Kategori arşivi: Yazılar

Edirne’nin Güzel İnsanları

Bu şehre her gelişimde bir tuhaf olurum. 10 sene önce üniversite öğrencisi olarak ilk kez adımımı attığım bu minik ve sevimli şehrin hayatımda bu kadar büyük bir etki ve tat bırakacağını asla tahmin edemezdim. Hem tarihi hem de doğasıyla Türkiye’nin en batısındaki bu sınır şehri, nev-i şahsına münhasırlığın kelime anlamını doldurup taşıracak güzellikte.

Zagor’un Memleketi Edirne

Dolayısıyla burada uluslararası bir film festivali yapılacağını daha ilk duyduğumda (Yeşilçam’ın Zagor’u Levent Çakır ile geçtiğimiz yaz yaptığımız bir TV çekimi sırasında öğrenmiştim.) içim kıpır kıpır olmuştu. Festivale, yine kendisinin zarif davetiyle geldiğim için oldukça mutluydum.

Yıllar önce üniversitedeyken bizde bir kısa film festivali organize etmiştik ve o festival benim mezuniyet projesi olarak Yavuz Çetin’in hayatını anlatan belgesel i çekmeme vesile olmuştu. O Altın Süpürge hâlâ evin en kıymetli köşesinde durur.

Edirne’nin Güzel İnsanları

İşte tüm bunları düşünerek 2 saatlik yol su gibi akıp geçmiş ve yol yorgunluğu konaklayacağımız otele vardığımızda kapım çalındı ve elinde bir bardak çayla biri duruyordu. “Çay getirdim, yorgunsunuzdur.” dedi. Teşekkür ettim, yüzüme gülümseyerek bakıp “Beni hatırladınız mı?” diye sordu. “Sinema programınızı yaparken bana hediye göndermiştiniz,” dedi. Yine bu şehirde böyle tatlı bir tesadüf yaşamak tüm yorgunluğumu alıp gitmişti bile.

Festivalde Balkan Rüzgarı Esti

Öncelikle Edirne’de Uluslararası bir film festivali olması fikri dahi bence çok daha önceden olması gereken bir şeydi. Geç de olsa böyle bir karar alındığı için çok mutluyum. Çünkü Edirne memleketin yüzü batıya dönük, en modern ve güzel şehirlerinden biri… Zaten birçok yerel festivali de var. Dolayısıyla bunu çoktandır hak ediyordu.

Bir diğer güzel fikir, Balkanlardaki komşu ülkelerin basın mensuplarının davet edilmesi ve onların filmlerinin gösterilmesi çok yerinde bir karardı. Arnavutluk’tan Sırbistan’a; Romanya’dan Yunanistan’a birçok Balkan ülkesinden basın mensupları gelmişti. Hepsi de büyük bir özen ve dikkatle festivali takip ettiler.

Ödül Gecesinde Sunucu Rezaleti

Teması Balkanlar olan festivalin Uluslararası Jüri Başkanı Toni Gatlif’ti ancak Fransa’da yaşanan son terör olaylarında bir yakının kaybettiği için katılamadı. Dünyanın en yanında yaşanan terör olaylarının her şeyi zincirleme nasıl etkilediğine bakın. Her şeye rağmen Edirne halkı ve Trakya Üniversitesi öğrencileri tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmış, salonlar yüzde doksan doluluk oranına ulaşmıştı. Az katılım olmasına rağmen sorunsuz geçtiğini öğrendiğimiz açılış gecesinin ardından da festival gayet güzel ilerliyordu. Ancak ne yazik ki ödül töreni tüm bu emeklere ve ilgiye yakışmayacak kadar fena bitti. Gecenin sunucuları İlker Kurt ve Aslı Şahin’in fena halde hazırlıksız olmaları, ardı ardına hatalar yapmaları ve düşen moralleriyle birbirlerine destek olmak yerine dibe çekmeleri nedeniyle salonda soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Neredeyse tamamı dolu olan salon bir süre sonra neredeyse tamamen boşaldı. Bu arada sunucular yanlış isimleri anons etmeye, ödül alan isimlere hiç bakmadıkları için yerine gelen kişiyi ödül alan kişi sanmaya kadar ardı ardına ölümcül hatalar yapmayı sürdürdü. Bir süre sonra Aslı Şahin kendini toparlamaya çalışsa da İlker Kurt’un antipatik halleri insanların sinirlerini iyiden iyiye bozmaya başladı. Ödül almaya çıkan Şenay Gürler ve Hüseyin Karabey de sahnede İlker Kurt’a tepkilerini dile getirdiler.

Bizim ödül törenlerimizin en büyük sorunu zaten sunucu olarak seçilen kişiler. Yıllarca canlı yayın deneyimi yaşamış bir sunucu olarak nacizhane şunu söyleyebilirim ki, 10 dakikalık bir yayın için bile ne kadar ön hazırlık yaptığımı çok iyi bilirim. Çünkü canlı yayında her an her şey olabilir ve her şeye hazırlıklı olmak durumundasınız. Elbette hatalar olur, olabilir ama onun da farkına varıp özür dilemesini bilmek erdemdir, işi pişkinliğe vurursanız itici olursunuz. Elbette bu gördüğümüz ilk kötü sunucular değil, Mehmet Aslan’dan Mete Horozoğlu’na birçok ismin kötü sunumlarına geçmişte şahit olduk. Yani iyi oyuncu olmakla iyi sunucu olmak aynı şey değil.

Biz gereksiz yere kendine fazla güvenen bir milletiz. Koskoca dünyada ünü şu memleket sınırlarını geçememiş hatta şehirlerle sınırlı bu insanlar ben oldum havasına girip kendilerine verilen göreve gerektiği hassasiyeti göstermeyince işte olan bizlere oluyor. O salonda 2 saat boyunca ne ızdırap çektik. Kimsenin bize bunu yaşatmaya hakkı yok. Bir zahmet herkes bir kendine gelirversin.

Final gecesi öyle bir karabasan gibi çöktü ki ne ödül alan filmlerden ne de isimlerden konuşacak halimiz kaldı. Ayrıca salonda bulunan Yeşilçam’ın emektar isimlerinin adlarının anılmaması ise ne ödül, ne plaket, sadece hatırlanmak isteyen oyuncularımızın kalbini kırdı.

Sonuç olarak festival Edirne’ye yakıştı, seneye hatalar, eksikler masaya yatırılarak çok daha güçlü bir festival ile karşılaşacağımıza eminim.

Ödüller

En İyİ Film: Kar Korsanları (Fatih Hacıhafızoğlu)
En İyi Yönetmen: Emin Alper – (Abluka)
En İyi Erkek Oyuncu: Mehmet Özgür – (Abluka)
En İyi Kadın Oyuncu: Tilbe Saran – (Çekmeceler)
En İyi Senaryo: Hüseyin Karabey ve Abidin Parıltı – (Sesime Gel)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran – (Kuzu)
Jüri Özel Ödülü: Emine Emel Balcı – (Nefesim Kesilene Kadar)
Jüri Özel Ödülü: Feride Gezer – (Sesime Gel)
En İyi Kısa Film: Wong Kar Wai Üzerine Kısa Bir Film
En iyi Kısa Film Jüri Ödülü: Sonuç
En İyi Uzun Metrajlı Film: Goat
SİYAD En İyi Film: Abluka

(28 Kasım 2015)

Gizem Ertürk

Edirne’de Film Festivali Coşkusu…

Edirne’de uluslararası bir film festivali düzenlendi, ilk kez. Valilik, belediye ve kurumların desteklediği bu etkinlik ciddi bir hareketlilik getirdi şehre. Ödül kazanan filmler de gösterdi ki yüksek etkinlikli bir festivalimiz daha oldu. İmparatorluğa 100 yıla yakın payitaht olan Edirne, 500 yılı aşkın Kırkpınar’ı bundan sonra film festivaliyle de destekleyecek.

Edirne 100 yıl payitahtlık yapsa da gelişmemiş, gelişememiş bir kent. Sanayi yok denecek düzeyde neredeyse. Bu, belirleyici bir etken kuşkusuz. Sanayi ile tarımsal alanların yok edilmesindense, yöneticilerin sanatla değer yükseltmeyi benimsenmesi alkışlanacak bir çaba. Kutluyorum…

İlgi yoğundu…

Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan ve diğer Balkan ülkelerinden gelen konuklar Edirnelilerin gösterdiği ilgiyi şaşkınlıkla izledi… Hele yılda 20’yi aşkın festival yapıldığını duyduklarında, gözlerindeki şaşkınlığı görmeliydiniz. Her geçen gün bir yenisi ekleniyor…

Edirne’de, anneannesini ikna etmeye çalışan torunun sözlerine dikkat ettim: “Ben film seyrederim, sen alışveriş yaparsın”… Anneanne kabul etmedi, birlikte el ele girdiler filme. Hemen her şehirde olduğu gibi Edirne’de de AVM’lerde bulunan sinema salonları hem geniş koltuk araları hem de rahatlığıyla seyircinin ilgisini çekiyor. Bu, tabii, bizim gibi tahta sıralarda, yırtık koltuklarda film izlemiş kuşak için önemli bir değişim. Acaba o anneanne ne düşündü filmden çıkınca?

Oyuncu Bakan Yardımcısı

Uluslararası Edirne Film Festivali kapsamında, Romanya Kültür Bakan Yardımcısı Bogdan Stanoevici’nin başrolünü oynadığı “Cel Ales / Seçilmiş” filminin Türkiye galası yapıldı.

Filmin güzelliği ve seyircinin ilgisinden önce, Stanoevici’nin sorulara, “Ben buraya siyaset elbisemi bırakıp geldim.” demesini önemsediğimi belirtmek istiyorum. Kuşkusuz birbirini tetikleyen iki dal olsa da sanatla siyaseti ayırmak gerekiyor.

Bu, belki de çiçeği burnunda yeni Kültür Bakanı Mahir Ünal için yol gösterici olabilir. Çünkü sanatın, özellikle de sinemanın siyasi erk tarafından desteklenmesi çok önemli, hatta zorunlu.

Bunu en çok da film festivallerinde görüyoruz. Gerek Bakanlık, gerek Valilik, gerek Belediye, gerekse işadamları ve kurumlar tarafından desteklenmeyen festivaller ne yazık ki istenen etkiyi doğurmuyor, halka o güzelliği yaşatamıyor.

Valinin etkisi…

Edirne’de, bir film sonrası ayaküstü konuşurken, bir işadamı, “Daldım Valinin odasına, ‘seni mahkemeye vereceğim’ dedim.” diye anlatmaya başladı. Sahi, hepimiz şaşkınlıktan dilimizi yuttuk neredeyse… Pek yapılabilir bir şey değil de… Edirne Valisi Dursun Ali Şahin de şaşırmış, bizden de daha fazla şaşırdığı kesindir muhakkak. “Ne demek istiyorsun?” diye sormak üzereyken… “Yaşınızı küçültelim, ben şahit olurum… Sizin Edirne’ye kazandıracağınız çok şeyler var.” diye asıl söylemek istediklerini aktarmış bir çırpıda. Beğenen kadar beğenmeyenler de vardı, ama ne sırası ne de yeri…

Belediyenin desteği…

Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan’ın da, eğitimcilikten gelen yanıyla kültür sanat çalışmalarına ne denli destek olduğunu, kentin hemen her köşesindeki duyurularda gördük. Başkan, ilgisini, ilki düzenlenen bu Uluslararası Edirne Film Festivali’ne katkılarıyla da kanıtladı.

Valiliklerle belediyeler el ele verirse, giderek belli bir seyirci topluluğuyla birlikte ekonomik anlamda da hareketlilik kazandıracak önemli bir adım atılabilir. Bu, sadece film değil sanatın bütün dallarını kapsayan ve sadece iller düzeyinde değil ilçeler hatta köyler düzeyinde de gösterilmesi gereken bir çaba.

Tanıtım eksikliği tanıtımla giderilir

Tarihi ve doğal güzellikleriyle hemen göze çarpan Edirne, İstanbul’a yakınlığıyla da iyi bir film platosu olabilir. Yapımcılar neden düşünmemiş ki! Cidden büyük bir soru işareti oluşturdu, festivale katılanlar arkadaşlarla konuşurken… Sormak gerek.

Film Festivali, önümüzdeki yıllarda daha çok seyirci çekeceğinin sinyallerini verdi. Biraz daha sıkı tanıtım çabasıyla sadece yurtiçinden değil günübirlik gelen turistlerle de sıkı bir izleyici kitlesi edinebilir. Umudu üzmemek gerek.

Ödüller… Ödüller… Ödüller

İzleyicinin yoğun katılımıyla ilgi gören festivalin sonunda, Jüri sonuçları açıkladı: En İyi Film Kar Korsanları. En İyi Yönetmen Emin Alper (Abluka), En İyi Erkek Oyuncu Mehmet Özgür (Abluka), En İyi Kadın Oyuncu Tilbe Saran (Çekmeceler), En İyi Senaryo Hüseyin Karabey ve Abidin Parıltı (Sesime Gel), En İyi Görüntü Yönetmeni Feza Çaldıran (Kuzu), Jüri Özel Ödülü Emine Emel Balcı (Nefesim Kesilene Kadar), Feride Gezer (Sesime Gel), En İyi Kısa Film Wong Kar Wai Üzerine Kısa Bir Film, Jüri Özel Ödülü Sonuç… Uluslararası dalda ise “Best Feature Film” ödülü Goat’ın olurken SİYAD, En İyi Film olarak Abluka’yı belirledi.

(28 Kasım 2015)

Korkut Akın

Vahşi Batı’da Bir Romeo

Bağımsızların kalesi Sundance Film Festivali’nin Dünya Sineması bölümünden Jüri Büyük Ödülü ile dönmüş olan ‘Sakin Batı / Slow West’ 1870’lerin başında 16 yaşındaki aristokrat Jay Cavendish’in karşılıksız aşkının peşinden İskoçya’dan Amerika’nın vahşi batısına uzanan zorlu yolculuğu üzerine. Yıldızlara bakarak hayaller kuran Jay rehber kitaplar yardımıyla yönünü bulmaya çalışırken kendisini bozguncu askerlerin elinden kurtaran gizemli Silas ile yolu kesişir. Hayırlı bir rastlantıdır bu, zira deneyimli silahşörün deyişiyle toy gencin -filmin adına inat- hiç de sakin olmayan topraklarda bu zamana kadar sağ kalabilmiş olması bile mucize eseridir. İki zıt karakterin zoraki birlikteliği süresince bir katille dolaşmanın ne derece güvenli olduğu kuşkusunu taşır Jay. Sonradan ödül avcısı olduğunu öğreneceğimiz feleğin çemberinden geçmiş Silas ise yaşama farklı bir pencereden bakan romantik genci garipsemeyi sürdürür. Lakin Silas genç çocuğu bir baba gibi koruyup kollarken, sevdiğinin peşinden gözünü kırpmadan belalara atılan Jay, kaşarlanmış silahşöre hayatta kalmanın ötesindeki değerleri fark etmesini sağlayarak yaşam dersi verecektir.

Anaakım örneklere alternatif olarak gösterime giren bu zarif Anti-Western deneme, yılların müzisyeni John Maclean’in ilk uzun metraj çalışması. 90’lı yılların kült statüsüne erişmiş elektronik rock topluluğu The Beta Band’in kurucusu Maclean daha sonra The Aliens adıyla kurduğu grubuyla müzik çalışmalarına devam etmiş. Ardından çektiği müzik videoları ile Michael Fassbender’in dikkatini çeken yönetmen ünlü oyuncunun rol almayı kabul ettiği kısa filmlerden 2011 yapımı ‘Pitch Black Heist’ ile saygın BAFTA ödülünü kazanmış.

Fassbender’in Silas kompozisyonuyla Maclean’e desteğinin sürdüğü yılın övgüyle karşılanmış bağımsız işlerinden biri olan ‘Sakin Batı’ kadim western türüne farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Silas’ın sözleriyle her taşın altında karşılığında kalbine bir hançer saplayacak gözü dönmüş kişilerin, para için gözünü kırpmadan karşısına çıkanı katleden umutsuz göçmenlerin, adamı soyup soğana çeviren Avrupalı gezginlerin, leş sayısı arttıkça şöhreti perçinleşen yeni yetme silahşörlerin cirit attığı, Kızılderili soykırımının insafsızca süregeldiği Mad Max’vari kaotik dönemi Coen kardeşlere yakışır absürd bir kara mizah katarak anlatıyor Maclean. Aşkı, cesareti, fedakârlığı yücelten genç Romeo’nun melankolik hikâyesi Silas’ı dönüştürürken Avustralyalı genç oyuncu Kodi Smit-McPhee’nin başarılı yorumu, Robbie Ryan’ın yakın planlarla karakterleri öne çıkaran, uzak planlarda Western ikonografisini ustalıkla kullanan görüntüleri, önümüzdeki hafta yönetmen ağabeyi Justin Kurzel’in Macbeth’inde bir kez daha karşılaşacağımız Avustralyalı besteci Jed Kurzel’in Michael Galasso’nun ‘Aşk Zamanı / In The Mood For Love’ için yapmış olduğu çalışmadan fazlasıyla etkilenmişe benzeyen müzik çalışması hedeflenen masalsı atmosferi tamamlayarak izleyiciyi büyülüyor. Çekimleri bakir Yeni Zelanda topraklarında tamamlanmış olan ‘Sakin Batı’ değme klasik Western’den aşağı kalmayan nihai hesaplaşma bölümü ile türün takipçilerini de memnun etmeyi başarıyor.

(27 Kasım 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Annenin Ölümü

Nanni Moretti’nin bu hafta vizyona konuk olan son filmi ‘Annem / Mia Madre’ yönetmenin kariyerine damgasını vurmuş birçok çalışması gibi otobiyografik dokunuşlarla yüklü. Üretken İtalyan usta bir kez daha bir film yönetmeninin sancılı üretim sürecini perdeye taşırken kişisel aile problemlerini eş zamanlı olarak gündeme getiriyor.

Önceki bazı çalışmalarından farklı olarak bir kadın oyuncuyu alter-ego’su olarak seçmiş Moretti bu kez. Çağdaş İtalyan sinemasının öne çıkan isimlerinden Margherita Buy tarafından yorumlanan kadın yönetmenin işçi sorunlarını gündeme getiren son filminin çalışmaları sürmektedir. Sancılı çekim sürecinin problemlerine kişisel aile sorunlarının eklenmesiyle yoğun stres altında bunalıma giren Margherita özel hayatı ve kariyeriyle hesaplaştığı bir dönemde gerçeklik, anılar ve düşler arasında gidip gelmektedir.

Moretti gibi kariyerini emekçi sınıfın haklarını savunan toplumsal gerçekçi filmler yapmaya adamış olan kadın yönetmen setteki mükemmeliyetçi kavgasını sürdürürken Amerika’dan gelen eski Hollywood yıldızının kaprisleri ile zıvanadan çıkar. Yakın ilişkileri de sorunludur üstelik. Kendisinden genç oyuncu sevgilisiyle ilişkisini yeni bitirmiştir. Kızının ergenlik sorunlarının da ötesinde esas problemi annesinin hastalığıdır.

Annesi ölmektedir Margherita’nın. Bir zamanların el üstünde tutulan Latince öğretmeni anne solunum ve kalp sorunlarıyla dönüşü olmayan yola girmiştir artık. Bizzat Moretti’nin canlandırdığı erkek kardeş çalışma hayatına ara vermiş yaşlı kadının bakımını üstlenmiştir. Annesinin vedasını kabullenmişe benzemeyen Margherita ise her zamanki yetersizlik hissi ve kaygılarıyla boğuşmaktadır.

Nanni Moretti’nin ölümle imtihanı ‘Annem’ ile sürüyor. 1993 yapımı ‘Sevgili Günlük / Caro Diario’nun son bölümü sinemacının lenf sistemi tümörüyle yüz yüze gelişinin endişeli tasviridir. Başyapıtı ‘Oğul Odası / La Stanza del Figlio’ (2001) beklenmedik evlât kaybının hüzün yüklü hikâyesini olağanüstü bir sakinlikle anlatır. Senaryosuna ortak olduğu ve başrolü üstlendiği 2008 yapımı Antonello Grimaldi filmi ‘Sessiz Kaos / Caos Calmo’ bir kez daha zamansız bir ölüm, genç yaşta eş kaybı ile baş etmek üzerinedir.

Annenin kaybı ise şüphesiz her birey için önemli bir dönüm noktasıdır. Özellikle yaşlar ilerledikçe kaçınılmaz olan anne kaybına yaklaşımı yine son derece sakin ve ağırbaşlı Moretti’nin. İtalyan sinemacı’nın 1998 yapımı ‘Aprile’de yer vermiş olduğu antik diller öğretmeni annesi Agata’yı bundan beş yıl önce ‘Habemus Papam’ın çekim sonrası çalışmalarıyla cebelleştiği dönemde kaybetmiş. Kariyeri boyunca kişisel yaşamından ayrıntılara tanıklık
etmiş olduğumuz Moretti bu defa (adını ‘Ada’ olarak değiştirdiği) yaşlı annesinin şahsi eşyalarını, giysilerini kitaplarını kullanıyor ve bu zorlu dönemini perdeye aktarırken izleyicisini güçlü bir karakterle tanıştırıyor. Uzun yaşamı süresince birçok öğrencisinin ufkunu açmış, Lucretius’un, Tacitus’un bilgelik yüklü dizelerini kuşaktan kuşağa aktarmak suretiyle onlara hayatı öğretmiş, geçmişi konu edinen söyleşilerden sıkılan yarını hep yarını düşünen idealist öğretmen Giulia Lazzarini’nin mükemmel yorumuyla bu güzel filmin baskın karakteri olarak öne çıkıyor.

Ölümü konu edinen bir film olmasına karşın Moretti’nin umut yüklü diğer işleri gibi neşeden kahkahadan payını alıyor ‘Annem’. Karikatürize Hollywood eskisi aktörde İtalyan asıllı oyuncu John Turturro, canlandırdığı karakterin tüm tuhaflığı ve kırılganlığıyla filmin mizah dozunu yükseltiyor. Onunla birlikte ‘La Dolce Vita’nın Via Veneto’sunu ziyaret ediyor, eğlenceli doğum günü partisinde Torturro’nun Fellini filmlerinden fırlayıp gelmişe benzeyen set ekibinden Saraghinavari etli butlu kadınla çılgın dans gösterisine tanık oluyoruz. Moretti’nin gözde bestecisi Arvo Part’in yanısıra Philip Glass, Olafur Arnalds, Leonard Cohen, Nino Rota gibi müzik adamlarının ezgilerinden oluşmuş ‘Annem’in müzik bandı da mükemmel.

(19 Kasım 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayal Kavuşmalar

Hoş bir yılsonu sürprizi olarak beşinci uzun metrajı ‘Jauja / Hayal Ülkesi’ ile sinemalarımıza konuk olan Lisandro Alonso’nun karakterleri sürekli yolculuk halindedir. Bu ezeli ve ebedi arayışın temsilcileri uzaklardaki aile bireylerine kavuşmanın hayalini kurarlar. Lakin ‘Jauja’nın yaşlı bilgesinin söylediği gibi ‘aileler zamanla yok olmaya mahkûmdur’. Çöl onları yutacak, kavuşmalar hayal olacaktır. Böylesi daha iyidir belki de. Zira böylesi ilişkiler ve konfor insanın gücünü ve bağımsızlığını engeller niteliktedir.

Arjantinli sinemacının ilk filmi ‘La Libertad / Özgürlük’ ormanda tek başına yaşayan oduncu Misael’in günlük çalışma rutini üzerinden ‘özgürlük’ kavramını sorgular. Uzaktaki annesiyle telefonda konuşan genç adam kavuşma hayaliyle sürdürür uğraşını. ‘Los Muertos / Ölüler’ mahkûmiyet sürecini tamamlamış ellili yaşlardaki Vargas’ın yetişkinliğe adım atmış kızını görmek üzere uzak bir beldeye yolculuğunun hikâyesidir. Keza 2008 yapımı ‘Liverpool’da hayatının büyük bölümünü bir limandan diğerine seyahat etmekle geçirmiş gemici Farrel’in bir fırsatını bulduğunda aile ocağını ziyaret edişini izleriz.

Alonso’nun şimdilik son çalışması ‘Jauja’ adını kadim öğretilerde bereket ve mutluluk diyarı olarak anılan mitolojik beldeden alıyor. Söylence bu dünya cennetini arayanların yolda kayboldukları
üzerinedir. Nitekim 19. yüzyıl sonlarının bereketli toprakları yağmalamaya yönelik sömürge seferberliği döneminde Patagonya
bölgesine konuşlanmış askeri birliğin Danimarkalı yüzbaşısı, kendisi gibi genç bir erle kaçan 15 yaşındaki kızını bulmak üzere tekinsiz topraklara çıktığı yolculukta mistik bir boyuta geçerek kaybolacaktır.

Alonso’nun sinemasında yolculuk uzun, kavuşma hep kısa sürelidir ama hayali hep canlıdır. Bu arayış sürecinde doğa başroldedir. Dağlar, ırmaklar, çöllerin kalıcı, insanoğlunun geçici olduğu özenli kadrajlarında çok az kamera hareketine yer verir yönetmen. Alonso’nun sabit ve durgun doğayı uzun planlarla resmettiği tabloyu andıran göz alıcı kadrajına girer çıkar insanlar. Hayatın yol almasını sağlayan bu bitmez tükenmez arayışın her bir sakin karesi sessiz bir çatışmayı içinde barındırır.

Filmlerinin senaryolarını kendi yazan Alonso bu kez Fabian Casas ile çalışmış. Arjantinli tanınmış şair ve romancı yönetmenin önceki çalışmalarına kıyasla daha yoğun dramatik çatışma ve diyalog içeren tarihsel bir çerçeve çizmiş metninde. 19. yüzyıl sonlarının
saldırgan kapitalizminin izinde el değmemiş toprakların soykırım yoluyla gerçek sahiplerinden koparılması ve Batılı göçmenlerin yerleşimine açıldığı dönemin tipik Western atmosferinde açılıyor film. Ancak ikonografinin yerli yerinde olmasına karşın klasik anlamda bir Western değil hedeflenen. Nitekim film için seçilmiş çerçeve oranı ve uzun planlarıyla daha en başından farklı bir evrende olduğumuzun net işaretlerini veriyor yönetmen.

Önceki çalışmalarında amatör oyunculara yer vermiş olan Alonso ilk kez ana akım sinemanın tanınmış yıldızlarından biriyle Viggo Mortensen ile çalışmış. Danimarkalı oyuncunun gönülden bağlanmışa benzediği bu projeye katkısı oyunculukla sınırlı kalmamış. Mortensen ‘Jauja’nın hem yapımcılarından biri, hem de Alonso’nun filmlerinde nadiren yer verdiği müziklerinin bestecisi. Yüzbaşı Dinesen’in ıssız tepenin üzerinde gece hayallerine daldığında ilk kez duyuluyor Mortensen’in ezgileri. Tamamını dinlemek için son jeneriği beklemeniz gerekiyor. ‘Başka Sinema’ konseptine belki de en yakışan filmlerden biri olan ‘Jauja’yı beyazperdede izleme fırsatını kaçırmayın.

(14 Kasım 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamızın Smokin ve Kravatla İmtihanı

Sinemanın propaganda ve “bıyık” ile ilişkisini masaya yatırdığımız yazının üzerinden çok da zaman geçmedi; ama bu kez kılık ve kıyafetin festivallerle bağı üzerinden nur topu gibi bir gündem sahibi olduk!

Kökleri hayli önceye giden bir tartışma bu ve niyetimiz, konuyu “haklılık” zeminide incelemek değil. Hoş, böyle bir kavram üzerinde gezinseydik, önce olgunun taraflarını tespit etmek zorunluluğu doğardı ve bunu da “belgeselciler / kısa filmciler” ile “kıyafetçiler (ya da onun ardında bekleyenler)” şeklinde sıralardık. Ama neyse, amacımız yakın tarihten bir hatırlatmada bulunmak.

*****

Yer: Aspendos, 1999. Kılık ve kıyafet sorununun sinemamızın gündemine -bu yoğunlukla- geldiği muhtemelen ilk tarih. 36. Altın Portakal’ın kazananları sahnede boy göstermeye başladığı ilk andan itibaren bir tartışmadır kopar gider. Gazeteler günlerce konuyu ele alır; Jack Nicholson’un Oscar törenindeki smokini, Uğur Polat’ın tişörtüyle kıyaslanır.

Konuyu magazincilerin dışında ele alan ilk yazarlardan biri, dostumuz Burak Göral’dır. Yazar, haklı olarak bu tartışmalardaki eksikliğe işaret eder ve Oscar’lardaki sahne ve oturma düzeninin Antalya’dakiyle karşılaştırılmadığını söyler. Gerçekten de, Göral’ın dediği gibi oyunculara ayrılan protokol bölümlerinin Antalyalı sinemaseverler tarafından doldurulduğundan, oyuncuların ayakta kaldıklarından ya da sonradan getirilen sandalyelere sıkıştırdıklarından kimse bahsetmez.

Aynı günlerde, o yıl . “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile En İyi Film Ödülü’nü kazanan Tomris Giritlioğlu, konuyla ilgili eleştirilere yanıt verir ve kınamaları doğru bulmadığını, törenin Oscar’la alakası olmadığını söyler. Biçimci olan her şeye karşı olduğunu söyleyen yönetmen, festivalin bir tatil beldesinde yapılmasından dolayı insanların en doğal halleriyle geceye katılmalarının sorun edilmemesi gerektiğini söyler.

“Duruşma” filminin yönetmeni Yalçın Yelence ise kişisel olarak belli bir disiplinden yana olduğundan söz ederek, belli kurallara uymanın gerekliliğinin altını çizer: “Altın Portakal için yazılı bir kural konulmamış; ama dünya çapında bir centilmenlik anlaşması gibi düşünülürse, adı konmamış kurallara da uymak gerekir. En ufak bir resepsiyonda bile davetiyenin altında kostüm belirleyici bir ibare vardır. Herkesin gözü önünde olan görsel bir şenlikte insanların bir gelenek içinde uymaları hoş olurdu.”

Eleştirilerin odağında bulunan isimlerden Nuri Bilge Ceylan ise, Antalya’nın Oscar ya da Cannes ile kıyaslanmasını azgelişmiş ülke tepkisi olarak yorumlar. Oscar ödül töreninde ya da Cannes’da kıyafet zorunluluğu olduğunu, bu zorunluluğun olmadığı Berlin, Venedik, Tokyo gibi saygın festivallerde ise blucin, tişört ya da gömlekle ödül alanlar bulunduğunu açıklar. İlk uzun metrajlı filmi “Kasaba” ile Altın Portakal’da Jüri Özel Ödülü kazanan, o yıl ise En İyi Yönetmen seçilen sanatçı, Gazete Pazar’a verdiği 17 Ekim 1999 tarihli demeçte, piyasadan uzak ve geleneksel anlayışın dışında film üreten biri olarak, gelenekçi, farklılıktan hoşlanmayan, uluslararası bir boyutu olmayan Antalya Film Festival’nin hiçbir zaman fazla ilgisini çekmediğini de sözlerine ekler. Muhtemelen artık görüşleri değişmiştir.

Zeki Demirkubuz da festivallere katılmasının son derece pratik sebeplerle, para ödülleriyle ilgili olduğunu açıklayacak ve “Bugüne kadar her ödül töreninden yarım inançsızlıkla ayrıldım. Ödül meselesi bir bütün olarak Türkiye’de devleti memnun etme üzerine kurulduğu için bugüne kadar beni heyecanlandıracak bir ödül almış değilim.” diyecektir.

Demirkubuz’un kıyafet meselesine yorumu ise şöyledir:

“İnsanların sinemanın anlamıyla değil popüler ve ideolojik tarafıyla ilgilendiği açık. Sinema Türkiye’de sadece bir üst kimlik olarak var. O yüzden bunların olması da doğal. Sinemayla ilgili olan insanları da korkak buluyorum. Sinema ya da hayatımızdaki diğer değerler gerçeklik olarak üretilse işte o zaman her şey ortaya çıkacak. Gerçeklik bildiren, yabancı bir duruş gösteren kişiden nefret ediliyor bu ülkede.”

Sonrasında, dönemin festival yönetimi, kamuoyundan gelen baskılar üzerine, katılımcıların daha özenli olması gerektiğini vurgulayan ifadeler kullanır; hatta sonraki birkaç yıl bu tavrını resmileştirir! Buna karşın, yaklaşımı “dayatma” olarak kabul eden bir kısım sinemacı, ödül törenine katılmayı reddedecek ve sorun bir başka platforma taşınacaktır.

*****

Başta da vurguladığımız gibi, amacımız sadece küçük bir hatırlatmada bulunmaktı; ama dilin kemiği yok işte. O dönemde böylesi bir tartışmanın belli bir altyapısı vardı. Bugün ise en temel sorunları kapısında beliren bir sinemanın, uğraşacak başka alan kalmamış gibi lügatine eski veya yeni, içi boş maddeler eklemesinin bir anlamı var mı?

Bilerek ya da istemeyerek böylesi bir gündeme kendi penceremizden küçük bir katkı sunduk. Tarih bizi affetsin!

(14 Kasım 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Karanlıkta Kaybolanlar

Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın alegorik bir temsili olan ‘Tepenin Ardı’ ile büyük ilgi toplayan Emin Alper bu hafta gösterime giren Venedik Film Festivali jüri özel ödüllü yeni çalışması ‘Abluka’ ile heyecan yaratmayı sürdürüyor. Yıllar sonra karşılaşan iki kardeşin karanlık hikayesiyle farklı sulara açılan genç sinemacı kamerasını kırsaldan metropol varoşlarına çevirmiş bu kez.

Hapiste geçen yirmi yılın ardından şartlı tahliyeyle salıverilen Kadir devletin gizli polisi tarafından gecekondu semtinde çöp toplayıcısı olarak görevlendirilir. Öncesinde bir eğitime tabi tutulan Kadir çöplerde bomba imalinde kullanılmış her nevi materyali araştırma ve devlete karşı eylem yapan potansiyel suçluları üstlerine rapor etmekle yükümlüdür. Aynı gecekondu mahallesinde ikamet eden küçük kardeş Ahmet ise belediyenin köpek itlafçısı olarak kazanır hayatını.

‘Abluka’ devletin kendilerine buyurduğu işlere giderek yabancılaşmış toplumun kıyısında yaşayan bu iki karakterin giderek gerçek dünyadan kopuşları ve kendi paranoyaları içinde kaybolmaları üzerine yaman bir seyirlik. Ötekileştirme ve paranoya meseleleri üzerinden metaforlarla yüklü bir önceki filmi ile tematik ortaklığı bulunan bu yeni çalışmasında kollektif paranoya yerine
bireysel paranoyanın neden olduğu parçalanma üzerinde yoğunlaşmış Alper. ‘Tepenin Ardı’nda topluluğun kenetlenmesini ve iç düzendeki aksamaların göz ardı edilmesini sağlayan bir
unsur olarak öne çıkmış olan düşman olgusu, potansiyel devlet düşmanlarını ihbar etmek için görevlendirilen Kadir ile düşman avı metaforu olarak okunabilecek köpek itlafından sorumlu Ahmet’in faaliyetlerinde ve film boyunca açık televizyonlardan duyulan propaganda ve dezenformasyonla vurgulanıyor ‘Abluka’da.

‘Tepenin Ardı’nda doğal set olarak kullanılmış Konya Ermenek’teki geniş vadide western ikonografisinden ilham almış olan genç sinemacı metropolün ardındaki tekinsiz dünyayı resmederken bu defa kara film (film noir) ile flört ediyor. Karakterlerin geçmişine dair çok kısıtlı malumat veren senaryosu diyaloglar açısından yetersizlikler içerse de Adam Jantrup’un kurmuş olduğu görsel dünya kusursuza yakın. Özellikle başarılı ses ve müzik tasarımı ile görselliği ölçüsünde işitsel yapısı ile de şaha kalkan bir yapım bu. Ses tasarımcısı Cenker Kökten’in devşirme yoluyla elde ettiği ses efektleri ya da Cevdet Erek’in finaldeki vurmalılarda etkisi doruğa çıkan özgün müzik denemeleri filmin başarı grafiğini yükselten önemli unsurlardan.

Gizli meyhane ya da çöp pazarı gibi (kimi yabancı yazarların ‘Blade Runner’ benzetmesi yaptıkları) sahnelerde distopik görsel atmosferi ustaca inşa eden Alper, filmin ikinci bölümünde kurgu oyunlarıyla ana karakterlerin zihnine dalış yapıyor. Böylece kimin dost kimin düşman olduğunun gittikçe belirsizleştiği bir atmosfer
içinde izleyici de karakterlerle birlikte kaybolmaya başlıyor. Alper’in filmi finale doğru yaklaşırken hem gerçek hem de metaforik anlamda kararmaya başlıyor, yö
netmenin hedeflediği dışavurumcu estetik ve tarz olarak kara film kalıpları iyice belirginleşiyor. Politik bir hikâyeyi bir kez daha politik olmayan figürler üzerinden anlatmayı deneyen Alper, Polanski’nin ‘apartman üçlemesi’ni ziyaret ediyor, otoritenin baskısıyla delirme noktasına gelen karakterlerin dramını Dostoyevski ve Kafka’nın küçük insanlarının paranoyasıyla özdeşleştiriyor.

İkinci bölümünde izleyiciden özel bir dikkat talep eden bu sıradışı çalışma Alper’in oyuncu seçimiyle de parıldıyor. Kadir’de ‘Tepenin Ardı’ndan hatırladığımız Mehmet Özgür ile sinemadaki ilk rolüyle genç oyuncu Berkay Ateş, sevecen tavırlarıyla Kadir’in bastırılmış fantezilerini kamçılayan bir tür ‘femme fatale’ Tülin Özen’in performansları övgüye değer.

Yönetmenin kendi ifadesiyle ‘hiç beklemediğimiz biçimde yaşadığımız ülkenin kurmaca ülkeye benzemeye başlamasıyla’ şaşırtıcı bir güncellik kazanan ‘Abluka’ distopyanın gerçekliğe dönüştüğü, sanatla yaşamın içiçe geçtiği o benzersiz deneyimlerden biri olarak heyecan uyandırıyor.

(04 Kasım 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Postmodern Sinemanın Karanlık Yolunda: David Lynch

Sinemanın büyük ustalarından David Lynch’in postmodern sinemanın bulanık yollarındaki “Fil Adam” ve “Vahşi Duygular” filmlerinin içinde yolları kaybettirmek istedik.

Büyük David Lynch, 20 Ocak 1946’da Montana-Missoula’da doğdu. O sadece bir yönetmen değil, bir ressam ayrıca. Amerikalı yönetmen, Pensilvanya Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. Sonra da American Film Institute okuluna girdi. Büyük İspanyol yönetmen Luis Bunuel, Lynch’in tutkusu ve ilhamı. Filmlerinin çoğunda, rüyayla gerçek arasında kayboluyor insan. Postmodernler, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetiklere sığınıyorlar çoğunlukla. Postmodernlerde, yoğun anlamda şizofren ruh hali fark ediliyor bir de.

1977 yapımı siyah-beyaz “Eraserhead” filmiyle tanınmaya başladı Lynch. 1984’teki bilimkurgusu “Dune”, 1986’da içinde kaybolunan “Blue Velvet-Mavi Kadife”, 1997’de yaptığı ve insanı otobanlarında çıkmazlara sürükleyen “Lost Highway-Kayıp Otoban”, 2001’de çektiği ve filmlerinde kaybolanlara loş da olsa ışık yansıtan “Mulholland Drive-Mulholand Çıkmazı” postmodern savruluşlar yaşatan birkaç filmi.

Bu savruluşlar ve yolları kaybedişler öylesine sözler değil. Bir filmini beş defa görseniz bile yerinizde saydığınızı fark edebiliyorsunuz çoğu zaman. Bunuel, Lynch, Godard, Antonioni, Fellini, Tarkovski, Haneke, Scorsese vb. yönetmenler anayoldan çıkmadan yönleri karıştıracaklar hep. Perdede gördüğünüzü sandığınız şeyler, o şeyler olmayabilirdi. Ama bu böyleydi hep.

“Fil Adam…”

David Lynch’in 1980 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “The Elephant Man-Fil Adam”, Victoria döneminde geçen ve insan vicdanına inen büyük filmlerden. Brooksfilms’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Christopher Devore ve Eric Bergren ortak yazmışlar. Senaryo için Dr. Frederick Treves’in 1923’te ve Ashley Montagu’nun 1971’de yazdığı kitaplardan da yararlanılmış. Müzikleri John Morris bestelemiş. Müziklerin insanın ruhunda dolaştığını belirtmeli. Etkileyici siyah-beyaz fotoğraflarıysa Freddie Francis yansıtmış. Bu filmin kurgusu da gerçekten çarpıcıydı. Aralara girmiş ve boşluk hissi veren görüntüler, filmin derinliğinde anlam buluyordu. Ama kaybolmak mümkündü. Lynch, bu filminde bindirme (superimposiotion), zincirleme (dissolve) ve kararma-açılma (fade) gibi estetik geçişleri kullanmış yoğunlukla. Filmin Türkçe dublajına da övgü göndermeli.

19. yüzyıl, Victoria dönemi… Filmin ön jeneriğin ardından kamera, kadının gözlerinden dudaklarına doğru iniyor. Hitchcock’un 1958 yapımı “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin ön jeneriğinde de kamera, kadının dudaklarından gözlerine gidiyordu. İkisinde de özlem yansıyordu. Lynch’te bir anneye, Hitchcock’taysa bir kadına. Lynch’in filmindeki kadının gözlerindeki hüzne dokunulabiliniyor. Sonra filler yansıyor. Bindirmeli kurguyla kadının gözleri görülüyor. Fil öfkeli ve hortumuyla kadını yere düşürüyor. Kadın çığlık çığlığa, ama sesi duyulmuyor. Görüntü kararıyor. Orman yansıyor. Bebek ağlıyor. Buharlı tren fark ediliyor ardından.

Londra’dan panayırdaki çılgın kalabalık yansıyor. Londra Hastanesi’nde cerrah olan Dr. Frederick “Freddie” Treves (Anthony Hopkins), kalabalıklar içinde fark ediliyor. Freddie, resmi giyimli polisi takip ediyor. “İlk günahın meyvesi” yazısı göze çarpıyor. Yüzleri biçimbozumuna uğratan aynalar da var. Polis, “ucube” dediği Fil Adam’ın gösterisini yasaklıyor insanlığın onuru için. Fil Adam’dan paralar kazanan Bytes (Freddie Jones), “Hazinem” diyor ona. Hastanenin ameliyathanesinde Freddie, Dr. Fox’la (John Standing) ameliyat yapıyorlar. Dönemin ileri sağlık koşullarıydı bu. Sahneye bakarken insan az da olsa titriyor. Freddie, ameliyattan sonra sokakta çalışan insanların arasından geçerek Bytes’ın olduğu yere gidiyor. Filmde yansıyan mekânlar çoğunlukla gotik. Lynch, dışavurumcu ışık düzenlemeleriyle mekânlara kasvet katabilmiş. Aslında ne aydınlık ne de karanlık. Daha çok loşluğu hissettiriyor bu ışık düzenlemeleri. Freddie, Fil Adam’ı hastaneye götürmek istiyor. Beytes, Fil Adam’ı gösteriyor ve “Hayat sürprizlerle dolu” diyor. Freddie, Fil Adam’ı ilk gördüğünde de ağzı açık kalıyor şaşkınlıkla. Ama, Fil Adam’a yakınlaştıkça, ondaki insana ve sevgiye dokunuluyor. Önyargı kötüydü. Uzaktan her şey farklı görünürdü. Yaklaşmak ve dokunmak gerekliydi. Önyargıya yenilen insanlar, önüne çıkması muhtemel şefkatli dostluklardan ve aşklardan mahrum kalabiliyorlar. Freddie, Bytes’a onu sabah faytonla hastaneye yollamasını istiyor.

Sabah… Fil Adam, yüzü maskeli getiriliyor hastaneye. Fil Adam bakışlardan ürküyor. Freddie, ikna ederek onu odasına götürüyor. Bu anda çekim açıları çarpıcıydı. Kamera yukarıdan (plonje) çekimle Freddie’nin odasına zincirlemeli geçiş yapılıyor. Fil Adam’a onu muayene etmeyi çok istediğini söylüyor. Fil Adam’ın adı, John Merrick (John Hurt) ve bir İngiliz. Henüz 21 yaşında. Freddie, John’a sürekli sorular soruyor, ama John tepki vermiyor. Yüzündeki maskeyi çıkartırken görüntü kararıyor. Toplantı salonunda. Freddie, hastane yönetimine ve doktorlara John’u perdenin arkasından göstererek bilgi veriyor. Bu anda projeksiyon perdeye ışık gönderirken, salondakiler John’un gölgesini görüyorlar. Akşam, Freddie ve Fox, odanın penceresinden John’un faytona binişine bakıyorlar. Fox, “Akıl durumu hakkında açıklama yapmadın” diyor. “O, doğuştan geri kalmış” diye cevaplıyor. Kumpanyaya dönüyor John. Bytes’ın oğlu da (Dexter Fletcher) orada. Bytes aşağılıyor onu. Bastonuyla vuruyor. Oğlan, Freddie’ye haber götürüyor. Freddie oraya gidiyor. John, uzanıp yatamıyormuş. Uzanırsa bir daha kalkamazmış. Yani ölürmüş. Bytes, gelir kaynağını kaybetmek istemiyor. Sadece para karşılığında hastaneye gitmesine izin veriyor.

Freddie, John’u gizlice hastaneye getirirken, hastanenin idari amiri olan Francis Carr-Gomm (John Gielgud) görüyor. Freddie, John’u izolasyon odasına götürüyor. Carr-Gomm, iyileşmeyecekse hastaneye alma, diyor. Hemşire, John’un odasına korkarak yemek götürüyor. Sonra hemşirenin çığlığı duyuluyor. John’un burnunda hortum yok. Kafası sürekli büyüyor. Yüzü dâhil, vücudunun büyük bölümü de bozulmaya (deformasyona) uğramış. John’un sol eli açıkta, ama sağ eli kapalı. Saat kulesi yansıyor. Saatler, postmodern durumda şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” gibi sürekli yapıştırılmış görüntü gibi yansıtılıyor hep. Francis Ford Coppola’nın 1983 yapımı siyah-beyaz postmodern “Rumble Fish-Siyam Balığı” filminde de saatler, şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” olarak yansıtılmıştı hep. John, filmin girişinde görülen çerçeveli kadın fotoğrafına bakıyor.
Fotoğraftaki kadın Mary Jane (Phoebe Nicholls), John’un annesi. John’un odasına hastanede çalışan gece bekçisi Jim (Michael Elphick), onu içki içmesi için zorluyor. Hastanenin girişinde iki kadın kavga ederken, Bytes da fark ediliyor kalabalıkta. Başhemşire de (Wendy Hiller), Freddie’ye, boşuna bir çaba içinde olduğunu söylüyor. Freddie, John’la iletişim kurmak istiyor sadece. Onu ameliyatla düzeltemese bile. Ruh önemliydi. Duygular da. Freddie, John’dan söylediği kelimeleri tekrar etmesini istiyor. John, zorlansa da deniyor. Freddie odadan çıkınca karşısında Bytes’ı görüyor. Bytes, John’u istiyor ondan. Carr-Gomm da odasından çıkıyor, merdivendeki konuşmaları duyuyor. Plonje çekimle yansıyor bu an. Carr-Gomm, John’la tanışmak istiyor. Freddie, John’un odasına gidiyor, Carr-Gomm’un ziyarete geleceğini söylüyor. Çok geçmeden Carr-Gomm ziyarete geliyor, onunla iletişim kurmaya çalışıyor. Carr-Gomm, John’un Freddie’nin öğrettiklerini tekrarladığını söylüyor oda dışında. Sonra bir şey oluyor. John,
İncil’den ilahi okumaya başlıyor. Freddie bunu öğretmemişti ona. John, “Tanrı benim çobanım, dilemeye gerek kalmadan o beni güdüyor” diye 23. İlahi’den bir bölüm söylüyor. John’a bakan Carr-Gomm etkileniyor. Ardından, “Onun nasıl hayat geçirdiğini hayal edemeyiz” diyor. Ardından konser salonu yansıyor. Sonra da gazeteler de John hakkında haberler. Başka bir an yansıyor birden. Sunny Jim, John’u para karşılığı insanlara göstereceğini söylüyor barda. Sunny Jim, John’un odasına bir kadını getiriyor. Kadın korkudan çıldırmış gibi çığlığı basıyor. Ardından buharlar çıkan fabrika bacaları araya giriyor. Hastanede başhemşire de John’un odasına ayna götürmemelerini söylüyor. Freddie onu evine götürüyor gündüz. Eşi Anne’le (Hannah Gordon) tanışmasını istiyor. Anne, genç adama anne sıcaklığını gösteriyor. Onun, kendini insan olarak görmesi, şefkat göstermesi John’u etkiliyor. John’un, sevgiye ve şefkate ihtiyacı vardı. Tüm insanlar gibi. Salondaki fotoğraflardan da etkileniyor John. Sonra kendi annesinin fotoğrafını gösteriyor onlara. Görüntü kararıyor.

Hastanede. John odasında, pencereden gördüğü kadarıyla Aziz Philip Katedrali’nin maketini yapıyor. John, akıllı ve yaratıcı bir gençti. Normal olmayı özlüyor. Freddie odasına geldiğinde ona, “Beni iyileştirebilir misiniz” diye soruyor. Sabah olunca ünlü tiyatro oyuncusu Madge Kendal (Anne Bancroft) ziyaretine geliyor John’un. İlk defa bir kadın ondan korkmadan yanına gelmesinden mutlu oluyor John. Kadın ona tiyatroyu anlatıyor. “Tiyatro romantiktir” diyor. Madge, John’a Shakespeare’in “Romeo ve Jülyet” oyun kitabını veriyor. John heyecanla okumaya başlıyor.
“Öpücük” kelimesine takılıyor John. Kadın, onu yanağından öpüyor. Madge, “Siz Fil Adam değilsiniz. Siz Romeosunuz” diyor
sevgiyle. Madge, gazeteye John’la buluşması hakkında mülakat veriyor çok geçmeden. Londra sosyetesi John’la tanışmak için sıraya giriyorlar, çay içiyorlar. John, “İnsanlar, anlamadıkları şeylerden korkarlar” diyor. Ön jenerik sonrasında yansıyan
John’un annesinin gözleri araya giriyor. Lynch, filminde aralara “flaş” gibi görüntüleri serpiştirmiş. Hepsi John’un zihninden düşüyor. Gece. John odasındayken, birden pencerede Jim görünüyor.
Cam yansımasından yüzünü gören John masaya kapaklanıyor. Ardından kamera, sola çevriniyor ve maskeyi gösteriyor. Birden lağım borularının olduğu mekân yansıyor. Bindirmeli kurguyla fabrika da. Buharlar savruluyor. İşçiler aynayla ona yüzünü gösteriyorlar. Bulutlar yansıyor. Geriye dönüşler, çoğunlukla izlenimci estetikle buluşuyor sanatta. İzlenimcilerde geçmiş zaman, şimdiki zamanla koşut gelişebiliyor. Geçmiş, bütünün önemli parçası. Şimdiyle geçmiş iç içe geçerken, sonunda bütünleşerek anlamlaşıyor. Postmodernlerdeyse, bu sadece “flaş” gibi araya giren bölük pörçük görüntüler olabiliyor. Lynch’in sinemasında olduğu gibi zihinden düşen anlar, rüyayla gerçeğin kaosu vs. Zincirlemeli geçişle kamera, Freddie’nin evine gidiyor. Freddie suçluluk hissediyor. John, eskiden panayırdaydı, şimdiyse gazetelerde. “İyi bir miyim, kötü biri miyim” diyor Freddie.

Gündüz. Hastanenin toplantı odasında, yönetim ve doktorlar, John için toplanmışlar. Bazıları, artık John’u hastanede tutulmasını istemiyorlar. O sırada toplantıya Galler Prensesi Alexandra (Helen Ryan) geliyor. Kraliçe Victoria’nın, hastanenin John’a sahip çıkmasını öven mesajını okuyor. Oylama yapılıyor ve bu sefer kalmasını isteyenler kazanıyor. John’a tuvalet malzemeleri de armağan ediliyor. Gece olduğunda Jim, para karşılığında insanları
John’un odasına getiriyor. John korkuyor. Beytes da orada. Herkes gittikten sonra Jim, aynayı John’un yüzüne tutuyor. Ardından John’a cebindeki madeni paraları göstererek “İyi para kazandım” diyor. O gittikten sonra Bytes geliyor “Hazinem benim” diyor. Görüntü kararıyor. Görüntü katedral maketi üstüne açılıyor. Kamera, maketin yanından ayrılıyor, yerleri gösteriyor. Oda dağıtılmış. Odaya Freddie geliyor ve John’u bulamıyor. Hastane çalışanı başka bir gece bekçisi olanları anlatıyor. Frddie, Jim’in yanına gidiyor, John’un nerede olduğunu öğrenmek için. Ama bilmiyor. Carr-Gomm, büyük ihtimalle Avrupa’ya gittiğini söylüyor Freddie’ye.

Panayırda. Kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Bytes, John’u sahnede taburenin üzerine çıkartmaya çalışırken, “Fil gibi bağır” diyor öfkeyle. John düşüyor. Gece. Bytes içiyor. John atlı arabada tutuluyor. Bytes, John’u çıkartıyor maymunların yanındaki kafese koyuyor. Maymunlar korkuyor. Görüntü kararıyor. Bytes yok. Diğer çalışanlar John’u kafesten çıkartıyorlar, gemiye bindiriyorlar Liverpool’a doğru. Liverpool’un tren garında John, insanların alayları ve aşağılanmalarıyla karşılaşıyor. John, “Ben bir hayvan değilim” diye haykırıyor ürkerek. Polis gelip John’u kurtarıyor ve onu Londra’ya, hastaneye gönderiyor. John hastaneye geliyor. Odasında fraklı takım elbise giyinmiş John kokular sürüyor kendine. Bu gece onun büyük bir gece. Ona bakan hemşiresi Nora da (Lesley Dunlop) mutlu. Tiyatroda. Madge, bu geceki oyununu
ona adıyor sanki. John, yukarıdaki locasından sahneyi görüyor. Oyun sahnelenirken, bir anda öncü Fransız yönetmen Melies’in filmlerinin içinde hissediyor insan kendini. Görüntü kararıyor. Freddie, John’u odasına getirdikten sonra gidiyor. Odada yalnız kalan John, duvarda asılı karalama resme bakıyor. Resimdeki kadın yatakta uyuyor. Yatağına uzanıp normal uyumak istiyor. Yatağı hazırlıyor. Sonra komidinin üstündeki annesinin fotoğrafına bakıyor. Yatağa giriyor ve sırt üstü yatıyor John. Gözlerini kapıyor.  Kamera, sola çevriniyor fotoğrafları gösteriyor. Kamera, pencere önündeki katedral maketine yöneliyor. Gökyüzünde yıldızlar görünüyor. Kamera, uzay boşluğunda yol alıyor sanki. Annesinin, “Hiç ama hiçbir şey ölmeyecek. Nehir akar, rüzgâr eser, bulut süzülür, kalp çarpar” diyen sesi duyuluyor John’un zihninde. Annesinin görüntüsü ışık çemberinin içinden yansıyor. Kamera, baştaki annenin gözlerini gösteriyor. Son söz de, “ Hiçbir şey ölmeyecek” oluyor. Bu son anlar Luis Bunuel tadı sunuyor sinemaya.

“Vahşi Duygular…”

David Lynch’in 1990 yapımı sinemaskop “Wild at Heart – Vahşi Duygular” filmi, doğuyla batı kültürünün iç içe geçtiği şiddet yüklü bir aşk filmi. Pollygram ve Propaganda’nın sunduğu filmin senaryosunu Lynch’in kendisi yazmış. Film, Barry Gifford’un romanından uyarlanmış. Arada duyulan müzikleri de Angelo Badalamenti bestelemiş. Çarpıcı fotoğrafları da kameraman Fred Elmes yansıtmış. Bu film, “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”,
doğu-batı kültürlerinin koşut yolculuğu, Luis Bunuel, rock, yol filmi, üstü açık arabalar, suç sineması, çöl, ateş, derin Amerika ve birçok şey. Bu filmde, savaş sonrasının görece refah toplumun yanılsamasının hissedildiği 1950’lerin ikinci yarısından 1960’lar
boyunca süren ruha da dokunuyorsunuz. Bir de Denizci’nin Elvis Presley, James Dean ve Marlon Brando idollerinin birleşimi olduğunu hissediyorsunuz. Lula da, “aptal sarışın” Marilyn Monroe sanki. Postmodern felsefenin sinemadaki yansıması olan bu yapıt, ayrıca bir fetiş-romans filmi. Zincirlemeli geçişler, filmdeki tüm sevişmelerden daha kışkırtıcı ve fetişçe. Hatta üstü açık arabalar ve motel odaları da fetiş nesne bu filmde. “Vahşi Duygular”, perdede gördüğünüzü sandığınız film olmayabilir. Bu film, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanmıştı. Bu film ülkemizde, Kasım 1990’da vizyona girmişti.

Lynch’in bu filmi, postmodern sinemanın içinde kayboluşun ve savruluşun başyapıtlarından. Lynch, zincirlemeli geçişleri, geçmişte bir anın hatırlamasında kullanmış yoğunlukla. Filmde kararma-açılma geçişleri de aralara serpiştirilmiş. Filmin içinde zihinden düşen anlar da “flaş” gibi araya giriyor. “Flaş” gibi
yansıyan bazı anlarsa genişleyerek anlamlaşmaya çaba gösteriyor sadece zihinlerde. Ayrıca ara yazılar da yansıyor görüntüye. Gerçeküstücüler sıkça kullanıyor bunu. Filmde Elvis Presley’in iki şarkısını bizzat Nicolas Cage söylemiş. Sesi de bu büyük sesin sesinin kıyılarında dolaşıyordu. Bir de Laura Dern, Hollywood’un ünlü oyuncuları Diane Ladd ve Bruce Dern’in gerçek hayattaki kızları. Nicolas Cage de, ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın öz yeğeni. Cage, amcasına kızdığı için Coppola soyadını kullanmıyor hiç.

Kibrit çakıyor ve ateş görüntüyü kaplıyor. Ardından ön jenerik yazıları yansıyor. Kamera, ateşin üzerinde dolaşıyor. Kuzey ve Güney Carolina sınırı yakınlarında Cape Fear kasabasında. Dalgın kamera tarihi binanın tavanında dolaşıyor altta caz tınıları duyulurken. Kamera aşağıya iniyor, “Denizci” Ripley (Nicolas Cage) ve fıstık dediği sevgilisi sarışın Lula’yı (Laura Dern) buluyor merdivenlerde. Denizci’nin yanına siyahî Bob Ray Lemon (Gregg Dandridge) geliyor. Bob, Denizci’ye bıçak çekiyor. Denizci öfkeleniyor ve Bob’u öldüresiye dövüyor. Lula korku içinde kalıyor. Denizci, ikonik duruşuyla parmağını Lula’nın maviler içindeki annesi Marietta’ya (Diane Ladd) çeviriyor. İlk suçunu işleyen Denizci, demir parmaklıklar arkasında 22 ay, 18 gün geçiriyor. Marietta’nın elleri de cadı küresinden hiç ayrılmıyor film boyunca. Denizci telefonla Lula’yı arıyor. Ama Marietta çıkıyor telefona. Marietta, ölesiye nefret ediyor Denizci’den ve kızından uzak tutmak her şeyi yapıyor. Belki de ondan nefret etmesinin nedeni, Denizci’nin sırrı bilmesinden korkması belki.

Siyah gözlüklü, siyah giysili Denizci, yolda beklerken, Lula üstü açık arabayla yanına geliyor. Her şey kaldığı yerden devam edecek. İlişkileri, Lula daha 18 yaşına bile basmadan başlamış. Şimdiyse yirmi yaşına girmiş. Lula, Denizci’ye yılan derisi ceketini de getiriyor. Denizci’nin ayaklarında da deri kovboy çizmeleri var. Motele gidiyorlar ve yarım kalmış sevişmelerini tamamlıyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor sevişmede. Sonra Lula, gerçek amcası olmayan Pooch’tan (Marvin Kaplan) söz ediyor. Babasının iş ortağıymış. Lula 13 yaşındayken Pooch, ona tecavüz etmiş. Zincirlemeli geçişle evde tecavüz sonrası yansıyor. Annesi eve geliyor, Pooch’u kovuyor. Sonra da arabası uçurumdan aşağıya uçmuş. Lula sonra delinen ozon tabakasından bahsediyor Denizci’ye. Dünya röntgen ışını gibi olacakmış. Arada zincirlemeli geçişle yangın yansıyor. Lula’nın, bir kadın güldüğünde tüyleri ürperiyormuş. Öyle bir cadı hatırlıyor. Lula yatağa dönüp öpüştüklerinde, evlerinde annesi, özel dedektif olan Johnnie Farragut’la (Harry Dean Stanton) konuşuyor. Marietta, Denizci’yi yok etmek için Marcello Santos’u (J. E. Freeman) tutacağını ima ediyor. Johnnie ve Santos, yıllardır Marietta’ya âşıklarmış. Johnnie, Santos’u kıskanıyor. Johnnie, Denizci’nin masumiyetine inanıyor ama. Zincirlemeli geçişle geçmişten bir an yansıyor. Kamera eğik açıda duruyor. Filmin girişindeki mekândı bu. Marietta, erkekler tuvaletine giren Denizci’yi takip ediyor. Denizci’ye asılıyor. İkisi de tuvalet kabinindeler. Denizci’nin bir şey bilip bilmediğini öğrenmek istiyor Marietta. Sır büyüktü. Denizci, Lula’ya annesinin öfkesini anlatıyor, bir sırrını da. Denizci, Santos’un şoförlüğünü yapmış bir süre Denizci. Araya, zincirlemeyle yangın görüntüsü giriyor. Kaliforniya’ya gitmek istiyor Denizci.

Lula ve Denizci diskoteğe gidiyorlar. Hızlı müziklerle dans eden gençlere katılıyorlar. Gençlerden biri yanlışlıkla Lula’ya yanaşınca ufaklığa ders vermesi gerekiyor Denizci’nin. Genç onu palyaçoya benzetiyor yılan derili ceketiyle. Lula’dan özür diletiyor, sonra da gençlere Kral Elvis’in “Love Me” rock şarkısını söylüyor Denizci. Büyüleniyor Lula. Gençler de rock müziğiyle sallanmaya başlıyorlar. Moteldeki odalarında yine sevişiyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor. Kırmızı, sinema psikolojisinde seksi ve şiddeti çağrıştırıyor. Sevişme sonrasında Lula, Denizci’nin neden Elvis’in “Love Me Tender” şarkısını söylemediğini öğrenmek istiyor. Şarkıyı sevdiği kadına söyleyecekmiş Denizci. Büyük görüntüde kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Yatakta sigara içiyorlar. Dört yaşında sigaraya başlamış Denizci. Annesi akciğerden ölmüş. Annesi Marlboro sigarası içermiş. Belki hatırlamadığı babası da aynı hastalıktan ölmüştür. Lula da, babasının ölümünü anlatıyor. “Annem, üzerine kerozin döktükten sonra bir kibrit çakıp kendini yaktığını söyledi” diyor. Görüntülerdeki ani kibrit çakmaları yanan evi hatırlatıyor sanki. Zincirlemeli geçişle Lula’nın evde yanan babası yansıyor birden. Ev de yanıyor. Kamera, plonje çekimle Denizci ve Lula’yı gösteriyor. Yine sevişmeye başlıyorlar. Marietta, Johnnie’yle konuşuyor telefonda. Marietta, Denizci’yi düşünüyor. Zincirlemeli geçişle zihninden Denizci’nin eliyle kendini gösterdiği an düşüyor.

Yollarda. Denizci ve Lula, yağmur altında üstü açık arabayla derin Amerika’da yol alıyorlar Kaliforniya’ya doğru. Ama kader başka yollara sürüklüyor onları. Serbest kalma şartlarını da ihlal ediyor böylece Denizci. Marietta da evinin bahçesinde Santos’la buluşuyor. Lynch, yolculukla bu buluşmayı koşut kurguyla yansıtmış. “Denizci’yi kafasından vurmamı ister misin” diyor Santos. Bunun yanında Johnnie’yi de aradan çıkarmak istiyor Santos. Sonra, zevke düşkün hazcı, yani hedonist Rengeyiği’ni (Reindeer) telefonla arıyor Santos. Bu Rengeyiği (W. Morgan Sheppard), temizlikçi ve her yerde kiralık katilleri var. Rengeyiği, Santos’tan gümüş dolarları ve notu postayla yollamasını istiyor. Santos da öyle yapıyor. Artık Denizci’nin peşinde bir dolu insan var. Johnnie de, Lula ve Denizci gibi yollarda. Rengeyiği de, telefonda bir kadınla konuşuyor araya giren anda. Kadın, arkası dönük, kısa sarı saçlı ve bulanık görünüyor. Gündüz, bir kulübeye benzer ev yansıyor birden. Geride neler olduğunu bilmeyen Denizci ve Lula, başka bir motel odasında sevişirlerken görüntü kırmızılaşıyor yine. Ardından bir kibrit çakıyor. Sigara içiyorlar. Lula, “Sevişirken, bazen gökkuşağının üstünde bir yere taşıyor gibisin” diyor. Ardından, “İçimde olup biteni biliyorsun, dikkat ediyorsun” diye sürdürüyor konuşmasını. Lula, “Dünyanın en tatlı penisi seninki, sanki içimde olduğunda benimle konuşuyor” diyerek Denizci’yi onurlandırıyor. Lynch, bu anda XI. yüzyıl İranlı tıp âlimi İbn-i Sina’yı (980-1037) hatırlıyor adeta. İbn-i Sina’nın yazdığı “El-Kanun fi’t-Tıp” (Tıpta Kanun) eserinde kadınların sevişmeden zevk almasının doğallığından bahsediliyordu. Kadınların, sevişirken aldığı zevkten gözlerinin kırmızılaştığını ve dünyanın tüm zevklerini erkekler gibi hak ettiğini yazıyordu. Ortaçağ’da Avrupa’da Engizisyon bu kitaptaki kadın zevkine yönelik bölümlerini atıp kitabı yayımlamıştı. Bu kitap, doğudan batıya yüzyıllardır başvuru kaynağıydı. Engizisyona göre kadınlar, ateşte yanması gereken birer cadı, birer şeytandı. Eğer kadın sevişmeden zevk alırsa, “erkeğini yorar ve güçsüzleştirir” diyorlarmış sapkınlıkla. XII. yüzyılda manastırda yaşayan başrahibe, yazar, besteci, düşünür Bingenli Azize Hildegard da (1098-1179) öncüydü. O, dünyanın ilk bestecisiydi. Azize Hildegard, regli kutsuyordu. Reglde akan kan yaşamı, savaşta akan kansa ölümü getirir, diyordu. Kadın, erkek gibi sevişmeden zevk ve haz almalıydı. Kadınlar, bireydi ve eşitti. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Sel Yayıncılık’tan 2009 yılında çıkan “Aynalar” kitabından keşfettik. Galeano’nun tüm kitapları hayata bir armağandı ve daima etrafta bulunmalıydı.

Kafede. Caz tınıları duyuluyor. Yaşlı adam, güvercinlerden söz ediyor Denizci ve Lula’ya. Gece de Johnnie arabasında yollarda. Rock dinliyor radyodan. Marietta da Santos’la telefonda konuşuyor o anda. İntikam ateşi onu yakıp tutuşturuyor. Denizci, kafede Lula’ya turuncu pantolonlu bir fahişeyle macerasını anlatıyor. Denizci’nin erotik kelimeleri Lula’yı ateş gibi yakıyor. Bir an önce yatağa ulaşmak istiyor. Kadının saçı siyahmış. Lula’ya Denizci, “Centilmenler sarışın sever” diyor ve motel odasında Lula da içindeki Georgia’daki gibi sıcak asfaltı söndürüyor. Lynch, Howard Hawks’un 1953 yapımı müzikali renkli “Gentlemen Prefer Blondes-Erkekler Sarışınları Sever” filmine gönderme yapıyor. Araya Marietta’nın görüntüsü giriyor birden. Evinde ayna karşısındaki Marietta, öfkeli ve ruju yüzüne sürüyor. Sevişmeden sonra Denizci, “Şu ana kadar kötü şeyler yaptım. Bundan sonra iyi olmayan hiçbir şey yapmayacağım. Dışarıda kötülükler kol geziyor” diyor Lula’ya. Lula da kuzeni Dell’den (Crispin Glover) söz ediyor ona. Dell, Noel’i çok seviyormuş. “Jingle Dell” derlermiş ona. Paranoya yaşamaya başlamış. Siyah eldivenli birilerinin takip ettiğini söylemeye başlamış. Uzaylılarmış onlar. Teyzesi Rootie (Sally Boyle), Dell’in iç çamaşırlarında hamamböcekleri bulmuş. Denizci, “Oz Sihirbazı”nı seyretsin diyor. Burada, Victor Fleming’le King Vidor’un ortak yönettikleri 1939 yapımı siyah-beyaz ve renkli “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü” filmini anma var. Johnnie de otel odasında vahşi doğa belgeselinde akbabaların leşi yiyişini izlerken, Marietta arıyor telefonla. Marietta’nın yüzü rujla kıpkırmızı. Johnnie’nin New Orleans’a gelmesini söylüyor. Johnnie’yle konuştuktan sonra midesi bulanıyor, klozete koşuyor Marietta. Ertesi sabah da kendisi gidiyor otele Marietta’nın.

Gündüz, Shell istasyonunda. Denizci, üstü açık 1965 model Ford Thunderbird arabaya pompadan benzin doldururken, dışarıda sandalyede oturan yaşlı siyahî adam da (Cage S. Johnson) Lula’ya öpücükler yolluyor çapkınca. Arabayı Lula sürüyor. Radyoları karıştırıyor. Çoğu üçüncü sayfa haberleri canını sıkıyor. En ilginç haber de Hindistan’dan. Ganj Nehri’nin kirliliğini azaltmak için, nehre beş yüz kaplumbağa bırakmışlar daha önce. Şimdiyse Hintlilerin cesetleri için nehre timsah salacaklarmış. Lula, “Yaşayan ölülerin gecesi” diyor. Duruyorlar. Yol kenarında spor hareketleri yapıyorlar sonra. Altta da romantik bir müzik duyuluyor, geçmişteki Hollywood filmlerindeki gibi. Lynch, eski Hollywood filmlerinin müziklerini Glenn Miller Orkestrası’nın tınılarıyla hissettirmiş. Güneş batarken, sarı tonlar öne çıkıyor. Johnnie ve Marietta otel odasına giriyorlar. Johnnie, Santos’u bildiğini söylüyor. Pooch tanıştırmış onları. Marietta’ya, “Geleceğimizi düşünmeliyiz” diyor. Gece yolda. Fonda Chris Isaak’in “Wicked Game” şarkısının
müziği duyuluyor. Denizci arabayı sürerken, Lula’ya bir şeyler itiraf ediyor. “Biri iyi, biri kötü” diyor. Kötü olanı, Santos’un şoförlüğünü yapması bir ara. Bir gece bir eve gitmiş. O evin Lula’nın olduğunu bilmiyormuş. “Herkes o gece benim bir şeyler gördüğümü sanıyor” diyor. Bu sırrı taşımış içinde. Denizci’nin evin nasıl yandığını bildiğini düşünenler ölmesini istiyorlar. Lula, başını yana çeviriyor, uçan cadıyı görüyor. O cadı annesine dönüşüyor hemen. Chris Isaak’ın müziği yine duyulmaya başlıyor. Otelde Marietta, odasına giriyor. Johnnie de kendi odasına girerken, Santos ona saldırıyor.
Gece yolda. Denizci etrafa savrulmuş elbiseler görünce duruyor. Kaza yapmış arabayı da görüyorlar. İki adam arabanın yanında ölmüş. Bir kadın (Sherilyn Fenn) yaralı ve belleği karışmış ortalarda dolaşıyor. Sonra kadın yere yığılıyor ve ölüyor. Bu Lula’yı çok etkiliyor. Denizci, “Kaçalım buradan” diyor. Otelin lobisinde Marietta Johnnie’yi arıyor. Otelde çokça yaşlı insan var. Onlarla konuşuyor. Santos geliyor oraya ve “Çocuklar Teksas’taymış” diyor.

Saçları kısa sarışın Juana Durango (Grace Zabriskie), “Bir öpücük daha Reggie” diyerek, sandalyede ağzı bantlı Johnnie’ye bakıyor. Johnnie’nin arkasında da silahlı siyahî adam Reggie (Calvin
Lockhart) ayakta dineliyor. Sonradan görünecek Perdita Durango da (Isabella Rossellini) bu sarışın kadın gibi, tıpkı sarışın ve kısa saçlıydı. Luis Bunuel’in filminden düşmüş gibiydiler. 1956 yapımı renkli “La Mort en Ce Jardin-Ölüm Bahçesi” filminde Simone Signoret de kısa sarı saçlıydı. Kaşları da siyah ve kalındı. Dudakları kıpkırmızı rujluydu Bunuel’in filminde. Reggie, Johnnie’nin ağzındaki bandı çıkartıyor, odadan çıkıyor. Ona kadar sayıyor sonra. Reggie ateş ediyor.

Gündüz. Big Tuna, Teksas levhası yansıyor. Luna ve Denizci, küçük kasaba Big Tuna’ya geliyorlar. Aslında burası yol üstünde bir yerdi onlar için. Kaliforniya da uzak değildi. Ama kaderin de bir planı vardı. Balık levhasının üstünde “fuck you” (seni düzeyim) yazısı göze çarpıyor. Görüntü kararıyor. Kulübeye benzer bir eve geliyorlar. Rengeyiği’nin telefonla konuşurken yansıdığı evdi burası. Kamera da aynı açıda duruyor. Lula arabada kalıyor. Denizci arabadan inip evin önüne geliyor, kapıyı çalıyor. İçeriden sarı kısa saçlı Perdita çıkıyor. Birbirlerini tanıyorlar. Perdita, “Ne istiyordun bay yılan derili” diyor. Santos’tan veya Marietta’dan ona bir şey olup olmadığını soruyor. Perditta, ona bir sır söylüyor yanan ev hakkında. Gizem ve merak duygusu iyidir. Görmek gerekli. Zincirlemeli geçişle Denizci, Marietta’yla tuvaletteki anı hatırlıyor. Marietta, “Belki sen bir gece fazla yaklaştın” demiş. Yangın yansıyor. Perdita yangının nasıl çıktığını anlatıyor
Denizci’ye. Başlardan beri gelen bir sır da aydınlanıyor, hem Denizci’nin hem de filmi takip edenlerin zihninde. Perdita anlatırken, o yangın anları da yansıyordu. Perdita doğruyu mu söylüyordu? Kuşkular işte. Motel odasında. Sinekler kusmuğun üstüne yığılmışlar. Denizci odaya girdiğinde içeride koku da duyuluyor. Lula hastalanmış ve yatakta. Nasıl kustuğunu anlatıyor. Pencere kenarında oturan Denizci, Lula’nın yanına geliyor, şefkatle onun saçlarını okşuyor. Lula, kazada ölen kadın etkisinde. Birden cadı annesini görüyor. Denizci, Lula’ya şekerli kolye veriyor. Gece. Denizci, hava alsın diye Lula’yı motelin önünde dışarı çıkartmış. Masada kovboy şapkalı Vince’le (Pruitt Taylor) konuşuyorlar. Orada Bobby’nin adamları Kelly (David Patrick) ve Sparky de (John Lurie) var. Gördükleri kazayı anlatıyorlar. Ölenleri tanıyorlar. Birden ortaya iri memeleri açıkta birkaç şişman kadın görünüyor, neşeyle dans ediyorlar. Kendinizi Fellini filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Ardından siyah takım elbiseli biri, Bobby Peru (Willem Dafoe) geliyor masaya. Dişleri de çok kirli Bobby’nin. Sigarasını yakıyor. Bobby, askerliği biliyor, bahriyelileri de. Lula ve Denizci odalarına gidiyorlar. Zincirlemeli geçişle Lula, tecavüze uğradığı anı hatırlıyor.

Mercek altında kocaman bir yüz görünüyor. Kadının kanını boşaltıyorlar. Bu an, gerçeküstücü ve anlam yaratmak için zihinde mücadele veriliyor. “Hamileyim” yazan bir not okunuyor. Gündüz. Denizci arabayla ilgilenirken, odaya Bobby geliyor. Tuvaleti kullanmak istiyormuş. Bobby, kusmuk kokusundan Lula’nın hamile olduğunu anlıyor. Ardından onu kışkırtan ve tahrik eden kelimeler kullanıyor. Bobby, Lula’nın meme uçlarını sıkarken, Lula’ya “fuck me” (düz beni) lafını söyletiyor. Bobby sonra odadan çıkıyor, dışarıdaki Denizci’nin yanına gidiyor. Bobby’nin arabasıyla gezintiye çıkıyorlar. Lula da travma içinde, tecavüz anını hatırlıyor. Denizci ve Bobby, sonra motelin barında bira içiyorlar. Denizci, tavana bakıyor. Şekil bozucu aynada kendini görüyor. Bobby, Denizci’ye iş teklifinde bulunuyor. Sabah onu alacakmış. Cadı
Marietta, küresinden Denizci ve Bobby’yi izliyor siyah-beyaz görüntüyle. Lula da odasında birbiri ardına sigara içiyor. Denizci odaya geliyor. Soyunuyor, yatağa giriyor. Bobby’yle işi olduğunu söylüyor. Kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Gece, kulübeye benzeyen ev yansıyor. Lula, yatakta Denizci’ye, “Bobby kara melek” diyor. Onunla çalışmasını istemiyor. Lula, dünyanın vahşi kalbi olduğunu söylüyor. “Love Me Tender” şarkısını söylemesini de beklemiş hep. Bobby, Perdita’nın evinde. Birbirlerini tanıyorlar. Bobby’nin avucuda gümüş dolar görünüyor. Sabah. Denizci, Bobby’yi bekliyor. Üstü açık arabayla Bobby ve Perdita geliyor. Denizci tereddüt ediyor. Boby, Perdita için, “Kızım” diyor. 1976 model Cadillac-Eldorado araba Lobo kasabasına geliyor. Denizci’de tabanca, Bobby’de de tüfek var. Soygun için yem deposuna giriyorlar. Şerif yardımcısı 1985 model Plymouth Gran Fury devriye arabasından inerek, arabada bekleyen Perdita’nın yanına geliyor. Silah sesleri duyuluyor. Perdita kaçmaya çalışıyor. Bobby soygun yerini kan gölüne çevirmiş. Denizci’ye verdiği tabanca da gerçek değil. Denizci dışarı kaçarken, devriye ona ateş ediyor. Elinde çuvalla dışarı çıkan Bobby’nin tüfeği ateş alıyor ve Boby’nin kafası havaya uçuyor.

Denizci demir parmaklıkların arkasına düşüyor yine. Lula da motel odasında Denizci’yi bekliyor, şekerli kolyesiyle oynarken. Lula karakola gidiyor. Annesi de geliyor. Ardından Santos da. Santos, Lula’ya sarılıyor. Lula ağlamaya başlıyor. Lula, hapisteki Denizci’ye mektup yazıyor. Bebeği doğurmak istiyormuş. Kız da olsa oğlan da, ismini Lance koyacakmış. Annesi de istiyormuş bebeği. Beş yıl, 10 ay, 21 gün sonra. Lula ve oğlu Pace, çevreli fotoğrafta görülüyor. Evde Marietta, Lula’a telefonda, bir kez daha beraber olmalarına izin vermeyeceğini söylüyor. Denizci trenle gelecekmiş. Sarışın oğlu Pace’le (Glenn Walker Harris) üstü açık 1979 model Ford Mustang arabayla Denizci’yi karşılamaya giden Lula, bir
kazayı atlatıyor. Ama az ileride korkunç bir kaza yaşanmış. Sonra bir araya geliyor âşıklar. İlk defa oğluyla karşılaşıyor Denizci. Arabayla giderlerken, Lula birden duruyor. Acaba hazır değil miydi? Denizci veda ediyor onlara ve başka bir yöne doğru
giderken, birkaç serseri genç yolunu kesiyor. Onlarla kavga ederken yere düşüyor. Baygın haldeyken iyi cadı Glinda (Sheryl Lee), kelimeleriyle Denizci’ye hayata ve aşka döndürüyor. Ayağa kalktığında gençlere teşekkür ederek Lula’ya doğru koşuyor. Fonda da eski Hollywood filmlerinin müziğini çağrıştıran tınılar duyuluyor. Lula’ya ulaşan Denizci, o şarkıyı, Kral Elvis’in “Love Me Tender” (Beni Şefkatli Sev) şarkısını Lula’ya söylüyor. Mutlu son ve aşk kazanıyor, doğu ve batı kültürlerinin karışımıyla. Her zaman.

(31 Ekim 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Rosetta, Serap ve Diğerleri

‘Nefesim Kesilene Kadar’ büyük kente sığınmış küçük kızların çetin yaşam mücadelesine ‘Mustang’ın kaldığı yerden tanıklık ediyor. İstanbul varoşlarında küçük bir tekstil atölyesinde işçidir Serap. Başını soktuğu abla evinde bir sığıntı gibi sürdürür yaşamını. Tek istediği bir yuva, bir ailedir. Uzun yol şoförü babasının sabit bir iş bulması için didinir. Ablasından ve hoyrat eniştesinden sakladığı üç beş kuruşu hep bu sıcak yuva özlemi için biriktirir. Daha önce kaçakçılıktan hapis yatmış adama toz kondurmaz Serap. Baba – kız değil anne – oğul gibidirler. Giysilerini, ayakkabılarını alır babasının. Yaşayamadığı çocukluğunu kaçamak lunapark gezmelerinde gidermeye çalışır. Kötü bir insan değildir babası ancak sorumsuzdur, kızını yalanlarla oyalarken kendi başını kurtarma derdindedir. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babasının kayıtsız kaldığı, hoşlandığı genç tarafından tercih edilmeyen genç kız sürekli incitilir ancak o her şeye meraklı bir yaşam arsızıdır, pes etmeyecektir.

Emine Emel Balcı’nın hayranlık uyandıran bu ilk filmi Dardenne kardeşler sinemasından izler taşıyor. Belçikalı usta sinemacıların gri dünyasını yerel tadlarla bizden bir öyküde yeniden inşa ediyor. Serap, Rosetta’ya ikiz kardeşi kadar yakın. İkisinin de tek istediği normal bir yaşam sürebilmek. İkisi de sürekli savunma halindeler. Hayatta kalabilmek için rahatlıkla başkalarını ezip geçebiliyorlar. O ürkek yüzleri gülmez bu kızların. Güven duymaya yönelik her çabaları hayal kırıklığı yarattıkça savunmaya geçiyor, kötücülleşiyorlar.

Gri Fransız taşrasında ya da yağmurlu İstanbul’un ara sokaklarında omuz kamerası sürekli izler bu anti kahramanları. Kendi yaşam kavgalarının ağırlığı altında etrafındaki genç adamın şefkatini fark etmekte zorlanır Rosetta. Serap ihanete uğramış hissettiğinde yakınındakileri ihbar etmekten geri durmaz. Tüm gri lacivert dünyasına rağmen yine de umutsuz değildir onların hikâyeleri. Rosetta uzanan şefkatli eli sonunda fark edecek, ‘Bisikletli Çocuk’ gibi baba özlemiyle yanıp tutuşan Serap flû geleceğine rağmen dimdik ayakta mücadelesine devam edecektir.

‘Nefesim Kesilene Kadar’ın bu yıl içinde şimdiye kadar gösterim şansı bulabilmiş en iyi yerli yapım olduğunu düşünüyorum. Bu ilk yönetmenlik denemesi Balcı’nın ortaklaşa yazdığı ustalıklı senaryosu, yine ortaklaşa kotardığı sağlam kurgusu ve Murat Tuncel’in soluk soluğa izlenen görüntü çalışmasına çok şeyler borçlu. Bir de Esme Madra’nın mükemmel Serap yorumunun altını çizmek gerekiyor. Madra’nın sinemamızda az görülen başarılı performansına küçük rollerde usta oyuncular Rıza Akın ve Sema Keçik ile Adana Altın Koza Film Festivali’nde ümit veren oyuncu seçilen Ece Yüksel’in incelikli katkıları eşlik ediyor.

(‘Nefesim Kesilene Kadar’ 30 Ekim tarihinden itibaren ‘Başka Sinema’ salonlarında gösterime giriyor.)

(29 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anadolu’nun Kayıp Şarkıları

Hayatın acımasız çarkı dönmeye devam ediyor. Geçtiğimiz festivalden bu yana yine sevdiğimiz oyuncular, yönetmenler, sinemaya gönül verenler o meçhule doğru yola çıktı. Bu yazıyı hazırlamaya başladığım gün, genç bir sinema emekçisi yönetmen Erhan Tursun (28 Ekim 2015) hayatına son vererek aramızdan ayrıldı. Gittiği yerlerde huzur ve mutluluğa kavuşmasını dilerim.

02 Ekim 2014 tarihinde kaybettiğimiz Behçet Nacaroğlu’nun, sinemamızda çok az emekçiye kısmet olan, yıllarca figüran, yardımcı oyuncu, yapımcı, senarist gibi görevler yaptıktan sonra B sınıfı filmlerin başrol oyunculuğuna yükselme gibi özelliği vardır. Parçala Behçet filminin gördüğü ilgi üzerine kendi adı ile isimlendirilen Behçet Cezayir’de, Bastır Behçet Bastır, Ustura Behçet, Helal Sana Behçet, Namın Yürüsün Behçet, Sev Beni Behçet, Sosyete Behçet, Fırtına Behçet, Zımbala Behçet, Komando Behçet, Behçet Derler Adıma gibi filmlerde oynadı ve sinemamıza benzeri olmayan bir film serisi kazandırdı. 1971 yılında İstanbul’da Üç Maymun Kabare Tiyatrosu’nda profesyonelliğe adım atan Volkan Saraçoğlu (07 Ekim 2014, Habibler Yeşil Yayla) TV.den gelen ününü 46 Numara, Aşkın Bela Halleri, Dartonlar ve Laz Kit, Çakma Hayat gibi filmlerle beyazperdeye de taşıdı.

Düttürü Dünya ile sinemaya geçen Recep Yener (01 Kasım 2014, Şişli Zincirlikuyu) TV dizilerinin şöhret yaptığı bir oyuncumuzdu.

Talat Sait Halman (05 Aralık 2014) ilk Kültür Bakanımız olarak hafızalarımıza kazındı; kızı Defne Halman tiyatro ve sinema oyunculuğu yaparak Halman soyadının kültürümüze saygın katkısını sürdürüyor.

TV dizilerinde de rol alan Oğuz Oktay (22 Ocak 2015) genellikle tarihi filmlerle beyazperdeye geldi. Edebiyatımızın dev ismi Yaşar Kemal’in (28 Ocak 2015) ünlü eseri İnce Memed’i sinema filmi olarak çekmek İngilizlere kısmet oldu ve Abdi Ağa’yı Peter Ustinov canlandırdı. Sinemamızın Yeşilçam dönemi karakter oyuncularının en tanınmışlarından olan Hakkı Kıvanç (29 Ocak 2015) Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii’nden kaldırılarak Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Güzellik yarışmasından sinemaya gelen Gönül Bayhan (06 Şubat 2015), son yıllarını Beşiktaş’ta yoksulluk içinde geçirdikten sonra Ankara’da defnedildi. Sanat müziğimizin unutulmaz sesi Müzeyyen Senar (08 Şubat 2015, Şişli Zincirlikuyu), genellikle kendisini canlandırarak onlarca filmimize renk verdi. Alzheimer hastalığına yakalandıktan sonra vefat eden eşi Erdoğan Tokatlı’ya gösterdiği olağanüstü şevkatiyle hatırlanan ve yardımcı yönetmenlik de yapan Reyhan Tokatlı (16 Şubat 2015), vefatından birkaç ay önce geçirdiği kısmi felce sinemasal etkinliklere katılarak direnmeye çalışıyordu. Türk Sineması konusunda yazdığı inceleme yazılarıyla özel bir okur kitlesine sahip olan Orhan Ünser (26 Şubat 2015, Samsun Asri), hazırlamakta olduğu birçok kitap ve araştırma yazılarını tamamlayamadan kalp kriziyle aramızdan ayrıldı. Aytaç Yörükaslan (26 Şubat 2015), Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Ülkemizdeki pop müziğinin gelişmesine büyük emek veren Erol Büyükburç (12 Mart 2015, Şişli Zincirlikuyu) şöhretinin zirvesinde sinemamızın starlarıyla komedi filmlerinde oynadı, en son rol aldığı ve kendini canlandırdığı Hayalet Dayı filmini izleyemeden vefat etti. Sinemamızın klâsiklerinden Hakkari’de Bir Mevsim’in görüntü yönetmeni olarak hatırlanan ve uzun yıllar yurtdışında yaşayan Kenan Ormanlar’ı (17 Mart 2015, Topkapı Merkezefendi) ani bir rahatsızlık sonucu kaybettik. Ramazan Hergül (22 Mart 2015), yıllarca Çemberlitaş Şafak Sinemaları’nın 35 mm makinelerinin yoldaşı olmuş bir emekçiydi. 1936 yılında doğan Ayla Arslancan’ın (29 Mart 2015) son sinema filmi Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda oldu.

2015 Nisan ayı ilk olarak sinemamızın en ünlü seslendirme sanatçılarından Nevin Akkaya’yı (02 Nisan 2015) aramızdan aldı. Akkaya, uzun yıllar Türkan Şoray, Hale Soygazi, Neriman Köksal, Arzu Okay, Nilüfer Aydan, Piraye Uzun gibi sevilen oyuncularımızın sesi olmuştu. Yüzlerce filmde yüzüne aşina olduğumuz Yavuz Şeker (08 Nisan 2015, Şişli Zincirlikuyu) ve sinema filmlerinde ikinci yönetmen olarak yıllarca çalıştıktan sonra TV dizilerinin aranan yönetmeni olan Tolgay Ziyal (22 Nisan 2015) de Nisan ayında kaybettiğimiz değerler oldu. Aynı ayın 27. gününde ise Görüntü Yönetmeni Orhan Temizkan (27 Nisan 2015, Üsküdar Karacaahmet) ile sinemada Oya Sensev (27 Nisan 2015) adıyla tanınan Sebahat Perinçek sevenlerini hüzne boğdu.

Set çalışanı Musa Karagöz’ün (5 Mayıs 2015) acısı sürerken sinemamızın sevilen komedi oyuncusu Zeki Alasya (08 Mayıs 2015, Şişli Zincirlikuyu), kader arkadaşı Metin Akpınar’ı yalnız bırakarak hakkın rahmetine kavuştu. Ülkemizdeki en büyük yabancı film dağıtımcısı bir şirkette uzun yıllar yöneticilik yapmış olan Mehmet Ünalan (16 Mayıs 2015) İstanbul’da; Cici Can adlı çizgi roman kahramanı, aynı adlı filmde Göksel Arsoy tarafından canlandırılan ünlü karikatüristimiz Bedri Koraman (30 Mayıs 2015) Bodrum’da toprağa verildi. Sanat Yönetmeni Gülcan Anaç (30 Mayıs 2015) ve Behiye Aksoy (31 Mayıs 2015, Şişli Zincirlikuyu), Mayıs ayındaki son kayıplarımız oldu. Taksim’deki ünlü Maksim Gazinosu tarihinde, Zeki Müren’le yarışan tek kadın rakip ses sanatçısı olarak hafızalara kazınan Behiye Aksoy, başrollerinde oynadığı Kederli Günlerim ve Falcı adlı filmler ile de sinemaseverlerin unutamadığı sanatçılar arasına katıldı.

Yaz başında sanat yönetmeni Osman Şengezer (04 Haziran 2015, Feriköy); sinemamızın sempatik kötü adamı Sümer Tilmaç (12 Haziran 2015, Üsküdar Karacaahmet); ilk renkli filmimiz Salgın’ın yapımcısı Ali İpar (13 Haziran 2015) ve başarılı yönetmenimiz Başar Sabuncu (17 Haziran 2015, Fatih Edirnekapı) hayatını kaybetti.

Erkek sinemaseverlere hitap eden Aydemir Akbaş ve Ali Poyrazoğlu filmlerinde kadın kahramanı canlandıran Dolgan Sezer (03 Temmuz 2015, Bodrum Ortakent) ve uzun yıllar ikinci kadın rollerinde başarı gösteren Pervin Par (31 Temmuz 2015, Çeşme Dalyan) Temmuz ayında aramızdan ayrıldılar. Pervin Par, yaşamının son 20 yılını İzmir’de çiçek ticaretiyle uğraşarak, kendi isteğiyle sinema ve TV dizisi tekliflerinden uzak durarak geçirdi.

2015 Ağustos ayı, son iki Antalya Film Festivali arasında sinemaseverlere en fazla acı yaşatan ay oldu; sinemamıza çeşitli dallarda hizmet vermiş 9 sanatçı ve emekçimiz ebediyete intikal etti: Türkülerimizin duayeni, birçok filmimize ses ve görüntüsüyle değer katan Muzaffer Akgün (01 Ağustos 2015, Topkapı Merkezefendi); Akademisyen Oktay Kutluğ (03 Ağustos 2015); Gönül Ceylan Ece (08 Ağustos 2015); oyuncu ve seslendirme sanatçısı Gülçin Akçay (08 Ağustos 2015); Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı kurucu üyelerinden, ressam, gazeteci, yazar, bir senaryosu olan ve bir filmde rol alan Fikret Otyam (09 Ağustos 2015); Prodüksiyon Amiri ve oyuncu Suat Geyik (11 Ağustos 2015); edebiyatımızın usta ismi, sinemamıza yönetmenlik yaptığı filmleriyle değer katan Tarık Dursun Kakınç (11 Ağustos 2015, Çiğli Kabristanı); Suçumuz İnsan Olmak adlı eseri Erdoğan Tokatlı tarafından sinemaya uyarlanan Oktay Akbal (30 Ağustos 2015); oyuncu Yalçın Güzelce (31 Ağustos 2015).

Pınarhisar’lı oyuncumuz Erdinç Olgaçlı (18 Eylül 2015) ile sinema tarihimizin en bilinen set amiri, Godzilla lâkaplı Selahattin Geçgel (22 Eylül 2015, ) Eylül ayının bizden çekip aldığı iki değerimiz oldu. Antalya Film Festivali ve İzmir Kısa Film Festivali’nden Emek Ödülü alan Selahattin Geçgel’e Godzilla lâkabını Metin Erksan verdi.

Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Tomris İncer’in (05 Ekim 2015) kaybı ile başlayan 2015 Ekim ayında sinemamızın unutulmaz klasiklerinden Üç Arkadaş’ın yaratıcısı Memduh Ün (16 Ekim 2015, Bodrum Torba) 95 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sinemamızın sevilen oyuncuları Argun Kınal (06 Ekim 2015, Şişli Zincirlikuyu), Sırrı Elitaş (08 Ekim 2015, Üsküdar Karacaahmet), Olacak O Kadar Levent Kırca (12 Ekim 2015, Şişli Zincirlikuyu) ve Yılmaz Köksal (22 Ekim 2015, Beykoz Kanlıca) Ekim ayında bu dünyadan göçüp giderek sinemamızın unutulmayanları ve unutulmayacakları arasına adlarını yazdılar. Son yıl içinde kaybettiğimiz sinema emekçi ve sanatçılarımızın çoğu Şişli Teşvikiye ve Üsküdar Şakirin Camileri’nden Şişli Zincirlikuyu ve Üsküdar Karacahmet Mezarlıkları’na defnedildiler; mekânları cennet olsun.

Not: Bu yazı 52. Uluslararası Antalya Film Festivali kitabında yayınlanmıştır.

(28 Ekim 2015)

Sadi Çilingir

Atilla Dorsay’ın Objektifinden Yeşilçam’dan 100 Portre

“Işık artı zaman eşittir sinema” tanımı, birçoğu gibi benim için de belirleyicidir. Çünkü yaşam da zaten ışık artı zaman değil midir, bir bakıma. Atilla Dorsay, “Efsaneler ve Renkler” sergisi ve “Yeşilçam’dan 100 Portre” kitabıyla benim bu yaklaşımıma destek oluyor.

Sözlü tarihin görsel yansıması…

Hepimiz biliriz ki, resmi tarih hep bir şeyleri gizler, bir şeyleri abartır veya yüceltir. Dolayısıyla da bazı ‘gerçek’leri bilebilmeniz olanaksızdır neredeyse. Çok yıllar sonra araştırmacılardan okumanız gerekecektir, tabii, sizin ilginiz dağılmamışsa…

Atilla Dorsay, 1970’li yıllardan beri tanıdığı, biraraya geldiği, bir şekilde fırsat bulup fotoğrafladığı -kendisi, resimlediğim diyorsa da- ulusal ünlülerden seçilmiş 100 portreyi biraraya getirmiş. Bir anlamda kişisel sinema tarihinin bir kısmını çıkarmış. “Yeşilçam’dan 100 Portre” kitabı, aynı zamanda Karaköy’deki Saint Benoit Lisesi’nde 22 Ekim – 30 Kasım tarihleri arasında “Efsaneler ve Renkler” adıyla da sergileniyor. Onca yıl içinde birikmiş yüzlerce fotoğraf arasından bir adet seçmek gerçekten güç iş. “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük” diyor ya Cemal Süreya, şiirce… Atilla Dorsay da besbelli hangisini seçsem kaygısıyla günler geçirmiş.

Kötü makine…

İlk fotoğraf makinesinin pek de iyi olmadığını, teknolojik gelişmeyle doğru orantılı olarak çok daha iyi fotoğraflar çektiğini anlatan Dorsay, “Gerçi resimlerle oynamayı, kadrajları değiştirmeyi, fotoşop yapmayı hiç sevmedim ve istemedim” diyor; ancak yine de “…bir fotoğraf -özellikle benim ilgilendiğim portreler- belli mekânlarda, belli koşullarda, belli bir ışık altında yakalanmış insan yüzleridir ve yapılacak olan, o koşullarda en iyisini çekmektir: ışıklarla, mesafeyle, objektiflerle sonsuza dek oynamadan, kadrajınızı artık içgüdüyle bularak, yüzün anlamlarını o kısa saniyeler-saliseler içinde olabildiğince yakalamaya çalışarak…” (sunuş yazısı) koşullar ne olursa olsun gösterdiği özeni vurgulamaktan da geri durmuyor.

Küçük bir not eklemek istiyorum, sinemanın özellikle de Yeşilçam’ın en üstün özelliklerinden biridir görüşlere değer vermek. Sergilenen karelerle kitapta yer alanlar arasında teknik oynama farkı var. Atilla Dorsay, sergi açılış konuşmasında da sözünü etti: Fotoğrafları basan arkadaşların küçücük “hile”lerine göz yummuş. Böylelikle hem o (genç) arkadaşlar kırılmamış hem de fotoğrafların farklılıkları ortaya çıkmış stüdyo çekimlerinden.

İyi anlatım…

Hemen hepimizin çok yakından -rolleri gereği- tanıdığımız ama içyüzlerini bilmediğimiz ünlüleri temiz ve saf halleriyle Atilla Dorsay’ın gözünden görüyoruz, gerek sergide gerekse kitapta.

Birçoğu belki de -özellikle oyuncular- beğenmeyebilir bu fotoğrafları ama apaçık bir şekilde hem o anki duygularını hem de iç dünyalarını yansıtıyor, istisnasız tümü. Atilla Dorsay, sinema yazıları kadar başarılı fotoğraf çekiminde de…

Yine de ben, kitapta her portre ile ilgili yazdığı küçücük notlarla o fotoğrafların daha bir anlamlandığı düşüncesindeyim. Kaçınmadan, gizlemeden ama magazinleştirmekten özenle kaçınarak aralarında yaşananlara da değindiği o notlar, sinemamızın ünlülerinin yalın halleridir aynı zamanda.

Lütfi Akad’dan Vedat Türkali’ye Safa Önal’dan Feyzi Tuna’ya yönetmen ve senaristlerden tutun Türkan Şoray’dan -ki en büyük aşkıdır Atilla Dorsay’ın, kim ne derse desin- Fatma Girik’e, Çolpan İlhan’dan Gülsen Tuncer’e oyuncular yer alıyor sergide ve kitapta. Tabii, genç kuşak da var. Derviş Zaim, Mahsun Kırmızıgül, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve diğerleri…

Adlarını sayamadım ama aralarında yaşanan belki küçük ama unutulması imkansız çekişmelerle yer alan yönetmenler ile oyuncular bu “ansiklopedik olmayan” kişisel bir bakış sergileyen deneme tadındaki notlarla biz izleyicilerin gönlünde yerlerini sağlamlaştırıyorlar.

Objektifine ve kalemine teşekkürlerle Sevgili Dorsay…

(25 Ekim 2015)

Korkut Akın

Mustang

Bir hayat nasıl karartılır?

Yemyeşil bir dağ, masmavi bir deniz; cıvıl cıvıl, kanı kaynayan, oynaşan, ağız dolusu gülen çocuklar… bunlar bir kefesinde hayatın. Diğer kefesinde mahalle baskısı, zorbalık, tutuculuk, ‘eller ne der’ tedirginliği, ‘hanım yaptı kaza oldu, halayık yaptı ceza oldu’ anlayışı…

Ülkemizin her karesinde olduğu gibi tutuculuk, buna da bağlı olarak mahalle baskısı, dolayısıyla da zorbalık öne çıkıyor “Mustang”de… Anne babası ölmüş, babaanne ve amca cenderesi arasında sıkışmış beş genç kızı tanıyoruz filmde. Filmin bir mesaj verme derdi yok, yönlendirmiyor da izleyiciyi… sadece durum tespiti yapıyor, saptıyor ve sunuyor. Artık siz ne alırsanız…

Hayat, bir bütün…

Ankara’da patlayan bomba ile yaralananlara, ‘son nefesinizi de biz alacağız’ dercesine gaz sıkanlardan hiçbir farkı yok ailenin. Duygu yoksunu, empati gibi bir derdi olmayan babaanne ve amca. Varsa yoksa kendilerine bir şey demesinler… Gençlerin onca çaba harcamasına, kendilerini var etme mücadelesine engel olsunlar, gerekirse baskı uygulasınlar o kadar. Ülkemizin hemen her köşesinde izleyegeldiğimiz bir toplumsal gerçeklik yansıyor “Mustang” ile beyaz perdeden.

O beş genç kız, birer birer “suç” işliyorlar. Sahi, bizim ülkemizin dışında nerede suç sayılıyor gülme, hayatın tadını çıkarma?

Pozitif ayrımcılık

Yönetmen, genç kadın penceresinden bakıyor yaşananlara… öyle de bakmalı. Senaryoyu çok iyi kotarmış. Rejisi de sakin -giderek hareketleniyor, filmin dramıyla doğru orantılı- temiz ve yalın. Yeşilçam deyimiyle atraksiyonlara girmiyor, oyun oynamıyor. Tavrı net.

Yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in ilk filmi olduğuna inanmak zor, doğal mekânda, aynı doğallıkla oynayan genç oyuncularla (bu arada hemen belirtmeliyim, Saraybosna ve Uluslararası Sakhalin Film Festivali’nde oyuncu ödüllerini hak etmiş kızlar… filmin kazandıklarını da unutmamalı) rahat çalışmış. “Soğukkanlı geçiş” diyebileceğimiz yerler var. El halılarının değeri simetrinin bozukluğuyla ölçülürmüş, buna da bağlı olarak göze çarpmayan hatalar hoş görülüyor.

Bir hayat niye karartılır?

Bir yandan kızların yaşamını mahvetmeye soyunan mahalleli, bir yandan da onları kurtarmak için mahallenin elektriklerini bile kesmeyi, direklerdeki yükselticileri kırmayı göze alabiliyor. Tipik Anadolu insanı tavrı; kaypak ve sürekliliği olmayan… İçleri gidiyor aslında onların da… kızlarla birlikte kendi kurtuluşlarını görüyorlar onların yaptıklarında ama yine de engel olmayı görev biliyorlar.

Belirleyici noktalardan biri “bekâret”. Kuşkusuz öyle kolay dillendirilebilen bir şey olmasa da kızlar, açık yüreklilikle saflarını belirlemiş. Ailelerin takıntısı olan bu “bozulma/bozulmama’ durumuna, gerdekten apar topar doktora götürülen kız yanıt veriyor (öncesinde bütün kızlar götürülmüştü muayeneye ama bu acı, acının da acısı). Bundan çıkarmamız gerekenler var, en azından gelecek kuşakları benzer sıkıntılarla yüz yüze getirmemek için.

Sakin akan filmde, rejiden çok senaryo öne çıkıyor, üzerinde çalışılmış. Yönetmen de senaryonun ritmini filme yansıtmış. Son dönemde, gerek yerli gerekse yabancı filmlerde, bir türlü bitmeme hastalığı görüyordum. Bu kez film, dozunda ve zamanında bitti. İzlerken ama en çok da salondan çıktıktan sonra yaşamınızla karşılaştırırken bulacaksınız kendinizi.

Mustang, yönetmen Deniz Gamze Ergüven, oyuncular Güneş Nezihe Şensoy, Doğa Zeynep Doğuşlu, Elit İşcan, Tuğba Sunguroğlu, İlayda Akdoğan, Nihal Koldaş, Ayberk Pekcan…

(24 Ekim 2015)

Korkut Akın

Mustang ya da Bir Başkaldırı Öyküsü

Gencecik bir yönetmenden ilgiye değer bir ilk film ‘Mustang’. Fransa’nın tanınmış sinema okulu ‘La Fémis’ mezunu Deniz Gamze Ergüven’in çalışması adını Batı Amerika’nın vahşi atlarından almış. Karadeniz’in yemyeşil cennetinde bir sahil kasabasında yaşayan beş kızkardeş vahşi batının başına buyruk atları gibi özgürce yaşamak istiyorlar genç kızlıklarını. Lakin özgür doğayı zincir altına almak isteyen töreler ve yasakların vücuda gelmiş hali babaanne ve yörenin diğer kadınları ile erkek egemen baskının sembolü amca buna izin vermeye niyetli değildir. Yöre gençlerinin kızlı erkekli oyunları bardağı taşıran son damla olur ve on yıl önce anne ve babalarını kaybetmiş beş kardeşin yaşadığı ev yüksek duvarlar ve parmaklıklarla çevrili bir hapishaneye dönüşür.

Bu esirlik süresince torunlarını iffetli (!) bir ev kadını olarak yetiştirmeye çalışan babaaane, gece vakti kıymetli oğlunun pervasızca odalarına daldığı torunlarını başlarına bir kaza gelmeden evlendirme derdindedir. Kızların kimi gönüllü kimi gönülsüz başka evlere gelin gittiği sürecin tanığı olan en küçük kardeş ise bu gidişe dur deme cesaretini gösterecektir.

‘Mustang’ adını aldığı yaban atları gibi enerjik, asi ve denetimsiz bir film. Çekiciliği tam da bu deli enerjisinden kaynaklanıyor. Filmin çekildiği İnebolu yöresinin örf ve adetlerine ya da genç karakterlerin şehirli kızlar gibi duruş ve davranışlarına, hatta abartı ve klişelere pek fazla aldırmadan yoluna devam eden Ergüven’in
hedeflediği evrensel bir başkaldırı hikâyesi. Kızların yaşadığı evin giderek kapanması, parmaklıkların yükselmesi ve sıklaşmasıyla tam bir kapalı cezaevine dönüşmesi o güzelim doğa içinde insanların ne denli karanlık bir zindanda yaşadıklarını simgelemesi açısından son derece etkileyici. Arada hoş şeyler de olmuyor değil. Kızların yalnızca kadınların seyircisi oldukları futbol maçına kaçışları ya da teyzenin erkekler takımı bunu fark etmesin diye yörenin elektrik trafosunu sabote ettiği ferahlatıcı anlar uzun sürmüyor gerçi.

Bin kilometre uzaklıktaki İstanbul’a kaçış da bir çözüm değil kuşkusuz. Ama masal bu ya, başkaldırmak gerekiyor. Evdeki bilgisayar, cep telefonu benzeri dış dünyayla iletişimi sağlayan tüm araç gereçleri, rengarenk giysileri, hatta isyancı kadının çıplak göğsü yüzünden Delacroix’nın 1830 devrimini tasvir eden ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük / La Liberté Guidant Le Peuple’ resmini bile yok eden zihniyete dur demek gerekiyor.

Fransız sermayesiyle çekilen ve hoş bir sürpriz olarak Fransa adına en iyi yabancı film Oscar’ına aday adayı gösterilen ‘Mustang’ birbirinden yetenekli beş genç oyuncusu, David Chizallet ve Ersin Gök ikilisinin etkileyici görüntüleri ve Warren Ellis’in western tınıları taşıyan özgün müzik çalışmasından büyük destek alan ilgiye değer bir çalışma. Küçük kızların, genç kadınların artık büyük bir kasabaya dönüşmüş İstanbul’daki yaşam kavgasına Ergüven’in merakla beklediğimiz bundan sonraki işlerinde tanık olmayı bekliyoruz. Böyle bir hikâyeyi konu edinen başka bir genç sinemacının Emine Emel Balcı’nın Dardenne kardeşler etkisi taşıyan ilk filminin önümüzdeki hafta gösterime gireceğini de bu vesileyle müjdeleyelim. Bir işçi kızın İstanbul varoşlarında hayatta kalma mücadelesini soluk soluğa anlatan ‘Nefesim Kesilene Kadar’ı beklerken ‘Mustang’ın özgürlük çığlığına kayıtsız kalmayalım.

(23 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hepimiz Kısmetin Elindeyiz

Woody Allen’ın Dostoyevski ile atışması devam ediyor. Halen gösterimde olan ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’ Amerikalı yazar yönetmenin tanınmış Rus edebiyatçısına cevaben çektiği filmlerin şimdilik sonuncusu. Aklı herşeyin üstünde tutan rasyonel düşüncenin ağır sorumluluğunu yüklenmiş insanoğlu’nun ahlâk ve vicdan sorunsalını dile getiren Dostoyevski’ye yanıt olarak ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık’ olduğunu savunur Allen.

İyi ile kötüyü ayırdetme sorumluluğunu insanın omuzuna yükleyen sinemacı, Dostoyevski’den farklı olarak adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade eder. Kariyerinde önemli bir yer tutan suç ve ceza öykülerinden 1989 yapımı ‘Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler’in tanınmış bir göz doktoru Judah Rosenthal din adamı babasının telkinlerinden ziyade ‘kişi ahlâki değerlerin kendisini rahatsız etmesine izin vermediği sürece özgürdür’ diye buyuran May hala’nın yolunu takip eder. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2003 yapımı ‘Match Point / Maç Sayısı’nda bir topun fileye çarpıp çarpmayacağına ya da sözü geçen filmde sık sık kullandığı ‘şans ya da kısmet’e bağlar herşeyi.

Bahsi geçen her iki filmde de cinayetten sorumlu olmayan eski sabıkalıların üzerine yıkılır suç. Ancak gerek doktor Rosenthal gerekse hırslı tenis hocası Chris Wilton olanların ardından pırıl pırıl parlayan güneşle birlikte güvenlikli yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler. Woody Allen’ın akılcılığı reddeden evrenindeki
Raskolnikov’u (ya da filmin özgün adının daha doğru çevirisiyle rasyonel olmayan adamı) bu kez bir felsefe profesörü. Zulasında tek malt viski ve içki göbeğiyle salınan küstah Abe yaz dönemi felsefe programı için Rhode Island’daki küçük üniversite kampüsüne teşrif ettiğinde kadınların onu ‘felsefeye viagra etkisi’ kıkırdamalarıyla karşılaması boşuna değildir. Pervasızdır Abe. Felsefenin teorik düzeni ile gerçek hayatın farklılığını vurgular sürekli. Kant’ın yalana yer açmayan ahlâkçı felsefesiyle kafa bulur. Daha da ileri giderek felsefe bilimini ‘sözel mastürbasyon’ olarak takdim eder.

Ancak vurdumduymazlığın ardında büyük bir depresyon taşımaktadır kırklı yaşlarının başındaki öğretim üyesi. 12 yaşında çamaşır suyu içerek intihar etmiş anne travmasına yakınlarda Irak’ta yitirdiği yakın arkadaşının kaybı eklenmiştir. Ne her türünü denediği uyuşturucular ne de güvenilir ağrı kesici olarak tanımladığı cinsel tatmin ona yetmemektedir artık. Tesadüfen şahit olduğu yakınma yaşamına anlam getirecek bir nedene dönüşür aniden. Savunmasız genç bir kadının çocuklarının velayetini almak
için önündeki engeli, yargıç Spengler’i ortadan kaldırma fikri yeniden ayağa kaldırır onu. Kimsenin kendisinden şüphe etmeyeceği kusursuz cinayet eylemi dünyayı değiştirmek için yola çıkmış ama şimdilerde iktidarsız bir adama dönüşmüş profesörü hayata döndürecektir. Cinayet eylemi yaratıcılığının önündeki engellerin kalkmasını, görüntüler, sesler, şarabın tadı ve yaşamın zevklerinin geri gelmesini sağlayacaktır. Lakin Woody Allen’ın düşüncesine göre herkes kısmetin elindedir. Abe’in şansı doktor Rosenthal ya da genç tenis hocası denli yaver gidecek midir. Bunun yanıtını seyir keyfini bozmamak için izleyiciye bırakalım, ‘Maç Sayısı’ndaki şans objesi yüzüğün yerini bu kez basit bir ‘el feneri’nin aldığını söylemekle yetinelim.

Woody Allen’ın kendine özgü dünya görüşünün katıksız bir temsili ‘Mantıksız Adam’. Sinemacının Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı ya da Hannah Arendt kaynaklı ‘kötülüğün sıradanlığı kavramı’nın delil teşkil teşkil ettiği bu uçarı suç öyküsü bukalemun oyuncu Joaquin Phoenix’i doyumsuz Abe kompozisyonunda izlemek için de bir fırsat.

(15 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gelecek Gerçek Oldu…

Sanatın uzak görüşlü olduğu çok eskilerden beri bilinir. Yerçekimi yasasının Newton’dan çok önce bir şiir dizesinde yer aldığı, o dizeden yola çıkan Newton’un da çalışmalarını o alana yoğunlaştırdığı anlatılagelir.

Geleceğe ışık tutan, geleceği gösteren sanata bir diğer örnek de Leonardo Da Vinci’dir. Sanatçıdır ama Paris için çizdiği kanalizasyon hâlâ kullanılmaktadır ve daha 200 yıl daha kullanılacak kadar da geniştir.

Sinema geleceğe ışık tutar…

Geçenlerde oğlumla sohbet ederken “Nasıl yani, sen çocukken evinizde televizyon yok muydu” diye şaşırdı. Televizyonun olmadığı bir dünyayı hayal bile edemiyordu oğlum. Belki de bizim kuşağın okuduğu kitaplar ve izlediği filmlerle çıktığı düş yolculuklarını bitiren unsurlardan biriydi televizyon… Teknolojinin uygarlığın tüm zamanlarından daha bir hızla ilerlemesi hayal edilecek bir şey bırakmadı çocuklarımıza…

Ancak buna da bağlı olarak belki de bizim kuşağımızdan çok daha bilgili yaşına oranlarsak. Çünkü her şeyi görüyor, her yeri tanıyor sanal da olsa. Ama yine de sinema (kim ne derse desin daha bir sanat, çünkü daha bir uğraş gerektiriyor, daha bir özenli oluyor insanlar) hepsinin üstünde. Sinemadan aldıklarınız ile televizyon kıyaslanamaz bile…

Gelecek de gelecek…

Robert Zemeckis, Bob Gale ile bir öykü yazar. Steven Spielberg babalarından gelen bir dostlukla iki arkadaş tarafından yazılan bu öykünün film olabileceğine inanır. Sadece biz değil, tüm dünya izler, dahası ABD Ulusal Film Arşivi’ne alınır Geleceğe Dönüş.

Geleceğe Dönüş, 1985 yılından 1955 yılına dönmeyi sağlayan bir zaman makinesini anlatır. Çok beğenilen filmin ikincisi hemen yapılır: Geleceğe Dönüş II. 1989 yılında yapılan bu filmde 2015 yılını görürüz. Hem de tam günümüzü… İsterseniz tamı tamına söyleyelim: 21 Ekim 2015.

Filmin ilkinde “geri” gidildiği için, önemli bir şey yoktur göze çarpan… Ama ikincisinde, olasılıklar girmiştir devreye. O olasılıkların ne kadarı gerçekleşti acaba?

Sayalım…

Görüntülü konuşma ve sesli komut; anımsarsanız, en ilgiciydi filmdeki olasılıkların. Çoktan gündeme geldi, çocuklar bile kullanmaya başladı.

3D (üç boyutlu) film için gözlükler; vardı aslında da yaygınlaştı. Kimse garipsemiyor artık.

Pos cihazları; kredi kartı kullanımı yaygınlaştıkça hemen her satıcının sürekli yanında taşıyabileceği boyutta ve nitelikte pos cihazları hayatımıza girdi.

Uçan kameralar; eskiden fly kamera deniyordu, ama artık ‘drone’ adı veriliyor, öyle çoğaldılar ki havaalanlarında uçakları bile tehdit ediyorlar.

Ekranlı masalar vardı bir de, artık hemen her yerde var, dünyayı gözlerimizin önüne seriyor, internet ile birlikte.

Havaalanlarını anımsar mısınız? Tabelalarda harfler teker teker dönerek değişirdi, ahenkli bir ses çıkararak. Hepsi elektronik ve akıllı, daha doğru deyişle interaktif oldu, yani siz bile müdahale edebiliyorsunuz… Filmin gönderme yaptığı ışıklı tabelalar hemen her yerde artık.

Parmak izli kilitler; güvenlikli olduğu için işyerlerinde önemli odalarda, hatta otellerde bile kullanılıyor.

Ustalar ve garsonlar…

Geleceğe Dönüş II filminin en önemli olasılıklarından biri robot garsonlardı, diğeri de otomatik bakım ve tamir servisleriydi. Her ikisi de hâlâ hayal. Hâlâ garsonlar “ne vereyim abime” diyor, göbekli ustalar hâlâ bellerinden düşen pantolonlarından ‘çatal’ gösteriyor, ister istemez.

Tabii, uçan araçlar da yok. Çalışmaların sürdüğü haberini vereyim de içimize su serpilsin hiç değilse…

Aynı şekilde kendiliğinden bağlanan ayakkabılarla, otomatik olarak kuruyan giysiler de yok, ne yazık ki. İnsanlar kravattan kurtulmak için ellerinden geleni yaparlarken “çift kravat” pek mümkün gözükmüyor, uçuk moda podyumları dışında…

Yönetmene değilse de yapımcıya bir nevi selam niteliği taşıyan Jaws 19 filmi de yok. Çünkü en son Jaws 4’ü izledik, istenilen box-office tutturulamayınca devamı gelmedi…

Avukatlık…

Aziz Hatman, devletin olmadığı bir dünyayı yazmış ve bir cinayet duyurusunda karşı karşıya kalınan güçlük(!)leri anlatmış “Son Teşebbüs” (esenkitap, 2015) romanında. Nasıl zorluklar yaşanıyor, nasıl belirsizlikler var, neler düşünüyor insanlar… şaşırtıcı. Aynı şekilde Geleceğe Dönüş II’de avukatlık kurumu yok olmuştu. Yani Zemeckis ile Gale abartmışlar 2015’i.

Şimdi kendinizi Zemeckis ile Gale’nin yerine koyun, bir de Spielberg’in ve kıyaslayın günümüzü… Tabii, ileri de gidebilir, kendi Geleceğe Dönüş’ünüzü yazabilir, çekebilirsiniz.

(14 Ekim 2015)

Korkut Akın