Kategori arşivi: Yazılar

Bir Genç Kızın Ölümünden Sonra

Meçhul Kız (La Fille Inconnue)
Yönetmen-Senaryo: Dardenne Kardeşler
Görüntü: Alain Marcoen
Oyuncular: Adèle Haenel (Dr. Jenny), Ange-Déborah Goulehi (Meçhul Kız), Olivier Nonnaud (Julien), Jérémie Renier (Bryan’ın Babası), Christelle Cornil (Bryan’ın Annesi), Louka Minnella (Bryan), Martin Querinjean (Bryan’ın Arkadaşı), Ben Hamidou (Müfettiş Mahmut), Laurent Caron (Müfettiş Bercaro), Pierre Sumkay (Baba Lambert), Olivier Gourmet (Oğul Lambert), Sabri Ben Moussa (İlyas), Hassaba Halibi (İlyas’ın Annesi), Yves Larec (Dr. Habran), Nadège Ouedraogo (Kasiyer Kız)
Yapım: Les Films du Fleuve (2016)

Belçika sinemasının büyük sosyalist yönetmenleri olan Dardenne kardeşlerin “Meçhul Kız”ı, yaşamın içinden gerçekçi bir film. Ayrıca bu gerçekliği polisiyeye de taşıyabiliyor.

Dr. Habran’ın asistan doktorluğunu yapan Jenny Davin, Dr. Habran’ın yerine görevi üstlendikten sonra Liège şehrinin banliyösündeki bu muayenehaneye kayıtlı hastalara bakıyor. Sıkılgan ve duygusal stajyer tıp öğrencisi Julien, Arap göçmen çocuk İlyas bayılınca olanlardan etkileniyor. Sonra da köyüne dönüyor. Jenny, muayenehanenin sorumluluğunu küçük bir törenle alıyor. Bir sabah iki polis müfettişi muayenehaneye geliyor. Gece muayenehaneye yakın yerde Meuse Nehri kıyısında Afrikalı bir genç kızın cesedi bulunmuş. Muayenehanenin güvenlik kamera görüntülerini inceleyen müfettişler Mahmut ve Bercaro, kızın ölmeden hemen önce muayenehaneye sığınmaya geldiğini görüyorlar. Eğer kapı açılsaydı kız kurtulabilir miydi? Jenny suçluluk duyuyor ve dedektif gibi onca işinin ortasında ölü meçhul kızın kimliğini araştırmaya başlıyor.

Belçikalı sosyalist sinemacılar Dardenne kardeşlerden Jean-Pierre 1951’de, Luc 1954’te doğdu. Kardeşlerin 1996’daki “La Promesse-Söz”, 2002’deki “Le Fils-Oğul”, 2005’teki “L’Enfant-Çocuk”, göçmenlik sorununa gerçekçi bakan 2008’deki “Le Silence de Lorna-Lorna’nın Sessizliği”, 2011’deki “Le Gamin au Vélo-Bisikletli Çocuk” ve 2014’teki “Deux Jours, Une Nuit-İki Gün ve Bir Gece” filmleri buralarda da biliniyor.

2016 yapımı “La Fille Inconnue-Meçhul Kız”, Dardenne kardeşlerin önceki filmlerindeki gibi sarsıcı ve gerçekçi. Bu filmde polisiye sinemanın tatlarını da alıyor seyirci. Ama filmde merak duygusu ve gerilimden daha önemlisi, neden-sonuç ilişkileriydi. Dardenne kardeşler, bir sosyal devlet olan Belçika’ya sosyal devlet olma sorumluluğunu hatırlatıyor. Belçika’nın sosyalliğinin yarısından azı bizde olsa mutluluk gelirdi herhalde buralara. Sağlık hizmetleri tüm yurttaşlara, hatta tüm göçmenlere ücretsizdi bu ülkede. Elbette mültecilere de. İlaçlar da parasız. Diğer AB ülkelerinde de böyle. Sosyal yardımlar da onur kırılmadan yapılıyor ayrıca. Göçmenler, dinine ve ırkına bakılmadan polis de olabiliyor bu laik Belçika’da.

Doktorun iz sürüşü…

Doktor Jenny, suçluluk duygusu ve vicdan sızısıyla ölen meçhul kızın kimliğini arıyor. Müfettişlerden de bilgiler alıyor arada. Jenny araştırmalarını sürdürürken hayat da devam ediyor. Göçmenler ve mültecilerin yanında o bölgenin sakinlerini de tedavi ediyor. Jenny, tıbbı bırakıp köyüne dönen Julien’i de ikna etmesi gerekiyor. Onu kırdığını düşündüğü için belki de. Jenny, bir internet kafeye gidiyor başka şehirde. Julien’e telefon etmek için. İnternet başındaki iki adama meçhul kızın görüntüsünü de gösteriyor. Suç dünyasından bu iki adam onu tehdit ediyor çok geçmeden. Jenny, Bryan’ı tedavi ettiğindeyse cevaplara biraz daha yaklaşıyor. Bryan’ın ailesi de Jenny’nin muayenehanesine kayıtlı. Bryan, arkadaşıyla Scooter motosikletiyle dolaşırken, karavan parkında o kızı görmüş yaşlı bir adamla. Jenny, karavan parkında yaşlı Lambert’in oğluyla konuşuyor. Sonra da yaşlı ve hasta babasıyla görüşüyor. Oğul, babasına zaman zaman fahişeler bulurmuş. Ya Bryan’ın babası? Meçhul kızın ölümü üzerindeki sis perdesi dağılmaya başlasa da elbette merak duygusu önemliydi. Her şeyin cevabı final bölümündeydi.

Filmin kurgusu değerli…

Dardenne kardeşler, sadece bir olaya odaklanmadan polisiye sinemanın alttan alta duyulan gerilimini az da olsa hissettirerek gerçekçi bir yapıt ortaya çıkarmışlar. Muhafazakâr ve liberal bakışların kelimeleri bu filmdeki derinliğe dokunamazdı. Çünkü bu görüşler önyargılı ve faydacıdır. Sosyal devlete karşı neoliberallerdir onlar.

Dardenne kardeşlerin estetiğine de dokunmak gerekli. Her şey minimaldi bu filmde. Kamera kullanımlarıyla mekânlar başta olmak üzere. Günlük hayatı belgesel gerçekliğiyle yansıtabilen Dardenne kardeşler, bu filmdeki kurgularıyla ilham da veriyorlar. Zaman veya mekândan mekâna geçişler “kesme”lerle sıçrama oluyormuş hissi verse de zihinsel anlamda bir boşluk oluşmuyor. Minimallik kurguya da yansımış. Sinema okulları için öğretici olabilir bu kurgu. Film kış atmosferinde geçiyor. Gri gökyüzü ve ıslak yollar insana biraz kasvet duygusu da yaşatıyor.

Elbette genç oyuncu Adèle Haenel’e övgü yollamalı. Yüzüne inmiş soğuk ifade, kış atmosferiyle buluşarak daha da anlamlaşıyor. Muhteşem bir oyuncu genç Adèle Haenel.

(20 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Böcekler

Nüfusun artışından kaynaklı olarak beslenme sorunu yaşanacağını düşünenler giderek daha da çoğaldı. Hibrit besine genetiği değiştirilmiş (GDO) olanlar eklendi. Araştırmalar ve çalışmalar sürse de GDO’ların yarar yerine zarar getirdiği kanıtlandı (hâlâ % 10’lar düzeyinde) ve tepkiler yükselince giderek daha da azalıyor.

Yine de çalışmalar devam ediyor kuşkusuz. Nüfus artışı bu hızıyla yükselirse bilim insanlarının korktuğu başımıza gelecek demektir.

Saç telinden medet ummak

İlkokul sıralarındayken, Edison’un ampul için saç telini bile denediğini okuyunca çok şaşırmıştım. Neden olmasın! Çok da doğal, madem flaman, yani ince bir şey olacak, en kolay bulunacak en ince şey de saç teliydi.

Şimdi, protein gereksinimini karşılamak için en kolay bulunacak ve hızlı ürediği için de çözüm olacak şey, böcekler, tabii, ilk akla gelmesi de çok doğal.

Yönetmen Andreas Johnsen, adını duyduğumuzda bile bizleri irkilten böceklerin yenebilirliğini anlattığı filmle hepimize yeni ufuklar aralıyor. Üç yıl boyunca dünyanın dört bir yanını dolaşıp (üç bine yakın etnik grubun yemek kültüründe böcekler yer alıyor) yeni yiyeceklerle yeni tatlar üretmişler.

Kültür belirleyici…

Adını duyduğumuzda irkildiğimiz hatta kusma duygusuyla midemizin bulandığı böcekler -filmde de görüyoruz ki- yerel insanlar tarafından büyük bir iştahla tüketiliyor. Yenebilecek her şeyi yemekten kaçınmayan ben bile kabul edemedim ama bir süre sonra alışacağımıza, hiç umursamadan tüketeceğimize eminim.

İlgi çeken film…

Bu yıl, “Randevu İstanbul”da yer alan gastronomi filmlerinin içinde ilgi çekici olanı kuşkusuz “Böcekler”. Hem içeriği hem dili hem de çekim ekibinin aktardıklarıyla o çekiciliğini kanıtlıyor.

Geleceğimizi şimdiden görmek isteyenler, besinlerimizin kaynağını merak edenler (filmde de vurgulanıyor: Çok uluslu büyük şirketlerin, bizler için değil tabii, sırf daha çok para kazanmak amaçlı böcek üretim ve yemek yapma işine girmekten kaçınmadıkları apaçık) için…

Böcekler, yönetmen Andreas Johnsen, belgesel film (araştırma ve yemek ekibi Josh Evans, Ben Reade, Roberto Flore), 2016 yapımı, 76 dk.

(19 Aralık 2016)

Korkut Akın

19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Lav Diaz Sürprizi

15 – 22 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilen 19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali, tarihinin en parlak seçkilerinden biriyle karşımıza çıkıyor bu yıl sonu buluşmasında. Az ve öz filmden oluşan programın en büyük sürprizi ise çağımızın en önemli yaratıcılarından Lav Diaz’ın son filmi ‘Giden Kadın / Ang Babaeng Humayo’ kuşkusuz.

1998 yılından beri film yapan, meraklı sinefillerin son üç yıldır İstanbul Film Festivali’nin seçkilerinde yer alan filmleriyle tanıma şansını bulduğu Filipinli ustanın sadece bizde değil, sinema dünyasında keşfedilmesi biraz vakit aldı. Bunun başta gelen nedeni filmlerinin standartların hayli ötesinde uzunlukta olması herhalde. Filmografisinde yer alan kimi filmler altı, ikisi dokuz, ‘Melancholia’ ile Berlin ve İstanbul’da tek seansta izleyiciye ulaşan ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ sekiz saat sürüyor. Ancak bu uzun süreler gözünüzü korkutmasın. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan ‘Giden Kadın’ 3 saat 45 dakika uzunluğuyla yönetmenin en kısa filmlerinden biri sayılabilir.

Konvansiyonel sinemayla işi yok Diaz’ın. Zaman algısı farklı. Malay insanına özgü bir zaman dilimi içinde klişelerden arınmış uzun planlar eşliğinde ülkesini mercek altına alıyor. 300 yılı aşkın sömürge yılları (ülkenin adı İspanyol kral II. Philip’den miras) ardından Amerikan vesayeti, İkinci Dünya savaşıyla birlikte Japon işgali, 1965’ten başlayarak 20 yıllık Marcos diktası ve takibeden iç savaşla lanetlenmiş, ruhunu arayan memleketinin makus kaderinin izini sürüyor filmlerinde. ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’nde 19. yüzyıl sonları devrim yıllarını perdeye taşıyor. Filipinlerin İspanyol yönetiminden kurtulma mücadelesini tarih, felsefe, mit, şiir, folklor ve politikanın iç içe geçtiği destansı bir anlatımla kurguluyor. 2014 yapımı ‘Evvelken’de 1972’nin hemen öncesine, dikta yönetimi altında kaybolmuş çocukluğuna, kendi deyimiyle ‘lanetli yıllara’ uzanırken ülkesinin başına gelenlerin kronolojisini çıkarmaya girişiyor.

Klasik Rus edebiyatına olan ilgisi filmografisine sızmıştır. 1998 yapımı ilk filmi ‘Serafin Geronimo’, Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından bir alıntıyla başlar. Bu ölümsüz romanın serbest bir uyarlaması olan 2003 yapımı ‘Norte: Tarihin Sonu’nda ahlaki ve sosyal çöküş karşısında şiddet uygulamayı seçen nihilist entelektüel Fabian ile ailesini geçindirmeye çalışan köylü Joaquin’in kesişen hikâyesini, ülkenin yoksulların yaşadığı (filme adını veren) kuzey bölgesinden insan manzaraları eşliğinde anlatır. Visconti’nin ‘Lanetliler’de yaptığı gibi, bir ulusun ahlaki çöküşünü, bir ailenin benzer düşüşüyle paralel vermeyi dener. Tanrıyı, gerçeği, ahlakı, günahı, adaleti, ulus olma bilincini, tarihi tartışmaya açar. Bunları yaparken zamanı tamamen kontrol altına alır. Benzersiz mizansenleri, uzun planları, ışık ve renkler (çoğu zaman benzersiz bir siyah-beyaz estetik) aracılığıyla kendi dünyasını kurar. Geniş bir zaman süreci boyunca karakterleri tüm hal ve tavırlarıyla yakından inceleme fırsatı buluruz. Lanetli topraklarda geçen hikâyelerinde hırsızlık, cinayet, tecavüz de vardır kuşkusuz. Ancak bunları sahne dışına iterek sansasyonel görüntülerden kaçınır.

‘Giden Kadın’ Tolstoy’un ‘Tanrı Gerçeği Görür, Fakat Bekler’ adlı kısa hikâyesinden esinler taşıyor. İşlemediği bir suç yüzünden 30 yılını hapiste geçiren Horacia’nın öyküsünden yola çıkıyor Diaz bu kez. Başka bir mahkûmun itirafıyla serbest bırakılan talihsiz kadın, yıllardır görmediği ailesini aramaya koyuluyor. Kocası çoktan ölmüştür. Büyük kente taşınan kızı uzaklardadır, oğlunun akıbeti ise belirsizdir. Kayıp oğlunun izini süren eski öğretmenin yardımsever erdemli kişiliği, hapse atılmasına sebep olan şimdinin nüfuzlu gangsteri eski sevgilisi için beslediği intikam duygusuyla lekelenmeye başlıyor adım adım.

Bu kısa özet okuyucuyu yanıltmasın. Lav ‘tür’ sinemasına göz kırpan son denemesinde konvansiyonel sinemadan uzak duruşunu sürdürüyor. Rahibe Teresa ve Prenses Diana’nın ölüm haberleri ile birlikte Hong Kong’un 155 yıllık sömürge döneminin ardından Çin’e iade edilişine dair haberleri işitiyoruz radyodan. Bu metafordan hareketle sömürge, dikta ve iç savaş yıllarının örselediği 90’ların sonundaki Filipinleri yeniden keşfe çıkıyor Horacia. Bir vampir edasıyla gezindiği karanlık yoksul sokaklarda mazlumların yardımına koşarken, yüreğinde kabaran intikam duygularıyla kirlenmemek için mücadele veriyor. Uzun planlar eşliğinde ilerleyen bu meşum gece serüveninde yolsuzluklar ve adam kaçırma vakalarının dehşetini yaşayan halkının çaresizliğiyle, her bir köşeden yankılanan sefalet çığlıklarına kulak vermeye çalışıyor.

Senaryoyu yazan Lav Diaz’ın görüntü yönetmenliği ve kurguyu bir kez daha kimselere bırakmadığı son başyapıtını beyazperdede izleme fırsatını kaçırmamanızı tavsiye ederim. (Gösterimler 18 Aralık 21:30’da Beyoğlu Atlas; 21 ve 22 Aralık 21:30 seanslarında Fatih Cinemaximum Historia salonlarında yapılacaktır.)

(16 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kasap Havası

Geleneksel bakış açımız hep mi aynı olmalı? İyi başlayıp iyi de giden öykü neden o “geleneksel bakış açısı”na dönüyor? Galiba asıl sorun bu.

Yaşamın her anına ve her alanına “erkek egemen” bir bakışımız var. Bu, gerek kültürümüzden gerekse birtakım soru işaretleriyle karşılaşmamak için bilinçli seçim biraz da.

“Kasap Havası” gerçekten çok iyi kotarılmış bir film. İnce eleyip sık dokunmuş, ayrıntıda gizli şeytanı dürtükleyip çıkarmış… Bir yerde -ah, ama işte hep aynı yerde- geleneksel erkek egemen bakışa dönmüş.

Kırık bir aşk hikayesi…

“Kasap Havası” bir kadın öyküsü. Filmin ilk yarısı itibariyle kadın bir yönetmenin kadına cesur ve gerçekçi, bakışının öyküsü… Leyla, arkadaşı kadın kadına tartışarak, adlı adınca dürüstçe muhabbet ederken, “delikanlı” bir taksi şoförü Ahmet ile tanışır. Leyla rolünü başarıyla omuzlayan Şenay Gürler, yaşadıklarını ve hissettiklerini olduğu gibi aktarmış karakterine. Nurcan Eren’in canlandırdığı arkadaşı ise yer yer dizginlemeye çalışsa da daha yürekli ve kararlı olması için zorluyor. İnanç Konukçu, ödül de kazandığı Ahmet rolünde gerçekten çok iyi bir performans sergiliyor.

Mahalle baskısı giderek ailelerin de -ekonomik bağımsızlıklarını kazanmış olsalar bile- çocukları üzerindeki baskıyı daha da şiddetlendiriyor. Bunalmamak, itiraz etmemek, hatta isyan etmemek mümkün değil. Eğer bilinçli ve kararlı bir isyan değilse bu, savrulmalar da kaçınılmaz oluyor ister istemez.

Aşk mı tutku mu?

Leyla ile Ahmet aslında, bizim toplumumuzun içinde debelendiği o açlığı yaşıyorlar; bakmayın aşk, aşık olmak gibi sözlerin geçmesine… Önemli, önemli olduğu kadar da izleyicinin içine işlemesi için gerekli de bu tutku ya da aşk. Hep aynı açıyla bakıyoruz kadın erkek ilişkilerine, hep aynı umudu taşıyoruz, aynı hüsranı yaşıyoruz. Bekaret belirleyici oluyor. Hatta öyle ki ailelerine karşı çıkanlar bile onu istiyor. Bakir değilseniz zaten kaybedenler kulübünün üyesisiniz sadece.

Leyla’nın, içinden söküp attığı eski kocasıyla karşılaşması, Ahmet’i Leyla uğruna terk ettiği nişanlısına döndürüyor. Film de orada yitiriyor özgün bakışını ve yöneliyor erkek egemen dünyaya. Kadın da erkek de aynı noktaya geliyor film uzadıkça. Yine de merakla ve heyecanla izlettiriyor kendisini “Kasap Havası”.

Çiğdem Sezgin, bu ilk sinema filminde sakin ve yolunda bir dil tutturmuş. Başarısının altında filmin öyküsü kadar sinema dilinin yetkinliği de yatıyor. Sinemamızın kadın filmine gereksinimi var, kadın yönetmenler kadar. Çiğdem Sezgin’e o fırsat verilmeli…

Kasap Havası, hemen her şehirde, hemen her mahallede, hatta her binada karşımıza çıkabilecek olayları seriyor gözler önüne… Kendinizi de göreceksiniz.

Kasap Havası, Yönetmen Çiğdem Sezgin, oyuncular İnanç Konukçu, Şenay Gürler, Hakan Karahan, Cemre Ebuzziya, Levent Ülgen, Özay Fecht… 9 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(11 Aralık 2016)

Korkut Akın

Can Sıkıntısı

Tom Ford’un sinema serüveni sürüyor. 60’lı yılların muhafazakâr ortamında bunalmış eşcinsel İngiliz edebiyat profesörü kompozisyonunda muhteşem Colin Firth’ün kelimenin tam anlamıyla döktürdüğü 2009 yapımı ilk uzun metraj denemesi ‘Tek Başına Bir Adam / A Single Man’ ile takdir toplamış olan ünlü modacı, tam yedi yıl sonra ikinci filmiyle beyazperdeye dönüş yapıyor. Ünlü ‘Cabaret’ye kaynaklık etmiş ‘Goodbye to Berlin’in de yazarı olan Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından yola çıktığı bir önceki çalışmasının ardından yeniden bir edebi metne başvuran Ford, Austin Wright’ın 1993 tarihli ‘Tony ile Susan’ isimli romanını ‘Gece Hayvanları / Nocturnal Animals’ başlığıyla uyarlamaya girişmiş bu kez.

Amerikalı yazarın hikâye içinde hikâyeden oluşan metnini, farklı türleri buluşturan bir film içinde filme dönüştürmeye uğraşmış taze sinemacı. Üzerlerinde beyaz eldiven ve çizmelerle çırılçıplak dans eden aşırı kilolu geçkin kadınların striptizvari gösterisiyle başlatıyor filmini. Bunun Susan’ın sanat galerisinde sergilenen bir enstalasyonun parçası olduğunu anlıyoruz çok gecikmeden. Kırklı yaşlarının başlarındaki alımlı kadını, yakışıklı kocasıyla kopuk ilişkisinin aynası görünümündeki camdan ve metalden lüks konutunda can sıkıntısı ile baş başa izlemeye başlıyoruz daha sonra. ‘Her şeye sahip olduğunu, mutlu olmamaya ne hakkı olduğunu’ düşündüğü sırada eline geçiyor, 19 yıl önce terk etmiş olduğu gençlik aşkı ilk eşi Edward’ın adına ithaf etmiş olduğu henüz basılmamış romanının nüshası.

Paket kağıdının kestiği elinden damlayan kan metnin içeriğinin habercisidir sanki. Yakın bir dostunun ‘etrafımızdaki saçmalığın tadını çıkar, inan gerçek hayattan daha az zahmetli bir evrende yaşıyoruz’ sözlerini doğrularcasına karanlık ve zalim dış dünyayı anlatan romanı okumaya koyulduğunda, zayıf ve güçsüz olduğu için yüzüstü bıraktığı genç adam ile ilişkisi çerçevesinde kendi geçmişiyle hesaplaşmaya koyuluyor Susan.

‘Tony ile Susan’ iki farklı dünya arasındaki zıtlıklar üzerinden geçmişle hesaplaşma üzerine yoğun bir metin. Edward’ın Ford’un filmiyle aynı adı taşıyan romanında bir gece vakti Batı Teksas’ın tekinsiz otoyolunda mahsur kalmış çekirdek ailenin annesi ve ergenlik yaşlarındaki kızı, yollarını kesen üç belalı adam tarafından kaçırılır, tecavüz edilir ve vahşi bir biçimde katledilir. Ölümden tesadüf eseri kurtulan baba, emektar bir dedektifin yardımıyla suçluların cezasını bulması için mücadele etmeye kararlıdır. Romanı okumadım ve Amerikalı yazarın ailesi katledilen Tony ile zayıf ve güçsüz olduğu için hırslı karısı tarafından terkedilen genç adam arasında kurmaya çalıştığı bağın detaylarına vakıf değilim. Lakin Ford’un metni sinemaya aktarırken bu konuda pek de yeterli olduğu söylenemez. Modacı yönetmen çok iyi tanıdığı ve ekmeğini yediği bir dünyayı betimlemekte hayli yüzeysel kalmış öncelikle. Sevgililerin ilk gençlik yıllarına dönüş bölümleri de klişelerle dolu. Tony’nin mahvına neden olan üç serseri katil ile geç vakitlere kadar uyumadığı için ilk sevgilisinin ‘gece hayvanı’ lakabını taktığı Susan arasında kurulmak istenen ilişki bu nedenle hayli havada kalmış gibi.

Ford sıkı bir görüntü yönetmeni ile (Seamus McGarvey) çalışmış. Almodovaryen moda estetiğini kullanmaktan kaçınmamış. Abel Korzeniowski’nin Bernard Hermannvari tınılarıyla bir Hitchcock edasıyla başlıyor filmine. Kırsal Teksas’ta geçen bölümlerde daha evvel çok yetkin örneklerini izlediğimiz bir aileye tecavüz hikâyesine, daha sonra Bronsonvari bir intikam serüvenine yöneliyor. Tanış olduğu mükemmel oyuncu kadrosunu filmin hizmetine seferber etmiş. Başroldeki melül bakışlı Amy Adams ve yakışıklı Jake Gyllenhaal dışında, Coen filmlerinden kopup gelmişe benzeyen usta oyuncu Michael Shannon, Teksaslı püriten annede Laura Linney ve küçücük parti bölümünde İngiliz oyuncu Michael Sheen’in tartışılmaz yeteneklerinden yararlanmış. Jenerikteki şaşırtıcı obez kadınlar gösterisine inat genç ve güzel çıplak bedenleri (filmin kötü adamını ‘Anna Karenina’nın yakışıklı Vronsky’si Aaron Taylor-Johnson canlandırıyor) film boyunca sergilemiş. Ancak Tom Ford’un tüm çabası bu parçalı hikâyenin derinlikli bir bütünlüğe ulaşmasına, Susan’ın dertlerine empati duymamıza yetmiyor. Son tahlilde Susan’ınkine benzer bir can sıkıntısıyla ayrılıyoruz salondan.

(10 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Deliliğin Kıyısında Aşkı Aramak

Aşk Mektupları (Mal de Pierres)
Yönetmen: Nicole Garcia
Eser: Milena Agus
Senaryo: Jacques Fieschi-Nicole Garcia
Müzik: Daniel Pemberton
Görüntü: Christophe Beaucarne
Oyuncular: Marion Cotillard (Gabrielle), Louis Garrel (André), Alex Brendemühl (José), Brigitte Roüan (Adèle), Victoire du Bois (Jeannine), Aloïse Sauvage (Agostine), Daniel Para (Martin), Jihwan Kim (Emireri Blaise), Sören Rochefort (Georget), Camilo Acosta Mendoza (Camilo), Julio Bollullo Carasco (Julio), Elian Planes (Simon), Maxime Flourac (René), Victor Quilichini (Marc)
Yapım: StudioCanal (2016)

Oyuncu-yönetmen Nicole Garcia’nın “Aşk Mektupları” filmi, kırılgan bir genç kadının aşkı arayışının peşine düşerken, Fransa’daki toplumsal hayata da gerçekçi bakış sunuyor.

Film, II. Dünya Savaşı’nın sonrasında başlıyor. Aslında bu film, İtalyan yazar Milena Agus’un romanının epeyce uzağında ve serbest bir uyarlama oluyor. Bir sanatçı, bir başka sanatçının eserini olduğu gibi aktarmayabilir. Belki de en iyisi buydu. Fransız yönetmen Nicole Garcia, 1955 doğumlu İtalyan yazar Milena Agus’un 2006’da yayınlanan “Mal di Pietre” romanını esere sadık kalmadan uyarladı işte. Ayrıca bu roman bizde yayınlanmadı hâlâ. Ama Pupa Yayınları, yazarın “Yufka Yürekli Kontes” romanını 2012’de yayınlandı.

Yönetmen Garcia, 1946’da Cezayir’de doğdu. Yönetmenin 1998 yapımı “Place Vendôme-Vendôme Meydanı” filmi ülkemizde vizyona çıkmıştı. Garcia’nın 2013 yapımı “Un Beau Dimanche-Güzel Bir Pazar” filmini de hatırlatmalı. Yönetmen, oyuncu olarak Alain Resnais’nin 1980’deki “Mon Oncle d’Amérique-Amerikalı Amcam”, Claude Miller’in 2001’deki “Betty Fisher et Autres Histoires-Bayan Fisher ve Diğer Öyküler” ve 2003’teki “La Petite Lili-Küçük Lili” dahil birçok filmde başrol oynadı. Yönetmenin 2016 yapımı sinemaskop “Mal de Pierres-Aşk Mektupları”, her şeyiyle bir kadın film. Bu filmi gördükten sonra insanın kalbi kadınlardan yana daha da çok çarpıyor.

Erotik düşlerle…

1950’lerin sonlarında, günümüz. Bir araba Lyon’a doğru yol alıyor. Arabada Gabrielle, kocası ve oğulları Marc var. Lyon’a geldiklerinde sürekli mektup gönderdiği adresin sokağını gördüğünde heyecanlanıyor. Apartmanın girişinde dairenin Sauvage yazan zilini çaldığında film geriye dönüyor ve 1940’ların ikinci yarısına, ikinci savaş sonrasına gidiyor.

Ekonomik durumları iyi çiftlik sahibi ailenin iki kızından büyüğü olan Gabrielle, kasabanın evli öğretmeninden aşkı istiyor önce. Onun kendisine okuması için verdiği “Uğultulu Tepeler” romanıyla erotik düşler kuruyor Gabrielle. Kitabın sayfasında öğretmenin adı da yazıyor. Bu onu daha da ateşliyor ve zihninden düşen erotik kelimelerle kitapla sevişiyor adeta. Romanın yazarı İngiliz Emily Brontë de taşradan hiç ayrılmamış onun gibi. Bu roman Can Yayınları tarafından 2016’da yayınlandı. Hasat zamanı yemeğinde öğretmenin evli olduğunu öğreniyor Gabrielle. Gerçek aşkı arıyor aslında. Bu aşk da bir derinin altında tekmiş gibi olabilmek. Kadınlar belki de bunu arıyorlar hep.

Gabrielle’i baygın bulunuyor. Bebeğini de düşürmüş. Gabrielle bunalımlar yaşarken, annesi Adèle, onun deliliğin sınırında olduğunu düşünüyor. Çiftliklerinde Katalan bir komünist duvar ustası José Rabascal da ırgat olarak çalışıyor. José, Cumhuriyetçilerle beraber faşist Franco’ya karşı savaşmış. Şimdilerse yolu Fransa’daki bu çiftliğe düşmüş. Dinsiz, komünist ve yalnız biri o. Gabrielle piyano çaldığında dikkatle onu dinlerken, Adèle bu erkeğin Gabrielle’in ruh halini düzelteceğini umuyor. Bu ilişki mümkün müydü? Gabrielle, ya akıl hastanesine yatacak ya da evlenecekti. José’yle evleniyor. Ama Gabrielle yatağının kapalı olduğunu söylüyor ona. Marsilya’ya taşınıyorlar. José, Gabrielle’in sermaye yardımıyla inşaat işlerinde büyüyor. Cinsel sorunlarını da Toulon şehrindeki fahişelerle çözümlüyor. Gabrielle, fahişelerle yatmanın nasıl olduğunu merak ediyor ve onlar gibi oluyor bir geceliğine. Parasını da alıyor José’den.

Taş hastalığıyla…

Böbreğinde taş olan Gabrielle, sanatoryuma benzeyen dağ hastanesine yatıyor çok geçmeden. Bu hava değişikliği onu hayatının aşkına getiriyor. Çinhindi’nde, yani Vietnam’da savaşmış Teğmen André Sauvage’la yolu kesişiyor burada. Hastanede her işle beraber hemşirelik de yapan Agostine’le dostluk kuran Gabrielle, hastalığından bitkin düşmüş André’yle yakınlık kuruyor. André, tüm gücünü yitirmiş ve hep yorgun. Gabrielle, André’yle hayatının erkeğini buluyor belki de. Onunla yakınlaşmaları Gabrielle’i tedavi ediyor sanki. Arada kocası da ziyaretine geliyor. José geldiğinde mutsuzluğu yüzüne iniyor adeta. Bir gün André cankurtaranla (ambulansla) Lyon’a götürülüyor. André ona, umutsuz hastaların Lyon’a götürüldüğünü söylemişti konuşmalarında. André’nin odasının boşaltıldığını gören Gabrielle, André’yi arzuluyor hep. Onunla bir derinin altındaymış gibi olmak istiyor. Belki de tüm kadınların düşüydü bu. André hastaneye dönüyor muydu bir anda? Ya o sevişme? Sinema tarihine bir armağan olan André’yle Gabrielle’in sevişmeleri, bir derinin altında tek olmayı görselleştiriyor sanki. Sonra eski hayatına dönüyor Gabrielle ve André’ye mektuplar yazıyor. José her şeyin farkında. Sonra gönderdiği mektupların hepsi iade ediliyor. Şimdi ne yapacaktı? Bebeği onu mutlu edecek miydi?

Çaykovski ve Bach…

Gabrielle, André’nin piyanoda çaldığı Çaykovski’nin “Haziran” bestesi “Les Saisons / Barcarolle de Juin” (Mevsimler / Gondolcuların Şarkısı Haziran) müziğine tutuluyor. André’den bir hatıra gibi. Oğlu Marc’a da bu tınıları çaldırıyor. Çaykovski’nin bu bestesi, filmi ve seyirciyi tam anlamıyla kuşatıyor. İnsanın kulağına da aşina geliyordu bu Çaykovski tınıları. Yönetmen, Bach’ın “Siciliana” bestesini de piyano tınılarıyla duyuruyor filminde. Bach’ın bu bestesi “Siciliana”, aslında Barok dönemden gelen, yavaş ve kıvrak olabilen bir müzik tarzı. “Psychodelic” ruh gibi. Barok müzik dönemi, 1600’lerin başından 1750’lere kadar devam etmişti. Kısaca pastoral de deniyor bu sanatsal döneme. Günümüzde etkileri az da olsa devam ediyor. Filmde Schubert, Mozart ve Chopin de duyuluyor. Filmdeki fotoğraflar da çarpıcı ve ilham verici. Yönetmen, geçmişteki anları, dönem filmlerindeki gibi kahverengimsi tonlarda yansıtmış. Işık düzenlemeleri kasveti biraz daha artırıyor mekânlarda. Günümüzdeyse renkler daha belirgin ve kasvet azalıyor. Sanki Barok dönemin ruhu yansıyordu bu filmde.

(08 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Şarkını Söyle -Sing-

Sosyalleşme kavramı gün geçtikçe değişiyor. İnsanlar eskisi gibi gezip tozma, görüp eğlenme yerine bilgisayar karşısında oyunlarla vakit geçiriyor. Kuşkusuz bilgiye erişim kolaylaştı ama o bilgi dediğimiz şey mi aranan ekranlarda. Pek sanmıyorum. Bu, beraberinde sanattan uzaklaşmayı da getirdi. Korsan kullanımları bir tarafa bırakın, albümler eskisi gibi satmaz, filmler gişe yapmaz, kitaplar okunmaz, tiyatrolar izlenmez oldu… Sergilerse yağmurdan kaçmak için sığınak sadece.

Peki, böyle mi olmalı? Bu kadar mı karamsar gözüküyor gelecek? Tabii ki hayır! Bunun bir dönem olduğunu, er ya da geç muhakkak aşılacağını düşünenlerdenim. Umudu üzmüyorum.

İyimserlik yeterli mi?

Hemen bütün yapımcılar, organizatörler, tiyatrocular, yayınevleri umudu üzmeseler de sosyopolitik, sosyoekonomik hayattan etkileniyorlar. Onlara sahip çıkılmalı, destek verilmeli. Tümüyle hayvanların yaşadığı bir dünyada geçen “Şarkını Söyle”, tam da bunu anlatıyor. Bizler gibi umudu üzmeyen, hayata hep iyimser bakan, sahnesini de kurtarmayı içeren projeler geliştirmeye çabalayan Koala Buster Moon, (adıyla da uyumlu bir sahnesi var, özellikle açılış sahnesini önemsiyor) bir taraftan alacaklılardan kaçarken bir taraftan da bir şarkı yarışması düzenler.

Hayatı hem istediği gibi yaşamak hem fırsatı değerlendirmek hem de ödülü kazanmak için başvuran yüzlerce adayın arasından -sahi, kapkaççı bir yapımcı olsa, her adaydan birer lira alsa epey de para kazanırdı- beşini seçer. Ailesinin zorla suça karıştırdığı genç goril, yavrularına bakmaktan bitap düşmüş ama umudunu yitirmemiş anne domuz, sesini kullanarak dolandırıcılık yapan küçük fare, ergen çekingenliğindeki fil ile sevgilisinin küçümseyerek terk ettiği kirpi büyük bir mücadeleye girişirler.

Sanata destek…

Bizim ülkemizde olduğu gibi o hayvanların dünyasında da para her şeydir, sanatın insan gelişmesine katkısı bilindiği için de engellenmesinde bir sakınca yoktur. Kentin en güzel yerindeki muhteşem salon yıkılır. Bizim ülkemizde olsa yerine AVM dikilir üst katları da rezidans olursa paraya ‘para’ demez Bay Moon. O yıkım, başta koala olmak üzere şarkı yarışmasından umutlu gençlerin de umudunun yıkılmasıdır.

100’e yakın şarkı ile müthiş güçlü bir animasyon komedi filmi “Şarkını Söyle”. Hem coşkulu hem de mesaj veren keyifli bir film. Şarkıların birbiri ardına dinlenmesi için bile gözü kapalı izlenir.

“Şarkını Söyle”, yönetmen Garth Jennings, 9 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(08 Aralık 2016)

Korkut Akın

Babamın Kanatları Üzerine

Sinemamızın 80 sonrası serüveni sosyo-politik bağlamda incelenecek olursa, ortaya çıkan manzara; önce “geriye çekilme”, sonra “içe dönme” ve nihayetinde de tüm ezberini bir kenara bırakarak “yeni bir dil arayışına girme” şeklinde özetlenebilir. İlginçtir, (yarı) aydının yenilgisinin ardından gelen “bunalım” süreci, sinema çevrelerinde çoğu kez mahkûm edilmiştir; oysa 2000’lerin ilk yarısında karşımıza çıkan yeni anlatım formu -o dönemin doğal bir tezahürü olsa da- genellikle eleştiriden nasibini almaz.

Son yıllarda çoğu defa ifade etmek durumunda kalsak da, tekrara düşme pahasına yinelemekte yarar var: İçeride ve bölgede büyük altüst oluşlar çağından geçen ülkenin sinemasından çıkarılacak sonuç, taşra ve kent ikilemine sıkışan bireyin suskunlukla geçiştirmeye çalıştığı varoluş serüvenidir. Burada karşımıza çıkan “biçimci” (kimi kalemlere göre “sanatsal”) anlatı, olasılıkla kelimenin gerçek anlamından, nadir olarak bu denli soyutlanmıştır. Ne referans alınan auteur’ler, ne de örnek gösterilen ülkelerin sinemaları, “asıl mesele”nin uzağına hiç bu kadar düşmemiştir. Bir başka deyişle bizdeki “sanat” sineması, yaratıcılarından ziyade, az ama etkili sayıda “muhalif” kalem ve verdiği destek dikkate alınırsa, bu eğilimin bir nevi hamisi olan devlet nezdinde yüceltilmiştir. Geniş kitlelerden alabildiğine kopan ve neredeyse “oryantalist” bir hazla, yurtdışında övgüye boğulmasını gerekçe kılarak, son tahlilde bu durumdan neredeyse bir övgü malzemesi çıkaran bir yaklaşım vardır burada… Ozu’dan Antonioni’ye, Angelopoulos’a uzanan çizgide, evrensel örneklerin mayasında bulunan “gerçeklikle” bütün bağlar kopmuş, zaman donmuştur sanki bizim “sanat sinemasında”. Kökleri derinde olan hemen hiçbir sinemada “kaçış”, bu denli meşrulaştırılmamıştır.

Madalyonun diğer tarafında, yardım alabilmek adına senaryosunda “düzenleme” yapmak durumunda olan “bizim auteur’lerin”, “bağımsız yönetmen” olma halleri de vardır ki, bu doğal olarak konuyla ilintili, ama bambaşka bir yazının ilgi alanıdır.

Bu zorunlu girizgâhın ardından söylenebilecek ilk şey, kimi filmleri tarihsel bağlamdan uzağa düşerek, yalnızca kendi iç düzleminde ele almanın olanaksız olduğudur. Babamın Kanatları, bir ilk film olmanın tüm olağan sıkıntılarını yaşayan; kurguda tekrara düşen, bazı fazlalıklar barındıran, kimi anlarda şablona dayalı karakterler sunan ve bütününden kopuk bir finali tercih eden yapısı bir yana, yukarıda sınırlarını belirlemeye çalıştığımız çerçevenin dışında duran yürekli bir yapımdır. Bambaşka ve bizden asırlar kadar uzak coğrafyalarda değil, tam da “bizim olan”, halen yaşanan bir gerçekliğin peşinde yürümekte ve bizlere bir şeyler söylemeye çalışmaktadır. Kurtuluşunu bireysel çözümlerden medet ummak şöyle dursun, artık yokluğuyla sağlamaya çalışan, “sanat sinemasının” çoktan unuttuğu bir karakterin ve emek sömürüsünün merkezinde ele almaktadır ülkeyi.

Bir süredir varlığından bihaber olduğumuz, çoğunlukla üçüncü sayfa haberi muamelesi yaptığımız, gözümüzün önünde belirdiğinde, çözümü kanal değiştirmekte bulduğumuz meseleleri merkezine alması, kuşkusuz bir filmin başarısında tek etmen değildir. Ancak Babamın Kanatları; akılda kalıcı, kimi zaman trajikomik bir hal alan diyalogları, başta Menderes Samancılar olmak üzere oyuncu seçimi ve şantiye alanını koca bir ülkeyle özdeşleştiren görüntüleriyle akılda kalmayı başarmaktadır. Finalde beliren çıkışsızlık halinin, ülkece ruhsal durumumuza dair ipuçları barındırması önemidir. Bu durum, filmi son dönemde öne çıkan kimi yapımlarla (Zerre, Toz Bezi) bir arada düşünmemizi zorunlu kılmaktadır ve tüm bu filmler, gelecekte Türkiye’nin bu günlerine ilişkin yapılacak sosyolojik araştırmalarda önemli bir işlev üstlenecektir.

Ülkenin en önemli film festivallerinde başarılar elde etmiş olan filmin yalnızca 17 salonda gösterime girmesi ise elbette kendisinden kaynaklı bir durum değil; aksine, girişte belirttiğimiz tercihlerin doğal sonucudur. Ne yazık ki “sanat sineması” havuzuna dâhil edilen yürekli yapımların makûs talihidir artık bu durum. Belki de bu ortamı yaratanların en büyük arzusu gerçekleşmiş, filme kaynaklık eden karanlık tablonun geniş kitlelerle buluşmasının önü, dâhiyane projelerle en baştan kesilmiştir. Bu filmlerin teşekkür edilenler hanesinde adı geçenlerle, bu sonucu yaratanların aynı isimler olması ise kaderin garip bir cilvesidir!

(03 Aralık 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Antakya Film Festivali’nde Neler Oldu?

Nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum… 4. Uluslararası Antakya Film Festivali’ne davet edildim. Festivali düzenleyen kişilerin Adana ve Antalya’daki festivallerde kendi festivallerine network oluşturma yaklaşımlarını tanık olduğum kadarıyla- biraz tuhaf ve amatör bulsam da Anadolu’da bir festival yapma heyecanlarına saygı duydum. Festival başlamadan sıkıntılar kulağıma gelmeye başlamıştı. En basitinden basın toplantısı bir türlü yapılamıyordu. Bir festivalin nasıl ilerleyeceğini, programını ve işleyişini bu sayede görebildiğimiz için bu adeta yaklaşan fırtınanın ilk sinyali gibiydi. Festivale birkaç gün kala, bütçe yetersizliği yüzünden bilet almada büyük sıkıntı yaşadıklarını, film ekiplerini çağırmakta güçlük çektiklerini, kendi biletimi alıp bir şekilde orada bulunursam çok memnun olacaklarını söylediler. Sinemaya ve yine küçük bir festivale olan saygımdan kabul ettim ve kendi imkânlarımla bilet meselesini de hallettim. Ancak daha hava limanından çıktığım anda uzun süre ulaştırmadan kimseye ulaşamamam macera dolu bir festival yaşayacağımızın göstergesi oldu. Bu yalnızca benim değil festivale gelen birçok sinemacı konuğun da yaşadığı sorunlardan yalnızca biri ve belki de en küçüğü… Bu yazıda 4-5 gün boyunca sıkıntıları anlatmayı tercih edebilirdim ancak bunun kimseye bir faydası olacağını düşünmedim.

Festivalin üçüncü sabahı -benim ilk günüm- festival başkanının toplantısı var, telefonuyla uyandırılıp, tüm konuklar bir lobide toplandık. Orada festival başkanı; “Benim beceriksizliğim ama bize kimse sahip çıkmadı, bırakıp gitmek en kolayı, ya dağılıp gidecek ya da destek olacaksınız devam edeceğiz. Büyük stres altındayım, geceleri uyuyamıyorum, gönüllü birkaç kişi dışında kimse sahip çıkmadı. Birkaç kişinin kredi kartı ile biletleri alabiliyoruz.” tarzında açıklamalar yaptı. O toplantıdan “devam” kararı çıktı. Bu karara katılmayıp dönenler de oldu. İnsanlar bireysel tercihleri ile kaldılar veya gittiler. Krizin aşılması için Samandağ Belediyesi ve yörenin iş adamları devreye girdi. Bir moral kahvaltısı, gezisi ve akşam yemeği organize edildi. Suların durulduğu bir günün ardından ertesi günü yine araç, gösterilemeyen filmler ve verilemeyen akşam yemekleri sıkıntıları başladı.

Orada bulunan herkes Büyükşehir’in son anda desteğini çekmesinden dolayı tüm bunların yaşadığı söyleniyor ve herkes belediyeden bir yetkiliye ulaşmaya çalışıyordu. Ekipte, -danışma kurulu dışından- tek sinemacı ve gazeteci ben olduğum için elimi taşın altına koymaya ve ne olup bittiğini öğrenmek için belediyeye gitmeye karar verdim. O sırada İstanbul’da ardı ardına haberler çıkıyor, filmler çekilmeye başlanıyor ve herkes birbirini galeyana getiriyordu. Beni arayıp neler olup bittiğini sorma nezaketini gösteren yönetmen, oyuncu, yapımcı ve basın danışmanlarına teşekkür ediyorum. Hepsine ciddi bir krizin olduğunu ancak her şeye rağmen festival bitimine kadar daha sakin olunması gerektiğini söyledim. Bu tutum daha fazla yıpranmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sorunlu olsa da bir şekilde yapılan gösterimlerde az da olsa seyirciler filmleri izleyebiliyordu.

Diğer taraftan jüri başkanlığından çekilen Mehmet Eryılmaz ve diğer jüri üyesi Selim Evci’yi de arayarak durumu onlardan da dinledim. Organizasyondaki büyük hatalardan muzdarip oldukları çok açık ve netti. Özellikle Mehmet Bey, ulaşım konusunda yaşadığı sıkıntıları bizzat yazışmalarını göndererek teyit etti. Her iki jüri üyesi de Cumhuriyet Gazetesi’ne yaptıkları açıklamanın arkasında olduğunu söyledi. Festivale davet edilip, atölye ya da moderatörlük teklif edilen arkadaşlarımı arayarak sürecin nasıl ilerlediğini öğrenmeye çalıştım. Hepsinin söylediği aynıydı, “Çeşitli sebeplerle festivale davet edildik, ancak daha sonra defalarca arayıp, mail atmamıza rağmen hiçbir dönüş ve cevap alamadık.” dediler.

Filmleri Mavi Bisiklet’i yarışmadan çekme kararı alan yapımcı Nursen Çetin Köreken’i arayarak kendilerinden bu gerekçelerine dair bilgi aldım. Aynı şekilde yarışmadan çekildiğini duyduğumuz Kalandar Soğuğu filminin yapımcısı Nermin Aytekin’e de ulaşmaya çalıştım. Ancak kendisi geri dönüş ya da bir açıklama yapmadı. Kapanışta ödül bir şekilde film adına kaldırıldığı için o kısım muallâkta kalakaldı. Yönetim ise çekilmenin yazılı olarak yapılabileceğini telefon ya da sosyal medya yoluyla yapılan açıklamayı tanımadıklarını söyledi. Eğer film yarışmadan çekildiyse ödül neden geri çevrilmedi? Tüm bunlar birer soru işareti olarak kaldı ve sabır sınavına maruz kaldığımız olay nihayet bitti.

Sorunun iki büyük muhatabı Hatay Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı Gökhan Yıldırım, Antakya Film Festivali Yürütme Kurulu Başkanı ve Direktörü Mehmet Oflazoğlu ve bir şekilde -az ve sonuna kadar- festival atmosferi yaşamış yönetmen, sunucu, oyuncu, yapımcı, müzisyen, danışman ve jüri üyelerinin görüşlerini aldım.

Hepimizin ortak olduğu bir nokta var, bu yönetim tam bir fiyasko ve festival yapma tecrübesi, nezaketi ve disiplininden uzaklar… Ancak hiçbir şey tek taraflı değildir ve bu olaydan sonra sektöründe kendisine dönüp bir öz eleştiri yapması gerekiyor diye düşünüyorum. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda her türlü etik dışı harekete eyvallah deyip kendi canı yandığında yaygara koparılıyorsa -bu festival özelinde söylemiyorum- günün birinde bu durumdan herkes, tüm sektör zararlı çıkar ve işte çıktı da. Bu körler sağırlar birbirini ağırlar mantığından hızla uzaklaşmamız gerekiyor. Daha etik, nitelikli ve yetkin festivallerimizin yapılabilmesi dileğiyle…

Gökhan Yıldırım (Hatay Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı): “Sanat Adı Altında Şahsi Çıkar ve Menfaatlere Dönüşmemeli”

*** Ulu Önder Atatürk’ün bir sözü vardır; “Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir” der. Biz kurum olarak sanatın öneminin farkındayız ancak bu organizasyonu biz yapmadık. Bu tür olumuz eleştirileri kabul etmiyoruz. Biz sanatçılarımızın mağdur olduğundan daha ilk gece haberdar olduk. Burada asıl olarak şu soru sorulmalı, bu sanatçılarımızı, sinemacılarımızı siz değerli yazarlarımızı buraya davet edenler onları neden bu duruma soktular? Sizleri davet edip de yolda bırakan Büyükşehir Belediyesi Kurumu değildir. Biz işin içinde olsaydık zaten bunlar hiç yaşanmazdı. Sonuna kadar da arkasında dururduk. Kaldı ki son anda yine yardım ettik, memleketimizdir dedik, sorun çözdük. Hatay Büyükşehir Belediyesi bizim yapabileceğimiz fiziki şartların yerine getirilmesi, salonun kullanılması hususundan ibarettir.

*** Elbette gelinen tablo hoş değil, nahoş bir durum. Hatay’ın misafirperverliği dillere destandır. 13 tane medeniyetin yaşadığı bir coğrafyadan söz ediyoruz. Medeniyet gelecek nesillere dil, örf, adet ve sanat ile olur. Bu durumun farkındayız. Sanatı icra eden kişilere kıymet verilmelidir ancak sanat adı altında şahsi çıkar ve menfaatlere dönüşmemelidir.

*** Son anda geri çekilme diye bir şey söz konusu değildir. Sorun bizim haberdar olmayışımızdır. Özellikle altını çizmek istediğim konu ise bize “emrivaki” yapılmasıdır. Hiçbir plan, program yapmadan, kurumumuzun yalnızca fatura döneminde hatırlanması bizi üzer. Bir faaliyet icra edilirken, bir kurumdan destek almak istiyorsanız oturup bunun altı yapısını oluşturmak zorundasınız. Biz içeriğe dair hiçbir şey bilmiyoruz, gelecek sanatçılar kim, nasıl bir program var, bilmiyoruz. Bu kurumsal olarak çalışma disiplinimize aykırı bir durum. Burası bir devlet kurumudur ve bu kurum bir hiyerarşi içinde yürür. Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı olarak önümüzde sadece fatura görmemiz neye sponsor olduğumuzu dahi bilmediğimiz anlamına gelir. Bu işin mutfağında olmalıydık. Madem böyle bir faaliyetin içine girmişsiniz, sanatçılarımızı memleketimize davet etmişsiniz herhalde bir plan program yapmış olmanız gereklidir, değil mi? Hayır yapmadık, demek olmaz. Eğer bizim desteğimizi istiyorlarsa bize işin her safhasında bilgi vermek zorundalar. Burası bir şirket değil bir devlet kurumudur.

*** Şimdi siz bir sinema yazarı ve bir gazetecisiniz… Bu kurumla, benimle görüşmeden yazacağınız bir yazı sizi vicdanen rahatlatır mı? Her şeyden önce kendinize hesap veremezsiniz. Bu faaliyetlere önce olan, sanatı seven kişi ve kişilerin ya da kurumların da bu kurumla istişare etmesi gerekmektedir. Sanat ticaretle ilgili bir şey değildir. Elbette sanatı icra etmek için maddi argümanlara ihtiyaç vardır. Buna sonuna kadar katılıyoruz. Devletin birimleri, Kültür Bakanlığı, il ve yerel yönetimler destek vermek zorundalar, bunun için ayrılmış bütçeleri de var ve zaten veriyoruz. Ama biz kime ve neye destek olduğumuzu bilmeliyiz. Biz sosyal belediyecilik anlayışımız gereği sanatsal ekinlikleri desteklemekteyiz. Kaldı ki geçmiş yıllarda destekledik. Ancak bu yıl verilmemiş hiçbir sözümüz yoktur. Büyükşehir Belediye Başkanımız söz sahibidir, kendisi canını verir ama sözünden dönmez. Aradaki insanların size ne söylediğini bilmiyorum. Bu dönem bu festival için yapabileceğimiz şey salon tahsisi dışında başka hiç kimseye kurumsal veya tüzel bir vaadimiz olmamıştır.

Mehmet Oflazoğlu (Festival Yürütme Kurulu Başkanı ve Direktörü): “Verilen Sözler Tutulmadı”

*** Tamamen kaynak yetersizliğinden dolayı bunlar oldu… Verilen sözlerin tutulmaması bir sürü sorunu beraberinde getirdi. İnsanlar sözlerini yerine getirseydi daha rahat sorunları çözebilecek, insanların yemeğini, suyunu verebilecek, tanıtım yapacak, salonlara seyirci çekebilecektik. Destek olmayınca gereken konukseverliği, ev sahipliğini yapamadık. Böyle olunca da sorunlar yaşandı. Artık bitti, yine de güzel geçti. Ödül töreni de çok iyiydi. 5.si için şimdiden çalışmalara başlayalım diyen firmalar, kuruluşlar var. Her inişin bir çıkışı vardır denir ya, bize dibi gösterdiler aynı gün çıkış ışığını da gördüm.

*** Büyükşehir kendi cephesinden bakıyor, bende kendi cephemden bakıyorum. Festivaller şehirler içindir. Ben kendime ya da babama festival yapmıyorum. Dolayısıyla yerel yöneticiler ve firmalar destek olmak zorundalar. Az veya çok… Biz zaten para istemiyoruz, “Gelen konukların masraflarını karşılayın.” dedik.

*** Rant için festival düzenliyorlar haberini gördüm, şaşırdım. Mehmet Eryılmaz ve Selim Evci buraya gelmedi. Geçen sene ikisi de buradaydı. Hatta Evci, En İyi Film Ödülü’nü almıştı. Mehmet abinin tek derdi kendi kısa filminin festivalin 4. gününe koyulmuş olmasıdır. Koskoca Mehmet Eryılmaz, hem festivalin jüri başkanı olacak hem de filmi 4. gün gösterilecek! Böyle olunca kızdı. Hazmedemedi. Bir diğeri ise biz biletini yine imkânsızlıklardan dolayı zamanında alamadığımız için öfkelendi. Yolculuğuna iki gün kala alabildik sanırım bileti. İki gerekçesi vardı, bir tanesi biletinin geç alınması öteki ise filminin geç gösterilmesidir. Başka hiçbir gerekçesi olamaz.

*** Kültür Bakanlığı’ndan 40 bin TL aldık. Daha doğrusu yarısını aldık, diğer yarısını da gönderecekler. Bu kadar masraf yaptık. Normalde 180 konuğumuz olacaktı. Destek çekilince bir ara festivali iptal etmeyi düşündük ama asla iptal olsun demedim. İyi ki iptal etmedik çünkü şu an çok iyi konumdayız. Girdik, çıktık alnımızın akıyla. Yarından tezi yok bir sonraki sene için çalışmalara başlayacağız.

Agâh Özgüç (Yazar, Eleştirmen, Gazeteci): “Onur Ödüllerinin Üzerine İsim Yazmamışlar”

Her şey bir yana en matrak olan olay, Onur Ödülleri’nin üzerinde isimlerin yazmaması… Ben bu ödülü vitrine koyacak olsam, nereden aldığımı açıklayamam. Tahtakale’den de almış olabilirim. Bize söyleselerdi, kendimiz bile hallederdik. Kaldı ki, 1.si olsa hatalar affedilir, 4.sü yapılan bir festivalden söz ediyoruz. Böyle tarihsel özelliği olan bir bölgedeki festivalde bu denli yanlışlıkların olması iyi bir şey değil. Bunlar esasında çok basit, hemen çözüm üretilebilecek şeyler ama organizasyonda bir kopukluk var. Yemek, vesaire mesele değil. En büyük problem zaten bu işi organize edenlerde… Diğer festivallerde hatalar olmuyor mu? Elbette oluyor. Antalya bu sene tarihinin en kötü organizasyonlarından birini yaptı… Türkiye’de bir tane profesyonel festival var, o da İstanbul Film Festivali çünkü yıl boyunca maaşlı çalışıyorlar. Belediye olunca, isimler değişince festivaller de değişiyor. Bu çok tehlikeli bir olay… Burada her şeye rağmen canla başla çalışan çocuklar var, onlara bir sözüm yok. Bizim bir menfaatimiz yok, gençler için güzel bir ortam olabilirdi. Yazık oluyor.

Alican Sekmeç (Sinema Yazarı, TV Yayın Danışmanı): “Uzaktan Duyduklarıyla Demeçler Verdiler”

Bu yıl Oflazoğlu ile İstanbul’da yaptığımız görüşmelerde festivali bir kademe daha öteye götürdüğünden söz ediyordu. Tüm bunların sonucunda düzgün bir festival yolculuğuna çıktığımız düşüncesindeydim. Oflazoğlu’nun iki ay öncesine kadar bizlere anlattığı sponsorlar bir şekilde vazgeçtiler. Belediyenin, firmaların festivalden elini eteğini çekmesi elbette manidar… Kendisinin kötü bir izlenim bırakması, otorite boşluğu, liderlik vasıflarını taşımaması gibi şeyler var fakat iki gece üst üste konuklarına yemek daha veremeyen bir festival başkanının hangi rantın peşinde olduğunu kanıtlasınlar. Biz de bilelim de ona göre davranalım. Para olmadığı için eleman yoktu, uçak biletleri dahi zar zor alındı. Cumhuriyet Gazetesi’ne demeç veren sinemacı büyüklerimiz burada bir rant olduğunu söylüyor. Ben buna üzüldüm. Bunu söyleyenler de çok sevdiğim insanlar. Olmayan bir para var ortada, hangi ranttan söz ediyoruz? Bileti gitmemiş, filmi programda yokmuş gibi gerekçeler var ama ne olursa olsun daha sakin olunmalıydı. Burada çalışacak insan yoktu. Ben danışmaya kurulu üyesi olarak buraya geldiğimde odam yoktu. Listede adım dahi yoktu. Şimdi ben bunu afişe mi edeyim? İstanbul’daki insanlar buradaki olayları bilmeden, buradaki sıkıntıları yaşamadan uzaktan duyduklarıyla demeçler verdiler. Bu çok yanlış… 60 kişi tüm o yazılanlara rağmen burada kaldı. Bu insanlar İstanbul’a gidecek ve belki 2, 3 ay Cihangir’in kahvelerinde, Beşiktaş’ın bahçelerinde bu festivali konuşacaklar. Bu insanlar burada yaşadıkları için bunu rahatça söyleyebilecekler. Hiç yaşamadan bunu söylemek bana kolay geliyor. Biz sinemasever insanlarınız, festivalin yürümesinden yana hareket ediyoruz. Festival iptal edilse ya da yapılmasa çok mu büyük kazanç olacak? “Size Festival Yaptırmayacağız” diye bir yazı gördüm bir sitede… Bu nasıl bir küstahlık? Adama “Pardon siz kimsiniz?” derler. Yazan kişi de çok sevdiğim bir arkadaşım ama burada olup bitenleri bilmeden bu tarz açıklamalar yaparsanız, hem bu şehre, hem de buradaki 60 kişiye haksızlık etmiş olursunuz. Bizi bu duruma düşüremezsiniz bu lafları ederek… Bundan sonra bu festival yapılır, yapılmaz onu bilemem. Ama siz buna karar verme hakkına sahip değilsiniz, 1000 km uzaktan böyle konuşma hakkına sahip değilsiniz. Agah Özgüç, Osman Şahin burada genç sinemacılarla beraber kaldı. Daha ne söyleyeyim? Ama siz bu lafları ederek bizi sanki bir ranta ortakmışız gibi gösteriyorsunuz.

Murat Evgin (Besteci, Yorumcu, Müzisyen): “Yanlışlıklar, Belirsizlikler ve Hatalar Herkesi Üzdü”

Ülkemizin en güzel şehirlerinden biri olan Hatay’ın Antakya ilçesinde düzenlenen Antakya Altın Defne Film Festivali’ne jüri üyesi olmam ve açılış gecesi sahnede şarkı söylemem için davet edildim. Organizasyondaki yanlış tutumların, yükümlülüklerin yerine getirilmemesinin, belirsizliklerin ve düzeltilmeyen hataların beni olduğu kadar festivalde gönüllü olarak canla başla çalışan değerli insanlarımızı da üzdüğünü gördüm. Jürideki isimlerin sürekli değişmesi gibi sebeplerden dolayı kendimi gerçekçi bir değerlendirme ve seçim ortamının içinde bulamadığım için jüriden çekilme kararı aldım. Festivalin maddi imkânsızlıklarından ötürü kendi imkânlarımla İstanbul’a döndüm. Festivaldeki sorunlara rağmen Hatay’ı ve Hatay’ın samimi insanlarını tanıdığım için ve sinemamızın değerli isimleriyle bir arada olduğum için mutlu oldum.

Atılay Uluışık (Oyuncu, Festivalin Sunucusu): “Sorunlar Kartopundan Çığa Dönüştü”

Festival organize etmek, sadece katılan filmlere ödül vermek demek değildir. Eğer öyle olsaydı jüri toplanır bir salonda bütün filmleri izler belirlediği filmlere ve kişilere ödüllerini kargoyla gönderirdi ki kimsenin haberi olmadığı bol ödüllü filmlerimiz olurdu. Bence bir ilde bir festival organize etmek, sektör çalışanlarını bir araya toplamak, bölge insanıyla sektörü tanıştırmak, film ekipleriyle izleyiciyi buluşturmak, yarışmaya katılan filmleri ulusal ve uluslararası düzeyde duyurmak ve sektörü büyütmeye katkı sağlamak ve bölgenin gelişimine sektör olarak katkı sağlamayı amaçlamaktır. Bu da yalnız ve yalnızca ekip ruhuyla yapılabilecek bir şeydir. Antakya`da yaşananlar da ne yazık ki festival komitesinin bir ekip olamayışından kaynaklanmaktadır. İsimlerin ya da kişilerin üzerinden konuşmak gereksizdir. Sonuçta Antakya’ya gittiğimiz andan itibaren karşımızda organize olmuş bir ekip göremediğimizden ötürü, problemler küçük bir kartopundan bir hafta içinde çığa dönüşmüştür. Antakya halkının, kendi şehirlerinde böyle bir festival yapıldığından haberlerinin olmadığını görmek hepimizde üzüntü yaratmıştır. Festival komitesi Antakya Büyükşehir Belediyesi’ni bu konuyla ilgili suçlarken, görüştüğümüz şehrin ileri gelen iş adamları ve STK.ları ise böyle bir festivalin organizasyonundan haberdar edilselerdi her türlü desteği sağlayacaklarını tarafımıza iletmişlerdir. Festival komitesi, gerekli emeği harcamadan kısa yoldan büyük resmi ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Lakin gelinen noktada, bu festivalle ilgili ne basında haberler yer almış, ne halk haberdar edilmiş ve ne de işadamlarından ve STK.lardan yardım ve destek talep edilmiştir. Festivaller, tümden gelim değil, tüme varım mantığı ve prensibinde çalışması gereken organizasyonlardır. Sonuç olarak bir festivali daha el biriliğiyle, sabırla ve destekleyerek tamamladık. Gelecek yıllarda daha iyi organize edilmiş, aksaklıkları giderilmiş, sektör çalışanlarının ve halkın kenetlendiği daha güzel festivallerimiz olması dileğiyle…

Umut Sakallıoğlu (Kurgu Yönetmeni, Babamın Kanatları & Kalandar Soğuğu): “Affedilmeyecek Hatalar Vardı”

Bu yıl Antakya Film Festivali’nde affedilmeyecek büyük hatalar vardı. Ne yeterli seyirciye ulaşılabilmiş, ne konuklar iyi ağırlanıyor ne de organizasyon iyi… Bu yönetimin devam ettirmemesi gerekiyor bu festivali… Gerek iletişim gerekse koordinasyon anlamında kimse tatmin olmuş değil. Bunları eleştirmekle birlikte her şeye rağmen festivali yaşatmak gerekiyor diye düşünüyorum. Festival demek bu yöneticiler demek değil, Antakya halkı demek, sinema demek. Dolayısıyla ben film çekmeyi ya da yıkıcı eleştiriyi onaylamıyorum. İstanbul’dan burada neler olduğu bilinmediği için herkesin birbirini galeyana getirme ve birbirini olumsuz anlamda tetikleme durumu olduğunu düşünüyorum. Hatalı insanlar olmakla birlikte iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışanlar da var. Antakyalı bir vatandaş bana uçak biletimi almayı dahi teklif etti. Şimdi böyle insanları görünce buraya karşı yıkıcı bir hisse kapılamıyorum. Her şeye rağmen olumlu bakmak lazım ama bu yönetim devam ederse de bir daha asla katılmam.

Gülten Taranç (Yönetmen, Yağmurlarda Yıkansam): “Güzel Bir Şeye Dönüşebilecekken Kaosa Dönüştü”

Bu festival bize bir kere daha gösteriyor ki bu işler çok zor… Bütün arkadaşlarım gibi bende zaten filmimi yapana kadar çok büyük zorluklar çektim şimdi bir de göstermek için bir sıkıntıya düşünce o zaman insanda biz bu işi neden yapıyoruz gibi bir sorgulamaya yol açıyor. Biraz demoralize oldum. Şunu da gösterdi bu olay, 12 tane filmin yönetmeni toplanıp bir arada karar veremiyor. Kalınacaksa hep beraber kalınmalıydı, çekileceksek hep beraber çekilmeliydik. Biz başta birlik beraberlik kuramıyoruz, başkalarından bekliyoruz. Şimdi ben güçsüz bir film mi çektim de filmimi buradan çekmedim? Kesinlikle o yüzden değil. Buradaki emeği gördüm. İnsanların bir arada kalışlarını gördüm. Zorluklar çektik ama çok güzel dostluklar kurduk. Ben burada bir sonraki filmimin başrol oyuncularından birini buldum. Hayatta her şey para değil. Setlerde sorun yaşanmıyor mu? Çok daha çirkin şeylerle karşılaşıyoruz. Bu festivalde de üslup problemleri vardı ama neredeyse tam bağımsız bir festival olup güzel bir şeye dönüşebilecekken kaosa dönüştü. Başka türlü çözümler bulunabilirdi. Yurt dışında birçok festivale gittim ama benim Türkiye’de yarıştığım ilk festivaldi. Yağmurlarda Yıkansam, Antalya’da seyirci ödülü aldı ama ulusal yarışmada değildik. Bu yüzden çok büyük heyecanlarla gelmiştim. O anlamda üzüldüm açıkçası böyle olmasına…

Emre Yetim (Oyuncu, Kısa Film Jürisi): “Herkes Elini Taşın Altına Koymalı”

Süreç boyunca geri dönenler, istifa edenler, birtakım bildiriler yayınlayanlar oldu. Üzülerek görmekteyim ki bazılarında da maksadını aşan ifadeler kullandı. Kişisel husumetleri festivale mal etmeyi çok doğru bulmuyorum. Kişiler hata edebilir ama burada bir şehir, şehirde yaşayan insanlar, sinemayı seven ve sinemayla ilgilenmek isteyen çocuklar var. Burada atölyeler yapıldı okullarda… Gösterimler öyle ya da böyle devam etti. Ben aldığım göreve duyduğum saygıyla sonuna kadar burada bulundum. Şahsen yaşadığım organizasyon problemleri var ama bunların hepsinin ötesinde üstün amacım insanların sinemayla buluşmasıdır. Sonuç olarak medeniyetlerin köprüsü Hatay’a böyle bir festival yakışmıyor. Bunu düzeltilmesi için herkes elini taşın altına koymalı.

Semra Güzel Korver (Belgesel yönetmeni – yapımcısı / Cinedergi Yazarı, Belgesel Jürisi): “Koordinasyon ve Nezaket Yoksunu”

Doğrusu bana jüri üyeliği teklif edildiğinde her zamanki gibi belgesel sinema tutkusu, vefa borcu ve en önemlisi Anadolu’da yapılan bir festivali kesinlikle desteklemek gerektiğine olan inancımla kabul ettim. Dördüncüsü yapılan bir festival belli bir tecrübe kazanmıştır. Üstelik memleketin önde gelen filmleri de festivalde yarışıyordu. Diğer kategorilerde yer alan jüri üyeleri de saygın ve deneyimli isimledi. Jüri olarak bizim Antakya’ya gelişimiz çok amatörce ve nezaketten yoksun bir biçimde düzenlendi. Buna rağmen “neyse belli ki bir kriz var” dedim, yeterince festival deneyimi olan biri olarak görmezden geldim, tolere ettim. Ancak buraya vardığım da gördüm ki; kriz çok büyük. Biz belgesel jürisi olarak yarışan 11 filmi izledik, toplantımızı yaptık, gerekçeli kararımızı bildirdik. Ben kendi adıma filmini izlediğim ekiplere, belgesel sinemaya ve Antakya halkına olan saygımdan dolayı festivalin sonuna kadar kaldım. Yoksa bu kadar iletişimsiz, bu kadar acemi, bu kadar koordinasyondan ve zarafetten yoksun; organizasyondan, sinemadan, etik ve estetikten bir haber bir festivalde yer almak akıllara zarar bir durum. Bütün bunlara rağmen sükûnetimizi koruduk ve ödül töreninde seçtiğimiz belgesellerin ödüllerini de vererek aldığımız sorumluluğu noktaladık. Zaten bunca toz duman arasında festivalde kalmayı tercih edenler bu festivali var ettiler, yoksa dağılıp gidecekti. Beni en çok kızdıran her türlü kriz yaşanabilir, her şey insanlar için ve fakat; bir içten özür, bir içten teşekkür, bir içten rica ve lütfenden bile uzak olmak anlaşılır gibi değil. Neyse, biz önümüze bakalım. Buradan çıkarılacak sonuç bence sektörün tüm bileşenlerinin bu tür yeni başlayan ve devam eden tüm festivalleri ta baştan sıkı bir otokontrol sisteminden geçirmesi ve bu tür oluşumlara izin vermemesi. Meslek Birliklerinin, Bakanlığın, sinema ve kültür – sanatla ilgili tüm kurum ve kuruluşların bu vesile ile harekete geçip etik ve estetik kriterlerin altını çok kalınca çizmesi gerekir. Evet birtakım kurullar var ama belli ki yetersiz, yeterince yetkin ve etkin değil. Her “benim bir fikrim var, ben bir festival yapmak istiyorum” diyene teslim edilemeyecek kadar önemli ve profesyonel bir iş sinema festivali yapmak. Kültürlerin ve inançların iletişim merkezlerinden olan Antakya, kesinlikle daha iyisini hak ediyor. Bu arada festival boyunca bütün bu olanlara üzülen, mahcup olan, sürekli benden özür dileyen, evime sağ salim varıp varmadığımı bile teyit eden, gönüllü olarak festivali var etmeye çalışan Antakyalılara da teşekkür ederim. Eminim ki önümüzdeki yıl festivallerine sahip çıkacaklar.

Soner Alper (Yapımcı, Babamın Kanatları): “Festival Yapmayı Bilmiyorlarsa Yapmasınlar”

En baştan beri bir amatörlük, acemilik hissediyordum. Yine de filmimizi verdik. Çok büyük eksikler vardı, insanlar mağdur oldu. Ben zaten bir gün kalıp döndüm çünkü filmimizin vizyon zamanı ve çok başka bir yoğunluğumuz var. Festival yapmayı bilmiyorlarsa, yapmasınlar. Her şehrin bir festivali olmak zorunda değil.

Halil Özer (Yönetmen, Kısa Film Jürisi): “Başladığım İşi Bitirmek Adına Kaldım”

Ben prensip olarak durum ne olursa olsun festival alanının terk edilmesini doğru bulmuyorum. Bu yüzden aldığım görevi sonuna kadar yerine getirmek adına sonuna kadar kaldım.

Nursen Çetin Köreken (Yapımcı, Mavi Bisiklet): “Filmimizi Festivalden Çektik Çünkü…”

Festival yöneticileri ile yaptığımız karşılıklı görüşmeler sonucunda çekilme kararı aldık. Bu kararımızda Antakya’da film ekibimizden Mavi Bisiklet’i temsilen bulunan müzisyen Cafer Ozan Türkyılmaz’dan aldığımız bilgiler, kamuoyunda sponsorların çekilmesiyle oluşan etki ile festival saygınlığı büyük oranda zedelenmesi, yine kamuoyuna yansıyan film ekiplerinin ağırlanmasında yaşanan sıkıntılar, jüri başkanını istifa etmesi ve kapanışa 2 gün kala jüri başkanının hâlâ belli olmaması gibi önemli sebepler etkili oldu.

Hakan Aytekin (Maltepe Üniversitesi Radyo, Sinema, Televizyon Bölüm Başkanı, Belgesel Jürisi): “Türk Sineması Ne Kadar Organize de Festivali Olsun”

Problemler olduktan sonra problemleri çözmeye mi çalışmak lazım yoksa tartışarak daha da geliştirmek mi lazım? Kimin suçlu olup olmadığına değil, ortadaki kargaşaya dikkat etmek gerekiyor. Bu kargaşanın sürdürülmesinden yana olmak ya da olmamak daha önemli. Türk Sineması ne kadar organize de festival olsun… Burayı kalkıp Antalya ya da Adana ile karşılaştırmak bir zaaf olur. Bütçelerin olmadığı yerlerde daha insaflı olunmalı diye düşünüyorum. Evet aksaklıklar var ama sinema adına bir miktar da olsa bir umut taşıyorsak bu etkinlikleri sürdürmek gerekiyor. O yüzden bütün aksaklıklarına rağmen Antakya Film Festivali devam etmeli.

(03 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

İyi Vampirlerle Kötülerin Bitmeyen Savaşı

Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları (Underworld: Blood Wars)
Yönetmen: Anna Foerster
Eser: Kyle Ward-Cory Goodman
Karakterler: Kevin Grevioux-Len Wiseman-Danny McBride
Senaryo: Cory Goodman
Müzik: Michael Wandmacher
Görüntü: Karl Walter Lindenlaub
Oyuncular: Kate Beckinsale (Selen), Theo James (David), Bradley James (Kötü Adam), Tobias Menzies (Marius),
Charles Dance (Thomas), Alicia Vela-Bailey (Lycan), Lara Pulver (Semira), Trent Garrett (Hibrit Michael),
Oliver Stark (Gregor), Clementine Nicholson (Lena),James Faulkner (Yaşlı Vampir), Peter Andersson (Vidar), Daisy Head (Alexia), Brian Caspe (Hajna), Dan Bradford (Kara Lycan)
Yapım: Lakeshore-Screen Gems (2016)

Anna Foerster’ın ilk yönetmenlik deneyimi olan “Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları”, serinin de beşinci filmi. Aksiyonun ve kanın bol olduğu film meraklıları için.

İlk dört filmi görmeyenler için girişte geçmişten küçük anlar perdeden geçip giderken bellekleri de tazeliyor. Bu çizgi roman estetiğindeki fantastik aksiyon 2003’te Len Wiseman’ın “Underworld-Karanlıklar Ülkesi”yle başladı. 2006’daki “Underworld: Evolution-Karanlıklar Ülkesi: Evrim” filmini de Wiseman yönetmişti. Patrick Tatopoulos, 2009’da serinin üçüncü filmi “Underworld: Rise of the Lycans-Karanlıklar Ülkesi: Lycanların Yükselişi”ni yönetmişti. Dördüncü filmi “Underworld: Awakening-Karanlıklar Ülkesi: Uyanış”ı da 2012’de İsveçli Måns Mårlind ve Björn Stein ortak yönettiler.

Serinin beşinci filmi 2016 yapımı sinemaskop “Underworld: Blood Wars-Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları”nı yöneten Anna Foerster, TRT’nin yayınladığı “Criminal Minds-Kriminal” zekâ yüklü polisiye dizisinin ilk bölümlerini çekmişti. 1971’de doğan Alman asıllı Amerikalı yönetmen, kameramanlık ve görsel efektçi olarak da sinemaya katkıda bulundu. Yönetmen, Roland Emmerich’in 2013 yapımı “White House Down-Beyaz Saray Düştü” filminin de kameramanıydı.

Karanlıklar ortasında savaş…

Kyle Ward ve Cory Goodman’ın ortak eserinden sinemaya uyarlanan bu seri, vampir mitosuna modern bakış sunuyor gibi görünüyor. Ama aslında her şey bilinen sulardaydı. Daima iyiler ve kötüler vardı. Günışığında da olabilen vampirlerden Selene, kızını yılardır görmemiş ve nerede olduğunu da bilmiyor. Lycan, yani kurt benzeri insan olan Marius, Selene’in kızının peşinde Lycan ordusuyla. Bir de Semira var. İhtiyarlar Konseyi’nde. Lycanlarla savaşmak için Selene’in kendi askerlerini eğitmesini istiyor. Konseyi de ikna ediyor. Onun da amacı var. Selene ve kızının kanları özeldi. Çünkü onlar günışığında da kalabiliyorlardı. Hikâyeye David de katılıyor. O da annesine kırgın kendisini terk ettiği için. Ama annesinin fedakârlığını da öğreniyor sonunda. Annesinin bir damla kanını içtiğinde gerçek görüntü olarak zihninde canlanıyor. Kanı özel vampirlerin kanının tadına bakıldığında anılar görüntü olarak düşüyor. David, babasının da Thomas olduğunu da öğreniyor bununla beraber. Selene ve David’in güçleri bir araya geliyor, Marius’un Lacan ordusuna karşı kanlı savaş başlatıyor. Son bölümlerde elbette sürprizler var. Merak duygusunu dağıtmamalı.

Bu film Prag’da çekilmiş. Bu şehrin kendine özel etkileyici atmosferi daima Kafka’yı hissettiriyor. Karanlık kasvet yüklü mekânlar perdede muhteşem görünüyordu. Elbette bolca bilgisayar efektlerinden de faydalanılmış filmde. Buz üstünde Selene ve Marius’un dövüşü de estetik anlamda çarpıcıydı. Duyguları da yukarı çıkartıyordu. Anneler hep fedakârdı işte. Filmdeki müzikler de aksiyonun çoğalmasına katkı veriyor. Kanın ve aksiyonun bol olduğu bu fantastik film meraklıları için.

(30 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Savaş Vadisi’nden Geçerken

Popüler sinemada eğilimleri ve kimi zaman oldukça tartışmalı hale gelen bakış açıları bakımından Don Siegel’den John Frankenheimer’a ve Clint Eastwood’a uzanan çizgiye eklenebilecek son halkalardan birinin Mel Gibson olduğu rahatlıkla söylenebilir. Oyuncu / yönetmen, öncüllerine -en çok da Eastwood’a- benzer biçimde tekniğe hâkimiyeti bir yana, “ölçüyü kaçırma” bakımından Ted Kotcheff ve John G. Avildsen’le bağ kurabileceğimiz bir noktaya doğru koşar adım ilerliyor.

Hacksaw Ridge, ilk bakışta zor olan bir temayı, “tavrını vicdani retten yana kullanan bir savaş kahramanını” merkezine alırken, nihai anlamda üçüncü yol önermesiyle sığ sulara düşmekten kurtulamıyor.

Öyküsünü, Braveheart’la paralellik gösterecek biçimde inşa eden Gibson, Grant Wood’un American Gothic’ini anımsatırcasına şiddetle çevrelenmiş bir aile tasvirine girişerek başlıyor işe. Bu, baba figürünün öfkesinin arka planına inşa edilen 1. Dünya Savaşı olgusu göz önünde bulundurulursa bir yanıyla anlaşılır olabilir; ancak söz konusu vicdani ret olunca klişe anlamını yitiriyor. Gibson’un ana karakteri, olgunun tarihsel anlamından bütünüyle soyutlanıyor; mesele, kasabanın sevgilisi, temiz yüzlü dindar oğlanın inancıyla imtihanı eksenine oturuyor. Savaşın gerekçelerine tamamen katılan; hatta Pearl Harbor baskını sonrası ABD toplumuna nüfuz eden genel eğilimle örtüştüğünü söyleyen Desmond Doss’un, söz konusu silahlar olunca kendisini geriye çekmesi en çok da bu yüzden anlaşılır olmaktan uzaklaşıyor. Dolayısıyla filmin tanıtımlarında sıklıkla atıfta bulunulan “vicdani ret” kavramının, filmdeki mevcut haliyle kabul görmesi olur şey değil. Buna karşın kasabadaki günler, taşralı gencin aşk hikâyesi ve (en çok da Vaughn’ın oyunu sayesinde) Full Metal Jacket’ı anımsatan eğitim süreci, derli toplu ele alınmasından dolayı film, rahat bir seyirlik olarak yolculuğunu sürdürüyor.

Savaş Vadisi’ni gelecekte hatırlanır kılacak en önemli etmenlerin başında, çarpışma sahnelerinin olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Örneklerine sık rastlayamayacağımız ölçüde sert, seyircisini hop oturtup hop kaldıran bu anları görsel olarak başarılı ilan edebiliriz; ancak, burada karşımıza çıkan görüntülerle 60’lı ve 70’li yılların Penn’li, Peckinpah’lı şiddet gösterileri arasında bağlantı kurmamız olanaklı değil. Gibson, bir yandan savaşa karşı ama cephede hayat kurtarmakta kararlı, dindar adamın sürecini içselleştirmemizi beklerken, diğer yandan yer verdiği görüntülerde savaşın acımasızlığı ve anlamsızlığına vurgu yapmıyor; zira en başından beri verilen mücadelenin haklı ve gerekli olduğuna da inanmamızı istiyor. Bu ikilem, başından sonuna kadar Savaş Vadisi’nin bir dengeye oturmasını güçleştiriyor ve meseleyi sadece “kahraman olmak” düzleminin içine hapsediyor. Bunu yaparken sarıldığı “inanç” silahı da kendi başına anlamlı kılınamıyor. (Yönetmenin, savaşın göbeğinde İncil’ini düşüren askerin dileğinin yerine getirilmesi veya yapacağı dua nedeniyle koca orduyu dakikalarca bekletmesi ise filme müsamere havası vermekten öte bir işlev üstlenmiyor.)

Senaryosu akıllıca örülse ve derdini daha tutarlı biçimde ifade etse, 70’lerin muhafazakâr filmleriyle boy ölçüşebilecek konuma gelecek Hacksaw Ridge -çok şükür ki- arzusunu gerçekleştiremeden ve kimi anlarda saman alevi gibi parlayan (hazmetmesi kolay da olmayan) görüntüler eşliğinde hava sahamızı terk ediyor.

Kimi zaman ortaya koyduğu ırkçı düşünceleriyle tartışma yaratan Mel Gibson’ın, sınırlı algısıyla altından kalkamadığı film, aklımıza düşürdükleriyle ilgiyi hak ediyor kısacası. En çok da, aynı anda hem bu kadar militarist, hem de dindar görünmenin yalnızca bu coğrafyaya özgü olmadığını gözümüze sokmasıyla…

(28 Kasım 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Hitler’e Gülebiliyorsak, Her Şeye Gülebiliriz!

Eski Yunan’da yılda bir kez yapılan ilginç bir gelenek varmış. O gün, insanlar yüzlerine birer maske takıp önlerine çıkan ilk kişiye deyim yerindeyse “öfkelerini kusarmış.” Kızdıkları, dert ettikleri, üzüldükleri, söyleyemedikleri ne varsa söyler, içini döker, rahatlarmış. Bu tabloya biraz uzaktan bakıldığında aslında “komik” görünüyormuş. İşte “komedi” böyle doğmuş. İşte bu yüzden komediyi “öfke sanatı” olarak tanımlıyor duayen yazar. Aslıda ders bu arada bitebilirdi ama daha yeni başlamıştı. İşte Robert McKee’nin “Tür Seminerleri” başlığı altında verdiği 3 günlük muazzam atölyenin son ve belki de en renkli günü Komedi’den aldığım notlar (ya da çıkardığım dersler) böyle başladı. Tek bir yazıya sığmayacak kadar fazla o yüzden ilk etapta bir bölümünü paylaşıyorum, devamı da gelecek. Bu arada güzel haberi vereyim, duyduğuma göre Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, McKee ile gelecek sene 1 haftalık yoğun “Story” eğitimi için sözleşmişler bile…

– Komedi “dil” ve “kültür”e bağlıdır. Elbette evrensel komedi diye bir şey vardır ama lokalde herhangi bir “şaka”nın işe yaraması için o ülkenin dilini ve kültürünü iyi bilmelisiniz.

– İspanya’da bir seminer veriyordum. Konuşmamı İngilizce, İspanyolca ve Katalanca’ya çeviren 3 ayrı kişi vardı. “Şaka”yı yapıyordum. Önce İngilizce bilenler gülüyordu ve sessizlik… Bekliyordum, bekliyordum sonra İspanyollar gülmeye başlıyordu. Sonra yine bekliyor, bekliyor, bekliyordum derken Katalanca bilenler gülüyordu.

– Bazı insanlar neden “fıkra” anlatamaz hiç düşündünüz mü? Çünkü zamanlama yapmayı bilmezler. Gereksiz detaylarla lafı dolandırırlar ve insanlar sıkılmaya başlar. Şaka tam zamanında yapılmalıdır.

– Gerçek bir “komedi”nin şakaya ihtiyacı yoktur. Komedi hikâyede gizlidir.

– Komediyi anlamadan “gülme”yi anlayamazsınız.

– Komediyi “saf” olduğu için seviyorum. Eleştirmenler komediyi sevmezler çünkü seyirci güldüyse yapacak bir şey yoktur.

– Bir konuşmamda “Yurttaş Kane”i iyi bir film olmamakla suçladım. Evet gösterişli bir “ilk film” ama hiçbir şey hissetmedim. Çıkışta insanlar bana teşekkür edip, “Yıllardır birinin bunu söylemesini bekliyorduk, çok rahatladık.” dedi.

Yurttaş Kane’in iyi bir film olduğunu kim söyledi? Ah, üniversitedeki hocanız değil mi?

– Eğer bir filmi arkadaşınızla konuşuyorsanız o film işe yaramamış demektir. Gerçekten iyi bir film hakkında konuşamazsınız. Yapabileceğiniz en iyi şey yalnızca “wow” demek ve sonra eve gidip uyumaktır. Yurttaş Kane’in üzerine saatlerce konuşabilirsiniz tam da bu sebeple başarısız bir filmdir.

– Komediyi anlayabilmek için hayatın “komik” ve “dramatik” tarafı arasındaki farkı ayırt edebilmek gerekir. Bu da en basit haliyle şöyledir; komedi direkt olarak “beyne” hitap eder, “zeka” gerektirir ve “toplumsal”dır. “Dram” ise duygulara yöneliktir, “kalbe” doğrudur, “içsel”dir.

– Doğru yerde gülebiliyorsanız zeki bir insansınızdır. Salona bakıyorum da, “gülmeye heveslisiniz.” Akıllı bir topluluk.

– Komik zeka, “idealist” zekadır. Dünyayı çirkin, iğrenç, pis bir yer olarak görür. Dünyanın “kusursuz” bir yer olması gerektiğine inanır, öyle olmadığını görünce de öfkelenir. Komik zeka, kızgındır.

– İnsanlara ikiyüzlülüğünü göstermek için bağırıp çağırırsanız sizi dinlemezler. Ama onları güldürmeyi başarabilirseniz belki bir şeyler değiştirebilirsiniz.

– Teknoloji her saniye daha da gelişiyor ve gelecekte muazzam şeyler olacağını söyleyebiliriz. Uçan arabalar, robotlar falan… Ama şundan emin olabilirsiniz, insanoğlu her zaman s.çıp batırmanın bir yolunu bulur.

– Batı “faşist” bir toplumdur. Gerçekleri açık açık konuşmak lazım değil mi?

– Formül bellidir, toplumu yozlaştırın, kuralları ihlal edin ve bir kahraman yaratın!

– Hitler, Mussolini ve diğer diktatörlerin formülü bellidir. “Bir süre yasaları bana verin ben de trenleri zamanında kaldırayım.” derler. Ondan sonra da sittin sene gitmek bilmezler.

– Dramalar daha fazla geleceğe kalır, komedide durum bazen böyle olmayabilir, dünyayı gezmeyebilir. Bazı komedilerin vakti çok çabuk geçer.

– Komik zekalara saygı duymalısınız. Toplumun IQ seviyesi çan eğrisi sistemiyle belirlenir. Komedyenlerin zeka katsayısı oldukça yüksektir. Komedi yazarları olmasaydı ne yapardık?

– Komedyenler depresif kişilerdir. Hayatın zalimliğini gözardı edemezler. “Öfke”lerini “şaka”ya dönüştürürler. Robin Williams niye intihar etti sanıyorsunuz? Sanırım yeterince çekmişti ve daha fazla çekecek hali kalmamıştı.

– Size tavsiyem bir komedyeni partinize çağırmayın, kavga çıkaran hep onlar olurlar.

– Her şey dalga geçebilirsiniz. Unutmayın Hitler’e gülebiliyorsak, herkese gülebiliriz.

(28 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Savaşın Kazananı Yoktur

François Ozon’un geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde ilk kez görücüye çıkmış yeni çalışması ‘Frantz’ sıcağı sıcağına bizde de gösterimine başlıyor. Fransız sinemasının üretken yönetmeninin 2007 yapımı ‘Angel’dan beri çektiği bu ilk dönem filmi, iki savaş arasında Maurice Rostand tarafından kaleme alınmış ‘Öldürdüğüm Adam / L’Homme Que J’ai Tué’ isimli sahne oyunundan yola çıkmış Ernst Lubitsch imzalı ‘Broken Lullaby’ın da yeni uyarlaması.

1919 yılında Almanya’nın küçük dağ kasabası Quedlinburg’ı mekân alan hikâye, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yitirdiklerinin yasını tutan bireylerin dramı üzerinedir. İsimsiz bir şekilde diğer askerlerle birlikte Fransa’da gömülmüş nişanlısı Frantz’ın boş mezarını hergün ziyaret eden Anna’nın görüntüsüyle açılır film. Elinde çiçeklerle ziyarete gelen Adrien Rivoire isimli Fransız genç adamla mezar başında karşılaşır genç kadın. Savaş öncesinde Frantz ile yakın arkadaş olduğunu söyleyen Adrien, Anna ve nişanlısının ailesi tarafından şüpheyle karşılanır önce. Dönem iki ulusun karşılıklı nefretinin yoğun yaşandığı bir dönemdir ve acılı Alman baba için her Fransız oğlunun katilidir. Ancak hal ve tavırlarını oğullarına benzettikleri ve yitirilenin anısıyla bağ kurabildikleri genç adamı bağırlarına basmaları uzun sürmez. Onun anlattıkları kaybettiklerinin anısını canlı tutar. Öyle ki, aile Anna’nın bu aniden çıkagelmiş Fransız adamla birlikte olmasını onaylamakta gecikmez. Lakin hiçbir şey bizlere sunulduğu gibi değildir. Oyuna ve Lubitsch’in filmine aşina olanların çok iyi bildiği bir sürpriz itiraf olayların yönünü değiştirecektir.

Daha önce hiç savaş veya çatışma sahnesi ve Alman dilinde film çekmemiş Ozon için ilklere tanık olduğumuz bir film ‘Frantz’. Savaş ertesi melankolisininin etkileyici bir biçimde aktarılmasına olarak sağlayan siyah-beyaz tercihi de öyle. Özenle kotarılmış bu dönem filminin günümüz iklimine göndermelerde bulunduğu da aşikâr. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrıldığı, ırkçı söylemiyle dünyayı ayağa kaldıran Donald Trump’ın ABD başkanlığına yerleştiği, kör milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının ayyuka çıktığı günümüzde özgün oyunun barış ve dostluk yanlısı mesajını güçlü bir biçimde iletiyor yönetmen. Chopin’in noktürnleriyle, Verlaine’in, Rilke’nin şiirleriyle bir bağ kurmuş bireylerin savaşla darmadağın oluşlarının hüznünü etkileyici bir biçimde aktarıyor. Anti militarist, anti ulusçu savaş karşıtı manifestosunu çarpıcı sahneler eşliğinde dile getiriyor. Alman olsun Fransız olsun milliyetçilerin savaş ertesinde doruğa çıkmış düşmanca söylemlerini şiddetle eleştiriyor. Önceleri ‘her Fransız birey oğlumun katilidir’ diyen Frantz’ın acılı babasının ‘onları savaşa kendi ellerimizle uğurladık, bizler oğullarının ölümüne zafer kadehleri kaldıran bir nesiliz’ diyerek isyan edişi bu yüzden anlamlı.

Lubitsch uyarlamasında da yer alan bu bölümün ya da Anna’nın savaş günlerinden sonra ilk kez bir elbise satın alarak Adrien ile dansa gittiği sahnenin özenle korunduğu film, Frantz’ın Anna ve Adrien ile müziği paylaştıkları geçmiş mutlu anlarda renkleniyor. Pascal Marti’nin kadrajları, Philippe Rombi’nin Mahler etkisindeki müzik çalışması kadar birinci sınıf oyuncularıyla da parlıyor ‘Frantz’. Jalil Lespert imzalı filmde ‘Yves Saint Laurent’ rolüyle dikkatimizi çekmiş Pierre Niney kırılgan Adrien’e hayat verirken, Venedik’te Marcello Mastroianni adına ithaf edilmiş en iyi genç aktris ödülüne layık görülen Alman oyuncu Paula Beer, Anna yorumuyla filmin esas keşfi olarak dikkat çekiyor.

Filmin Almanya’dan geçen ilk perdesinde Rostand / Lubitsch yorumuna sadık kalmış olan Ozon, Paris’te geçen ikinci bölümde öyküye yeni bir boyut ekliyor. Küçük Alman kasabasında yasını sürdüren acılı anne babayı bir kenara bırakıyor ve Anna’nın ölüm yerine yaşamı seçişine dair yeni bir serüveni öykülemeye girişiyor. Paula Beer’in öne çıktığı bu bölümde Anna’nın başdöndürücü kişisel gelişimini aktarmada son derece başarılı sinemacı. Başlagıçtaki içine kapanık genç kız, Adrien ile yaşama sevincini keşfediyor önce. Genç adamın beklenmedik itirafı onu yolundan döndürmüyor, yeni ve özgür dünyada yeni ufuklara açılmaktan çekinmiyor genç kadın.

Ozon hayranlarını birçok açıdan ilklerle buluşturan, kelimenin tam anlamıyla yılın en zarif filmlerinden biri ‘Frantz’. Duygusallığı ile güçlü savaş karşıtı mesajını ustaca dengeleyişiyle övgüyü hakediyor.

(25 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anna’ya Kalbinizi Verin

Frantz
Yönetman: François Ozon
Senaryo: Philippe Piazzo-François Ozon
Müzik: Philippe Rombi
Görüntü: Pascal Marti
Oyuncular: Paula Beer (Anna), Pierre Niney (Adrien), Ernst Stötzner (Dr. Hans), Marie Gruber (Magda),
Johann von Bülow (Kreutz), Anton von Lucke (Frantz), Alice de Lencquesaing (Fanny), Jeanne Ferron (Hala Rivoire),
Cyrielle Clair (Anne Rivoire), Torsten Michaelis (Peder), Lutz Blochberger (Göldeki Adam), Véronique Boutroux (Félicie)
Yapım: Mandarin Films (2016)

Fransız sinemasından gelen önemli yönetmenlerden François Ozon’un insanın kalbinde buruk bir iyimserlik bırakan “Frantz”, insana gerekli bir film.

Quedlinburg kasabası… Keman çalan bir Fransız gencinin bir Alman kasabasında ne işi olabilirdi? I. Dünya Savaşı sonrasında 1919 yılı. İlkbahar. Adrien Rivoire, savaşta ölmüş pasifist Frantz Hoffmeister’in mezarını ziyaret ediyor. Mezara çiçek bırakıyor, ağlıyor. Frantz’ın nişanlısı piyanist Anna bunu hemen fark ediyor. Kimdi bu gizemli Fransız genci? Sinemaskop çekilmiş bu siyah-beyaz ve renkli 2016 yapımı “Frantz” filmi, usul usul açılarak insanları gerçeklikle baş başa bırakıyor.

1967’de Paris’te doğan François Ozon’un filmlerinin çoğu ülkemizde vizyon şansı bulabilen yönetmenlerden. Tıpkı büyük François Truffaut gibi. Yönetmen bu filminde büyük sanatçılar ressam Manet ve şair Verlaine’e saygı gönderirken, trenleri de unutmuyor. Ozon bu filmini siyah-beyaz ve renkli çekmiş. Yönetmen sadece geçmişten bazı anları değil, şimdiki zamanda da bazı anları renkli yansıtıyor. Renkler, sahnenin önemine göre perdeyi kuşatıyor bu filmde. Filmin büyük bölümü Almanya’nın kuzeyinde yer alan Aşağı Saksonya eyaletindeki Quedlinburg kasabasında geçiyor. Almanya’nın en yüksek dağı Harz’ın eteklerinde bu havası güzel harika kasaba. Ozon’un bu filmi, 2016’da 73. Venedik Film Festivali’nde Paula Beer’e “En İyi Genç Kadın Oyuncu” ödülünü de getirdi. Film, aynı festivalde “Marcello Mastroianni Ödülü”nü de kazanmıştı. Filmde Fransızca ve Almanca kelimeler duyulduğunu belirtelim. Bu film, Truffaut ustanın 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filminin ruhunu taşıyor. Ama uzaktan.

Vicdan azabının getirdiği…

Kimsesi olamadığı için savaşta ölen nişanlısı Frantz’ın ailesiyle kalan güzel ve hüzünlü Anna, her gün nişanlısının mezarını ziyaret ediyor. Mezarı ziyaret eden biri daha var. O da Fransız genç Adrien. Neden bunu yapıyordu? Alman milliyetçileri bu Fransız gençten rahatsızlık duyuyorlar. Cephede Alman gençleri öldüren Fransızları çağrıştırıyordu o. Milliyetçilerin başını çeken de Kreutz. Cephede oğulları ölmüş babalarla otelin restoranında sürekli toplanıyorlar. Aynısı Fransa’da da yaşanıyor işte. Kreutz, yas içindeki Anna’yla da evlenmek istiyor ve Frantz’ın babası Hans’a bunu söylüyor. Frantz’ın annesi Magda da bu evliliğe karşı değil. Ya Anna? O hep Frantz’a sadık kalmak istiyor, kim bilir! Karşısına Frantz gibi kırılgan genç biri çıkarsa kapalı bu kalbi açılabilirdi belki.

Adrien, cesaretini toplayıp Hoffmeisterlerin evine gidiyor sonra. Hans önce tepki gösteriyor. Karşısında oğlunun katilini görür gibi oluyor sanki. Magda ve Anna, bu gence sıcak davranıyorlar. Adrien, Paris’te Frantz’la arkadaş olduğunu söylüyor. Magda ve Anna, Frantz’ı son gördüğü anı anlatmasını istiyorlar ondan. Çekingen genç, suçluluk yaşıyor gibi kelimeler tek tek düşüyor ağzından. Görüntü, zihinden düşenlerle bazı anları renkli yansıtıyor bu anlarda. Luvr Müzesi’nde izlenimci ressam Édouard Manet’nin (1832-1883) yaptığı yatakta uzanmış yaşlı adamın tablosuna bakmışlar. Sonra gece kulübünde eğlenmişler. Manet’nin bu tablosu, “La Suicide / İntihar” adını taşıyor. Ressam bu tabloyu 1877’de yapmış.

Frantz, Fransızca öğrettiği Anna’ya Fransız şair Paul Verlaine’in “Sonbahar Şarkısı” şiirini de ezberletmiş. Bu şiir şöyleydi: “Sonbahar kemanlarının uzun hıçkırıkları/ tekdüze bir ağırlıkla kalbimi yaralar./ Saat çaldığı zaman her şey bitkin ve solgundur./ Ben eski günleri hatırlayarak ağlar/ kendimi kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleyip götüren hain rüzgâra kaptırırım…” Verlaine (1844-1896), sembolizmin önemli şairlerindendi. Verlaine, şair Arthur Rimbaud’yla da eşcinsel ilişki yaşadı. Sonra kızgınlık anında Rimbaud’yu yaraladı. Verlaine’in Fransız şiirine musikiyi kattığı da söylenir.

İtiraf suçluluğu azaltır mı?..

Aileye güzel ve mutlu anlar yaşatıyor Adrien. Sonra Frantz’ın kemanıyla mutluluğu çoğaltıyor. Ama suçluluk duygusuyla hassas Adrien, gecenin derinliğinde Anna’ya gerçek olan şeyi söylüyor. Bunu filmin derinliğinde keşfetmek gerekecek. Anna bu gerçekliği aileye söyleyebilecek miydi? Adrien trenle Paris’e gittikten sonra pedere günah çıkarırken, bazı yalanların gerçeklikten daha iyi olabileceğini öğreniyor. Hoffmeisterler gerçeği öğrenseydi ne olacaktı? Kahır ölümünden başka ne olacaktı?

Adrien’le Fransızca mektuplaşan Anna, gönderdiği son mektup iade edilince, Hans ve Magda bu genç adama ne olduğunu öğrenmek için Anna’yı trenle Paris’e gönderiyorlar. Anna Paris’te önce Frantz’ın kaldığı oteli buluyor ve onun kaldığı odaya yerleşiyor. Frantz’ın savaştan önce günlerini geçirdiği odaydı bu. Sonra da dedektif gibi Adrien’i arıyor. Son kaldığı yerden ayrılmış Adrien. Genç kız hastaneye gidiyor. Ağustosta ölmüş Rivoire soyadlı birisinin mezarına gidiyor. Adı farklıydı ölenin. Adresi öğreniyor. Adrien’in halasını buluyor. Ondan da Adrien’in adresini alıyor. Paris’e uzak olmayan Ballancourt-sur-Essonne kasabasına gidiyor. Kasabanın dışındaki bir şatoda yaşıyor Rivoire ailesi. Zenginler.

Anna bir defa daha mutsuzluğun içine düşüyor. Aşkın kıyısına yeniden geldiğini sanırken, Adrien’in Fanny’yle nişanlı olduğunu anlıyor. Şimdi ne yapacaktı? Paris’te kız başına yalnız yaşamayı seçse de korumasız, sığınaksız bu koca şehirde geleceğini kurabilecek miydi? Yönetmen açık uçlu bırakmış sonu. Belki de yeni bir hikâye başlayacaktı. Artık mevsim sonbahardı. Anna’ya kalbini veriyor insan bu film biterken. Anna’nın insanın karşısına çıkması ihtimallerden bile uzaktı. Şiiri hatırlatacak kadınlar yeryüzünü terk etti belki de. Bu hüzün yüklü filmde Philippe Rombi’nin keman ve piyano tınılarıyla beraber, Çaykovski’nin müziği de duyuluyor.

(25 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Güzel ve Dertli Ülkeye Kederli Bir Bakış

69. Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü son çalışması ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ ile sinemalarımıza konuk olan çağdaş Romanya sinemasının en önemli isimlerinden Cristian Mungiu’nun güzel ve dertli ülkesine karamsar bakışı sürüyor. 2007 yılında aynı festivalde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanmış ikinci uzun metrajı ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün / 4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile’ ile kürtajın yasak olduğu 1980’ler Romanya’sında gayrımeşru hamileliği yasadışı yollardan sonuçlandırmak zorunda kalan iki genç kadının mücadelesinden yola çıkarak, Çavuşesku rejiminin kıstırılmışlığını iliklerimize kadar hissettiren sinemacı, 2012 yapımı ‘Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri’de Kilise’nin baskıcı ortamında kaybolan bir ruhun çığlığına kulak vermemizi ister.

Ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanya’sında, kayıp orta kuşağın erdemli duruş ile imtihanını otopsiye yatırıyor ‘Mezuniyet’. Doktor Romeo ve karısı Magda terk ettikleri ülkelerine diktatörlüğün çöküşünün ardından 1991 yılında büyük hayallerle geri dönmüşler. Romanya’daki rejim değişikliğini takip eden sancılı süreçte ümitlerini tüketmiş, Transilvanya dağlarının eteğindeki küçük Cluj kasabasında sıkışıp kalmışlar. Sağlığını giderek kaybetmekte olan annesi ile uğraşırken kendinden genç ve çocuklu sevgilisiyle yasak ilişkisini sürdüren yörenin itibarlı hekiminin esas derdi kızının geleceğini kurtarmaktır. Liseden çok yüksek bir ortalamayla mezun olmak üzere olan Eliza’yı İngiltere bursuyla bir an önce ülke dışına göndermek en büyük hayalidir. Ancak genç kızın tam da burs sınavının bir gün öncesinde hem de okul kapısının yakınında bir saldırıya uğraması ailenin planlarını bozacaktır. Eliza tecavüzden son anda kurtulmuş ancak mücadele esnasında sağ bileği ciddi bir darbe almıştır. Kolu alçıya alınmış bir halde sınava girebilmesi kuşkuludur. Girmesine izin verilse bile geçirdiği sakatlık sınav performansını büyük ölçüde etkileyecektir. İşi şansa bırakmak istemeyen yörenin dürüstlüğüyle bilinen hekimi kızının yüksek not alabilmesi için kendi mesleki statüsünü ortaya koyarak kentin ileri gelenleriyle bir seri yolsuzluk ilişkisine girmekte tereddüt etmeyecektir.

‘Mezuniyet’ farklı katmanlardan ilerleyerek ahlaki çöküntüye uğramış bir toplumun genel panoramasını başarıyla aktarabilen bir film. Ebeveynlik kurumundan yolsuzluğa, eğitimden yaşam ve aşk mücadelesinde hayallerini yitirmiş bireylerin depresyon haline yoğunlaşıyor. Bireysel suç ile toplumsal yozlaşma arasındaki etkileşimi neşter altına yatırıyor. Birçok açıdan yaşadığımız toplumla benzerlik gösteren bir atmosferde hepimize sorular soruyor. Toplumsal çözüm mücadelesinden kaçanların dürüstlük ve adalet gibi kavramları ayaklar altına almak suretiyle bireysel kurtuluş hamlelerine giriştiği, el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocukların ülke dışına kapağı atması için çok şeyin göze alındığı kendi topraklarımızda bizleri derin sorularla başbaşa bırakıyor.

Selameti çocuklarını Batı’nın refah (!) ülkelerine göndermekte bulan bu yenilmiş bireylerden Doktor Romeo’ya Ken Loach’un son direnen kahramanı Daniel Blake ve himayesindeki yoksul anne ve çocuklarının yaşadıklarını izletmek (‘Ben, Daniel Blake’ adlı bu sarsıcı film önümüzdeki ay bizde de gösterime giriyor) ve onun çok tuzu kuru olduğunu düşündüğü Batı toplumlarında ne büyük adaletsizlikler yaşandığına tanıklık etmesini isterdim. Allahtan karısı Magda benzer şekilde düşünmüyor. ‘Dürüst ve adil olmanın bedelini ödedim’ ifadesiyle yenilgiyi kabullendiğini dile getiren ve bugünkü Romanya’nın genel şizofrenik durumunu temsil eden bir figür olarak çizilmiş olan anne, kızının hayatı kendi başına deneyimlemesinden yanadır öncelikle. Babanın aşırı korumacılığına karşı çıkışı yanında, başına gelen talihsiz olay sonrasında bile hile hurdayla yeni bir yol çizmesine karşıdır Eliza’nın (‘omzundaki yolsuzluk yüküyle hayata nasıl başlayacak bu kız’). Kendi kuşağının ağır yenilgisine rağmen Eliza’nın ülkesinde kalması ve herşeye rağmen kendi toplumunu değiştirmeye çabalaması gerektiğini savunur.

Zengin detaylarla oya gibi işlediği kendi senaryosundan yola çıkan Mungiu basit bir aile hikâyesinden derin bir toplumsal analiz çıkarmayı ustalıkla başarıyor bir kez daha. İlk sahnede serseri bir taşın ailenin yaşadığı dairenin penceresinde açtığı delikten içeri sızıyor, küçük insanların endişe ve korkularından toplumsal paranoyaya uzanan çizgide bir toplumun çöküşünü belgeliyor. Ancak herşeye rağmen genç kuşaktan ümidini kesmiş değil. Soluk da olsa bir umut ışığıyla sonlandırıyor karamsar hikayesini. İlk sahneden finale kadar sorular sorduran, kişisel ve toplumsal hesaplaşmamızı tetikleyen yılın en iyi filmlerinden biri ‘Mezuniyet’. Yaşadıklarımızla yüzleşme fırsatı verdiği için mutlaka izlenmeli.

(18 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com