Kategori arşivi: Yazılar

Devlet Sinemayı Nasıl Destekler?

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün sektör temsilcileriyle birlikte oluşturduğu Sinema Destekleme Kurulu’nun sinema filmlerini destekleme kriterlerini, geçtiğimiz günlerde açıklanan 2017-1 sayılı kararı üzerinden ele alacak, devletin sinemayla ilişkisini resmedeceğiz.

Neden Oluşur Bu Kurul?

Öncelikle bu fonunun sinemacılara sunulan bir lütuf değil, Türkiye’de üretilen filmleri desteklemek için, bizim vergilerimizle devlete verilen bir görev olduğunu hatırlatarak başlayalım. Türkiye Sineması’na ayrılan bu fonu dağıtan kurulun asli oluşum nedeni, sağladığı maddi olanaklarla; bizi ‘iyi’ filmler üretecek ‘iyi’ yönetmenlerle buluşturmak; ‘iyi’ yönetmenlerin ‘iyi’ koşullarda sinema yapabilmesini kolaylaştırmaktır. Ülkemizin bağımsız sinemayla olan imtihanına destekleyici bir katkı sunmaktır.

Nasıl Oluşur Bu Kurul?

Bu kurul, 10 Meslek Kuruluşu temsilcisi ve 4 Bakanlık üyesinden oluşur. Toplamda 14 kişinin oy çokluğuyla desteklerini belirler. Bu seçimin kriterleri, başvuran filmlerin senaryo ve teknik açıdan incelenmesi, proje dosyasının ele alınması, yapılabilirliğinin tartışılması olarak yönetmelikte açıklanırken, fiili olarak bu süreç hiçbir zaman işletilmez çünkü kurul üyeleri ikiye ayrılır: Bu süreci işletme ısrarında olan sinema sektöründen 4-5 kişi ve karşısında politik olarak baskıcı hareket eden, sektörden çok yandaşlıklarıyla seçilen 9-10 kişi. Bu nedenle 9-10 kişi olarak gösterilen kurul, aslında 1 kişi gibi hareket eder. Bu 1 kişiye ister devlet diyelim ister devletli. 2006 yılında yürürlüğe giren bu kurulun üyeleri iki yılda bir değişir. (AKP’nin 2002 yılından beri iktidarda olduğunu unutmayalım) Kelimeleri aynı olan bu kişiler kurduğu farklı cümlelerle filmin ve yönetmenin siyasal iktidarla olan ilişkileri üzerine yorum yapar ve karar verir. Yönetmen ya da yapımcı AKP’li değilse bile iktidara olan itaatini test eder, sorgusuz kabulünü bekler, apolitik olmasından yandaş bir politik tutum çıkarmayı arzular.

Kimlerden Oluşur Bu Kurul?

Öncelikle yukarıda bahsettiğim sinema sektöründen kurula girmeyi başarabilmiş bu dönemki isimleri tanıyalım: SE-YAP/Serkan Çakarer, SENARİSTBİR/Gülin Tokat, BSB/Kerime Şenyücel ve BİROY/Güner Özkul’u filmleri yönetmelikteki gibi tarafsızca ele almaya çalışan sektör temsilcileri olarak tarihe not edelim. SESAM temsilcisi Abdurrahman Keskiner’i ise bir önceki kurulu adil bulmadığı için terk eden bir isim olarak yad edelim. Şimdi de gelelim bu seneki kurulda 9 kişi gibi gözüküp tek vücut gibi hareket eden üyelere. Bakanlığın atadığı devlet temsilcileri: Sinema Genel Müdürü Erkin Yılmaz, TTNET’in Ceo’su Mehmet Demirhan, eski sinema işletmecisi Abdullah Tüze ve Gazi Üniversitesi Gazetecilik bölümünden Mehmet Sezai Türk. Bakanlığın dolaylı olarak atadığı meslek örgütü temsilcileri ise şöyle: TESİYAP/Mahmut Özden, ASİTEM/Müjde Kaynar, FİYAB/Ahmet Edebali (ya da daimi üye Nazif Tunç diyelim) ve SETEM/Semih Kaplanoğlu, SİNEBİR/İsmail Güneş. Semih Kaplanoğlu ve İsmail Güneş’i özellikle “ve” bağlacıyla ayırma gereği duydum. Bu iki yönetmen dışındaki isimlerin sinemayla bağlantısı ‘Bir Annenin Feryadı’ filminin estetiğini aşamamış durumda. Bu iki yönetmen ise Türkiye Sineması’nın önemli bir parçası olmasına rağmen siyasal iktidarla kurdukları çıkarcı ilişkiler sebebiyle yaptıkları filmlerden çok yandaş tavırlarıyla ‘muktedir yönetmenler’ olarak sinema tarihinde hatırlanacaklardır.

Kimleri Destekler Bu Kurul?

Elbette yukarıda belirttiğim sektör dışı çoğunluk ve muktedir yönetmenler destekleyeceği filmleri seçerken ödüllü kısa filmler çekmiş genç sinemacıları veya kendini ispatlamış usta yönetmenleri desteklemiyor. Tabii istisnalar kaideyi bozmadığı için vardır. Bu kurulda ilk filmini gerçekleştirecek yönetmen desteğinde Ercan Kesal’ın ve uzun metraj film yapım desteğinde Nuri Bilge Ceylan’ın desteklenmesi devletin kurduğu düzenin devamlılığının simgesidir, ‘bak biz aslında herkese destek veriyoruz’ demektir. Tabii bu iki usta da siyasal olarak iktidarın yanında yer almasada, iktidar karşıtı bir metne imza atmadığını da unutmayalım. Nitekim, bu yıl destek için başvuru yapan daha önceki kısa veya uzun metraj filmleriyle ulusal ya da uluslararası birçok festivalde ödül sahibi olan yönetmenlerin politik dünya görüşü yüzünden ya da barışı savunan bir metne imza attıkları için desteklenmediği aşikâr.

Bu kurul başvuran bağımsız bir filmi seçerken; senaryoların dramatik yapısından, karakter kurulumundan anlamadığından olsa gerek, filmin söylediği sözün siyasal iktidarla yakınlığını ölçmektedir. Bu kurul, yönetmenin filme yaklaşımını, hikâyesini estetik olarak anlatımını kavrayamadığı için olsa gerek başvuranın sosyal medya hesapları üzerinden politik görüşlerine göre kararını vermektedir. Kaldı ki başvuran projeler kurula toplantıdan 15 gün öncesinde verilmekte ve 15 gün içerisinde yüzlerce filmin (bu yıl 157 uzun metraj film başvurdu) senaryolarının, proje dosyalarının okunması gibi imkânsız bir durum beklenmektedir.

Mesele Nedir?

Mesele, bu kurulun varlığı değil işleyişidir. Kurul, bir devlet kurumunun sinema sektörüyle birlikteliği olarak demokratik ve tarafsız ilerletilmelidir. Kurulun Türkiye Sineması’nı desteklemesi için mesleki yeterlilikte ve politik olarak siyasal iktidarın cümlelerini tekrar etmeyen kişilerden oluşması bu süreç için aslolandır. Sürecin işletilmesinde şeffaflık olmazsa olmazdır. Kaldı ki kurulun verdiği kararlar gerekçeli bir şekilde açıklanmalı ve itiraz mekanizması da kurulmalıdır. Sinemacılarda bu süreçte meslek örgütlerini sahiplenmeli, bağımsız bir sinema için örgütlenmelidir. Sinema için verilen destek sinema için verilmelidir!*

* “Söylenmesi gereken her şey söylendi. Ama kimse dinlemediği için her şeyin tekrar söylenmesi gerekli.” – Andre Gide.

(03 Şubat 2017)

Fadıl Kara

fadilkara68@gmail.com

Gecenin Kanunu -Live by Night-

Yapımcı, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı “Gecenin Kanunu”nda, Ben Affleck, kendisine ve yakınındakilere yapılan yanlışları düzeltme dürtüsüyle, yetiştiriliş tarzına ve kendi ahlâk anlayışına aykırı ama bir o kadar da riskli bir yaşamı tercih eder. Dennis Lehane’in çok satan romanını uyarlarken, 20’li yılların gangsterlerini yeniden taşıyor beyazperdeye, hem de başarıyla…

Sinemanın en çok sevilen, bir döneme damgasını vurmuş gangster filmleri, “Gecenin Kanunu” ile gerçekten güçlü dönüyor. Bu, birkaç yıl içerisinde yeniden gangster filmleri örnekleri izleyeceğimizin işareti olmalı.

Gerçeği gerçekten yaşatmak…

1920’lerde içki yasağı sürerken yaşanan illegal içki satışını ve bu pazarı elinde tutmaya çalışan gangsterleri anlatıyor “Gecenin Kanunu”. Her yerde ve her şeyde olduğu gibi bu gizli hayatın da belirli kuralları, onların diliyle söylersek raconu vardır. Ne kadar güçlü ve başarılı olursanız olun, kadını çalmak katlinizin fermanını imzalamanız demektir. Boston’dan Miami’ye, bir diğer deyişle soğuktan sıcağa yayılan bu gizli hayat neler getirir, neler götürür…

Ben Affleck’in canlandırdığı Joe Coughlin, kendi kurallarını kendisi belirleyen, aslına bakarsanız küçük çetesiyle kendi yağında kavrulan bir soyguncudur. Babası polis amiri olunca ve bizde de hep karşılaşıldığı gibi “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” ve şantaj imkânlarıyla oğlunu korur, kollar. Bir gangsterin kız arkadaşıyla beraberdir ve çekirge hep olduğu gibi üçten, beşten fazla zıplayamaz.

Dünya cennet olmalı…

Gangster filmlerinin olmazsa olmazı, güzel kadınlar, tehlikeli adamlar, polisler, mafya, silahlı çatışmalar, arabalı kovalamacalar… “Gecenin Kanunu”nda da sıralanıyor. Ancak filmi belirleyen coşku ve heyecanı yükselten “Bizim cennetimiz bu dünya” sözleri. Geleceği olmayan kişiler, burada namlunun ucunda yaşayan gangsterler anı yaşamak zorundadırlar, “carpe diem”. Belki o zaman hayatın tadını çıkarabilirler. Hep bir gözü açık uyumak, hep dört bir yanı kollamak zorunda olanlar sevişmenin de güzelliğini yaşayamazlar. Onun içindir ki “dünya cennet olmalı”dır. Zaten ne olacaksa olsundur artık.

Tam bir sinema…

Sinemanın tanımlarından, bana göre en iyisi, “ışık artı zaman eşittir sinema”dır. Bu, aynı zamanda hayatın da tanımıdır. Çünkü sinema hayatı yansıtır beyazperde aracılığıyla bizlere. Onun için de zordur sinema… Ayrıntıları da atlamamak gerekir, görülmeyecek olsa bile o duyguyu yansıtacak hususlar kaçırılmamalıdır. Filmde geçen zaman diliminde, şimdiki gibi siyah giyilmemektedir, kadınlar kahverengi bürünmüştür. Zamana ve zemine uygun giyinilmeli, giyecekler ona göre tasarlanmalıdır. O dönemin gangsterleri jartiyer giyermiş, özenli ve düzenli gözükmek için… Hiç görmesek de Joe Coughlin hep jartiyer takmış… Güvenli duruşuna katkısı olmuş olsa gerek ki başarılı. “Gecenin Kanunu” üzerinde uzun süre durulacak, konuşulacak, zamanla da en iyiler arasında anılacaktır. Kişisel bir umut: Bu yılın önemli ödüllerinden birkaçını alacaktır muhakkak.

Bir başka hayat…

Yeraltında yaşasalar da gündelik yaşamın içindedir gangsterler de… Düşleri, umutları, beklentileri vardır herkes gibi. Herkes gibi sevmeyi, sevilmeyi isterler. Kuşkusuz herkes gibi yanıldıkları da olur. Yukarıdaki sinema tanımı çerçevesinde günümüz Türkiye’sini de görebilirsiniz. İstemez misiniz?

Gecenin Kanunu -Live By Night- Yönetmen Ben Affleck
Oyuncular Ben Affleck, Elle Fanning, Brendan Gleeson, Chris Messina…
3 Şubat’tan itibaren gösterimde.

(01 Şubat 2017)

Korkut Akın

Yoksul Hindistan’dan Zengin Avustralya’ya

Lion
Yönetmen: Garth Davis
Eser: Saroo Bierley-Larry Buttrose
Senaryo: Luke Davies
Müzik: Volker Bertelmann-Dustin O’Halloran
Görüntü: Greig Fraser
Oyuncular: Rooney Mara (Lucy), Nicole Kidman (Sue), Dev Patel (Saroo),David Wenham (John), Priyanka Bose (Kamla), Nawazuddin Siddiqui (Rawa), Aditya Roy Kapoor (Vijay Vora), Eamon Farren (Luke), Tannishtha Chatterjee (Noor), Divian Ladwa (Mantosh), Sunny Pawar (Çocuk Saroo), Abhishek Bharate (Guddu), Khushi Solanki (Çocuk Shekila)
Yapım: Weinstein (2016)

Avustralyalı yönetmen Garth Davis’in “Lion” filmi, yoksullukla zenginliği karşılaştıran güçlü bir yapıt. Yönetmen, küçük bir Hintli çocuğun peşinde büyük meseleleri cesurca perdeye yansıtabiliyor.

Film, 1986 yılında başlıyor. Kamera önceleri yoksul Hint ailesinin peşinde dolaşarak umutsuzca görüntü topluyor. Bu yoksulluktan çıkabilmenin gerçek anlamda imkânı yok. Bu yoksulluk kaderden de bir öte bir şey. Hindistan’ın sosyolojisini kastlarını bilmek gerekiyor. Bununla beraber birçok dil konuşuluyor bu ülkede. Neredeyse İngilizce birbirlerini anlayabildikleri ortak dil. İşte bu Hindistan’dan bir ailenin tragedyası yansıyor. Beş yaşındaki Saroo’nun ailesi öyle yoksul ki. Anneleri Kamla, taşocağında çalışarak çocuklarına bakıyor. Saroo’nun abisi Guddu ve küçük kız kardeşleri Shekila var. Abisi zaman zaman şehir dışında iş aramaya gidiyor Saroo’nun. Saroo, Guddu’yla çalışmak için şehir dışına gittiklerinde istasyonda abisinin izini kaybediyor. Tren vagonuna sığınan Saroo, gözünü açtığında hızla yol aldığını görüyor. Şimdi ne yapacaktı? Vagonda da kimseler yok. Ailesinden 1.600 kilometre uzağa, Kalküta’ya kadar gidiyor Saroo. Hindistan’da her yıl tren kazalarında 15 bin insan ölüyor. Neden mi? Zorlukla buldukları işlerini kaybetmemek ve açlıktan ölmemek için.

Avustralyalı yönetmenin ilk uzun filmi. Yönetmen kısa filmler ve belgesel çekti daha önce. Yönetmen “Mary Magdalene” (Mecdelli Meryem) filmi üzerinde çalışıyor. Aslında yönetmen hakkında pek bilgiye ulaşılamıyor. Belki bundan sonra bilgimiz çoğalabilir. 2016 Avustralya yapımı sinemaskop “Lion” filmi, gerçek olaylardan yola çıkmış. Yönetmenin final bölümünde sürprizi de vardı.

Saroo’ya zorlu yıllar…

Kalküta’da insanlar Bengalce konuşuyor. Bu yüzden derdini pek anlatamıyor küçük Saroo. Sokaklarda kalıyor. Kendi gibi kayıp çocuklara tanık oluyor. Evsizler ve açlar. Hindistan’da her yıl binlerce çocuk kayboluyormuş. Çoğu da Saroo gibi şanslı değil. Saroo, tren yolunda yürürken, genç kadın Noor’la karşılaşıyor. Noor onu evine götürüp önce karnını doyuruyor, sonra da yıkıyor. Bunu yapmasının nedeni vardı. Bunu anlayan küçük Saroo, oradan kaçıyor. Zaman da geçip gidiyor. 1988 yılı. Çöplüklerde karnını doyurmaya çabalayan Saroo’nun bulduğu kaşık kaderini de değiştiriyor.

Kendini kayıp çocukların bulunduğu yuvada bulan Saroo, bir süre sonra Avustralya’nın Tazmanya Adası’na doğru uçuyor. Onu orada Brierley ailesi bekliyor. Çok iyi insan olan Sue ve John Brierley çifti, ona ülkenin zenginliğiyle beraber muhteşem bir gelecek hazırlıyor. Brierley ailesi, Hindistan’dan Mantosh’u da evlâtlık ediniyorlar. Mantosh, çok farklı bir çocuk. Büyüyünce de farklılığı sürüyor.

Ya geride kalanlar?..

Yıllar sonra genç Saroo, otelcilik eğitimi görürken, güzeller güzeli Lucy’yle de tanışıyor. Belki de hep aklında olan, ama cesaret bulamadığı şeyi yapmak istiyor. Hindistan’da bıraktığı ailesini bulmak. “Google Earth” üzerinde çalışan Saroo, ailesini ihmal etse de rüyalarına kavuşuyor. Adını yanlış söylediği şehri bulan Saroo, hemen Hindistan’a doğru yola çıkıyor. Onu orada ne bekliyordu? Geride bıraktıkları duruyor muydu? Sinema perdesinde keşfetmek gerek.

Filmin görselliği de gerçekten çarpıcı. Havadan hem Hindistan’ın hem de Avustralya’nın görüntüleri insanı fotoğraf sanatı tarafıyla da etkiliyor. Yönetmen, estetik olarak yoğunlukla “kararma” tekniğini kullanmış. Zaman geçişlerine destek olmuş bu teknik. Müzikler de önemli. Yönetmen, Saroo çocukken yaylı çalgıları daha bir öne çıkartmış. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Saroo büyüdükten sonra bu defa daha çok öne çıkansa piyano tınılarıydı. Yaylılar da altta hafifçe duyuluyordu. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde tam altı dalda Oscar’a aday oldu. Adaylıkları film, uyarlama senaryo, görüntü, müzik, erkek oyuncu (Dev Patel) ve yardımcı kadın oyuncu (Nicole Kidman)… Saroo’nun anlamı da sonda öğreniliyor.

(01 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Seni Şimdiden Özledim

52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin başlamasından birkaç ay önce Antrakt Sinema Gazetesi’nin sahibi Deniz Yavuz aradı, festival kataloğunu hazırlama görevinin kendisine verildiğini bildirdi. Rahmetli yazar arkadaşımız Orhan Ünser’le birlikte yerli sinemamız hakkında her olayı, bilgiyi takip ettiğimizi bildiğinden, kataloğa koymayı düşündüğü, sinemamızın bir önceki yıl kaybettiği değerleri sanatçılarımızı hatırlatacak ve anmamıza vesile olacak bir yazı hazırlamamı istemişti. “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” başlığı ile hazırladığım bu anma yazısı o yılki festivalin kataloğunda yayınlandı. 53. festivalde de benzer bir talep geleceği düşüncesiyle doğal olarak o tarih itibariyle notlarımı daha dikkatli ve titiz bir şekilde devam ettirdim. 53. festival ilgililerinden herhangi bir talep gelmeyince bu notlarımı aşağıda yayınlıyorum.

Sanatçıların kaderidir, yaşarken onları alkışlar, iltifatlar, ödüller yağdırır, göklere çıkarırız ancak bu dünyadan göçüp gitmelerinden sonra unutuveririz. Hanımla aile büyüklerimizin yattığı Zincirlikuyu Mezarlığı’na ne zaman gitsek hemen yanlarında bulunan Güzin Özipek, Aydın Tezel ve Necati Cumalı’nın mezarları başlarında da birer Fatiha okuruz. Sizler de öyle yapın.

52. Uluslararası Antalya Film Festivali kitabında kayda geçen son kaybımızdan sonra meçhule uğurladığımız sevdiğimiz, saydığımız ve unutmayacağımız aşağıdaki sinema sanatçılarımızı rahmetle anıyoruz.

2015 yılının Kasım ayı iki oyuncu, Erol Alpsoykan, Atilla Arcan ve bir yönetmenimiz, Oğuz Gözen ile sinema filmlerinde köpek eğitmenliği yapan İsmail Efe Yıldız’ı aramızdan aldı. Babadan sinemacı ve gerçek adı Atilla Gürses olan Atilla Arcan’ı yönetmenlik yaptığı filmleriyle de hatırlıyoruz ve bu vesileyle Hababam Sınıfı filmlerinde özel okul sahibini canlandıran babası Muharrem Gürses’i de rahmetle anıyoruz. Beyoğlu ve merkezî semt sinemalarında, yaptığı C sınıfı filmlerine yer bulamayan yönetmen Oğuz Gözen’in kaderi ise filmleriyle Anadolu’nun dar gelirli sinemalarını ihya etmekti.

2015 son ayı Aralık veda ederken Osman Betin, Mithat Esmer, Remzi Evren ve Şefik Döğen adlı oyuncularımız ile Aşkın Yazıcı adlı kamera arkası çalışanımızı da beraberinde götürdü. Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala filminde, kendi hayatından kesitleri başarılı bir şekilde perdeye yansıtan Mithat Esmer aynı zamanda yönetmenin amcasıydı ve rol aldığı tek filmle sinemamızın unutulmazları arasına girmeyi başardı. Sinemamızın önde gelen komedi oyuncuları arasında yerini alamayan Şefik Döğen’in şanssızlığı belki de bir türlü gerçek kabiliyetini gösterebileceği filme denk gelememesiydi.

2016’nın aramızdan aldığı ilk sanatçımız müzisyen Ergüder Yoldaş oldu. Hayatının son yıllarında Büyükada’da inzivaya çekilen ve insanlardan uzak bir yaşam süren Yoldaş, Demiryol filmine yaptığı müzikle sinema tarihimize de yazıldı. Ocak ayındaki diğer kaybımız Ülkü Ülker olurken, Şubat ayında sinema yazarı ve Akademisyen Veysel Atayman aramızdan ayrıldı. Bir zamanlar Antalya’nın neredeyse tüm sinemalarına hükmetmiş olan sinemacı yazar Şener Akıncılar, 06 Mart 2016 tarihinde vefat etti ve Güzeloba 2 Mezarlığı’na defnedildi. Antalya Film Festivalleri sırasında Antalya’da olan ebedi istirahatgâhlarının ziyaretleri gelenek haline dönüşen Hayati Hamzaoğlu ve diğer sanatçılarımız ziyaret edilirken gönül Şener Akıncılar’ın da hatırlanmasını arzu ediyor.

Nisan ayında aramızdan ayrılan Aydın Tansel şarkılarıyla birkaç filmimize, Attila Özdemiroğlu ise müzik düzenlemeleriyle onlarca filmimize katkıda bulundu. Erhan İpar ve Çetin İpekkaya yaptıkları başarılı seslendirmelerle birçok filmimize emek verdiler. Adnan Mersinli’yi genellikle Cüneyt Arkın’ın tarihi filmlerinde yanında gezdirdiği kader arkadaşı rolleriyle hatırlıyoruz. Şarkıcı, oyuncu ve yapımcı Erol Solak ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni lâkabıyla anılan Ülkü Erakalın da 2016’nın Nisan ayında aramızdan ayrıldı. Erakalın, Türkan Şoray’la film çektiği gibi vamp kadın olarak ün yapan Arzu Okay ve Zerrin Egeliler’le de filmler yapmaktan çekinmedi.

Sinemamızın farklı rollere çıkan oyuncuları Romalı Perihan (gerçek adı Perihan Benli), Heyecan Başaran ve Oya Aydoğan, Mayıs ayında aramızdan ayrıldılar. 1950’li yılların oyuncularından Heyecan Başaran, Muhsin Ertuğurul’un yönettiği ilk renkli filmimiz Halıcı Kız’da oynadı. Kısa film yönetmen ve senaristi Serkan Erkök ve yönetmen Orhan Çetin, Mayıs ayında kaybettiğimiz diğer sanatçılarımızdı.

Davudi sesiyle hatırlanan spiker, oyuncu ve seslendirme sanatçısı Alp Buğdaycı, 01 Haziran’da aramızdan ayrıldı ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Kendisine yaşlılığı hiç yakıştıramadığım oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı, Köpekler Adası filmiyle 34. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Tanju Gürsu, 07 Haziran’da hakkın rahmetine kavuştu. Haziran ayı, bir başka kısa filmci Caner Ceyhan’ı da aramızdan alırken, Nisvan: Tarihe Adını Yazdıran Kadınlar adlı filmde kendisini canlandıran ünlü yazar Hakkı Devrim, Kilyos’ta toprağa verildi. Sevilen oyuncular Nezih Tuncay, Mehmet Ege, Emrah Altındağ, Haziran ayındaki oyuncu kayıplarımız oldular. Haziran ayında kaybettiğimiz diğer sanatçılarımız Ses Mühendisi Demir Arakon ile nev-i şahsına münhasır gitaristimiz Asım Can Gündüz oldu. Gündüz, Mc Dandik ve Dansöz adlı filmlerle beyazperdede göründü.

Temmuz ayı, kimisi tek, kimisi birden fazla filmle sinemamızın çeşitli dallarında hizmet vermiş olan sanatçılarımızı aramızdan aldı: Turgay Şeren (Futbolcu), Erol Batıbeki (Işıkçı), Adnan Şahin (Renk Uzmanı), Aydın Ungan (Oyuncu), Çetin Can (Işık Şefi), Işıl German (Ses Sanatçısı), Hüseyin Altın (Ses Sanatçısı). Sinemamızın bir başka kadersizi Leyla Sayar da 22 Temmuz’da aramızdan ayrıldı ve Merkez Efendi Mezarlığı’nda toprağa verildi. Sayar, şöhrete kavuştuktan sonra hayatını sade şekilde devam ettiren ve maneviyata yönelen ilk akla gelen sinema sanatçılarımızdandır. Daha sonra Ayşe Şasa, Necla Nazır ve Kudret Şandra da maneviyata yöneldiler.

03 Ağustos’ta vefat eden efektör Ayhan Arlı’nın acısı henüz tazeyken 07 Ağustos’ta hayatını kaybeden Boom Operatörü Sabri Livan, Silivrikapı Mezarlığı’na defnedildi. Ağustos ayında yazar, senarist ve yönetmen Hüseyin Alemdar’ı Ankaralılar’a emanet ettik. Bir motorsiklet kazasında talihsiz bir şekilde kaybettiğimiz sevilen komedi oyuncumuz İsrafil Köse’ye rahmet diliyoruz. Duayen oyuncumuz Çetin Öner’le bir Adana Altın Koza Film Festivali ödül töreninde aynı masada, yan yana yaptığımız sohbeti gözlerimiz buğulanarak hatırlıyoruz. Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan, yaşamının son anına kadar yolundan dönmeyen, hep aydınlık, hep ilerici, hep yol gösterici yazar, şair, senarist yönetmen Vedat Türkali’yi Zincirlikuyu’da sonsuzluğa uğurladık.

Hüzün mevsimi Eylül, önce, yüzünden gülücük eksik olmayan, sevilen başrol oyuncularımızdan Mahmut Hekimoğlu’nu aramızdan aldı, O’nu Sakarya’nın Hendek ilçesi Kalayık köylülerine teslim ettik. Sinemamızın bebek yüzlü aktörü Tarık Akan önceleri salon filmlerinde, sonraları çoğu sinema tarihimize yazılmış sosyal mesajları güçlü filmleriyle sinemasal hafızamızda yerini daima muhafaza edecek. Eylül’de giden bir başka duayen, Sinema Tarihçisi, Eleştirmen, Yazar Giovanni Scognamillo oldu.

Ekim ayının sevenlerini üzen ilk sanatçısı Efeminya Özmavridis oldu. Özmavridis, Deniz Tanyeli adıyla 1950’li yıllarda onlarca filmin başrolünde oynayarak hayranlarının gönlünde yer edinmişti. Nereye defnedildiği konusunda yaptığı araştırma sırasında bize de danışan bir hayranının, hakkında hazırladığı bir kitabının yakında yayınlanacağını da bu vesileyle duyurmuş olalım. İnternet ortamında aradığınızda bulacağınız ilk fotoğraf olan, yukarıdaki görselini bir filminin fragmanından alıp sitemizdeki taziyemizde kullanmıştık. Toprağı bol olsun. 14 Ekim’de vefat eden Ümit Utku, seveni kadar sevmeyeni olsa da sinemamızın köşe taşlarından biridir. Ümit Utku’nun önceleri çocuk oyuncu olarak tanıdığımız oğlu Menderes Utku’nun ortak olduğu sinema grubu şu anda el değiştirse de ülkemizin en büyük sinema zinciri olarak biliniyor. Senarist, oyuncu Ali Fuat Kalkan 17 Ekim’de, makinist ve sinema sektörümüzün 35 mm film makinelerinin bakım ve kurulum ustası Turgut Orhan ise 29 Ekim Cumhuriyet bayramında hakkın rahmetine kavuştu. Orhan Usta, Beyoğlu, Beşiktaş ve Şişli’de makine dairesine uğramadığı hiçbir sinema yok diye anlatılmaktaydı.

“Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan” olarak daima birlikte anılan sevilen tiyatro oyuncularımızdan, sinemada da oyuncu ve seslendirme sanatçısı olarak görev yapmış olan Gönül Ülkü Özcan, eşi Gazanfer Özcan ile birlikte nice mutlu yaz mevsimlerini geçirdikleri Silivri’deki bahçeli evlerinde hayata veda etti. Evlerinin önünden geçen ve kendilerini tanıyıp, el sallayan, istisnasız tüm sevenlerine gülücükle cevap verirlerdi. O zamanlar oralardan geçerken Cüneyt Arkın’a da küçük oğullarıyla birlikte yeşillikler arasında futbol oynarken rastlayabilirdiniz. Rahmetli babamın aynı zaman aralığında Cüneyt Arkın’la birlikte erken saatlerde balık tuttuğu da olmuştur. Kasım ayında kaybettiğimiz diğer sektör insanlarımız Mete Dönmezer (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı), Alaaddin Us (Besteci, Şarkıcı), Münir Akça (Oyuncu), Mithat Alam (Oyuncu, Sinefil), Akın Paşaoğlu (Oyuncu) oldu. Sinemamızın en sempatik komedi oyuncularından Necdet Tosun’un oğlu Erdal Tosun’u 30 Kasım’da, en verimli çağında talihsiz bir kaza sonucu kaybettik.

2016 yılının Aralık ayında sinema sektörümüzden sadece Akademisyen Yazar ve Çevirmen Ertan Yılmaz hayata veda etti ve İzmir Karşıyaka Örnekköy’de defnedildi.

İnsanlar fani, görüntü sonsuz olduğundan onları daima hatırlayacağız ve hatırlanacaklar, mekânları cennet olsun.

Tesbit edebildiğim kadarıyla meslekleri ve nereye defnedildiklerini de ekleyerek ebediyete uğurladığımız sanatçılarımızı aşağıda liste olarak da belirtiyorum:

Erol Alpsoykan (13 Kasım 2015), Oyuncu
Atilla Arcan (16 Kasım 2015), Oyuncu, (Küçükyalı)
Oğuz Gözen (23 Kasım 2015), Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu, (Üsküdar Bülbülderesi)
İsmail Efe Yıldız (25 Kasım 2015), Köpek Eğitmeni, (Bahçeköy)
Osman Betin (16 Aralık 2015), Oyuncu
Aşkın Yazıcı (26 Aralık 2015), Kamera Arkası Çalışanı, Ses Kayıt Elemanı
Mithat Esmer (27 Aralık 2015), Oyuncu
Remzi Evren (07 Ocak 2016), Oyuncu, Sanat Yönetmeni, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Şefik Döğen (14 Ocak 2016), Oyuncu, Senarist, Yapımcı (Zincirlikuyu)
Ergüder Yoldaş (25 Ocak 2016), Müzik Düzenleme
Ülkü Ülker (31 Ocak 2016), Oyuncu, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Veysel Atayman (21 Şubat 2016), Akademisyen, (Silivrikapı)
Şener Akıncılar (06 Mart 2016), Sinemacı, Yazar, (Antalya Güzeloba 2)
Aydın Tansel (01 Nisan 2016), Şarkıcı, Besteci, Oyuncu, (Bodrum’da Vefat Etti)
Erol Solak (01 Nisan 2016), Yapımcı, Oyuncu
Erhan İpar (04 Nisan 2016), Tiyatrocu, Seslendirme Sanatçısı, (Ümraniye Hekimbaşı)
Ülkü Erakalın (06 Nisan 2016), Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu, Kurgucu, Müzisyen, (Kasımpaşa Kulaksız)
Adnan Mersinli (18 Nisan 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Ayazağa)
Attila Özdemiroğlu (20 Nisan 2016), Besteci, (Zincirlikuyu)
Çetin İpekkaya (25 Nisan 2016), Oyuncu, Senarist, Seslendirme Sanatçısı, (Berlin)
Perihan Benli (Romalı Perihan) (05 Mayıs 2016), Oyuncu, (Ayazağa)
Heyecan Başaran (10 Mayıs 2016), Oyuncu, (Kilyos Ağlamış Dede)
Oya Aydoğan (15 Mayıs 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Zincirlikuyu)
Serkan Erkök (23 Mayıs 2016), Yönetmen, Senarist, Oyuncu
Orhan Çetin (24 Mayıs 2016), Yönetmen
Alp Buğdaycı (01 Haziran 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Spiker, (Karacaahmet)
Tanju Gürsu (07 Haziran 2016), Oyuncu, Yapımcı, Yönetmen
Caner Ceyhan (11 Haziran 2016), Yönetmen, Yönetmen Yardımcısı
Mehmet Ege (12 Haziran 2016), Oyuncu, (Ankara Karşıyaka)
Hakkı Devrim (15 Haziran 2016), Yazar, Oyuncu, (Kilyos)
Emrah Altındağ (16 Haziran 2016), Oyuncu
Demir Arakon (19 Haziran 2016), Ses Mühendisi
Asım Can Gündüz (24 Haziran 2016), Müzisyen, Oyuncu, (Kanlıca)
Nezih Tuncay (29 Haziran 2016), Oyuncu, Senarist, (Kartal Maltepe)
Turgay Şeren (07 Temmuz 2016), Futbolcu, Oyuncu
Erol Batıbeki (08 Temmuz 2016), Işıkçı, Oyuncu (Üsküdar)
Adnan Şahin (12 Temmuz 2016), Renk Uzmanı, Oyuncu, Kurgucu
Aydın Ungan (14 Temmuz 2016) Oyuncu
Çetin Can (16 Temmuz 2016), Işık Şefi, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Işıl German (17 Temmuz 2016), Ses Sanatçısı, Oyuncu, (Kuşadası Adalızade)
Leyla Sayar (22 Temmuz 2016), Oyuncu, (Merkez Efendi)
Hüseyin Altın (23 Temmuz 2016), Ses Sanatçısı, Oyuncu, (Sütlüce)
Ayhan Arlı (03 Ağustos 2016), Efektör, Oyuncu
Sabri Livan (07 Ağustos 2016), Boom Operatörü, (Silivrikapı)
Hüseyin Aydemir (19 Ağustos 2016), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Ankara Cebeci)
İsrafil Köse (22 Ağustos 2016), Oyuncu, Yapım Asistanı, (Kocasinan)
Vedat Türkali (29 Ağustos 2016), Senarist, Yönetmen, Yazar, (Zincirlikuyu)
Mahmut Hekimoğlu (10 Eylül 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Sakarya Hendek Kalayık Köyü)
Çetin Öner (14 Eylül 2016), Oyuncu, Senarist Yapımcı, Yönetmen, (Ankara Karşıyaka)
Tarık Akan (16 Eylül 2016), Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı, Yazar, (Bakırköy Zuhuratbaba)
Giovanni Scognamillo (08 Ekim 2016), Sinema Tarihçisi, Eleştirmen, Yazar, Oyuncu, Yapımcı, (Feriköy)
Deniz Tanyeli (13 Ekim 2016), Oyuncu, (Şişli Rum Ortadoks)
Ümit Utku (14 Ekim 2016), Yapımcı,Yönetmen, Senarist, Oyuncu, (Zincirlikuyu)
Ali Fuat Kalkan (17 Ekim 2016), Senarist, Oyuncu
Turgut Orhan (29 Ekim 2016), Makinist, 35 mm Makine Bakım Kurulum Ustası (Zincirlikuyu)
Gönül Ülkü Özcan (02 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Yapımcı, (Karacaahmet)
Mete Dönmezer (16 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Alaaddin Us (20 Kasım 2016), Besteci, Şarkıcı, (Kartal Başıbüyük)
Münir Akça (27 Kasım 2016), Oyuncu (Ordu Perşembe)
Mithat Alam (28 Kasım 2016), Oyuncu, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi Kurucusu, (Rumelihisarı Aşiyan)
Akın Paşaoğlu (28 Kasım 2016), Oyuncu, (Alanya)
Erdal Tosun (30 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, (Sarıyer)
Ertan Yılmaz (17 Aralık 2016), Akademisyen, Yazar, Çevirmen, (İzmir Karşıyaka Örnekköy)

(31 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Madencilik Dünyasında Vahşi Savaş

Altın (Gold)
Yönetmen: Stephen Gaghan
Senaryo: Patrick Massett-John Zinman
Müzik: Daniel Pemberton
Görüntü: Robert Elswit
Oyuncular: Matthew McConaughey (Kenny), Edgar Ramírez (Mike), Bryce Dallas Howard (Kay), Stacy Keach (Clive), Bruce Greenwood (Mark), Corey Stoll (Brian), Toby Kebbell (Paul), Bill Camp (Hollis), Joshua Harto (Lloyd), Timothy Simons (Jeff), Craig T. Nelson (Kenny), Macon Blair (Connie)
Yapım: TWC-Dimension (2016)

Amerikalı yönetmen Stephen Gaghan’ın “Altın” filmi, gerçek olaylardan yola çıkarak doğayı ve kendilerini mahveden madencileri anlatıyor. Filmde yoksulluklar da yansıyor.

1981 yılı. Nevada’nın Reno şehri. Büyükbabasının birkaç katırla geldiği, elleriyle kazdığı madeni babası büyük bir şirkete dönüştürmüş Kenny Wells, sevgilisi Kay’i etkilemeye çalışırken Kenny’nin hikâyesi başlıyor. Artık yorgun babası işi ona bırakıyor. 1988 yılı. Kenny iflâsın eşiğinde. Şimdi ne olacaktı? Ama onun hayalleri vardı. Her zaman yeniden başlama gücü olmalıydı. Bunun için de hayallere ihtiyaç vardı.

1965’te Kentucky-Louisville’de doğan yönetmen Stephen Gaghan, önemli filmlerin senaryo yazarı olarak sinemada kendini fark ettirdi.
Senaryo yazarı olarak William Friedkin’in 2000’deki “Rules of Engagement-Vur Emri” ve Steven Soderbergh’in yine 2000’deki “Traffic-Trafik” hemen öne çıkıyor. 2005’te yönettiği ikinci filmi “Syriana” ülkemizde gösterilmişti. Yönetmen bu filminde, Amerika’nın Ortadoğu’daki suçlarını, günahlarını anlatıyordu. Bu filmde, İslamcı teröristlerin nasıl palazlandığı da cesurca anlatılıyordu. Yönetmen Gaghan, 2016 yapımı sinemaskop “Gold-Altın” filminde de altın madenciliğindeki sömürü düzenini cesurca yansıtabiliyor.

En başta filmin görselliğinin çarpıcılığını belirtmeli. Endonezya’nın balta girmemiş zümrüt yeşili ormanları ve uzayıp giden nehirleri insana huzurlu anlar yaşatıyor. Ama buradaki yoksulluklar da bu güzelliklerin arasında kamerayla yansıyor. Filmin kameramanı büyüktü. 1950 doğumlu Amerikalı kameraman Robert Elswit, Curtis Hanson’dan Stephen Gyllenhaal’a, Paul Thomas Anderson’dan Roger Spottiswoode’a kadar önemli yönetmenlerle çalıştı. Ama 2005’te George Clooney’nin siyah-beyaz “Good Night, and Good Luck-İyi Geceler, İyi Şanslar”, Stephen Gaghan’ın yine 2005’te “Syriana” ve Paul Thomas Anderson’ın 2007’deki “There will be Blood-Kan Dökülecek” filmlerindeki görüntü çalışmaları unutulmazdı.

Bir de filmin müzisyeni var. 1978 doğumlu İngiliz besteci Daniel Pemberton’ı keşfetme zamanı. Tınılarının büyüsü hemen insanı kuşatıyor. Nick Murphy’nin 2011’deki “The Awakening-Öbür Dünyadan”, Jeremy Lovering’in 2013’teki “In Fear-Korku Yolu”, yine 2013’te Ridley Scott’ın “The Counselor-Danışman”, 2016’da Nicole Garcia’nın “Mal de Pierres-Aşk Mektupları” filmlerindeki müzikler hemen ele geçirecek sanatseverleri. Bu bestecinin tınılarına kesin kulak verilmeli.

Endonezya’nın ormanlarında…

Dibe vurmuş ve sürekli içen Kenny, son bir umutla Mike Acosta’yla buluşuyor Endonezya’da. Onu ikna etmesi gerekiyor. Çünkü hayaller paradan da önemliydi belki. Mike onu zorlu bir yolculuktan sonra kendi hayallerini gösteriyor. Kenny, Nevada’da toplayabildiği kadar para toplayınca kazma işleri başlıyor. Her şey kötü giderken, bir de sıtmaya yakalanıyor Kenny. Elbette yoksul halk da. Su arıtma kurulunca duran çalışmalar başlıyor yeniden. Sonra bir mucize oluyor ve Mike altın damarını bulduklarını söylüyor Kenny iyileşmeye başlarken. Endonezya’daki başarı, New York’taki borsa madencilerini de heyecanlandırıyor. Şirket, anlaşmalarla borsada işlem görmeye başlıyor. Ama borsa, Endonezya’nın zümrüt ormanlarından daha tehlikeliydi. Oradaki ayak oyunları hiçbir yerdekine benzemiyordu. Borsacılar, Kenny’nin şirketini yutmak istiyorlar. Ama bunu başaramayınca, Endonezya’daki diktatörle anlaşıp şirketin faaliyetlerini durduruyorlar. Kenny yine iflâs ediyor. Ortağı Mike’ın da planları vardı. O da diktatörün işe yaramaz oğlu Danny’yle iş yapmak. Bunun için de Kenny’nin kaplanın başını okşaması gerekiyor. Artık bundan sonrası beklenmedik ve merak duygusunu ayakta tutan anlarla dolu.

Film sadece görselliğiyle değil, zaman zaman çarpıcı kurgusuyla da kendini fark ettiriyor. Görüntülerin büyük perdede karelere bölünmesi muhteşemdi. Sinema tarihinde etkileyici böyle filmler var elbette. Michael Gordon’ın 1959 yapımı renkli sinemaskop “Pillow Talk-Yastık Sohbeti” filminde, görüntüler “W” harfiyle üçe bölünmüştü. Norman Jewison’ın 1968 yapımı “The Thomas Crown-Kibar Soyguncu” filminde de görüntünün karelere bölünmesi yetkin bir teknikle başarılmıştı. Yönetmen Gaghan’ın “Altın” filmi, sezonun sürpriz filmlerinden. Bu yönetmenin bulunan her filmi görülmeli.

(31 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hatıraların Masumiyeti

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Bir başarı öyküsü: Bugün, ki günlerden 28 Ocak 2017 Cumartesi, Mecidiyeköy Cinemaximum Cevahir Sineması’nda 13:30 seansında bir filme girdim. Ferahlatıcı, bilgilendirici, şenlendirici, huzur veren reklâmlardan sonra birkaç tane yerli film fragmanı gösterildi. Bu fragmanlardan bir tanesini, Fırıldak Ailesi adlı yerli yapım animasyon filminin fragmanını görünce şaşırdım. 03 Şubat’ta vizyona girecek olan bu filmi o saate kadar başrollerinde etli, butlu, kanlı, canlı oyuncuların oynadığı konulu bir kurmaca film sanıyordum, meğer animasyonmuş. 16:00 civarı sinemadan çıktıktan sonra Cumhuriyet Caddesi’nin sol kaldırımından yürüdüm. Gazi Sineması’nı geçip Nişantaşı’na dönen Rumeli Caddesi kavşağına gelene kadar hilâfsız her elektrik direğinde Fırıldak Ailesi filminin bez panoları dalgalanıyordu. Bu dalgalanan panolardan öğrendiğime göre bu film BKM Film yapımı ve 3 Adam, Murat Boz, Yılmaz Vural ve Mahmut Tuncer tarafından seslendirilmiş. Panolarda filmin hangi şirket tarafından dağıtıldığı bilgisini edinemedim. Neticede bu facebook notumun başına dönersek, orada yazan “Bir başarı öyküsü”nün ne olduğunu açıklayayım: Buradaki başarı, şu kadar senedir sinemanın içinde olan ve 11 senedir sinema konusunda yayın yapan bir web sitesinin editörlüğünü yürüten bendenizin gösterimine 6 gün kalmış bir film hakkında yeterli bilgiyi öğrenememe başarısıdır. Lütfen bu öyküde başka bir art niyet aramayın. Neyse ki internet ortamı var, girer, bakar, film hakkındaki bilgileri öğrenir, görevimi deruhte ederim. (28 Ocak 2017)

Dikkat ederseniz aldığımız pırasanın neredeyse yarısı çöpe gidiyor. Çekirdeksiz karpuz gibi yapraksız pırasa da yetiştirilse ne güzel olur. “Marketten paketlenmiş pırasa al” demeyin. Ben manav veya pazardan alınan pırasadan bahsediyorum. Salkım domateste kendimce sorunu çözdüm. Sizi bilmem ama ben salkım domates aldığımda hiç üşenmiyorum teeek tek domateslerin saplarını koparıp attıktan sonra tarttırıyorum. Eleman da her seferinde hiç üşenmeden bir bana bir domateslere baktığında “Salkım” diyorum, öylece geçinip gidiyoruz. (28 Ocak 2017)*
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
A.S.K.: Kesinlikle size katılıyorum Sadi abi, Marketlerde pırasanın en uç noktalarını kestiriyorum ama tarttıktan sonra kesiyorlar. Çeri domateslerin de tepelerini tek tek yolup reyondaki çöpe atıyorum. Tartan kişiler homurdansa da ellerinden bir şey gelmiyor tabi.
İ.H.: Siz İstanbul’da çok şanlısınız. Ben İzmit’teki marketlerde domateslerin tepesineki yeşil kısımları koparınca söylenip duruyor elemanlar… Utanmasalar elime vuracaklar. Real’de de, Carrefour’da da böyle… Bir tek Migros’lar anlayışlı sanki…
A.F.K.D.: Aaaa Sadi Abi, pırasanın yapraklarından çok güzel börek olur. Yufkası evde açılsa daha da güzel olur ama hazır yufkayla denedim o da oluyor. Atmaaa yazık ona.
O.Ü.: Saplarını zeytinyağında kavurun, üzerine yumurta kırın. Çok güzel olur.
B.R.: Her türlü değerlendirmesi yapılır: http://tuzluvesekerli.blogspot.com.tr/2010/12/pirasali-borek.html?m=1
Sadi Çilingir: O zaman pırasayı ikiye bölüp ana gövdeyi “yemeklik”, yeşil yapraklı kısımlarını da “böreklik – kavurmalık” şeklinde pazarlamalı ki benim gibi yetersiz aşçılık bilgisine sahip olanlar yeşil kısımlarını çöpe atmasın. Hayır, gülmeyin, fikir fikir, öneri öneridir.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını faş edebilirim. (Faş etmek = Açıklamak)***
*** Büyüklerimizin**** “Eski Türkiye / Yeni Türkiye” diyerek sürekli ayırım yapmaları neticesinde kafalarımızı mükemmelen karıştırdıklarının bir göstergesidir.
**** Lâfın gelişi. Aslında bendenizden küçük.

Mensubu olduğum SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, 2016 yılının sinemalarımızda gösterilen en iyi filmlerini Mart ayında yapacağı ödül töreninde açıklayacak. 2016 yılı yabancı film sıralamam şöyledir:
The Hateful Eight
Dheepan
O Kadın (Elle)
Ben Daniel Blake (I, Daniel Blake)
Hatıraların Masumiyeti (Innocence of Memories)
Gece Hayvanları (Noctural Animals)
Saul’un Oğlu (Son of Saul)
Savaş Vadisi (Hacksaw Ridge)
Aşıklar Şehri (La La Land)
The Club

Genel beğenide öne çıkan Gençlik (Youth), Carol, Cloverfield Yolu No: 10 (10 Cloverfield Lane), Neon Şeytan (The Neon Demon) gibi filmleri göremediğimi de belirteyim. (30 Ocak 2017)

(30 Ocak2017)

Sadi Çilingir

Alin Taşçıyan: Katı Biçimde Ataerkil Bir Toplumda Yaşıyoruz

Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı Alin Taşçıyan… İlklerin kadını demek de yanlış olmaz onun için; 1925 yılında temelleri atılan FIPRESCI’nin de, 1977’de kurulan SİYAD’ın da ilk kadın başkanı oldu. Öyle koltuğuna, mevkiye sıkı sıkıya yapışanlardan da değil, ne zaman bir sohbetimiz olsa hep yerine gelmesini umut ettiği gençlerden, gençlikten söz eder. Çalışkanlığı, entelektüel birikimi ve dik duruşu ile kadın sinema yazarlarının örnek aldığı yegâne isim olmuştur. Günümüzde hızla tırmanışa geçen, siyasetten sanata evrilen eril dil rahatsız edici boyutlara ulaştı. Sektörde hangi kadına dokunsanız bin ah işitiyorsunuz. Kendisiyle tüm bunları konuşmak istediğimi söylediğimde, “meseleye ya feminist açıdan yaklaşılacak, ya da hiç bulaşılmayacak. Çünkü bizim sağlam bir temele dayanmayan argümanlarla magazine düşme lüksümüz yok.” diye cevap verdi. Aradığım cevap tam da buydu. Buyrunuz…

Merhaba, öncelikle sıcağı sıcağına Dakka’da katıldığınız Sinemada Kadın Konferansı’nın nasıl geçtiğini ve gündemde nelerin olduğunu sorarak sohbetimize başlamak isterim.

Üçüncü kez düzenlenen bu konferansın kapsamı çok geniş… Festivalle iç içe organize ediliyor, iki gün sürüyor. Her katılımcı kendi branşı doğrultusunda sunumlar hazırlıyor. Bunların büyük bir kısmı basılı… Ayrıca çeşitli başlıklar altında üçer kişilik paneller de düzenleniyor. Sinemacılar çoğunlukla kendi film yapma deneyimlerinden, karşılaştıkları engellerden ve ulaştıkları hedeflerden yola çıkarak serüvenlerini paylaşırken akademisyenler belirli konulardaki araştırmalarını sunuyor. Ben de dünya çapında daha fazla feminist film eleştirisine ihtiyaç duyma nedenlerimiz üzerine, geniş alıntılar kullandığım bir metin hazırlayarak erkek sinemacıların da sinema yazarlarının da feminist film teorilerini okumamalarından kaynaklı cinsiyetçiliğe vurgu yaptım. Tartışma yaratıp ufuk açacak yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Yakın zamanda bir filmin cinsiyetçi yaklaşımı dolayısıyla kadın sinema yazarları ve film ekibi arasında sosyal medyada seviyesi aşağılarda bir ağız dalaşı yaşandı. Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı olarak meseleye genel olarak feminist açıdan bakarsak, nasıl yorumlamalıyız?

Meseleden sen söz edince haberim oldu. İnternette aradım, bu konuda bir haber okudum ve bir bildiri gördüm. Doğrusu bildirinin haklı bir nedeni var, birçok kişi imza vermiş… Ama keşke o bildirinin diline biraz daha özen gösterilseydi… “Tecavüz kültürü” diye bir ifade yer almasaydı içinde… Melissa Silverstein, bu ifadeyi, yani “rape culture”ı ironik olarak kullandığı bir makale yazdı ama niteliği yanlış anlaşılan bir olayda, Amerika’daki anlayışı eleştirmek için. Sosyal medyadaki ağız dalaşını bilmiyorum, eğer seviyesi söylediğin kadar aşağıdaysa bilmek de istemem… Katı biçimde ataerkil bir toplumda yaşıyoruz, cinsiyetçilik her alana sinmiş durumda. Sinemaya da yansıyan bir toplumsal sorun. Yeşilçam, kendisine şiddet uygulayan erkeği, ‘namus bekçisini’ anlayışla karşılayan bakireleri kutsayan filmlerle doludur. Evinin iffetli hanımı olmakla, sokağa düşmek arasında seçenek sunmadığı kadın tipine karşılık iş ya da servet sahibi olup cinsel arzu duyan kadını “şeytani şehirli sarışın fahişe” diye damgalar. Erkekler ise kadınları ya da hasımlarını tokatlar, döver, öldürür, zengin olup intikamını düşmanlarını küçük düşürerek alır. Kollektif bilinç altında böylesi marazi karakterler olan bir sinemanın bugün de çoğunlukla kaba cinsiyetçi bir tavırla, zaman zaman da gayet inceltilmiş ve bilinçli bir mizojiniyle film üretmesine şaşırmıyorum. Küfür, erkek olanın erkek olmayana cinsel saldırısını ifade ettiği için savunulacak hiçbir yanı yoktur. Doğrudan erkek şiddetini ifade eder, anlaşılır, normal, olağan bir şey değildir. Ama cinsiyetçiliği sadece senaryoya, diyaloglardaki dile indirgememek gerek. Mizahın kaynağı olarak kullanılması hakikaten çok çirkin ve yazarlarının ince yaratıcılıktan nasibini almadığını, futbol holiganı düzeyinde kaldığını gösteriyor. Fakat unutmayalım ki sinema görsel işitsel bir dal ve maşizm görüntüde de kendini ele veriyor. Feminist film okumalarına ağırlık vermemiz gerek, böylece kulağı tırmalamayan cinsiyetçiliği de analiz edebiliriz.

Yapılan bir araştırma geçtiğimiz yıl boyunca vizyona giren filmlerin yüzde 90’ının erkek yönetmenlere ait olduğundan; bir diğerinde ise 2016’da vizyona giren 110 filmden yalnızca 11 tanesinin yönetmenin kadın olduğunu gözler önüne seriyor. Sizce kadın yönetmenler nerede?

Kadın yönetmenler dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de erkek meslektaşlarıyla eşit fırsatlara ve haklara sahip değiller. O yüzden şimdilik sayıca geri plandalar ne yazık ki… Kadınlar hiçbir alanda henüz eşitliği elde edemediği için sinema sektöründe git gide daha etkin olmaya başlamaları bu alanı ayrıcalıklı ve umut verici bile kılıyor. Hatta belirli dallarda hem sayıca hem nitelik açısından üstünlük sağlamaya başladıklarını yıllardır gözlemliyorum, aman söylemeyeyim hangi dallarda olduklarını hemen önlerine engeller dikiliverir! Sinema için her daim söylenegelir: “Erkekler tarafından, erkekler için yapılan ve erkeklerin oynadığı filmlerden ibarettir” diye. Binlerce yıllık uygarlık tarihinde vardığımız noktaya bakınca yine sinemanın haline şükredebiliriz. Ama dünyada gözlemlediğim şu: Hem Avrupa’da hem ABD’de sinema sektöründeki eşitsizliği sürekli vurgulamamız ciddi bir rahatsızlık yarattı ve kadınların öznesi olduğu filmlere ilgi ve özen gösterilmeye başladı. Hem Avrupa Film Akademisi’nde hem Amerikan Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde de bu yönde hareketlenme var. Festivaller film seçerken bir denge sağlamaya gayret gösteriyor artık. Ama önümüzde daha katedilecek çok yol var…

Sektördeki hemcinslerinizi bir konuda eleştirmeniz gerekse, hangi konuda eleştirirsiniz?

Sektördeki hemcinslerime gelene kadar maçoları eleştireyim, daha yararlı olmaz mı? Ama bir şeyi talep ederim kadınlardan: Feminizm, en basit tanımıyla dünya nüfusunun yarıdan fazlasının özgürlük ve eşitlik mücadelesidir, evrensel bir hak arayışıdır. Bu mücadeleye aktif biçimde katılmalarını, bu konuda kendilerini ciddi yapıtları okuyarak ve izleyerek bilinçlendirmelerini isterim. Safları sıklaştırsak ve bütün farklılıklarımıza rağmen dayanışma içinde olsak gerçekten her şey değişebilir. Ama sağlam bir teori şart ki eleştirilerimiz yüzeysel kalmasın. Bir de sektörde tutunmak uğruna erkek egemen ideolojilerin baskısı altında kalmasınlar, erkek gibi düşünüp erkek gibi davranarak erkek gözüyle ve erkek diliyle film çekmek zorunda değiller… Ki şu an aktif olarak çalışanların önemli bir kısmı kadın gibi kadın filmi çekiyor, hakikaten çok mutlu oluyorum filmlerini izleyince.

Başka bir açıdan bakacak olursak, Son yıllarda Hollywood’da kadın oyunculara karşı yapılan cinsiyetçi tavırlara -yine kadınlar tarafından- ciddi tepkiler geldiğini biliyor, duyuyoruz. Örneğin henüz 40’ına varmamış Amerikalı oyuncu Maggie Gyllenhaal’ın, 55 yaşındaki bir erkek oyuncunun karşısında oynayamayacak kadar “yaşlı” bulunduğu için reddedilmesi bu konuya dair verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi olabilir mi?

Belli ki o rol kadın bedenini nesne olarak gören bir projedeymiş. Hollywood devasa bir pazarlama mekanizması. İdoller yaratmalı ki ebedi gençlik ve güzellik hayalini, ancak bu gençlik ve güzellikle elde edilebilecek aşk, evlilik, başarı, şöhret ve servet hayalini satabilsin. Hollywood’un kadın karakterleri tuhaf biçimde git gide tekdüzeleşti… Gerçek karakterler nadiren çıkıyor karşımıza… Sofistike bir tutuculuk sardı filmleri Arrival’da, Loving’de, La La Land’de kadın karakterlere bakınca içim daralıyor. Kadınları anne ve eş olarak aile içinde konumlandırmanın ötesine geçmiyor ve onlara fedakârlıkları ölçüsünde değer biçiyorlar. Bir de empowerment tutturdular, sanki Wonder Woman çekince sorun çözülüyor. Erkek kahramanlara özgü nitelikleri kadın kahramanlara yüklemek de cinsiyetçilik madalyonunun diğer yüzü sadece.

Son James Bond filmi Spectre 007’de yeni Bond kızının 1985 doğumlu Léa Seydoux olması (Daniel Craig 1968 doğumlu) Hollywood’un altın çağlarından beri süregelen cinsiyetçi bir takıntısının bir sonucu olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün mü?

Oyuncuların doğum tarihlerinden çok daha önemli faktörler var James Bond misali bir kahramanın körüklediği cinsiyetçilikte. Ayrımcılığın bir paket olduğunu emperyalizm, kolonyalizm, ırkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin bir bütünün parçalarını olduğunu gözümüze gözümüze sokar. Dünyaya hükmeden gücün, İngiltere ve ABD’den oluşan beyaz Anglosakson Hristiyan kutsal ittifakının koruyucu şövalyesidir James Bond. Ruslar, Çinliler, Koreliler, Müslümanlar ya da müttefik devletlerin yerine talip olup dünyayı ele geçirmek isteyen delilere karşı temsil ettiği güç, elbette eril bir güçtür! Bu yüzden onu gören her kadın -düşmanı da olsa- karşısında eriyecektir. Çenemizi yorduğumuza değmez, çift sıfır yedi.

53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Türkiye’nin en genç kadın yönetmeni unvanıyla anılan Yağmurlarda Yıkansam filminin yönetmeni Gülten Taranç’ın “Şişman olduğum için iş vermediler” açıklamasını nasıl yorumlarsınız?

Gülten Taranç’a iş vermeyenler utanmıştır diye iyimser düşünmek isterim… Biz onlar adına utandık en azından. Ama gerçek şu ki kadınlara dayatılan güzellik kültü, o tek tip görüntüye endeksli estetik anlayışı, yüzbinlerce kadının kendilerine güvenlerini yitirmesine, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına, yeteneklerini değerlendirmelerine engel olabiliyor. Sinemacı ve akademisyen bir aileden ve çevreden gelmese belki Gülten Taranç da heyecanını yitirecekti, inadı kırılacaktı… Güzellik için ille de ölçütümüz olacaksa moda dergilerine değil de müzelere bakalım bari. Bence Renoir, Gülten Taranç’ı nehir kıyısında yıkanırken çizebilirdi. Victoria’s Secret defilesine çıkmaktan daha prestijli herhalde!

Geçtiğimiz günlerde, İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, Paris’te Son Tango filmindeki tecavüz sahnesinin gerçek olduğu ve Maria Schneider’ın haberi olmadan çekildiğini dair haberler ülkemizdeki pek çok haber sitesinde yer bulmuştu.

Türkçeye çevrilen haberler hakikaten çok sorunlu olabiliyor. Bir de sinemada cinsellik hakikaten yaşanıyormuşçasına haberler yaparak sansasyon yaratmaya bayılır bazı meslektaşlarımız. O söyleşiyi Bertolucci yanılmıyorsam üç yıl önce falan verdi. Sonra bir İspanyol yayın organı kısmen çevirip ortaya koydu. Bir sürü başka yayın organı kullandı eksik haberi, ünlüler tweet attı, derken olay çarpıtıldı. Bertolucci, tecavüz gerçekti demedi, zaten Schneider de dememişti. Küçük düşürülmüş. “Hem Brando, hem Bertolucci tarafından tecavüze uğramış gibi hissettim biraz. Marlon’un yaptığı gerçek olmasa bile döktüğüm gözyaşları gerçekti,” demişti. Nedeni de apaçık tuzağa düşürülmesi! Bir gece önce Brando ve Bertolucci’nin aklına anal seks sahnesinde tereyağını kayganlaştırıcı olarak kullanmak gelmiş. Nasıl çekeceklerini söylememişler ki o dönemde deneyimsiz bir oyuncu olan Schneider gerçekten dehşete düşsün ve performansı inandırıcı olsun. Çok çirkin bir olay ve bir kadın oyuncunun genç ve deneyimsiz olmasından alenen yararlanılmış, güveni de bedeni de istismar edilmiş. Ama tecavüz bambaşka bir suç. Tecavüz kadar ağır bir suçu yerli yersiz kullanmamak lâzım. Polanski’nin bir çocuğa tecavüz ettiği mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmasına rağmen sinema dünyasının erkekleri onu nasıl da korudu ve kolladı! Üzerinden çok vakit geçmişmiş! Hâlâ daha görülmemiş bir dayanışma içindeler! Tippie Hedren Kuşlar için çalıştıkları sırada Hitchcock’un tacizine uğradığını kaç kere anlattı, hâlâ toz kondurmazlar! Büyük usta olması büyük zampara olmasına engel değil. Paris’te Son Tango’ya gelince, şimdiki sözleşmelerle falan zor kabûl ettirirler önceden üzerinde mutabakata varılmamış böyle bir sahnenin çekimini… Sözleşmeye uydurulsa ve tazminat hakkı doğsa bile kadın oyuncu sahneyi çekmek istemese, durumu açıklasa birçok meslek kuruluşu tepki gösterir yönetmene. Demek ki hukuki açıdan bir nebze gelişme gösterilmiş, baskı grupları oluşabilmiş.

Bir de tabii Türkiye’de filmlerdeki cinsiyetçiliğe dikkat çekmek için düzenlediğiniz gelenekselleşen Altın Bamya Ödülleri var. 8 yıla şöyle bir bakacak olursanız tek bir ödül verecek olsanız hangisini seçerdiniz?

Altın Bamya’da birincilik derecesi yok… Film, senaryo, kadın ve erkek karakter kategorileri ve özel ödüller var. Bütün kazanan ve aday olan eserler bence hak etmiştir, bir seçme yapamam, kıyamam hiçbirine!

Tüm bu çabaya rağmen bugün gelinen noktaya baktığımızda ülke sinemamızda erkek egemen bakışa karşı biraz olsun yol alınabildi mi, farkındalık yaratılabildi mi yoksa geriye gitmeye devam mı ediyoruz?

Bence birçok kişide farkındalık yaratabildik. Ama sorunu görmezlikten gelen, varlığını inkâr edenler çok… Durumu sınıf ayrımıyla, piyasa koşullarıyla, geleneklerle, mizahla, romantizmle açıklamaya çalışanlar gördüm. Beni üzen tek şey nadiren de karşımıza çıksa bazı kadın yönetmenlerin de eril bakışla film yapması. En çok sevindirecek olan da bir koldan feminist bir koldan queer sinemanın Türkiye’de atılım yapması ve belden aşağı mizah nasıl yapılır dersini maçolara vermesi. Haydi inşallah canım!

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Aşağılanma ve İntikam

Asghar Farhadi Fransa’da çektiği ‘Geçmiş / Le Passé’nin ardından ülkesine dönüş yapıyor bizde yeni gösterime giren son filmiyle. ‘Satıcı / Forushande’ usta sinemacının geleneksel ile modernizm arasında yolunu çizmeye çalışan İranlı orta sınıf entellektüelin çıkmazları üzerine yine.

Lise edebiyat öğretmeni Emad ile amatör bir tiyatro topluluğunda birlikte oyunculuk yaptıkları eşi Rana’nın sıradan hayatları beklenmedik gelişmelerle sarsılır. Komşu inşaat çalışmasıyla temelleri çatırdayan evlerinden ayrılmak zorunda kalırlar önce. Geçici bir süre için taşındıkları dairenin daha önce para karşılığı erkeklerle birlikte olan bir kadına kiralanmış olduğunu öğrendiklerinde ise çok geç kalmışlardır. Kocasının geldiğini zannederek kapıyı açık bırakan Rana eski kiracının müşterisi tarafından saldırıya uğrar bir gece vakti. Bu beklenmedik şok genç karı kocanın hayatını temelli olarak değiştirecektir.

Kriz anında değişen ve varlığından haberdar olmadıkları karanlık yönleri su yüzüne çıkan karakterleri anlatmayı sevdiğini söylüyor Farhadi. Genç çiftin sahnede yorumladıkları oyun olarak, aşağılanma üzerine en etkileyici metinlerden birisi olan Arthur Miller imzalı ‘Satıcının Ölümü’nün seçilmesi bu yüzden anlamlı. Değişen dünyanın getirdiklerine uyum sağlamayan Willy Loman’ın çaresizliği ile özel yaşamlarının uğradığı tecavüzle sarsılan Emad’ın büyüyen öfkesi arasında paralellik kuruyor yönetmen.

Genç çift çevrenin ahlâki baskısıyla kanuni yollara başvurmaktan çekiniyor. Bu da öfkenin ve intikam duygusunun büyümesini hızlandırıyor. Olaylar ilerledikçe Emad’ın filmin başlarında çizilen açık fikirli medeni görüntüsü değişiyor, hoşgörülü, bağışlayıcı genç adam acımasız bir zalime dönüşüyor. ‘Geleneklerle modernizm arasına sıkışmak böyle bir şey işte’ diye açıklıyor İranlı sinemacı. Eğitimli orta sınıf bireyinin modernizm talepleri ve toplumun yeniden inşasındaki kibri, mahalle baskısından etkileniyor ve şiddet kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor.

Röportajlarında tiyatro ile gerçek hayatın içiçeliğini vurgulamak isteğinin altını çiziyor İranlı yönetmen. Karakterlerinin Miller’de olduğu gibi kalın çizgilerle iyi ve kötü olarak ayrışmadığını, insan doğasının bilinmezliği üzerine kafa yorduğunu belirtiyor. Bağışlayıcının zalime, kurbanın cellada dönüştüğü müthiş bir finalle allak bullak ediyor izleyicisini. Emad ile Rana’yı sahnede canlandırdıkları Willy Loman ve karısı Linda’nın ile kanlı canlı karşılıklarıyla yüzleştirirken İranlı genç çiftin ahlâk anlayışlarını ve vicdanlarını sınıyor. Ve yine röportajlarında belirttiği gibi, son jenerik yazıları akarken yeni bir hikâyeyi kurgulamaya başlıyoruz hepimiz.

‘Satıcı’ ustalıkla yazılmış ve yönetilmiş bir film. Farhadi’nin önceki filmlerinden aşina olduğumuz oyuncuların (Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü Shahab Hosseini, Taraneh Alidoosti, Babak Karimi ve diğerleri) mükemmel yorumları, Hossein Cafarian’ın birinci sınıf görüntüleri, Sattar Oraki’nin etkileyici tema müziğiyle akıllardan kolay çıkmayacağa benzer bir başyapıt. Kaçırmamaya çalışın.

(29 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bizi Yok Eden Şeyler

“Bizi yok edecek şeyler şunlardır” der Hindistan bağımsızlık hareketinin öncüsü, barış eylemcisi ve insan hakları savunucusu Mahatma Gandhi:

*İlkesiz siyaset
*Vicdanı sollayan eğlence
*Çalışmadan zenginlik
*Bilgili ama karaktersiz insanlar
*Ahlâktan yoksun iş dünyası
*İnsan sevgisini göz ardı etmiş bilim.

Ülkenin içinde bulunduğu tatsız ortam herkesin hayatını doğrudan ya da dolaylı olarak etkiledi. Öyle ki, tüm yaşananlara tepki gösteren iyiyi, güzeli, birlikte yaşamayı öğütleyen insanların kendi özel hayatlarında ya da iş yaşamlarında eleştirdikleri şeyin kendisine dönüştüklerini görmek bana göre en acıklısı oldu. Hani meclisteki vekillerin haline bakıp utanıyoruz ya aslında aynaya bakıp kendimizden utanmamız gerekiyor. Ingmar Bergman’ın dediği gibi “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” Meselâ entelektüel birikimi olduğunu kabûl ettiğimiz üç kişinin üç farklı görüşte olduğunu farz edin ve onların tartışmasını uzaktan bir izlemeyi deneyin. Ya da haktan, hukuktan, adaletten bahseden ve kendi mecralarında saygı gösterilen insanlarla bir dirsek temasında bulunun. Eleştirdiği şeyin ta kendisi olduğunu görmek bu zamana kadar sektörde edindiğim en acı tecrübelerden biri oldu. Yakın zamanda kişisel olarak yaşadığım bir olay da bunu perçinledi. Ancak bu başka bir yazının konusu olabilir. Elbette tüm sektörü bu şekilde itham etmek doğru olmaz ancak ezici bir çoğunluğun tam da tarif ettiğim gibi olduğu bilinen bir gerçek. Neden böyle girizgâh yaptım çünkü yakın zamanda sosyal medya üzerinden birkaç sinema yazarının bir filmin ekibiyle yaşadığı ağız dalaşına şahit oldum. Zaten kendi yaşadığım kişisel tecrübelerle de fazlasıyla içi şişmiş birisi olarak konuyu okuyup geçmek yerine ben kendi adıma ne yapabilirim, nasıl bir katkı sağlayabilirim, diye düşündüm çünkü siyasette olduğu gibi sanatta da giderek sertleşen ve sevimsizleşen bir dil var. Bu dil sorununu çözmekte hepimize sorumluluk düştüğüne inanıyorum. Çözüm, bizimle aynı görüşte olmayan insanları popüler tabirle “facebook’tan ignore etmek” değil. Bu yazının konusunu aslında bu film özelinde yaşanan tartışma neticesinde biraz olsun genel resme bakabilmek oluşturuyor. Bunu yaparken de yalnızca tek bir tarafın görüşlerine yer vermeyi değil her iki tarafın, hâttâ taraf olmayanların görüşlerini de almayı tercih ettim. Öncelikle teklifimi geri çevirmedikleri için ve görüş verdikleri için her birine ayrıca çok teşekkür ediyorum. Bir katkı sağlaması dileğiyle…

ECEM ŞEN – FİLMLOVERSS YAZI İŞLERİ SORUMLUSU: ERİL VE ‘HER ŞEYİ YAPARIM’CI TAVIR HERKESİ BIKTIRMIŞ DURUMDA

Ecem Şen, yeni olmasına rağmen yükselişte bir sinema sitesi olan filmloverss.com’un çiçeği burnunda yazı işleri sorumlusu ve bu tartışmanın da bir numaralı tarafı çünkü mesele onun Twitter üzerinden yaptığı bir yorum üzerine gelişti.

Ecem, öncelikle seni biraz tanıyarak başlayalım mı?

Klâsik tanımlamalarla kısaca bahsetmem gerekirse, Tekirdağ doğumluyum, 25 yaşındayım. Annemin “Kendinizi tek bir kelimeyle tanımlar mısınız?” sorusuna “Amazon” cevabını verdiği, babamın da bireysel kararlarıma ne denli saygı duyduğunu derinden hissettiğim günden beri, yetiştirilme tarzımın da pozitif katkısıyla feminizmle oldukça içli dışlıyım. Yaklaşık 3 yıldır sinema yazarlığı yapıyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema-TV okudum. Ağırlıklı olarak, sinemada yer alan kadın temsilleriyle ilgileniyorum. İçinde yer almaktan çok mutlu olduğum ve en büyük “iyi ki”lerimden biri olan FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu’yum.

Yazdığın mecralar ve takip ettiğin hem Türkiye’den hem de dünyadan sinema dergi, internet sitesi ve blogları neler?

FilmLoverss dışında herhangi bir mecrada yazmıyorum. Açıkçası buna pek vaktim de kalmıyor. Türkiye’den elbette sinema üzerine yayın yapan her platformu takip etmeye bu konuda güncel kalmaya çalışıyorum. Altyazı Dergisi, doyurucu içeriğiyle severek takip ettiğim yayınlardan biri. Onun dışında Indiewire, Variety gibi platformlar da takip ettiğim internet siteleri arasında.

Bir filmi eleştirirken hangi kriterleri baz alıyorsun?

Bir film eleştirisi yazarken aslında filmleri ayrıntılı bir analize tabi tutmayı seviyorum. Kısa, bir iki paragraflık iyi-kötü şeklinde yorum yapmaktan ziyade filmleri derinlemesine incelemeyi seviyorum. Bu analizleri de filme göre farklı okuma türleri kullanarak yapıyorum diyebilirim. Örneğin kadın karakterin çok ön plânda olduğu ya da bilinçli bir şekilde geride bırakıldığı ya da yalnızca cinsel obje olarak kullanıldığı filmlerde feminist bir okumaya yöneliyorum, “Her bakış ideolojiktir.” düşüncesine inandığımdan politik anlamda belirli bir sistemi öven/yeren filmlerde Marksist analiz tercih ediyorum ya da rüyalar, hayaller, bilinçaltı gibi ögeler yakalıyorsam psikanalize yöneliyorum. Tabi birçok okuma yapmak mümkün ama benim kendimi içinde daha rahat hissettiğim ve daha hakim olduğumu düşündüğüm alanlar bunlar. Bunların yanı sıra aslında mainstream sinema genelde promote ettiği sistem de göz önünde bulundurulduğunda çok sevdiğim bir noktada değil. Bu tür filmleri göz alıcı ambalajını soyarak Frankfurt Okulu’nda temelleri atılan kültür endüstrisi bağlamında değerlendiriyorum genel olarak. Filmde benim için olmazsa olmaz şeklinde değerlendirebileceğim -senaryo, sinematografi ya da oyunculuk gibi- mutlak katılıkta baktığım bir katman yok. Her filmde, farklı bir yetkinlik izleyeni heyecanlandırabilir, en azından benim için böyle.

Sana göre iyi bir eleştirmenin özellikleri neler olmalı?

Her şeyden önce anlaşılabilir bir dil kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlaşılabilirlik hitap edilen profile göre değişkenlik gösterebilen bir durum elbette. Yine de kullandığınız dil, her zaman sizin hakkınızda ipuçları verir. Yanı sıra belirli bir hayat görüşünün varlığına, duruşa önem veriyorum ve bu duruşun durumdan duruma değişmemesine. Sonrasında tabii ki bir eleştirmen çok okumalı, çok izlemeli. Kendini geliştirme yolculuğunun bir varış noktasının olmadığını ve hep devam eden bir süreç olduğunu bilmeli daha doğrusu hissetmeli. Filmlerde herkesin görebildiği noktalardan ziyade ilk bakışta görülmeyen parçaları birleştirip okuyucuya sunabilmeli ve tüm bunları yaparken etik olmalı diye düşünüyorum.

Genç bir sinema yazarı olarak sektörde kendini ifade etme ya da kabûl ettirme zorlukları yaşadın mı ya da yaşıyor musun?

Sektöre, yalnızca kendimin farkında olduğum ilk girişimi yaptığımda bir sinema öğrencisiydim. Kimseyle bir iletişimim yoktu, basın gösterimlerine tek başıma gidip sonrasında ayrılıyordum. O dönemde kendimi kabul ettirme konusunda etkisiz ve karamsar hissettiğim oldu. Ancak FilmLoverss geniş kitlelere ulaşabilen bir mecra ve ulaşabildiğim okuyucu sayısını gördükçe kısa zamanda bu karamsarlığım da günden güne kayboldu. Çünkü hem okuyuculardan hem sektörden çok güzel geri dönüşler aldım. Örneğin daha ilk zamanlarımda Barış Atay, Eksik filmine yazdığım eleştiriyle ilgili beni çok mutlu eden cümleler kurmuştu ya da yazılarım bizzat filmin üreticileri tarafından paylaşılabiliyordu. Zamanla sektörle iletişimim git gide arttı ve son olarak FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu görevine geldiğimden beri sektörle bağlantılarım ciddi anlamda gelişti. Elbette önümde bu konuda çok uzun bir yol var ama eleştirmenliğe başladığım ilk zamana kıyasla geleceğe artık çok daha umutlu bakıyorum.

Gelelim asıl konumuza, yazı yazdığın sinema sitesi reklâm alıyor mu? Eğer evetse, reklâm aldığınız filmleri olumsuz eleştirme özgürlüğünüz var mı ya da bu filmden reklâm aldık yazarken dikkat edelim gibi uyarılar aldığınız oldu mu?

FilmLoverss çok hızlı büyüyen, bağımsız sinemaya önem veren, bağımsız bir sinema oluşumu. Ve evet tabii ki reklâm alıyoruz. Ancak ben sitenin Yazı İşleri Sorumlusuyum. Reklâm konularıyla platformumuzun kurucusu ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmenimiz Utku Ögetürk ilgileniyor. Fakat, kendi sorumluluk alanıma dahil olduğundan net bir şekilde söyletebilirim ki bu konuda aldığımız önemli kararlar var ve bu reklâmdan reklâma, bütçeden bütçeye değişkenlik göstermiyor. FilmLoverss belirli bir ideolojik duruşa sahip. Hem yayın politikasıyla hem yazarlarıyla bu duruş hem kendimize hem de okurlarımıza verdiğimiz bir söz aslında. Bu yüzden ülkenin içerisinde bulunduğu durumları göz önüne alarak zaman zaman yayına ara veriyoruz, ya da duruşumuzla ters düşen reklâmları almama konusunda net bir tavrımız var. Bu sık sık da deneyimlediğimiz bir durum. Özellikle Türkiye’nin sinema sektörüyle ilgili olarak FilmLoverss’ın yayın politikasına ters düşecek herhangi bir filmin reklâmını almıyoruz. Bunun yanı sıra reklâm aldığımız filmlerle ilgili yaptığımız anlaşmalarımızda film için “olumlu eleştiri yazılır” gibi bir madde kesinlikle eklemiyoruz. Yazar düşündüğünü yazmakta mutlak bir özgürlüğe sahip. Kaldı ki hangi filmden reklâm alıp almadığımızı sitede yayınlanmadığı müddetçe birçok yazar bilmiyor ve yazısını bu bilgiden bağımsız bir şekilde kaleme alıyor. Bu tavır benim için de çok önemli çünkü tersi etik değil.

Tartışmanın alevlendiği nokta tam da burası yani bir sonraki filminize ilân veririz, nasıl olsa o zaman eleştiremezsiniz yorumu neye dayanıyor sence?

Bu yorumun bizimle ilgili olduğunu düşünmüyorum bana kalırsa yönetmenin kendi sektörel deneyimlerine ya da çıkarımlarına dayanıyor. Zaten bu konuda benim FilmLoverss özelinde hiçbir çekincem yok. Orçun Benli kendisinin de dediği gibi -bir varsayım olarak- reklâm teklifiyle gelseydi de kabûl etmeyeceğimizden eminim. Biz zaten tam da filmin kendini konumlandırdığı bu cinsiyetçi tavra karşı duruyoruz; bu sebeple herhangi bir koşulda da yanında yer alamayız/almayız.

Geçtiğimiz sene kadın sinema yazarları tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere karşı bir bildiri yayınlamıştı. Bir farkındalık uyandır mı?

Belli bir ölçüde evet ama sanırım yayınladığımız bildiri yine bu konunun bilincinde olan kitle tarafından önemsendi. İnsanlar çoğu zaman filmlerde yer alan bu tür doğrulamaların toplumsal hayatta nelerin önünü açabileceği ve ne sonuçlar doğurabileceği konusunu ıskalıyor. Tacizi toplumsal hayatta meşrulaştıran herhangi bir konunun doğrulayıcı mizahının yapılmasını yanlış buluyorum. İllâ ki bunun mizahı yapılacaksa izleyici, tacizci karakterlerle taciz matah bir hareketmiş gibi özdeşleştirilmeden, eleştirerek verilmeli. Peki bunun karar mercii ben miyim? Aslında hayatı boyunca sokakta tacizden muzdarip olan ve bir filmde kullanılan diyaloglarla sözlü tacize uğrayan/uğrama ihtimali olan her bir kadın bu konuda karar mercii olmalı. Mizah kesinlikle çok kuvvetli bir silâh ve yapılan mizahın neye hizmet ettiğini doğru değerlendirmek gerekiyor.

Bu yıl bu konu bizzat senin Hep Yek 2 filminin yönetmen ve senaristi ile karşı karşıya gelmenle alevlendi. Nasıl gelişti süreç anlatır mısın?

Tabii ki, bu kendimi ayrıntılı olarak da ifade etmek istediğim bir konu. Olay şöyle gelişti: Twitter üzerinden Ata Demirer’in yeni filmi Olanlar Oldu ile ilgili görüşlerimi paylaştım. Ata Demirer hep aynı filmi yapıyor gibi görünse de Olanlar Oldu’nun Hep Yek faciasından daha iyi ve naif olduğunu belirttim. Hep Yek 2 filmini izlemedim, yaptığım “facia” tanımlaması da direkt olarak filmin yayınlanan fragmanlarına dayanıyor ve fragmanların da böyle bir tanımlamayı yapabilmek için fazlasıyla yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu tweeti paylaşmamın ardından Hep Yek 2 filminin yönetmeni Orçun Benli, tanışmamamıza ve Twitter üzerinden takipleşmememize rağmen bana Coşkun Göğen’in oynadığı Türkiye sinemasında “tecavüzcü Coşkun” olarak bilinen tiplemeyi kullandıkları bir sahne ile yanıt verdi. Her ne olursa olsun bir kadına içeriğinde tecavüz imasının yer aldığı herhangi bir paylaşımın yapılmasını da taciz olarak nitelendiriyorum açıkçası. Birçok sinema yazarı ve Twitter kullanıcısı da böyle değerlendirdi ve bu konuda yanımda olduklarını belirtti. Sonrasında ise çeşitli hakaretlerle tartışma daha da çirkinleşti ve “parayla yazı yazdırma” noktasına geldi. Üslûp çirkinleştikçe ben de tartışmaya devam etmeyi kestim ancak diğer kullanıcılar aracılığıyla tartışma benim dışımda büyümeye devam etti çünkü bu eril ve ‘her şeyi yaparım’cı tavır hemen hemen herkesi bıktırmış durumda.

Sektöre yeni girmiş genç bir sinema yazarı kadın olarak bugüne kadar yaşadığın ya da şahit olduğun cinsiyetçi durumlar oldu mu?

Sokakta adeta günün hiçbir saatinde rahat yürüyemediğimiz, toplu taşıma araçlarında her an tetikte olduğumuz ve nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir ülkede yaşıyoruz. Elbette taciz her yerde, her ülkede ancak farklı boyutlarda yaşanıyor. Biz açıkçası biraz daha üst boyutlarda yaşıyoruz. Tacizi bir hak olarak görme düşüncesi toplumsal olarak içselleştirilmiş olduğundan elbette bu sektöre de yansıyor. Tacizin bireysel olarak tek bir erkekten ziyade değil bütünüyle erkeklik algısının getirdiği toplumsal bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden herhangi bir yerde herhangi bir şekilde tacizle yüzleşmek zorunda kalmak yüksek bir ihtimal… Sektörde elbette taciz de dahil olmak üzere cinsiyetçi tavırlarla karşılaştım. Kadın olduğum için yapamayacağım işler, başkaları tarafından belirlendi ya da sektörde yeni, genç bir kadın oluşum flörtöz tavırlara birilerinin gözünde kapı aralamış oldu. Bunları deneyimledim elbette. Ancak şuna bir parantez açmak istiyorum, flört karşılaşılması çok doğal bir durum ancak aşılmaması gereken çizgiyi iyi belirlemek gerekiyor. Bir kadın flörte olumsuz yanıt verdikten sonrası tacize giriyor ve genç bir kadın oluşunuz kimseye bu hakkı vermiyor. Umarım bu konuda da farkındalık geliştire geliştire ilerleme kaydedeceğiz.

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ – BİRGÜN GAZETESİ SİNEMA YAZARI: SİSTEM DOĞRU VE DÜRÜST İNSAN OLMAYA İZİN VERMİYOR

BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema yazılarına devam eden Tuğçe Madayanti Dizici’yi takip edenler sıkı bir hayvansever olduğunu da iyi bilir. Özellikle sinemada hayvan hakları ihlâli gibi meselelerle de yakından ilgili olan yazar, yazıya konu olan meseleye de tepkisiz kalmamıştı.

Merhaba Tuğçe, hemcinsinin yaşadığı durumu sosyal medyada sahiplenerek yayılmasına vesile oldun. Öncelikle nasıl yorumluyorsun bu olayı?

Çok üzücü. Hatırlarsan kadın sinema yazarları ve destekçileri olarak geçen sene Hep Yek filminin ardından filmi hedef almayarak genel sorunlara parmak basan bir protesto yazısı kale almış ve kendi mecralarımızda bunu yayınlamıştık. Son derece de destek görmüştük. Bu sene imzacı arkadaşlarımızdan biri gayet normal bir tweet paylaştı onun üzerine Hep Yek 2’nin yeni yönetmeni ve senaristi son derece kaba, aşağılayıcı cevaplarla durumu çok çirkin hale soktular. Bunun üzerine destek olmak amaçlı paylaşımlarda bulunduk; bu tehdit, rüşvet, iftira içeren cevapların bizleri susturamayacağına dair. Bu sefer sayıca biraz azdık. Pek çok kişi yönetmenin arkadaşı olduğu için mesafeli davrandı. Hep diyorum hep diyeceğim küçük bir camiayız sinema yazarlarının yönetmen, yapımcı ve oyuncularla mesafeli ilişki kurmaları gerek. Ben şahsen özel bir çaba ile hiç ilişki kurmamayı seçenlerdenim. Yoksa müdahale ve serbest akılla yazılarını kaleme alamazlar.

Konuya dahil olmanla tartışmanın da bir parçası oldun. Nasıl bir durumla karşı karşıya kaldın?

Arkada adam bırakmak olmaz. Geçen sene imza atan bir meslektaşımıza yapılan saygısızlık hepimize yapılmış sayılırdı. Yanında olmalıydım. Keşke herkes olsaydı.

Geçmişte bir filme dair yazdığın yazı dolayısıyla benzer bir durum yaşamıştın. (Toz Bezi filmiydi yanılmıyorsam) geriye dönüp baktığında neler söylersin?

Sonuna kadar yazımın arkasındayım. Tebrik ve teşekkürler daha çoktu. Ama sonrasında yaşadığım inanılmaz saldırılar ile aslında bu yazının kimleri neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Düşünün bir filmle ilgili yazıyorsunuz ve o filmin ekibi bir basın gösterimi sonrasında söyleşide ‘Sinema yazarı arkadaşlar kendisine gereken cevabı verecek’ diyerek izleyicileri bana karşı kışkırtabiliyor. Daha kimler neler söyledi ama içim rahat, cevaplarını verdiğimi düşünüyorum.

Biraz daha geniş çerçeveden bakacak olursak, genel olarak Türkiye’de sinema yazarlığının geldiği noktayı nasıl yorumlarsın?

Sinema yazarlığının geldiği bir nokta yok. Amerika’daki gibi sanat ve eleştiri aynı değerde paslaşarak hiç ilerlemedi bu ülkede. Bundan sonra da değişmez bu. Ama hantal yazılardan veya akademik makale tarzı yazılardan ben bile çok sıkıldım. Biraz daha kaliteli ama popüler yazılar yazmak gerek. Gençlere izin verirlerse bu da olacaktır.

Günümüzde gazetede, dergide, internet sitesinde ya da blogta film eleştirisi yazmanın farkı var mı sana göre?

Elbette var. Ama bu değer anlamında değil teknik anlamda farklıdırlar. En zoru bana kalırsa gazeteye yazmak. Vuruş sayısından tutun da okuyucunun çeşitliliğini hesaba katmak gerekir. Ama bu demek değil ki gazeteye yazan daha iyi bir yazardır.

Sektörün pek çok alanında çalışmış bir gazeteci olarak bir kadın olmanın zorluklarını nasıl ifade edersin?

Çok zor. Ama gazete ve televizyonda kadın olmanın zorluklarından daha mühim bir mesele var. Doğru ve dürüst insan olmak… Sistem buna izin vermiyor. Vermez de. Bunda diretirsen de mobbing başlar. Mobbing hâlâ çok tartışmalı bir konu. Amerika’da PBS’te çalışırken de başıma geldi burada önemli bir kanalda çalışırken de. Ama burası için şunu söyleyebilirim şikâyette bulunacağın kişi mobbingin kralıysa bütün yollar zaten kapalı demektir.

Sana göre memleketin sinema tarihinin gelmiş geçmiş en cinsiyetçi filmleri neler?

Bir filmin cinsiyetçi olması bile zekâ ve ustalık gerektirir. Bu doğrultuda cinsiyetçi bir filme rastlamadım. Ama ergen literatürüne dahil olabilecek gayet yetişkin olan yönetmenlerin kadınları rahatsız edici, ustalık içermeyen şekilde konumlandırdığı filmlerini her sene izliyoruz. Onun dışında seyirci izliyor mantığı ile bir grup erkek tarafından kâr gütme amaçlı üretilen avam komedi filmleri bu açığı dolduruyorlar sağ olsunlar. Sanırsam ülkece her alanda çamura batıyoruz. Sinema da bunun ceremesini çekiyor.

GÖKŞEN AYDEMİR – FİLM ARASI DERGİSİ EDİTÖRÜ: ÖTEKİLEŞTİRİCİ FİLMLER SADECE GİŞE SİNEMASINDA ÇEKİLMİYOR

Film Arası Dergisi Editörü Gökşen Aydemir, sinema yazarı arkadaşına destek vermek için, “Siz böyle filmler çekmeye devam edin her zaman karşı çıkacağız ve yazacağız” diyerek tepkisini göstermişti.

Tartışmanın seviyesine baktığımda, ülkenin meclisi nasıl da sanatı da o vaziyette gibi geliyor. Artık birbirimize karşı tamamen tahammülsüz, anlayışsız ve sevgisisiz. Bu durumdan nasıl çıkacağız sence?

Ben uzun zamandır toplumun siyasetten bile kirli olduğunu düşünüyorum. Siyaset yapan insanların 15 yıl öncesine kadar nispeten toplumun bir adım ötesinde olan, en azından oturmayı kalmayı bilen, tartışma kültürü gelişmiş insanlar olduğunu düşünürüm. Ama toplum hep ötekileştirmeyi seviyordu. Linç kültürü bu toplumun temel dinamiklerinden biri… Bizim tek kollektif bilincimiz gelişmiş, o da sürü psikolojisi. Bu anlamda bence toplumun çoğunluğu siyasetin bu acı, nefret dolu söyleminden kendini de suçlu görmeli. Sonrasında yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan meselesine döndü olay. Toplum, siyaseti dönüştüremedi. Siyaset yeniden topluma indiğinde hayatın her alanına hoyratlığı ve tahammülsüzlüğü getirdi. Sanat içinde aynı şey geçerli… Özellikle sinema için daha çok geçerli. Sinema diğer sanat dallarına göre her zaman daha dışa açık oldu. Teknoloji ucuzladı, çekim koşulları değişti. Bugün cep telefonlarıyla film çekilebiliyor. Herkes yönetmen olabilir. Ve herkes yönetmen. Herkes sinemacı. Belirli bir birikime, dünya görüşüne ve alt yapıya ihtiyaç yok. Sanatın diğer alanlarında hiçte böyle bir yapı yok. Birçok sanat dalını çok içine kapalı diye suçlayabiliriz. Örneğin, çağdaş sanat için bu tartışma çok yapılır. Ama siz hiç çağdaş sanat üretimi yapan bir sanatçının bu tür tartışmalara zemin olduğunu ya da tartışma kültüründen uzak davranışlar sergilediğini gördünüz mü? Ben hiç görmedim. Bu da demek oluyor ki, az da olsa içine kapanmak sanat bilincinin saygın bir şekilde oluşması için gerekli. Biz bu sevgisizliği ve tahammülsüzlüğü ancak içimize dönerek çözebiliriz. İçimizdeki faşiste bakacağız önce. Ettore Scola’nın çok sevdiğim bir sözü var. “Herkes günde 10 dakika faşisttir” diyor. Önce bunun dakikalarını kendi içimizde azaltmalıyız. Bizim gibi çabalayan insanlarla olmalıyız. Çemberi büyütmeliyiz, ancak dayanışma ile çözebiliriz. Sürekli anlatmalı, yazmalı, konuşmalıyız, karşımızdan alacağımız tepkiye bakmadan yapmalıyız bunu. Biz saygın ve insancıl davranarak örnek olmalıyız. O yüzden Hep Yek gibi kadın düşmanlığı ve transfobiyi körükleyen bir filmi tabi ki eleştireceğim. Böyle filmler çeken herkesi eleştirmeliyiz. Ama şu ikiyüzlülüğü de yapmamak lâzım, böyle ötekileştirici filmler sadece gişe sinemasında çekilmiyor. Türkiye’de art house sinemada da bu tarz örnekler var. Onlara da aynı tepkiyi göstermezsek kendimizle çelişmiş oluruz.

Kendini feminist bir yazar olarak tanımlar mısın? Feminizmin Türkiye’de hâlâ anlaşılamadığını düşünüyor musun?

Ben feminist bir kadınım. Çünkü herhangi bir meslekle feminist olma hali tanımlanamaz diye düşünüyorum. Sinema yazarı olmadan öncede feminsttim zaten. Bence Türkiye’de feminizm anlaşılamadı diye bir şey yok. Feministler kendi aralarında çelişki ve çatışma halinden çıkıp feminizmi ifade edemedi. Çoğu kez o kadar elit, indirgemeci davranıldı ki. Türkiye’de birinci nesil kadın hareketi, kadına dair hiçbir hakkın peşinden koşmamıştır. Çünkü, her hak kadınlara zaten tepeden inme bir şekilde verilmişti. Birinci nesil kadın hareketi, Cumhuriyet kadını dediği bir kadın tipolojisinin içinden sıyrılamadı. Ayşe Kadıoğlu hoca bu hale “kostüm modernliği” diyor. Kostüm modernliğinin dışında kalan tüm kadınlar, zaten onlar için oryantalist birer nesneydi. Böyle bir hareketin toplumun tüm kesimlerindeki kadınlardan destek alması imkânsızdı. Feminizm tabana inemedi. Aynı zamanda o dönemde feminizm erkekleri bu düşünsel hareketin içinden izole etmişti. Hatta bazı medyatik feminist kadınların erkek düşmanı söylemleri, feminist kadınlar erkek düşmanı imajının oluşmasına neden oldu. Feminizm, tüm düşmanlıkları reddeder. Sadece eşitlik ve özgür bir yaşam talebidir. Benimde bir yerinden içinde bulunduğum ikinci nesil feminist hareket ise Türkiye’deki bu yanlış feminizm algısını yıkmak için çok uğraştı. Ama politik olarak çetin bir dönemdi. 30 yıldır süren etnik ayrıştırma politikalarının en yoğun yaşandığı dönemde ikinci nesil feminist kadınlar çoğunlukla savaşın karşısında durmaktan, kadın sorunlarına eğilecek ve kendilerine topluma anlatacak gücü bulamadılar. Özellikle 90’ların ortasından itibaren tabana yayılmaya başlayan kadın hareketi toplumun her kesiminden kadını içerisine almıştır. Faili meçhuller, bitmek bilmeyen savaş, annelerin gözyaşı. Bence Türkiye’de feminizmin en vicdanlı yüzü “barış anneleri”. Toplum feminizmi anlamak istiyorsa bence Cumartesi Annelerine bakmalı. Onların isteklerini her Cumartesi, insanca anlatıyorlar zaten. Sonrasında başka bir feminizmden de konuşuruz.

Geçen sene kadın cinsiyetçiliğin bir güldürü unsuru olarak kullanılması sonucu tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere dur demek için bir bildiriye imza attınız. Bir şeyleri değiştirdi mi?

Tabi ki hiçbir şey değişmedi. Bu kadar kısa sürede hiçbir şey değişmez zaten. Eşyanın doğasına aykırı… Bence hepimiz, toplu halde tepkilerimizi her zaman ve her mecrada göstermeliyiz. Ortak düşünceye sahip olduğumuz insanlarla dayanışarak çözebiliriz. İletişim ile çözebiliriz. Bizi birbirimize ve ötekine yaklaştıracak şey iletişim. Hiçbir konuda gemileri yakmamak lâzım… Köprü kurmaya çalışmalıyız ve iletişim kanallarını kapamamalıyız.

Sektörde bir kadın olarak cinsiyetçiliği birebir yaşadığın bir olay oldu mu?

Benim kişisel olarak yaşadığım bir durum olmadı. Ama tabi bu olmayacağı anlamına gelmez. Sinema sektörü içerisindeki konumumuzla da alâkalı bu durum… Sinema yazarları ve eleştirmenleri sektörün seksist çarklarına karşı duruyorlar. Kadın yazarlarda en az erkek yazarlar kadar rahatlar. Bir kadın olarak meslektaşlarımdan hep eşitlik gördüm. Ama bu sektörde farklı bir konumda olsaydım başka türlü şeyler olur muydu bilmiyorum. Büyük ihtimalle olurdu diye düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda genç kadın yönetmen arkadaşımız Gülten Taranç sektörde yaşadıklarını anlatmıştı. Kendisine kilolu bir kadın diye iş verilmediğinden ve çoğu kez mobbing koşullarında çalıştığını söylemişti. Keza geçen hafta sinema yazarı arkadaşımız Ecem Şen’in bir kadın olarak maruz kaldığı sözlü tacizler ortada. Böyle çok fazla örnek var. Sektör bu tür cinsiyetçi ayrıştırmalara çok açık…

ŞÜKRÜ ÜÇPINAR – HEP YEK 2 SENARİST, UYGULAYICI YAPIMCI: SİNEMA YAZARLARI ELEŞTİRİLEMEZ Mİ?

Aslını sorarsanız çok konuşmak istemediğim bir konu. Çünkü sinema sektöründe bir hacim kaplamayan, üretim ilişkilerinin herhangi bir noktasında durmayan bir grup insanın sosyal medya linçine uğradım. Sakın söylediklerim üzerinden sinema yazarlığını kastettiğim anlaşılmasın. Buradaki insanlar mesleğinin gereğini yerine getirmeyen ve sinema yazarı olduğunu iddia eden bir grup. Tartışmanın başlaması da tam bu noktada oldu. Özellikle Hep Yek filminde karşılaştığım bir durum var. Bazı insanlar henüz izlemeden filmi yaftalamaya başladı. Bunu yapan sıradan insan değil de sinema yazarı (en azından kendileri böyle olduklarını iddia ediyor) olunca Orçun, ardından da ben tepki gösterdik. Bunu yaparken de en ufak bir nezaketsizlik göstermedik. Ama karşı tarafın üslûbu sertleşince bizim de üslûbumuz değişti. Ama sadece alaycılık yönünde… Sonuç olarak bir linç başladı. Şunu merak ediyorum bir yönetmen işini doğru yapmayınca eleştirilebiliyor, bir senarist de ama yegâne işi film izlemek ve eleştiri yazmak olan bir sinema yazarı bunları yapmadığı için eleştirilince topluca linçe girişiliyor. Ve bu linç öyle noktalara geliyor ki cinsiyetçilikle suçlanan bir filmin senaristi ve yönetmeni en ağır cinsiyetçi küfürlere maruz bırakılıyor. Bu konularla ilgili yasal başvuruda bulunacağız. Bu sadece bizim başımıza gelen bir olay değil. Sosyal medyada her gün biri çeşitli nedenlerle linç ediliyor. Daha birkaç hafta evvel Şener Şen’i bile linç etmeye çalıştılar. Kendini solda gören bir linççi gurup var. Ve bunların aşağıladıkları, nefret ettikleri Aktrollerden hiçbir farkı yok. Biz de bu vesileyle böyle bir linç girişiminden nasibimizi almış olduk. Çok da etkili olmadı. İşini iyi yapan birçok sinema yazarı arkadaşımız var. Hatta arkadaş olmadığımız, pek de anlaşamadığımız sinema yazarları dahi bu linç girişiminin dışında kaldı. Bir kısmı da kınadı. Hatta bu linççi gurup onları da kervanlarına katmaya çalıştı. Bunları da duyduk. İnsanlar genelde çok boş vakitleri olduğunda böyle şeylerle uğraşır. Bu arkadaşlarında vakitleri bol ki tüm günlerini buna ayırabiliyorlar. Allah daha çok vakit versin onlara. Bu gidişle de verecek gibi ama ne yazık ki benim o kadar vaktim yok. Böyle gereksiz şeylerle sizin de benim de vaktimi çalabiliyorlar. Onları biraz üzecek ama şu an Hep Yek 3’ü yazıyoruz. Bu arada filmi izledikten sonra istediklerini yazabilirler tabii bunda hiçbir sorun yok.

MELİS ZARARSIZ – SİNEMİA EDİTÖRÜ: GÜCÜN ERKEKTE OLDUĞUNU DAYATAN BİR YAPI VAR

Geçen sene Oscar ödül törenlerinde çeşitlilik tartışmaları yaşanmıştı, etnisite ayırımları bir yana, cinsiyetçi ayırım anlamında da bu zamana kadar Oscar adaylıklarının oyunculuk dahil sadece % 16’sının kadınlardan oluştuğu gerçeğiyle yüzleşilmişti. Bir sinema yazarı olarak ülkemde de kadın olmanın zorluklarını, halen bazı durumlarda ikinci plana atılmaları, emek sömürüsü ve benzer yaklaşımlarla “gücün” erkekte olduğunu dayatmak isteyen bir yapıyı gözlemlediğimi söyleyebilirim. Kişisel olarak bu konuda ciddi bir durum yaşamadıysam da maalesef çevremde duyup ya da şahit olup hayretler içerisinde kaldığım durumlar oldu elbet. Sinema sektöründe gerek sanat üreten, gerek gazetecilik yapan çok değerli kadınlar var ve gün geçtikçe seslerinin daha çok duyulacağından, haksız yaklaşımların azalacağından eminim.

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Sweeney Tood: Fleet Sokağının Şeytan Berberi

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Malûm, bugünlerde Şeytan gündemde. O sebeple son 10 yılda sinemalarımızda gösterilen Şeytan’lı filmlere bir göz attım. 2006 yılı Ocak ayından 2016 yılı Aralık ayı sonuna kadar* sinemalarımızda 33 adet Şeytan’lı film gösterilmiş. Bunların 15 tanesinde “Şeytanın”, 13 tanesinde “Şeytan”, 3 tanesinde “Şeytanı”, 1’er tanesinde de “Şeytani” ve “Şeytanlar” kelimesi geçiyor.
15 ve 13’ten örnek vereyim: “Şeytanın Pabucu Oteli İkizi İni Yüzü Ormanı Günü Kapısında Gözleri Gecesi Çocukları Oyuncakları Oğlu”, “Şeytan Tohumu Geçidi Tepesi Tüyü PapuçtaMarka GiyerDuymadan Önce”.
En kısa isimlisi “Şeytan” (Devil), en uzun isimlisi ise “Sweeney Tood: Fleet Sokağının Şeytan Berberi” (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street).
Bu filmlerin sinemalara dağıtımları ise şöyle olmuş: Bir Film ve Tiglon Film 5, M3 Film ve Pinema Film 4, Duka Film ve Warner Bros. 3, Medyavizyon Film, MC Film ve UIP Filmcilik 2, 35 mm Filmcilik, Mars Dağıtım ve Özen Film 1 Şeytan’lı film gösterime çıkarmış.
Bu bilgilerin sektöre hayırlı olmasını dilerim.
*2017 yılında Şeytan henüz sinemalarımıza uğramadı. (26 Ocak 2017)

TRT TV Filmleri projesi kapsamında gerçekleştirilen, Bedir Afşin’in yönettiği “Son Kuşlar” filmi, geçen yıl yapılan 35. İstanbul Film Festivali kapsamında ilk defa düzenlenen Seyfi Teoman En İyi İlk Film Yarışması’nda gösterilmişti. Bu film 26 Ocak Perşembe akşamı TRT 1.de gösterildiğine göre muhtemelen sinemalarda göremeyeceğiz. TRT.nin basın bülteninde bu filmler hakkında şöyle bilgi veriliyor: Türk Sineması’nın 100. yılı ve TRT’nin 50. yılını taçlandırmak için 2014 yılında başlatılan TRT TV Filmleri projesi, Türk Sineması’na ve televizyon sektörüne yeni hikâye ve eserler kazandırmayı, genç sinemacıların özgün ve yenilikçi projelerine imkan sağlamayı hedefliyor. Proje kapsamında çekilen 33 film, her Perşembe gecesi, saat 20:00’de, TRT 1 ekranlarında yayınlanacak. (26 Ocak 2017)

“Zaman insanları değiştirir” derler, bir Recep’i değiştiremedi, O hep İvedik. “Recep İvedik 5”i Şubat ayında izleyeceğiz ve muhtemelen yine yaptıklarının aynısını yapacak. Sonraki film “Recep İvemedik” olsun, belki başka şeyler anlatır. (27 Ocak 2017)

Yerli filmlerimizin yurt dışında dünya prömiyeri yaptığı haberinin yabancı dilde afiş ile servis edilmesinde tarih tekerrür ediyor. Yazdığım bu cümleyi kendim de pek anlayamadığım için izah edeyim. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi “Tereddüt”ün dünya galasını geçtiğimiz Eylül ayında Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapacağının haberi “Clair Obscur” adlı yabancı dilde hazırlanan afişi ile servis edilmişti. Benzer haber servisini bir-iki gün önce Ceylan Özgün Özçelik’in “Kaygı” adlı filminde de yaşadık ve Türkçe hazırlanmış afişi gönderilmediği için haberi “Inflame” adlı yabancı dilde hazırlanan afiş ile vermek zorunda kaldık. Bu durum, bir Alman internet sitesinin, Dünya prömiyerini Türkiye’de yapan Alman filminin haberini Türkçe afiş ile yayınlaması gibi oluyor. Bir web sitesi editörü olarak “Zoruma gidiyor” desem yeridir. Netekim dedim. (27 Ocak 2017)

(27 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Satıcının Tragedyasında Kadının Trajedisi

Satıcı (Forushande)
Yönetmen-Senaryo: Asghar Farhadi
Müzik: Sattar Oraki
Görüntü: Hossein Jafarian
Oyuncular: Taraneh Alidoosti (Rana), Shahab Hosseini (Emad), Babak Karimi (Babak), Farid Sajadhosseini (Yaşlı Satıcı), Mina Sadati (Sanam), Maral Bani Adam (Kati), Mehdi Koushki (Siavash), Emad Emami (Ali), Shirin Aghakashi (Esmat), Pirzadeh Majid (Macit), Sahra asadollahi (Müjgan), Ehteram Boroumand (Bayan Şahnazari), Sam Valipour (Sadra)
Yapım: Memento (2016)

İran sinemasından çıkan önemli yönetmenlerden Asghar Farhadi’nin, Arthur Miller’ın trajik oyunuyla koşutluk kuran “Satıcı” filmi, sinemayla tiyatroyu uzlaştıran değerli bir yapıt.

Tiyatrocu genç çift olan Emad ve Rana, Amerikalı Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” oyununu Tahran’da küçük bir sahnede sahneye koyuyorlar. Film, sabahın telâşı üzerine açılıyor. Buldozer yandaki arazide yeni bina için temel kazarken, Emad ve Rana’nın kaldıkları apartman göçme tehlikesi atlatıyor. Tehlike biraz olsun atlatılınca apartman sakinleri kurtarabildikleri eşyalarıyla buradan taşınıyorlar. Emad ve Rana da, oyuncuları Babak’ın yardımıyla bir daireye taşınıyorlar çok geçmeden. Bu taşınma Emad ve Rana’nın hayatında derin izler de bırakacaktı.

1972’de İsfahan’da doğan İranlı yönetmen Asghar Fahradi’nin Oscar ve “Altın Ayı” kazanan 2011’deki “Jodaeiye Nader az Simin-Bir Ayrılık” ve 2013’teki “Le Passé-Geçmiş” filmleri ülkemizde gösterilmişti. 2016 yapımı “Forushande-Satıcı” filmi, Cannes’da Asghar Farhadi’ye “En İyi Senaryo”, Shahab Hosseini’ye de “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini getirdi. Fahradi filmiyle Miller’ın oyunu arasında trajik koşutluk kurmuş. Oyun sahnede sahnelenirken, gerçeklikte de bir satıcının tragedyasıyla bir genç kadının trajedisi yaşanıyor. Bu trajedide kadın ölmüyor. Ya satıcı?

Miller’ın 1949’da yazdığı “Satıcının Ölümü” oyunu, aynı yıl büyük yönetmen Elia Kazan tarafından Broadway’de sahnelenmişti, belirtelim. Oyunda, satıcı Willy Loman’ın 2. Dünya Savaşı sonrasındaki trajik hayatı anlatılmıştı. Küçük de olsa Asghari’nin “Satıcı” filmiyle Miller’ın “Satıcının Ölümü” ruhen bir noktada buluşuyor. İkisi de tragedyaydı. Antik Yunan tragedyasının modern sahnelenmesi gibiydiler.

Birdenbire gelen…

Emad, “Satıcının Ölümü”nü hem yönetiyor hem de başroldeki Willy’yi oynuyor. Emad, lisede de sanat dersleri veriyor bunları yaparken. Akşam eve dönerken Rana cepten onu arıyor alışveriş yapması için. Kısa bir an sonra dış kapının zili çalıyor. Rana, otomatik kapıyı açarken, dairenin kapısını da açık bırakıyor. İşte beklenmedik ve birdenbire meçhul bir adam tarafından saldırıya uğruyor Rana. Yönetmen, saldırıyı doğrudan göstermemiş. Saldırı öncesi kamera bir an dairenin açık kapısından holü gösteriyor. Sonrasındaysa büyük bir travma yaşanıyor. Rana komşular tarafından hastaneye götürülmüş. Merdivenlerde kan izleri de fark ediliyor. Saldırgan ayağından mı yaralanmıştı? Saldırgan kaçarken geride pikap kamyonetini de bırakmış. Bu pikapla saldırgana ulaşılabilir miydi?

Rana’nın gizemleri…

Saldırının hem fiziksel hem de ruhsal travmasını yaşayan Rana, bu olayı polislik olmasını istemiyor. Rana’nın zihnindeki dehlizde kasvet dolu gizemler savrulmuş sanki. Evin içinde korkular yaşarken bir şeylerin açığa çıkmasını da istemiyor. Saldırganı görmüş müydü? Rana, apartmanın otoparkında sorun çıkartan pikabı caddeye park edince olayların gidişi de değişiyor birden. Pikap ortadan kayboluyor. Emad arabasıyla giderken pikabı bir fırının önünde görüyor. Sonra da pikabı takip ediyor. Önce Macit’ten şüpheleniyor Emad. Onu eşyalarını taşımasına zorluyor. Sonra da yıkılmakta olan apartmanda Macit’i bekliyor.

Satıcıyla tragedya sahnesi…

Macit, müstakbel kayınpederini göndermiş apartmana. Macit, yaşlı satıcının kızı Müjgan’la evlenmeye hazırlanıyor. Küçük konuşmalardan sonra Emad, yaşlı satıcının ayakkabısını çıkartmasını, sonra da çoraplarını. Bundan sonra ne olacaktı? Bu anlarda, tiyatro sahnesiyle sinema perdesinin kolay kolay bir araya gelemeyeceği iş birliği doğuyor ve tragedya trajedi sınırlarında dolaşmaya başlıyor. Bu anlara sinema perdesinde tanıklık etmek sanat açısından heyecan veriyor. Gerilim ve merak da küçük bir armağandı filmden. Ahu’yu da öğreniyorsunuz bu tragedya sahnesinde. Hiç görünmeyen, ama görünen her şeyden daha fazla etki bırakan Ahu, bu tragedyaya sahne olduğunu hiç bilmeyecekti belki de. Bu filmde, Sinemayla tiyatronun bu sevişmesine tanıklık ediliyor. Sinema tarihinde birkaç örnek var sinemayla tiyatronun uzlaşmasında. Aklımıza hemen gelenlerse, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı siyah-beyaz “All About Eve-Perde Açılıyor”, François Truffaut’nun 1980 yapımı “Le Dernier Metro-Son Métro”, Arthur Hiller’ın 1982 yapımı “Author! Author!-Yazar Yazar” filmleri.

Filmde görsel anlamda unutulmaz anlar da var. Öncelikle Miller’ın oyununun sahneden bölüm bölüm yansıması heyecan vericiydi. Elbette tiyatro kulisi de gerçekçi yansıyor. Emad’ın sınıfı da eğlenceliydi. Gençler bulunduğu her yere enerjilerini de taşıyor. Yoğunlukla iç mekânda geçen bu filmde, arada Tahran da kendini gösteriyor. İnsan ve araba kalabalığı bir cangıl gibiydi. Elbette müziklere de kulak vermek gerek. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday.

(26 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Toni Erdmann

Karanlık bir salonda, diğer tüm etkilerden sıyrılmış olarak sadece perdeye yansıyan hareketli görüntülere odaklanabileceğiniz sinema salonlarında film izlemek müthiş bir duygu.

Neden mi, böylesine didaktik bir cümle ile başladım yazıya? Çünkü artık filmlerde de koltuğa yaslanıp, hayatın gerçeklerinden sıyrılarak o gerçekleri izleyebileceğimiz filmler azaldı da ondan. Maren Ade’nin ödüller de kazanan filmi sizi kendi gerçeğinizden koparıp hayatın gerçeğine taşıyor. Gerisi size kalmış.

İletişimsizlik…

Günümüz insanının en büyük ve hatta çözümsüz gibi görünen hastalığı yalnızlık. Tamam, yaşlılar eş ve yakınlarını kaybettikleri için yalnız kalıyorlar, peki ya gençler? Onlar neden yalnız? “Ben tercih ettim” deyip de kendilerinden bile gizledikleri ama içten içe o yalnızlığın acısını yaşadıkları halde apaçık görünüyor, gözlerinden okunuyor yalnızlıkları.

Hayatı ‘ti’ye almak da aynı şey. Köpeği öldükten sonra iyiden iyiye yalnızlaşan Winfred, umursamazlık ve alaycılıkla gizlemeye çalışıyor o korkunç yalnızlığını. Kızı ile kopuk olan ilişkilerini düzeltmek için harcadığı çaba, aslında çok insani ama bir o kadar da itici. Çünkü kariyer peşindeki kızı da, en az kendisi kadar yalnız. Film tam da burada başlıyor.

Kendinizi düşünüyorsunuz…

…ister istemez. Kimi zaman ilgi çekmek için, kimi zaman başarmışlığın sevincini paylaşmak için, kimi zaman hataları örtbas etmek amaçlı umursamaz ve alaycı davranış sergiler insan. Bu, güçlü bir anlatımla yansıtıldığında ortaya çıkan kült oluyor. İster roman olsun ister tiyatro, isterse Toni Erdmann’da olduğu gibi film; etkisi uzun sürecek, yıllar sonra bile unutulmayacak ve klasikler arasında sayılacak bir yapıt çıkıyor ortaya. Maren Ade, çağcıl bir başyapıt çıkartmış. Bunca övgü ve ödül de boşa verilmese gerektir.

…ya izleyici?

Toni Erdmann’ın bir Alman komedisi olduğu belirtiliyorsa da, film, tam “güleriz ağlanacak halimize” noktasında. Kuşkusuz gülüyorsunuz, tam da o anı yaşayan siz olmadığınız için incecik bir sevinçle karışık gülüyorsunuz… Peruk ve takma dişle vardığınız yer neresi olabilir? Yakalandığınızda yüzünüze vurmazlar mı? Vurduklarında ne duruma düşersiniz? Sizin gibi, tam da sizin içinde bulunduğunuz duyguları yaşayan biri, -belki bir işe yarıyordur diye- o takma dişi alıp taktığında ne düşünürsünüz?

Bizim sinema seyircimiz, umarım bu filme gereken önemi gösterir, izler ve giderek yalnızlık kuyusuna merdivensiz düşmekte olduğunu, denizler ortasında yelkensizlik karmaşasında çarnaçar kalacağını görür. Çözüm için, başkası için değil, kendi çözümü için izler bu filmi.

Oyuncular için ayrı bir not düşmeliyim muhakkak. Alabildiğine doğal, alabildiğine görkemli, alabildiğine gerçekçi karakterler izliyoruz. Bunda oyuncular en önde; yönetmenin rejisiyle senaryonun katkısını yadsımamak gerekir. Sakin bir dilli sakin bir öykü… çok başarılı.

Birkaç yıl sürmez herhalde, “ölmeden görmeniz gereken filmler” listesinin ilk sıralarında yer alması…

Toni Erdmann, yönetmen Maren Ade, oyuncular Peter Simonischek, Sandra Hüller, Michael Wittenborn, Thomas Loibl, Trystan Pütter… 3 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2017)

Korkut Akın

Vatandaş Rıza

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat, Kolsuz Kahraman, Komiser Cemil, Vatandaş Rıza ne kadar ileri görüşlüymüş. Taa o zamanlardan “N’aaayır, N’olamaz” demişler. (Sinemaya uzak olanlar için not: Adı geçen şahıslar, Cüneyt Arkın’ın filmlerinde canlandırdığı muhtelif karakterlerdir.) (22 Ocak 2017)

Facebook ve Twitter ortamının görünmeyen bir yararını keşfettim. Ortama bir yazı koyduğunuzda kendi kendinizle iddiaya da girebilirsiniz. Yazdığınızı beğenmeyenler kanatlanıp uçabiliyor. Beğenenlerin üzerinden ise yeni takipçi edinebiliyorsunuz. Yeni gidecek ve gelecekleri tahmin ederek paralı iddia oyunundan uzak durarak günaha girmekten bile kurtulabilirsiniz. (22 Ocak 2017)

Hayırsızada, birkaç tane ağaç dikilerek Hayırlıada’ya çevrilebilir ve mesire yeri olarak turizme kazandırılarak memlekete daha faydalı bir hale getirilebilir. (22 Ocak 2017)

Hayırlı Sabahlar
Hayırlı Pazartesi’ler
Hayırlı Haftalar*
*”Neşeli Pazartesiler” filminin verdiği ilhamla**
**Pardon yanlış hatırlamışım, “Güneşli Pazartesiler”miş (Los Lunes Al Sol). (23 Ocak 2017)

Sevgili arkadaşlar, bu ortama yazılan yorumlar, ana yazının -eski tabirle- teferruatı, çok eski tabirle mütemmim cüz’üdür. Yeni dilde eklenti de deniyor. Ana yazı olmasa yorumları üretemeyiz. O nedenle bunları yazarken saygıda kusur etmemeli, iğneleyici, küçümseyici, hakaret edici ifadeler kullanmamalıyız. Neticede şurada iki satır yazıyla dünyayı kurtarmaya çalışıyoruz. Bırakın rahat rahat kurtaralım. Siz de teşvik edici yorumlarınızla güç verin. Bu arada profilinde herhangi bir bilgi olmayan, kendi fotoğrafını kullanmayan ve rumuzla ortamda arz-ı endam eden arkadaşların yazdıklarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığının sanırım yazan arkadaşlar da farkındadır. (23 Ocak 2017)

sinematurk.com, Horizon International bünyesine geçmiş. Hayırlı olsun. Son zamanlarda sitede rastladığım eski filmlerin yeniden yapılmış afişlerinden bir şeyler olacak gibi hissediyordum. Nitekim oldu. (23 Ocak 2017)

Bir yanda görme engelli vatandaşlarımız için tabela hazırlayan Bankalarımız, diğer yanda 9 yaşındaki kızı ile ayrı oturması için bilet kesen Demir Yollarımız. İlginç bir memleket olduk vesselam. (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

Misalen bu ilânı veren bendeniz olsaydım, reklâm parasını % 30 eksik öderdim. Sebeb-i hikmeti görüntüde saklı değil, ayan beyan belli oluyor. (Metronun Mecidiyeköy İstasyonu Cevahir AVM çıkışı.) Ayrıca sergi de ilânın görkemi altında eziliyor. (23 Ocak 2017)

“Vizontele 3” çekilirse Zeki Müren’li espri benzeri şöyle bir diyalog öneriyorum: Demiryolları asansörlere binecek olanlara da ayrı bilet kesiyor mu? (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

TRT Müzik yanlış söylenen türkülerimizin doğrularını yayınlamayı sürdürüyor. Ünlü türkü aslında şöyleymiş:
Urfa’ya paşa geldi, tahta temaşa geldi
Bir elim yar kolunda*, bir elim boşa geldi
*Türkünün orijinalinde bu kelime “koynunda” olarak geçiyor. (24 Ocak 2017)

Que Sera Sera = Olmaz. (25 Ocak 2017)

Bu haftaki (23 Ocak 2017) basın gösterimleri tam tebdili mekânda ferahlık var misali geçiyor: Satıcı / Kanyon, Toni Erdmann / Soho House, Lion / Özdilek, Yeni Nesil Ajan / İstinye Park, Yaşamın Kıyısında / Beyoğlu. Gönül başka mekânlara da yayılmak istiyor ama tabi ki o filmcilerin bileceği iş. (26 Ocak 2017)

Hayatın küçük bir tuhaflığından bahsedeyim. 20’li 30’lu yaşlarda aldığım kitapları kirlenmesin diye kaplardım, kaldığım yeri işaretlemek için sayfayı kıvırmaz, araya kâğıt parçaları koyardım. Okuduğum hiçbir kitapta cümle altlarını çizmez, sayfalara hiçbir işaret koymazdım. Gün oldu, devran döndü, bu kadar itina gösterdiğim kitaplarımın yarısını Milas’ın köy okullarına hediye ettim. Bağışa ilham verenlere ve yardımcı olanlara selâm olsun. Her şey bir müddet bize dokunuyor ve geçip gidiyor; buna insanlar, mekânlar, zaman ve anılar da dahil. (Veya biz de onlara dokunup geçip gidiyoruz.) (26 Ocak 2017)

Başka bir ifadeyle yazarsak: “Zinhar olmaz, muvafık değildir.” (26 Ocak 2017)

Sosyal medya ortamında hiç beğeni almamış bir paylaşımınız oldu mu? Benim oldu. Olması da iyi oldu, çünkü bu vesileyle onun da bir tesellisi olabileceğini keşfettim. Genelde kısa paylaşımlarımı hem facebook’a, hem twitter’a koyuyorum. Twitter’ın beğeni tuşunun kalp işareti olması durumu kurtarıyor. Bendenizin anlayışında kalp ve gönül kelimeleri sevgi duymak anlamına geliyor. Dolayısıyla twitter’da yaptığım paylaşımlarda, gördüğüm kalp işaretine sevindiğim gibi herhangi bir işaret görmezsem de “Ne güzel, kimse paylaşımıma gönül (kalp işareti) koymamış, gücenmemiş.” diye düşünerek teselli oluyorum. (26 Ocak 2017)

(26 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yakın Plan Yas

Şilili usta yönetmen Pablo Larraín’in ‘Jackie’yi yönetmeyi kabûl edişini ilk duyduğumda çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Güney Amerika Sineması’nın gözbebeği, çok sevdiğimiz sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu olmuş sosyetik First Lady’sinin hikâyesiyle ilişkisini yadırgamıştım haliyle. Öyle ya, onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle tanımıştık.

Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan orta yaşlı Peralta’nın öyküsüyle Pinochet diktatörlüğünün en vahşi dönemine -ülkemizde de eş zamanlı olarak benzer karanlık günlerin yaşandığı- 1977-78’lere ayna tutar. Tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlâki çöküntüyü gözler önüne serer sinemacı. Omuz kamerası, hızlı kesmeler ve soluk Santiago görüntüleriyle dönemin huzursuzluğunun, şehre hakim olan korku atmosferinin başarıyla aktarıldığı bir filmdir bu.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’ Latince’de ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yok ediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur. Bizzat Allende’nin otopsisine ve düzmece intihar raporuna da filminde yer veren Larraín’in ‘Post Mortem’ için seçtiği stil önceki çalışmasından farklıdır. Kamera bu defa sabittir. Uzun planlar, plan sekanslar ve filtreler aracılığıyla daha da solmuş renkler dönemin kasvetini vermede çok yerinde kullanılmıştır. Toplu infazların gerçekleştiği, askeri araçların taşıdığı cesetlerin üst üste yığıldığı bir zulüm ve kan ortamının tüyler ürpertici görüntüleridir izlediğimiz.

En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikâyesidir. Muhalefetin yerinde atağıyla reklâm dünyasının prensi Rene Saavedra’nın ‘Faşist Diktatöre Hayır’ kampanyasını soluk soluğa anlatan sinemacının stili daha farklıdır bu filmde. Dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum kampanyasını soluk soluğa izletir bizlere.

Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.

Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine bulaşmış Larraín. Filmin ilk bakışta düşünüldüğü gibi Hollywood usulü bir biyografi filmi olmadığını baştan belirtelim. Bunda önemli faktörlerden biri NBC kökenli televizyon yapımcısı Noah Oppenheim’ın Jacqueline Bouvier Kennedy’nin devlet başkanı eşinin geçtiğimiz yüzyılın en gizemli siyasi cinayetlerinden birine kurban gidişinin ardından geçirdiği sekiz güne odaklanması olmuş. Nathalie Portman’ın ‘Jackie’yi oynaması koşuluyla projeyi kabul emiş Larraín. Jackie’nin kocasının katledilişinin ardından Life Dergisi muhabiriyle yaptığı ünlü röportajdan başlayarak ustaca geriye dönüşlerle, 60’ların başlarında eşi John F. Kennedy ile Beyaz Saray’a yerleşmiş, kısa sürede dünyanın gözdesi haline gelmiş bir Amerikan kraliçesinin rüya gibi geçmiş ve sadece 2 yıl, 4 ay ve 2 gün sürmüş saltanatını ve hemen sonrasını mercek altına almış.

‘Jackie’ yönetmenin bir kadını merkezine aldığı ilk filmi. Çok talihli ve çok talihsiz bir kadın bu. Amerika’nın en genç ve en cazibeli First Lady’lerinden biri olarak dünya sahnesine damgasını vurmuş. Dallas’taki meşum suikastin en yakın tanığı olmuş daha sonra. Kocasının parçalanmış başını toplamaya çalıştığı kana bulanmış pembe elbisesiyle görüntüleri hafızalara kazınmış. Larraín beklenmedik bir felâketi yaşayan kadın karakterinin travmatik kimlik krizini; üzerini değişmeden hastaneye koşmasını, Beyaz Saray’a dönüşündeki şaşkınlığını, kanlı giysilerini çıkarmasını, tırnaklarının arasında kurumuş kanı fırça ile çıkarmaya çabalamasını, ilk şoku atlattıktan sonra çocuklarına babalarının gidişini izah etmeye çalışmasını, tedirginliğini, gelecek korkusunu, tüm ulusun gözleri üzerindeyken bu travmayla boğuşmasını, bir yandan da kocasının tarihi mirasını yaşatmaya, vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarıyor perdeye. Elindeki birinci sınıf oyuncudan sonuna kadar yararlanıyor. Sinemasının koyu gri atmosferini yakın plan yas hikayesinin emrine sunuyor. Mica Levi’nin matem havasını destekleyen etkileyici müzik çalışması, Stephane Fontaine’in kadrajları ve yönetmenin alamet-i farikası gerçek ile kurgu bölümlerin ustaca kurgusuyla son yılların en farklı biyografi denemelerinden birine imza atıyor. Şilili sinemacının ‘Jackie’ ile eş zamanlı çektiği ve ülkesinin anıt şairi üzerine yine çok farklı, Borgesyen tatlar taşıyan ‘Neruda’sının çok gecikmeden Mart ayı ortasında bizde de gösterime gireceğini müjdeleyerek yazıyı noktalayalım.

(25 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstasyonda Gelmeyen Treni Beklerken

Olanlar Oldu
Yönetmen: Hakan Algül
Senaryo: Ata Demirer
Müzik: Fatih Atakoğlu
Görüntü: Ahmet Sesigürgil
Oyuncular: Ata Demirer (Zafer/Döndü), Tuvana Türkay (Aslı), Salih Kalyon (İbrahim), Ülkü Duru (Fahriye), Seda Güven (Mehtap), Renan Bilek (Evsiz), Bedir Bedi (Ramazan), Toprak Sergen (Serkay), Derya Alabora (Antula)
Yapım: BKM (2017)

Oyuncu Ata Demirer’in senaryosunu yazdığı “Olanlar Oldu” filmi, Ege’nin sıcaklığında sıcak insan hikâyelerini perdeye yansıtıyor. Bu filmdeki oyunculara da övgü göndermeli.

İzmir’in kıyı kasabası Seferihisar’da başlıyor her şey. Güneşin altında sıcacık insan ilişkilerini özlemle anlatan 2017 yapımı “Olanlar Oldu”, yer yer insanı güldüren iyi bir film. Film, fonda oyun havaları duyulurken, Adalı Pansiyon’a giriş yapıyor. Oğlu Zafer’in tıpatıp benzeri Döndü kadın, sabah sabah sokağa pansiyonun önüne çıkınca eğlence de başlıyor. Oğlu Zafer, motoru hep bozuk gezi teknesiyle uğraşırken, Kaptan İbrahim’in fettan kızı Mehtap’ı da unutmaya çabalıyor. Kızı Aynur, Ramazan’la evli ve afacan torunu Ahmet de var. Kaptan İbrahim, ezelden beri Döndü’ye tutkun. Hem de deli gibi. Karısı, bu büyük aşkı bildiğinden kıskançlığından ölmüş. Mehtap, dükkânda çalışan Cenk’le işi büyütmüş. Cenk’in büyük planları var. Çok geçmeden her şey ayağına geliyor. Bir de Döndü’nün can dostu Fahriye de var. Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla” şiirindeki gibi sanki.

Bir aşk doğuyor…

Kaptan Zafer, Mehtap’ın geride bıraktığı kederle kendini bitirirken, uzaklardan İstanbul’dan bir aşk Aslı adıyla teknesine geliyor. İşlerin çoğunu götüren Kaptan İbrahim’i torun Ahmet haşere ilacıyla hastanelik edince kader de aşkta açıklara yol veriyor. Bu filmde bir şey keşfediliyor. Bir kız sürekli soru soruyorsa hayata mutluluk getirir, diyor bu film. Aslı da çok soru soran, öğrenmeye meraklı ve neşe dolu. Zafer’in anlamsız kederli günlerine mutluluk yağdırıyor. Final bölümü bir masal gibiydi. O sıcak insan ilişkilerine özlem duyurtan bu filmde imkânsız olan da yaşanıyor finalde.

Aslı, televizyon dizlerinde oynayan ünlü bir oyuncuydu. İstanbul’dan oyuncu sevgilisi Serkay gelince o neşeli hali de kayboluyor. Ama Döndü’nün pansiyonu her şeyi kurtarıyor hemen. Diziden diğer insanlar da pansiyonun lokantasında yemek yiyorlar. Tekne gezisi de daha da neşeli oluyor. Duygusal Zafer, Aslıcan dediği Aslı’yı eski değirmene götürüyor. En unutulmaz anlar da bu mekânlardan yansıyor filmden. Rum değirmenci ve güzel kızı Antula üzerine hikâye büyülüyor. İstasyonda gelmeyen trenleri bekleyen Zafer, bu defa aşkta kazanacak mıydı? İnsana, insan sıcaklığı nostaljisini yaşatan bu filmde final de masal yaşatıyor. Toplumumuz son yıllarda ikiye bölündü. Bizdensin ya da onlardansınız gibi oldu. Çok uzakta olmayan eskiden bu toplum güvenirdi. Nostalji dememiz ondan. Bu filmde Ege ruhuna da dokunuyorsunuz.

(19 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com