Kategori arşivi: Yazılar

Veysel Atayman İçin İlk Söz

Hayatının son üç-dört ayını, bir gün böylesi bir yazıyı kaleme alma olasılığı nedeniyle kâbuslar görerek geçiren biri için, onu anlatabilmek çok ama çok zor… Evet, Veysel Hoca yok artık! Saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamadığımız, hemen her gece koca bir ülkeyi, siyaseti, sanatı, sinemayı ayağa kaldırıp yeniden yerine oturttuğumuz o doyumsuz sohbetler yok! Kim bilir, belki de ikimizin de “hayatımın filmi” dediğimiz, varlığından habersiz olanları, onu küçümseyenleri tabir-i caizse “adam hesabına koymadığımız”, -diğer bütün Kubrick filmleriyle birlikte- “Barry Lyndon”ın da bir anlamı yok…

*****

Hoca ile ilk karşılaşmam, ezber bozan bir derleme olan “Şiddetin Mitolojisi” ile tanışıklığımdan çok sonraya rastlar. 2006 sonlarıydı yanlış hatırlamıyorsam; Taşrada bir sinema dergisi projesi olan Modern Zamanlar için tartışmaya başladığımız ilk günlerdi. Yayın Kurulu’ndan bir arkadaşımız, ağabeyi aracılığıyla tanıştığı Atayman’ın dergi için özel bir yazı kaleme alabileceğini söylemişti. Temelleri 25. Kare’de atılan o muhteşem yazıda, Şarlo’dan Şaban’a sinemanın ölümsüz komikleri masaya yatırılıyordu. Hoca’nın her zamanki mütevazı tavrıyla, hakkında en küçük bilgi sahibi olmadığı bir dergiye imzasını koymasının anlamı çok büyüktü bizim için; hele bir de, adı sanı duyulmamış “büyük” sinema akademisyenlerinin, “yazılarınızı bir inceleyeyim, projede yer alıp almayacağıma öyle karar vereceğim!” dedikleri bir ortamda. Hemen sonrasında derginin yayın danışmanlığını üstlenen Veysel Hoca, bir taraftan birbirinden önemli yazılara imza attı, diğer yandan da yerinde uyarılarda bugüne ulaşmamızı sağladı. Coppola övgüsü yaptığı için sağlam bir zılgıt yiyen dostlarımız da oldu aramızda, hiç beklemediği anda onun övgüsüne mazhar olanlar da! Hepsi bir yana, 36 sayı ve on yıla yakın bir zamana yayılan dostluğumuzda benim için gerçek bir okul oldu Veysel Hoca.

Sözünü ettiğim mütevazı tavır dışında en çok çalışkanlığı ve paylaşım duygusuna hayran oldum. Oyunlarının çevirisinde dahi büyük noksanlıklar bulunan Tennesse Williams, 60’ların karşı kültür hareketinin gerçek birer örneği olan Arthur Penn ve Marlon Brando, “biçimsel” bir çerçeveye hapsedilmesine şiddetli bir itiraz olarak da okunabilecek Angelopoulos yorumları ve elbette Stanley Kubrick derlemeleri, -bir araya getirdiğimizde henüz okuyamamış dostları da şaşırtacak biçimde- sinema literatürümüz için birer ilk oldular. (2009’un bahar aylarında, tam da sinema yazınında 40. yılı geride bıraktığı bir anda, kendisi için özel bir sayı yapma teklifimizi “kibarca” reddetmiş ve bütün bir dergiyi kapsayan Kubrick Özel Sayısı’nın kendisi için yeterli olacağını söylemişti. Görevimizdir; bu çalışma da bir gün okurla buluşacak.)

*****
Sadece yarım saatlik bir sohbetin sonunda, hayatınıza giren en keyifli adamlardan biri olduğunu hemen anlardınız Veysel Hoca’nın. Evet, sevgili Enis Rıza’nın da dediği gibi filmlerle yaşar, onları yaşamının bir parçası haline getirirdi. (Daha birkaç ay önce, film üzerine düşündüğü günlerde, gittiği yayınevindeki sekreter kızın ayağındaki halkaya uzun uzun bakıp “Lolita’nın taktığına çok benziyor”, dediğini anlatmıştı. Etraftakilerin şaşkın bakışlarının ardından “70’imden sonra beni yanlış anlayacaklar” deyişini ve bu duruma dakikalarca güldüğümüzü hüzünle anımsıyorum bugün.) Ama onu sadece bu yönüyle anlatabilmek olanaksız olur. Her şeyden önce sokaktan biriydi, “dışarıyı” çok iyi tanıyordu. Yakınından bile geçmediğiniz hipodromları kırk yıldır tanıyormuş gibi ayrılırdınız yanından. Futbola ilişkin analizlerine kulak misafiri olsanız, yorumcuları dinlemek için televizyonun düğmesine basmaya dahi yeltenmezdiniz. Kusursuz bir Türkçenin yanında, tamamen haklı olduğu durumlarda çok da iyi küfrederdi!

*****

Sevgili İlkin ile birlikte iteleye kakalaya, “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”ni tamamlamaya ikna ettiğimiz günlerdi. Bir akşamüstü beni arayıp “kapağına imza atmazsan hayatta kabul etmem” deyişiyle hayatım bir kere daha yön değiştirdi, aylar süren yazma sürecimiz başladı. Gün içinde sayfalar dolusu yazıyor, birbirimize ödevler veriyor, sonra akşam saatlerinin gelmesini ve birbirimize “günün raporunu” sunmayı iple çekiyorduk. Birbirini canlı olarak sadece iki saat görmüş olan iki insanın günlük telefon konuşmaları, ortalama iki saat sürüyordu. Hayattan kopmuş gibiydik; bazen “Kahraman Şerif” gibi yalnız, bazen Harold Lloyd’un teknolojiyle imtihanındaki gibi sakar, geçip gidiyorduk yaşamın kıyısından. Bu dönemde, iki gün üst üste bankamatikten para almayı unuttum; o da, Açık Radyo’daki söyleşisine -tarihleri karıştırıp- bir hafta önceden gitmiş, kimseyi bulamayınca çalışanları bir güzel azarlamıştı! Aklımız Bogie ve Renault’da kalmıştı bir kez!

Haziran coşkusunun suskunluğa dönüştüğü bir yerlerde, -o, arada “yaramazlıklar” yapsa da- gündelik siyaseti konuşmayı yasaklamıştık birbirimize. Arada bir, en çok da kitabın “Korku” bölümünü yazarken, bütün bu yaşananların hiç de şaşırtıcı olmadığına ikna ediyorduk kendimizi, hepsi o kadar! Woody Allen gibi kaçmanın hiç de kolay olmadığını; Capra’nın, Ford ve Hawks’un farkına varmadan kendinizi sinema entelektüeli olarak tanımlamanızın ne kadar boş olduğunu; kitsch’in sinemasal karşılığını bulmanın o derin anlamını konuşmak, her şeyden önemliydi! Bir gece geç saatlerde beni arayıp; Maggio’nun, Prewitt’in kollarında can verdiği sahneyi bütün gün aklından çıkaramadığından söz etmiş (“İnsanlar Yaşadıkça”) ve o anın ne kadar etkili olduğu üzerine dakikalarca sohbet etmiştik. Melodram’ın alt sınıfların intikamı anlamına geldiğini bana öğrettiğinde, olasılıkla tüm sinemasal bilgilerime reset atmanın zamanının geldiğini kavramıştım!

Son bir projemiz daha vardı Hoca’yla: Aralarında Enis Rıza, Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner ve Engin Ayça gibi “eskimeyen dostların” bulunduğu isimlerle bir araya gelip Türkiye’de sinemanın tarihini; Muhsin Ertuğrul’u, Erksan ve Refiğ’i, -aslında yanlış bir yere oturttuğunu düşünerek öfkelendiği- Sinematek’i (“İtalyan yeni gerçekçiliğinin yolunu izleyeceğimize Yeni Dalga’ya takılıp bok ettik!!!”), birilerinin “Yeni Türkiye’sine” benzettiği son dönemin “sanat” sinemasını tartışacaklar ve ben de çalışmanın editörlüğünü üstlenecektim.

Olmadı…

*****

Sırt ağrılarından şikayet ettiği; ama tüm ısrarlarımıza rağmen bilgisayar masasından kalkmaya razı olmadığı (“vasiyet kitabı gibi bir şey bu kitap, tamamlamadan olmaz!”) günlerden birinde, Western bölümü için uzunca bir Clint Eastwood yazısı kaleme almıştım. Şiddetle karşı çıktı. Bu, yalnızca kitabın değil, yaşamımızın son on yılının da ilk tartışmasıydı. Eastwood’un temsiliyeti ve muhafazakârlığına öfkeyle tepki vermiş, kitaba dahil olmaması gerektiğini uzun uzun anlatmıştı. Telefondaki öfkeli sesin, Fritz Lang veya Riefenstahl hakkında günlerce konuştuğumuz Veysel Hoca’ya ait olmadığını hemen anlayıp, sevgili eşi Zeynep Abla’yla konuştuğumu anımsıyorum. Zorlayarak da olsa hastaneye götürme vaktinin geldiğine hemfikir olmuştuk; ama sonraki dönemde, bir dostun da dediği gibi “nasıl yaşadıysa öyle gitmeyi” tercih etti. Son günlerinde yeterince vitamin almadığına, beslenmediğine yönelik eleştirilerimize, ilaçlarını düzenli kullanmayışına olan sitemimize tebessüm etti sadece, hepsi o kadar. (Sözün bu kısmında, Rekin Teksoy’umuzun son döneminde olduğu gibi her an yanı başımızda olan ve tedavi sürecini elinden geldiğince yönlendirmeye çalışan değerli dostumuz, Modern Zamanlar’ın Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de üstlenen Prof. Dr. Akın Yıldız’a teşekkürü borç bilirim.)

Son günlerin en güzel yanı, son sohbetlerimizden birinde de söylediğim gibi, aslında ne kadar sevilip sayıldığını “dünya gözüyle görmesi” olmuştu. Şöyle yazmıştı 14 Aralık 2015 tarihli mesajında: “Ne yaşadığımızdan çok, o şeyleri nasıl yaşadığımız önemli… Son iki üç hafta içindeki ilgiler, samimi kaygılar (saymakla bitmez lisansüstü ve seksenli yıllar lisans öğrencilerim -hepsi öğretmen şimdi-), zincirleme bilgi aktarışları, bastırmaya çalıştıkları endişeler vb. Hepsi bir yana, insan dünyayı kurtarma ütopyalarının rafa kaldırıldığı şu son otuz yılda ‘söylemek istediğimiz ne kaldı?’ diyor.”

Daha çok şey vardı söylenecek, kuşkusuz ve bu tarihi yük şimdi bizim omuzlarımızda. Cenazesinde gözyaşlarıyla onu uğurlayan meslektaşları ve öğrencileri, yalnızca büyük bir akademisyen ve yazarı değil, hayatlarını değiştiren ender insanlardan biri olarak çok sevdikleri bir dostlarını da uğurlamanın hüznü içindeydiler. Bu, “insan ne için yaşar?” sorusuna öyle güzel bir yanıt anlamına geliyordu ki…

Eline alamamış olmasına karşın, tamamlanmış ve baskıya yollanmış olmasından büyük mutluluk duyduğu “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”nin ilk cildi önümüzdeki günlerde okurla buluşacak. Modern Zamanlar’ın Mart sayısında o güzel yazılarından özenle hazırlanan bir seçkiyi bulacaksınız. Sırada diğer dosyalar ve projeler var. Bunlar, yazının başlığında da belirttiğim gibi Veysel Atayman için söylediğimiz henüz ilk sözler.

Sonsözü söylemek için katetmemiz gereken daha çok yol var.

NOT: Geçtiğimiz Aralık ayında, 52. Altın Portakal’da karşılaştığım SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Yönetim Kurulu’ndan bir arkadaşa, sinema yazınına neredeyse 50 yıl boyunca emek vermiş Veysel Hoca’yı Onursal Üye olarak derneğe davet etmek için sınırlı bir zaman kaldığı uyarısını yapmış ve ondan da konuyu birkaç gün içinde yapılacak Yönetim Kurulu toplantısında gündeme getireceği yanıtını almıştım. Bu ülkede felsefe, dil, spor ve sinema üzerine düşünen birçok insanın yaşamına derin izler düşürdü Veysel Atayman. Dernek içinse vakit kalmadı ne yazık ki…

(25 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Postmodern Sinemanın Dehlizlerine Girmek: David Lynch

Sinemanın büyük ustası Amerikalı David Lynch’in, tam anlamıyla loş yollarda yönleri kaybettiren “Kayıp Otoban” ve “Mulholland Çıkmazı” filmleriyle yolları kaybettirmek.

“Kayıp Otoban…”

David Lynch’in, içinde kaybolunan 1996 yapımı sinemaskop “Lost Highway-Kayıp Otoban”, gizem yüklü ve gotik atmosferli bir suç filmi. Rüyalarla kâbusların ortasında gerçekliğin bulanıklaştığı zihinsel kaos filmi bu. MK2’nin sunduğu filmin senaryoyu yönetmenle beraber yazar Barry Gifford yazmış. Müzikleri de, yönetmenin kadim bestecisi Angelo Badalamenti yapmış. Ama fonda rock müzikler de duyuluyor. Zihinlerde kaos yaşatan kurguda Mary Sweeney’nin katkısı büyük. Gerçekliği ararken birçok şeyi de kaybettirebilen bir kurgu bu. Karanlık atmosferli filmde çarpıcı sinemaskop fotoğraflar yansıtan kameran Peter Deming’in bu görüntülerini sinema perdesinde görülmeli. Bu film ülkemizde, ekim 1997’de viyona çıkmıştı.

Lynch’in bu yapıtında, klasik film izleme alışkanlığıyla anlam yaratılabilir miydi? Gerçekten zor. Kaosa sürükleyen bulmacalar. Bellekte kayboluş. Şizofreninin kuşatması. Kâbuslar, rüyalar. Suç. Boşluk. Bellek. Elbette Lynch’in karanlık gerçeküstü yollarında kaybolmak. Zihinsel kaos ve savruluş, en başından sonuna kadar sürüp gidiyor filmde. Her şey bittiğinde boşluklar dolacak mıydı? Gerçek neydi? Gerçek nerede başlıyor ve bitiyordu? Bir dolu soruyla sürüp gidiyor her şey.

Los Angeles’ta zenginlerin yaşadığı Hollywood’da. Yaz. Ön jenerik yazılarının rengi, gecenin içinde yol alan arabanın farlarından aydınlattığı yoldaki çizgilerin sarı rengiyle aynı. Bu yol çok önemli. Filmde “leit-motif”e dönüşüyor bu yol. Yazılar okunurken, altta duyulan şarkı da çarpıcıydı. Müzik hareketliyken, şarkı da alabildiğine yavaştı. David Bowie’nin söylediği bu “I’m Deranged” şarkısı muhteşemdi. Kamera, karanlığın içinde kayboluveriyor birden. Fred Madison (Bill Pullman) sigara içerken yansıyor. Fred’in yüzü yandan görünüyor. O, Fred miydi? Zihin bulanıklaşıyor. Işık biraz daha yoğunlaşınca, kamera Fred’i önden yansıtıyor. Fred, sigaranın tadını çıkarır gibi içiyor. Gündüz. Kapı zili çalıyor. Fred, kapıya gidiyor ve megafonun tuşuna basıyor. Ses, “Dick Laurent öldü” diyor. Fred, evin içinde dolaşıyor, birisini arar gibi. Ardından polis sireni duyuluyor sokaktan. Fred, dışarı bakıyor pencereden. Sonra görüntü kararıyor. Girişteki bu iki an, filmin derinliğinde nereyle buluşacaktı? Zihinler hep bulanık.

Görüntü açılıyor ve kamera, gecenin içinde evi dışarıdan yansıtıyor. Fred, içeride saksofonunu kutusuna yerleştiriyor. Kırmızılar içindeki siyah saçlı karısı Renée (Patricia Arquette), Fred’le gece kulübüne gitmek istemiyor. Kırmızı, seksin ve şiddetin rengiydi. Renée’nin ojesi de siyahtı. “Luna Lounge” adlı gece kulübünde kırmızı ışık altında Fred, tenor saksofonuyla coşkuyla solo yaparken yansıyor sahnede. Performansından sonra evini jetonlu telefonla arıyor. Renée açmıyor. O telefonla aradığında kamera, evin içinde kayıyor, siyah telefonu gösteriyor. Kamera, bazı anlarda “asenkronizasyon” parça yansıtır gibi evin içinde dolaşıyor hep. Biri çekiyormuş hissi veren. Gecenin bir yerinde eve geliyor Fred. Kırmızı ışıklar düşüyor mekâna. Renée de yatakta uyuyor. Sabah. Renée, evin bahçesinde gazeteyi alırken bir zarf görüyor. Onu da alıyor. Zarfta kimden geldiği yazmıyor. Zarfın içinden videokaset çıkıyor. Renée, kaseti dışarıda bulduğunu söylüyor. Fred, kuşkulu bir sesle “Neden” diyor. Fred, videokaseti salonda oynatıcıya takıyor. Sadece evlerinin gece çekilmiş siyah-beyaz görüntüsü var videokasette. Görüntü kararıyor.

Kamera, perdeye doğru kayıyor. Zincirlemeli geçişle kamera Fred’i yatakta gösteriyor. Fred’in gözleri açık. Zihninden, sahnede saksofon çaldığı an flaş gibi düşüyor. Kırmızı ışık yüzüne yansıyor. Renée yatağa geliyor. Öpüşmeye başlıyorlar. Sevişmek Renée’ye heyecan vermiyor sanki. Fred, üstüne çıktığında Renée’nin göğüsleri deniz dalgaları gibi dalgalanıyor bu sevişmede. Tüm gücünü yitirmiş gibi Fred, sevişmeden sonra kâbusu yaşıyor. Fred, salonda yanan şömineye bakarken, Renée’nin sesi duyuluyor. Mobilya arkasından yoğun duman çıkıyor bir anda. Kamera, öne kaymaya başlıyor, perdeler fark ediliyor. Ardından çevrinen kamera, yatağı gösteriyor. Renée yatakta uyuyor. Kamera, Renée’ye doğru kayıyor. Renée, çığlıkla uyanıyor. Renée uyanıyor, ama Fred uyuyor. Kırmızı ışık yansırken birden uyanıveriyor Fred. Karısının yüzünde, şeytanın, Yabancı’nın (Robert Blake) yüzünü görüyor birden. Ardından görüntü kararıyor.

Sabah. Renée gazeteyi alırken, yine bir zarf görüyor. Komşularının havlayan köpeğinin sesi duyuluyor. Zarfta yeni videokaset var ve salonda izliyorlar. Siyah-beyaz görüntüde yine evlerinin dışarıdan çekilmiş görüntüsü var. Ama görüntü karıncalaştıktan sonra evin içinden de görüntüler yansıyor. Fred ve karısı yatak odasında uyurlarken çekilmiş görüntü bu. Kamera, Fred’in gözlerini yakın çekimle yansıtırken, “Dick” diyen kadın sesi duyuluyor videokasetten. Renée, polisi aramak istiyor. Gündüz Renée, telefonla konuşurken, kamera onun kırmızı dudaklarını yakın çekimle yansıtıyor, ardından da gözlerine tilt yapıyor.. Eve, iki polis dedektifi geliyor çok geçmeden. Biri biraz kilolu olan Ed (Lou Eppolito), diğeri de uzun boylu olan Al (John Roselius). Sorular soruyorlar. Video kameraları var mıydı? Renée, Fred’in, video kameralardan hoşlanmadığını söylüyor. Fred, “Bir şeyleri kendimce hatırladığımda severim” diyor dedektif Al’a. Dedektif, “Ne demek bu” diyor kuşkuyla. Fred, “Yaşadıklarımın hatırladığım gibi olması gerekmez” dese de dedektif anlamıyor bu sözleri. Dedektifler ve Renée, dışarı çıkıyorlar. Dedektifler, her yere baksalar da pek bir şey bulamıyorlar. Dedektifler giderlerken, “dolly”ye takılı kamera onları plonje çekimle yansıtıyor. Sonra da kamera yavaşça aşağıya iniyor. Dedektifler evi gözetim altında tutacaklarmış.

Zincirlemeli geçişle, mavi ışığın yoğun olduğu havuz yansıyor. Mavi, karmaşanın rengiydi. Burada Andy (Michael Massee), evinde havuz başı partisi veriyor. Müzikler, 1970’lerin ruhuyla buluşuyor sanki. Partiye, Renée ve Fred de davet edilmiş. Üstelik Yabancı da var partide. Andy ve Renée, eskiden beri tanışıklarmış. Bu önemli. Fred’in yanına Yabancı geliyor. Yüzü, hortlak gibi olan ve simsiyah elbiseler içindeki Yabancı, “Daha önce karşılaştık” diyor. Fred, “Hiç sanmıyorum” diyor. Yabancı, cep telefonunu Fred’e veriyor ve evini aramasını istiyor. Fred arıyor ve Yabancı telefonla “Burada olduğumu söylemiştim” diyor. Fred’in zihni karışıyor. Yabancı yanından gittikten sonra Andy’ye Yabancı’yı soruyor. Dick Laurent’ın arkadaşı olabilir, diyor. Fred, “Dick Laurent öldü” deyince, Andy de, “Dick Laurent ölmüş olamaz” diye karşılık veriyor Fred’e. Sonra kırmızı Ford Mustang arabalarıyla gece eve dönüyor Fred ve Renée. Arabadan çıkan Fred, Renée’yi arabada bırakıyor ve tek başına eve giriyor. Evin içine bakıyor güvenlik için. Fred’in gözü salondaki telefona kayıyor. Ardından telefon çalıyor. Kamera, çevrinerek salonu gösteriyor. Fred, arabada beklemeyen Renée’ye kızıyor, sonra da eve giriyorlar.

Zincirlemeli geçişle kamera, Fred’i gösteriyor. Renée’de tuvalette makyajını temizliyorken, Fred de, boy aynasında yüzüne bakıyor. Sanki yabancı birisinin yüzüne bakar gibi. Renée, yatak odasına geliyor. Mekâna kasvet veren bir ışık düzenlemesi yaratmış yönetmen bu anda. Renée’den sonra Fred de yatak odasına geliyor. Ama öncesinde dışavurumcu ışıkla bir gölge duvara yansıyor. Renée’nin, “Fred neredesin” diyen sesi duyuluyor. Sabah. Bu defa Fred, gazeteyi ve zarfı alıyor. Salonda videokaseti takıyor, izliyor. Renée ortalarda görünmüyor. Siyah-beyaz görüntüyle ev dışarıdan yansıyor yine. “Dolly”ye takılmış kamera, plonje çekimle gezinip duruyor. Yatak odasına geldiğinde görüntü renkleniveriyor bir ara. Renée, yatak kenarında kanlar içinde ve öldürülmüş. Renée’nin yanında da Fred var video görüntülerinde. Fred, video kameraya bakıyor. Yatak da kanlar içinde. O Fred miydi? Yine zihinler karışıyor. Fred, Renée’yi sesleniyor, ama cevap gelmiyor. Birden dedektifler ortaya çıkıyor ve Al, Fred’in yüzüne yumruk atıyor.

Fred ve polisler merdivenlerden inerken, dış ses olarak mahkemedeki karar açıklanıyor. Fred, karısını birinci dereceden öldürmekten elektrikli sandalyede idam edilecekmiş. 47516 mahkûm numarasıyla hücreye konuyor Fred. Gözünün önünden karısının kanlı görüntüsü geçiyor birden. Fred’in hücresinde yatak, lavabo ve klozet de var. Hücrenin tavanında demir parmaklığa benzeyen gözetleme de var. Fred, Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart – Şeytan Çıkmazı” filmindeki özel dedektif Harry Angel’ın sendromunu mu yaşıyordu? Yukarıdan plonje çekimle hücrede yapayalnız Fred yansıyor. Fred yatağa uzanmış. Uyumamak için direniyor. Görüntü kararıyor. Doktor onu muayene ediyor. Kamera önce aşağıdan plonje sonra da yukarıdan kontr-plonje çekimle doktorun (David Byrd), Fred’i muayene edişini yansıtıyor. Doktor, Fred’e zorla uyku hapları içirtiyor. Bu durum Fred’i daha da zorluyor. Fred uyuyamamak için direniyordu. Uyuyunca bir felaket olmasından mı korkuyordu? Uykuya direnen Fred, açıkgözle de kâbus görüyor. Ahşap bir kulübeyi yanarken görüyor. Sonra video görüntülerdeki gibi başa sarılıyor görüntü. Kulübenin kapısından Yabancı dışarı çıktığını fark ediyor. Yabancı’yı hücresinin dışında da görüyor Fred.

Filmin girişindeki yol yansıyor birden. Araba hızla yol alıyor gecenin içinde. Farlar yolu aydınlatıyor. Araba, favorili Pete’in (Balthazar Getty) önünde duruyor. Pete’in sevgilisi Sheila (Natasha Gregson Wagner), “Pete! Pete!” diye çığlık atıyor. Bindirmeli çekimle Pete’in sevgilisiyle annesi Candace (Lucy Butler) ve babası Bill Dayton (Gary Busey) evden çıkıyorlar ve boşluğa koşuyorlar sanki. Kamera, Pete’in gözlerini yakından gösteriyor, flaş gibi ışıklar patlıyor. Belli belirsiz bulanık görüntüler yansıyor. Hücre, sisler, zihinsel karışıklık. Sanki bir dönüşüm. Gerçeküstücülükle dışavurumculuk arasında zihinsel karmaşa yaratan bir resim tablosu gibi bulanık bu görüntüler. Uykudan birden uyanmış birinin ne olduğunu anlamaya çabalaması gibi sanki. Çerçevenin sağında bir insan beliriyor. Ama bulanık yansıyor. Fotoğrafın negatifi (arabı) gibi. Sonra bu yüze yoğun ışık düşüyor. Başı iki yandan tutan eller aşağıya iniyor. Öncü dışavurumcu ressam Norveçli Edvard Munch’un (1863-1944) “Çığlık” (Der Schrei) tablosunu çağrıştırıyordu. Munch, yabancılaşmanın yansıdığı bu tablosunu otuz yaşındayken, 1893’te yapmıştı. Lynch, bu tür biçimbozumlarını (distortion), kameranın merceğiyle oynayarak oluşturmuş. Görüntü kararıyor.

Sabah, hapishanede gardiyan hücrelerin kapısındaki küçük pencereden içeri bakarken, Fred’in hücresine geldiğinde tuhaf bir şey görüyor. Hapishane müdürü yüzbaşıya (William Parker) haber veriyor. Fred’in hücresinde genç Pete var. Polis de anlayamıyor olanları. Fred nereye gitti? Pete, araba hırsızlığından beş yıl yemiş eskiden. Şimdiyse büyük bir araba tamirhanesinde çalışıyor Pete. Hapishaneye, anne ve babası geliyor, zincirlemeli geçişle. Sonra Pete’i eve götürüyorlar. Gündüz. Kırmızı tişörtlü Pete, evin bahçesinde şezlonga uzanmış güneş altında dinlenirken, fonda da caz tınıları yayılıyor. Pete, cazı ve yavaş müzikleri dinlemeyi seviyor. Pete, şezlongdan kalkıyor, komşu bahçedeki mavi renkteki plastikten çocuk havuzuna bakıyor. Gece. Pete’in arkadaşları ve Sheila da evdeler ve onunla dışarı çıkmak istiyorlar. Pete, salonda televizyon izleyen anne-babasından izin alıyor ve bovling oynamaya gidiyor onlarla. Zincirlemeli geçişle Pete ve Sheila dans ediyorlar. Öpüşüyorlar. Bir an insan kendini, yönetmenin 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminin içindeymiş gibi hissediveriyor.

Zincirlemeli geçişle araba tamirhanesi yansıyor. Gündüz. Pete işe geliyor. Çok geçmeden Eddy (Robert Loggia), Mercedes arabasıyla fark ediliyor, yanındaki iki fedaisiyle beraber. Sivil polisler de Pete’i gözlem altında tutuyorlar. Eddy’nin arabasının motordan ses geliyormuş. Küçük bir yolculuğa çıkıyorlar. Sorunu hemen hallediyor Fred. Bir spor araba, onları geçmek için taciz ediyor. Yakınlaşıyor. Geçerken de, spor arabadaki adam parmak işareti yapıyor Eddy’ye. Bu aşağılayıcı bir şeydi Eddy için. Mercedes, spor abrayı yakalıyor ve Eddy, adama trafik kuralları üzerine söylev çektikten sonra serbest bırakıyor. Tamirhaneye geri dönüyorlar. Arabada şoför tarafındaki sivil polis Hank (Carl Sundstrom), diğer polis Lou’ya (John Solari) Eddy’yi göstererek, “Şu adamı tanıdın mı” diyor. Lou da şaşırtıcı bir şey diyor ve görüntü kararıyor sonra.

Pete’in evi gece dışarıdan yansıyor. Pete, odada boy aynasında kendine bakıyor. Fred de boy aynasında kendine bakmıştı. Gece, zincirlemeli geçişle siyah deri montlu Pete, sokakta arabasıyla yolda. Bir sigara yakıyor. Peşinde de polisler. Pete, Sheila’nın evinin önüne geliyor. Dolaşmaya çıkıyorlar. Bir yerde duruyorlar. Öpüşmeye başlıyorlar. Sheila üstünü çıkartıyor. Altta da tuhaf bir müzik duyuluyor. Arabanın içinde çırılçıplak sevişen iki gence zincirlemeli geçiş yapıyor yönetmen. Pete, susuz kalmış gibi sevişiyor Sheila’yla. Pete, gerçekten Sheila’yı seviyor muydu? Yoksa seks ihtiyacı olarak mı görüyordu Sheila’yı? Görüntü kararıyor. Gündüz tamirhanede arabanın altında çalışan Pete, radyoda çalan hareketli müzikten kurtulmak istiyor birden. Yavaş müzik çalan başka bir radyo istasyonunu buluyor kendine. Pete bencil miydi? Tamirhaneye Cadillac’la Eddy geliyor. Arabanın içindeki Renée’ye benzeyen sarışın Alice’e (Patricia Arquette) gözü takılıyor Pete’in. Alice bu bakışların farkında. Tuhaf “Wakefield” soyadı olan Alice kimdi? Cesedi ortada olmayan Renée neredeydi? Zihinler, sürekli bulanıklaşıyor sorularla. Arabayı bırakıyorlar. Zincirlemeli geçiş. Ufukta güneş batıyor. Akşam oluyor. Tamirhaneye Alice geliyor. Pete’le çıkmak istiyor. Pete biraz kuşkuyla çıkmak istemiyor. Alice, geri dönmek için ankesörlü telefondan taksi çağırırken, Pete centilmenliği hatırlıyor ve arabasıyla onu evine götürüyor. Alice’in evinin önünde öpüşürlerken, polisler de arabanın içinde onları izliyorlar. Zincirlemeli geçişle yatakta çırılçıplak sevişiyorlar. Pete, Alice’in içindeki her şeyi keşfetmek ister gibi sevişiyor onunla. Tüm gücünü ona adamış gibi. Bu anın bitmesini hiç istemiyor sanki. Lynch, pornografinin sınırlarında dolaşmış bu sevişmeyle. Sevişmeden sonra Alice’in sol gözü, ardından Pete’in sağ gözü yakın çekimle peş peşe yansıyor. Bir bütünün parçası gibiydi sanki. Kırmızı ışık da yoğun yansıyor. Kapının önünde vedalaşırken, sevişmeye doyamamış gibi öpüşüyor onu Pete.

Zincirlemeli geçiş. Pete, arabasıyla gece Alice’le dolaşıyor. Kamera, gece zincirlemeli geçişle Alice’i motelin balkonunda buluyor. Pete de arabasıyla motele geliyor. Polisler de peşinde elbette. Görüntü kararıyor. Şimşek çakıyor. Alice, motel odasında telefonla konuşurken, kamera dudaklarını yakın planda yansıtıyor. Alice, Eddy’nin bir şeylerden şüphelendiğini söylüyor Pete’e. Zincirlemeli geçişle motel odasında. Pete’i gösteren kamera, hızla sola çevrinerek bindirme tekniğiyle Alice’in yüzünü gösteriyor. Pete odada yalnız başına. Altta da tuhaf ve ürkütücü bir müzik duyuluyor. Pete, lambanın etrafında uçuşan pervaneleri izliyor bir süre. Ardından motosikletine atlayıp gecenin içinde Sheila’nın evine gidiyor ve Sheila’yla sevişiyor. Görüntü kararıyor. Pete evde, anne ve babasıyla tartışıyor. Nasıl hücreye gittiğini o da anlayamıyor. Polis ondan bir şey hatırlayıp hatırlamadığını öğrenmek istiyormuş. Sheila da evde. Arabada bir adamı gördüğünü söylüyor Sheila. Anne ve babası da görmüş adamı. O anlar yansımaya başlıyor. Bir an Renée’nin cinayet anı yansıyor. Görüntü kararıyor.

Tamirhaneye Eddy geliyor ve Pete’i tabancasıyla tehdit ediyor. Alice’le ilişkisini biliyor. Zaman geçiyor. Gündüz. Pete’in zihni bulanıklaşıyor birden. Ardından Alice onu telefonla arıyor. Alice telefonla konuşurken, kamera plonje çekimle Alice’in dudaklarına yaklaşıyor. Lynch bu anı gölgeli ışık düzenlemesiyle yansıtmış. Motele çağırıyor Pete’i. Motel odasında önce öpüşüyorlar. Alice, Andy’yi soyup öldürmek istiyor. Andy’yle uzun zaman önce tanışmışlar. İş için Andy, Alice’i Eddy’ye göndermiş. Eddy, porno filmler yapıp pazarlayan biriymiş. Eddy’nin mekânına iş için gittiğinde pornonun içine düşmüş Alice. O anlar, Alice’in anlatımıyla gösteriliyor. Fedainin biri tabancasını doğrultmuş. Üzerindeki elbiselerini çıkartan Alice, koltukta oturan Eddy’nin önünde diz çökmüş. Bu görüntülerin hard rock müzikle yansıyor. Kamera, motel odasındaki Alice ve Pete’e dönüyor. Alice, Andy’yi soymak ve öldürmek için plan yapıyor. Gece. Pete’in evinin önünde Sheila, Pete’e öfkeli. Çünkü Alice’i duymuş. Pete’in babası da çıkıyor evden. Kamera, aşağıdan plonjeyle, yere uzanmış Pete’in gözlerinden (öznel kamera) Sheila ve babasını gösteriyor. Görüntü biçimbozumuyla bulanıklaşıyor birden. Annesi de telefonda birisi var diyor Pete’e. Eve girerlerken, kamera da peşlerinden kayarak onları takip ediyor. Eddy arıyor. Eddy, telefonu Yabancı’ya veriyor. Fred’le konuştuğu gibi Pete’le de aynısını konuşuyor Yanancı. Olanlardan hiçbir şey anlamıyor Pete.

Gece. Belediye otobüsündeki. Pete, durakta otobüsten iniyor ve Andy’nin yerine gidiyor. Havuzun mavisi sarıyor her yanı. Gizlice mekâna giriyor. İçeride kimseyi göremeyen Pete’in gözleri televizyon ekranında Alice’in siyah-beyaz porno filmine takılıyor. Kadın elbiseleri de var ortalıkta. Pete, merdivenlerden inen Andy’yi görüyor. Elindeki golf sopasıyla vuruyor ve yere yığılıyor Andy. Yarı çıplak merdivenlerden inen Alice, Pete’in yanına geliyor. Birden Andy ayağa kalkıyor ve Pete saldırıyor. Pete, Andy’yi üzerinden atıyor ve bu defa onu öldürüyor. Andy’nin alnı cam sehpaya saplanıyor. Pete, Andy’nin korkunç görüntüsüne bakarak, “Onu öldürdük” diyor. Alice, “Sen öldürdün” diye kışkırtıcı karşılık veriyor. Pete birden çerçeveli siyah-beyaz fotoğraf görüyor. Fotoğraftakiler Andy, Alice, Renée ve Eddy. Burnundan kan gelen Pete,. Yukarı katta tuvaleti ararken, odaların birine girdiğinde pornocu bir kadınla karşılaşıyor. Aşağı döndüğündeyse Alice’in kendine tabanca doğrulttuğunu görüyor Pete. Sonra tabancayı Pete’e veriyor Alice. Onlar dışarı çıkarken, aşağıdan plonje açıdaki kamera sağa çevrinerek Andy’nin trajedisini bir daha gösteriyor.

Gece, Fred’in kırmızı Mustang arabasıyla çölde yolculuk ediyorlar Filmin girişindeki yoldalar. Fred’in zihninde yanan ahşap kulübenin olduğu yere geliyorlar. Alice kulübeye gidiyor. Kapıyı çalıyor. Kimse yok. Romantik bir müzik duyulmaya başlıyor. Arabanın önünde bekliyorlar. Alice arabanın farlarını yaktığında, Pete, “Neden ben? Neden beni seçtin” diyor. Alice, “Hâlâ beni istiyorsun değil mi” diye soruyor. Sonra öpüşüyorlar. Arabanın önünde çırılçıplak soyunuyorlar ve çılgınca sevişiyorlar. Sevişme anında romantik müzik birden çığlığa, korkuya dönüşüveriyor. Pete hazza ulaşacağı anda Alice, “Asla bana sahip olamayacaksın” diyor ve ayağa kalkıp çırılçıplak kulübeye doğru gidiyor. Pete ayağa kalktığında Fred oluyor. Pete’in elbiselerini giyiniyor. Pete nereye gitmişti? Zihinler karmakarışık oluyor yine. Fred kulübeye gidiyor. Orada elinde video kamerasıyla sadece yabancı onu bekliyor. Alice’i soruyor. Alice var mıydı? Dışarı çıkan Fred, arabaya gidiyor. Yabancı, video kamerayla onu çekiyor.

Ön jenerikteki yolda. Fred, “Lost Highway Hotel” adındaki otele geliyor. Gök gürüldüyor. Bir odada Renée, Eddy’yle sevişmiş. Fred koridora geliyor. Kapılar bembeyaz. Görüntü kararıyor. Renée, Eddy’le seviştikten sonra odadan çıkıyor. Otelin dışına çıkan Renée, arabaya biniyor. Fred, elinde tabancayla odaya giriyor. Boğuşuyorlar. Dövüşte sarsılan Eddy’yi dışarı taşıyan Fred, Eddy’yi arabanın bagajına koyuyor. Araba Eddy’nin. Odanın penceresinden Yabancı olanlara bakıyor. Fred, Eddy’yi çöle götürüyor. Bagajı açtığında Eddy ona saldırıyor. Fred’le Eddy boğuşurken, birden Yabancı ortaya çıkıyor ve Fred’e bıçak veriyor. Fred, Eddy’nin boğazını kesiyor. Yabancı, cep telefonundaki video görüntülerini Eddy’ye gösteriyor. Renée’nin bir kadınla sevişen siyah-beyaz görüntüsü yansıyor önce. Şiddet görüntüleri de var. Andy, Eddy ve Renée, haz alarak bakıyorlar şiddet anlarına. Yabancı, tabancayla ateş ederek öldürüyor Eddy’yi. Merak duygusu ve gerilim çoğalıyor. Filmin girişindeki ana ulaşmak için filmin içinde kaybolmak gerekiyor. “Dick Laurent” sorusu önemli. Evin megafonuna “Dick Laurent öldü” diyen ses keşfedildiğinde bile zihinlerdeki bulanıklıklar sürüp gidecek belki. Polis dedektifi Al, Andy’nin cinayet mahallinde, Pete’in de gördüğü çerçeveli siyah-beyaz fotoğrafa bakarak, “Bence, kötü rastlantı diye bir şey yok” diyor. Sonra da film boyunca gelip geçenler düşmeye başlıyor zihinden. Rastlantı olan neydi? Hepsi miydi? Yoksa hiçbiri miydi? Bu otobanda kaybolup gidiyor insan. Filmin müzikleri de arşivlik.

“Mulholland Çıkmazı…”

David Lynch’in 2001 yapımı sinemaskop “Mulholland Driver-Mulholland Çıkmazı”, filmlerinin içinde zihinsel kaoslar yaşayanlara az da olsa önlerini görmeleri için loş ışık yansıtıyor. Ama yine de yolları kaybetmemenin güvencesi yok. Studio Canal’ın sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. İnsanın zihninde farklı duygular yaşatan müzikleri Angelo Badalamenti bestelemiş. Zihinde karmaşa yaratan kurguyu da Mary Sweeney gerçekleştirmiş. Kasvet veren gotik atmosferi yansıtansa kameraman Peter Deming. Filmde uzun bir rüya, ihtiras, kıskançlık, harislik, nefret, suçluluk, vicdan azabı, halüsinasyonlar ve zihinsel savruluşlar saçılıyor etrafa. Uykudan uyanışta, gerilim ve merak duygusu artıyor. Her şey anlaşılacak mıydı, yoksa her şey karmaşıklaşacak mıydı zihinlerde? Bu film, Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü almıştı. Bu film ülkemizde Nisan 2002’de vizyona çıkmıştı.

Filmin girişinde mavi fon üzerinde bindirmeli çekimle, neşeli dans eden insanlar yansıyor. Sanki bir müzikalinden düşmüş gibi bu an. Herkesin yüzünde gülümseme var. Mutluluk ve huzur her yerden kuşatmış. Kendine Betty (Naomi Watts) diyen sarışın bir genç kadının mutluluk ve gülücük sunan yüzü yansıyor sonra. Betty’nin yüzü, parçalara bölünüyor ve mutluluk çoğalıyor. Betty, bir yıldız gibi. Ardından görüntü bulanıklaşıyor. Kamera, biçimbozumuna uğramış görüntüyle yatağa doğru geliyor ve yastığa yöneliyor. Bu an önemli. Sonra görüntü kararıyor.

Gece. Yön levhasındaki “Mulholland Dr.” yazısı yansıyor önce. Görüntü yine kararıyor. Gecenin içinde, Hollywood’daki Mullholland yoluna bir araba yöneliyor. Kamera da arabayı arkadan takip ediyor. Zincirlemeli geçişle ışıklar içindeki Los Angeles yansıyor birden. Mavi ön jenerik yazıları yansırken, fonda da usul usul gerilime sürükleyen bir müzik duyuluyor. Mavi önemliydi. Limuzin arabanın arkasında esmer bir genç kadın, Rita (Laura Elena Harring) tek başına. Önde de iki adam var. Araba duruyor. Arabayı süren tabancayı çıkartıyor ve Rita’ya yöneltiyor. Rita arabadan çıkmak istiyor. Diğer adam arabadan çıktığında Limuzin’e arkadan bir araba çarpıyor. Araba yanarken, Rita arabadan çıkmayı başarıyor. Diğer iki adam ölüyor. Arabadan çıkabilen Rita şok geçirmiş gibi. Nerede olduğunu anlayamıyor. İleride yansıyan ışıklara doğru yöneliyor. Yola çıkıyor. Birilerinden korkuyormuş gibi saklanıyor. Sonra da saklandığı yerde uykuya dalıyor. Kaza mahalline polis geliyor. Polis arabada bir küpe buluyor. Dedektif McKnight (Robert Forster), öne doğru yürüyor ve kurtulanın gittiği yöne bakıyor. Zincirlemeli geçişle Rita, sesle uykudan uyanıyor. Sabah. Yaşlı bir kadın valizlerini arabaya taşıtıyor. Kadın gittikten sonra Rita eve gizlice giriyor. Kadın, anahtarlarını almak için eve geldiğinde saklanıyor ve oracıkta uykuya dalıyor Rita.

Gündüz, kafede. Bu kafe, filmde “leit-motif”e dönüşüyor. Dan (Patrick Fischler), arkadaşı Herb’e (Michael Cooke) rüyasındaki kâbusun gerçekleştiğini söylüyor. İki defa bu rüyayı görmüş. Kafeye silahlı bir adam varmış. Gündüz veya gece değilmiş. Herkes ayakta duruyormuş. Duvarın ardında korkunç bir adam görmüş. O adamı bir daha görmek için gelmiş buraya. Herb, kasaya hesabı ödüyor. Dışarı çıkıyorlar. Kamera, Dan’in gözlerinden duvarı gösteriyor. Dan, duvara yaklaşırken kalp krizi geçiriyor korkusundan. Duvarın ardında yüzü çürümüş ve uzun siyah saçlı bir insan yansıyor birden. O bir kadın mıydı? Final bölümünde anlamlaşacak belki.

Rita evde ve hâlâ uyuyor. Kamera, tuhaf ve kasvetli mekânlara gidiyor. Tekerlekli sandalyedeki Roque (Michael J. Anderson) telefonla konuşuyor. Telefonla konuştuğu kameraya arkası dönük Bum’a (Donnie Aarons), “Kız hâlâ kayıp” diyor. Bum, sonra başka bir yeri arıyor telefonla. Döküntü mekânda bir el duvardaki pembe telefona uzanıyor ve “Benimle konuş” diyor. Bum da, “Aynen” diye karşılık veriyor. Her şey boşlukta kalıyor.

Mutlu Betty, Los Angeles’a geliyor. Uçakta tanıştığı iki yaşlı çift Irene (Jeanne Bates) ve yaşlı adamla (Dan Birnbaum), havaalanı dışında vedalaşıyor. Hepsi mutluluk saçıyorlar etrafa. Betty, Hollywood’un geçmişteki yıldızlarından Doris Day’i çağrıştırıyor sanki. O da mutluluk saçıyordu çoğu salon-müzikal filminde. Betty, Hollywood’a geliyor, rüyasına. Halası Ruth’un (Maya Bond) malikânesinde şimdi. Bir kapının ziline basıyor. Yüzü aşırı makyajlı halasının komşusu Coco (Ann Miller), Betty’ye anahtarı veriyor. Coco önemli. Eve giren Betty mutlulukla gözlerini gezdiriyor bu zenginlik üzerinde. Kamera da, Betty’nin gözleriyle sunuyor güzellikleri. Ardından kamera, Betty’yi kayarak izliyor. Betty, aynada kendine bakıyor. Birden banyoda birini fark ediyor Betty. Rita, bir kaza olduğunu söylüyor. Rita Hayworth’un oynadığı Charles Vidor’un 1946 yapımı siyah-beyaz muhteşem “Gilda-Şeytanın Kızı Gilda” kara filminin afişi yansıyor. Rita, Hollywood’un geçmişteki yıldızları Rita Hayworth’la Jane Russell’ı karışımı gibi. Rita, kaza dışında hiçbir şeyi hatırlamıyor. İsmini bile. Sadece uyumak istiyor bu kâbustan kurtulmak için.

Gündüz. Los Angeles tepeden yansıdıktan sonra, kamera Ryan Entertainment adındaki film şirketindeki toplantıya gidiyor. Yönetmen Adam’a (Justin Theroux) bir oyuncunun, Camilla Rodes’un (Melissa George) fotoğrafı gösteriliyor. Çekilecek filmin başrol kadın oyuncusu o olacakmış. Adam, “O kız benim filmimde oynayamaz” diyor. Adam’a, “Filmi artık senin değil” diyorlar. Dışarı çıkan Adam, yapımcılardan Luigi’nin (Angelo Badalamenti) arabasının camını elindeki golf sopasıyla parçalayıp öfkesini alıyor. Kısa kısa anlar yansıyor peş peşe. Betty ve Rita hâlâ evdeler. Ardından da Roque kendi mekânında beklerken yansıyor. Ardından görüntü kararıyor. Zihinsel karışıklık çoğalıyor. Bir ofiste iki adamın konuşmasına tanıklık ediyor kamera. Masada oturan Ed (Vincent Castellanos), ayaktaki Joe’ya (Mark Pellegrino), gülerek “araba kazası” diyor. Joe, susturucu takılmış tabancasıyla Ed’e ateş ediyor. Ed ölüyor.

Tabancadaki parmak izlerini silip intihar süsü verirken, parmağı tetiğe dokununca kurşun duvarı delip diğer odadaki kadını yaralıyor. Kadının çığlıklarını duyan Joe, diğer ofise geçiyor. Yaralı şişmanca kadınla (Diane Nelson) önce boğuşuyor, sonra da kadını Ed’in ofisine taşırken temizlikçi bir adamı (Charlie Croughwell) görüyor. Bir cinayet işlemeyi düşünürken üç cinayet işlemiş oluyor Joe. Hızını alamayan Joe, hâlâ çalışan elektrikli süpürgeye ateş edince alarm çalmaya başlıyor birden. Telaşa kapılan Joe, pencereden kaçıyor. Trajikomik anlardı. Joe’yla yaptıkları ve becerileri önemli.

Gündüz. Evin salonunda divan koltuğa uzanmış Betty, telefonda halasına Rita’yı soruyor. Halası, Rita’yı tanımıyormuş. Betty şüpheye düşüyor ve olanları anlamaya çalışıyor. Bellek kaybı yaşayan Rita, kazayı hatırlıyor, ama sonrası boşluk. Rita, Betty’ye çantasını göstererek “Aç onu” diyor. Bu anda kamera, Rita’nın dudaklarından gözlerine tilt yapıyor. Kamera, Betty’nin gözlerini yakın çekimle yansıtıyor. Çantanın içinden destelerce dolar çıkıyor. Bir de mavi anahtar. Bu önemli. Kamera, Betty’nin gözlerini yine yakın çekimle gösteriyor. Araya başka bir an giriyor. Joe tıkınırken, yanındaki bir genç kadın ve bir adamla (Michael des Barres) konuşuyor. Kadın, Joe’dan sigara istiyor sadece. Evdeyse Rita, paranın nereden geldiğini hatırlamadığını söylüyor Betty’ye.

Adam, üstü açık spor arabasıyla yol alırken, şirketteki sekreter Cynthia’yla (Katharina Towne) konuşuyor. Cynthia, hemen gelmesini istiyor. Adam, lüks malikânesine geldiğinde yabancı bir arabanın evin önünde park ettiğini görüyor. Elinde golf sopasıyla eve giren Adam, yatak odasına gittiğinde karısı Loraine’i (Lori Heuring) âşığıyla yakalıyor. Adam, karısının mücevher kutusunu alıyor ve içine yağlıboya boşaltıyor. Loraine’in sevgilisi Adam’ı dışarı atıyor. Arabasıyla oradan uzaklaşıyor Adam. Evdeyse, Betty paraları başka bir çantaya koyup elbise dolabına saklıyor. Rita beyaz elbiseli. Betty, kazayı öğrenmek için polisi aramalarını söylüyor. Dışarı çıkıyorlar. Ankesörlü telefonla Betty polisi arıyor. Mulholland yolunda kazanın olduğunu öğreniyor. Beraber kafeye gidiyorlar. Rita, kafede garson kızın göğsünde Diane ismini görüyor. Rita’nın ismi Diane miydi? Eve gidip telefon rehberinden Diane kayıtlı telefon numaralarını arıyorlar. Bir telefon numarası bulup arıyorlar. Limuzin’in yapılı şoförü Adam’ın evine geliyor. Şoför, Adam’ı soruyor. Loraine, şoförün üzerine atlıyor. Loraine’in sevgilisi de şoföre saldırıyor. İkisini de yumruğunu tattırıyor şoför. Eğlenceliydi.

Gece. Adam otele geliyor, ama bir sorun çıkıyor. Otel müdürü (Geno Silva) kredi kartının iptal olduğunu söylüyor. Adam, sekreter Cynthia’yı arıyor. Cynthia da biliyor olanları. Adam, iflas etmiş. Cynthia, Kovboy’un (Layfayette Montgomery) aradığını söylüyor. Ama Kovboy kimdi? Kamera, evin içinde kapıya doğru usulca kayıyor. İçeride Rita ve Betty var. Dışarıdan bir ses duyuluyor. Yaşlı bir kadının yüzü yansıyor birden. Gündüz. “Kötü bir şeyler oluyor” diyen Coco görünüyor evin kapısında. Betty’ye tekst veriyor çalışması için. Film için seçimler yaklaşıyor. Betty içeri girdiğinde, kamera koltukta oturan Rita’ya kayıyor. Gece. Adam arabayla gidiyor. Kovboy’un kasvetli çiftliğine geliyor. Tanışıyorlar. Kovboy, “Bir adamın davranışı, bir adamın durumunu gösterir” diyor Adam’a. İşe geri dönmesini istiyor Adam’ın. Kovboy, başrol oyuncusu dışında istediği oyuncuyu seçebileceğini söylüyor. Gündüz. Tepedeki Hollywood yazısı yansıyor. Evde de Betty ve Rita teksti çalışıyorlar. Sonra Coco eve geliyor, Rita’yı görüyor. Betty’yle dışarı çıkan Coco, Rita’yı yollamasını istiyor.

Ve Betty hayallerine dokunmaya yakın. Seçmeler için geldiği film şirketinde, yapımcılar, yönetmen ve ekip hepsi orada. Betty, çalıştığı teksti, başrol oyuncusu Jimmy’yle (Chad Everett) oradakilere gösteriyor. Yapımcı Wally Brown (James Karen) istekli. Filmin yönetmeni Bob (Wayne Grace) isteksiz. Kast sorumlusu Betty’i bir yönetmenle tanıştıracağını söylüyor. Stüdyoya gidiyorlar. Müzikal çekimleri yapılıyor. Yönetmen de Adam. Gözü birden Betty’ye kayıyor Adam’ın. Sonra Camilla Rodes şarkı söylemeye başlıyor. Betty stüdyodan ayrılıyor. Rita’yla buluşan Betty, Diane’i bulmak için onun kaldığı yere gidiyorlar. Bir eve yöneldiklerinde kamera öne doğru kayıyor. Bir adamı görüyorlar. Saklanıyorlar bahçede. Gerilim çoğalıyor. Bir kadın da var. Valizleri adam taşıyor. Betty ve Rita bahçede yürürken, kamera da geriye doğru kaymaya başlıyor. Kaydırmalı çekimler yoğun bu anlarda. Evin önüne geliyorlar. Rita tedirgin. Betty, kapıyı çalıyor. Bir kadın çıkıyor 12 numaralı evden. Kadın, Diane’le evleri değiştirdiğini söylüyor. Diane, 17 numarada. Bu ev önemliydi. Diane, bir süredir ortalarda görünmüyormuş. 17 numaranın kapısını çalıyorlar. Kapıyı kimse açmıyor. Betty, açık pencereden kasvetli eve giriyor ve kapıyı açıyor. İçeride kötü bir koku var. Yatak odasına girdiklerinde, yatakta ölü Diane’in cesedini görüyorlar. Diane’in yüzü çürümüş ve tanınmaz halde. Komşu kadın kapıyı çalıyor. Rita çığlıkla dışarı kaçıyor. Görüntü parçalara bölünüyor.

Evde. Rita makasla saçlarını kesmeye çalışıyor. Betty, makası ondan alıyor, Rita’nın saçlarını kısaltıp sarıya boyuyor. Rita yeni saçlarıyla aynada yansırken, Betty, “Başka biri oldun” diyor. Yatak odasında. Betty, salonda uyuyan Rita’yı yatağa çağırıyor. Rita yatağa girince öpüşmeye başlıyorlar. Lezbiyen gibi sevişiyorlar. Gecenin bir yerinde Rita uykusunda “Silencio” diye sayıklıyor. Bir şeyler mi hatırlıyor? Rita, sabaha karşı Betty’ye, “Benimle bir yere gel” diyor. Taksiyle o yere gidiyorlar. Sokakta taksiden iniyorlar. Kamera uzakta. Onlar, “Silencio” adındaki tiyatroya girerlerken, kamera hızla öne kayıyor ve onlarla tiyatroya giriyor. Tiyatroda seyirciler de var, kalabalık olamasa bile. Sahnedeki sihirbaz (Richard Green) konuşuyor. Sonra bir trompetçi (Conti Condoli) çalmaya başlıyor. Ardından sihirbaz“, Bu sahte bir orkestradır. Dinleyin” diyor. Şimşek çakıyor. Betty titremeye başlıyor. Mavi ışık ve sisler kuşatıyor. Locada mavi saçlı bir kadın (Cori Glazer) görünüyor. Sahneye Rebekah del Rio (kendisi) çıkıyor, muhteşem şarkısını söylüyor. Sonra birden bayılıyor, ama şarkı devam ediyor. Betty çantasını açıyor, içinden mavi bir kutuyu çıkartıyor. “Pandora’nın Kutusu” gibiydi. Eve geliyorlar. Betty, mavi kutuyu yatağın üstüne bırakıyor. Odadan çıkıyor. Rita, Betty’ye sesleniyor. Sanki Betty bir anda yok oluyor. Rita, yatağın üstünde mavi kutuyu görüyor. Çantasından mavi anahtarı alıyor, mavi kutuyu açıyor. Kamera, hızla kayarak kutunun içine giriyor. Kamera, yerdeki mavi kutudan yukarı doğru tilt yapıyor. Betty’nin halası yatak odasına giriyor. Her yer düzenli ve temiz.

Zincirlemeli geçişle Diane’in evi. Gündüz. Kamera yatağa doğru kayıyor. Yatakta, Betty sanılan gerçek Diane (Noami Watts) uyuyor. Kapıda Kovboy görünüyor birden. Kovboy, “Tamam güçlü kız uyanma zamanı” diyor. Görüntü kararıyor-açılıyor birkaç defa. Ardından kapı çalınıyor. Diane uzun uykusundan uyanıyor. Kapıyı, Diane’in komşusu açıyor. Kalan eşyalarını almaya gelmiş. Kamera, sehpanın üzerinde duran mavi anahtara kayıyor. Komşu kadın, İki dedektif gelip seni aradı” diyor. Az zaman sonra birden ortaya Rita çıkıyveriyor. Diane, “Camilla” diyor. Rita sanılan gerçek Camilla Rhodes (Laura Elena Harring)… Camilla, “Seni sevmeyeceğim” diyor Diane’e. Sonra mutfakta kendine kahve yapıyor Diane. Kahveyi alıyor, divan koltukta çırılçıplak uzanmış Camilla’nın yanına gidiyor. Diane, sevişmek istese de Camilla istemiyor.

Gerilimin ve merak duygusunun çoğaldığı bu suç-rüya filminde, Diane’in ve Camilla’nın trajik hikâyesinde geriye kalanları keşfetmek için bu filmin atmosferinde kaybolmak gerek. Diane’in uykudan önce yaşadıkları, geriye dönüşlerle yansıyarak, hakikatlere ve kaybetmelere ulaşılıyor. Katil Joe, Coco, mavi anahtar karşılığını bulabilecek belki. Ya Kovboy? Baba mıydı? Bu filmde, vicdan azabının en derinine dalınıyor. O suçluluk duygusuna ve kâbuslara, Diane’in rüyasının içinde dolaşırken de dokunulabiliniyor. Diane’in evi ve Diane’in uykuya dalmadan önce yaşadıkları cevaplara ulaştıracak belki. Kim bilir!.. “Mulholland Çıkmazı” filmi, yönetmenin filmlerinin içinde kaybolanlara loş ışıkta biraz yardımcı olabilir belki. Ama yine de ihtiyatlı olmalı.

Kasım 1988’de ülkemizde vizyona giren Lynch’in 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminde Jeffrey (Kyle McLachlan), uzun bir rüya görüyordu. Bilinçaltının dışavurumuydu bu. Babasının böcek ilaç dükkânı olan Jeffrey, bu işten nefret ediyordu. Annesinin ve halasının polisiye tutkunluğuyla beraber rüyasında nefes kesen bir polisiye-gerilimin içinde dolaşıyordu. Hep düşlediği anne de vardı rüyada Doothy Vallens (Isabella Rossellini), Freudyen bir çözümleme gerektiriyordu. “Mavi Kadife” ve “Mulholland Çıkmazı” beraberce değerlendirilmeli.

(25 Şubat 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Her Şey Böyle Başlamıştı. Onu Gördüm. Onu Sevdim. Onu İstedim.

Anomalisa

“Bazıları hiç delirmez, ne korkunç bir hayat sürüyorlardır kimbilir” der Bukowski… Hep merak etmişimdir. Psikologlar, yaşam koçları ya da şu hayatı nasıl yaşayacağımıza; nasıl başarılı, mutlu vs. olacağımıza dair sihirli formüller veren yazarların o mükemmel halleri hep biraz acıklı gelmiştir. Bir hastaya tavsiye verirken ya da yüzlerce kişinin önünde yapılan başarılı bir konferansın ardından bir başlarına kaldıklarında ne hissediyorlardır? Hayatları verdikleri o formüllerle örtüşüyor mudur?

Bol Ödüllü ve Övgülü Film Türkiye’de İlk Kez If İstanbul’da…

İşte 15. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin açılış filmi –aynı zamanda Türkiye’de ilk kez gösteriliyor- Anomalisa böyle bir kahramanı, “Müşterilerinize Yardımcı Olmanıza Nasıl Yardımcı Olabilirim” kitabıyla ün salmış kitabın yazarı, evli ve bir çocuk babası Michael Stone’un hikâyesini anlatıyor.

Tüm dünyadan eleştirmenlerin övgüsünü kazanan Anomalisa’da Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi pek çok modern klasiğin yazarı Charlie Kaufman ile televizyon tarihinin en sıradışı animasyon dizisi Mary Shelley’s Frankenhole’un yaratıcısı Duke Johnson’ın imzası bulunuyor.

Oldukça titiz bir çalışma ve el emeği ile 3 yıl yılda tamamlanan Anomalisa, prömiyerini yaptığı Venedik’te bir Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Ayrıca, Austin Fantastic Fest’te En İyi Yönetmen, San Diego, San Francisco, Indiana gibi pek çok eleştirmenler birliği tarafından da “Yılın Animasyonu” seçildi. Anomalisa’nın adaylıkları arasında en dikkat çekeni ise, Lisa seslendirmesiyle Jennifer Jason Leigh’in Bağımsız Ruh Ödülleri’nde Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday gösterilmesi oldu.

Anomalisa’da “herkesin sesi”ni Tom Noonan seslendirirken, Michael’a David Thewlis, Lisa’ya ise Jennifer Jason Leigh sesleriyle hayat veriyor. Müziklerde ise Carol, Fargo, Being John Malkovich, In Bruges gibi pek çok filmin müziğini yapmış Carter Burwell’ın imzası var.

Baktığım Her Yerde Sen Varsın

Gelelim filmimizin meselesine; Michael, müşteri hizmetleri profesyonelleri için bir kongrede konuşmak için gittiği Cincinnati’de kalacağı Fregoli Otel’de hayatına dair sert bir yüzleşme yaşıyor. Evliliğinde aradığında bulamamış ama iyi maaş alan, lüks bir evde oturan, konforlu otellerde kalıp, pahalı yemek ve içkiler sipariş edebilen kahramanımız tüm bu maddi rahatlığın içinde ruhunu ve kalbini besleyemediği için sürekli bir huzursuzluk içinde. Bu çalkantılı ruh halini yalnızca huzursuzluk ya da tatminsizlikle açıklamak yeterli olmaz. Çünkü kahramanımızın kaldığı otelin adından da tahmin edilebileceği gibi (Fregoli Hotel) Fregoli bir psikolojik rahatsızlığın adı. Halk arasında bilinen ismiyle Binbir Surat Sendromu. Yani kişinin kafasına taktığı kişi her kimse diğer tüm insanları onun farklı suretleri, kılık değiştirmiş hali gibi görüyorlar. Şarkılara, şiirlere bile konu olmuştur çokça bu sendrom. Aslında hepimiz hayatımızın bir döneminde Fregoli Sendromu yaşamıyor muyuz? Kimilerimiz bir şekilde yaralarını sarıyor ve yoluna devam ediyor. Daha kırık ve eksik… Kimileri ise tüm hayatı boyunca geçmişin yıkıntıların arasında bir hayalet gibi dolaşıyor. Filmimizin diğer kahramanı, Michael’in çaresizlikten, kalp ağrısından, acılarından birkaç saatliğine olsa uzaklaşmak için sarıldığı Akron hamurişleri satış temsilcisi Lisa ise bize anı yaşamayı temsil ediyor adeta. Lisa’nın Cyndi Lauper’un klasiği Girls Just Wanna Have Fun’ı söylediği sahne de filmin en tatlı anlarından bir tanesi olarak hafızalara kazınıyor.

Zarif Anlatımlı Bir İnsan Hikâyesi

Yönetmenler Kaufman ve Johnson ikilisi rahatlıkla dram ya romantik-komedi türüne konu olabilecek bu insan hikâyesini zor yoldan stop-motion tekniği ile anlatmayı tercih etmişler. Filmi en ilginç kılan özelliği de bu. Tüm dünyadan sinema yazarlarının ortak görüşü ise filmi insani bulmaları üzerinde yoğunlaşıyor. Süperkahramanların, kaslı erkeklerin ve olağanüstü vücut ölçülerindeki kadınların perdedeki hakimiyeti tüm hızıyla sürerken, kusurları, hataları ve çıplaklıklarıyla iki insanın özünde insanlık hallerini anlattığı için takdiri hak ediyor film. Ancak 90 dakikalık bu animasyonun bir solukta akıp gittiğini söylemek zor. Hatta ilk 60 dakikası fazlaca durağan geçiyor. Ancak son yarım saatinde hikâye öyle güzel toparlanıyor ve dokunaklı bir hale geliyor ki bir anda filmi fazlaca sevmeye başlıyorsunuz. Hatta ben filmi bittikten sonra daha çok sevdim desem yeridir. Düşündürdükleri, zaafları, hataları, pişmanlıkları, delilikleri ve keyifli anlarıyla kendi hayatlarımızdan da bol bol çıkarımlar yapacağımız bir terapi adeta. Meraklıları için Anomalisa’nın festival boyunca 5 gösterimi daha var. http://www.ifistanbul.com/film/anomalisa/16/ Bir tanesinde mutlaka onunla tanışın!

* (Başlık: Mirkelam – Denizin Arka Yüzü – Evlenelim Gel)

(18 Şubat 2016)

Gizem Ertürk

Saul’un Seçimi

Auschwitz-Birkenau imha kamplarının toplam bir buçuk gününe tanıklık ediyor bu hafta gösterime giren ‘Saul’un Oğlu’ ya da özgün adıyla ‘Saul Fia’. Yine mi bir Holocaust öyküsü dediğinizi duyar gibiyim. İlk kez gösterildiği ve Jüri Büyük Ödülü’nü kazandığı 68. Cannes Film Festivali’nden beri gündemden düşmeyen şimdiden klasikleşmiş bu sarsıcı Macar yapımının konuya ilişkin daha önce izlediklerinize hiç benzemeyen çok farklı bir sinema deneyimi olduğunu baştan not düşelim.

Nazi Almanyası’nın Sonderkommando’larından birisidir Saul Ausländer. Ölüm kamplarının en kirli işlerini yapmak üzere Yahudi esirler arasından seçilmiştir. Kampın polis gücü gibi çalışan ekibin diğer üyeleri ile birlikte yeni gelenleri karşılar, onları soyduktan sonra yanlarındaki ve üzerlerindeki değerli eşyaları alır, daha sonra banyoya gidecekleri yalanıyla gaz odasına kadar eşlik eder onlara. İşlem bittikten sonra cesetlerin toplanıp fırında yakılması, daha sonra gaz odası ve çevresinin temizliği yapılarak imha düzeneğinin yeni gelenler için hazırlanmasından hep onlar sorumludur.

Nazilerin sembolik olarak kurbanları da suça ortak ettikleri ölüm fabrikasında ömürleri fazla uzun değildir bu zoraki işçilerin. Katliam sırlarının açığa çıkmaması için üç dört ayda bir yenilenir gruplar ve eski üyeler bizzat yenileri tarafından imha edilir. Kurtuluş umudunun olmadığı ölüm düzeneğinde günlük rutin işlerini bir robot misali yürütür Saul. Ta ki bir çocuğun gaz odasından sağ çıktığına şahit olduğu ana kadar. Çocuk anında boğularak öldürülür gerçi, ancak mucizevi bir işarettir bu genç adam için. Uzun bir süredir görmediği kayıp oğlu olduğunu sanır, ya da onun yerine koyar talihsiz küçük bedeni. Bundan böyle tek bir gayesi vardır artık. Körpe bedenin önce otopsiye daha sonra fırına gitmesine izin vermeyecek, onun dinine uygun bir şekilde gömülmesi için çabalayacaktır.

‘Saul’un Oğlu’nun farklılığı ilk uzun metrajını çeken László Nemes’in tercihlerinden kaynaklanıyor. Doğal bir renk paleti kullanma fırsatı veren 35 mm film üzerine yapılmış çekimler. Bunun ‘sinemanın özü’ ya da ‘sinemanın ruhu’na uygun bir seçim olduğunu ifade ediyor sinemacı. 4:3 rasyo kullanarak hikâyeyi tek bir kişinin perspektifinden olabilecek en sade, en minimalist biçimde anlatma yoluna gidiyor. Görüntü ustası Mátyás Erdély’nin kamerası ilk dakikalardan itibaren Saul’un yüzüne odaklanıyor ve organizasyon ile kaosun birbirine karıştığı dünyevi cehennemde olup bitenler filmin büyük bir bölümünde onun gözünden aktarılıyor: Saul ne görüyorsa onu görüyor, ne işitiyorsa onu işitiyoruz.

Nemes’in klostrofobik blokaj tercihiyle kare ekranın merkezinde Saul’u canlandıran müthiş oyuncu Géza Röhrig’in yüzüne yansıyan dehşet arka planda kesintiler halinde flu olarak sızabiliyor çerçeveye. Sınırlı bir alan ve zamanda uzun planlar eşliğinde eşliğinde tanık oluyoruz genç adamın koşuşturmacasına. Onun gördükleri ve duyduklarıyla parçalı resmin bütününü tahayyül etmeye çalışıyoruz. Görüşün bu denli kısıtlanması hali hayal gücümüzü kamçılıyor ve dehşet içinde bu tüyler ürpertici deneyimin bir parçası haline geldiğimizi idrak ediyoruz.

Ses kayıtları omuz kamerasının huzursuz planlarına yansıyan eksik görüntüleri tamamlıyor. Emirler, bağırışlar, çığlıklar, feryatlar ölüm mekanizmasının işleyiş düzenini kavramada görüntülere destek veriyor. Ölümü bekleyen mahkûmların ellerinde kalan tek şey dilleri. Sekiz ayrı dil konuşuluyor kampta. Bunlardan soykırımla birlikte unutulmaya mahkûm olmuş İbranice ile karışık Alman lehçesi Eskenazi diline (Yiddish) özel bir saygı duruşunda bulunuyor yönetmen. Hikâye için gerekli bulmadığı tüm unsurları görüntü alanından çıkarıyor. Holocaust anlatılarında görmeye alışık olduğumuz Nazi selamı, gama haçlı bayraklar filan kadraja dahil edilmiyor. ‘Hayat Güzeldir’in yaşanan vahşeti mizahla sulandırması bir yana ‘Schindler’in Listesi’ benzeri bir dramatizasyon ya da romantik bölümler de beklemeyin bu filmden.

Nemes daha evvel benzerlerini çok izlediğimiz bir hayatta kalma öyküsüne de soyunmuyor. Toplama kamplarına doldurulmuş Yahudi mahkûmların üçte ikisinin cehennem ateşinde yok edildiği gerçeğinden hareketle istisna olan kamptan kurtuluşun değil ölüm gerçeğinin altını çizmeyi yeğlediğini ifade ediyor. Bu noktadan hareketle bir kahraman değil sıradan bir adam olarak ele alıyor ana karakterini. Saul çevresindekilerin umutsuz kurtuluş çabalarının tam tersi bir yol izlemeyi seçiyor. Kampın kaotik ortamında bir haham bularak küçük bedenin defin duasını yaptırmak ve ölüsünü gömmek, insanlık onurunu müdafaa etmek adına onun kişisel başkaldırısına, deliliği tek kişilik bir içsel aklanma hareketine dönüşüyor.

‘Aç olanı doyuracaksın’, ‘çıplak olanı giydireceksin’, ‘ölünü gömeceksin’ diyor Macar sinemacı. ‘Hangi dinden hangi kültürden gelirsen gel bunlar değişmez temel insani değerlerdir’ diye ilave ediyor. Saul’un ölüsünü gömme çabasına tanıklık ederken gömülmek için buzdolabında saklanan kendi ölülerimiz dikiliyor karşımıza. Utanıyoruz. Geçmişin zulüm sayfaları adeta çiviyle çakılıyor beynimize. Bu mucizevi ilk film bugünün farklı coğrafyalarında farklı biçimlerde tekerrür eden insanlık suçları ile mücadelede uyanık olmaya çağırıyor hepimizi.

(18 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Fotoğrafın Öteki Yüzü

Bizde ‘Sessiz Çığlık’ adıyla gösterime giren ‘Louder Than Bombs’ İskandinav sinemasının umut vaadeden isimlerinden Joachim Trier’in üçüncü uzun metrajı. Norveçli sinemacıyı 2007 yılı İstanbul Film Festivali’nin ‘Altın Lale’ ödülünü kazandığı ilk filmi ‘Tekrar / Reprise’ ile tanımıştık. Yapıtlarını yayımlamak için uğraşan iki genç yazara odaklanmış film, gençlik, dostluk, dostluğun çetin sınavları, gerçekler ve ülküler, edebiyat ve hırs, sevgi ve kişinin sınırlarını keşfetmesi üzerine mizah ve hüzün yüklü parlak bir denemedir.

Yönetmenin festival izleyicisi tarafından övgüyle karşılanmış 2011 yapımı ikinci çalışması ‘Oslo, 31 Ağustos’ hayatın umut dolu gençlik evresinin ardından otuzlu yaşlarını süren başka bir yazın adamının hayal kırıklığı üzerinedir. Louis Malle’in 1963 yılında aynı isimle sinemaya aktardığı Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 tarihli romanı ‘Le Feu Follet / Ateşle Oyun’un bu çağdaş uyarlamasında, taşradaki uyuşturucu rehabilitasyon merkezinde tedavi görmekte olan Anders’in iş görüşmesi yapmak üzere Oslo’ya gelişi ve bir tam gün boyunca eski hayatı ve eski arkadaşlarıyla hesaplaşması konu edilir. Varoluşçu krizin tüm safhalarını yalın bir dille anlatan film Anders Danielsen Lie’nin üstün yorumunun da katkısıyla hafızalarda yer etmiştir.

Senaryolarını Eskil Vogt ile birlikte yazar Joachim Trier. İki yıl önce kendi senaryosundan çektiği ilk yönetmenlik denemesi (bizde ‘Körlük’ adıyla gösterime giren) ‘Blind’ ile İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’nin sahibi olmuş olan Vogt üçüncü uzun metrajını çeken kadim dostunu yalnız bırakmamış yine. ‘Sessiz Çığlık’ uluslararası bir kadroyla İngilizce olarak çekilmiş.

Önceki filminde Oslo kenti fonunda tek bir karakterin ruhsal sürecini didikleyen Trier bu kez New York’lu bir ailenin anatomisine girişiyor. Film annenin yitirilmesiyle başa çıkmaya çalışan aile bireylerinin iletişim sorunları üzerine. Savaş fotoğrafçısı annenin evine dönmek üzereyken geçirdiği trafik kazasının ardından üç yıl geçmiştir. Anısına düzenlenen fotoğraf sergisi ile eşzamanlı olarak yayımlanacak makalede Isabelle Joubert Reed’in ölümüne neden olan meşum kazanın aslında bir intihar olduğunu açıklamakta kararlıdır eski editörü. Ailenin hayatta kalan bireyleri baba ve iki oğul bunun öncesinde biraraya gelmek ve gerçeklerle yüzleşmek durumundadır.

Yönetmen Oslo, 31 Ağustos’un ardından bir kez daha intihar temasını ele almaktadır. Olup bitenler değişik bakış açılarıyla ailenin üç erkek ferdi tarafından anımsanır. Her biri diğerinden farklı yorumladıkları anılarıyla Isabelle’in açmazlarını sorgulamaya girişir. Oyunculuk kariyerinden vazgeçerek kendisini ailesine adamış olan baba Gene eşinin ikiye bölünmüş hayatını düşünür. Isabelle’i savaş bölgelerine her yolcu edişinin ardından bir yanıyla onun geri dönmeyeceğini beklediğini hatırlar. Eşinin intiharına kendisini sürekli yanlış yerdeymiş gibi hissetmesinin derinleştirdiği depresyonun neden olduğu kanaatindedir. Teselliyi küçük oğlunun öğretmeniyle yaşadığı ilişkide bulmuştur.

Duygularını kontrol altında tutan akademisyen büyük oğul Jonah evlenmiş yeni baba olmuştur. Huzurunu bozacak her şeyi pembe yalanlarla geçiştirmekte üstüne yoktur. Annesini gözünde öylesine yüceltmiştir ki gerçekle yüzleşmek onun korkulu rüyası haline gelir. Ergenliğinin en sancılı döneminde iletişim sorunları yaşayan küçük oğul Conrad aralarında en sorunlu gözükenidir.

Film boyunca üç karakterin iletişim çabalarını izleriz. Önceleri asi ve kaba olarak çizilmiş Conrad’ın zengin iç dünyasına dalarız daha sonra. Henüz 12 yaşındayken yitirmiş olduğu annesinin ardından sorunlar yaşayan genç delikanlının yazarlık yeteneğini keşfederiz. Farklı çerçevelenmek suretiyle aynı fotoğraftan farklı anlamlar elde edilebileceğini annesinden öğrenmiş olan hayal dünyası güçlü Conrad, yönetmenin daha önceki filmlerinde yirmili otuzlu yaşlarını sergilediği karakterlerinin küçük kardeşidir adeta.

Çağımızın en edebi sinemacılarından biri olan Trier içerde kopan fırtınaları -ki filmin özgün adı bunu ‘Bombalardan Daha Gürültülü’ olarak tarif ediyor- Ola Lottum’un meditatif müzik çalışması eşliğinde usul usul anlatır. Aynı olayı farklı perspektiflerden karşımıza getirir: babanın küçük oğlunu izlediği sekans bu açıdan hayranlık uyandırıcı bir deneyimdir. Yalanların ardına gizlenmiş gerçeği açığa çıkarmaya uğraşır. Çağdaş Roman’ın sinemadaki uzantısı olarak krolonojik yapı ve bakış açılarını karman çorman ederek zihin oyunlarına girişir. Düşler ve dış sesler yardımıyla anılar ve düşüncelere görsellik kazandırır. Sınıfta başka bir öğrencinin okuduğu metin üzerinden Conrad’ın fantezilere dalışı ya da yine Conrad’ın günlüğünün görsel karşılığını aktardığı denemeleri başarılıdır.

Bir sonraki çalışmasını merakla beklediğimiz Norveçli sinemacının elinde müthiş Anders Danielsen Lie yok bu kez. Ancak ilk kez çalıştığı uluslararası oyuncu kadrosu yüzünü kara çıkarmıyor. Sonlara doğru uzun plan sekansta belleğimize çakılan maskıyla annede Isabelle Huppert, babada Gabriel Byrne, Jonah’da Jesse Eisenberg ve küçük oğulda (daha önce Olive Kitteridge adlı mini televizyon dizisinde dikkatimizi çekmiş) Devin Druid’in mükemmel yorumları bu sıradışı deneyime zenginlik katıyor.

(12 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şu Bizim Görkemli Sanat Sinemamız

Ülke insanına dair sosyolojik tespitlerde bulunmak istiyorsanız başvuracağınız ilk adreslerden biri sinemadır. Bizde 50’ler sonrası ve erken 60’larda sanat olma hüviyetine bürünen sinemanın temel yapıtları, bunun en kıymetli örneklerinden birkaçını oluştururlar.

Bugün; tam da “tarihin sonu” tezlerine kapı aralayan bir yüzyılın ilk çeyreğindeki o büyük kırılmada “konuşmayan” bir “sanat sinemasıyla” karşı karşıyaysak; salonlarda birbirini tekrar eden formüllere dayalı “tuhaf” bir komedi veya “korku” furyasıyla karşı karşıyaysak eğer; bu, içinden geçtiğimiz yılların dışavurumudur. Temelleri 12 Eylül sabahı atılan ve yumruğunu 90’larda indiren “yeni popüler sinemamızın” figürleri, kelimenin en hafif tabiriyle “gemisini kurtaran birer kaptandır”. Bunu “kendi bacağından asılan koyunlar” şeklinde de okuyabilirsiniz; ama konumuz başka…

Günümüzün “sanat sinemacıları” ise (özellikle de çıkış yıllarında) çoğunlukla susmuşlardır! Konuşmaya başlasalar foyaları ortaya çıkacaktır sanki. Derin derin ufkun ardına bakar, öylece beklerler. En büyük sorunları (kaçıncı yüzyılda yaşıyorsak artık!) kasabaların yalnızlığını ciğerlerine çekerek “kentin” içi boş insanından uzaklaşmaktır. Hayli prim yapmış bir yönelimdir bu: Düşünsenize, kahramanlarınıza konuşmayı yasaklayın ve sessizliğiniz başta Batı’nın görkemli festivallerinde ve sonra da ülke içinde övgülere boğulsun!

Derin çelişkiler içinde yaşayan bu “duyarlı karakterler” sonradan konuşmaya başlasalar da, ağızdan çıkan tümcelerin kime ve neye hizmet ettiği belirsizdir. Kırsalı hiç tanımayanlar, köy kahvelerinde, gözümüze sokulandan daha nitelikli muhabbetler döndüğüne şaşırabilirler. Hayatı dönüştürmek veya “memleketi kurtarmak”, metropollerdeki barlara has değildir yani!

Her şey Türkiye gibidir sizin anlayacağınız. “Minimalizm”in büyüsüne dalanlar, bu kavramı tam da “bize göre uydurma” eylemine girişmişlerdir. Evet; varlık nedenlerini ‘saf sinema’ olarak özetleyen ve biçimselliği ön planda tutan akımın yönetmenleri, tarihsel süreç boyunca popüler sinemanın değişmez unsurları olan aksiyon, efektler, kahramanlar, gerçek dışılık gibi kavramların karşısına sadeliği çıkarmışlar, öyküyü işlevsiz bırakacak her türden ayrıntıdan kaçınmışlar, mekân ve dekor seçimlerini gerçekleştirirken konunun parçalanmamasını göz önünde bulundurmuşlardır. Ama bu bakışta, estetik bağlamda “zaten güzel olan gerçeğe, ek bir güzellik katmaya çalışmak anlamsızdır” şeklinde özetlenebilecek bu düşünce vardır.

Buradaki sihirli kelime olan “gerçek”in anlamını düşünelim şimdi: Ozu, Bresson ve Satyajit Ray gibi yönetmenleri. Ayrıca, Minimalizm’in politik olgulardan ve siyasal bir tavırdan yoksun olduğu eleştirilerinin sadece bize has olduğu gerçeğini! 2. savaş sonrasının Japonya’sındaki toplumsal / bireysel çöküşünü eşsiz bir dille anlatan Ozu klasiklerini, Üçüncü Dünya’nın umut filmlerinden ‘Apu Üçlemesi’ni, Batı’nın “refah toplumunda” içi boş hayatlardan müthiş kesitler sunan Antonioni’yi ya da metaforların siyasal sistemin üzerine bir kabus gibi yağdığı son dönem İran şaheserlerini! Sonra “bize” dönelim ve bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini tartışalım. Mesela “politik” göndermelerle dolu olduğu söylenen bir filmin niçin “distopik” bir yaklaşımla ele alındığını. Derdi, 90’ların faşizan eğilimleriyle hesaplaşmak olanlar, filmlerini neden zamandan soyutlasınlar ki? Yoksa referans alınan İranlı sinemacılar gibi büyük baskılar altında kıvranıyor mu bizim yaratıcılarımız? Ya da fon almak için sırada beliren kurumlar mı böylesi bir “masalsı evreni” dayatan? Bütün bunları geçtik; “biçim” gibi altı kopkoyu çizgilerle boyanan o sihirli kelimeyi de gözden ırak tutmayalım. Hangi “sanat filminde” yeğeninin evine on defa gidip de eli boş döndüğü bu kadar “gösterilir” insanın.

Kısacası; “her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan” türünden, ne anlatmaya çalıştığı belirsiz o tümceyi hatırlatan “güzel ve yalnız ülke” söylemini aklınızdan çıkarmayın. Ve bu filmlerde, o “yalnız ülke”ye dair neyin söylendiğini düşünün. Popüler sinemada Chaplin’le 20’lerin kapitalist toplumunu, Capra ile Büyük Bunalım’ı, Film Noir’la savaş ve sonrası dönemi bir çırpıda özetleyebilirken; dahası bunu 60’lardan itibaren Akad, Erksan, Refiğ, Güney gibi yönetmenlerimizle “bize has” biçimde başarabiliyorken geldiğimiz nokta nedir? Tarihinin en çalkantılı dönemlerinden geçen, büyük altüst oluşlar yaşayan “yalnız ülke”ye dair bize söylenen nedir? Bu üretimler, tarihe ve içinden geçilen döneme tanıklık eden o “yüce sinema” duygusunun yok olduğuna mı işaret etmektedir; yoksa şu an için -en azından bu satırların yazarı tarafından- görülmeyen büyük bir “sanat olayına” mı dokunmaktadır?

Hepsi bir yana; bu anlam karmaşası ekseninde, bir “aydın sineması” olarak takdim edilen “Yeni Türkiye Sineması”nın (ki, son gelişmeler dolayısıyla bu tanımlama, doğal olarak kullanılmaz hale geldi!) rotasını “güvenli” sularda yüzdürdüğünü unutmamak gerekir. Eylem çizgisi gayet net ve parlak görünmektedir: Büyük festivallerimizde jürileri sizin -olmadı hısım akrabanızın- oluşturmanızın; en tepelerde, ülkenin sinema politikalarını belirleyen kurullarda mutlaka yer almanızın; her “sanat filminin” sonuna, teşekkür edilenler hanesine adınızı yazdırmanın; sansürü, engelleme ve baskıları, dünya festivallerini referans gösteren bir çizgide eritme çabanızın; basını, televizyonları ve hatta kimi sinema dergilerini “özgürce” kullanmanızın; böylesi bir dönemde “sol” gösterip “sağ” vurmanızın…

Kısacası ülke insanına dayattığınız koca bir sinemanın, ödüller ve övgüler arasında bir yerlerde unuttuğu tek bir şey kalmaktadır geriye: Tarih!

Virgül…

(12 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Deadpool

Özenilerek yaratılmış bir insan bu Deadpool. Beyni ve ciğerleri olmadan da yaşayabileceğini iddia eden bir anti kahraman. 25 yıl önce yaşamımıza girdiğinde bu denli sevileceğini kimse bilmiyordu; zaten anti kahraman olduğu için kimse çok da umursamadı… Zaman içerisinde güçlendi, hayatın her anında, her alanında karşımıza çıkınca sinemaya bile atladı.

1991 yılında çizgi kahraman olarak Marvel’in ürettiği Deadpool, çok konuşması, argo cümleleri, hareketliliği, hemen bütün üstün kahramanların özelliklerini bünyesinde topladığı için Hollywood tarafından beyazperdeye uyarlandı.

Kafanı dışarıda bırak!

Bugünlerde savaş olasılığından söz ediliyor. Pahalılık ise almış başını gitmiş. İnsanlar öldürülüyor, bombalar patlıyor, kahveler taranıyor. Spor bile o eski birleştirici gücünden uzak. Kafanızda kırk tilki dolaşıyor, hem de kırkının kuyruğu birbirine kördüğümle bağlı. Üstesinden gelemeyeceğiniz durumlar söz konusu. Daha kişisel sorunlarınızı saymadım bile… Dersler var, ödevler sizi bekliyor… Sevgilinizden ayrılmamışsanız da görüşemiyor olmanın haklı sıkıntısını yaşıyorsunuz. ‘Peder bey’ harçlığı kesmiş, kimi nasıl çayevine bile götüreceksiniz… Kırk tilki bile yetmez sahi…

Anti kahraman ve müzikle aksiyon…

Deadpool filmi sizi bunca cevap bulamadığınız soruların arasından en az iki saatliğine çekip çıkaracak. En kötü zamanlarda bile -tam da sizin aklınızdan geçtiği gibi- en doğru şeyi yapabilen, mizahla birlikte argonun yardımını almaktan çekinmeyen Deadpool, sizin cümlelerinizi çalmakta da mahir. Eskiden beri perdedeki kahraman hep bir şeyleri söylemekten çekinir, belki de size bırakır o sözleri… Ama Deadpool, karşısındakinin cümlesinin de arasına girip istediği yorumu elde etmeyi başarabiliyor. Yani sessiz izlenmesi keyif vermeyecektir diğer çizgi kahramanların canlandığı filmler gibi. Bu arada, atlanmaması gereken bir gerçek de Türkçe dublajının çok başarılı olduğu… Belki de ilk kez altyazılı değil, dublajlı film daha bir anlaşılabilir bu türde. Filmin ritmi, müzikleri ve hızı sizi onca sorunun arasından sıyıracak muhakkak. Denemesi bir bilet parası…

Herkesin bakışı kendisine…

Filmin çıkışında Deadpool’un sözlerinin tiyatro göndermeleriyle dolu olduğunu; Amerikan filmi olmasına rağmen Amerikan arabalarının parçalandığını ama Japon arabaların sağlam kaldığını; bunca hareketliliğe rağmen ne ritimde ne de hareket bağlantılarında aksama olmadığını; Deadpool’un yine de iyi niyetli olduğunu, aşkı için hiçbir şeyden hiçbir şekilde taviz vermediğini yakaladığınızı hissedeceksiniz.

Müthiş bir müzik ziyafeti olarak da bakabilirsiniz, alabildiğine hareketli bir aksiyon filmi olarak da… Tabii, isterseniz felsefi çıkarımlarda da bulunabilirsiniz… Seçim ve karar tümüyle sizin. Unutmayın ki bu bir film ve bir filmde her şey yaşanabilir: hayat bile. Ben Deadpool olmak ister miyim, bilemiyorum, ama onu izlemek keyif verdi.

(11 Şubat 2016)

Korkut Akın

Amerikan Rüyası’na Dalan İtalyan Aygırı!

Popüler sinemanın, genellikle on yıllık dönemler halinde ele alınan tarihine damgasını vuran erkek oyuncular kabaca masaya yatırıldığında ortaya ilginç bir manzara çıkar. Sessiz yıllarda, kapitalist sisteme ve düzen koruyucularına dil çıkarıp uzaklaşan anarşist Şarlo bir yana, Bunalım’lı 30’lar genellikle Capra’nın temiz yüzlü, vatansever Joe Americano’larıyla (Clark Gable, Gary Cooper, James Stewart) anılır. Savaşın göbeğinde, kırılgan kalbini sert görünümüyle maskelemeye çalışan Bogart’ın temsil ettiği 40’lı yıllar, Soğuk Savaş’ın John Wayne’leriyle randevulaşsa da, Brando’nun öfkesinden kaçamayacaktır. Durağın hemen ardındaysa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” yığınlar beklemektedir! İdeolojilerin çarpışma noktası olarak nitelendirilen 70’lerde ise durum iyice karmaşıklaşır: Bir yanda 68’in dinmeye yüz tutmuş rüzgârını taşıyan kafası karışık adamlar, diğer yanda Yeni Sağ’ı vücuda getiren bireyci kahramanlar. Bu dönem, Stallone’nin tablonun başköşesine yerleşmesiyle; yani 80’lerle noktalanır.

Popüler sinemada 80’lerden söz açıldığında adı anılacak ilk isimlerden olan Sylvester Gardenzio Stallone, 6 Temmuz 1946 yılında New York’ta doğar. Başarısız okul yaşamını Miami Üniversitesi’nde yarım bıraktığı tiyatro eğitimiyle taçlandırmasının ve başarılı olduğu söylenemeyecek bir kaç pornografik denemenin ardından (!) sinemada paranoya dalgasını başlatan filmlerden olan “Klute” ile (dans eden bir adamı canlandırmaktadır) oyunculuğa başlar. Aralarında Woody Allen’ın ilk dönem güldürülerinden olan “Bananas”ın da bulunduğu bir kaç filmde figüranlık denemesinin ardından şans yüzüne güler ve uzunca bir süredir elinde beklettiği “Rocky” projesini 1976’da hayata geçirme olanağı bulur.

Yıl 1975, aylardan Mart’tır. Ekran karşısında, Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu, efsanevi Muhammed Ali’yle o zamana kadar adı sanı çok da duyulmamış bir boksör olan Chuck Wepner arasındaki 15 raunt süren nefes kesici maçı izleyen genç Stallone’nin kafasında şimşekler çakar. Bitime kısa bir süre kala karşılaşmayı nakavtla kaybetse de, Wepner’ın maçın sonuna kadar sergilemiş olduğu mücadele, -aklının bir köşesinde Rock Marciano gibi WASP bir boksör bulunan oyuncu için- bir Hollywood karakteri olarak zihinlere kazınacak Rocky Balboa’ya esin kaynağı olacaktır.

Elinde üç günde yazdığı senaryosuyla film şirketlerinin kapısını aşındıran Stallone, çekilecek filmde başrolü kendisinin oynamasını şart koşmaktadır. Bunu, sonunda kabul ettirebileceği yapımcı şirket Chartoff – Winkler, ona yeni bir Amerikan Rüyası’nın kapılarını açar. 1976’da John G. Avildsen’in 28 gün gibi kısa bir sürede çektiği ilk “Rocky”nin konusu kısaca şöyledir: Philadelphia’lı genç bir işçi olan Rocky Balboa, iş dışı zamanlarında yerel bir kulüpte boks yapmaktadır. Burada keşfedilerek kısa zaman içinde dünya şampiyonluğuna kadar uzanır.

Film, tam da ABD’nin kuruluşunun 200. yıldönümünde gösterime girer ve en büyük rakibi, kendisi gibi “muhafazakâr” bir kahraman olan Travis Bickle’lı “Taxi Driver”ı devirip; ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Kurgu’ dallarında ödüle uzanır. İlginçtir; hem sinemaseverlerin hem de eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazanan Stallone’u ‘yeni bir yıldız doğuyor’ diyerek ayakta alkışlayanların arasında sinema eleştirmenlerinin gurusu sayılan Roger Ebert da vardır. Bunda ilk filmin, dönemin “sağ” eğilimlerinin izini sürerken Philapelphia’nın yoksul işçilerini resmetmede gösterdiği başarının da rolü vardır kuşkusuz. Doğruya doğru, gerçek bir atmosferin içinde, “yaşayan” bir karakter olarak karşımıza çıkmıştır Balboa.

Ezilenler için bir tür “tarihin sonu” sayılabilecek 80’lerde, Stallone’nin gösterdiği başarının anlamı büyüktür. İstatistiklere bakalım: Charlie Chaplin’in “The Great Dictator”le 1940’da, Orson Welles’in ise “Citizen Kane” ile 1941’de aynı yıl içinde hem senaryo hem de oyunculuk dallarında Oscar’a aday gösterilmesinden sonra bu şerefe layık görülen üçüncü kişi, Amerikan Başkanı George W. Bush ile aynı yıl ve aynı günde doğmuş olan Sylvester Stallone’dir!

“Rocky 2”de Carl Weathers’ın sempatik oyunu bir yana, hiç de olumlu betimlenmeyen Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Apollo Creed’i yenerek unvanını elinden alan Stallone, bu filmle birlikte yönetmenlik koltuğuna da oturur ve serinin 3., 4. ve 6. bölümlerini yönetir.

Üçüncü filmde, karısı Adrian ile şampiyonluğunun keyfini çıkartmakta olan bir Rocky çıkar karşımıza. Unvanını elinden aldığı Creed ile artık iyi arkadaş olmuşlardır. Her şeyin yolunda gittiği sakin günleri, Clubber Lang adlı insan azmanı boksörün ona maç teklif etmesiyle bozulacaktır. İlginçtir, 80’lerin sevilen bir başka kahramanı olan ve özellikle 3. Dünya’nın “antidemokratik” yönetimlerine ders veren bir ekibin (!), “A Takımı”nın üyesi olan Mr. T., filmde gerçek bir canavar olarak çıkar karşımıza! Aslında, ilk iki filmde sınıf atlamaya çalışan Balboa’nın “bir parça hırçın” (!) hali olan Lang, Beyaz Amerika’da masumiyetin simgesi haline gelmiş Adrian’a asılmaktan bile geri durmaz: “Gerçek bir erkek arıyorsan buradayım bebeğim!”

Bu filmde işler gitgide sarpa saracak ve Rocky, antrenörü Mickey’i de, maçı da kaybedecektir. Mickey’nin ölümü, sevgili karısının hamile oluşu ve Rocky’nin boks yapmasını istememesi gibi nedenler sonucu kendine güvenini kaybeden kahramanımıza en büyük destek Creed’den gelecektir. Bir zamanlar en büyük rakibi ama artık can dostu olan Apollo, onu rövanşa hazırlayacaktır. Yıllarca Kızılderililere ve siyahi vatandaşlarına yapmadığını bırakmayan ABD, bu filmle Beyaz Amerikalı’nın gücünü bir kez daha kanıtlamıştır. Rocky’nin Apollo ile olan dostluğunu örnek göstererek ırkçılık suçlamalarına katılmayan dostlara söylenebilecek tek şey, güçlü olana itaat ettiğiniz sürece size dokunulmayacağıdır!

Yeni Sağ’ın zafere koştuğu 80li yıllarda, ‘Amerika’nın Sovyetler Birliği ile arasında süregelen soğuk savaşa nasıl katkıda bulunabilirim’ diye düşünmüş olacak ki Stallone, dördüncü filmde bir Rus boksör ile kapışır! Ölüm makinesi olarak resmedilen duygusuz Rus, son teknolojiyle ve ilaçların desteğiyle varlığını muhafaza etmektedir. Maçta Apollo’yu öldürmesi bardağı taşırır ve sırtını Sibirya ayazına yaslayan Balboa, Sovyetler’e unutamayacağı bir ders verirken, “herkes değişebilir” tiradını, milyonların şaşkın bakışları arasında Gorbaçov’a bile alkışlatır! Burada unutulmaması gereken, Gorbi’nin, filmden sadece birkaç yıl sonra, büyük ABD şirketlerinin daveti ile Yeni Dünya’ya ayak basacağı, kapitalizmin nimetlerinden bahsederek, bir başka rüya kahramanına dönüşeceğidir. Demek ki sadece Rocky için değil, eski SSCB’nin başkanı için de “acı yok”tur!

Beşinci filmde, işlevini fazlasıyla tamamlamış olduğundan, ringlere dönme konusunda isteksiz olan ve büyük maddi sıkıntıya düşen Rocky’i, umut veren bir boksör olan Tommy Gunn’ın antrenörü olarak görürüz. Zamanla kendine aşırı güvenen Tommy, Balboa’yı beğenmeyecek ve ona ihanet ederek kendisine başka bir antrenör bulacaktır. Stallone’nin 10 üzerinden “0” verdiği bu film, mantıkdışı olayları ve çığırından çıkmış bir sokak dövüşü ile noktalanır.

Birçok kişi, serinin beşinci film ile sona ermiş olduğunu düşünürken, on altı yıl sonra 2006’da, senaryosunu yine Stallone’nin yazıp oynadığı “Rocky Balboa” karşımıza çıkar. Kendi mitolojisinin sonunda bir yerlerde, adeta başlangıca dönen ve hüzünlü bir atmosfere sahip olan altıncı filmde artık yaşlı bir adam olan Balboa, eşi Adrian’ın ölümü ve oğlunun onun gölgesi altında kalmamak için ondan uzak durması gibi nedenlerle yaşamdan kopmuştur. Artık tek mutluluk kaynağı, lokantasında müşterilere geçmiş anılarından söz etmektir. Bir gün, televizyonda kendisiyle ağır sıklet boks şampiyonu Mason Dixon arasında sanal bir dövüş oyunu düzenlendiğini görür. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Dixon’ın menajerleri Rocky’ye bir maç teklifinde bulunurlar. Teklifi kabul eden Rocky, kendinden 30 yaş daha genç Dixon’la nefes kesen bir maça çıkacaktır.

Vietnam hezimetini kabul edemeyen militarist çevrelerin ilgi odağı haline dönüşecek bir başka uzun serinin, tarihsel gerçekliği tersyüz ederek “ilk kanı ben dökmedim!” diye haykırıp duran “Rambo”nun da kahramanı olan Stallone’nin yıkıntıya dönüşmüş kişisel efsanesi ile bu film arasında bir bağ vardır: Hayali zaferlerin sağladığı ticari başarı, Stallone’nin beyazperdede kalıcı bir karaktere dönüşmesini sağlamamıştır. Kimi zaman “iyi”, kimi zaman ise “komik polis” olarak belirdiği filmler çoğunlukla hüsranla sonuçlanmış, Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger’la Planet Hollywood lokantalar zincirinin ortağı olması dışında elde avuçta çok da bir şeyler kalmamıştır (!). (Stallone, “Rezil Oyunculuk” ödülü olan Razzie’yi birer ikişer toplaya toplaya 2000 yılında “Yüzyılın En Kötü Aktörü” unvanını da eline geçirmiştir!)

Gelinen noktanın tüm hayal kırıklıklarını bünyesinde toplayan “Rocky Balboa”, biraz da yarattığı nostalji duygusuyla, suratına kapanan kapıları aralar; dahası Stallone’ye, kendisi gibi unutulmuş kahramanlarla birlikte yeniden yaşama tutunma olanağı verir. İzinden giden Chuck Norris, Dolph Lundgren, Van Damme gibileri, “Expendables” serisiyle milyonları yeniden kucaklayacaktır. Şurası da bir gerçektir ki, muhafazakâr bir İtalyan/Amerikalı olan Stallone, Uncle Sam’in övgüsüne mazhar olmuş ve Rocky gibi o da kendi ‘Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiştir!

Bir tür yedinci film de sayılabilecek “Creed”, aldığı övgülere bakıldığında yeni bir serinin de ipuçlarını taşımaktadır. Bir yanıyla da mizah unsuru aramak gerekir iltifatlarda. Son film, model olarak tüm Rocky filmlerini kendisine örnek almakta, ayrıca finaliyle de ilk filmin kopyası konumunda bulunmaktadır. Belki de her şey, bizim kuşaklar için anlamı büyük olan o sihirli cümlede saklıdır, ne dersiniz:

“Adriaaaan başardııııkkk!”

NOT: Yıllar önce Modern Zamanlar’da enfes bir Stallone biyografisine imza atan ve bu yazının önünü açan sevgili dostum Atila Sarıcıoğlu’na teşekkürü borç bilirim.

(07 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Aşk ve Özgürlük

Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir diyor Carol. Yaşanacak olanlar er ya da geç yaşanacaktır. Beklenmedik koşullarda beliren aşka hazırlıksız yakalanmıştır Therese ile Carol. Kırklı yıllar yeni bitmiştir. Savaş sonrası dönemin tedirginliği ve McCarthy paranoyasının üzerine sinmiş olduğu 1950’ler New York’unda yoları kesişir iki genç kadının. Sadece yaşları değil sınıf farkı da zorlar ilişkilerini. Lakin görmüş geçirmiş korunaklı Carol ile ürkek ve kırılgan Therese etraflarında inşa edilmiş kalıpların dışına çıkmaya, dönemin şartlarına göre örnek teşkil etmeyen aşklarını yaşamaya kararlıdır.

Bir müzik parçasına benzetirsek zarif bir piyano sonatı olarak adlandırabileceğimiz ‘Carol’ ünlü cinayet romanları yazarı Patricia Highsmith’in 1952 yılında henüz yirmili yaşlarının başında Claire Morgan takma adıyla kaleme aldığı ve ancak ileri yaşlarında sahiplendiği ikinci romanı ‘The Price of Salt’dan uyarlanmış. Adı kadın filmlerinin yönetmenine çıkmış Todd Haynes imzasını taşıyor, Phyllis Nagy’nin romana büyük ölçüde sadık kalmış mükemmel senaryosundan yola çıkarak bakışlar ve jestler üzerinden derdini anlatıyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde Carter Burwell’ın Philip Glass minimalizmini hatırlatan enfes müzik çalışması devreye giriyor. Bu içine sığamayan tutku hikâyesinin kadınlarını buğulu camlar, aralık kapılar ardından görüntülüyor Haynes. Mükemmel bir iş çıkarmış görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın gölgeli siyahtan sıcak ve gösterişliye evrilen renk paleti yaşanan kafa karışıklığını vurguluyor. Çerçeve içinde çerçeveler ayrı dünyaların tutsak insanlarını betimliyor. İham kaynağı olduğunu ifade ettiği Saul Leiter çalışmaları haricinde Ruth Orkin, Helen Levitt, Esther Bubley ya da Vivian Maier gibi döneme damgasını vurmuş kadın fotoğrafçıların külliyatından ustaca yararlanıyor yönetmen. Therese’in valizini toplamış halde otel odasında görüntülendiği sahnede Edward Hopper’ın ünlü yağlı boya tablosuna (Hotel Room, 1931) selam sarkıtıyor.

Ancak film esas selamını sinema tarihinin ölümsüz klasiklerinden ‘Brief Encounter’a gönderiyor. Bizde ‘Kısa Tesadüfler’ adıyla gösterilmiş olan Noel Coward’ın ‘Still Life’ isimli tek perdelik oyunundan yola çıkarak senaryosunu bizzat kaleme aldığı 1946 yapımı David Lean başyapıtının yapısal özelliğini ödünç almış ‘Carol. Tıpkı orijinali gibi aynı sahneyle açılıyor ve kapanıyor. Ritz Oteli’ndeki son buluşmada iki kadının neler konuştuklarını ancak filmin sonunda öğreniyoruz. Carol ayrılırken aynen Trevor Howard gibi sevdiği kadının omzuna dokunuyor hafifçe. Kentin kıstırılmış havasından uzaklaştıklarında kendilerini daha özgür hissediyor sevgililer.

Trenler her iki filmde de hareketi ve özgürlüğü çağrıştırıyor. Lakin bu sınırlı bir özgürlük duygusudur, Carol’ın Noel hediyesi olarak kızına almış olduğu oyuncak tren her iki filmin döngüsel yapısına uygun olarak bir yere varamama duygusunu pekiştiriyor. ‘Brief Encounter’daki kabulleniş ‘Carol’da yerini itiraza bırakıyor. Orijinal filmin Laura’sı (muhteşem Celia Johnson) ailesinin mutluluğu uğruna arzunun ateşini bastırırken, Carol ayrılmak üzere olduğu kocasının kızlarını koz olarak kullanmak suretiyle varlığına sahip çıkmasına başkaldırıyor. Haynes hikâyesinin klasik malzemesine ellili yılların moral kodlarından farklı olarak içinde bulunduğumuz yüzyılın kazanımları doğrultusunda yaklaşıyor.

Cinsler ayrımı ya da eşcinsellik meselesini ajandasının gerilerine atmayı bilmiş bu en hasından aşk hikâyesi sınıf ve güç ilişkilerini jestler, renkler, kostümler üzerinden vermeyi deniyor. İki kadının karşılıklı etkileşimi ellili yılların bir diğer önemli klasiğini, yolun başındaki bir oyuncu adayının (harika Anne Baxter) şöhretinin zirvesinde yılların aktrisini (muhteşem Bette Davis) rol modeli olarak seçtiği (bizde ‘Perde Açılıyor’ adıyla gösterilmiş) ‘All About Eve’i anımsatıyor. Mükemmel kotarılmış bu güzel film, hayatının rolünde bir Greta Garbo edasıyla olgun kadını canlandıran Cate Blanchette ile ‘gökten düşmüş meleğim’ diyerek sakındığı, kafa karışıklığı ürkek bakışlarına sinmiş küçük sevgilisi Rooney Mara’nın üstün performanslarıyla gönülleri fethediyor.

(04 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rüya Tabirleri

* Hollywood, o meşhur “Amerikan Rüyası”nın değirmenine su taşımaya devam ediyor; Cumhuriyetçilerin mitinglerinde çalınan “Eye of the Tiger”, Stallone’nin aslında ne kadar büyük bir oyuncu olduğundan dem vuran kalemlere motivasyon sağlamayı sürdürüyor. İlginçtir; 70’lerin kültürel savaşımından zaferle çıkan Rocky’nin önce siyahilere, ardından da Ruslara savurduğu yumruk, kendi mitolojisiyle çelişme pahasına yeni bir rotaya giriyor. Tek derdi, öncülü gibi “sınıf atlamak” olan Mr. T’yi bir canavar olarak resmeden; hatta ilk iki filmde Apollo Creed’i dahi antipatik bir yaklaşımla ele alan serinin imdadına, eski şampiyonun oğlu yetişiyor. Bütün bunlar, ırk ayrımcılığının açık bir biçimde yeniden hortladığı 2016’da, hemen her gün yeni bir polis şiddetine maruz kalan, gelir adaletsizliği konusunda “dibe vurmuş” siyahilerin gözü önünde yaşanıyor. O insanların “rüya fabrikasındaki” temsilcileri ise Oscar’lardaki temsiliyet sorunundan yakınıyorlar.

İşte “Amerikan Rüyası” tam da budur! Açıkça ırkçılık yapan bir filmde, “Rüzgar Gibi Geçti”de hizmetçi olarak resmedilen “zenci” kadını Oscar’la kandırmak, ödülünü alırken gözyaşı dökmesini sağlamak ya da 80’lerin Yeni Sağ’ına meşruiyet kazandıran, sektördeki marjinal sayılabilecek yaklaşımları doruğa taşıyan bir figürü, tam da ırkçılık tartışmalarının gölgesinde ödüle boğmak!

Michael B. Jordan biraz daha bekleyebilir, sırada Stallone var!

* Bu bağlamda, Rüya’nın farklı bir sokağında karşımıza çıkan iki filme; “Joy” ve “Büyük Açık”a da değinmekte yarar var. İlk film, başlangıçta bize tanıttığı enteresan tiplerin üzerine gitmekte aciz kalıyor; ana karakterin başarı merdivenlerini ne kadar hızlı çıktığına odaklandığı anda, her yıl izlediğimiz onlarca filmden hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Sırtını sadece Lawrence’a dayamak, sıradan bir seyirlikten uzakta olduğumuz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bradley Cooper ve De Niro başa olmak üzere, bütün bir ev ahalisi samimiyet testinde sınıfta kalıyor; her ne kadar Joy, sınıf atlamayı başarsa da!

“Büyük Açık” ise oyunu “kafası karışmış” karakterlerden yana kullandığı anda dikkat çekici hale geliyor. Evet, ortada bir kez daha “Amerikan Rüyası” var; ama film, sadece sistemin zaaflarını lehine çeviren, çoğunluğu asosyal figürlerin önlenemez yükselişlerine odaklanmamakla “ahlaki” bir tercihte bulunuyor, “sırat köprüsünden” geçmeyi başarıyor. Tipik bir başarı öyküsünü izlemediğimizi bize sürekli hatırlatan anları, “eğlenceli” bir dili olmasına karşın, kendisiyle çelişkiye düşme pahasına finalde takındığı karamsar tavır, “Büyük Açık”ı gerçek kılıyor. Rüya’nın yüzeyini bir parça kazıdığınızda karşınıza çıkan manzaranın anlamını sorgulamaya başlıyorsunuz ve bu, rahatlama ve aydınlanmadan çok, midenize yumruk yeme hissi uyandırıyor. Alkış!

* Yazı boyunca peşimizi bırakmayan rüya söyleminin yaşayan bir örneği olan Tarantino’nun son filminden en çok aklımda kalan Samuel L. Jackson’ın taşıdığını iddia ettiği Lincoln mektubu idi. Gerçek ya da sahte, o mektupta yazılanlar, Batı’nın önemli bir kesimi için “gerçek olma” isteği yaratıyordu; ama Lincoln’un gerçekliği, siyahi bir subayla öylesi bir diyaloga kapı aralamaktan çok uzak görünüyordu. İç Savaş’ın gerekçeleri ve sonuçlarını bize çok iyi anlatan Howard Zinn’e göre ABD’nin önderlik kurumunun neredeyse tüm üyeleri, sıradan birer ırkçıdan farklı değillerdi. Tarantino, iki zıt kutba, filmin finalinde görece bir zafer kazandırsa da, bu da bir rüyadan farksızdı anlayacağımız!

Son olarak, sahne dünyasının tozunu solumamızı sağlayan Inarritu’nun “Diriliş”ini ileri doğru atılmış bir adım olarak tanımlamak zor. Buna karşın estetik yönelimiyle 70’leri aklımıza düşüren film, bu yönüyle de olsa irdelenmeyi hak ediyor. Girişte sözünü ettiğimiz kültürel çatışmanın kıyısında doğayı keşfeden, Sam Peckinpah ve John Boorman’ın da aralarında bulunduğu bir grup yönetmen, “şiddetin kaçınılmaz olduğu” söylemine kırlardan destek vermişlerdi. “Diriliş”in Vahşi Batı fonu, bu muhafazakar bakışı bir adım daha ileriye taşımış görünüyor. Yerli temsilinde “objektif” davrandığı ileri sürülen yönetmen, madalyonun diğer tarafında mistisizm sosuna bulanmış dini bir söyleme sarılıyor. Kötülüğünün arka planı tamamen havada bırakılmış olan Tom Hardy’nin, “inanç” konusunda DiCaprio’nun antitezi olarak sunulması bu kanıyı güçlendiriyor. Ayrıca doğayla verilen çetin savaştan galip ayrılan ana karakterin bir başka rüya kahramanı olduğunu ve bu başarısıyla Oscar heykelciğine emin adımlarla yürüdüğünü hatırlatalım.

* Referansını tarihten alan “Diren!”, Hollywood’un kahramanlaştırma eğiliminin peşine takıldığı andan itibaren gerçekçi dokusunu zedeliyor. Mulligan’ın bilinçlenme sürecini es geçen ve örgütlü mücadeleler tarihinde önemli yeri olan bir olayı, bilinçli bir tavırla hafifleten filmin, yan karakterleri işlemede de çıtayı aşamadığını söyleyebiliriz.

Sinemanın pembe yalanlar (rüyalar) dışında kâbuslara da tanıklık etmemizi sağlayan bir sanat olduğunu savunan “Yalan Labirenti”nin ise, Hollywood’un düş fabrikasının yıkıntıları arasından doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Film, Kramer’ın “Nuremberg Mahkemesi” ile Gavras’ın “Müzik Kutusu” arasında bir yerlerde, unutulan bir dönemi perdeye taşıyor. Almanya’ya için yeni bir rüya öngören müttefiklerin, şimdiki düşmanın komünistler olduğunu söylemesi tarihsel bir gerçekliğe de işaret ediyor ve unutmamak gerekiyor ki, Soğuk Savaş’ın bir adım ötesi, McCarthy’nin Cadı Avı idi. Film, “kötülüğün sıradanlığına” yaptığı vurguyla, Eichmann duruşmasını enine boyuna irdeleyen Arendt’i de akla getirmiyor değil.

Yazımızı, gerçek bir rüya tabirleri kitabı olan, Tricia Jenkins’in “CIA ve Hollywood”unu (Matbuat, 2015, Çev: Ertan Yılmaz) önererek noktalayalım.

(03 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Ip Man 3

Bir varmış, bir yokmuş… Dünyada aklar ile karalar varmış. Aklar ile karalar hep olduğu gibi iyilerle kötüleri simgelermiş ve aralarında bitmez tükenmez bir savaş varmış… Yenseler de yenilseler de aklardan yana olurmuş insanlar. Ama bir de aklı karalar varmış. Asıl önemli olan onlarmış. Çünkü kara olanı bilebilirmişsiniz de aklı kara olanı ayırt etmek zormuş. İşte, akla kara savaşına dahil olan aklı karanın öyküsü Ip Man 3.

Devamı da var mı?

Ip Man 1, 2008’de, Ip Man 2, 2014’te girmiş vizyona. Bruce Lee’nin hocası olarak lanse edilmiş ve izleyici, “biz Bruce Lee’yi tanırdık, bu ustasıymış, çok daha iyi (kuşkusuz dövüşmesi), acaba onun hocası kim bilir nasıldır” yorumunda bulunmuş. Bütün Uzakdoğu filmlerinde olduğu gibi hep ve mutlaka aksiyon önde. Herkes iyi dövüşüyor ve o dövüş içerisinde her şeyi unutturuyor. Öyle hareketli ve öyle gürültülü ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz bile.

Ip Man 3, (Ben, çok beğenildiğini bildiğim ama izlemediğim ilk iki filmi için pek bir şey diyemeyeceğim) kadrosuna kattığı ünlü boksör Mike Tyson ile güçlenmiş, aksiyonlarına bir de boksu katmış. Uçan, kaçan, kırılan, dökülen çok hep olduğu gibi, neyse ki kan revan değil diğer dövüş filmleri gibi. Gerek Uzakdoğu dövüşünde gerekse Tyson’ın hızlı ve sert yumruklarında, müziğin de etkisiyle belli bir ritmi yakalıyor ve görselliğin renkliliğiyle kendinizi filme kaptırıyorsunuz.

1950’li yıllarda geçen filmde Ip Man, Wing Chun ustasıdır. Oğlunun gittiği okul, bize 2000’li yıllarda ulaşan kentsel dönüşüm ve rant kaygısı nedeniyle satın alınmak istenir. Polisi de “yemlediği” için dilediği gibi at koşturan “yabancı” bu kez çetin cevize çarpmıştır. Ip Man’ın oğlunun en yakın arkadaşının babası da Wing Chun ustasıdır ve ikisi kimi zaman karşı karşıya, kimi zaman birlikte “yabancı” kötüleri yenmek için dövüşürler.

Genç ve dinamik bir gazetecinin (bazen paraya yenilse de) kamuoyu oluşturması belirleyici. Tabii, iyi polisi unutmamak gerekir; yetkisiz, güçsüz ama çalışkan polis, hep olduğu gibi iyilerle birlikte kazanandır…

Belirleyici olan aile…

Bunca kavga gürültü arasında Ip Man, karısına gereken zamanı ayıramamıştır. O, iyi bir aile babasıdır ve o görevini de yerine getirmesi gerekir. Bir dövüşçünün karısı da en az kendisi kadar yenmek/yenilmek üzerine kurar dünyasını. Kanser olmasına, ayakta zor durmasına karşın kocasının en büyük olmasını ister. Çocuklarının gözleri önünde son dövüşe çıkarlar. Ne kadar doğru, ne kadar anlamlı bilemem ama neyse ki iki arkadaş birbirlerine zarar vermeden bitirirler dövüşü. Mutlu son.

(03 Şubat 2016)

Korkut Akın

Emperyal Sinema

Vergi kutsaldır. Vergi vermek kutsal bir görevdir. Vergisiz bir ülke yönetilemez. Devlet vergiyi topluma hizmet için toplar. Vergi gelirleriyle hizmet üretir.

Amerikan sineması önceleri New York’ta filmler üretiyordu. New York Eyaletindeki yüksek bulan film yapımcıları vergilerin daha düşük olduğu California’ya taşınarak kutsal orman bölgesine yerleştiler. Hollywood böyle doğdu ve Amerikan sinemasının markası oldu. (Tıpkı İstanbul’da Yeşilçam Sokağına yerleşen yerli film yapımcıları nedeniyle Yeşilçam’ın Türk sinemasının marka ismi olması gibi.)

Sermaye kendine uygun koşulların olduğu bölgeye göç etti (Şimdilerde de sanayi sermayesinin üretimlerin daha ucuz olduğu ülkelere göç etmesi gibi). Merkezi devlete az vergi vermek sermaye için kazançlı bir seçimdir. Kaybeden devlet, kazanan sermayedir (kapitalisttir). Bu bir şekilde vergi kaçırmaktır. Devletin hizmet üretmek için gereksindiği vergi kazançlarına az katılmaktır. Ama Hollywood bu seçiminin diyetini Devlete ürettiği filmlerle ödeme yoluna gitmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri halkı göçmen bir halktır. Geldikleri bölgelerden, ülkelerden dilleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle, kimlikleriyle yeni yurtları olan Amerika’ya yerleşmişlerdir. Bunların, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olarak Amerikalı olmaları gerekmektedir. İşte Hollywood böyle karışık toplumsal yapıdaki bir ülkeyi Amerikan kimliğinde birleştirmek ve bütünleştirmek için görev almış ve işini fazlasıyla iyi yapmış, hâlâ da yapmaktadır. Üstelik bu görevini Amerika dışındaki ülkelere de yaymış ora insanlarını da Amerikalı yapmaya çaba harcamıştır.

Hollywood, Amerikan imparatorluğunun hizmetinde emperyal bir sinema olarak görevini sürdürmektedir.

*****

Hollywood Bütün her yere metalaştırdığı filmler satarak para kazanırken, Amerikan kimliğini yayarak ideolojik bir işlevi de yerine getirmektedir. Bu arada bir şey daha yapmaktadır. Belli bir sinema modelini küreselleştirmektedir.

ABD her iki dünya savaşının dışında kalmıştır. Bu şu demektir: Hollywood film üretimini kesintisiz sürdürmüştür. Oysa Avrupa sineması savaşlar nedeniyle duraklamalar yaşar ve ancak savaşlar sonrası 40’lı yıllarda kendisini toparlayıp tekrar filmler yapmaya başlar. Ayrıca Avrupa ülkeleri köklü sanat ve kültür geçmişleriyle sinemayı anlama, tanımlama uğraşı da verir. “Sinema nedir, nasıl olmalıdır?” sorularına yanıt arar, kuramsal çalışmalar, yayınlar yapar. Avrupa ülkeleri Kendi ulusal kimliklerine uyan filmler peşindedir. Hollywood bir çeşit Amerikan kimliğinin propagandasını taparken Avrupa sinema çevreleri sinemanın sanatsal ve kültürel boyutlarını tartışmaktadır. ABD pragmatiktir, Avrupa kuramcıdır.

ABD’de Hollywood öncelikle herkese, her kesime ulaşabilecek bir sinema peşindedir. Ancak böyle bir sinema ticari olabilir ve ona yatırım yapılabilir. Herkese ulaşabilen bir sinema, herkese kimlik de (ideoloji) taşır. Yani parayla kimlik satılır.

Öykülerin kurgusu ve sinema dili en basit konumdadır. Herkes kolayca seyreder ve anlar. Standarttır. Ticari malların standartları olmak zorundadır. Avrupa Kuramsal olarak sinemayı tartışırken Hollywood Avrupa ülkelerine filmlerini satar, kendi model sinemasını pazarlar, örnek oluşturur. Aydın çevreleri sinemayı anlamaya çalışırken, sermaye çevreleri sinema alanına ilgi gösterir, filmler para kazandırmaktadır ve yeni bir yatırım alanıdır. Sinemaya yatırım ve ticari kazanç olarak bakar. Filmlerin ticari olası gerekir. Aydınların ve kültür çevrelerinin böyle bir derdi yoktur, ama sermayenin vardır. Ticari Avrupa sineması yatırımcıları Hollywood’u kendilerine örnek alırlar. Her devlet kendi toplumu için uygun bulduğu sinemanın peşine düşer, yapımcıları bir şekilde yönlendirir. Ve Avrupa’da ulusal ticari sinemalar gelişir. Anlatım dili Hollywood dilidir, standarttır. Bu dil “sanat” filmleri için de geçerli olur. Ve sinema okullarında bu dille film çekme öğretilir. İçerik tartışılır, dil tartışılmaz. Bu tür sinemasal anlatım dili bütün dünya ülkelerinde de geçerli olur.

Nerden, nereye? Hollywood’dan bütün dünya ülkeleri sinemalarına… Daha ne olsun? Her sinema Hollywood diliyle konuşuyor. Seyirciler ancak bu dilden anlıyor. Başak bir dille yapılan filmler genel seyirciye çok zor ulaşıyor (ulaşamıyor), ticari olamıyor, yatırımcıların ilgisini çekmiyor. Hollywood anlayışı bütün dünya sinema seyircilerini ele geçirmiş durumda.

Hollywood küresel, emperyal bir sinema olmaya devam ediyor…

(31 Ocak 2016)

Engin Ayça

Sistemi Sorgulayanlar

Sinemasal değerlerinin ötesinde oluşturdukları gündemle önem kazanır bazı filmler. Yaklaşan Oscar ödüllerinin güçlü favorilerinden ‘Spotlight’ işte böyle çalışmalardan. 2003 yılında Boston Globe Gazetesi’ne Pulitzer ödülü kazandırmış olan yazı dizisinden yola çıkıyor yönetmen Tom McCarthy. Haberin konusu Katolik Kilisesi’ni derinden sarsan taciz ve tecavüz vakaları. İki hafta evvel Pablo Larraín filmi ‘El Club’ için yazdıklarımızı okuyanların yine mi pedofil din adamları dediğini duyar gibi oluyorum. Ancak olanlar çok vahim ve uzun yıllar sistem tarafından görmezden gelinmiş oluşu dehşetin katsayısını arttırıyor.

Gerçek olaylardan yola çıkan film 1976 yılında Boston, Massachusetts’de bir karakolda başlıyor. Bu giriş bölümünde bir rahibin çocuk tacizcisi olarak gözaltına alındığını ve kiliseden uzaklaştırılacağına dair güvence verilmesinin ardından pederin salıverildiğine tanık oluyoruz. İlerleyen bölümlerde benzeri vakaların altmışlı yıllarda, belki çok daha öncesinde gündeme geldiğini ve gazetelerde yer almış bazı münferit hadiselerin hızla hasıraltı edildiğini öğreniyoruz.

Ta ki Marty Baron gazetenin başına gelişine kadar. Hem kentin hem de Yahudi kimliğiyle Katolik cemaatin dışından olduğunun özellikle altı çizilen yeni patron 2000’li yılların başında devralıyor görevi. İnternet rekabetinin başladığı zamanlardır bunlar. Gazeteyi okurlar için vazgeçilmez kılma hedefiyle yola çıktığını ifade eden Baron, derinlemesine ve uzun soluklu araştırmalarıyla bilinen ‘Spotlight’ ekibini kendi gazetelerinde küçük bir haber olarak yer almış taciz davasını araştırmakla görevlendirir.

Rahip Geoghan davasının üzerine gidildiğinde kurban çocukların avukatlığını üstlenmiş olan Ermeni asıllı Mitch Garabedian devreye girer. Yine dışardan biri olan avukatın aktardıkları sarsıcıdır. Peder Geoghan otuz yıl boyunca 6 farklı bölgede seksen kadar çocuğu istismar etmiş, eyaletin kardinali olanları onbeş yıl öncesinde öğrenmesine rağmen sesini çıkarmamış, istismar belgeleri piskoposluk tarafından mühürlenmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

‘Mağdurlar Organizasyonu’ olarak da bilinen ‘Rahiplerin İstismarından Kurtulanlar Örgütü’ ile temasa geçildiğinde durumun vahameti ve münferit olarak geçiştirilen vakaların korunaklı sistemin ürünü olduğu ortaya çıkmaya başlar. Pederler istismara geldiğinde kız oğlan ayırmamış, cübbelerini kurban olarak seçtikleri yoksul ve dağılmış ailelerden gelmiş çocuklara tecavüz etmek için kullanmıştır. Kurtulanlardan Phil Saviano ‘El Club’ın kurbanı Sandokan misali neler yaşadıklarını dile getirir. Sadece ‘fiziksel’ değil ‘ruhsal’ bir istismardır bu. Tanrı’nın elçisi olarak saygı gören din adamları inançlarını çalmıştır minik bedenlerin. Bu sadece Boston’un değil, tüm Amerika’nın, tüm Dünya’nın sorunudur diye ilave eder talihsiz adam.

Elde edilen kanıtların ışığında sadece Boston çevresinde yüze yakın rahibin bine yakın çocuğu istismar ettiği ortaya çıkar. Taciz vakaları Kilise’nin kurbanın ailesiyle anlaşması yolu ile örtbas edilmektedir. Buna göre uzlaşmak üzere kurbanın ailesi ile gizlilik anlaşması imzalanmakta, avukatlar komisyonlarını cebe indirirken Kilise yönetimi tüm pisliği halı altına süpürmektedir. Ancak ‘bana bu adamların ceza almaması için sistemi nasıl manipüle ettiklerini gösterin’ diyen yeni patron tek tek rahipler yerine ucu Vatikan’a kadar uzanan düzenin peşine düşmekte ve yukardan aşağıya Katolik Kilisesi’nin ipliğini pazara çıkarmaya kararlıdır.

Detaylara fazlaca mı girdim bilmiyorum. Lakin konu çok ciddi, çok yaralayıcı. Yönetmen McCarthy bu hassas süreci sinemaya aktarırken yarı belgesel bir üslup tutturmuş. Mark Ruffalo, Michael Keaton, Liv Schreiber, Rachel McAdams, Stanley Tucci gibi hepsi birbirinden yetenekli oyuncular tarafından canlandırılan Spotlight ekibinin özel hayatlarını yürek burkan hikayenin gerektirdiği ölçüde son derece dengeli bir senaryo ile vermekle yetinmiş. Sonuç olarak bizim buralarda özlemini çektiğimiz bağımsız medyaya saygı duruşunda bulunan, bir davanın aydınlatılmasına odaklanmış süsü püsü olmayan dürüst bir çalışma ‘Spotlight’. Bu gazetecilik başarısını soluk soluğa izlerken özgür habercilik yaptıkları ve sistemi sorguladıkları için bugün ülkemizde parmaklıklar altında tutulan basın emekçilerimiz için hüzünlenmekten kendimizi alamadık.

(30 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zor Saatler

2012 yılının son günlerinde Şile’de fırtınada ikiye bölünen tankeri kurtarmak için gönderilen kıyı emniyet motorunun kayalara çarparak parçalandığını ve tüm personelin hayatını kaybettiğini anımsıyorsunuzdur. Haberlerden bildiğimiz kadarıyla Kıyı Emniyeti Genel Müdürü, izinli olan kaptanı çağırarak arızalı motorla çıkarmıştı fırtınalı sulara ekibini.

Kurallar mı, gerçekler mi?

“Zor Saatler”de, bizim 2012’de yaşadığımız bir olayın 1952’de Amerika sahillerinde yaşanmış versiyonunu izliyoruz. 18 metreyi bulan fırtınada hem de iki tanker birden ikiye bölünür. Sahil Koruma Komutanı, fındıkkabuğu gibi küçücük tekneyi yardıma gönderir. Teknenin yönetimini verdiği genç kaptan bir önceki fırtınada da görev yapmış biridir. İkili oynamaktadır Komutan; ya genç kaptanın burnu sürtülecektir ya da içindeki o korkuyu yenecektir. Herkes bilir aslında işin içindekileri ama ses çıkaramazlar. Yaşlı balıkçılar, iki tur atıp geri dönmesini isteseler de kuralları öne süren genç kaptan dev dalgalara karşı atılır ileriye… Ne dalgalar vardır gözlerinde ne de evlenmek üzere olduğu genç ve güzel sevgilisi.

Hayat diretiyor…

Koca tanker ikiye bölününce, makinelerden sorumlu çarkçı ister istemez sorumluluk yüklenir. Gemiyi batmadan karaya oturtmayı başarır ama gelin de ona sorun. Gerçekten “zor saatler”dir yaşanan. İnat edenler, tepki gösterenler, rütbesinin gücüyle bir şeyler yaptırmak isteyenler… ama kararlılık gerektiren bir noktadadırlar ve çarkçı bu duruşu sergiler.

“Sahil Güvenlikte size çıkmanızı söylerler, geri dönmenizi değil” filmin dönüm noktalarından biridir. Aradan 60 yıl geçmiştir Şile’deki Kıyı Emniyet Motoru da -her ne kadar dalga boyları 10 metre kadar daha küçük olsa da- aynı yaklaşımla çıkar limanın güvenli sularından. “Zor Saatler”in emniyet motorunun pusulası daha ilk dakikalarda bozulur ve camı kırılır. Şile’dekinin zaten motoru da arızalıdır, söylenenlere göre… Her iki koruma motoru da kazazedeleri canlı geri getirmek hedefindedir. Filmdeki tekne istiap haddinin çok çok üzerinde insanla döner… Şile’deki tekne kayalara çarpa çarpa parçalanır ve mürettebatı dalgalarla kapılır.

Aksiyon, heyecan ve kahramanlık…

Gerçek bir hikâyeyi anlatan “Zor Saatler” bir uyarlama; hem de başarılı bir kahramanlık ve aksiyon – gerilim filmi. Tarihin görüp görebileceği büyük fırtınalardan biriyle savaşan görevlilerin başarısını anlatıyor. İki saatlik filmde tempo hemen hiç düşmüyor neredeyse. İnsan ilişkileri, kararlılık, emir komuta zinciri içinde çaresizlik ve vurdumduymazlığa karşı dik duruş… Soluk soluğa izlerken, 3 boyutlu olması nedeniyle de soğuk dalgalarla boğuştuğunuzu hissediyorsunuz. Görüntüler çok başarılı, montaj da öyle… oyuncular zaten olağanüstü.

Bu hafta gösterimde çok iyi filmler var ama “Zor Saatler” aklınızdan uzun yıllar silinmeyeceği gibi gelecek için çizeceğiniz yolu da belirleyecek: Ya kazanacaksınız, ya kazanacaksınız!

(29 Ocak 2016)

Korkut Akın

Spotlight

İktidar, her nerede olursa olsun, ailede baba, okulda öğretmen veya müdür, askerde komutan, işte şef veya patron, evde eş veya çocuklar (artık hangisi daha bir dominantsa) yaşamı belirlediği gibi öne çıkardıkları da oluyor, gizledikleri de… Sahi, siz de aynı duyguları yaşayıp, aynı şeylerle yüz yüze gelmenin haklı şaşkınlığını yaşamıyor musunuz? Evde, olanlara; işte, konuşulanlara; gazetelerde yazılanlara bir bakın isterseniz. İnanılmaz bir hareketlilik var ve siz –ister istemez- bu hareketliliği görüp bildiğiniz, yaşadığınız halde sesinizi çıkar(a)mıyorsunuz.

Toplumsal tabu…

Bizim ülkemizde, insanlar namus uğruna birbirini öldürür, ama ‘namusluluk’ tabudur. Kimseye bırakın bir şey demeyi, ima bile edemezsiniz. Bu, diğer toplumlarda da benzer bir tabu kuşkusuz. Bilinir, ama ses çıkarılmaz. Rivayet edilir, üzerine konuşulmaz. Sizin başınıza gelse bile başkasının yaşadığı bir şeymiş gibi aktarırsınız.

Hatırlarsınız, bir filmde olumsuz bir örnek üzerine Hamamcılar Odası itiraz üstüne itiraz etmişti. Bir hemşire dolayısıyla sağlıkçılar ayağa kalkmıştı. Örnekleri çoğaltmak mümkün… işte son günlerde Diyanet Başkanlığı’nın sitesi üzerinden yürütülen kampanya da benzer bir tabuydu.

Ses çıkarılmaz, “Aman benim başıma gelmesin de…” diyerek görmezden gelinir.

Boston Globe…

Yerel bir gazetenin başına gelen ilk Bostonlu olmayan yayın yönetmeni, gerçekten de radikal bir kararla, yıllar önce duyulmuş bir konunun araştırılmasını ister. Böylece de filmimiz başlar…

Bırakın araştırmacı gazeteciliği, doğru düzgün gazetecilik de yapılmadığı için, bizdeki birçok gazete, televizyonlar, radyolar, dergiler aynı haberi neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı veriyor, hiçbiri de o konunun üzerine gitmek bir tarafa, işlemiyor bile.

Tom McCarthy’nin yönettiği, başrollerini Mark Ruffalo, Michael Keaton, Rachel McAdams, Liev Schreiber, John Slattery, Stanley Tucci, Brian d’Arcy James ve Billy Crudup’ın paylaştığı Spotlight, belki de bizim başımızda olmadığı için daha kolay izleniyor. Nasılsa bizim başımıza gelmez! Gerçek bir konunun yine gerçek bir gazete tarafından işlendiği bu filmin senaryosunu Tom McCarthy ile Josh Singer birlikte kaleme almış. Alabildiğine gerçekçi görüntüleri dolayısıyla görüntü yönetmeni Masanobu Takayanagi’ye dikkatinizi çekmek isterim.

Nefes bile almadan…

Gerçek bir olaya dayanan ve film ekibinin de gerçekçi olmasına özen gösterdiği filmde araştırmacı gazetecilerin yaşadığı tüm sorunlar gözler önüne seriliyor. Çocuğu için kaygılanan baba istediği kadar gazeteci olsun. O tedirginliği siz de yaşıyorsunuz… Sahi, ölümle bile tehdit edilebilirler. Amaç ve hedef yanlışı ortaya çıkarmak, halkın “tabu” diye kabul ettiği için diğerlerinin dilediğince at koşturmalarını engellemek.

Kısa bir süre sonra dağıtılacak Oscar ödüllerine altı dalda, (“En İyi Film”, “En İyi Orijinal Senaryo”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ve “En İyi Kurgu”) aday olan Spotlight, çağdaş gazetecilikle birlikte demokrat bir yaşamı da sorguluyor. Doğaldır ki herkes için pamuk ipliğine bağlı bir nokta var ve yine çok doğaldır ki insanların geldikleri yerden tutun da, inanışlarına, çalışmalarına hatta evli olup olmamalarına kadar her şey sorgulanıyor istemeseniz de… Sahi, sizi yaptığınız işle mi yargılasınlar yoksa dinsel, kültürel, milli kökenlerinizle mi?

Bu soruların yanıtını, bence Spotlight’ı izledikten sonra bir kez daha kendinizi tartıp öyle verin.

(28 Ocak 2016)

Korkut Akın