma odasında Joey öfkesini dışarı çıkartıyor. Sugar askere gidecekmiş. Halkın kahramanı olması için maçı ona vermişler. Herkes gittikten sonra Jake, elini buzlu suya sokuyor.

1944’te New York’ta Zivic’le maçı siyah-beyaz fotoğraflarla olarak yansıyor. Ardından Jake, Vickie ve Joey’in arabayla geziye çıkışları renkli görüntülerle yansıyor. Sonra 1945’te New York’ta Basora’yla da maçı siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor Jake’in. Yine görüntü renkleniyor ve Jake’le Vickie kilisede evleniyorlar. 1945’te New York’taki Kochan’la maçı da siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Sonra Jake ve Vickie’nin havuzdaki mutluluğu renkli görüntülerle yansıyor. Ardından Detroit’te 1946’daki maçı yine siyah-beyaz fotoğraflarla yansıdıktan sonra Joey’in Lenore’yle (Theresa Saladana) evliliği renkli olarak görülüyor. 1946’da Şikago’daki Satterfield’la maçı da siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Ardından Jake’in Vickie’yi yeni evlerinin önünde kucaklayışı ve arka bahçedeki barbekü partisi renkli yansıyor peş peşe. Jake ve Vickie’nin iki çocukları var. Joey’in de. Sonra 1947’de New York’ta Bell’le maçı siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Bu sekans, sinema tarihinin de özel ve yaratıcı sekansıydı. Çok az bir zamanda çok şey anlatabiliyordu Scorsese.

1947, Bronx… Pelham Parkway’deler artık. Jake’in kiloları da artıyor. Şimdi 77 kiloda. Joey de menajerliğini yapıyor Jake’in. Eve Joey ve karısı da gelmiş. Vickie, istemeden Jake’in rakibi Tony Janiro’ya (Kevin Mahon) yakışıklı deyince, Jake’in öfkesi hemen dışarı çıkıveriyor. Asıl zihnini karıştıran “yakışıklı” kelimesi. İçine şüphe düşüyor. Vickie onu aldatıyor muydu? Kıskançlık, öfkeyle beraber tüm ruhunu kaplıyor Jake’in. Gece Copacabana adındaki gece kulübüne gidiyorlar. Tommy ve Salvy de orada. Tommy’nin sağ kolu Charlie de (Charles Scorsese) masada. Vickie, lavabodan dönerken onların masasına gidiyor ve Tommy’yi öpüyor. Bu Jake’i zihninde çıldırtıyor. Sonra Tommy, Jake’i masasına çağırıyor. New York, 1947… Jake, ringde Tony Janiro’nun yüzünü parçalamak ister gibi yumruklarını yüzüne indiriyor. Maçı izleyen Vickie, Jake’in öfkeyle Janiro’nun yüzünde patlayan yumruklarından ürküyor. Jake, hakem kararıyla maçı kazanıyor. Jake, spor salonunda antrenman yaparken altta da hüzünlü tınılar duyuluyor. Gece, Copacabana’da Joey, birden Vickie’yi görüyor. Vickie, Salvy’yle beraber. Joey kavga çıkartıyor orada. Öte tarafta da Jake şüpheler içinde.

Jake ve siyahî boksör Billy Fox (Eddie Mustafa Muhammad), Mario (Mario Gallo) gözetiminde tartılıyorlar. Sonra kamera, spor salonunun koridorunda hızla öne doğru kayıyor. Bu koridorlar çok önemli Scorsese’de. Mario, Jake’e bahislerin iptal edildiğini söylüyor. Şike kokusu alınmış. Fox’la maçında bilerek dayak yiyor Jake. Anlaşmalı maçın ne olduğunu bilmiyor muydu? Kurul, Jake’e şike yaptığı için ceza veriyor. Evde Joey, rol yapmayı gösteriyor Jake’e. Maç anlaşmalı olsa da, anlaşılmaması lâzımdı çünkü. Cezası bittikten sonra Fransa’nın gururu Marcel Cerdan’la (Louis Raftis) maçı var Jake’in Detroit’te. Panolardan yansıyor. Cerdan, Fransız şansonunun büyük şarkıcılarından “Kaldırım Serçesi” Edith Piaf’ın sevgilisiydi.

Evde. Jake, gergin ve öfkeli. Çünkü “Dünya Ortasıklet Şampiyonluğu”nda hayalindeki “Altın Kemer”e ulaşma stresini yaşıyor. Joey, telefonla konuşuyor. Doktor da, Jake’in antrenörüne dikiş atma provası yapıyor. Joey, yemek siparişi vermek istediğindeyse Vickie’nin yemeğini de sorun yapıyor Jake. Bir zaman sonra eve Tommy ve Charlie de geliyor. Jake’i yoklamaya gelmişler. Çok kalmıyorlar. Çıkarlarken, Vickie, Tommy’yi öpüyor. Daha sonra Jake, Vickie’nin Tommy’yle ne işi olabileceğini sorgulamaya başlıyor. Acaba kimlerle yatıyordu? Vickie’ye tokat atıyor kıskançlıkla Jake. Öfkesi en tepeye çıkıyor Jake’in.

Detroit, 1949… “Steadicam” kamera, soyunma odasından çıkan Jake’i geriye kayarak izliyor yanındakilerle. Salona girdiğinde bu defa onları öne kayarak izliyor bu kamera. 15 rauntluk maçta Jake, Cerdan’ı nakavtla yeniyor onuncu rauntta. Bu maç anlarında çarpıcı ve estetik görüntüler perdeyi kuşatıyor. Hayalindeki “Altın Kemeri” de kazanıyor, “Dünya Ortasıklet Şampiyonu” oluyor.

1950 yılı… Bronx, Pelham Parkway’de. Jake, televizyonun görüntüsünü düzeltmeye çabalarken, Joel’le de konuşuyor. Vickie de orada. Jake, gergin ve şüpheler içinde. Jake, Vickie’yi sorguluyor. Salvy’nin, hatta Joey’in de Vickie’yle yatıp yatmadığını da öğrenmek istiyor takıntılı Jake. Hemen Joey gidiyor. Jake, merdivenlerden yukarı çıkıyor. Vickie yatak odasında yatakları toplarken, kafasında yarattığı gerçekliğin gerçek olması için Vickie’yi sıkıştırıyor. Vickie’ye tokat atıyor. Vickie banyoya sığınıyor. Azgın boğa kapıyı kırıyor ve gerçeği öğrenmek istiyor. Bir şeyler öğrendiğini sanan Jake, dışarı çıkıyor ve Joey’in evine gidiyor. Peşinden de Vickie gidiyor. Jake, Joey’le kavga ediyor. Kaybetmesini ve yalnızlığını hızlandırmaya başlıyor bu. Gece, salonda Jake koltukta otururken, televizyonun ekranı hâlâ karlı. Vickie, yatak odasında valizlerini toplarken, Jake geliyor, gitmemesi için yalvarıyor. Bir şans daha istiyor Vickie’den. Yüreği yumuşak Vickie acıyor ona.

Fransız boksör, rövanş için Amerika’ya gelirken, uçağı Atlantik üzerinde düşünce, Jake’in yeni rakibi Fransız Laurent Dauthuille (Johnny Turner) oluyor. 1950, Detroit… 15 rauntluk maçta Jake, Dauthuille’i nakavtla yeniyor. Az zaman sonra, Vickie, Jake’e Joey’i aramasını söylüyor. Vickie, ankesörlü telefondan Joey’in evini arıyor. Jake, telefon ahizesini kulağına götürse de Joey’le konuşamıyor. Joey, arayanın Salvy olduğunu sanıyor ve küfürleri savuruyor.

1950’lerin ortalarında. Jake, en büyük rakibi Sugar’la son maçına çıkıyor gibi. Scorsese bu maçta kamerayı çarpıcı açılara yerleştirmiş ve stilize anlar yakalamış. Köşede Jake otururken, süngerdeki kana karışmış su, Jake’in sırtından aşağı doğru giderken şiddetin ruhuna dokunuluyor sanki. Maçı televizyon da canlı yayımlıyor. Joey de maçı karısıyla beraber evde izliyor. Jake, Sugar yumruklarını indirdikçe, “Hadi, hadi” diye kışkırtıyor. Kamera, yavaşça Jake’e yaklaşıyor. Sugar sürekli yumruk atıyor. Jake, “Beni hiç düşüremedin Ray.” diyor, yumrukları yüzüne yerken. Jake yeniliyor. Kamera, sağa kayıyor ve ipten aşağıya damlayan kanları gösteriyor.

Miami, 1956… Gündüz. Gazeteciler, Jake’in havuzlu, bahçeli evlerine gelmişler. Jake, antrenmanlardan, kiloları korumaktan yorulmuş. Şimdiyse kendi adını taşıyan gece kulübünde tek kişilik gösteriler yapıyor. Jake, Vickie’yle de evleneli 11 yıl olmuş. Hâlâ onu aşağılıyor Jake. Gündüz Jake, gece kulübünde barda kule gibi yaptığı kadehlere içki doldururken, çalışanlarından biri Vicki’nin geldiğini söylüyor. Kuledeki kadehleri dağıtan Jake, dışarıda arabanın içinde kendini bekleyen karısının yanına gidiyor. Vickie, onunla boşanıyormuş ve çocukların velayetini de alıyormuş. Artık yapayalnız Jake. Gece olunca gösterisini sunuyor. Jake’in yerine rüşvetçi savcılar, devlet görevlileri de teşrif ediyorlar. Jake, grotesk mizahla onları küçük düşürebiliyor. Espri zekâsı, boksörlüğü kadar güçlü Jake’in. Sadece takıntılı ve saplantılı biriydi. Gece kulübüne 21 yaşında olduklarını söyleyen iki kız geliyor. Onların dudaklarından öptükten sonra büyük olduklarına inanıyor Jake. Çok geçmeden polis dedektifleri gece kulübüne geliyorlar. Eve gitmeyen, kulüpte kalan Jake, uykulu gözlerle şaşkınlıkla polisleri anlamaya çalışıyor. Kızların fotoğraflarını gösteriyorlar. Kızlar 14 ve 15 yaşlarındaymış. 10 bin dolar kefaletle serbest kalacak Jake’in aklına “Altın Kemeri” geliyor. Eve gittiğinde Vickie biraz tedirgin oluyor. Kemerin elmaslarını çıkartan Jake, değeri düştüğünden parayı denkleştiremiyor. Jake, yapayalnız olduğunu da anlayıveriyor. Kimseden bir şey isteyecek yüzü yok. Jake’i hücreye atıyorlar. Jake, “Neden, neden” diyerek duvara yumruk atıyor, başını duvara vuruyor. Jake, “Herkes bana aptalmışım gibi davranıyorlar. Ben kötü değilim. Ben öyle biri değilim” diyor kendine. Scorsese, John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” eserine gönderme yapmış bu sözlerle. Scorsese, hücredeki anlarda dışavurumcu ışık düzenlemeleri de oluşturmuş.

New York, 1958… Jake, tek kişilik gösterisini küçük bir gece kulübünde sürdürüyor. İnsanlar onunla dalga da geçiyorlar. Bu mekânda şarkı söyleyen Emma’yla (Rita Bennett) beraber gibi. Bir gece iş bittikten sonra eve giderken, gece kulübünün dışında Joey’i görüyor Jake. Bıyık bırakmış Joey, hâlâ kırgın ve ondan bir an önce kurtulup arabasıyla uzaklaşmak istiyor. Artık şimdi daha da yalnız Jake. Öfkesinin, kibrinin kefaretini ödüyor.
Film başa dönüyor. New York, 1964… Jake, gece kulübünün kulis odasında ayna karşısında prova yapıyor. Sabit kamera tek açıdan yansıtıyor. Elia Kazan’ın 1954 yapımı siyah-beyaz “On the Front Water-Rıhtımlar Üstünde” filminde, kendi gibi eski boksör olan Terry’nin (Marlon Brando), abisi Charley (Rod Steiger) ve bir sendikacıyla arabadaki anını anlatıyor Jake. O da, Terry de şike olayına karışmıştı. Terry mağrur değildi. Kalp kırmıyordu. Sakindi. Âşıktı. Yeni hayata gitme fırsatı vardı. Jake mağrurdu. Kalpler kırdı. Takıntılarıyla, saplantılarıyla, öfkeleriyle herkes etrafından uzaklaşmıştı. Öfkeli insanlar, yapayalnız kaldıklarını bir zaman sonra fark ediyorlardı. Körken görmeye başlıyorlardı. Artık her şey için geç miydi? İnsanlar, hayatın ve koşulların kendilerini değiştirdiğine inanıyorlar. Ama başka insanların, kendileri gibi değişebileceğine, dönüşebileceğine pek ihtimal vermiyorlar sanki. Bir insanı nasıl tanırlarsa, zaman geçse de hep aynı insan olduğunu düşünüyorlardı. Melodramla dolmuş düşence değil miydi bu? Hayat, Jake’i de değiştiriyor. Ama insanlar onu, zihinlerinde oluşmuş imgelerlerle eski haliyle düşünüyorlar. Bu bencillik değil miydi?

Film, “Yeni İngiliz İncili”nden bir hikâyeyle bitiyor. John (Yuhanna) 24-26’da geçen olay şöyleydi: Farisliler, kör adamı çağırıp “Tanrı’nın önünde gerçeği söyle. Günahkâr olduğunu biliyoruz. Günahkâr olup olmadığı anlat.” demişler. Kör adam, “Günahkâr olup olmadığımı bilmiyorum. Bir zamanlar kördüm. Şimdi artık görüyorum.” diye cevaplamış.

“Sıkı Dostlar…”

Martin Scorsese’nin 1990 yapımı “Goodfellas-Sıkı Dostlar”, bir itirafçı gangsterin hayatından anları yansıtan önemli bir yapıt. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Nicholas Pileggi ortak yazmışlar. Film, yazar Pileggi’nin “Wiseguy” eserinden uyarlanmış.

Filmde tema müziği kullanmamış yönetmen. Dönemleri vurgulayan müziklere yer vermiş. Bobby Vinton ve Tony Bennett’in müziklerini de duyuyorsunuz ve doyamıyorsunuz. Bobby Vinton’ın klasikleşmiş “Roses Are Red” şarkısı büyülüyor. Soundtrack arşivlik. Filmin kurgusu da çarpıcıydı. Bunda Thelma Shoonmaker’ın da desteği var. Scorsese, bazı anlarda görüntüleri dondurup fotoğraflaştırarak filmde nostalji duygusu oluşturuyor. Bazı anlardaysa doğrudan fotoğraf kullanmış yönetmen. Filmin kameramanı Alman usta Michael Ballhaus. Dış mekânlarda bile iç mekânlardaki kasveti yaşatabiliyor usta. Bu filmde, mekânlar ve zamanlar ara yazılarla yansıtılmış. Filmin ön jeneriği, insana Hitchcock tadı da veriyor. Nevrotik ruhlu bu filmde her şey, Henry ve Karen’in içsesleriyle yansıyor. Yönetmen, babası Charles Scorsese ve annesi Catherine Scorsese’yi de oynatmış. Joe Pesci de bu filmindeki performansıyla “En İyi Yardımcı Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı.

New York, 1970… Film, hikâyenin ortasından başlıyor. Araba, otobanda gecenin içinde yol alırken yansıyor. Arabayı Henry Hill (Ray Liotta) sürüyor. Önde Jimmy Conway (Robert de Niro) ve arkadaysa Tommy DeVito (Joe Pesci) oturuyor. Arabanın bagajından da tıkırtılar duyuluyor. Henry, arabayı kenara çekiyor. Bagajı açtıklarında masa örtüsüne sarılı Billy Batts’ın (Frank Vincent) hâlâ ölmediğini görüyorlar. Tommy, elindeki bıçağı Billy’ye saplayıp dururken, Jimmy de tabancasını çıkartıp kurşunları Billy’nin üstüne boşaltıyor. Kırmızı ışığın yüzüne vurduğu Henry bagajı kapatırken görüntü donuyor. İç sesiyle, “Hayatım boyunca hep bir gangster olmak istemişimdir.” diyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor.

Brooklyn’in doğusu, 1955… Henry, içsesiyle mafyanın içine nasıl girdiğini anlatıyor. Çetenin başı Paulie Cicero (Paul Servino), fazla ortalarda görünmeyen, sessiz biriymiş. Paulie’nin kardeşi Tuddy’yle (Frank DiLeo) çalışmaya başlamış ilkin. Araba parkı, pizza işleri gibi işler. Çocukluğunda ona göre, gangster olmak, Amerika’nın başkanı olmaktan zormuş. Henry’nin annesi (Elaine Kagan), Cicero’nun da kendisi gibi Sicilyalı olmasında hoşlanıyormuş. Elbette gangster olduğunu bilmiyor. Ama Henry eve yeni takım elbiselerle gelince, “Gangster olmuşsun.” diyor annesi şaşkınlıkla. İrlandalı olan babası Frenchy (Beau Strarr), çocuk Henry’nin (Christopher Serrone) okula gitmediğini öğreniyor okuldan gelen mektupla. Mafya bu işi de kendi yöntemleriyle hallediyor. Henry, kumar oynanan yerde Jimmy’yle karşılaşıyor. Jimmy, filmlerde hep kötü adamları tutuyormuş. En sevdiği şey de çalmakmış Jimmy’nin. Henry, kendi gibi çocuk olan Tommy’yle de (Joseph D’Onofrio) tanışıyor. Üçlünün kader yolu kesişiyor böylece. Her yerde Paulie’nin adamları var ve çalınacak malları haber veriyorlar. Bir kamyon dolusu sigara kartonu çalıyor çete. Karaborsada da bunu satıyorlar. Satarlarken, FBI ortaya çıkıyor ve Henry’yi tutukluyor. Mahkemede konuşmuyor Henry. Mahkemeye gelen Jimmy bunu takdir ediyor. Jimmy, “Dostlarını asla ele verme ve çeneni hep kapalı tut.” diyor. Bu öğütler işe yarayacak mıydı? Jimmy’yle Paulie’ye gidiyorlar. Herkes Henry’yle gurur duyuyor gammazcı olmadığı için. Görüntü bu anda donarak fotoğraflaşıyor. Fonda da muhteşem bir şarkı duyuluyor.

1963 yılı. Henry ve Tommy büyümüşler. Havaalanındaki soygun yapacaklar. Havaalanında da Paulie’nin adamları, tanıdıkları var. Kargo başarıyla soyuluyor. Sonny’nin (Tony Darrow) restoranında. “Steadicam” kamera Henry’nin gözlerinden, hiç kesme yapmadan yansıtıyor. Henry, gözüne çarpan gangsterleri de iç sesiyle anlatıyor. Henry, oradan mutfak bölümüne gidiyor ve kameranın önüne geçiyor. Sonny, kargo soygunundan bolca kürk geldiği için biraz kızıyor. O, palto istemiş. Bu uzun öznel çekim, birçok şeyin Henry’nin gözleriyle yansıdığını hatırlatıyor. Birçok şey böyle de olmayabilir. Sonuçta öznel bakış vardı. Daha sonra masada Henry, Tommy’nin komik maceralarını eğlenerek dinliyor. Tommy, banka soygununda uyuyakalmış ve polise enselenmiş. Henry, bu olaya komik diye kahkahalarla gülünce, Tommy birden ciddileşiyor ve Henry’yi sorgulamaya başlıyor. Tommy, takıntılarını, aşağılık komplekslerini sertçe dışarı vuran bir gangster. İşi en kolay yoldan, şiddetle çözüyor. Eğer Tommy ciddileşmişse bunu ciddiye almak gerekti. Sonra Tommy, Henry’deki korkuyu görünce işi şakaya vuruyor. Tommy şakadan anlamazdı ama. Efemine konuşan ve eşcinsel olmadığını iddia eden Sonny, Tommy’den yedi bin dolarlık borcunu ödemesini söylüyor. Tommy’den parasını alınabilir miydi? Sonra Sonny, Paulie’ye başvuruyor Tommy’den alacaklarını tahsil için. Paulie’ye restoranına ortak olma teklifi bile yapıyor. Paulie restoran işinden anlar mıydı? Sonny hayatının hatasını yapıyor ve Paulie’yi ortak yapıyor. Paulie, kâr-zarar işlerine bakmazdı. Payı olanı isterdi her koşulda. Sonny’nin çöküşü görsel olarak da yansıyor.

Gece Tommy’nin arabasında. Tommy, Diane’le (Katherine Wallach) yemeğe çıkmak için destek istiyor. Diane, kendi gibi Yahudi olan kız arkadaşı Karen (Lorraine Bracco) olmadan yemeğe çıkmıyormuş. Henry, Tuddy’yle de buluşması gerekiyor. Sonunda Tommy’nin dediği oluyor. Yemek sıkıntılı geçiyor. Henry, Tommy ve Diane’i restoranda bırakıp maviler içindeki ve gözleri Liz Taylor’ı çağrıştıran Karen’i evine teslim ediyor. Ertesi gün Tommy, Diane ve Karen restorandalar. Karen, Henry’nin gelmesini bekliyor, ama gelmiyor. Gece Tommy, Karen’i Henry’nin olduğu yere götürüyor beyaz 1961 model Chevrolet Impala Convertible arabasıyla. Öfkeli Karen, Henry’ye her şeyi söylüyor kadın zarafetiyle. Henry, gece Karen’i Copacabana adındaki gece kulübüne götürüyor. “Steadicam” kamera dışarıdan, Henry ve Karen’in gece kulübüne girişini hiç kesme yapmadan yansıtıyor. Başka kapıdan içeri giriyorlar. Koridordan, mutfaktan geçerek içeri geçiyorlar. Bu uzun çekim de bir anlamda Karen’in de bu hikâyeye katkısı olduğunu
gösteriyor sanki. Şef garson onlara hemen masa ayarlıyor. Sahnede şarkı söyleyen Tony Vinton (Robbie Vinton), onların masasına içki bile yolluyor. Karen, daha 21 yaşındaki birinin bu kadar itibar görmesinden etkileniyor. Dışarıda üstü açık arabada Vinton’ın içkisini içmeyi sürdürüyor Henry ve Karen. Kamera, plonje açıyla yansıtıyor bu anı.

Restorana, Henry’yle buluşmak için havaalanında çalışan biri geliyor. Henry, adamı Jimmy’yle tanıştırıyor. Kusursuz planla Air France’la gelen paralar soyulabilecek. Akşamüstü. Tommy ve Henry, havaalanında Air France’ın kargosunu soymak için geliyorlar. Yağmur da yağıyor. Soygun başarıyla gerçekleşiyor. Paulie ve Jimmy mutlular. Henry’yle Karen’in aşkı da büyüyor. Henry, Karen’i evden almaya gittiğinde Karen, boynundaki haçlı kolye görülmesin diye gömlek düğmelerini ilikleyiveriyor. Annesi (Suzanne Shepherd) katı bir Yahudi. Henry, Karen’in annesine, “İyi tarafım Yahudi.” diyor. Tatile de çıkıyorlar. Tatildeyken Karen, yolun karşısındaki komşusu Bruce’u (Mark Evan Jacobs) bile görüyor. New York’a dönülünce işler de devam ediyor. Henry, dükkân sahibinden Jimmy’nin faizle verdiği parayı istiyor. Jimmy de zulada bekliyor. Adam diretince Jimmy haddini bildirecekken telefon çalıyor. Arayan Karen ve başı dertteymiş. Henry hemen1966 model üstü açık Chrysler Newport Convertible arabasıyla çıkıyor ve Karen’i buluyor. Sokağın karşısındaki komşusu Bruce, Karen’i aşağılayıp taciz etmiş. Henry, kırmızı 1966 model Chevrolet Corvette C2 spor arabası olan komşu genci öfkeli yumruklarla cezalandırıyor. Karen, arabadan inip evine gidiyor. Henry de Karen’e bir tabanca veriyor kendini koruması için.

Henry ve Karen, sinagogda evleniyorlar. Muhteşem düğüne Paulie ve aile, yani mafyanın diğer elemanları da katılıyorlar. Aileye kabul edildikten sonra her şey paylaşılıyormuş gibi görünüyordu dışarıdan. Ama gerçek durum zorlu zamanlarda açığa çıkıyordu. Karen bunu yaşayacaktı Henry hapse düştükten sonra. Hatta başka zamanlarda da gerçekle yüz yüze kalacaktı. Karen, bu mafya ailesinde isimlerin çoğunlukla Paul ve Marie olduğunu keşfetmiş. Paulie sıkça evde davetli yemek veriyor. Onlara da katılıyor hep Karen. Paulie’nin kadim dostu Vinnie de (Charles Scorsese) hep Paulie’nin yanında. Karen, çetenin içindekilerin kadınlarıyla da iletişimini geliştiriyor. Dedikoduları dinliyor, bu ortama alışmaya çalışıyor. Aslında ortama alışmak Karen için pek zor olmuyor. Çünkü para boldu. Evlendikten sonra Henry içgüveysi oluyor. Kayınvalidesinden sıkıldığı için eve uğramadığı zamanlar da oluyor. Sabaha karşı Tommy’nin arabasıyla eve geldiğinde kayınvalidesini görünce arabaya binip gidiyor. Karen, bir süre sonra her şeyi normal görmeye başlasa da kocasının tutuklanmasından endişeleniyor. Polis dedektifleri bu endişe sürerken eve gelip arama yapıyorlar. Zaman geçiyor. Kız çocukları da büyüyor.

Jimmy, karısı Mickey (Julie Garfield), Henry ve Karen beraberce tatile çıkıyorlar. Mutlu anlar fotoğraf olarak yansıyor peş peşe. Başka anlar da var. Fotoğraflar üzerine Karen’in içsesi de düşüyor. Karen, Henry’den gurur duymaya başlamış. Lüks yaşam. Bol para harcama. Mutluluk. Tatil sonrası evde Karen, üzerinden paraları çıkartıp evde zulaya saklayan Henry’den para istiyor alışveriş için. Parayı alan Karen, mutfakta Henry’nin önünde diz çöküyor birden. Queens, 1970. Gece… “Suite Lounge” adlı bar dışarıdan yansıyor. Amerikan bardaki Billy, barın öbür ucundaki Jimmy ve Henry’ye içki ısmarlıyor. Çok geçmeden bara Tommy ve sevgilisi geliyor. Billy, Tommy’yi aşağılayan kelimeler savurmaya başlıyor. Tommy’ye, “Tükür parlat.” diyor. Takıntılı Tommy buna nereye kadar dayanabilirdi? Bar dağılmaya başlayınca, Jimmy ve Tommy, Billy’ye saldırıyorlar. Tommy, Billy’yi bıçaklıyor. Öldü diye onu masa örtüsüne sarıp arabanın bagajına atıyorlar. Sonra gecenin bir yerinde Tommy’nin annesinin (Catherine Scorsese) evine gidiyorlar. Anne, onlara sofra kuruyor, hatıralardan söz ediyor. Tommy’nin sevdiği yağlıboya resimi de gösteriyor onlara. Nehirdeki kayıkta yaşlı bir adam ve değişik yönlere bakan köpek olan bir resimdi bu. Kamera, sola kayarak pencereden arabayı gösteriyor sonra. Ardından filmin girişine dönülüyor. Billy’nin cesedini gömüyorlar.

Hayat da devam ediyor. Gece kulübünde Henry, Janice Rossi (Gina Mastrogiacommo) adında bir kadınla beraber. Karen’i ilk aldatışıydı bu. Mekândakiler, sahneden gelen şarkıyı büyülenmiş gibi dinliyorlar. Henry, sonra gece Janice’in evine gidiyor arabayla. Onunla apartmana girerken, kamera sabit açıda kalıyor, sabaha karşı Henry apartmandan çıkıyor. Gündüz. Karen, Henry ve kızları, Paulie’nin evine gidiyorlar. Paulie, Billy’den söz ediyor. Billy’nin adamları katili arıyormuş. Gece. Kırmızı ışığın sardığı mezarlıkta Jimmy ve Henry, Billy’nin cesedini çıkartıyorlar. Cesedin kokusundan Henry’nin midesi bulanırken, Tommy de dalga geçip duruyor onunla. Evde de ailesiyle mutlu anlar yaşıyor Henry. Sonra da metresi Janice’i yeni daireye yerleştiriyor. Janice, daireyi kutlamak için de parti veriyor. Tommy de orada. Janice, kadınlara evi gezdiriyor. Henry, Janice’in işine pek gitmediğini, ama Jimmy ve Tommy’yle işi hallettiklerini söylüyor. O anlatırken, Janice’in patronuna haddini bildirişleri de geriye dönüşle yansıyor. Henry, Janice’in kutlama partisinde Sandy’yi de (Debi Mazar) keşfediyor. Sırada o mu vardı?

Barda Jimmy, Henry, Tommy ve kankası Frankie (Frank Siverno) kumar oynarlarken, genç garson Spider da (Michael Vinton) onlara içki servisi yapıyor. Tommy’ye içki getirmeyince, Tommy sorun çıkartıyor ve Spider’ı aşağılamaya başlıyor. Spider, hazırcevap olunca, takıntılı Tommy tabancasını çıkartıp genci ayağından vuruyor. Spider doktora gidiyor. Evde yine Henry’yle Karen tartışıp duruyorlar. Henry zamanının çoğunu Janice’e ayırıyor çünkü. Karen, Janice’i hissediyor muydu? Karen, Henry’ye “Olgunlaş artık” diyor. Kocasının dışarı çıkamaması için arabanın anahtarını pencereden dışarı atıyor. Henry bara gidiyor. Mutlu. Yine kumar oynuyorlar. Tommy, ayağı bandajlı Spider’la yine dalga geçiyor. Hazırcevap Spider karşılığını veriyor. Jimmy, Tommy’yi kışkırtıyor ve Tommy tabancasını çıkartıp kurşunları Spider’in üzerine yağdırıyor. Spider’ın ailesi ispiyoncuymuş. Jimmy, yine mezar kazacakları için öfkeleniyor. Gündüz. Karen, çocuklarıyla beraber Janice’in kaldığı apartmanın kapısına dayanıyor. Megafon düğmelerine basıyor. Kocasını terk etmesini istiyor. Janice salonda endişe içinde Karen’in öfkeli kelimelerini duyuyor. Evde. Karen, yatakta uzanmış Henry’nin kucağına oturarak tabancayı onun yüzüne doğrultarak tehdit ediyor. Henry, her gün duyduğu ölüm korkusunu evinde de duyuyor şimdi. Bu andaki çekimler de çarpıcıydı. Önce alttan plonjeyle tabancalı Karen, ardından kontr-plonjeyle korku içindeki Henry yansıyor. Bu sorunu çözmek için Paulie ve Jimmy, eve geliyorlar. Karen, Paulie’ye, hatta Jimmy’ye bile gitmiş. Kıskanç bir kadının öfkesi nasıl olurdu? Paulie, karısına dönmesini istiyor. Henry, büyüklerinin sözünü dinliyor.

Paulie, Jimmy ve Henry’yi Florida’ya yolluyor para tahsili için. Adam borcunu ödememek için direniyormuş. Jimmy ve Henry, adama hadlerini bildirseler de adam ödeme yapmıyor. Ne yapacaklardı? Gecenin içinde adamı hayvanat bahçesine götürüp aslanlara atmaktan başka çare kalmıyor. Korku her şeyi yense de, beklenmedik bir şey oluyor. Gazeteler birden onlardan bahsetmeye başlamış. Adamın kız kardeşi FBI’da daktilografmış. Kadın, FBI’a ifade verişi de yansıyor. FBI’ın, Jimmy ve Henry’yi tutuklaması siyah-beyaz fotoğraf olarak yansıyor. Kadının abisi de tutuklanıyor. Mahkeme onları dört yıl hapse mahkûm ediyor. Başkaları da var elbette. Paulie, Vinnie ve Johnny Rio da tutuklanıyor. Barda Tommy’yle içerken, barın bir köşesinde Karen de gözyaşları içerisinde. Sonra arabaya binen Henry, teslim olmak için savcılığa gidiyor. Giderken uyuşturucu hap da içiyor. Jimmy, Atlanta’da yatıyormuş tek başına. Henry, Paulie, Vinnie, ve Johnny Dio (Frank Pellegrini) özel hücrede kalıyorlar. Gardiyanlara rüşvet vererek yemekleri hücrede yapıyorlar. Yemek tutkunu Paulie, jiletle ince ve düzgün sarımsak doğrarken, Vinnie de İtalyan usulü sos yapıyor. Johnny de biftekleri pişiriyor. Henry de malzemeleri topluyor. Bir yıl sonra diğerleri şartlı tahliye olurken, Henry tek başına kalıyor. İçeride hap satıyor Henry. Karısı ve iki kızı ziyarete geliyor Henry’yi. Ziyaret defterinde Janice’in adını gören Karen çıldırıyor. Ekonomik zorluklar da çekiyorlarmış. Paulie de yardımcı olmuyormuş. Henry, Pittsburghlu biriyle uyuşturucu işine giriyor hapisteyken.

Şartlı tahliye olan Henry hapisten çıkarken, hapishane kapısında Karen, 1968 model Pontiac Grand Prix arabayla onu karşılıyor. Eve mutluluk geliyor. Henry, herkesten gizli kokain işini sürdürmeye başlıyor. Yeni metresi de şimdi Sandy oluyor. Henry, işe Jimmy ve Tommy’yi de katıyor. İşi Paulie’den gizli yapıyorlar. Pittsburg’dan uçakla malları kurye olarak taşıyansa, ilk kızının dadılığını yapan Lois Byrd (Welker White). Bu dadı, kuryeliği yanında bebeklerle yapıyormuş. Karen de uyuşturucu işini biliyor. Ekonomik durumları epey düzeliyor ailenin. Bir de araya havaalanında Lufthansa soygunu giriyor. Televizyon reklamlarıyla satışını artıran Morrie (Chuck Low), bu işi haber veriyor. Scorsese, soygunu doğrudan göstermiyor. Henry duş alırken, soygun radyodan haber olarak duyuluyor. FBI, ne kadar para çalındığını bilmiyormuş. Milyonlarca dolar. Kumar oynadıkları barda kutlama yapıyorlar. Soyguna dâhil edilmiş bazı elemanlar, eşlerine kürk, araba aldıklarını gören Jimmy çıldırıyor. Bir de Morrie hakkını istiyor. Henry ve Jimmy sürekli onu atlatıyorlar. Noel zamanı. Paulie’nin evine gidiyor Henry, ailesiyle. Paulie, Henry’nin Jimmy’den uzak durmasını istiyor. Çünkü ne yapacağı belli olmayan insanmış Jimmy. Tehlikeli biri. Psikopat.

Tommy ve Frankie, soygunda kamyoneti kullanan Stacks’ın (Samuel L. Jackson) dairesini ziyaret ediyorlar. Tommy, tabancasıyla işini hallediyor. Kumar oynadıkları barda Henry, Jimmy’ye Stacks’ın ortadan kaybolduğunu söylüyor telaşla. FBI her yerde onu arıyormuş. Tommy müjdeli haberi de veriyor. Paulie, Tommy’yi aileye kabul etmiş. Hakkını isteyip duran Morrie sıkıntı vermeye başlayınca Jimmy, o sorunu da çözümlüyor. Morrie’yi bir yere götürüyorlar. Arabayı Frankie sürüyor. Arkada oturan Tommy, Morrie’nin ensesine bıçağı sokuyor. Sabah. Çocuklar, arabanın içinde Morrie ve karısı Belle’in (Margo Winkler) cesedini buluyorlar. Ve işler değişmeye başlıyor. Frankie, et konteynerinde cesedi bulunuyor. Tommy, birileriyle bir mekâna gidiyor. Adamlar Tommy’yi de öldürüyor. Jimmy haberi telefonla öğreniyor. Billy’nin adamları intikam temizliğe başlamış.

1980 yılı… Pazar sabahı. Henry, kesekâğıdıyla arabaya biniyor. Uyuşturucu taşıyor. Sonra Henry kardeşi Michael’ı (Kevin Corrigan) hastaneye götürüyor. Henry, tepesinde uçan polis helikopteri fark ediyor. Kızlar da büyümüşler. Henry, Michael, Karen, Lois evdeler. Pazar yemeği yapıyorlar. Henry, Karen’le beraber dışarı çıkıyorlar. Karen de helikopterin arabayı takip ettiğini fark ediyor. Karen’in annesine gidiyorlar. Henry, telefonla evi arıyor, Lois’e evden çıkıp dışarıdan kendisini armasını istiyor. Polisin telefonları dinlediğinden şüpheleniyor Henry. Bıkkın, üşengeç ve müptela Lois, dışarı çıkmak yerine evdeki telefondan arıyor. Gece olduğunda evi polis kuşatıyor. Narkotik polisi de evi basıyor. Karen, evdeki kokainleri klozete boşaltıyor korkuyla. Henry’yi tutukluyorlar. Polis, Sandy ve Lois’i de gözaltına alıyor. Henry hapiste. Karen de onu ziyarete gidiyor. Karen, annesinin evini ipoteğe vermiş. Henry’nin şartlı tahliye olsun diye. Eve gelen Henry zuladaki uyuşturucuları arıyor, ama Karen klozete boşaltmıştı hepsini.

Henry, Paulie’ye gidiyor. Paulie, Henry’nin gizlice yaptığı uyuşturucu işinden haberi varmış. Paulie, “Sana şimdi sırtımı dönmem gereksiz.” diyor ve ona birkaç bin dolar veriyor. Karen de Jimmy’ye gidiyor. Zeki Karen, işlerin değiştiğini hemen anlıyor ve Jimmy’nin yanından hızla ayrılıyor. Karen, arabayla eve geliyor korkuyla. Henry de evde. Ağlıyor. Henry içsesiyle, “Öldürülecek kişilere dost gibi geliyorlar. Sonra infaz ediyorlar.” diyor. Mafya buydu işte. Henry, daha sonra restoranda Jimmy’yle buluşuyor. Jimmy ilk defa ondan birisini öldürmesini istiyor. Henry hiç kimseyi öldürmemişti. Henry, FBI’a mı sığınacaktı? Merak duygusu. Görmek gerek. Scorsese’nin mafyanın nevrotik ruh halini ayrıntılı sunduğu bu film, sinemanın mücevherlerinden. Elbette estetik yönleriyle de. İlham vermenin ötesinde keşfettiriciydi bu sinema dili. Keşfetmeli ve fark etmeli.

(19 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Suya Düşen Bedenler

Sicilya’nın güneyinde gözlerden ırak bir ada. Parlak Akdeniz güneşinin altında tutkuyla sevişen bedenler. Bizde ‘Sen Benimsin’ adıyla gösterime giren ‘A Bigger Splash’ Visconti esintili 2009 yapımı bir önceki uzun metrajı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’ ile dikkatlerimizi çekmiş olan Luca Guadagnino’nun imzasını taşıyor. Mekânın sakin ve bozulmamış doğal güzelliği ile yazın parlak renk skalası reklam piyasasından gelen sinemacı için biçilmiş kaftan aslında. Alabildiğine özgür kamera ve kurgu marifetiyle uçarı biçem arayışlarını sürdürmeye devam ediyor İtalyan yönetmen.

Cennet Pantelleria adasında kaygısızca güneşlenen Marianne ve Paul ile tanışıyoruz önce. Ses tellerindeki ciddi rahatsızlıktan muzdarip ünlü rock yıldızı ile ağır bir depresyon döneminin ardından kendini Marianne’ın şefkatli kollarına bırakmış belgeselci Paul’ün huzurlu birlikteliği ani bir ziyaretle gölgelenecektir. Gölgesi güneşlenmekte olan çiftin kusursuz bedenlerine yansıyan uçak Marianne’ın eski aşkı Harry ile ‘Grinin Elli Tonu’ndan fırlamış Dakota Johnson’ın cazip bedeninde karşılığını bulmuş yeni yetme kızını taşımaktadır adaya. Aşk, tutku, rekabet ve kıskançlığın ağlarını ördüğü bir serüvenin yaşanılması kaçınılmazdır artık.

Guadagnino’nun kışkırtıcı yeni çalışması bir yeniden yapım. Fransız popüler sinemasının tanınmış isimlerinden Jacques Deray imzalı -ülkemizde yine ‘Sen Benimsin’ adıyla vizyon görmüş- 1969 yapımı ‘La Piscine’in yeniden çevirimi. Yaklaşık elli yıl öncesinin fotoroman kokan bu Fransız yapımı mekân olarak Brigitte Bardot’nun adıyla özdeşleşmiş Saint Tropez’de geçer. Lüks villanın geniş havuzunda oynaşan ana çift ise o dönem dillere destan bir aşkı geride bırakmış Alain Delon / Romy Schneider ikilisidir. Maurice Ronet’nin eski aşık, gencecik Jane Birkin’in yeni yetme kızını canlandırdıkları döneme özgü sıradan erotik gerilim bu filmin ertesinde Claude Sautet ile verimli bir sinema kariyerine başlayacak ve Fransız sinemasının en önemli kadın oyuncularından biri olarak tanınacak olan Alman asıllı muhteşem oyuncu Schneider’in hüzünlü güzelliğinin hatırına anılarımızda yer etmiştir.

İtalyan sinemacının David Bowie’yi anımsatan rock yıldızında gözdesi Tilda Swinton, kendinden yaşça küçük yakışıklı sevgilisinde son yılların yükselen oyuncusu Matthias Schoenaerts’a yer verdiği çalışmasında, ‘Şike / Quiz Show’ ile hayranı olduğumuz kıymeti fazla bilinmemiş İngiliz oyuncu Ralph Fiennes’in gösterişli barok yorumuyla rol çaldığını söyleyebiliriz. Eski tarihli ilk yapıma göre karakterlerin daha derinlemesine ele alındığından söz edilebilir belki ancak filmin esas kozu, Guadagnino’nun reklamcılıktan gelen becerisini bu bir tutam Antonioni çeşnisi katılmış tutku yüklü ilişkiler hesaplaşmasının merkezine gayet dengeli bir biçimde yedirebilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Yeni yapım, David Hockney’nin görünmez bir yüzücünün dalışıyla ölü sükûneti bozulmuş bir yüzme havuzunu betimlediği halen Tate Museum’da sergilenen 1967 tarihli ünlü tablosu ile aynı özgün adı taşıyor. Havuzdan sıçrayan sular ana çiftin huzurunun bozulmasını simgelerken, havuzda kimin daha fazla su sıçratacağı üzerine oynanan oyun ezeli ebedi eril rekabetin temsiline dönüşüyor. İtalyan sinemacının filmi ilk çevrimde yer aldığı biçimde burjuva hayatların fırtınalı ilişkileriyle yetinmiyor. Guadagnino’nun gösterişli kamerası villanın yüzme havuzundan gökyüzüne yükseliyor ve adanın komşu Afrika kıyılarına açılan suları kadraja giriyor. Film boyunca ekrana yansıyan haberlerle Pantelleria’nın yoğun göç alan bir yerleşim merkezi olduğunun altını çizen sinemacı, ıssız bir sahilde çekilmiş kilit sahnede filmin iki karakteri ile çaresiz göçmenleri karşı karşıya getiriyor. Filme damgasını vuran cinayeti soruşturan ada komiserinin daha iyi bir yaşam uğruna yüzlercesi suda yitip giden mültecileri sadece hırsızlık ve cinayetle suçlanabilecek bir güruh olarak gördüğü şaşkın finalle başbaşa bırakıyor izleyicisini.

(12 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com